Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:29

ORUÇ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ORUÇ


- 443 -
Kavram no143
Görevlerimiz 27
Bk. İbâdet; İtikâf
ORUÇ


• Savm/Oruç; Anlam ve Mâhiyeti
• Orucun Hikmetleri/Faydaları
• Az Yemenin Dindeki Önemi ve Faydaları
• Kur'ân-ı Kerim'de Oruç
• Hadis-i Şeriflerde Oruç ve Fazîleti
• Orucun Çeşitleri
• Orucun Rükün ve Şartları
• Orucun Yükümlülük Şartları
• Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Mâzeretler
• Orucun Geçerlilik Şartları
• Orucu Bozan Şeyler
• İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü
• Orucun Kazâsı: Kazâ, Keffâret, Fidye, Iskat-ı Savm
• Oruç, Niçin Ramazan Ayında Tutulur?
• Ramazan Ayı ve Fazîleti
• Ramazan Mektebi
• Rü’yet-i Hilâl; Hilâlin Görülmesi
• Kadir Gecesi ve Fazîleti
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz (takvâ sahibi olursunuz). Oruç, size sayılı günler olarak yazıldı. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar. İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mâzereti olup da oruç tutmağa güçleri yetmeyenlere fidye gerekir. Fidye, bir fakir doyumu miktarıdır. Bunun dışında, kim gönüllü bir hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer gerçekleri anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve hidâyeti/doğruyu eğriden ayırmanın (furkanın) açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun (oruca başlasın). Kim o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk dilemez. O, sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı ta’zim etmenizi ister. Umulur ki, şükredersiniz. " 1990
Savm/Oruç; Anlam ve Mâhiyeti
“Oruç” Farsça’daki “rûze” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Arapça’sı “savm” ve “sıyâm”dır. Savm kelimesi Arapça’da “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek” anlamında kullanılır. Fıkıh terimi olarak ise, imsak
1990] 2/Bakara, 183-185
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vaktinden iftar vaktine kadar, bir amaç uğruna ve bilinçli olarak, yeme içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak demektir.
İmsâk, Arapça’da “kendini tutmak, engellemek” anlamına gelir. Orucun temel unsuru da (rükün) bu anlamdır. İmsak vakti tâbiri, dilimizde, oruç yasaklarından (yeme içme ve cinsel ilişki) uzak durma vaktinin başlangıcı anlamında kullanılır. İmsak vakti, tan yerinin ağarması (fecr-i sâdık) vakti olup, bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur; bu vakit aynı zamanda sahurun sona erip orucun başlaması vaktidir. İftar vakti ise, oruç yasaklarının sona erdiği vakit anlamında olup, güneşin batma vaktidir. Bu vakitle birlikte akşam namazının vakti de girmiş olur. Gündüz ve gecenin teşekkül etmediği bölgelerde oruç süresi, buralara en yakın normal bölgelere göre belirlenir.
Kur’an’da orucun başlangıç ve bitiş vakti, mecâzî bir anlatımla şöyle belirtilir: “...Fecrin beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (siyahlığından/karanlığından) ayırt edilecek hale gelinceye kadar yiyip içiniz; sonra, akşama kadar orucu tamamlayın...” 1991
İmsak vaktinden iftar vaktine kadar yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmanın bir amacı olmalı ve bu iş bilinçli olarak yapılmalıdır. Bu amaç ve bilinç, orucun Allah rızâsı için tutuluyor olmasıdır ki kısaca “niyet” tâbiri ile anlatılır. Bu amaç ve bilinç olmadığı zaman, meselâ imkân bulamadığı için veya perhiz, rejim, zindelik gibi başka amaçlar için bu üç şeyden (yeme, içme, cinsel ilişki) uzak durmak oruç olarak değer kazanmaz.
Oruç, Peygamberimiz’in hicretinden bir buçuk sene sonra Şâban ayının onuncu günü farz kılınmış olup, İslâm’ın beş temel erkânından biridir. Peygamberimiz bu hususu “İslâm beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh/tanrı olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet/tanıklık etmek; namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak ve gücü yetenler için Beytullah’ı ziyâret etmektir (hac)”1992 diyerek bildirmiştir. Orucun farz kılındığını bildiren âyetler de Bakara, 183 ve 184. âyetleridir.
Oruç tutmak, diğer ibâdetlere nazaran biraz daha sıkıntılı olduğu için Allah, orucun farz kılındığını bildirirken, psikolojik rahatlatma sağlayacak ve emre muhâtap olan müslümanların yüksünmesini engelleyecek bir üslûp kullanarak, oruç tutmanın önceki ümmetlere de farz kılındığını belirtmesi yanında, ayrıca orucu daha sıkıntılı hale getirmesi muhtemel iki durumu (hastalık ve yolculuk) oruç emrinin hemen peşinden geçerli mâzeret olarak zikretmiştir. Bu üslûp, meselâ öteki ümmetlerde de bulunduğu anlaşılan namaz için kullanılmamıştır.
Oruç, riyânın en az karışacağı bir ibâdet olduğu için sevâbı en fazla olan ibâdetlerden sayılmıştır. Peygamberimiz’den nakledildiğine göre, orucun bu yönüne ilişkin olarak Allah, “Oruç Benim içindir; onun karşılığını Ben vereceğim”1993 buyurmuştur. Bu bakımdan oruç tutmanın sevap olarak karşılığı oldukça yüksektir. Cennetin özel olarak oruç tutanların girmesi için ayrılmış bulunan “Reyyân” adlı kapısından girme hakkı1994 bu karşılığın mukaddimesi sayılmıştır.
1991] 2/Bakara, 187
1992] Buhârî, İman 34, 40, İlim 25; Müslim, İman 8
1993] Buhârî, Savm 2, 9; Müslim, Sıyâm 30
1994] Buhârî, Savm 4
ORUÇ
- 445 -
İbâdetlerde Hikmet Aramak ve Orucun Hikmeti: Allah’ın emirleri ve yasakları, kulların iyiliği içindir. İslâm âlimleri, bütün hükümlerin insanların faydalarını gerçekleştirme amacına yönelik olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bu bakımdan, Allah’ın yapılmasını istediği şeylerde kullar için çok büyük faydalar, yasakladığı şeylerde ise büyük zararlar bulunduğu kesindir. Kur’ân-ı Kerim’de akla aykırı hiçbir emir ve yasak bulunmamakla birlikte, bütün emir ve yasakların yarar ve hikmetlerini bilmek de mümkün değildir. Kaldı ki, ibâdetler dinin bir yönüyle akıl üstü ve bir yönüyle sembolik törenleri kapsamında değerlendirildiği vakit, o dinin mensupları, benimsemiş oldukları dinin bu gereklerini bir hikmet, bir yarar arama telâşına düşmeden yerine getirmek durumundadırlar. Bununla birlikte öteden beri İslâm bilginleri çeşitli ibâdetlerin yarar ve hikmetleri konusunda kafa yormuş, bunların kişisel pratik yararlarından çok, insan nefsinin arındırılması ve yükseltilmesi yolunda fonksiyonel hale getirmeye çalışmışlardır. İbâdetleri, bir hedefe erişmenin yolu olarak görebilenler için bu kulluk görevleri, artık sırtta taşınan ve bir an önce indirilmeye çalışılan bir yük olmaktan çıkar ve âdeta üzerinde yükseklere ulaşılan bir araç haline gelir. İbâdet esâsen Hakk’ın emrine riâyet olduğu gibi, sonuç itibarıyla, halkın hakkına riâyeti de içerir. Bu sebeple de ibâdette Hakk’ın ve halkın hukukuna riâyet birlikte gerçekleşir.
İmam Gazzâlî, orucun üç derecesinden bahsederken, bedende iştah ve şehvetin tatmin yeri ve aracı olan iki âzâyı, yani mide ve cinsel organı, iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmekten ibâret olan orucu, “sıradan insanların orucu” (avam orucu) olarak; buna ilâveten gözü, kulağı ve diğer âzâları günahtan korumayı “özel kişilerin orucu” (havas orucu) olarak ve tüm bunlara riâyet ettikten başka, kalbini düşük emellerden, dünya düşüncelerinden kısaca, mâsivâdan arıtarak bütün varlığıyla Allah’a bağlanmayı ise “daha özel kişilerin orucu” (ehassü’l-havâs orucu) diye tanımlar. Orucun hangi derecesi alınırsa alınsın, ibâdetin bireysel olgunluğa ve toplumsal ilişkilere, sosyal hayata, kısaca “huzur” ve “iyi geçim”e yönelik olumlu sonuçları açıkça görülecektir.
İnsanların arasındaki çekişmenin, haksız kavganın temel sebeplerinden biri insanların, iştah ve şehvetlerini ölçüsüzce tatmin etmeye çalışması ve belki bu amacı gerçekleştirmek üzere mal ihtiraslarıdır. Birinci kademedeki oruç bile bu ihtirası dizginlemenin, iştah ve şehveti kontrol altına almanın bizzat gerçekleştirilen ve tecrübe edilen bir yolu olmaktadır. İştah ve şehveti alabildiğine ve ölçüsüzce tatmin peşinde koşmak şeytanî bir tutum olup oruç tutmak bu anlamda şeytanı zincire vurmak anlamına gelir.
Peygamberimiz’in orucun ikinci yönünü vurgulayan “Oruç bir kalkandır; sakın, oruçluyken câhillik edip de kem söz söylemeyin. Birisi size sataşacak veya dalaşacak olursa, ‘ben oruçluyum, ben oruçluyum’ deyin”1995 sözü, izaha gerek bırakmayacak şekilde, “iyi geçim”i vurguluyor. Oruç, sadece iştah ve şehveti dizginlemek değildir, ayrıca ağzını ve dilini kötü ve çirkin söz söylemekten korumaktır.
İbâdetlerin sırlarını, gerçek mânâ ve önemini kavrayan kimi âlimler namaz kıldığı, oruç tuttuğu halde, hâlâ çirkin işler yapan ve fenâlıktan sakınmayan kimseyi, abdest alırken yüzünü, eline su almadan üç kere yıkayan (yıkar gibi yapan) kimseye benzetmişlerdir: Uzaktan bakan onun abdest aldığını zannetse de o gerçekte abdest almamaktadır. Peygamberimiz “Oruç tutan öyle insanlar vardır ki,
1995] Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 30
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir.”1996 derken bu durumu kasdetmiş olmalıdır.
Oruç, nefsin isteklerinden irâdî olarak uzak durma olması yönüyle bir irâde eğitimine, açlık ve susuzluğun verdiği sıkıntıya dayanma yönüyle de bir sabır eğitimine dönüşmektedir. İnsanın hayatta başarılı olabilmesi için irâde hâkimiyeti ve güçlükler karşısında dayanabilme gücü de önemli bir role sahiptir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde de oruç etkili bir yoldur. Bu orucun değişik biçimlerde de olsa hemen bütün din ve kültürlerde riyâzet ve mücâhede yolu olarak mevcut olmasını da açıklar.
Toplumsal hayatta huzursuzluklara yol açan taşkınlıklar, büyük ölçüde insanın hayvanî yönünü tatmin eden maddî zevklere düşkünlükten kaynaklanır. Maddî zevk deyince de akla, yeme içme ve cinsel ilişki gibi zevkler gelir. İşte oruç, insanı maddî zevk ve şehvetler peşinde koşturan, dolayısıyla da, Allah’ın haklarına riâyet edemediği için onlara zulmetmesine sebep olan nefs-i emmâreyi teskin etmenin de bir ilâcı, aşırılıkları törpülemenin de bir çaresidir.
Oruç, yoksulların durumunu daha iyi anlamaya, dolayısıyla onların sıkıntılarını giderme yönünde çaba sarfetmeye de vesile olur. “Tok, açın halinden anlamaz” atasözü de bunu ifâde eder. Orucun, dinimizde önemli bir yeri olan sabır konusuyla irtibâtı da burada hatırlanmalıdır. “Namaz ve sabırla yardım isteyin”1997 ve “Sabredenlere ecirleri hesapsız olarak tastamam verilir.”1998 gibi âyetler, “Oruç sabrın yarısıdır”1999 diyen ve orucun Allah için olup mükâfatını da Kendisinin hesapsız olarak vereceğini bildiren hadislerin ortak anlamı, orucun sabır boyutunu ve bunun fazîlet ve sevâbının yüksekliğini anlatır.
Bütün bunlara ilâveten orucun sağlık açısından pek çok yararları bulunduğu da uzman hekimler tarafından ifâde edilmektedir. Ramazan orucu zâhiren bakıldığında, bir yıl boyunca çalışan vücut makinesinin dinlenmeye ve bakıma alınması gibidir. Oruç, özellikle mide ve sindirim organlarının dinlenmesi için iyi bir moladır. 2000
Orucun Faydaları
Biz ibâdetleri, dünyevî faydalarından dolayı değil; Allah emrettiği için yaparız. Fakat şu da muhakkak ki Allah, her zaman yararımıza olan şeyleri yapmamızı emreder, zararımıza olan şeyleri yasaklar. Oruçta gerek ruhumuz, gerek bedenimiz için pek çok fayda vardır. Oruç, nefsin şehvetlerini kırar, önüne geçilmez ihtiraslarını, azgınlıklarını dizginler. Oruç tutmadığı zaman insan, canının çektiğini yemek ister, ama oruçlu bunu yapamaz. Harama bakmaya meyleden nefsi, oruç bundan men eder, zinânın ve diğer haram hususların sebeplerinden uzaklaştırır; nefsin bayağı iştahlarını kırar. Bundan dolayı Peygamberimiz, orucun kötülüklere karşı bir kalkan olduğunu söylemiş 2001 ve demiştir ki: "İçinizden kimin evlenmeğe gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek, gözü haramdan korur. Buna gücü yetmeyen
1996] İbn Mâce, Sıyâm 21
1997] 2/Bakara, 153
1998] 39/Zümer, 10
1999] Tirmizî, Deavât 86
2000] Yunus Apaydın, İlmihal I, İman ve İbâdetler, İSAM Y. s. 379-383
2001] Buhârî, Savm 9
ORUÇ
- 447 -
oruç tutsun. Çünkü oruç, onun şehvetini kırar." 2002
Oruç vücuda sağlık getirir. Bir yıl tıka basa yemeden dolayı mide yorulur. İşte oruç, midenin uzun süre dinlenmesine vesile olur. Ancak iftar vakti ölçüyü kaçırıp mideyi şişirmemek ve terâvihi de mutlaka kılmak lâzımdır. Terâvih, ibâdet yönünden orucun tamamlayıcısı olduğu gibi; dolan midenin, yemekleri kolayca sindirmesine de yardımcı olur. Bilindiği gibi, şişmanlık (obezite), insan sağlığına çok zararlıdır. İşte iftarları ve sahurları ölçülü yemek şartıyla insan, oruç tutarak vücutta birikmiş zararlı kiloları, yükleri atmış olur.
Oruç, insanın duygu ve düşüncelerini inceltir. İnsanı şefkatli, merhametli yapar. Oruç tutan insan, açlığın ne demek olduğunu, sürekli olarak açlık ve sefâlet içinde kıvrananların ıstırabını anlar; onlara elinden geldiğince yardım etmeğe çalışır. Oruç, insanı sabra, dayanıklı olmaya alıştırır. Bugün isteğiyle oruç tutan kimse, bir gün savaş, deprem veya başka felâketler gibi zor şartlar karşısında yiyecek bulamadığı zaman, daha önce kendisini aç kalmaya alıştırdığı için dayanır. Ama hiç oruç tutmayan insanlar, birkaç saat aç kalınca açlıktan öleceklerini zanneder, daha işin başında rûhen çökerler. Oruç ayı, bolluk ve bereket ayıdır. En fakir âilenin dahi evinde bakarsınız Ramazan ayında bir bolluk-bereket vardır. Allah oruç tutan o insanlara ummadıkları yerden rızıklar gönderir. Bunu her müslüman âilesi bilir.
Oruç, mânevî duygulara güç verir. Ruh, şu ten kafesine bürününce maddenin etkisi altında kalarak hayvansal duygulara esir olur. Biz kendimizi açlığa alıştırırsak, maddî arzularımız zayıflar, rûhânî hislerimiz kuvvetlenir, gönül gözümüz açılır. O yüzden bütün peygamberler riyâzet yapmışlar, oruç tutarak yücelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, henüz kendisine peygamberlik gelmezden önce Hira mağarasına çekilir, yemekten kesilir, riyâzet yapar, derin tefekküre dalardı. Rasûlullah (s.a.s.) orucu severlerdi. Medine'ye gelmezden önce, yani daha oruç farz kılınmamışken, her ay üç gün ve bir de Âşûra günü nâfile olarak oruç tutmayı tavsiye ederlerdi. Nihayet Medine'ye hicret etmelerinden bir buçuk yıl sonra Şa'ban ayının onunda Ramazan orucu farz kılınmıştır. Riya karışmadığından dolayı Allah indinde en makbul ibâdet oruçtur. Bir kudsî hadiste Cenâb-ı Allah: "Oruç Benim içindir, onu Ben mükâfatlandırırım."2003 buyurmuştur. 2004
Orucun Kişisel Faydaları, Ruh Üzerindeki Tesirleri:
Oruç, hayatın yalnız yeme-içme, egoist duygu ve şehevî arzuları tatmin etme felsefesine dayanmadığını öğreten bir ibâdettir.
Oruç, köklü bir irâde terbiyesi verir, insanı her yönüyle olgunlaştırır, kendi içinden gelen bazı olumsuz duygulara gem vurmasını öğretir. İnsanı "aşağılık duygusu"ndan kurtarır, kendine güven duygusunu arttırır.
Oruç, insanlara her türlü zorluklara tahammül etmeyi, yeme-içme ve cinsî zevk gibi insanın en doğal ihtiyaçlarında bile aşırılığı önlemeyi öğretir. Ahlâkî güzelliklerin ve başarıların kaynağı sabırdır. Oruçla sabır arasındaki bu ilgiyi Yüce Peygamberimiz şöyle dile getirir: "Oruç sabrın yarısıdır." 2005
2002] Buhârî, Savm 10
2003] Buhârî, Savm 9
2004] Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c. 1, s. 304-305
2005] Tirmizî, Deavât, 86, 87, hadis no: 3519
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oruç, sadece yeme-içmeyi ve cinsel ilişkiyi belirli bir zaman terketmek değildir. Oruçlu insan, ağzını ve cinsel organını her türlü ahlâksızlıktan, günah ve kötülükten de koruyacak, oruç sâyesinde en olgun ahlâk sahibi olmaya çalışacaktır. Kötülükleri ve günahların çoğu bu iki organ (ağız ve tenâsül organı) vâsıtasıyla yapıldığından, bu organları oruçlu kimse sıkı bir disipline tâbi tutacaktır. Çünkü oruçlunun yalan ve çirkin sözler söylemesi, iftira ve dedikodu ile uğraşması, haramlara bakması, şehvetini tahrik edici çeşitli işler yapması oruçsuz müslümana göre daha ısrarla yasaklanmış, hakiki orucun ancak böyle gerçekleşeceği belirtilmiştir.
Oruçta temel esas, insanın mide ve cinsiyet şehvetlerinden alıkonmasıdır. Kim oruçlu iken nefsini bu iki şehvetten uzak tutabilirse, diğer şehvetlerden rahatlıkla uzak durabilir. Kim de oruç ve Ramazan'dan sonra, bu şehvetleri (Ramazan'da alıştığı üzere) bir disipline ve düzene sokar, helâl sınırların dışına çıkmazsa, o kimse cennet yolundadır. Bu hususu Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifde şöyle belirtmiştir: "Kim bana iki dudağının arasıyla, iki bacağının arasındaki et parçalarını garanti ederse (bu organları her türlü günah ve çirkinliklerden korursa), ben de ona cenneti garanti ederim."
Oruç, gösteriş ve çıkar duygusu karışmaksızın, yalnız Allah için yapılabilen bir ibâdettir. Çünkü kişinin oruçlu olduğunu hakikaten yeme-içme gibi gizli de yapılabilecek şeylerden kaçtığını ancak Allah bilir. Bu özelliğinden dolayı oruç, ruha kemal yollarını açan, sadece Allah için, O'nun rızâsını kazanma niyetiyle yapılacak fedâkârlıkları sembolleştiren bir ibâdettir. Dolayısıyla mü'minlere Allah için iş yapma, menfaat beklemeksizin meşakkat ve mahrûmiyetlere katlanma gibi eğitim ve alıştırmaları oruç yeterince yerine getirir.
İnsanlarda nefis ve akıl, hayvanlarda ise sadece nefis vardır. İnsanlara menfaati, yeme-içme ve zevk almayı her şeyin üstünde gösteren, kişisel çıkar için her çeşit kötülük, ahlâksızlık ve haramları normal gösterip sahibine emreden duygunun adıdır nefis. İnsanın melekten ayrılan en önemli yönü, insanda nefsin bulunmasıdır. Hayvandan ayrılan en önemli yönü ise, aklını kullanarak nefsine hâkim olması, onu sınırlamasıdır. İnsanlar, nefislerinin her isteklerine uyarlarsa, yeryüzü menfaat kavgalarından geçilmeyen, sömürü, zulüm ve kargaşa içindeki bir arenaya döner. Nefsi sınırlamak, hem kişi, hem de toplum menfaati açısından zarûrîdir. Bu nefsin arzu ve isteklerini, şehvetlerini kırmak için en güzel yol, kişinin dış baskılarla değil; insanda doğuştan mevcut din duygusuyla Rabbinden korkarak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmektir. İnsan bu mücâdelede, nefsine gâlip gelirse, egoist arzularına ve şehvetlerine sınır koyarsa, melekleşir ve hatta derece itibarıyla onlardan daha yükselir. Çünkü yiyip içmek ve cinsî zevkler meleklerin şânından değildir. Kişi, bunları sınırlayarak meleklerin Allah'a yakınlığı gibi O'na yakın olup günahsızlaşabilir.
Kişi, nefsine ambargo koyamayıp ona esir olursa, aklını, kendi benliğini nefsi yönetmeye kalkarsa, Rasûlullah (s.a.s.)'ın ifadesiyle büyük savaştan mağlûp olarak çıkar, dünya imtihanını kaybetmiş olur. Dünyada da hem kendi, hem başkaları zarar görür. Nefis ve şehvetleri, insanın yapısına gâlip olursa, insan canavarlaşır, Kur'an tâbiriyle hayvandan daha aşağı olur: "Onlar için kalpler vardı, fakat onunla (yeterince) düşünmezler. Onların kulakları vardır, onunla (hakkı) duymazlar. Onların gözleri vardır, fakat bunlarla (hakkı) görmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağı
ORUÇ
- 449 -
derecededirler. İşte asıl gâfiller onlardır." 2006
Bedeni, akıl ve ruha tâbi kılmak, bedenin kuvvetini frenlemek ve ruhun gücünü arttırmak gerekir. Bu hususta hiçbir şey açlık, susuzluk ve hayvanî arzulardan vazgeçmek kadar, yani oruç kadar tesirli değildir. İnsan tabiatı, bazen ruha ve akla uyma, bazen de isyan halindedir. Bu itibarla bir kimsenin hayvanî arzularına, nefse gem vurması için, şartlarına riâyet ederek oruç gibi bir ibâdeti yerine getirmeye de ihtiyacı vardır. Yememek-içmemek, meleklerin özelliğinden olduğu için, bu rejimi (orucu) yerine getirmekle insan, gittikçe kendini meleklere benzetir. Bunu da Allah'a itaat kasdıyla yaptığından O'na yaklaşır ve O'nun rızâsını elde eder ki bu da bir müslümanın ilk ve en son ve de en önemli gâyesidir.
İşte nefse hâkimiyeti ve onu sınırlamayı insana öğreten en güzel okul Ramazan ve oruçtur. Müslüman da bu okulda her sene en az bir ay hem eğitim, hem de öğretim yapmak zorundadır. Dinimizin, olgun aklın ve müsbet ilmin yasakladıklarından korunup sakındıran bir ibâdettir oruç. Meselâ, çok yemenin, sigara veya içmenin zararlı olduğunu bildiği ve bırakmak istediği halde irâdesine sahip olamayan insan, oruç sâyesinde uzun müddet bunları yapamayacak, sonunda irâdesine ve nefsine hâkim olup, bu güzel antrenmanla (Ramazan boyunca oruçla) bunları bırakmış olacaktır.
İnsanın kötülüklere ve günahlara meyletme yönünü kırmada en önemli etken olan orucun bu yönünü Kur'an şöyle anlatmaktadır: "...Umulur ki oruç sâyesinde fenâlıklardan korunursunuz."2007 Kur'an'ın verdiği mâlûmattan da anlıyoruz ki, Hz. Âdem'den beri, kendilerine peygamber gönderilen her topluluğa oruç farz kılınmıştır. Hıristiyanlığı iyi bilenler de kabul ederler ki, oruç hıristiyanlığın aslında da mevcuttur.
Karşı cinse meyilli olarak yaratılan, hayvanlarla ortak yönlerinin en başında üreme şekli ve bunun için karşı cinsi arzu etme özelliği gelen insanoğlu, bu duygusunu meşrû ölçülerle sınırlamak zorundadır. Kendisini, ileride kuracağı mutlu bir yuvanın annesi olarak hazırlaması, bunun yolunun kocasını aldatmayı aklından bile geçirmemek olduğunu kabul etmesi gereken bir genç kız, nâmusunu korumak, bir hazine gibi saklamak, diğer erkeklerin de nâmusunu düşünerek, onların şehevî yönden tahrik edecek her şeyden kaçınmak zorunda olursa, neler kaybeder, neler kazanır? Yine bir erkek, kendi karısı ve kızının nâmusunu düşünür, onların kötü yola düşmelerini nasıl arzu etmezse, kendisi gibi başka bir erkeğin kadın ve kızlarının nâmusuna da aynı anlayışla saygı göstermesi gerekmez mi? İslâm Dini, kadın-erkek ilişkilerini her iki cinsin de değerini yükselterek, nâmus, ahlâk, iffet, hayâ açısından değerlendirip âile hayatına çok büyük önem vermiş, sarsılmasını istememiş ve zinâyı en büyük suçlardan saymıştır. Zinâya giden her türlü yolu yasaklamış, oruçla da insanı, kadın-erkek ilişkilerinde aşırılığı önleyecek, cinsel duygularını bastırabilecek seviyeye yükselmiştir.
Orucun Sağlık Açısından Faydaları: Orucun bize kazandıracağı şeyler şüphesiz ne yalnız dünya ile ne de sadece âhiretle sınırlandırılabilir. “Oruç tutun, sıhhat bulursunuz” nebevî tavsiyesine karşın, orucun maddî faydaları müslümanlar için hep ikinci planda gelmiştir. Bunun sebebi, Ramazan ayıyla birlikte herkesin
2006] 7/A'râf, 179
2007] 2/Bakara, 183
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözlemleyebildiği mânevî iklim ve ön plana çıkan sosyal ve kültürel silkiniş olsa gerek.
Orucun Sağlık Yönüyle Faydaları: Orucun kilo kontrolü, kan yağlarının düşürülmesi ve sindirim sisteminin dinlenmesine yönelik yararları biliniyor. Diğer yandan, bunlar tam açlık ve diyetle sağlanamıyor. Tam açlık ve sıkı diyetlerin yan etkileri fazladır; zira yeterli enerji alımı olmadığından negatif enerji dengesi söz konusudur. Oruçta ise -iftar ve sahurda aşırı yememek kaydıyla- optimum bir enerji dengesi vardır. Bu da faydalarının organizmaya zarar vermeden elde edilmesini sağlıyor. Genellikle bir veya birkaç besin öğesinden mahrum kalma prensibi üzerine oturan zayıflama amaçlı diyetlerden farklı olarak oruç fıtrîdir, helâl yiyeceklerde bir kısıtlama yoktur.
Normal, sağlıklı, hatta istisnâlar dışında rahatsız bir bünye için orucun vücut üzerinde zararlı bir etkisinin olmadığı birçok tıbbî araştırma ve incelemeler neticesinde açıklık kazanmış, isbatlanmıştır. Oruç tutanların yaşayarak bildikleri, oruç tutmayan insanların da çoğunun kabul etmek zorunda kaldığı gibi, bazılarının zannettiklerinin tam aksine, orucun vücuda da birçok faydası vardır.
Kur'ân-ı Kerim'in ilgili âyetlerinden ve hadis-i şeriflerden de açıkça anlaşılır ki İslâm dini, insanların kaldıramayacağı ağır yükleri onlara yüklemediği için2008, kadınların aylık rahatsızlıklarında, hâmilelik ve doğum sonrasında anne ve çocuk için orucun zarar verdiği zamanlarda, uzun yolculuk ve şiddetli rahatsızlık/hastalık hallerinde oruç, başka bir münâsip zamanda tutulmak üzere ertelenir. Bu, İslâm dininin gösterdiği kolaylık ve sağlığa verdiği önemi gösterir.
Normal, sağlıklı ve bülûğ yaşını doldurmuş müslümanların tutmak zorunda oldukları Ramazan orucunun insan vücudu üzerindeki faydalarından bazılarını belirtmeye çalışalım:
Orucun vücudumuzun deveran, sinir ve sindirim sistemleri üzerinde dinlendirici ve şifâ bahşedici tesirleri pek çoktur. Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.s.): "Oruç tutunuz ki, sıhhat bulasınız" buyurarak Ramazan'da olduğu gibi, bu ayın dışında da sık sık oruç tutmamız hususunda müslümanları teşvik etmişlerdir.
Küçük bir bebeğin mamasını veya anasının memesini ilk ağzına alışından tâ insanın ölümüne kadar iç organlar ve sindirim organları devamlı çalışmaktadır. Sindirim organlarını dinlendirmek, Allah'ın en güzel şekilde yarattığı, her şeyiyle en mükemmel bir fabrikaya benzeyen vücudun içyapısını revizyona ve bakıma almak, elbette makinelerin sağlamca çalışması için gereklidir. Onun için birçok hastaya perhiz tavsiye edilir veya tedâvi için belli saatlerde yemekten alıkonulur. "Mide, hastalıkların evi, perhiz ise tedâvinin başıdır" sözü tarihin çok eski devirlerinden beri birçok doktor tarafından tekrar edilmiş, tecrübe eden halk tarafından doğrulanmıştır.
Az yemenin çok yemekten daha iyi olduğu bir gerçektir. Vücut için, yeterli enerji alındıktan sonra belli zamanlarda yemek yemek; faydalı-faydasız şeylerle mideyi doldurmaktan daha iyi, daha sıhhîdir. Aslında bu özellik, oruçlunun iftar sırasında da az yemesiyle gerçekleşir. O zaman orucun faydası daha büyük olur. Rasûlullah (s.a.s.)'ın sünneti ve tavsiyesi de budur.
2008] Meselâ, bkz. 2/Bakara, 286, 183-185
ORUÇ
- 451 -
İlim de kabul etmektedir ki, çok yemek zararlıdır. Romatizma, kalp hastalıkları, kan dolaşımındaki bozukluklar, şeker vb. hastalıklarda, bu hastalıkları başlatan veya artıran büyük etkenlerin başında çok yemek gelir. Çok yemekte vücudun lüzumundan fazla kilo alması vardır ki, bu sebeple kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için, insan rahat nefes alıp veremez. Kollestrin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın başlıca sebebi yine çok yemektir. Çok yemek neticesinde böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur, vazifesini yapamaz olur. Mide doğal halini kaybeder, büyür, elastikiyetini muhâfaza edemez. Dolayısıyla yenilenleri kolay kolay hazmedemez. Bu yüzden bütün vücut da rahatsız hale gelir. Çok kere mide ülseri, mide veya kalın bağırsak da çıban da meydana gelir. Bu saydıklarımız ve daha birçok rahatsızlıklar hep çok yiyip içme neticesi meydana gelen zararlardandır. Bu gibi hastalıkların oruç tutulmayan yerlerde ve oruç tutmayan kimselerde daha çok bulunduğunu hatırlatalım. Onun için her yıl, on iki aydan birinde vücudun dinlendirilmesinde büyük faydaların olduğu inkâr edilemez.
Müslüman, oruçla irâdesini ve mide şehvetini gemleme gücünü kuvvetlendirir. Sigara ve benzeri kötü alışkanlıkları varsa, vücuduna zarar veren bu gibi şeylerden orucun yardımıyla kurtulur. Vücut bakımından sağlam ve karakterli insanların yetişmesinde orucun büyük faydaları vardır. Peygamberimiz ve asr-ı saâdet devrinde insanların çok az hasta olduğunu, çok az yedikleri halde maddî ve mânevî yönden çok kuvvetli insanların mevcut olduğunu tarih haber vermektedir. Asırlardır müslümanların (dinlerinin emirlerini yaşayan, oruç tutan ve az yiyen dindar müslümanların) durumu da bunu isbatlamıştır. Tabii bütün bunları görebilmek için gören göze, idrâk eden akla ihtiyaç vardır.
Fizyolojik ve Biyokimyasal Etkiler: Kan şekerinde kısmî düşme (özellikle ilk günlerde) ve kan yağlarında daha uzun vâdede düşme beklenir. Kolesterol ve büyük (sistolik) tansiyon düşer. Aslında Ramazan orucu, hafif ve orta derecede ve düzende olan, İnsüline bağımlı olmayan diabet, şişmanlık, esansiyel hipertansiyon, gastrit gibi bazı hastalıkların düzelmesi için ideal bir fırsattır.
1994’de yapılan uluslararası katılımlı “Sağlık ve Ramazan” konulu kongrede geniş kapsamlı toplam 50 çalışmada bu tip hastalıkları olanlarda orucun hastalık parametrelerinde düzelme sağladığı, kötüleşme görülmediği bildirilmiştir. Diğer yandan şiddetli hastalıkları olanlarda, tip 1 (İnsüline bağımlı) diyabet, koroner arter hastalığı, böbrek taşı gibi hastalıklarda oruç tutulmaması gerektiği kanaati ortaya konmuştur.
Psikososyal değişiklikler: Suç oranlarının Ramazan ayında azaldığı saptanmıştır. Oruç tutanlarda huzur ve sükûnet hali ön plana çıkar. Sinirli ve taşkın hareketlerin azalmasında fizyolojik bir mekanizmanın da payı olduğu düşünülmektedir: Kan şekerinin yükselmesine aşırı cevap veren İnsülin karşıtı sistem’in oluşturduğu ‘reaktif hipoglisemi’ diye bilinen, stresli bir tablo oruç tutan bir insanda gelişmez. Oruçluyken tartışmak bile yasaklanmıştır; bu da kişisel düşmanlık hisleri ve gerilimi minimum düzeyde tutar.
Bunalımı doğuran şey beklentidir. Tartışma beklentisi olmazsa gerilim azalır. Cinsel beklentiler olmadığında başıboş şehvet hisleri ortaya çıkmaz. Helâl olan gıdadan bile ümidini en azından yarım gün kesebilen “İnsan”, harama dair düşüncelerden ve beklentilerden uzaklaşmak için bulunmaz bir fırsata kavuşur. İşte
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
o nimet; oruçtur. Peygamberimiz: “Oruç, sabrın yarısıdır”2009 buyurmuşlardır. İnsanı bunalımlara ya da yanlış yollara sürükleyen de hep sabırsız olması değil mi?
Orucun Sosyal Faydaları: Fiilî bir fakirlik hali olan oruç, sosyal adâlet fikrini ve orzusunu kafalara ve kalplere işleyen bir ibâdettir. Çünkü hem, her arzu ettiğini yiyebilecek durumda olan zengin, hem de yiyeceğini bile zor temin eden insan, oruçlu iken aynı bedenî durumdadır. Zengin bir mü'mini bedenen ve rûhen fakirliğin sınırları içine çeke oruç, böylece yardım edilecek insanların sıkıntılarını pratik olarak insana yaşatır. Tedaviyi yapabilecek olana hastalığı teşhis ettirir. Yardımlaşma duygularını geliştirir.
Kiminin yiyip kiminin baktığı, zenginle fakir arasındaki kıskançlık ve düşmanlığın büyük boyutlara ulaştığı, açlıktan ölen insanların milyonları aştığı günümüz dünyasında, toplum huzurunun ve iç barışın sağlanmasında, tokun aç insanın halinden anlamasını kolaylaştırdığı için orucun sosyal faydası çok büyüktür.
Bu sebeplerden dolayı oruç tutan müslümanlar, Ramazan ayında daha çok cömert olurlar, evlerine misafir götürüp sofralarında başkalarının ve özellikle fakirlerin bulunmasına gayret ederler. Yine Ramazan ve orucun bu sosyal atmosferinden dolayı, müslümanlar, kendi mallarından, fakirlerin hakkı kabul ettikleri % 2,5 oranında bir tasarrufta bulunarak bu kesintiyi bu ayda fakirlere dağıtırlar. Akraba veya tanıdıkları, hatta tanımadıklarına bu ayda maddî yönden yardımları artar, sadaka verirler.
Her devlet, halkı ileride ihtimal dâhilinde olabilecek olan savaşa hazırlar, onun için hemen hemen her ülkede askerlik sistemi vardır. Gençler askere alınıp ileride çıkması muhtemel bir savaşın her türlü eğitimine ve zor şartlarına dayanabilecek duruma getirilmeye çalışılır. Savaş, her türlü zor şartlara sabretmeyi, aç ve susuz kalmayı gerektirebilir. Oruç, tüm insanları, ileride toplumların savaş, doğal âfet ve benzeri sosyal çalkantılarda doğabilecek zor şartlara karşı hazırlar.
Bazı yiyecekler, bazı memleketlerde hiç değilse bazı zamanlarda azalabilir, kısmen de olsa toplum veya önemli bir çoğunluk, yokluklarla, hatta açlıkla karşı karşıya kalabilir. Oruç, insanları, bazı nimetlerden mahrum kalmayı normal karşılamayı, böyle bir durum olursa, çalkantı ve kargaşalık olmadan bunları atlatmayı, böylesine sıkıntılara insanların hazır olmaları gerektiğini öğretir.
Cinsel duygulara gem vurmayı öğretmesi yönünden, toplum ahlâkını düzeltmek doğrultusunda orucun faydalarını hatırlamak yerinde olur. İnsanoğlu, içgüdüsel olarak karşı cinse eğilim duyacaktır. Fakat bunu, toplum kurallarını ve genel ahlâkı zedeleyecek boyutlara vardırırsa bir sürü problem ve kargaşa kendini gösterecektir. Bugün dünya gençliği, seks buhranını en acı şekilde yaşıyor. Aile hayatları temelinden sarsılmış, üremeler iyice azalmış, sağlıklı nesiller yerini yalnız hayvanî duygulardan başka bir şey düşünmeyen gençliğe bırakmıştır. Kız veya kadınlar, erkeklerin cinsel duygularına her yönüyle hitab edip, onu kendine ve cinsel duygularına esir etmiş, erkekler de kadınları kendi zevklerine yarayan bir makine, bir eğlence aracı olarak görmüş, karı-kocanın yatakta yaptıklarını sokakta her türlü kuralları çiğneyerek açıktan ve hiç utanmadan yapabilen, bu konuda hayvanlaşan insanlar hep tarafı kaplamıştır. Bir-iki nesil sonra, bu ahlâksızlığın sonunun nereye varacağı, endişeleri aşan bir sorudur; cevabı
2009] Tirmizî, Deavât, 87, hadis no: 3519
ORUÇ
- 453 -
da annelik-babalık kavramının bile tarihe karışabileceği, her türlü ahlâksızlığın sanat kabul edileceği, cadde ortasında karşı cinslerin, hatta eşcinsellerin birbirleriyle zinâ yapabileceği, birçok toplumun bu ahlâk buhranından dünyada bile çok büyük kayıplar ve sarsıntılar geçireceği de muhakkaktır.
İşte bütün bunları önlemenin en büyük yolu, cinsel duyguları frenlemeyi, Allah'ın yasaklarına yaklaşmamayı öğreten oruçtur. İnsan oruçlu iken (Allah'ın, oruçlunun dışındakilere helâl kıldığı) hanımı ile beraber yatmasını bile terkedecek, hele hele başkalarının kadın ve kızlarına şehvet nazarıyla bakmayacak, kötü düşünce ve sözlerden bile sakınacak, şehvetini kontrol altına alacak, zinâya ve ahlâksızlığa götüren her yoldan oruçlu olmadığı zamanlara göre daha fazla kaçacak, hem kendini hem de toplum ahlâkını en güzele götürecektir. Bunun için Yüce Peygamberimiz, orucun ahlâk ve özellikle toplum ahlâkı açısından bu faydasını şu mübârek tavsiyesiyle dile getirmiştir: “Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenme külfetine gücü yeterse evlensin! Zira evlenme, gözü (haramdan) daha çok önler ve iffeti de o nisbette korur. Evlenme masrafına gücü yetmeyen kimse de oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.”2010 Böylece oruçlu genç, hem kendi ahlâkını korumuş, hem de topluma ahlâk yönüyle zararı olmamış olacaktır. Cinsel suç ve sapıklıkların toplumları derinden etkilediği, insanların cinsel duygularını, hem de paralar harcatarak sömüren binlerce mihrak bulunduğu günümüz dünyasında insanların oruca ve orucun yetiştirdiği talebelere ihtiyacının büyük olduğu her akıl sahibi insan tarafından kabul edilmelidir.
Orucun alıştırdığı az yemede başka faydalar da vardır. Bunlardan bir kısmına kısaca değinelim:
Az yemede kalbin/gönlün safâsı, inceliği, hassâsiyeti vardır. Gönlün Hakk'a bağlılığı artar. Çok yemekle kalp katılığı oluşur, kalbin nuru kaybolur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.): "Kalplerinizi çok yemekle öldürmeyin. Ekinleri çok suyun öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalp ölür" buyurmaktadır.
Az yemekle kalpte tatlı bir hüzün, güzel bir kırıklık olur. Şımarıklık yok olur. Lüzumsuz ferah ve taşkınlığın başlangıcı olan, aynı zamanda büyük mahrûmiyetlerin sebebi olan gurur ve böbürlenme duygusu gider. Nefis açlıkla kırıldığı kadar hiçbir şeyle kırılmaz.
İnsan, açlıkta, belâları unutmaz. Zararlara ve âfetlere dûçar olanları hatırlar, sömürülen, zayıf düşürülen insanları ve fakirleri, ezilmişleri aklından çıkarmaz.
Az yemek, insana tembellik, uyuşukluk ve ahmaklık veren fazla uykuyu def eder. Çok yiyenin gafleti artar. Gafleti çok olan ise zarara uğrar ve pişman olur. Bütün bunlardan dolayı Peygamberimiz: "Âdemoğlu, midesinden daha şerli/zararlı bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter."2011 İsa’nın (a.s.) da şöyle söylediği rivâyet edilir: "Sizler karnınızı aç tutunuz, fazla yemeyiniz. Ola ki kalbinizle Rabbinizi göresiniz."
Az yemekle ibâdete devam kolaylaşır; çok yiyen, ibâdetlere zor eğilir. Az yemeyi alışkanlık yapan, az mala da kanaat eder. Sade bir hayat sürer, sıkıntısı
2010] Buhârî, Savm 10, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1, 3; İbn Mâce, Nikâh 1; Nesâî, Sıyâm 43, Nikâh 3; İbn Mâce, Nikâh 1; Dârimî, Nikâh 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425.
2011] Tirmizî, Zühd 47; İbn Mâce, Et'ıme 50
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmaz. Hem kendisi, hem içinde yaşadığı sistem israftan, ekonomik ve iktisadî zorluklardan, lüzumsuz harcamalardan kurtulur. Borç-harç içinde huzursuzca yaşama, yerini "azıcık aşım, ağrısız başım" anlayışına götürür. Müslümanın kazancı, daha çok yiyebileceği rahat bir yaşama biçimine müsâitse, bunu toplum için daha hayırlı yerlere sarfeder. Az yemenin kanaati doğurduğu, kanaatin de tükenmez bir hazine olduğu dinimizce beyan edilir. Peygamberimiz (s.a.s.) de: "İktisatlı yaşayan (israf ve lüzumsuz harcamalar yapmayıp tutumlu olan) fakir olmaz" buyurmuştur.
Çok yemek, ilim ve idrâki, zekâyı azaltır. Çok yiyen değil; koşudan önce rejim yapan bir at koşuyu kazanır. İnsanın, vücudundan ve ruhundan âzamî istifadesi için de az yemesi şarttır.
Hindistan millî kahramanı Mahatma Gandhi, kendisi müslüman olmadığı halde, aynen İslâm'da olduğu gibi sık sık oruç tutar, önemli bir karar öncesi veya duâ edeceği mühim bir durum olunca, orucu ihmal etmezdi. Orucun faydalarını, müslümanlar üzerinde gördüğünü başkalarına anlatırdı.
Çok yemekte çok yorgunluk ve çok zahmet vardır. Çok yemeğe yetecek kadar para kazanmakta, yemekleri hazırlamakta, hatta yiyip sonra da hazmedeceğim diye uğraşmakta çeşitli zahmet ve meşakkatler mevcuttur. Az yemekte ise bütün bu zahmetler de azalacak, insanoğlu daha yüce işler için fazlaca vakit ayırabilecek, vakitlerini ilimle, ibâdetle geçirebilecektir.
Mü'minler, Allah'a itaat ve ibâdet etmekten başka şeylere fazla önem vermezler. Bütün bu sayılanlar, oruç tutmada esas gaye değildir. Gâye Allah'ın emirlerine sarılmaktır. Bütün bu sayılanlar, yeterince bilinirse, ibâdetler daha bir şevkle yapılmış olur. Bunlar mü'minlerin imanını arttıracak hikmetlerdir. Kâfirlerin de akıllarını kullanıp İslâm dinini seçmeleri, dünya ve âhiretlerini kurtarmaları için en güzel fırsatlardır. İslâm'da her ibâdet, dünyada bazı faydalar sağladığı için değil; Allah'a itaat ve ibâdet etmek ve O'nun emir ve yasaklarına uymak için, Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılır. Böyle olunca, âhirette cennet müjdesi olduğu gibi, dünyada da birçok faydalar beraberce müslümanı kuşatır. Sadece oruçta değil, İslâm'ın her emir ve yasaklarına uymak, daha dünyada bile birçok tesbit edilen ve edilemeyen, sayılan ve sayılamayan faydalar sağlar. Bu dünyevî faydalar, âhiretteki büyük ödülün avanslarıdır. Allah, her emir ve yasağını bizim dünyadaki istifâdelerimiz için, aynı zamanda da bizi imtihan edip, kazananları cennetine koymak için hükmetmiştir.
Az Yemenin Dindeki Önemi ve Faydaları
Az yemede, kalbin (gönlün) safâsı, inceliği, hassâsiyeti vardır. Gönlün Hakk'a bağlılığı artar. Çok yemede kalp katılığı oluşur; giderek kalbin nuru kaybolur. Nitekim Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Kalplerinizi çok yemekle öldürmeyin. Fazla suyun ekinleri öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalp ölür." "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), karnını tamamen doyurmaz ve şöyle buyururdu: "Mü'min, karnını tamamen doyurmaz."2012. Az yemek; insana tembellik, uyuşukluk ve ahmaklık veren fazla uykuyu giderir. Nefis, açlıkla kırıldığı kadar hiç bir şeyle kırılmaz. Çok yiyenin gafleti artar. O yüzden Peygamberimiz (s.a.s.) az yeme
2012] Dârimî, Vesâyâ 1, hadis no: 108
ORUÇ
- 455 -
hakkında ısrarlı tavsiyelerde bulunmuştur: “Âdem oğlu, midesinden, karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (Karnının) Üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın; üçte birden fazlasına yemek koymasın).” 2013
Bu hadis-i şerifte mide, öncelikle bir kaba ve içerisine bir şeyler konan zarfa benzetilmekte, böylece değer itibariyle düşürülmektedir. Zira kap ve zarf, gâye değil; vâsıtadırlar. Kendi zatları sebebiyle değil; içlerine konan şeyler sebebiyle kıymet taşırlar. Öyle ise onlar değil; içlerine konan şeyler asıldır. Hadis, mîdeye ayrıca “şerli” sıfatı vererek ikinci bir değerden düşürmeye tâbi tutmaktadır. Yani mide, sıradan bir kap değil; zarar veren, şer getiren bir kaptır. Mideyi çok doldurmanın dinî, tıbbî zararları vardır; dengesiz, kalitesiz... beslenmenin nice hastalığa sebep olması söz konusudur. “Kimin fikri fazla ise yemesi azdır; kimin tefekkürü azsa yemesi çok, kalbi de katıdır.”2014;“Bu mal, tatlı ve hoştur. Ama bilin; kim onu nefsânî hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur.” 2015
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: ‘Rasulullah (s.a.s.) kâfir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı. O kâfir onun sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti (adam doymadı). Bu sûretle tam yedi keçinin sütünü içti. Adam yatıp, sabah olunca müslüman oldu. Rasulullah, bir keçi sağılmasını emretti. Adam onun sütünü içti, sonra ikinci bir keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.): “Mü’min bir mideye içer; kâfir ise yedi mideye içer.” buyurdular.’2016 Hadisin başka rivâyetinde “Bu gün o mü’mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü’min ise tek bir mideye yer.” Ve artık müslüman olan Ebû Gazvan’a “Senin dün yedi miden vardı; Bugün ise tek miden var!” 2017
Muhaddisler ve âlimler, kâfirlerin yedi mideye yemesi konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşler, cidden çok yönlü değerlendirmeler yapmışlardır. 2018Ulemâ bu konuda der ki: Hadis-i şeriflerde, dünyalık (yeme-içme) hususunda azlığa teşvik, bunda zühd ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye rağbet vardır. Akıllı kimseler, hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişlerdir. Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup vardır, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, câhil takımın amelidir. Bir grup vardır, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar (aşırılığa kaçmaksızın doyuncaya kadar) yer. Bir grup da vardır ki, bunlar nefislerini açlığa mahkûm ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar, yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler. 2019
Peygamberimiz, aza kanaat etme ve az yeme ve beraber yiyenlerin sayısı arttıkça yemeğin bereketinin de artacağı konusundaki meşhur bir hadiste de şöyle
2013] Tirmizî, Zühd 47, hadis no: 2381; İbn Mâce, Et’ıme 50, hadis no: 3349
2014] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
2015] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
2016] Buhâri, Et’ıme 12; Müslim, Eşribe 186 -2063; Tirmizî, Et’ıme 20 -1820-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 10 -2, 924-.
2017] Hadisin farklı rivâyetleri için bkz. K. Sitte, 11/123
2018] Bu değerlendirmelerin özeti olarak yedi sayfa tutarında açıklamalar için bkz. K. Sitte, c. 11, s. 122-128.
2019] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 128
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
buyurur: “İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.”2020 Bu hadisin İbn Mâce’de gelen bir rivâyeti ise şöyledir: “Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir.”; “Birlikte yiyin, ayrı ayrı yemeyin; zira beraber olunca bir kişilik yemek, iki kişiye de yeter. 2021
Bir zât, Rasulullah’ın yanında öğürmüştü. Rasulullah ona şöyle buyurdu: “Öğürtünü/ geğirmeni bizden uzak tut. Zira dünyada insanların en çok doymuş olanları, Kıyâmet günü en çok aç kalacak olanlardır.”2022 Hadiste öğürtü/geğirti diye tercüme edilen 'cüşâ' kelimesi: “doyma sırasında mideden çıkan gaz” diye târif edilir ki, çok yemenin belirtisidir. Rasûlullah, öğürmeyi kınamakla, onun sebebi olan çok yemeyi takbih etmiş olmaktadır; nitekim hadisin devamından, çok yemenin kötülüğü rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, çok yemenin ölçüsü hakkında bir ipucu vermektedir: Öğürme oluşturacak kadar yememek gerekir. Zira öğürme, çok yemeden oluşur. Yoksa Rasûlullah, gayr-ı irâdî olarak meydana gelen bir olaydan dolayı kimseyi kınamazdı. Öğürme irâdî değildir; ama ona sebep olan çok yeme irâdeye bağlıdır.
Münâvi, bu hadisi şu mânâda açıklar: Esasen bu derece fazla yemek, tıbben de yasaklanmıştır. İyice tokluk kişiyi şeytana yaklaştırır, nefsi azdırır ve tuğyâna atar; açlık ise, şeytanın yollarını daraltır, nefsin hâkimiyetini kırar. Böylece onların şerlerini bertaraf eder. Tokluktan insanda çok değişik arzu ve hırslar harekete geçebilir. Bu da âhiret açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilir. 2023
Acıkmadan yemek yenmeyeceği ve mideyi fazla doldurmama ile ilgili, şu olay meşhurdur: Asr-ı Saâdette, hükümdarlardan biri Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hizmet için bir doktor göndermişti. Bu tabip, Rasul-i Ekrem'in yanında uzun müddet kalarak ashâb ve ehl-i beytten hastaları tedâvi için beklemiş, fakat tedâviye çok az kimsenin muhtaç olduğuna şâhit olarak memleketine dönmek için izin isteyince, az hastalanmanın sebebi hakkında Hz. Peygamber, "Ashâbın iyice acıkmadıkça yemek yemediklerini ve yemekten iyice doymadan ayrıldıklarını" söylemiştir.2024 İbn Sîna da "yediğiniz yemeği hazmetmeksizin yemek yemekten sakının" diyor. 2025
Az yemek konusunda bugünün tıbbı da şöyle diyor: Sofradan doymamış olarak kalkmalı, mideyi alabildiği kadar doldurmaya çalışmamalıdır. Bazı doktorlar, yiyeceklerin miktarı, rejimden daha önemlidir derler. Mideye fenalık etmenin başlıca yolları: Çok sık yemek, çok fazla yemek, çok sıcak veya çok soğuk şeyler yemek, yeteri kadar çiğnememek, alkol vb. şeyler kullanmaktır. 2026
Eskiden kuvvetli gıdalar almakla ve çok yemekle sağlıklı olunacağı ve daha uzun yaşanacağı zannedilirdi. Hâlbuki şimdi tıp ilmi de az yemeyi tavsiye ediyor. Araştırmacılar, farelere her zamanki yedikleri normal yiyeceği azaltarak sadece yüzde kırkını verdiler. Neticede bunların ömürlerinin uzadığını gördüler.
R. Walford gibi bilim adamları, insanlar da az yer ve açlık çekerlerse daha çok
2020] Buhâri, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178 -2058-; Tirmizî, Et’ıme 21 -1821-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 20, 52, 928
2021] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 129
2022] Tirmizî, Kıyâmet 38 -2480-; İbn Mâce, Et’ıme 50 -3350-
2023] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 130
2024] Milaslı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 22
2025] Kastalâni, el-Mevâhibu'l Ledünniye, s. 22
2026] Hemmerdinger, Midenizi Koruyunuz, Terc. Cevat Bilge, s. 31
ORUÇ
- 457 -
yaşayacaklarına inanıyor. Walford ve üç meslektaşı kendilerine iki sene süreyle az kalorili bir diyet uyguladılar. Neticede tansiyonlarının ve kandaki kolesterol seviyelerinin düştüğünü gördüler. Bugünkü tıp ilmi şişmanlığı bir hastalık, fazla yemeyi de zehir olarak kabul etmektedir. Bilim adamları, ayrıca sağlıklı ve uzun ömürlü olmak isteyenlere, sigara ve içki içmemeyi, bol jimnastik yapmayı ve az yağlı yemeyi tavsiye ediyorlar. Amerika Milli Yaşlanma Enstitüsü Araştırmaları tarafından bildirildiğine göre, küçük canlılarda ispatlanan az yiyerek daha uzun yaşama kuralı, maymunlarda ve insanlarda da geçerli olabilir.
Hayatı boyunca az yemeyi prensip edinen Peygamberimiz, ümmeti hakkında korktuğu şeylerden birini çok yeme hastalığı olarak sayar: “Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 2027
İlim de kabul etmektedir ki, çok yemek zararlıdır. Romatizma, kalp hastalıkları, kan dolaşımındaki bozukluklar, şeker vb. hastalıklarda en büyük etkenlerin başında çok yemek yemek gelir. Çok yemenin sonucu, vücut lüzumundan fazla kilo alır ki, bu sebeple kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için, insan rahat nefes alıp veremez. Kollestrin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın başlıca sebebi yine çok yemektir. Çok yemek neticesinde böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur, görevini yapamaz olur. Mide doğal şeklini kaybeder, büyür, elastikiyetini koruyamaz. Dolayısıyla yenilenleri kolay kolay hazmedemez. Bu yüzden bütün vücut da rahatsız hale gelir. Çok kere mide ülseri, mide veya kalın bağırsakta çıban da meydana gelir. Bu saydıklarımız ve daha birçok rahatsızlıklar hep çok yiyip içme neticesi meydana gelen zararlardandır. Bu gibi hastalıkların oruç tutulmayan yerlerde ve oruç tutmayan kimselerde daha çok bulunduğunu hatırlatalım.
İslâm’ın yeme içme ile ilgili emir ve tavsiyelerinden, özellikle sünnete uygun olarak az yeme ile ilgili hadislerden şu yargılara varabiliriz:
Müslüman, hayatı; yalnız yeme içme, egoist duygu ve sınırsız arzuları tatmin etme felsefesine dayandıramaz. O yeme için yaşamaz; ibâdete güç yetirebilmek, kulluk bilincine katkı için ve o miktarda yer.
Yiyecek ve içecek konusundaki yasaklara uymak ve sünnete uygun tarzda yemekle insan olgunlaşır, kendi içinden gelen arzulara ve çevreden gelen zararlı çağrılara gem vurmasını, fıtratı zorlamadan, insan bu yolla kazanabilir.
Yeme içme arzusu, disipline ve düzene sokulması gereken bir duygudur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırılık ve düzensizlik dinimizce yasaklanmıştır. “Bir lokma, bir hırka” anlayışı yanlış olduğu gibi; esas ve daha kesin olarak aşırı tüketim ve oburluk yasaklanmıştır.
İnsanlar, nefsinin her isteğine uyarsa, isteklerini sınırlamazsa, hem kendileri, hem toplumları bundan zarar görecektir. Hırs ve doymak bilmeyen isteklerine; kişi, dış baskılarla değil; insanda doğuştan mevcut olan din duygusuyla Rabbindan korkarak O’nun rızâsı doğrultusunda kendisi sınır koymalıdır.
Nefis ve hevâ/aşırı istekler, insanın yapısına baskın çıkarsa, büyük savaştan insan, kendine zulmederek, kendine yazık ederek mağlup olarak çıkmış ve dünya
2027] Câmiu’s Sağîr, 1/13
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imtihanını kaybetmiş olur.
Bedeni, akıl ve ruha tâbi kılmak gerekir. Bunun için de bedenin kuvvetini sınırlamak ve ruhun gücünü arttırmak lâzımdır.
Çok yemek, doymadan sofradan kalkmamak, hatta doyduktan sonra bile lezzetinden dolayı yemeye devam etmek, sigara ve içki gibi zararlı alışkanlıklar... bütün bunları önlemeye çalışmak, irâdeye hâkim olma mücâdelesinde gâlip gelmek için azmetmek/kararlı olmak, helâl ve temiz gıdalara dikkat etmek; dinin bu konudaki önemli tavsiyelerindendir.
Tıka basa, oburca yemeyi, israf ve lüks tüketimi yasaklayan İslâm, insanı aza kanaat etmeye alıştırdığı gibi, açların halini unutturmayıp onları doyurmayı önceliklerinin arasına aldırır. İslâm, komşusu açken tok yatmayı, müslümanlardan ayrılmak ve insanlığa ihânet olarak görür.
Müslüman, imkân nisbetinde nâfile oruç tutmaya çalışacak, özellikle evlenmeye yol bulamayan gençler orucu fazlalaştıracak ve az yiyecektir. Nefsi, yeme içmede dizginlenince, şeytanî bakış, düşünce ve duygulardan da korunmaya daha kolay alışacaktır.
Geçim sıkıntısının önemli bir sebebi, gereksiz mutfak harcamalarıdır. Sünnet çizgisinde ve selim akıl ölçüsünde gerçekten ihtiyaç olmayan yiyecek ve giyecekler devreden çıkarılırsa, bereket artacak, huzur çoğalacak, sıkıntılarsa azalacaktır.
Az yemek kanaati doğurur. Kanaat ise tükenmez hazinedir.
Sünnete uygun yenildiğinde kadınların ömrü mutfakta heder olmaktan çıkacak, kadına bu yönden yapılan zulüm, yerini hayırlı faâliyetlere bırakacaktır.
Sünnete uygun yeme içme kültürü, insanı doldur-boşalt makinesi olmaktan, sömürüye kurban olmaktan, “çok kazan çok tüket” felsefesinden kurtaracaktır.
Kur'ân-ı Kerim'de Oruç
Oruç anlamında “savm/sıyâm kelimesi ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de 14 yerde geçer. 2028
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz (takvâ sahibi olursunuz).” 2029
“Oruç, size sayılı günler olarak yazıldı. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar diğer günlerde oruç tutar. İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mâzereti olup da oruç tutmağa güçleri yetmeyenlere fidye gerekir. Fidye, bir fakir doyumu miktarıdır. Bunun dışında, kim gönüllü bir hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer gerçekleri anlıyorsanız, her güçlüğe rağmen oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” 2030“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve hidâyeti/doğruyu eğriden ayırmanın (furkanın) açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun (oruca başlasın). Kim
2028] 2/Bakara, 183, 184, 185, 187, 187, 196, 196; 4/Nisâ, 92; 5/Mâide, 89, 95; 19/Meryem, 26; 33/Ahzâb, 35, 35; 58/Mücâdele, 4). “Ramazan” kelimesi de, Kur’ân-ı Kerim’de 1 yerde geçer (2/Bakara, 185.
2029] 2/Bakara, 183
2030] 2/Bakara, 184
ORUÇ
- 459 -
o anda hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk dilemez. O, sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiği için Allah’ı ta’zim etmenizi ister. Umulur ki, şükredersiniz. " 2031
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbise gibisiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Şimdi (ve bundan sonra Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için yazdıklarını isteyin (arayın). Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde ibâdete çekilmiş olduğunuz (i’tikâf yaptığınız) anlarda, kadınlara hiç yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın yasak sınırlarıdır. Bu sınırları aşmayın. İşte böylece Allah âyetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.” 2032
“Sana, yeni doğan hilâl şeklindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir...” 2033“Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer (elde olmayan bir sebeple) bunlardan alıkonursanız, kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından gelen bir rahatsızlığı varsa oruç ya da sadaka veya kurban olmak üzere fidye vermesi gerekir. Emin olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban kesmek gerekir. Kurban kesemeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü zaman yedi olmak üzere oruç tutar ki hepsi tam on gündür. Bu söylenenler, ailesi Mescid-i Haram civarında oturmayanlar içindir. Allah’tan korkun. Biliniz ki Allah’ın vereceği cezâ ağırdır.” 2034 “(Allah’la cennet karşılığı alışveriş yapanlar,) Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar (sâihûn), rukû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri (cennetle) müjdele.”2035 (Âyette geçen “es-sâihûn” oruç tutanlar olduğu gibi, cihad edenler ve yeryüzünde Allah’ın kudretini, güzel eserlerini ve ibret alınacak şeyleri görmek, bilgi kazanmak veya gönlünce ibâdet ve tâatını yapabilmek için seyahat edenler mânâsını da ifâde etmektedir.)
“Müslüman erkek ve müslüman kadınlar, ...oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar... Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” 2036
Hadis-i Şeriflerde Oruç ve Fazîleti
“Âdemoğlunun her ameli katlanır. (Zira Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki sünneti şudur:) Hayır ameller en az on misliyle yazılır, bu yedi yüz misline kadar çıkar. Allah Teâlâ (bir hadis-i kudsîde) şöyle buyurmuştur: ‘Oruç başkadır. Çünkü o sırf Benim içindir, onun mükâfatını da (dilediğim gibi) Ben vereceğim. Kulum Benim için şehvetini, yiyeceğini terketti. Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan koku, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur. Oruç kalkandır/perdedir. Biriniz bir gün oruç tutacak olursa kötü söz sarfetmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa ‘ben oruçluyum!’ desin (ve ona bulaşmasın).” 2037
2031] 2/Bakara, 185
2032] 2/Bakara, 187
2033] 2/Bakara, 189
2034] 2/Bakara, 196
2035] 9/Tevbe, 112
2036] 33/Ahzâb, 55
2037] Buhârî, Savm 2, 9, Libâs 78; Müslim, Sıyâm 163, 164, hadis no: 1151; Ebû Dâvud, Savm 25,
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Cennette Reyyân denilen bir kapı vardır. Oradan sadece oruçlular girer. Oruçlular girdilermi artık kapanır, kimse oradan giremez.” 2038
“Kim Allah Teâlâ yolunda (cihad ederken) bir gün oruç tutsa, Allah onunla ateş arasına, genişliği semâ ile arz arasını tutan bir hendek kılar.” 2039
“Allah yolunda bir gün oruç tutan kimseyi Allah Teâlâ, bu bir günlük oruç sebebiyle cehennem ateşinden yetmiş yıl uzak tutar.” 2040
"... Oruç sabrın yarısıdır..." 2041
“Oruç bir kalkandır.” 2042
"Şüphesiz oruç, kulun kendisiyle cehennemden korunduğu bir kalkandır. (Allah Teâlâ) 'o (oruç), Benim içindir ve onun karşılığını Ben vereceğim' (buyurdu)." 2043
“Oruçlu için, birisi iftar ettiği vakit, öteki Rabbi ile karşılaştığı vakit olmak üzere iki sevinç vardır.” 2044
“Her bir iyilik için on mislinden yedi yüz misline kadar karşılık olabilir; fakat oruç başkadır. Çünkü oruç Benim içindir ve onun ecrini Ben vereceğim.” 2045
"Oruçla Kur'an kıyâmet gününde kula şefaat edeceklerdir. Şöyle ki: Oruç: 'Ey Rabbim! Ben onu gündüzleri yemekten ve şehvetlerinden men ettim, onun için beni, onun hakkında şefaatçi kıl' diyecek; Kur'an da: 'Ben onu geceleri uykusuz bıraktım, beni de onun hakkında şefaatçi kıl' diyecek. Böylece ikisi de (o kula) şefaat edeceklerdir." 2046
“Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” 2047
“Ramazan ayı girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır/zincire vurulur.” 2048
“Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.” 2049
Ebû Ümâme (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, dedim, bana öyle bir amel emret ki (yaptığım takdirde) Allah beni mükâfatlandırsın.” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sana, orucu tavsiye ederim, zira onun bir eşi yoktur.” 2050hadis no: 2363; Tirmizî, Savm 55, hadis no: 764; Nesâî, Sıyâm 41; İbn Mâce, Sıyâm 1, Hadis no: 1638, Edeb 58, hadis no: 3823; Muvattâ, Sıyâm 58
2038] Buhârî, Savm 4, Bed’ü’l-Halk 9; Müslim, Sıyâm 166, hadis no: 1152; Nesâî, Sıyâm 43; Tirmizî, Savm 55, Hadis no: 765
2039] Tirmizî, Cihâd 3, hadis no: 1624
2040] Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm, 167-168; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihâd 3; Ebû Dâvud, Cenâiz 3
2041] Tirmizî, Deavât, 86, 87, hadis no: 3519
2042] Buhârî, Savm 9; Tinmizî, İman 8
2043] Ahmed bin Hanbel, III/396
2044] Buhârî, Savm 9
2045] Müslim, Sıyâm 164; Nesâî, Sıyâm 42
2046] Ahmed bin Hanbel, II/174
2047] Buhârî, İman 28, Savm 6; Müslim, Sıyâm 203, Müsâfirîn 175; Ebû Dâvud, Ramazan 1, Savm 57; Tirmizî, Savm 1, Cennet 4; Nesâî, Sıyâm 39; İbn Mâce, İkamet 173, Sıyâm 2, 33
2048] Buhârî, Savm 5, Bed’u’l-Halk 11; Müslim, Sıyâm 1, 2, 4, 5; Nesâî, Sıyâm 5
2049] Tirmizî, Savm 82, hadis no: 807; İbn Mâce, Sıyâm 45, Hadis no: 1746
2050] Nesâî, Sıyâm 43 -4, 165-
ORUÇ
- 461 -
“Kim oruçlu olduğu halde unutur ve yerse veya içerse orucunu tamamlasın. Çünkü ona Allah yedirip içirmiştir.” 2051
“Kim orucu fecirden önce niyetle (kesin kılmazsa) onun orucu yoktur.” 2052
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), bazen olurdu bir ay boyu oruç tutmazdı ve o aydan hiç oruç tutmayacağını zannederdik. Bazen de (öylesine ara vermeden) tutardı ki, o aydan hiçbir günü oruçsuz geçirmeyecek zannederdik. Sen onu, geceleyin namaz kılarken görmek istesen mutlaka görürdün. Geceleyin uyur görmek istesen mutlaka görürdün.” 2053
Rivâyet edildiğine göre saçı başı dağınık bir adam Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’ın beni yükümlü tuttuğu orucun miktarını söyle” demişti. Peygamberimiz “Ramazan ayını oruçlu geçir” buyurmuş, adam bu defa “Bunun dışında başka oruç tutmam gerekiyor mu?” diye sormuş, Peygamberimiz de “Hayır, yükümlü olduğun başka oruç yoktur, fakat nâfile olarak tutabilirsin” cevabını vermiştir. Adam aynı şekilde sorularına devam ederek zekât, namaz ve hac konusunda bilgiler aldıktan sonra “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam” diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz de arkasından şöyle demiştir: “Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.” 2054
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazan dışında hiçbir ayı tam olarak oruçlu geçirmedi.” 2055
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanı zikrederek buyurdular ki: “Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın, yine (müteâkip) hilâli görünceye kadar da yemeyin. Bulut araya girerse (hava kapalı olursa) ayı takdir edin (sayıyı otuza tamamlayın).” 2056
“Ramazan ayını, hilâli görmedikçe veya sayıyı ikmal etmedikçe öne alıp başlatmayın. (Hilâli gördükten veya sayıyı tamamladıktan) sonra müteâkip hilâli görünceye veya sayıyı tamamlayıncaya kadar orucu tutun.” 2057
“Biz ümmî bir ümmetiz; ne yazı ne de hesap biliriz. Ay, şöyle şöyledir.” Yani, bir defasında yirmi dokuz, bir defasında otuz gösterdi. 2058
“Kim yalan sözü (yalanı, gıybet, dedikodu gibi günah sözleri) ve onunla ameli terketmezse (bilsin ki) onun yiyip içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.” 2059
"Nice oruç tutan vardır ki, (haramdan sakınmadıkları için) orucundan kendisine kalan,
2051] Buhârî, Savm 26, Eymân 15; Müslim, Sıyâm 171, Hadis no: 1155; Tirmizî, Savm 26, Hadis no: 721; Ebû Dâvud, Savm 39, Hadis no: 2398
2052] Ebû Dâvud, Savm 71, Hadis no: 2454; Tirmizî, Savm 33, Hadis no: 730; Nesâî, Savm 68
2053] Buhârî, Savm 53, Teheccüd 11; Müslim, Sıyâm 180, Hadis no: 1158; Tirmizî, Savm 57, hadis no: 769
2054] Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9
2055] Buhârî, Savm 53; Müslim, Savm 178, hadis no: 1157; Nesâî, Savm 70
2056] Buhârî,Savm 11, 5, 13, Talâk 25; Müslim, Sıyâm 9, hadis no: 1080; Ebû Dâvud, Savm 4, hadis no: 2320; Nesâî, Savm 10, 11; Muvattâ, Sıyâm 1
2057] Ebû Dâvud, Savm 6, Hadis no: 2362; Nesâî, Savm 13
2058] Buhârî, Savm 13, 5, 11, Talâk 29; Müslim, Savm 13-15, Hadis no: 1080; Ebû Dâvud, Savm 4, Hadis no: 23129-2321; Nesâi, Savm 17
2059] Buhârî, Savm 8, Edeb 51; Ebû Dâvud, Savm 25, h. no: 2326; Tirmizî, Savm 16, h. no: 707
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sadece açlık ve susuzluktur." 2060
“Kadın, kocası varken izin almadan (nâfile) oruç tutmasın.” 2061
“Allah Teâlâ, yolcudan namazın yarısını kaldırdı, oruca da yeme hususunda ruhsat tanıdı. Ayrıca çocuk emziren ve hâmile kadınlara, çocukları hususunda endişe ettikleri takdirde, orucu yeme ruhsatı tanıdı.” 2062
“Herhangi biriniz iftar etmek istediği zaman orucunu hurma ile açsın. Hurma bulamazsa, su ile iftar etsin. Su temizdir.” 2063
“Sizden biriniz unutarak bir şey yer veya içerse, orucunu tamamlasın. Çünkü onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.” 2064
Âmir İbn Rebîa (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ı, oruçlu iken misvaklandığını sayamayacağım kadar çok gördüm.” 2065
Âişe (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’in, ailesiyle ilişkide bulunup cünüp olarak sabahladığı olurdu. Sonra yıkanıp orucunu tutardı.” 2066
Nâfile Oruçlar ve Fazîleti Hakkında Hadis-i Şerifler:
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ‘Ramazandan sonra hangi oruç efdaldir?’ diye sorulmuştu; şu cevabı verdi: “Ramazanı ta’zim için Şa’bân!” Tekrar soruldu: ‘Hangi sadaka efdaldir?’ “Ramazanda verilen!” cevabını verdi.” 2067
“Âşûra orucunun önceki yılın günahlarına keffâret olacağını Allah’tan umarım.” 2068
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ramazan (farz olmaz)dan önce Âşûra orucu tutuluyordu. Ramazanın farziyeti indikten sonra onu dileyen tuttu, dileyen de tutmadı.” 2069
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.) Medine’ye gelince, yahûdileri Âşûra günü oruç tutar gördü. Onlara: “Bu da ne (niçin oruç tutuyorsunuz)?” diye sordu. “Bu, sâlih (hayırlı) bir gündür. Allah, o günde Benî İsrâil’i düşmanlarından kurtardı. (Şükür olarak) Hz. Mûsâ o gün oruç tuttu” dediler. Rasûlullah (s.a.s.): “Ben Mûsâ’ya sizden daha lâyığım (yakınım)” buyurup o gün oruç tuttu ve müslümanlara da tutmalarını emretti.” 2070
İbn Abbâs (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) Receb ayında bazı yıllarda öyle
2060] İbn Mâce, Sıyâm 21
2061] Buhârî, Nikâh 84, 86; Müslim, Zekât 84, h. no: 1026; Ebû Dâvud, Savm 74, h. no: 2485; Tirmizî, Savm 65, h. no: 782
2062] Ebû Dâvud, Savm 43, h. no: 2408; Tirmizî, Savm 21, h. no: 715; Nesâî, Savm 51; İbn Mâce, Sıyâm 12, h. no: 1668
2063] Ebû Dâvud, Savm 21; Tirmizî, Zekât 26, Savm 10; İbn Mâce, Sıyâm 25
2064] Buhârî, Savm 26, Eymân 15; Müslim, Sıyâm 171; Ebû Dâvud, Sıyâm 39; Tirmizî,Savm 26; İbn Mâce, Sıyâm 15
2065] Buhârî,Savm 27; Ebû Dâvud, Savm 26, h. no: 2364; Tirmizî, Savm 29, h. no: 725
2066] Buhârî, Savm 22, 25; Müslim, Sıyâm 76
2067] Tirmizî, Zekât 28, hadis no: 663
2068] Tirmizî, Savm 48, hadis no: 752
2069] Buhârî, Savm 69, Hacc 1, 47, Menâkıbu’l-Ensâr 26, Tefsîru Bakara 24; Müslim, Sıyâm 115, Ebû Dâvud, Savm 64, hadis no: 2442-2443; Tirmizî Savm 49, hadis no: 753; Muvattâ, 33
2070] Buhârî, Savm 69, Enbiyâ, 22, Fedâilu’l-Ashâb 52; Tefsîru Yûnus 1, Tâhâ 1; Müslim, Sıyâm 127, hadis no: 1130; Ebû Dâvud, Savm 64, hadis no: 2444
ORUÇ
- 463 -
oruç tutardı ki biz, ‘(gâliba) hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak)’ derdik. (Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz, ‘(gâliba) hiç tutmayacak’ derdik.” 2071
Âişe (r.a.)anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bazen) oruca öyle devam ederdi ki, ‘(bu ay) hiç yemeyecek’ derdik. Bazen de öyle devamlı yerdi ki, ‘(bu ay) hiç tutmayacak’ derdik. Ben, onun Ramazan dışında bir ayı tam olarak tuttuğunu görmedim. Herhangi bir aydan Şâban ayında tuttuğundan daha fazla tuttuğunu da görmedim.” 2072
Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın Şâban ve Ramazan dışında iki ayı peş peşe tam olarak oruçla geçirdiğini görmedim.” 2073
Üsâme (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Şâban ayında tuttuğun kadar başka aylarda oruç tuttuğunu göremiyorum (sebebi nedir?) diye sordum. Şu cevabı verdi: “Bu, Receb’le Ramazan arasında insanların gaflet ettikleri bir aydır. Hâlbuki o, amellerin Rabbü’l-âlemîn’e yükseltildiği bir aydır. Ben, oruçlu olduğum halde amelimin yükseltilmesini istiyorum.” 2074
“Kim Ramazan orucunu tutar ve ona Şevval ayından altı gün ilâve ederse, sanki yıl orucu tutmuş olur.” 2075
Hüneyde İbn Hâlid, hanımından, o da Rasûlullah (s.a.s.)’ın zevcelerinden birinden anlatıyor: “Rasûlullah Zilhice’den dokuz günle Âşûra günü oruç tutardı. Bir de her aydan üç gün, ayın ilk pazartesi ile Perşembe günü oruç tutardı.” 2076
“Ramazan orucu dışında en fazîletli oruç, Allah’ın ayı muharremde tutulan oruçtur. Farzlar dışında en fazîletli namaz da gece namazıdır.” 2077
“Arafat (Kurban Bayramı arefesi) günü tutulan orucun, geçmiş yılın ve gelecek yılın günahlarına keffâret olacağına Allah’tan ümit ediyorum.” 2078
Rasûlullah (s.a.s.)’a pazartesi günü oruç tutmanın fazîleti soruldu. O da şöyle buyurdu: “O gün, benim doğduğum, peygamber olduğum (bana ilk vahiy geldiği) gündür.” 2079
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi ve perşembe günlerinde oruç(la sevap) arardı.” 2080
“Ameller Allah Teâla’ya pazartesi ve perşembe günleri arzedilir. Ben, amelimin oruçlu olduğum halde arzedilmesini severim.” 2081
2071] Buhârî, Savm 53; Müslim, Sıyâm 179, hadis no: 1157; Ebû Dâvud, Savm 55, hadis no: 2430
2072] Buhârî, Savm 52; Müslim, Sıyâm 175, hadis no: 1156; Ebû Dâvud, Savm 56, 59, hadis no: 2431, 2434; Tirmizî, Savm 37, hadis no: 736; Nesâî, Savm 70; Muvattâ, Sıyâm 56
2073] Tirmizî, Savm 37, hadis no: 736; Ebû Dâvud, Savm 11, hadis no: 2335; Nesâî, Savm 70
2074] Nesâî, Savm 70
2075] Müslim, Sıyâm 204, hadis no: 1164; Tirmizî, Savm 53, hadis no: 759; Ebû Dâvud, Savm 58, hadis no: 2432
2076] Ebû Dâvud, Savm 61, hadis no: 2437; Nesâî, Savm 83
2077] Müslim, Sıyâm 202, 203; Ebû Dâvud, Savm 56; Tirmizî, Mevâkît 207; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl 6
2078] Tirmizî, Savm 46, hadis no: 749; İbn Mâce, Sıyâm 40, hadis no: 1730; Müslim, Sıyâm 196, hadis no: 1162
2079] Müslim, Sıyâm 70
2080] Tirmizî, Savm 44, hadis no: 745; Nesâî, Savm 70; İbn Mâce, Sıyâm 42, hadis no: 1739
2081] Tirmizî, Savm 44, hadis no: 747
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdullah İbn Katâde İbn Milhân el-Kaysî, babasından anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), bize eyyâm-ı bîz’de yani, (hicrî) ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tutmamızı emrederdi ve “bunlar yıl orucu vaziyetindedir” derdi.” 2082
“Kim her ayda üç gün oruç tutarsa işte bu, yıl orucu olur. Allah Teâlâ bu hususu te’yîden Kitabında şu âyeti indirdi: “Kim bir hayır işlerse o kendisinden on misliyle kabul edilir” (6/En’âm, 160). Bir gün, on gün yerinedir.” 2083
“Zahmetsiz ganîmet, kışta tutulan oruçtur.” 2084
“Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenme külfetine gücü yeterse evlensin! Zira evlenme, gözü (haramdan) daha çok önler ve iffeti de o nisbette korur. Evlenme masrafına gücü yetmeyen kimse de oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.” 2085
Ashâbdan üç kişi, Rasûlullah’ın eşlerine onun gece ibâdetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi; “sürekli gece namazı kılmaya”, ikincisi; “sürekli oruç tutmaya”, üçüncüsü de; “kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye” karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terk ederse, o benden değildir.” 2086
Ebû Hüreyre ve Âişe (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Nebî (s.a.s.) iftar etmeden orucu birbirine eklemeyi yasakladı. 2087
“İki günde oruç câiz olmaz; Fıtır günü (Ramazan Bayramının birinci günü) ve Nahr günü (Kurban Bayramı günü).” 2088
“Arefe günü, kurban günü ve teşrik günleri, biz müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme-içme günleridir.” 2089
“Sizden kimse, Ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamasın. Eğer bir kimse, önceden oruç tutmakta idiyse, orucunu tutmaya devam etsin.” 2090
“Cum’a gecesini, diğer geceler arasında gece namazına tahsis etmeyin; Cuma gününü de diğer günler arasında oruç günü olarak tâyin etmeyin. Ancak, birinizin tutmakta olduğu oruç arasına denk gelirse o hâriç.” 2091
“Sahur yemeği yiyin; zira sahurda bereket vardır.” 2092
2082] Ebû Dâvud, Savm 68, hadis no: 2499; Nesâî, Savm 83
2083] Tirmizî, Savm 54, hadis no: 761; Nesâî, Savm 82
2084] Tirmizî, Savm 74, hadis no: 797
2085] Buhârî, Savm 10, Nikâh 2,3; Müslim, Nikâh 1, 3; İbn Mâce, Nikâh 1; Nesâî, Sıyâm 43, Nikâh 3; İbn Mâce, Nikâh 1; Dârimî, Nikâh 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425
2086] Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4; Dârimî, Nikâh 3; Ahmed bin Hanbel, II/158, III/341, 359, V/409
2087] Buhârî, Savm 48, 49; Müslim, Sıyâm 59; Ebû Dâvud, Savm 24
2088] Buhârî, Savm 67, Fadlu’s-Salât 6, Cezâus’s-Sayd 26; Müslim, Sıyâm 288, hadis no: 827; Ebû Dâvud, Savm 48, hadis no: 2417; Tirmizî, Savm 58, hadis no: 772
2089] Ebû Dâvud, Savm 49, hadis no: 2419; Tirmizî, Savm 59, hadis no: 773; Nesâî, Menâsik 195
2090] Buhârî, Savm 14; Müslim, Savm 21, hadis no: 1082; Ebû Dâvud, Savm 11, hadis no: 2335; Tirmizî, Savm 2,hadis no: 684; Nesâî, Savm 31, 32
2091] Buhârî, Savm 63; Müslim, Sıyâm 147, 148; Ebû Dâvud, Savm 50, h. no: 2420; Tirmizî, Savm 42, h. no: 743
2092] Buhârî, Savm 20; Müslim, Sıyâm 45, h. no: 1095; Tirmizî, Savm 17, h. no: 708; Nesâî, Savm
ORUÇ
- 465 -
“Bizim orucumuzla ehl-i kitabın orucunu ayıran fark sahur yemeğidir.” 2093
“İnsanlar iftarda acele ettikleri müddetçe hayır üzere devam ederler.” 2094
“Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” 2095
“Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 2096
Orucun Çeşitleri
Hanefîler’e göre diğer ibâdetler gibi oruç da farz, vâcip ve nâfile çeşitlerine ayrılır. Bu üçlü ayrım Hanefîlerin, dinen yapılması gerekli olan şeyleri farz ve vâcip şeklinde iki kadameli bir ayrıma tâbi tutmuş olması sebebiyledir. Diğer mezheplerde “vâcip” terimi ise her iki kategoriyi de içine alır. Nâfile ise farz ve vâcip dışında kalan dinî ödevlerin genel adıdır.
a) Farz Oruç: Farz olan oruç denince, Ramazan orucu kastedilir ve zâten tâyin edilmiş, önceden belirlenmiş (muayyen) olan oruç da budur. Mâzeretli veya mâzeretsiz olarak tutulamadığı zaman, başka bir zaman kazâ edilmesi de aynı şekilde farzdır.
Bunun dışında, bir de keffâret olmak üzere tutulan oruç vardır. Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulması gereken keffâret orucu yanında ayrıca, zıhâr, yanlışlıkla ve kazâ ile adam öldürme, hacda ihramlı iken vaktinden önce tıraş olma (halk) ve yemin için tutulacak olan keffâret oruçları da farz oruç kapsamında değerlendirilmiştir. Keffâret orucu, yapılan bir hatânın cezâsı veya telâfisi anlamını taşıdığından kişi için baştan belirlenmiş bir yükümlülük olmayıp, buna sebebiyet vermesi halinde gündeme gelebilen ârızî bir yükümlülük niteliğindedir. Bu bakımdan Ramazan orucu “muayyen farz”, diğerleri ise “gayr-i muayyen farz” olarak nitelendirilir. Ramazan orucu sadece belirli bir vakitte, yani Ramazan ayında tutulabilirken; diğerleri, oruç tutmanın mubah olduğu her zaman tutulabilir.
Ramazan orucunun kazâsı da istenilen mubah günlerde tutulabilir. Fakat İmam Şâfiî’nin kazâya kalan orucun aynı yıl içerisinde kazâ edilmesi gerektiğine ilişkin görüşü de dikkate alınarak, herhangi bir sebeple kazâya kalan orucu mümkün olan en kısa zamanda tutmaya çalışmak uygun olur.
b) Vâcip Oruç: Nezir (adak), kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibâdeti yapmayı kendisi için bir yükümlülük haline getirmesidir. Kişi, oruç tutmayı adamışsa, bu adak orucunu tutması vâciptir. Adak adanırken, orucun tutulacağı gün 18
2093] Müslim, Sıyâm 46, h. no: 1096; Ebû Dâvud, Savm 15, h. no: 2343; Tirmizî, Savm 17, h. no: 709; Nesâî, Savm 27
2094] Buhârî, Savm 45; Müslim, Sıyâm 48, h. no: 1098; Tirmizî, Savm 13, h. no: 699; Muvattâ, Sıyâm 6
2095] Tirmizî, Zühd 47, hadis no: 2381; İbn Mâce, Et’ıme 50, hadis no: 3349
2096] Câmiu’s Sağîr, 1/13
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belirlenmişse, meselâ falan ayın filân günü gibi, bu muayyen bir vâcip olur ve orucun belirlenen günde tutulması gerekir. Nezredilen itikâf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen vâcip sayılır. Orucun tutulacağı gün belirlenmemişse gayr-i muayyen vâcip olur ve dilediği mubah bir günde tutulabilir. Başlanmış nâfile bir orucun bozulması durumunda bunun kazâ edilmesi Hanefîler’e göre vâciptir. Mâlikîler ise kazânın farz olduğunu söylemişlerdir. Şâfiî’ye ve Mâlik’ten başka bir rivâyete göre ise, nâfile orucun kazâsı gerekmez.
c) Nâfile Oruç: Farz ve vâcip olan oruçların dışında tutulan oruçlar nâfile oruç olarak isimlendirilir. “Nâfile”, gereksiz anlamına değil; farz ve vâcip olanın dışında, kısaca gerekenin dışında yapılan anlamına gelir. Daha fazla sevap kazanmak maksadıyla yapıldığı için tâbir câizse nâfile ibâdet, bir bakıma fazla mesâi yapmaktır. Nâfile oruçların sünnet, müstehap, mendup veya tatavvu olarak adlandırıldıkları da olur.
Nâfile oruç, mubah olan tüm günlerde tutulabilir. Ancak bazı günlerde oruç tutmak daha fazîletli görülerek bugünlerde oruç tutmak sünnet veya mendup kabul edilmiştir. Peygamberimiz’in sıklıkla oruç tuttuğu veya oruç tutulmasını tavsiye ettiği günler, kısaca oruç tutmanın mendup kabul edildiği belli başlı günleri görelim:
Oruç Tutmanın Mendup Olduğu Günler:
1. Şevval Orucu: Kamerî/Ay takviminde Ramazan ayından sonraki ay, Şevval ayıdır. Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Bu oruçların bayramın hemen arkasından peş peşe tutulması daha fazîletli olmakla birlikte ay içerisinde aralıklı olarak tutmak da mümkündür. Kazâ veya adak oruçlarının bugünlerde tutulmasıyla da aynı sevap elde edilir. Peygamberimiz’in Ramazanı oruçla geçirip buna Şevvalden altı gün ilâve eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı yönündeki ifâdesini2097, “Kim iyi bir amel işlerse, kendisine bunun on katı ecir vardır”2098 âyetiyle birlikte değerlendiren kimi âlimler, bire on hesabıyla, Ramazan orucunun on aya, altı gün Şevval orucunun da altmış güne karşılık olduğunu ve bu sûretle bütün yılın oruçlu geçirilmiş sayılacağını söylemişlerdir.
2. Âşûrâ Orucu: Muharrem ayının onuncu gününe “âşûrâ” denilir. Hz. Peygamber’in devamlı olarak bugünde oruç tuttuğu rivâyet edilmiştir. Fakat sadece o günde oruç tutulması doğru görülmemiş, bunun yanında bir önceki veya bir sonraki günün de oruçlu geçirilmesi tavsiye edilmiştir. Bir rivâyete göre Peygamberimiz Medine’ye geldiğinde yahûdilerin âşûrâ gününde oruç tuttuklarını görünce, bu orucun anlamını, yani ne için tutulduğunu sormuştu. Yahûdiler, bugünün büyük bir gün olduğunu; Allah’ın Mûsâ’yı ve İsrâiloğullarını düşmanlarından bugünde kurtardığını ve Mûsâ’nın bu sebeple bugünde oruç tuttuğunu, kendilerinin bugünde oruç tutmalarının da bundan kaynaklandığını söyleyince, Peygamberimiz “Ben Mûsâ’ya sizden daha yakınım” demiş ve bugünlerde oruç tutulmasını emretmiştir.2099 Âşûrâ orucunu câhiliyye döneminde Araplar’ın tuttuğu ve Hz. Peygamber’in de Ramazan orucunun farz kılınmasına kadar bu orucu
2097] Müslim, Sıyâm 204
2098] 6/En’âm, 160
2099] İbn Mâce, Sıyâm 41
ORUÇ
- 467 -
tutmayı emrettiği rivâyetleri de vardır.2100 Daha sonra Ramazan orucu farz kılınınca âşûrâ orucu bir yükümlülük olmaktan çıkarılmış, fakat âşûrâ günü oruç tutulması tavsiye edilmiş ve bugün oruç tutmak sünnet olarak devam etmiştir.
3. Her Ay Üç Gün Oruç: Her aydan üç gün oruç tutmak, bunu özellikle her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde yapmak müstehap kabul edilmiştir. Kamerî takvim (ay takvimi) hesabına göre bu günlere “eyyâm-ı bîd” denir. Peygamberimiz’in özellikle kamerî ayın 13, 14 ve 15. günlerinde olmak üzere her ay üç gün oruç tutmayı tavsiye ettiği rivâyeti2101 yanında, Hz. Âişe’nin, Peygamberimiz’in her ay üç gün oruç tuttuğuna dâir rivâyeti de bulunmaktadır.
4. Pazartesi ve Perşembe Orucu: Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da teşvik edilmiş bir nâfiledir. Peygamberimiz’in pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttuğu ve soruya cevâben de “İnsanların amelleri Allah Teâlâ’ya pazartesi ve perşembe günleri arzolunur; ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum”2102 dediği rivâyet edilmektedir.
5. Zilhicce Orucu: Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Zilhicce ayının 10. günü Kurban bayramının ilk günüdür. Peygamberimiz’in Zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmayı sürdürdüğü rivâyet edildiği için Zilhiccenin ilk dokuz gününün, yani Kurban bayramından önceki dokuz günün oruçlu geçirilmesi müstehaptır. Fakat sıkıntıya ve halsizliğe sebep olacağı gerekçesiyle, hacda olanların 9. günü (arefe günü) oruç tutması mekruh görülmüştür. Peygamberimiz arefe gününün fazîletine ilişkin olarak “Arefe gününden daha çok Allah’ın cehennem ateşinden insanları âzât ettiği bir gün yoktur.”2103 buyurmuş, yine “Arefe günü tutulan orucun bundan önce ve sonra birer yıllık günahları örteceği Allah’tan umulur.”2104 dediği nakledilmiştir.
6. Haram Aylarda Oruç: Haram aylar olarak anılan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında, perşembe, cuma ve cumartesi günleri oruç tutmak müstehaptır.
7. Şâban Orucu: Şâban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz en çok orucu Şâban ayında tutmuş, Şâban ayının tamamını oruçla geçirdiği olmuştur. Fakat pazartesi, perşembe veya her ay üç gün ve benzeri gibi tutulagelen mûtat oruç dışında Şâban ayının ikinci yarısında oruç tutmak, bâzı âlimlerce mekruh kabul edildiği gibi, Şâfiî mezhebine göre haram sayılmıştır.
(Özellikle üç aylar denilen Receb, Şâban ve Ramazan ayının tüm günlerini peş peşe oruçlu geçirmek sünnette olmayan, sonradan uydurulmuş bir davranış biçimidir. Bazı insanların önemli bir sünnet gibi Receb ve Şâban ayının tümünü oruçla geçirerek oruç aylarını üçe çıkarmaları doğru değildir. Bunun yanında, Receb ve Şâban ayının bazı günlerinde oruç tutup bazı günlerini oruçsuz geçirmek çok daha fazîletlidir.)
8. Dâvud Orucu: Gün aşırı oruç tutmak, yani bir gün oruç tutup ertesi gün
2100] Müslim, Sıyâm 116
2101] Müslim, Sıyâm 181-182
2102] Ebû Dâvud, Savm 60; İbn Mâce, Sıyâm 42
2103] Müslim, Sıyâm 196
2104] Müslim, Sıyâm 197
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın fazîletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında “En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” demiştir. Sahâbeden Abdullah bin Amr, “Ben daha fazlasını tutabilirim” deyince, Peygamberimiz bunun fazîletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir.2105 Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en fazîletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.
Yukarıda belirtilen günlerde oruç tutmanın fazîleti ve kişiye kazandıracağı sevaplar konusunda birçok hadis rivâyet edilmiştir. Oruç tutmanın tavsiye edildiği günler incelendiğinde bunların belirlenmesinin gelişigüzel olmayıp, belli bir periyoda göre düzenlendiği görülür. Bu bakımdan oruç tutmanın ruhî ve bedenî yararları göz önüne alındığında yılın belli zamanlarında oruç tutmak oldukça yararlı, tutulacak oruçları Peygamberimiz’in önerdiği günlerde tutmak ise oldukça sevaplıdır. Bununla birlikte, oruç tutulması haram ve mekruh olmayan günlerde kişi kendi durumuna ve tercihine göre istediği zaman nâfile oruç tutabilir.
d) Oruç Tutmanın Yasak Olduğu Günler: Dinimizde, oruç tutmanın emredildiği günler olduğu gibi; oruç tutmanın yasaklandığı veya hoş karşılanmadığı günler de vardır. Bazı belli günlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayışının çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Yasağın mâhiyetine ve ağırlık derecesine göre, bu günlerin bir kısmında oruç tutmak haram veya tahrîmen mekruh sayılırken, diğer bir kısmında ise tenzîhen mekruh sayılmıştır.
Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Peygamberimiz iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki, birisi Ramazan bayramının birinci günü, diğeri Kurban bayramı günleridir.2106 Ramazan bayramının sadece birinci gününde ve Kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır (bir görüşe göre tahrîmen mekruh). Bu günlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayıp yasaklanmasının anlamı açıktır. Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan bayramı, bir ay boyunca Allah için tutulan orucun arkasından verilen bir “genel iftar ziyâfeti” hükmündedir ve bu anlamından ötürü ona “Fıtır bayramı” (İftar bayramı) denilmiştir. Ramazan bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık Ramazan orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, Allah’ın sembolik ziyâfetine katılmamak anlamına gelir ki, bunun en azından edep dışı olduğu ortadadır. Allah için kurbanların kesildiği Kurban bayramı günleri de ziyâfet günleridir. Peygamberimiz teşrik günlerinin yeme, içme ve Allah’ı anma günleri olduğunu belirtmiştir. 2107
Hayız ve nifas halinde kadınların oruç tutmaları haramdır; oruç tutmaları halinde tuttukları oruç geçerli olmayacağı gibi, günah işlemiş olurlar. Onlar bu günlere denk gelen Ramazan oruçlarını daha sonra kazâ ederler. Esâsen Şevval ayından altı gün oruç tutmanın tavsiye edilmesinin altında, kadınların ay hali nedeniyle tutamadıkları oruçları derhal kazâ etmelerine bir fırsat hazırlama düşüncesi bulunmaktadır. Şevval orucunun erkekleri de içine alacak şekilde genelleştirilmesi ise, hem kadınların bu durumlarının dikkatten kaçırılması hem de
2105] Müslim, Sıyâm 187-192
2106] Buhârî, Savm 67
2107] Ebû Dâvud, Savm 50
ORUÇ
- 469 -
orucun herkesle birlikte tutulmasının kolay oluşuna mâtuf olmalıdır.
Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Meselâ; sadec âşûrâ gününde oruç tutmak, yahûdilere benzemek ve onları taklit etmek anlamını içerdiği için mekruh sayılmıştır. Kimi âlimlere göre sadece cuma gününde veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, yılbaşı, nevruz ve mihrican günlerinde oruç tutmak tenzîhen mekruhtur. Ancak kişinin öteden beri alışkanlık haline getirdiği oruç bu günlere rastlarsa, özel olarak bu günlerde oruç tutma kastı bulunmadığı için, bunun bir sakıncası yoktur. Oruç tutmak için özellikle Cuma gününü seçmenin mekruh oluşu, bu günün müslümanların haftalık bayram günü kabul edilmesidir. Peygamberimiz, mûtat orucun denk gelmesi dışında, özellikle cuma günü oruç tutmamayı tavsiye etmiştir.
Şek günü oruç tutmak mekruhtur. Havanın bulutlu olması gibi sebepler yüzünden Şâban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün Şâban ayına mı yoksa Ramazan ayına mı âit olduğu konusunda şüphe meydana gelirse bu güne “yevm-i şek” (şek/şüphe günü) denilir. Bu günün Ramazan ayına âit olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bu gün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur. Şâban ayını oruçla geçiren kimsenin şek gününde orucu bırakmaması daha fazîletli olduğu gibi, mûtâdı şek gününe denk gelen kimsenin bu günde oruç tutmasında da bir sakınca yoktur. Peygamberimiz Ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamayı yasaklamıştır.2108 Âlimler bu yasaklamaya sebep olarak Ramazan orucuna ilâve yapılması endişesini göstermişlerdir. Bu bakımdan şek günü Ramazan orucuna niyetle oruç tutmak tahrîmen mekruhtur. Fakat bu günde oruç tutmak genel olarak mekruh olmakla birlikte, nâfile niyetiyle tutulan orucun geçerli olacağı, hatta bu günün Ramazanın birinci günü olduğunun anlaşılması halinde farz olan oruç yerine geçeceği söylenmiştir.
İki veya daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak mekruhtur. Buna visâl orucu (savm-i visâl) denir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz müslümanlara acıdığı için visâl orucu tutmalarını yasaklamış; kendisinin bu şekilde oruç tuttuğu hatırlatılınca da “Siz benim gibi değilsiniz; beni Rabbim yedirir, içirir” 2109 diye cevap vermiştir.
Kadınların âile ve toplum içerisindeki statülerine ilişkin olarak oluşan anlayış doğrultusunda, kadının kocasından izinsiz olarak nâfile oruç tutmasının hoş olmayacağı yönünde görüşler vardır. Bu anlayışın, günümüz sosyal ve âile ilişkileri açısından genel geçer olmadığı değerlendirilebilir.
Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimseler, iş veriminin düşmesine yol açması durumunda nâfile oruç tutmamalıdır. Buna mukabil işverenlerin Ramazan ayında, oruç ibâdetinin kolay ve rahat biçimde yerine getirilebilmesi için birtakım tedbirler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir. (Laik devletin müslümanların ibâdetlerine kolaylık göstermesini beklemekse, cehennemde köşk beklemek gibidir.)
Hacılar, oruç tuttukları takdirde güçsüz ve yorgun düşme ihtimalleri bulunduğu takdirde, Zilhicce’nin 8 ve 9. günleri olan “terviye” ve “arefe” günlerinde oruç tutmamalıdır. Çünkü hac ibâdetini yaparken daha zinde ve canlı olmaları,
2108] Buhârî, Savm 11, 14; Müslim, Sıyâm 21; Ebû Dâvud, Savm 10
2109] Müslim, Sıyâm 55-58
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öncesinde nâfile oruç tutmuş olmalarından hayırlıdır.
Orucun Rükün ve Şartları
İbâdetlerde rükün, o ibâdetin meydana gelmiş sayılabilmesi için bulunması zorunlu olan ana unsurlar demektir. Orucun rüknü, oruç süresince yeme içme ve cinsî ilişkiden uzak durma anlamına gelen “imsâk”tir. Niyet de, bazı mezheplerce rükün sayılmaktadır. Hangi durumlarda rüknün ihlâl edilmiş olacağı konusu, orucun şartları ve orucu bozan davranışlar bahsinde incelenecektir.
İbâdetin vücûb sebebi, o ibâdetin mükellef tarafından bizzat yerine getirilmesi yükümlülüğünün başladığını gösteren maddî göstergelerdir (alâmet). Meselâ, vaktin girmesi, namaz yükümlülüğünün; zenginlik zekât yükümlülüğünün sebebi sayılmıştır. Orucun vücûb sebebi ise vakittir, yani Ramazan ayının girmesidir. Buna göre, yükümlülük şartlarını taşıyan kimsenin Ramazan ayına ulaşması oruç emrinin fiilen ona yönelmesi anlamına gelir. Vücûb sebebi tâbiriyle kastedilen budur. Nitekim “... Ramazan ayına yetişen onu oruçlu geçirsin.”2110 âyeti de bu yükümlülük-sebep ilişkisini göstermektedir.
Namaz ibâdetinde vakit, namazın hem vücûb sebebi, hem de sıhhat şartı olduğundan onun sebep yönü üzerinde ayrıca durulmamıştır. Ramazan ayı ise, orucun sadece vücûb sebebi olduğundan ayrıca üzerinde durulmasına ihtiyaç vardır. Konuyu önemli hale getiren bir diğer sebep de Ramazan ayının başlangıç ve bitişinin tesbitinin nasıl yapılacağı konusunun öteden beri tartışmalı oluşudur. Literatürde bu konu, “rü’yet-i hilâl”, yani hilâlin görülmesi meselesi olarak adlandırılır.
Yükümlülük Şartları
Orucun yükümlülük şartları denince, bir kimsenin oruç ibâdetiyle yükümlü (mükellef) sayılması, farz veya vâcip bir orucun bir kimsenin zimmetinde borç olarak sâbit olması için aranan şartlar kastedilir. Fıkıh literatüründe bu şartlar, orucun vücûb şartları olarak da anılır. Oruç tutmamayı mubah kılan mâzeret halleri de, bu yükümlülük şartlarını açıklayan ilâve bilgilerdir.
Namaz mükellefiyeti için gerekli olan şartlar, yani müslümanlık, ergenlik (bülûğ) ve belli bir aklî olgunluk düzeyinde olmak (âkıl), oruç için de gerekli ve geçerlidir. Ergenlik yaşına gelmeyenler ibâdetlerle yükümlü olmamakla birlikte, alıştırmak ve ısındırmak maksadıyla, âile büyükleri onlara ara ara namaz kılmalarını ve oruç tutmalarını söylemelidir. Peygamberimiz, yedi yaşından on yaşına kadarki sürede çocuğun namaza alıştırılmasını tavsiye etmiştir. Bedenî durumlar dikkate alınmak şartıyla çocukların da aynı yaşlarda oruca alıştırılmaları uygundur.
Genel vücûb şartları yanında kişinin ayrıca oruç tutmaya güç yetirecek durumda olması ve yolcu olmaması da şarttır. Bu şartlar orucun edâsının vâciplik şartları olarak da adlandırılır. Kur'an'da belirtildiğine göre, hasta ve yolcu olan kişiler, isterlerse oruç tutmayabilirler.2111 Fakat tutmadıkları oruçları normal duruma döndükten sonra kazâ ederler. Hasta için normal durum iyileşmek, yolcu
2110] 2/Bakara, 185
2111] 2/Bakara, 184
ORUÇ
- 471 -
için ise, yolculuğun bitmesidir (ikamet). Oruç tuttuğu takdirde kendisinin veya çocuğunun zarar görmesi muhtemel olan hâmile veya emzikli kadınlar da oruç tutmayabilirler. Hatta zarar görme ihtimali kuvvetli ise tutmamaları gerekir. Durumları normale döndüğünde tutamadıkları oruçları kazâ ederler. Yaşlılık sebebiyle oruç tutmaya artık gücü yetmeyenler, bunun yerine her bir oruç için bir fakir doyumluğu olan fidye verirler. 2112
Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Mâzeretler
Kur'an'da ve hadislerde, dinde insanlara zor gelecek hiçbir yükümlülüğün bulunmadığına sıklıkla işaret edildiğini, herhangi bir sıkıntı ve meşakkatin bulunduğu durumda da mükelleflere birtakım kolaylık ve ruhsatların tanınmış olduğunu biliyoruz. Bu genel ilkenin bir parçası olarak, bazı durumlarda farz olan Ramazan orucunu tutmamaya da müsâade edilmiştir. Ramazan orucunu tutmamayı mubah kılan mâzeretler (özürler) genel hatlarıyla şunlardır:
a- Sefer: Sefer (yolculuk) hali, genellikle, sıkıntı ve meşakkatli olduğu için yolcu olanlara birçok konuda kolaylıklar getirilmiştir. Yolcu olanlar için, namazın terkine değil; kısaltılmasına veya cem edilmesine ruhsat verildiği halde, namaza göre daha yorucu ve yıpratıcı olduğu için orucun terkedilmesine ruhsat verilmiştir.2113 Bununla birlikte yolcu sayılan kimsenin, eğer gerçekten bir sıkıntı yoksa ve zarar da görmeyecekse oruç tutması daha fazîletli görülmüştür.
Geceden niyetlendiği orucu tutarken, gündüzün yola çıkmak durumunda kalan kimse, Hanefîlere göre, bu orucunu tamamlasa daha iyi olur; fakat bozması durumunda keffâret gerekmez. Şâfiî ve Hanbelîler ise, Ramazan ayında Hz. Peygamber'in Mekke fethine çıktığında Kadîd denilen yere varıncaya kadar oruçlu olup orada orucunu bozduğuna dâir rivâyete dayanarak, geceden niyet edilmiş orucun bile sefer durumunda bozulabileceğini söylemişlerdir. Savaş durumu veya cephede uzun süre çatışma durumu da aynı şekilde bir mâzerettir. Bu durumlarda kalan kişi, sağlığına ve görevine uygun düşen seçeneğe göre hareket etmelidir.
b- Hastalık: Hastalık da birtakım ruhsatların sebebi olan bir durumdur. Yüce Allah, âyette hiçbir kayıt getirmeden hasta olanların, iyileştikleri bir vakitte oruç tutabileceklerini ifade etmiştir.2114 Bu bakımdan oruç tuttuğu takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından endişe eden, yahut böyle olmamakla birlikte oruç tutmakta zorlanacak olan kimseler oruç tutmayabilir veya başlamış bulundukları orucu bozabilirler. Oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı tıbbın verilerine göre kuvvetle muhtemel olan kişinin de hasta hükmünde olduğu söylenmiştir.
c- Hâmilelik ve Çocuk Emzirmek: Gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları halinde oruç tutmayabilirler. Bunlar bir yönüyle hasta hükmünde oldukları gibi, onlara bu ruhsatı tanıyan hadisler de bulunmaktadır. 2115
d- Yaşlılık: Dinimiz oruç tutmaktan âciz olan yaşlı kimselerin oruç tutmasını
2112] 2/Bakara, 184
2113] 2/Bakara, 183-184
2114] 2/Bakara, 184
2115] Nesâî, Sıyâm 50-51, 62; İbn Mâce, Sıyâm 3
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istememiş, bunun yerine, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermelerini öngörmüştür. Kur'an'da oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin veya tutmaya çalıştıkları takdirde büyük bir sıkıntı çekecek olanların fidye vermeleri gerektiği ifâde edilmektedir.2116 İyileşme ümidi bulunmayan hastalar da bu hükümdedir. Ancak Ramazanda oruç tutma gücüne sahip olmayıp da, daha sonra kazâ edebilecek durumda olanlar fidye vermeyip tutamadıkları oruçları kazâ ederler. İyileşmeyen sürekli bir hastalık nedeniyle oruç fidyesi veren kimse, daha sonra oruç tutmaya güç yetirecek olsa, fidyenin hükmü kalmaz; oruç tutması ve önceki tutamadığı oruçları kazâ etmesi gerekir.
e- İleri Derecede Açlık ve Susuzluk: oruçlu bir kimse, açlıktan veya susuzluktan dolayı helâk olacağından, beden ve ruh sağlığının ciddî boyutta bozulacağından endişe ediyorsa veya böyle bir şeyin olması tecrübeye veya doktor raporuna göre kuvvetle muhtemel ise, orucunu bozması câiz olur. Hatta ölüm tehlikesi açıksa oruç tutması haram olur.
Kur'an'da oruç tutmamayı mubah kılan mâzeretler olarak hastalık, yolculuk ve oruca güç yetirememeden söz edilmiştir.2117 Fakîhler de oruç tutmama ruhsatını bu üç durumla sınırlı tutmayı tercih etmiş, bu üç durumun ortak özelliği meşakkat olsa bile her meşakkat halinde oruç tutulmayabileceğini söylemekte tereddüt etmişler, ihtiyatlı davranmışlardır. Bunun en başta gelen sebebi, mükelleflerin sübjektif ve değişken bir durum olan meşakkati belirlemede ölçüsüz veya kolaycı davranıp olur-olmaz bahanelerle orucu terketmesine yol açma, yani bu ruhsatı kötüye kullanma endişesidir. Bununla birlikte oruç ibâdeti, netice itibarıyla kul ile Allah arasında kalan bir yükümlülük ilişkisi olduğundan, mükelleflerin yukarıda sayılan mâzeretler ışığında kişisel inisiyatiflerini kullanması, mâzeretleri içlerine sinmediği sürece orucu terketmemeleri, haklı ve geçerli bir mâzeretinin bulunduğuna iyice kani olduklarında da anılan ruhsattan yararlanmaları isâbetli bir tutum olur.
Sıralanan bu mâzeretlerden biri sebebiyle oruç tutamayan kimse, oruca, oruçlulara ve Ramazan ayına hürmeten, mümkün oldukça bunu belli etmemelidir.
Canına veya bir uzvuna yönelik bir tehdide mâruz kalan kimsenin nasıl davranacağına ilişkin olarak kimi âlimler, zorlama karşısında Ramazan orucunu bozmayıp zulmen öldürülen kimsenin günahkâr olmayacağını; tersine dinine bağlılığını gösterdiği için büyük bir sevap kazanmış olacağını söylemişlerse de ağırlık kazanan görüş bu durumda orucu bozmanın daha doğru olacağı yönündedir. Hatta tehdit altında kalan kişi, oruç için tanınan yolculuk, hastalık gibi bir mâzerete sahip ise, zorlama karşısında orucunu bozmazsa günahkâr olur.
Düğün veya sünnet yemeği gibi bir ziyâfete çağrılan kimsenin, genel olarak diğer dâvetlerde olduğu üzere bu dâvete icâbet etmesi, dostluk bağlarının güçlendirilmesi veya ilişkilerin geliştirilmesi vb. amaçlara hizmet edeceği için teşvik edilmiştir. Nâfile oruç tuttuğu bir günde böyle bir ziyâfete çağrılan kimse, sözü edilen olumlu amaçlara hizmet edeceğinden eminse, bu dâvete icâbet etmesinin yerinde bir davranış olacağı; fakat yine de beklenmedik yararlara ve
2116] 2/Bakara, 184
2117] 2/Bakara, 184-185
ORUÇ
- 473 -
güzelliklere yol açabileceği mülâhazasıyla genel olarak bu tür dâvetlere icâbet edip orucunu bozmasında bir beis bulunmadığı ifâde edilmiştir. Başlanmış olan nâfileyi tamamlamak gerektiği kuralı sebebiyle, bozduğu bu orucu daha sonra kazâ eder.
Orucun Geçerlilik Şartları
Orucun sahih (geçerli) olması için, oruç tutmaya niyet etmiş ve orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak şarttır. Esasen orucu bozacak şeylerden kaçınmak, teknik anlamda rükün olmakla birlikte, ibâdetin sahih olması için kaçınılmaz bir şart olduğu için, burada sıhhat şartı olarak ele alınmıştır. Kadınlar için ilâve şart ise, onların hayız ve nifas durumunda olmamalarıdır. Peygamberimiz’in hanımlarından gelen bütün rivâyetler, onların aybaşı hallerinde namaz kılmadıkları ve oruç tutmadıkları yönündedir. Kadınlar, bu durumları sebebiyle tutamadıkları oruçları daha sonra istedikleri bir zamanda kazâ edebilirler.
Cünüplük, hayız ve nifastan farklıdır. Çünkü cünüplüğün gerçekleşmesi ihtiyarî olduğu gibi, gusletmek sûretiyle cünüplükten temizlenmek de mümkündür. Bu bakımdan cünüplük oruca başlamaya engel görülmemiştir. Bununla birlikte, mümkün olan en kısa zamanda cünüplükten temizlenmek gerekir.
a) Niyet: Diğer ibâdetlerde olduğu gibi, oruç ibâdetinde de niyet şarttır. Şâfiîler ve bazı Mâlikîler niyeti rükün saymışlardır. Her ikisine göre de, niyet edilmediği takdirde sabahtan akşama kadar aç durmak oruç yerine geçmez. Bu bakımdan, ister farz veya vâcip, isterse nâfile olsun her tür oruçta niyet şarttır. Herhangi bir oruca kalben niyet etmek, hangi orucu tutacağını kalbinden geçirmek yeterlidir.
Niyetin Vakti: her türlü oruç için mümkün oldukça, sabah vakti girmeden önce veya geceden niyet etmek, en fazîletli olanıdır. Çünkü bu sûretle hem mezheplerin bu konudaki ihtilâflarının dışında kalınmış, hem de niyet, ibâdetin başlama vaktiyle aynı zamana getirilmiş olur. Nitekim niyetin hangi vakitte yapılacağı konusu mezhepler arasında ihtilâflı olduğu gibi, niyetin vakti açısından oruç türleri arasında da fark gözetilmektedir.
1. Hanefîlere göre Ramazan orucu, nâfile oruçlar ve vakti belirtilmiş adak (nezr-i muayyen) oruçlarının niyet etme vakti, gün batımından başlayıp ertesi günün kuşluk vaktine, hatta öğle namazı vaktinin girmesinden az önceki vakte kadar devam eder. Öğle vakti girdikten sonra artık hiçbir oruca niyet edilemez. Zevalden önce nâfile oruca niyet etmenin câizliğini gösteren hadisler bulunmaktadır. Bunlardan birinde, Peygamberimiz’in bir gün Âişe vâlidemize öğle yemeği hazırlayıp hazırlamadığını sorduğu, Hz. Âişe’nin yiyecek bir şey olmadığını söylemesi üzerine Peygamberimiz’in o gün oruç tuttuğu rivâyet edilir.
Mâlikîlere göre niyetin geçerli olması için güneşin batmasından itibaren gecenin son kısmına kadar veya fecrin doğması ile birlikte yapılması gerekir. Çünkü sabahleyin, yani oruç ibâdetinin başlama vaktinde niyet edilmeyince o günün oruçlu geçirilmeyeceği belirli hale gelmiş olur. Şâfiîlere göre ise Ramazan orucu, kazâ orucu ve adak orucuna geceden niyetlenmek şarttır. Fakat nâfile oruca zevalden önceye kadar niyetlenmek câizdir.
2. Zimmette sübût bulmuş oruçlara ise, en geç imsak vaktine kadar niyet
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmiş olması ve orucun belirlenmesi gerekir. Orucun zimmette sübût bulması, oruç borcunun kaçınılmaz bir şekilde kesinleşmiş, sâbit hale gelmiş olması demektir. Meselâ, başlanmış fakat bir sebeple tamamlanamamış nâfile orucun kazâsı zimmette sâbit olmuş, borçluluğu kesinleşmiştir. Ramazan orucunun kazâsı da böyledir. Fakat Ramazan orucunun kendisi henüz zimmette sâbit borç sayılmaz; çünkü meselâ, kişinin ertesi gün yaşayıp yaşamayacağı belli değildir. Kişi ertesi günün herhangi bir vaktinde ölecek olsa, o günkü oruç zimmetine borç yazılmaz. Ancak, daha önceki günlerde kazâya kalan Ramazan orucu zimmetinde mevcuttur. Keffâret oruçları ile mutlak adak oruçları da zimmette sübut bulmuş borç kapsamına girmektedir. Bu çeşit oruçlara geceden veya en geç ikinci fecrin başlangıcında niyet etmek gerektiği gibi, niyet ederken tutulan orucun mutlak nezir mi, bir orucun kazâsı mı olduğunu da belirtmek gerekir. Zimmette sâbit olması kesinleşmiş oruçların îfâ zamanı için dinde belirlenmiş muayyen bir zaman olmadığı için, mükellef bu oruçları kendi belirleyeceği bir zamanda tutabilir. Öyle olunca da, hangi orucu tutacağını belirlemesi şarttır. Şayet bir kazâ orucuna ikinci fecrin doğmasından sonra niyet edilse, bununla kazâ geçerli olmayacağı için, oruç nâfileye dönüşür.
Niyet Şekli: Oruç tutup tutmayacağında tereddüt olması durumunda veya niyetin bir şarta bağlanması durumunda niyet gerçekleşmiş olmaz. Niyet, kesin azim ve karar demektir. Sahura kalkıp yeme ve içme, niyet yerine geçer. Ramazan orucu için, geceleyin niyet edilmesi ve ne orucu olduğunun belirlenmesi (tâyin) daha fazîletlidir. Meselâ, “yarınki Ramazan orucunu tutmaya niyet ettim” diye kalbinden geçirmekle (ve istiyorsa, bunu diliyle de söylemekle) belirleme yapılmış olunur. Fakihlerin çoğunluğuna göre Ramazanın her günü için ayrı ayrı niyet edilmesi şarttır. Çünkü her bir günün orucu, kendi başına bir ibâdet olup, öteki günlerde tutulan veya tutulacak olan oruçla ilişkisi yoktur; dolayısıyla bir günün orucu bozulduğu zaman, sadece o günün orucu bozulmuş olur, öteki günlerin orucu bundan etkilenmez.
Ramazanda, Ramazan orucundan başka oruç tutulamayacağı için, hangi oruca niyet edilirse edilsin, Ramazan orucu yerine geçer.
b) Orucu Bozan Şeylerden Kaçınmak: Orucun temel unsuru ve anlamı; yeme, içme ve cinsel ilişki zevklerinden uzak durmak, nefsi bunlardan mahrum bırakmak olduğu için, bu anlama gelecek davranışlar orucun bozulmasına sebep olur. Yemek ve içmek, yenilip içilmesi mûtat olan her şeyi içine alır. Sigara, nargile gibi keyif veren tütün kökenli dumanlı maddeler ile tiryâkilik gereği alınan tüm maddeler oruç yasakları kapsamına girdiği gibi, her ne sebeple olursa olsun, ağızdan alınan ilâcın da bu kapsamda yer aldığında tereddüt yoktur. Bununla birlikte, tedâvi maksadıyla iğne yaptırmanın hükmü tartışmalıdır.
Orucu nelerin bozacağı sorusuna verilecek ilk cevap: “yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma ve bu kapsamda değerlendirilebilecek şeyler” olacaktır. Bu ölçü, açık ve anlaşılabilir olmakla birlikte, orucun anlamına aykırı davranış sayılıp sayılmayacağında tereddüt edilen bazı durumlar bulunması sebebiyle, eskiden beri fakîhler, nelerin bu kapsama gireceğini tek tek saymaya çalışmışlar, bu arada gerçekleşmesi düşünülemeyecek nâdir bazı durumların hükümlerini dahi belirleme durumunda kalmışlardır. İlmihal kitaplarında çoğu zaman tebessümle karşılanan birçok ihtimalin veya anormal durumun gündeme alınıp orucu bozup
ORUÇ
- 475 -
bozmadığının tartışmaya açılması da bu sebep ve gayretten kaynaklanmaktadır. Özel durumlar ve muhtemel seçenekler yan yana getirildiğinde de, zaman zaman orucun bozulmasını gerektiren aslî durumun gözardı edildiği, bu konudaki ölçü-kuralın geri plana itildiği olmuştur.
Orucu Bozmayan Haller:
Unutarak yemek, içmek veya cinsel temasta bulunmak,
Göze ilâç damlatmak, sürme çekmek,
Ağza-burna su vermek, ağzı burnu su ile çalkalamak,
Bakmak ve düşünmek sûretiyle boşalmak,
Bir kimse cünüp olarak sabahlasa ve gün boyu yıkan(a)masa da orucu bozulmaz.
Kan aldırmak veya hacamat yaptırmak,
Su ile ıslatılmış olsa bile oruçlu iken misvak kullanmak,
Diş çektirmek, dişler arasında kalan nohut tanesinden az olan şeyleri yemek,
Serinlemek için yıkanmak, yüzmek veya yaş bir elbise ile serinlemek.
Orucun Yasakları: Orucun yasakları, doğrudan söylenirse; yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktır. Tersinden söylenirse, orucun yasakları, orucun bozulmasına sebep olan şeylerdir. Yeme, içme ve cinsel ilişki yasağına dikkat edildiği takdirde oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte, orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun genel havasına, anlam ve gâyesine yakışmayan şeyler konusunda da dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz:
Orucun Mekruhları: Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gâyesine yakışmayan şeyler, bir kısmı da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir. Meselâ, bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakîhler yine aynı gerekçeyle, bir insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Esâsen bir insanın eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz’in oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır. 2118
Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Oruçlunun normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık gerekçesiyle mekruh sayılmıştır. Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya güzel kokan bir şeyi koklaması da mekruh sayılmaz.
Ayrıca, esâsen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur. Maddeler halinde özetlersek;
2118] İbn Mâce, Sıyâm 19; Muvattâ, Sıyâm 13
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özürsüz olarak bir şeyi tatmak ve çiğnemek,
Renksiz ve tatsız sakız çiğnemek,
Kendine güvenemeyen bir oruçlunun eşini öpmesi ve okşaması,
Kişiyi güçsüz düşürecek şekilde kan aldırmak ve hacamat yaptırmak,
Hanefiler dışında 3 mezhebe göre koku sürünmek ve özel olarak koklamak.
Orucu Bozan Şeyler
Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte keffâret gerektirdiğini görelim:
a) Kazâ ve Keffâreti Gerektiren Durumlar: Orucu bozup hem kazâ, hem de keffâreti gerektiren durumların başında Ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zâten Peygamberimiz, oruç keffâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç keffâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de keffâreti gerektireceği konusunda görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin keffâreti gerektirip gerektirmediği konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıdâ veya gıdâ özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu durumda da hem kazâ, hem de keffâret gerektireceğini söylemişlerdir.
Peygamberimiz zamanında cereyan eden ve oruç keffâretinin gerekçesi olan olay şudur:
Bir adam “mahvoldum!” diyerek Peygamberimiz’e gelmiş ve Ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine Peygamberimiz:
“Köle âzât etme imkânın var mı?”-Hayır, yok.
“Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?”
-Hayır. Bu iş de zâten sabredemediğim için başıma geldi.
“Altmış fakiri doyuracak mâlî imkânın var mı?
-Hayır.
Bu sırada Peygamberimiz’e bir sepet hurma getirildi. Peygamber (s.a.s.) bu hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam; “Bizden daha muhtaç kimse mi var?” deyince, Peygamberimiz gülümseyerek: “Al git, bunları âilene yedir!” diyerek adamı gönderdi. 2119
Kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme) bilerek ve isteyerek yapılırsa, kazâ ve keffâreti gerektirir. Bunların dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda keffâret gerekmeyip sadece kazâ gerekir.
b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar: Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasden yiyip içmesinin kazâ ve keffâreti gerektirdiğini
2119] Buhârî, Savm 30; Müslim, Sıyâm 81; Ebû Dâvud, Savm 37
ORUÇ
- 477 -
biliyoruz. Buna ilâve olarak Hanefî fakîhleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esâsen yenilip içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi, insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun keffâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir. Bunlar, yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yeme isteyeceği şeyler değildir. Fakîhler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.
Fakîhler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir. Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında ise, sadece ağız dolusu olması halinde, bozar.
Oruç tutma esprisi ve orucun anlam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları tek tek sıralamak mümkün olmadığı için, bu konuda şöyle bir açıklama gerektirmek doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme, gerekse tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir. Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mânâ ve gâyesine aykırıdır. Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ, hem keffâret gerekir. Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esâsen oruç yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.
Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz, oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları Allah’ın yedirip içirdiğini söylemiştir.2120 Fakat yanlışlıkla (hatâ) yiyip içmek, bundan farklı olup Hanefîlere göre orucu bozar. Meselâ, bir kimse oruçlu olduğunun farkın olduğu halde, kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve kazâ lâzım gelir. Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak) ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma, isterse yanlışlık sonucu olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.
Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip içmeye devam ederken o esnâda ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa, oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, keffâret gerekmez. Buna mukabil güneşin battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa bu durumda kazâ yanında keffâret de gerekir. Kişi, her iki durumda da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de, zanların kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse
2120] Buhârî, Savm 26; Müslim, Sıyâm 17
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen iftar etmemeli, durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle ictihad ederek ona göre davranır.
Unutarak yiyip içtikten sonra, orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin niyet sayılıp sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.
Orucu bozacak, fakat keffâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra, kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak keffâretin gerekmeyeceği belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel dinî ilkenin anlamı da budur.
Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse, derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye keffâret gerekir.
Orucu bozduğu halde sadece kazâ gerektiren durumları özetlersek;
Beslenme veya tedavi olma amacı taşıyan bir şeyin vücuda girdirilmesi orucu bozar ve yalnız kaza gerektirir.
Oruçlu kimsenin bir gıda maddesini veya bir ilâcı meşrû bir özür sebebiyle alması yalnız kaza gerektirir.
Oruçlu kimsenin şehvetini istimnâ gibi yollarla tatmin etmesi kaza gerektirir.
İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü
Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esâsen tedâvi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.
Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı, kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu, gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece burna konan ilâçlar hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar. Böyle olunca, burna enfiye çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedâvi amaçlı ilâç ve damlalar ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faâliyeti sayılması isâbetli olmaz.
İğne yaptırma meselesine gelince; Deri altına veya adaleye zerkedilen veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fakîhlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki;
a) Ebû Hanife’nin “derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan
ORUÇ
- 479 -
ilâcın/merhemin orucu bozacağı” yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte hareket noktası, tabiî yollar dışından da olsa vücuda bir şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile bunların vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın, gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde keffâret gerektirmese de orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimselerin, ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne yaptırmayı iftar ve sahur vakti arasına almaları gerekir.
b) Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed’in “derin yara üzerine sürülen merhemin orucu bozmayacağı” yönündeki görüşünü esas alanlar ise, iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca “normal yollardan vücuda bir şey almaktan kaçınmak” şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını, dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir.
Eskiden fetvâhâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetvâ Komisyonu tabiî delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde fetvâ vermiştir. Çünkü bu tedâvi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı sebebiyle ağza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı ileri sürülmüştür. Ayrıca, belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği görüşü ağırlık kazanmıştır.
Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk, mükellefe âit olacaktır. Söz konusu olan şey, bir ibâdettir ve Allah rızâsı için yapılmaktadır. "Fetvâsını alsan da kalbine danış!" emir ve tavsiyesi bu konuda önemlidir. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların, gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı olan herkes gâyet iyi bilir ki, içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve göstermelik hale getirilmiş bir ibâdetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle yapan kişi sonuçta sadece kendisini kandırmış olacaktır.
Esâsen dinimiz hasta olan veya tedâvi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir. Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan kimseler, hem iyi bir tedâvi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibâdetlerini ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gâyesiyle tedâvileri tamamlanıncaya kadar oruç tutmayabilirler. Bu, tamamıyla kendilerinin karar vereceği bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibâdet ayının mânevî havasından kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa ikinci grup fakîhlere âit ve ağırlıklı bulunan fetvâyı esas alabilir, oruçlu oldukları halde
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tedâvi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.
Oruçlu İçin Müstehap Olan Şeyler
Orucun geçerliliği ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte, oruç tutmayı biraz daha kolaylaştırmak üzere Peygamberimiz’in bazı tavsiyeleri olmuştur. Bunların başında sahur yapmak gelir. Sahur, ikinci fecirden az önceki vakit olan seher vaktinde yenilen yemek demektir. Sahura kalkmakla hem bir şeyler yenilerek oruç için enerji toplanmış, hem de bir sünnet yerine getirilmiş, seher vaktinin feyiz ve fazîletinden yararlanılmış olur. Bu bakımdan bir yudum su ile de olsa sahur yapmak ve sahur yemeğini mümkün olduğunca, gecenin son vaktine denk getirmeye çalışmak uygun olur. Peygamberimiz’in sahura kalkmayı teşvik ve tavsiye eden birçok hadisi bulunmaktadır: “Oruç tutmak isteyen sahurda bir şeyler yesin.”2121; “Sahura kalkın, çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.”2122; “Sahur yemeği ile gündüz tutacağınız oruca ve öğle üzeri uykusuyla da (kaylûle) teheccüd namazına kuvvet kazanın.” 2123
Peygamberimiz, sahuru mümkün olan son vakte denk getirmeyi teşvik ettiği gibi, iftarın da vakit girer girmez yapılmasını teşvik etmiştir. Bu iki teşvikten çıkarılabilecek anlam, ibâdetin mümkün olduğunca kolay hale getirilmesidir. İftar vakti girdiğinde yemeğe oturmadan namaz kılmak isteniyorsa, yine de biraz su veya bir hurma ile orucu açıp, ondan sonra namaz kılmak yerinde olur.
Oruç açılırken duâ edilmesi sünnettir. Herkes içinden geldiği gibi zikrini, şükrünü ve yakarışını ifâde edebilir. Örnek olması bakımından öteden beri yaygın olarak yapılan bir duâyı buraya alalım: “Allahumme leke sumtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rızkıke eftartü, fa’ğfirlî mâ kaddemtü vemâ ahhartü.” (Allah’ım! Senin rızân için oruç tuttum, Sana iman ettim, Sana tevekkül edip güvendim ve Senin rızkınla iftar edip orucumu açtım; benim geçmiş ve gelecek günahlarımı affet, bağışla!”
Varlıklı kimselerin, özellikle durumu iyi olmayan kimselere iftar yemeği yedirmesi, güzel ve sevap bir davranıştır. Peygamberimiz, “Oruçluya iftar ettiren kimse, oruçlunun sevabında bir eksilme olmaksızın, oruçlunun alacağı kadar sevap alır”2124 buyurmuştur. İftar yemeklerini, zenginler arasında bir lüks ve gösteriş yarışı haline getirmekten, israf sayılacak gereksiz harcamalardan kaçınmak gerekir. Yine varlıklı kimselerin, her zamankinden daha fazla olarak, Ramazanda ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunması beklenir. Varlıklı kimselerin bulunduğu bir bölgede akşam ne ile iftar edeceğini düşünen insanların kalmamış olması gerekir. Bu hem müslümanlığın yüksek bir amacı, hem de oruç ibâdetinin verdiği kalp inceliğinin bir gereğidir. Aksi bir durum, elbette ki varlıklı kimselerin vicdanını rahatsız edecektir.
Sabah namazının vaktini geçirmemek kaydıyla, cünüp sabahlamak câiz ise de, ibâdete başlarken temiz olmak düşüncesiyle daha önce gusletmek uygundur. Hayız ve nifastan temizlenen kadınlar için de aynı durum geçerlidir. Bununla birlikte, cünüp olarak sabahlayan kimsenin gerekli dikkati göstermek şartıyla,
2121] Müsned, III/367, 379
2122] Buhârî, Savm 20; Müslim, Sıyâm 45
2123] İbn Mâce, Sıyâm 22
2124] Tirmizî, Savm 82; İbn Mâce, Sıyâm 45
ORUÇ
- 481 -
oruçlu iken banyo yapması câizdir. Âişe vâlidemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz, bazı kereler cünüp olarak sabah namazı vaktine girmiştir.
Oruç, kişinin Rabbiyle gönül bağını güçlendiren, ona mânevî ve derûnî bir haz tattıran, irâde eğitimine ve kalp inceliğine yol açan ibâdetlerden olduğu için oruç tutan kişi, zâten dilini kötü, çirkin, başkalarını rencide edecek boş ve gereksiz sözlerden koruyacaktır. Oruç, bu tesiri tam meydana getiremiyorsa, oruç tutan kimsenin bu sonucu ve etkiyi elde etmek için çalışması, oruçlu iken söz ve davranışlarına daha çok dikkat etmesi gerekir. Hele müslümanların birbirleri hakkında kötü kanaate sevkedecek ve ilişkilerini bozacak yalan, çirkin söz, gıybet ve söz taşıma gibi, dinimizce hiçbir zaman hoş görülmeyen davranışlar, orucun mânevî haline taban tabana zıt şeylerdir. Peygamberimiz, orucun bu yönünü anlatmak üzere; “Yalan konuşmayı bırakmayan, yanlış davranışlardan kaçınmayan kimsenin kendini aç ve susuz bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”2125 buyurmuştur. Aslolan ibâdeti amacına uygun yapmak, ibâdetin zevkini tatmaktır. İbâdetlerin hakkı verilmeye çalışıldığı takdirde bunun önce kişinin kalp ve vicdanındaki olumlu etkileri, sonra da toplumdaki olumlu sonuçları çok belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır. Peygamberimiz bu noktaya işaretle; “Hiçbiriniz oruçlu iken kötü lâf söylemesin; bağırıp çağırmasın, hatta kendisine ağır sözler söyleyen (küfreden) birine dahi, sadece ‘Ben oruçluyum!’ demekle yetinsin.” 2126 buyurmuştur.
Ramazanın mânevî atmosferini daha iyi hissedebilmek için Kur’an okumak, eksikliğini hissettiği bilgileri öğrenmeğe çalışmak yerinde olur. Ayrıca her Ramazanda mutlaka Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe anlamı, mukabele okur gibi bir defa okunmalı, imkân varsa tefsirlere mürâcaat edilmeli, genel hatlarıyla Kur’ân-ı Kerim’in içeriği hakkında bilgi sahibi olunmalı, daha derin ve detaylı bilgiye ihtiyaç hissedilen konularda, o alanda yazılmış eserlere veya bizzat ehliyetli ve takvâ sahibi hocalara başvurulmalıdır.
İtikâf: Fıkıh terimi olarak itikâf, bir mescidde ibâdet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivâya çekilmek demektir. Hadis kaynakları Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde itikâfa çekildiğini, hanımlarının da genelde Rasûl-i Ekrem’le aynı zamanda, kendi hücrelerinde itikâf yaptığını naklederl.2127 Peygamberimiz’in Ramazanın son on gününde daha fazla ibâdet ettiği bilinmektedir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Rasûl-i Ekrem Ramazanın son on gününe girildiğinde bütün geceyi ihyâ eder; âilesini uyandırır ve kadınlardan ayrı kalırdı.
Hz. Peygamber’in bu tatbikatından hareketle âlimler, oruçlunun özellikle Ramazanın son on gününde itikâfa girmesini müstehap kabul etmişlerdir. Hatta Hanefîler, Hz. Peygamber’in bunu devamlı yapmış olmasından hareketle itikâfı kifâî nitelikte müekked sünnet saymıştır. İtikâf bir ibâdet nevi olduğundan itikâfa girenin mükellef olması, itikâfa bir mescidde girmesi ve niyet etmesi gerekli görülür. Kadınlar evlerinin bir odasında itikâfa girerler.
İtikâfa girmek, nefsi yasaklardan korumada daha etkili bir yöntem olduğu gibi, Ramazanın son on gününde olması tahmin edilen Kadir gecesine rastlama
2125] Buhârî, Savm 8, Edeb 51; Ebû Dâvud, Savm 25; Tirmizî, Savm 16
2126] Buhârî, Savm 2; Müslim, Sıyâm 160
2127] Buhârî, İ’tikâf 3; Müslim, Hayz 6; Tirmizî, Savm 80
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imkânı ve umudunu da arttırır. İtikâf, insanı dünyevî meşgalelerden uzaklaştırıp daha fazla ibâdete vesile olması yanında, genel anlamda hayatın anlamı üzerinde tefekkür etme imkânı da sağlar. İnsanların zaman zaman böyle derin tefekküre ihtiyacı vardır. İtikâf, bu tefekkürü gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullanılabilir.
Orucun müstehaplarını maddeler halinde özetlersek:
Sahurda, bir yudum su içmek gibi az da olsa bir şey yemek ve sahuru gecenin son vaktine geciktirmek,
İftarı akşam namazını kılmadan önce acele yapmak,
İftar sırasında duâ okumak,
Diğer oruçlu kimselere ihsan ve ikramda bulunmak, en güzeli de yoksul oruçlulara iftar vermek,
Sabah vakti girmeden guslü gerektiren hallerden temizlenmek,
İlimle uğraşmak, Kur’ân-ı Kerim okumak, zikir yapmak, Peygamberimize Salât ve Selâm getirmekle meşgul olmak,
Dili gereksiz ve boş sözlerden korumak,
Özellikle Ramazanın son 10 gününde itikâfa girmek.
Orucun Kazâsı
a) Ramazan Orucunun Kazâsı: Ramazandan bir gün veya daha fazla oruç tutmayan kimselerin, bunları kazâ etmeleri gerektiğinde görüş birliği vardır. Tutmama hastalık, yolculuk, hayız, nifas ve benzeri özürler sebebiyle, yahut kasten veya yanılarak niyeti terketmek sûretiyle olabilir. Her ne sebeple olursa olsun gününde tutulamamış Ramazan orucunun kazâ edilmesi gereklidir. Aynı şekilde keffâret, adak veya başlanıp bozulmuş nâfile oruçların kazâsı da gereklidir. Başlanıp tamamlanmamış nâfile oruç meselesinde, Şâfiîler hiçbir şekilde kazâyı gerekli görmezken, Mâlikîler sadece kasten bozma durumunda kazâyı gerekli görmüşlerdir.
Ramazan orucunun kazâsı, yasak günler dışında her zaman yapılabilir. Şâfiîlere göre ise bir Ramazanda kazâya kalmış orucun, gelecek Ramazana kadar kazâ edilmesi gerekir. Bir Ramazanın kazâ borcu yerine getirilmeden, öteki Ramazan gelecek olursa, kazâ borcuna ilâveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar.
b) Keffâret Orucu: Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmamak büyük günahtır. Müslüman kişinin mâzeretsiz olarak oruç yemesi, son derece uzak ihtimaldir. Bununla birlikte Ramazanda mâzeretsiz olarak kasten oruç yemek, Ramazanın saygınlığını ihlâl etmek anlamına geleceği için keffâret ödemek gerekir. Keffâret için genel olarak önerilen üç seçenekten sadece ikisinin günümüzde tatbik imkânı vardır ki, bunlardan birisi iki ay peş peşe oruç tutmak, ikincisi 60 fakiri doyurmaktır. Toplumsal şartlar gereği ve bir anlamda köleliğin kaldırılması hedefine yönelik olarak önerilen köle âzât etme seçeneği köleliğin kalkmasıyla uygulama dışı kalmıştır.
ORUÇ
- 483 -
Hanefîler, keffâret seçeneklerinde sıra gözetmenin gerekli olduğunu savundukları için öncelikle iki ay peş peşe oruç tutmayı, bu mümkün olmazsa diğer seçenek olan altmış fakiri doyurma seçeneğinin uygulanabileceğini ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler ise, sıra gözetmeksizin herhangi bir seçeneğin yerine getirilmesini yeterli görmüşlerdir.
Araya hayız ve nifas gibi doğal mâzeretlerin girmesi durumu keffâret orucunun peş peşe oluş özelliğine zarar vermez. Bu haller geçtikten sonra yeniden niyet edilerek kalınan yerden devam edilir.
Ramazanda oruç bozmanın keffâretle cezâlandırılmasının altında, Ramazanın saygınlığına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazanda oruç bozmak, Ramazan ayına ve Ramazan orucuna yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan kimsele için keffâret öngörülmüştür. Bu espriyi dikkate alan bazı fakîhler, keffâreti oruç tutmamanın değil; orucu bozmanın cezâsı olarak değerlendirip, Ramazan ayında Ramazan orucuna niyet edilmediği takdirde oruç yemenin keffâreti gerektirmediğini söylemişlerdir.
Fakat bu görüş, pek anlamlı ve isâbetli görünmemektedir. Çünkü niyet etsin veya etmesin, Ramazanda Mâzeretsiz olarak oruç yiyen/tutmayan kişi, Ramazan orucuna olmasa bile Ramazan ayına saygısızlık etmiş olmaktadır. Öte yandan, bir Ramazanda birden fazla oruç yemek durumunda sadece bir keffâretin öngörülmesi, keffâret konusunda tek başına orucun değil; bir bütün olarak Ramazanın göz önünde tutulduğunu göstermektedir. Şayet keffâretin sebebi, Ramazan orucu olacak olsaydı, bozulan her bir Ramazan orucu için keffârete hükmedilmesi gerekirdi.
Esâsen Ramazan ile Ramazan orucunu birbirinden ayırmak da gerçekte mümkün değildir. O halde Hanefîlerin ortaya attığı bu görüşün anlamı nedir? Öyle sanıyoruz ki, Ramazan ayı ile Ramazan orucunun birbirinden ayrılması, zihnen mümkün olsa bile gerçekte böyle bir şeyin mümkün olmadığını elbette onlar da bilmekteydiler. Fakat hukuk tekniği bakımından kendi görüşleri arasındaki tutarlılığı kaybetmemek ve bu yönden tenkide mâruz kalmamak için bu ayrımı yapmak durumunda kalmışlardır. Bu bakımdan teknik bir ayrıntının soncu olan bu görüşü, aslî bir görüş gibi değerlendirip, "canım, niyet etmediğimiz zaman keffâret gerekmiyormuş" düşüncesiyle, işi hafife indirgeyerek, Ramazandan oruç tutmamak yanlış olduğu gibi, böyle yapan kişi, kendi kendini kandırmış olur. Bu kimse ayrıca, dinin temel vecîbelerinden birini hafife aldığı, gerek Ramazana, gerek oruca saygısızlık ettiği için büyük günah işlemiş olur. Keffâretin gerekip gerekmemesi teknik bir konudan ibâret olup, mâzeret olmadıkça, Ramazan orucu konusunda titiz davranmak gerekir. Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmayan kimse, günahkârdır. Peygamberimiz, mâzeretsiz olarak Ramazanda bir gün oruç yiyen kimsenin ömür boyu oruç tutsa da o günün borcunu gerçekten ödemiş olmayacağını ifâde etmiştir.
c) Fidye: Fidye konusunu içeren âyetteki "ve ale'llezîne yutîkûnehû"2128 ifâdesinin, dil açısından oruca güç yetiremeyenler anlamına gelebileceği gibi, zorlukla güç yetirenler anlamına da gelebileceği dile getirilmiştir. Hatta kimi
2128] 2/Bakara, 184
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyetlerde, "Sizden Ramazan ayına yetişenler o ayda oruç tutsun."2129 meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar, fidye âyetinden hareketle, ashâbdan dileyenin oruç tuttuğu, dileyenin de tutmayıp fidye verdiği, bu âyet nâzil olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında fidye hükmünün kaldırılıp sadece hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak devam ettirildiği belirtilmektedir.2130 Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamasının da bir sonucu olarak âyetteki "Oruç tutmakta zorluk çekenler" ifâdesiyle, şeyh-i fâni (düşkün ihtiyar) denilen yaşlı kimselerin kastedildiği yaygın olarak benimsenmektedir.
Buna göre âyet, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların tutamadıkları oruç için fidye vermesi hükmünü getirmiş olmakta ve fidyenin miktarını "bir fakir doyumluğu" olarak belirlemektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan ve iyileşme umudu bulunmayan hasta, orucu ileride kazâ etme ihtimali çok düşük olduğu için, bu ihtimal yok sayılarak şeyh-i fâni gibi değerlendirilmiş ve fidye hükmü kapsamına alınmıştır. Bu kimselerin, tekrar sağlıklarına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden tutulamayan orucun, aynı cinsten bir ibâdetle telâfîsi talep edilmemiş, ibâdet şevkinden mahrum kalmamaları için, bunun yerine "her bir oruç için bir fakiri doyurma" şeklinde, orucun mâhiyetiyle alâkalı olması yanında, sosyal amacı da bulunan bir telâfî şekli önerilmiştir.
Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlılar, tutamadıkları her bir oruç için bir yoksulu doyurabilecekleri gibi, bir fakir doyumluğu fidyeyi Ramazan başında veya sonunda, nakit para veya mal olarak da verebilirler. Bu fidyeyi sağlıklarında ödeyemezlerse, fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcûdiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödemeleri, dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri fidyeyi karşılamaya yeterli değilse, mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.
Fidye yoluyla telâfi biçimi, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışındaki mâzeretler, oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Fakatbu kimseler kazâ edemeden vefat etmişlerse, mirasçıların aynı şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm âlimlerince câiz, hatta mendup görülmüştür. Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada söz konusu olan terk, başlangıçta mâzerete, devamında ise ileride kazâ etme ümidi taşınan hoş görülebilir bir ihmale dayalıdır. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu olan acz halinin bunlar için de söz konusu edilmesi mümkündür. Orucu sağlığında kasten terkeden kimseler için ölümden sonra fidye verilip verilmeyeceği, aşağıda ıskat-ı savm konusunda açıklanacağı üzere, tartışmalıdır.
Tutulamayan oruçların fidyesi, birçok yoksula verilebileceği gibi, toplam tutar topluca bir yoksula da verilebilir. Ebû Yûsuf'a göre ise tek fidyenin birkaç yoksul arasında bölüştürülmesi de mümkündür.
Fidye olarak bir yoksulu fiilen doyurma, genellikle pratik olmadığı için, başlangıçta yoksul doyumluğunun gıda maddesine çevrilmesine ihtiyaç duyulmuştur.
2129] 2/Bakara, 185
2130] Müslim, Sıyâm 149-150
ORUÇ
- 485 -
Buğday, hurma, arpa gibi gıda maddelerinin başlıca tarımsal üretimi oluşturması ve bu maddelerin yaygın olarak bulunması sebebiyle yoksul doyumluğu için başlangıçta getirilen oldukça pratik olan bu çözüm, ileriki dönemlerde, tarımsal üretim anlayışının değişmesine bağlı olarak üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesi sebebiyle sıkıntı doğurmuş ve ülkemizde olduğu gibi fakir doyumluğu nakde çevrilmeye başlanmıştır. "Bir fakiri bir gün doyurma" şeklindeki ölçü sâbit ve değişmez olmakla birlikte, bunun tekabül edeceği nakit veya mal, toplumun üretim biçim ve ilişkilerine, geçim şartlarına ve ekonomik seviyesine göre değişebilir. Hanefî fakîhlerinin o dönemlerde belirledikleri ölçüye göre bir fakir doyumluğu olan fidye miktarının, buğday cinsinden karşılığı ve dengi yarım sâ'; arpa, hurma veya kuru üzümden karşılığı ise bir sâ'dır. Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası tutarına denktir. Günümüzde fitrenin (sadaka-i fıtr) miktarı, mükellefe kolaylık olsun diye, her yıl para olarak duyurulur. Fakat "bir fakir doyumluğu" esprisi gözden kaçırılıp, fıkıh mekteplerinin büyük ölçüde kendi dönemlerinin üretim biçimlerini ve geçim standartlarını dikkate alarak tesbit ettikleri buğday, arpa, hurma miktarları esas alınarak her yıl, fitre miktarının buğdaydan şu kadar, hurmadan şu kadar diye açıklanması yanlış anlamalara yol açabilmektedir. "Fakir doyumluğu"nun ne demek olduğu herkes tarafından anlaşılmakla birlikte, bu doyumluğun, paraya çevrildiği vakit, hesabın yapıldığı yiyecek maddesine göre değişmesi makul karşılanmamaktadır. Bir fakir doyumluğunun, günümüzde, asgarî geçim ve hayat standardı, asgarî geçim endeksi gibi ekonomik verilerden hareketle bölgelere göre ayrı ayrı hesaplanması mümkün ve daha sağlıklı olmakla birlikte, hiç değilse, hesapta esas alınan buğday, arpa, hurma ve üzümün tekabül ettiği ortalama miktarın asgarî tutar olarak açıklanıp, ötesinin mükelleflerin ortalama aylık veya yıllık geçim standartlarına göre ayarlamasına bırakılması daha uygun görünmektedir.
d) Iskat-ı Savm: Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telâfî edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir.
İbâdetler, anlam ve amaç yönüyle, öncelikle bireysel/kişisel fenomenler oldukları için, kural olarak niyâbet ve vekâlet kabul etmezler. İslâm dini, her alanda olduğu gibi, ibâdetlerin îfâsında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir olmayı esas almış; bu ilkenin gereği olarak, ibâdetin îfâsında sıkıntı doğuracak durumlar için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibâdetin öngörülen ilk ve aslî biçimiyle yerine getirilemediği durumlarda birtakım telâfî mekanizmaları ve nâdiren de olsa alternatif îfâ biçimleri önermiştir. Bazı istisnâî durumlarda niyâbete izin verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibâdet içeriğinin dışında kalan başka mülâhazalarla açıklanabilmektedir. Kural, ibâdetlerin özellikle ve sadece mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere uyularak yerine getirilmesidir.
Esâsen, tekrar sağlığına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen hasta ve yaşlı kimseler için âyette önerilen fidye yoluyla telâfî şekli, sonraları hükmün konuluş amacına uygun görülmeyebilecek zorlama yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından ıskat-ı salât) anlayış ve tatbikatına dönüşmüştür.
Fidye hükmü, ilk olarak bir mâzeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kazâ etmeden ölen kimseleri içine alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar için de fidye vermesi câiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu meselede, fakîhler kazâ etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölmeden önce orucu kazâ etme imkânına sahip olması durumu ile bu imkâna sahip olmasına rağmen ihmal sebebiyle tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma eğilimi göstermişlerdir. Kimi fakîhler, orucunu kazâ etme imkânı bulamadan vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli hasta kimselerin durumuna kıyas ederek, mirasçılarının fidye vermesini vâcip görmüşse de, fakîhlerin çoğunluğu mâzeret sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin ve kazâ borcunun sâkıt olduğu ve mirasçıların da fidye vermesinin gerekmediği görüşündedir. İmkân bulduğu halde orucunu kazâ etmeden vefat eden kimse hakkında ise, fakîhlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in oruç borcuyla ölen kimse adına her bir gün için bir fakirin doyurulmasını emreden hadisinin2131 genel ifâdesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini gerekli görürler.
Bir grup fakîh de, Hz. Peygamber'in, oruç borcuyla ölen kimse adına velîsinin oruç tutmasını tavsiye etmesini veya buna izin vermesini2132 esas alarak ölenin yakınlarının onun adına oruç tutmasının câiz olduğunu söylerken, Zâhirîler bunun câiz değil; vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakîhlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini emreden hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı yönündeki sahâbî görüşlerini2133 esas alarak ve namaz, oruç gibi bedenî ibâdetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya ölümünden sonra- niyâbetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen adına yakınlarının veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun görmemişlerdir. Bunlar mezkûr hadisteki "yerine oruç tutma" ifâdesiyle oruç yerine geçecek olan fidye vermenin kastedildiğini, Hanbelîler başta olmak üzere fakîhlerin bir kesimi de bu istisnâî hükmün Ramazan orucu için değil de; ölenin adayıp da yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.
Mükellefin oruç borcunun vefâtından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mâzereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mâzereti sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması beklenirken; hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen, fakat hicrî II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir yorum ve kıyaslama ile sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına vefâtından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefât etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mâzerete binâen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyâsen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.
Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivâyet edilir. Ölen adına yakınlarının oruç tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam Şâfiî'nin bu yöndeki eski görüşünün daha sonraki dönem Şâfiî literatüründe geniş bir yoruma tâbi tutulup kasten terkedilen
2131] İbn Mâce, Sıyâm 50; Tirmizî, Savm 23
2132] Buhârî, Savm 42; Müslim, Sıyâm 152; Ebû Dâvud, Savm 41
2133] Muvattâ, Savm 43
ORUÇ
- 487 -
ve kazâ da edilmeyen oruçlar dahil her türlü oruç borcu için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak kimsenin onun yakını olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun olmasın üçüncü şahıslarında da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği görüş ve tartışmalarının yer aldığı görülür. Sonuç itibarıyla, âyette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mâzeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telâfî mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mâzeretli veya mâzeretsiz olarak orucu terkedip, kazâ etmeden ölen herkese teşmil edilmiştir.
Her ne kadar içerisinde mâsum ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salât anlayışının yeşerip, her türlü mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibâdetlerin aslî fonksiyonlarının gözardı edilip, nasıl birtakım şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün bir göstergesi mesâbesindedir. Ruhun Allah'a yükselişini sembolize ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip isbat etmesine katkı sağlayan ve insan için daha birçok mânevî ve derûnî yararlar içeren ibâdetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibâdetlerin ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibâdetleri îfâda tembellik etmesine ve ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.
Vefat eden kimsenin yakınlarının müteveffânın uhrevî mes'ûliyetini azaltacak bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur; fakat bu niyetin doğru kanalize edilerek şâri' tarafından öngörülmüş genel ölçüleri aşmayacak biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şâri', mevcut biçimlerin saptırılması neticesinde oluşan biçimlere göre değil; kendi önerdiği ölçülere göre davranılmasını ister. 2134
Oruç, Niçin Ramazan Ayında Tutulur?
Orucu, mâlum olduğu gibi Ramazan ayında bir ay boyunca tutmak farzdır. Ramazan ise kamerî bir aydır. Ramazan, Kur'an'ın indirildiği ve içinde Kadir gecesi denilen çok fazîletli bir gece bulunduğu, amellerin sevabının kat kat verildiği çok kıymetli bir aydır. Oruç da bu ayda tutulur. Diğer aylarda tutulan oruçlar nâfiledir, yani fazladan sevap kazanmak için tutulan oruçlardır. Bu farz oruç için Ramazan'ın, yani kamerî bir ayın seçilmesinde de birtakım hikmetler vardır.
Kamerî yıl, güneş yılından 10-11 gün daha eksiktir. Böylece her yıl, güneş yılına nazaran Ramazan 11 gün kadar önce gelir. Böylece otuz yıl boyunca yılın her günü mutluka müslüman tarafından oruçlu geçirilmiş olur. Yılın içerisinde uzun günler, kısa günler vardır. Hem sıcak ve hem de soğuk günler mevcuttur. Böylelikle bütün bölgelerdeki müslümanlar, devletlerin her birinde orucun miktar ve şiddeti açısından eşit olurlar. Şayet güneş aylarından biri seçilmiş olsaydı, sıcak bölgelerde yaşayan müslümanların payı, soğuk bölgelerde yaşayan müslümanların payından daha ağır olurdu. Kimi, hayat boyunca uzun günlerde oruç tutarken, kimi de hayat boyu kısa günlerde oruç tutmuş olurdu. Ama kamerî ay seçildiğinden 30 yıllık bir devre içerisinde herkesin çektiği şiddet eşit seviyede olur.
2134] Y. Apaydın, a.g.e. s. 384 vd.
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kimse yazın kavurucu sıcaklarında olduğu kadar, kışın dondurucu soğuklarında da bu mahrûmiyetlere alışmış olur. Çeşitli meyveler ve değişik yiyecekler için belli mevsimler vardır. Böylece her bir devrede müslüman, belli zamanlarda her yiyeceğe karşı kendisini tutabilme alışkanlığını kazanır. Buna karşılık oruçlu bulunduğu müddetçe yiyeceğin bir çeşidinden hayat boyu mahrum kalmamış olur.
Ramazan ayının oruç ayı olarak seçilmesinin ve insana bir yıl içerisinde dilediği ayı seçme yetkisi verilmemesinin zikrettiğimiz faydalarının yanında, ayrıca birçok sosyal etkileri vardır: Müslümanlara birlik şuuru aşılanmaktadır. Müslümanlar, topluca ve düzenli bir şekilde Allah'a teslim olmaya alışmaktadır. Onun için müslümanların bulunduğu bölge ve memleketlerden birinde Ramazan hilâli görüldüğünde dünyadaki bütün müslümanların oruca başlamaları gerekir. Böylece müslümanların tümü bir günde, aynı zamanda bir medreseye, büyük mânâlar taşıyan Ramazan okuluna girmiş olurlar.
Ramazan ayının hilâlinin gözle görülmesiyle başlaması, ayın başlangıcı konusunda takvim ve hesabın yanlış çıkabilme ihtimalinden dolayı, Ramazan hilâlinin gözle görülmesine itibar edilmesinde de büyük hikmetler vardır: Ramazan ve oruca hazırlanan bütün müslümanlar, ayın başlangıcını tespit etmeye, araştırmaya ve uyanık olmaya, başka egemen güçlerin ve devletlerin onu kandıramayacağı seviyeye yükselmeye gayret edecek, heyecanla beklediği misafirini karşılamaya ve yolunu gözlemeye çıkacaktır. Bir ay boyunca da kıymetli misafirini candan bir sevgiyle ağırlamaya, ona ikram etmeye, bu konuda fedâkârlıklara katlanmaya çalışacaktır. Başka zihniyetlerin, devlet ve egemen güçlerin, hatta takvimlerin Rabbıyla kendi arasına, sevdiği oruç ve Ramazan'la kendi arasına girmesine müslüman fırsat vermemiş olacaktır. Hilâli, yani Ramazan ayının başlangıcını bizzat kendisi gözetleyecek ve tespit edecektir.
İslâm'ı, müslümanları, Ramazan ve orucu yeterince tanımamış insanlar, bir ay boyunca (ülkelere ve iklimlere göre)12 ilâ 19 saat arası değişen bir zaman boyunca bir insanın ağzına sigara dâhil hiçbir şey koymaması, hanımıyla beraber bulunmaması gibi mahrûmiyetleri gözünde büyütüp müslümanların bunlara nasıl katlandıklarını belki acıyarak düşünebilir. Hâlbuki incelendiğinde görülür ki, müslümanlar, Ramazan ve oruçtan hiç şikâyet etmezler, bu fedâkârlıklara severek katlanırlar. Allah'ın emirlerine ve yasaklarına riâyet etmenin daha dünyadayken avans olarak verilmiş zevklerinin tadına vâkıf olurlar. Yoklukta varlığı, zindandayken saray hayatını, buruk üzüntü ve hüzünde en güzel, en tatlı güzellikleri yaşarlar. Bunları tatmayan ve yaşamayan bilmez. Balı ne kadar anlatırsak anlatalım, karşımızdakine bunu yeterince tanıtıp sevdiremediğimiz, tattıramadığımız müddetçe o kimse balın güzel tadını tümüyle kavrayamayacaktır.
Bir ay müddetle oruç tutan, ahlâk, fazîlet, sosyal yardım ve Allah için fedâkârlık gibi dersleri alan, eğitim ve öğretimini başarıyla tamamlayan müslüman, Ramazan ayının sonunda diplomasını alacak, bayram yapacaktır. Allah'ın emir ve yasaklarına teslim olmanın mutluluk ve sevincini dünyadayken böyle yaşayacak ve esas bayram olan öteki âlemdeki cenneti de ancak böyle fedâkârlıklar neticesi elde edeceğini düşünecek, kendini yarınki büyük bayramları hak etmeye İslâm'a teslim olmaya adayacaktır.
ORUÇ
- 489 -
Ramazan Ayı ve Fazîleti
Kamerî aylardan dokuzuncusunun ismi olan Ramazan, müslümanların oruç tutmakla mükellef oldukları, dinimizce yüce ve kutsal kabul edilen aydır. “Ramazan”, Arapça bir kelimedir. Bu mübârek aya Ramazan isminin verilmesindeki hikmet şöyle belirtilmiştir:
1- Yaz sonunda, güz mevsimimin evvelinde yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına “ramdâ” kelimesinden alınmıştır. Bu yağmurun yeryüzünü temizlediği gibi, Ramazan ayı da mü’minleri günah kirlerinden temizler. Nitekim bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” 2135
2- Güneşin şiddetli harâretinden taşların yanıp kızması anlamına olan “ramad” kelimesinden alınmıştır. Böyle kızgın yerde yürüyenin ayakları yanar, zahmet ve meşakkat çeker. Bunun gibi, oruç tutan kimse de açlık ve susuzluğun harâretine katlanır, meşakkat çeker, içi yanar. Kızgın yer, orada yürüyenlerin ayaklarını yaktığı gibi, Ramazan da mü’minlerin günahlarını yakar, yok eder.
3- Kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için yalabık iki taşın arasına koyup dövmek anlamına olan “ramd”dan alınmıştır. Bu aya Ramazan isminin verilmesi de Arapların bu ayda silâhlarını bileyip hazırladıklarından dolayıdır. 2136
Ramazan ayına “on bir ayın sultanı” denilmiştir. Bu ayın özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Kur’ân-ı Kerim’de ismi açık olarak geçen tek ay Ramazan ayıdır.
2- Kur’ân-ı Kerim, bu ay içerisinde indirilmiştir. Yüce Rabbimiz; “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu gösteren, hidâyeti ve hakkı bâtıldan ayırmayı açıklayan Kur’an, bu ayda indirildi.”2137 buyrulmuştur.
3- Kur’ân-ı Kerim’de, “bin aydan daha hayırlı”2138 olduğu belirtilen Kadir gecesi bu ay içerisindedir.
4- Dinimizin beş temelinden biri olan oruç ibâdeti bu ayda üzerimize farz kılınmıştır. Kurân-ı Kerim’de; “Sizden kim bu aya şâhid olursa (yetişirse) oruç tutsun”2139 buyrulur. Ramazan ayı girince şartlarını taşıyan kimselere oruç farz olur.
5- Fıtır sadakası vermek, bu aya mahsus bir ibâdettir.
6- Terâvih namazı da bu aya mahsus ibâdetlerimizdendir. Bu konuda bir hadis-i şerif rivâyeti şöyledir: “Kim inanarak ve sevabını umarak Allah rızâsı için teravih namazı kılarsa geçmiş günahları bağışlanır.” 2140
7- İtikâfa girmek: Ramazan ayının son on gününde itikâfa girmek sünnettir.
2135] Buhârî, İman 28, Savm 6; Müslim, Sıyâm 203, Müsâfirîn 175; Ebû Dâvud, Ramazan 1, Savm 57; Tirmizî, Savm 1, Cennet 4; Nesâî, Sıyâm 39; İbn Mâce, İkamet 173, Sıyâm 2, 33
2136] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 1, s. 531
2137] 2/Bakara, 185
2138] 97/Kadir, 3
2139] 2/Bakara, 185
2140] Buhârî, Terâvih 1
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hz.Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayının son on günü girince elini eteğini toplar, geceyi ihyâ eder ve ev halkını uyandırırdı.”2141 Yine Hz. Âişe’den (r.a.) şöyle rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber, Ramazanın son on gününde vefatına kadar itikâfa girdi. İrtihalinden sonra da zevceleri itikâfa devam ettiler.” 2142
8- Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerim’i okumak, hayır ve hasenâtta bulunmak: İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en cömerdi idi. Onun bu cömertliği Ramazan ayı girip de kendisiyle Cebrâil (a.s.) karşılaştığı zaman daha da artardı. Cebrâil (a.s.) Ramazan ayı çıkıncaya kadar her gece Rasûlullah (s.a.s.) ile buluşup, Rasûlullah Kur’an’ı arzeder (okur)du. Rasûlullah, Cebrâil ile buluştuğunda insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu.” 2143
Hadis-i şeriften Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmenin sünnet olduğu anlaşıldığı gibi, gücü yetenlerin çokça sadaka vermeleri, hayır ve hasenâtta bulunmalarının da büyük sevap olduğu anlaşılmaktadır. Enes’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber’e (s.a.s.); “Hangi sadaka daha fazîletlidir?” diye sorulunca, “Ramazan ayında verilen sadaka” buyurmuştur. 2144
Ramazan ayı dinimizce en fazîletli ve mukaddes bir aydır. Bu konuda Peygamber Efendimiz’den birtakım hadis-i şerifler rivâyet edilmiştir:
“Ramazan ayı girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır/zincire vurulur.” 2145
Rivâyet edildiğine göre saçı başı dağınık bir adam Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’ın beni yükümlü tuttuğu orucun miktarını söyle” demişti. Peygamberimiz “Ramazan ayını oruçlu geçir” buyurmuş, adam bu defa “Bunun dışında başka oruç tutmam gerekiyor mu?” diye sormuş, Peygamberimiz de “Hayır, yükümlü olduğun başka oruç yoktur, fakat nâfile olarak tutabilirsin” cevabını vermiştir. Adam aynı şekilde sorularına devam ederek zekât, namaz ve hac konusunda bilgiler aldıktan sonra “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden fazla bir şey de yapmam, eksik de bırakmam” diyerek çekip gitmiş, Peygamberimiz de arkasından şöyle demiştir: “Şâyet dediğini yaparsa bu adam kurtulmuştur.” 2146
Ramazan Mektebi
Ramazan ayı, mü’minler için bir eğitim ve öğretim ayıdır. Bu ay, ibâdetler ve hayırlar için özel ve verimli bir aydır. Kur’an’ın indirilmeye başlandığı bu aydaki bu hâtırayı ebedîleştiren İslâm Dini, inandıkları Kur’an’ın sunduğu hayat düzenini yaşayabilmeleri için, mü’minlerin muhtaç olduğu bedenî ve ruhî eğitimi bu feyizli aya tahsis etmiştir. Ramazan ayını incelediğimizde, onun dünyamızın amelî eğitim yaptıran çok güçlü bir mektebi olduğunu görürüz. Bu yüce mektebin namaz, oruç, fıtrat, Kur’an okumak ve dinlemek, çok çok zikir yapmak gibi müfredâtını uygulayan, geçmiş on bir ayın muhâsebesini yapan ve gelecek on
2141] Buhârî, Kadr 5
2142] Buhârî, İtikâf 1
2143] Buhârî, Savm 7
2144] Tirmizî, Zekât 28; Durak Pusmaz, İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 221-222
2145] Buhârî, Savm 5, Bed’u’l-Halk 11; Müslim, Sıyâm 1, 2, 4, 5; Nesâî, Sıyâm 5
2146] Buhârî, Savm 1; Müslim, İman 9
ORUÇ
- 491 -
bir aya bedenen ve rûhen hazırlanan ve böylece İslâm Dininin hayat düsturlarını yaşama coşkusuyla dolan mü’minler Yüce Mevlâ’mızdan rahmet ve rızâ diploması alırlar. Ramazan okulunda arzedilen bu olumlu neticeyi alabilmek için Ramazan eğitiminin tek hedefi, mü’min hayatının biricik gâyesi olan ibâdetlerle, ciddî bir İslâm insanı olarak kaynaşmak lâzımdır.
İbâdet; Yüce Rabbimizin namaz, oruç, zekât, hac, Hakk’a çağrı, mü’minlerle beraberlik, adâlet ve cihad gibi her bir emrini uygulamaktır. Peygamberimizin öğütlediği af, merhamet, tevâzu, sevgi ve saygı gibi ahlâkî güzellikleri yaşamaktır. Fâiz, zinâ, içki, kumar, bencillik, zulüm, riyâ ve yalan gibi İlâhî yasaklardan sakınmaktır. Hayatının her bir safhasında gerçekleştirmekle emrolunduğu ibâdet hayatını mü’min, özellikle Ramazan ayında tabiîleştirecektir. Dinimizin, tatbik etmediği emirlerini îfâ etmek, kaçınmadığı yasaklarından sakınmak için nefsini kontrol altına alarak ciddî bir eğitime tâbi tutacaktır. Ramazan bir eğitim ayı olduğu için, çeşitli kusurları ve faydasız alışkanlıkları olan mü’minler bu mübârek ayı nefisle cihad mevsimi bilmelidirler. Her çeşit haram ve kötü alışkanlıklardan kaçınma ve ihmal ettikleri İslâmî görevlerini yeniden hayata geçirme hususunda nefsiyle sıkı bir savaş vermelidirler.
Hayat nizamı olan Kur’an’ın Peygamberimize indirilmeye başlandığı Ramazan ayında mü’minler, nefislerine Kur’an terbiyesini tatbik etmelidir. Nefislerini fiilen Kur’an hayatına intibak ettirirken Kur’an’la fikrî bağlarını geliştirmeye çalışmalıdır. Peygamberin sünnetini izleyerek Ramazan ayında özellikle Kur’an’ı okumaya, dinlemeye, anlamaya, yaşamaya önem vermelidir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar olarak Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Ramazan ayı, her şeyden önce Kur’an ayıdır, her dönem ve her yerdeki müslümanlar açısından böyle kabul edilmeli ve gereği yapılmalıdır. Kur’an okumasını bilmeyenler, Ramazan gecelerini bu öğrenime ayırmalıdır. Kur’an okumasını bilenler de Kur’an’dan dersler tâkip etmeli, fakat yalnız yüzünden okuma ile yetinmemelidir. Kur’an mealleri ve tefsirleri veya Kur’an âyetlerini açıklayıcı değişik konulardaki mûteber eserleri okumalı, vakitlerini değerlendirmelidir. Öz ifâdeyle Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır. 2147
Günümüzde Ramazanlar, dinî ve mânevî özelliklerinden soyutlanarak folklorik planda hayata yansıtılmaktadır. İnsanımızı yönlendiren düzen ve kurumları, belediyeler ve özellikle medya Ramazanı "ibâdet ve mâneviyât ayı" olmaktan çıkarıp eğlence ayı olarak değerlendirmektedir. Ramazan çadırları konser salonu görevi de yapmakta, müzik parçaları bu ibâdet ayında teravihlerdeki salevatları bastırmaktadır. Televizyonlar, diğer zamanlardan daha fazla eğlenceye, tiyatromsu şeylere, ortaoyunu ve kuklalara... yer ayırmaktadır. "Ah eski Ramazanlar!" Sanki asr-ı saâdetteki her ânı ibâdet coşkusuyla değerlendirilen Ramazanları hasretle hatırlayıp ona özenmektedir bunu söyleyenler. Hayır, bu güzel arzudan değil bu nostaljik iç geçirmeler... Ya niçin, Lâle Devrinden sonra ve özellikle Tanzimatla birlikte yabancı ve yabancılaşmış insanların Direkler arası gibi eğlence mekânlarındaki gayr-i İslâmî faşingleri, festivaller, câhilî örfler, lüks ve isrâfa âit hâtıralar ve onları canlandırma gayretleri; Rum ve Ermeni şarkıcıların bozuk şive
2147] A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, c. 1, s. 330-333
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bozuk ahlâkla icat ve icraatları olan kantolar ve bayağı ve de cıvık eğlenceler için... Bir de Ortaoyunu ve meddah...
Açlık ve sabır ayı olan Ramazan, halk açısından tıkınma ayıdır. Günler öncesinde piyasa canlanır, koşturmacalar başlar, gıdalar Ramazanda midelere havâle edilmek için evlere yığılır, depolanır. Kadınlar, Kur'an okumaya ve nâfile ibâdete, kültürlerini arttırmaya vakit ayıramasınlar diye mutfaklara hapsedilir; yağlılar, börekler, çörekler, Ramazan yemekleri adı altında bitmeyen uğraşlarla meşgul edilir. Medya "Ramazan Yemekleri" ve "Yemek Târifleri" programları yapar. "Oruç kafası" diye nitelenen sinirlilik, acelecilik, iftar öncesi telâş ve özellikle trafikteki keşmekeşlik ve kazâ yoğunluğu... Tek kelimeyle sabırsızlık ve stres. Sebep de "oruç kafası!" Oruç insanda sabır kapılarını sonuna kadar açar, açlık da insanı olgunlaştırırken insanımız bırakın oruç tutmayı hakkıyla yerine getirmeyi, aç bile kalamamış, akşam tıka basa yedikten sonra sahurda da gün boyu hazmedilemeyecek yağlı ve hamur işleriyle kilo artırmaya çalışmıştır. Buna rağmen sinirlenmenin ve sabırsızlığın suçu oruca yüklenir, bir ibâdete hiç bağdaşmayacak kadar çirkin ve yalan şekilde iftirâ atılır. Ramazanda daha bir tembellik ortaya çıkar, uyku ve uyuşukluk ile geyik muhabbetleriyle, işi rolantiye alıp boş vakitle geçirilir zamanlar. İtikâf yoktur, hatta adını bile telaffuz etmekte zorlanır halkımız. Câmi cemaatine anket yapılsa, "İtikâf nedir?" diye, bilenler çok az çıkacak, onlar içinde de uygulayanlar hemen hiç bulunmayacaktır. Mukabeleye meal ve hele tefsir hiç katılmayacak, tefekkür ve kültürel çalışmalar Ramazan'da da artmayacaktır.
Kapitalist işverenler, ağır işler vermeye, işçisini ezip sömürmeye Ramazan'da da devam edecek, mesai ayarlamasına gitmeyeceklerdir. Laik düzenin, Ramazanda ayrıcalık göstermesi beklenmemelidir tabii; o yine askerlere, memurlara, okullardaki öğretmen ve öğrencilere iftar saatine uygun ayarlamalara, Ramazanın mânevî yapısına uygun düzenlemelere gitmeyecektir.
Hâlbuki Ramazan, her şeyden önce Kur'an ayıdır, tefekkür ve muhâsebe ayıdır, diriliş ve devrim ayıdır, arınma, yenilenme ayıdır. İlim ve kültürle değerlendirilen, ibâdeti günün ve gecenin her dakikasına yayma gayreti gösterilen, mânevî özelliklerin, takvâ, sabır ve tevbenin öne çıktığı aydır. Namazlarını aksattığından mü'min olduğu tartışılabilecek kişinin, Ramazanla iman tazeleyip namazlı mü'min hale geleceği, namazlıların, namazı huşû ile ikame etmeye ve nâfile ibâdetlere alışabileceği bir ortamdır. Evet, Ramazan güzel alışkanlıkların edinileceği aydır. Terâvihler, nâfile ibâdetlere, sahurlar teheccüd saatinde kalkıp gece namazına alışmak için büyük bir fırsat olduğu gibi, mukabeleler, Kur'ansız ve Onun anlaşılması ve yaşanması için gayretsiz günün geçirilmemesi gerektiğini öğretir, alıştırır.
Giderek dünyevîleşen, bireyselleşen insanımızın unutmaya yüz tuttuğu ikrâmı, misafir ağırlamayı, infakı hatırlatır ve yeniden alışkanlık haline getirtir Ramazan; iftarlarla, sadaka-i fıtır ve zekâtlarla bu ayda fakirlere ekstra yapılan yardımlarla... Ramazan, kötü alışkanlıkları bırakmak için bulunmaz bir fırsattır. İçkiciler bile Ramazanda içmez veya çok azaltır. Cehennem kapıları kapandığı gibi, meyhane ve kimi haram eğlence yerlerinin kapılarına da Ramazanda kilit vurulur. Bir mü'min açısından Ramazan, hâlâ sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa, sabahtan akşama kadar içmediğine göre, akşamdan sabaha kadar da
ORUÇ
- 493 -
içmeyebileceğini, irâdesine sahip olmanın çok da zor olmadığını kendisine öğretir. Sık sık çay içmeden, kahve keyfi yapmadan, çerez ve benzeri abur cubur atıştırmadan yapamayanlara, sık sık yiyip içmeden edemeyenlere, bu alışkanlıklarından vazgeçmeleri için en güzel imkânları gösterir Ramazan. Az yemeyi, diyet ve rejimi, iştahı kontrol edebilme, yeme ve içme irâdesine sahip olabilme alışkanlıklarını kazandırır/kazandırmalıdır.
Enes’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Şâban ayının son günü Allah’ın Rasûlü ashâba şöyle hitap buyurdu: “Ey insanlar! Büyük ve bereketli bir ay gölgesini üzerinize saldı. Bu ayda bin aydan daha hayırlı olan bir gece (Kadir gecesi) vardır. Allah bu ayın orucunu farz kıldı. Gecelerini ibâdetle (değerlendirmeyi) öğütledi. Allah’ın sevgisine ermek için kim bu ayda bir hayır yaparsa Ramazanın dışında yetmiş farz yapan kişi gibi sevap kazanır. Kim de bu ayda bir farz yaparsa bu ayın dışında yetmiş farz yapan kişi gibi sevap alır. Bu ay sabır ayıdır. Sabrın mükâfâtı ise Cennettir. (Bu ay) yardımlaşma ayıdır. Mü’minlerin rızıklarının arttırılacağı aydır. Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına ve nefsinin Cehennemden kurtulmasına (sebep) olur. Ayrıca, oruçlunun sevabından bir kısmı eksiltilmeksizin ona oruçlunun mükâfâtı gibi mükâfât verilir. Bu ay, evveli rahmet, ortası mağfiret/bağışlanma ve sonu da Cehennemden kurtuluş olan bir aydır. Her kim, yönetimi altında bulunan kişinin işini azaltırsa Allah onu bağışlar ve onu Cehennemden kurtarır. Bu ayda dört ameli çok yapınız. (Bunlardan) İkisi ile Rabbinizi râzı edersiniz. İkisini yapmaya ise daima muhtaçsınız. Rabbinizi râzı edeceğiniz iki amel Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehâdet (etmeniz) ve O’ndan affınızı dilemenizdir. Yapmaya muhtaç olduğunuz iki amel ise, Allah’tan Cenneti istemeniz ve Cehennem ateşinden O’na sığınmanızdır. Her kim oruçluya su içirirse, Allah ona benim havzımdan su içirir ve o Cennete girinceye kadar bir daha susamaz.” 2148
Kur’an’sız Ramazan, İçi Boş Sahte Cennet Gibidir
Ramazan ayını diğer aylardan üstün kılan nedir? Ramazan’ın özelliklerini sayarak diğer aylardan farkını anlamaya çalışalım:
Ramazan, oruç ve az yeme ayıdır.
Ramazan, nefisle cihad ayıdır, olgunluk ve sabır ayıdır.
Teravih başta olmak üzere nâfile ibâdetlerin daha çok yapıldığı ibâdet ayıdır. Zekât ve fıtır sadakasının verildiği bereketli bir aydır.
Fakirlerin hatırlanıp gözetildiği cömertlik ayıdır. Bu ayda bol bol
Şeytanların ve şeytânî arzuların bağlandığı rahmet ve mağfiret ayıdır.
Kötü alışkanlıkların terk edilip iyi alışkanlıklar edinilmeye çok müsait bir aydır.
Ramazan, bir okuldur.
Ama Kur’an onu, bütün bu özelliklerinden başka bir özellikle tanıtıyor. Bunlar doğrudur, ama Ramazanı Kur’an’ın tanıttığı gibi tanıtmaya yetmez. Rabbimiz onu bize Kur’an’ın indirildiği ay olarak tanıtıyor. Evet, Kur’an’a göre Ramazanın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır. “Ramazan ayı ki, insanlara dosdoğru yolu
2148] et-Terğîb, II/94-95; Hayâtu’s-Sahâbe, 3/384
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gösteren ve hakkı bâtıldan ayırma ölçüsü ve hidâyet için belgeler içeren Kur'an onda indirilmiştir…” 2149
Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,2150 Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihyâ edilmelidir. Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün olur.
Değeri Kur'an'dan kaynaklanan Ramazan, Kur'an'dan daha çok önemsenirken, Kur'an ihmal edilmiştir. Kur’an’ın indiriliş amacına uygun yaşadığımız gün ve gece bizim için Kadir gecesi, böyle yaşadığımız ay bizim için diğer aylardan çok üstün Ramazan’dır. Yoksa rahmet çeşmesinin büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için hiçbir şey ifade etmez.
Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur'an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Ramazan, Kur’an’ın kendisine indiğini bilen ve ona göre hayatını tanzim eden kimselerin Ramazan’ıdır. Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da başka şeyleri Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini reddetmeyen kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan da yoktur bayram da. Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar.
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa "Kitapsız!" denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur câhiliyye toplumu, onlar Kitab’ın kendilerini ve toplumlarını eğitip yönlendirmesini istemezler. Kitabı öğretmesi gereken okullar Kitapsız okuldur; Kitabı göndereni ve Kitabı eğitime karıştırmazlar, O Kitab’ın yeri yoktur resmî kurumlarda. Mahkemeler, Meclis ve tüm kurumlar Kitapsız olduğu gibi, mü’minlerin elindeki (fazla fonksiyonu olmasa da) Kitab’ı (ç)almak için bin bir gerekçe ve hüküm koymaktan çekinmez.
2149] 2/Bakara, 185
2150] 97/Kadr, 3
ORUÇ
- 495 -
Devlet, Kitapsız devlettir. Kitabın bir âyetini, bir hükmünü bile uygulamaz. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin "Kitabın ne?" sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder."2151 “Kitabın ne?” sorusuna o gün Kitaptan uzak yaşayan insan "falan gazete", "filânın nutku", "falan anayasası", ya da "şu kanal", "bu televizyon"... diyebilir. Yani, “Kitabım” diye iddia edilen Allah'ın Kitabı yerine, kişiye yön veren, o kimsenin O Kitap'tan fazla okuyup baktığı, etkilendiği, itaat edip uyduğu ne ise, insanın organları yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. "Kitabım Kur'an" sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Bir ilke, bir kanun fert ve toplum hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. "Allah, şu Kur'an'la amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır." 2152
Tevhidî çizgide yaşamaya çalışan mü’minler Kitapsız değildir, Kitapsız olamazlar. Onları Kitabullah yönlendirir. Eğitimleri, cemaat çalışmaları Allah’ın Kitabını daha iyi anlamaya yöneliktir. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirler ve ona göre tercihlerini yaparlar. Onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığının bilinci içindedir. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat etmeye çalışırlar.
Kur’an, muvahhid mü’minin başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır. Kur’an mü’minler için ana yasadır. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmez, edemez muvahhid kimse.
Ölü kitabı değildir Kitaplı mü’min için, muska kitabı değildir Kur’an. Hatmetmek için hatmetmenin Kitaplı olmaya yetmeyeceğini bilir muvahhid mü’min. Dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden Ramazanlarda Kur’an’ı kabından çıkarıp hatim etmeyle işin biteceğini hiç mi hiç düşünmez. Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdi. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü. “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bunlar, zâlimlerin hüsrânını, kayıplarını arttırır.”2153 Kim gönlündeki, başta şirk olmak üzere, her çeşit mânevî hastalıkları Kur’an’la tedavi etmezse, Allah ona başka bir yoldan asla şifâ vermez. Âyette dünya, türlü hastalıklarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir doktora, Kur’an da şifâ veren ilaca benzetilmiştir. Kur’an’a itaat eden mü’min, bu âyetlerle şifaya ve rahmete kavuşur. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi de onun hastalığını arttıracaktır.
Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktır Kitaplı mü’minlerin dertleri. Onlar Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okurlar. Bilirler ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir. Onlar Kur’an’ı yaşama niyetiyle okuyup anlamayı en büyük zikir,
2151] 36/Yâsin, 65
2152] Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
2153] 17/İsrâ, 82
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
en önemli ibâdet kabul ederler. Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söyleyemez. Başkalarının, hata yapma ihtimali büyük olan beşerin, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasak kılamaz. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görseler, öyle bir eûzü çekerler ki, sadece cin şeytanları değil ins şeytanları da kaçar onlardan.
Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okurlar.
Sadece Kur’an’la yetişen “canlı Kur’an” sıfatına en lâyık şahsiyet, “Onun ahlâkı Kur’an’dı.”2154 denilen Yüce Önderimiz Peygamberimiz’in izinden giden muvahhid mü’minler de canlı Kur’an olmaya, ahlâkını, yaşayışını tümüyle Kur’an’ın yön verdiği tevhidî inkılâbı her alanda gerçekleştirmeye aday olmaya çalışan insanlardır. Onlar bilirler ki, insanların en hayırlısı Kur’an’ı (metnini okumayı, anlamını, hükümlerini, nasıl yaşanacağını, çevreye nasıl hâkim kılınacağını) öğrenen ve başkalarına öğreten kimselerdir. Onların evleri Kur’an okuludur. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlar.
Bütün mûcizevî yönlerinin yanında Kur'an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah'ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhit olduğu en büyük devrim, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Kur'an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil'in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber'i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur'an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur'an sayesinde insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermişti. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur'an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur'an'ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet olmuşlar ve en güzel medeniyet oluşturmuşlardı.
Ashâbı dirilten, canlandıran, adam eden Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.
Kur'an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin çağ anlayışı da câhilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da, hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak savunur. İslâm'ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ulu'l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle
2154] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139
ORUÇ
- 497 -
tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâp, Kur'an'ın yaptığı inkılâp; en büyük inkılâpçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur'an'la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur'an'la birlikte Kur'an'ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâpçı insanın adı da müslüman'dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâp denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Peki, Kur'an, aynı Kur'an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur'an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur'an, niye artık tevhidî bir inkılâp yapamıyor? Kur'an değişmemiştir, ama Kur'an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur'an anlayışı, Kur'an'a bakış, Kur'an'a yaklaşım değişmiştir. Kur'an, aynı Kur'an'dır, ama Kur'an'a yönelmesi gereken insan, Kur'an'a ashâb gibi yönelmiyor.
Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Ramazan, mü’minler için bir eğitim ayı olduğu gibi bir öğretim ayı da olmalıdır.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir.
Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş bulunan Kur'an’ı duvarlara, kitaplığa terk etmekten, onu süslü kabının içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanların Ramazan’dan alacakları pay, en fazla açlık olacaktır.
Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat, Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan: “Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” 2155
2155] 8/Enfâl, 24
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.
Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin, her istirahatımızın önüne geçmeli. Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.
Kur’an ve Ramazan aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun, iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı, yattığımız yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/ayakta ölmeye çalışmalıyız.
Selâm olsun canlı Kur’an adayı (her yaştan) genç muvahhidlere! Kur’an talebesi olmayı hayat boyu sürdürecek, Kur’an’ı öğrenip öğretmeyi, yaşayıp yaşatmayı hiçbir hazineye değişmeyecek Kur’an dostlarına!
Rü’yet-i Hilâl; Hilâlin Görülmesi
Kamerî aylar, adından da anlaşıldığı gibi, başlangıcı ve bitişi ayın hareketlerine göre belirlenen aylardır. Ramazan orucu, Ramazan ayında tutulduğundan ve Ramazan ayı da ay takvimine göre her sene değiştiğinden, oruca başlayabilmek için öncelikle, Ramazan ayının başladığını tesbit etmek gerekmektedir. İslâm dininin temel ibâdetlerinden olan namazın vakitleri, güneşe göre; oruç ve hac ibâdetlerinin vakitleri ise, ayın dünya etrafındaki dönüşlerine göre belirlenmiştir. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: ‘Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir.”2156 Kamerî aylar, hilalin batıda görülmesiyle başlar. Hilalin tekrar batıda görünmesi bazen yirmi dokuz, bazen de otuz gün sürdüğünden, kamerî ayın başlangıcını tesbit etmek, ancak onu izlemekle mümkündür. İslâm’ın temel ibâdetlerinden oruç ve haccın tam zamanında yapılabilmesi için hilalin izlenmesi gerekmektedir. Hilâli izleme, ibâdete bir zemin hazırladığı için aynı zamanda bir ibâdettir. “Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve hidâyeti/doğruyu eğriden ayırmanın (furkanın) açık delilleri olarak kendisinde Kur’an indirilen aydır. Sizden her kim hilâli (Ramazan ayının ilk hilâlini) görürse oruç tutsun (oruca başlasın)...”2157 Bu âyet, oruç ibâdetinin başlangıcını hilâlin görülmesine bağlamıştır. Dolayısıyla hilâlin rü’yeti/görülmesi ile oruca başlanır.
Peygamberimiz “Hilâli (Ramazan hilâlini) görünce oruca başlayın ve hilâli (Şevval hilâlini) görünce bayram edin. Hava bulutlu olursa içinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayın.”2158 buyurmuştur. Bir başka hadiste de “Hilâli görmedikçe başlamayın, hilâli görmedikçe bayram etmeyin. Hava bulutlu olur da hilâli göremeyecek olursanız, ayı
2156] 2/Bakara, 189
2157] 2/Bakara, 185
2158] Buhârî, Savm 5, 11; Müslim, Sıyâm 3-4, 7-10
ORUÇ
- 499 -
otuza tamamlayın.”2159 buyrulmuştur. Bunun için Şâban ayının 29. gününden itibaren hilâli görmek için araştırmalar yapmak gerekmektedir. Aynı şekilde, Ramazan ayının çıkıp Şevval ayının girdiğini anlamak, dolayısıyla bayram günü oruç tutmuş olmamak için bu defa Ramazanın 29. gününden itibaren hilâl gözetlenir ve görülmeye çalışılır. Şâban ayının yirmi dokuzunda hava bulutlu olur da ay görülemezse, kamerî aylar bazen 29, bazen 30 çektiğinden, Peygamberimiz’in direktifi doğrultusunda Şâban ayının otuz çektiği farzedilerek ona göre davranmak gerekir.
Bir hadislerinde peygamberimiz “Biz ümmî bir toplumuz; hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay, ya 29 ya 30’dur.”2160 buyurmuştur. Rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz hilâli gördüğü vakit Ramazanın bereketli ve huzurlu geçmesi için duâ ederdi.
Hilâlin Görülme Vakti: Hem güneş battıktan sonra daha kolay görüleceği, hem de başlayacak günün hilâli olmasının netleşeceği düşüncesinden dolayı âlimlerin büyük çoğunluğu, hilâlin gündüz değil; güneş battıktan sonra (güneşin battığı yer civarında) görülmesine itibar edileceğini söylemişlerdir. Ebû Hanife, İmam Muhammed, bir sonraki geceye âit olma ihtimalinden dolayı, zeval vaktinden önce veya sonra olmasına bakmaksızın, gündüzün görülen hilâli ile Ramazan orucuna başlanamayacağı gibi, Ramazan orucunun bittiğine de hükmedilemeyeceği görüşündedir. Diğer mezheplerin görüşü de bu yöndedir. Ebû Yûsuf ise, zevalden sonra görülecek hilâli sonraki geceye; zevalden önce görülecek hilâli ise, iki gecelik olmayan hilâlin zevalden önce görülemeyeceğine ilişkin cârî tecrübî bilgiye dayanarak, önceki geceye âit saymıştır.
Hilâlin, güneş battıktan sonra görülmesi, kamerî takvime göre içinde bulunulan ayın sonunu, bir sonraki ayın başlangıcını gösterir. Hilâl, ilk doğduğunda çok ince olduğu ve çok kısa bir süre sonra kaybolduğu için, ilk günün hilâlini görmek, büyük bir dikkat ve tecrübeyi gerektirir. O anda hafif bir sis bulunması durumunda hilâlin görülmesi mümkün olmaz. Bunun için Peygamberimiz bu gibi durumlarda içinde bulunulan ayı, otuz güne tamamlamayı emretmiştir. Hilâli gözetleyen ve gördüğünü beyan eden kimsenin, âdil olması şarttır.
Dünyanın yuvarlak olması sebebiyle hilâlin bir yerde görülürken başka yerde görülmemesi mümkündür. Buna “ihtilâf-ı metâlie”, yani ayın doğuş yer ve vakitlerinin değişmesi denilir. Oruca başlarken, ihtilâf-ı metâlie itibar edilip edilmeyeceği hususunda Şâfiîler, ihtilâf-ı metâlie itibar edileceğini, dolayısıyla bir yerde görülen hilâlin oraya uzak yerler için geçerli olmayacağını söylemişlerdir. Şâfiîlerin bu konuda sağlam dayanakları bulunmamaktadır. Cumhur ulemâ ise, ilk dönemlerden beri, ihtilâf-ı metâlie itibar edilmeyeceğini, bir yerde görülen hilâlin diğer yerler için de geçerli olacağını söylemişlerdir.
Rü’yet-i hilâl konusundaki asıl tartışma şudur: Ramazan hilâlinin görülmesinde baş gözüyle görmeye mi itibar edilecektir, yoksa bu hususta astronomik hesaplara dayanmak câiz midir? Eski fakîhlerin büyük çoğunluğuna göre rasathane hesaplarına itibar edilmez. Hilâlin görülmesi gerçekleşmediği takdirde
2159] Buhârî, Savm 11, 5, 13, Talâk 25; Müslim, Sıyâm 9; Ebû Dâvud, Savm 4; Nesâî, Savm 10, 11; Muvattâ, Sıyâm 1
2160] Buhârî, Savm 11, 13, Talâk 29; Müslim, Sıyâm 13-15; Ebû Dâvud, Savm 4; Nesâi, Savm 17
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önceki ayı otuza tamamlamakla kamerî ay başlar. Şâfiîlerden bazı âlimlerle çok az sayıdaki hanefî âlimlere göre ise, rasathane hesaplarına da itibar edilir. Ancak, eski fakîhlerin dönemlerinde astronomi ilmi bu günkü kadar gelişmemişti. Bugün, ayın çıplak gözle görülebilir esasına göre çok ince hesaplar ve gözlemler yapılabilmektedir. Diğer yandan ise; sahih senedlerle rivâyet edilen hadislerde Rasûlullah, hilâllerin sübûtunu, hilâlin gözle görülmesine bağlamaktadır. Bu anlamda rivâyet edilmiş bütün hadislerin hiçbirinde hesaba itibar edileceğine dair bir işaret mevcut değildir.
İslâm dini, belli bir zümrenin değil; her sınıf ve toplumdan insanların dinidir. Hilâlin gözle gözetlenmesi, havas-avam herkesin imkânı dâhilinde olan bir husustur. Hesap esas alındığı takdirde, ancak bu işten anlayanlar, tahkikî bir bilgiye dayanarak hilâli tesbit edebilirler. Genel halk tabakası ile bu işten anlamayanlar onları taklit etmek zorunda kalırlar. Tahkikî bir bilgiye dayanarak bütün müslümanların Ramazan orucuna başlamaları ve bayram yapmaları mümkün olmaz. Bununla beraber, rü’yeti esas alan âlimlerden bir kısmı, hilâlin hesapla kesin olarak tesbit edilebileceğini (belki o zamandaki âletlerin ve gelişmelerin yetersizliği veya o âlimlerin iletişimsizliği veya güvensizliği ile) de kabul etmezler. Hanefîlerin bu husustaki genel görüşleri, astronomi bilginlerinin ayın hareketlerini esas alarak yaptıkları hesaplara itibar edilerek Ramazan ayının girdiğinin ilân edilemeyeceği şeklindedir. 2161
Astronomik hesapla hilâlin tesbit edileceğini kabul etmeyenlerin görüşleri şöyledir: Astronomi ilminin sonuçları inkâr ediliyor değildir. Ancak, hilâlin gözlenmesi, nassla sâbit olan bir ameldir. Nitekim Hanefî ulemâsı bunun vâcib olduğunda ittifak etmiştir. İlmin ilerlemiş olması, herhangi bir vâcibi ortadan kaldırmaz. Kaldı ki; gözle görmenin kalbe vereceği güven ve rahatlıkla, takvim yaprağına bakmak arasında büyük bir fark vardır. Hesaplar kesin olsa bile bunları yapanlar hatâdan mâsum değildir. Nitekim memleketlerin takvimlerinin birbirinden farklı oluşu da bunu göstermektedir.
Rü’yeti esas alanlar, şâhitlerin yalan şâhitlik etme ihtimali üzerinde de durarak, bunun mümkün olduğunu kabul eder ve derler ki: Şeriat zâhir ölçüleri esas almıştır. Her şâhitlik hakkında bu durum söz konusudur. Bâtını ise ancak Allah bilir. Bu ihtimali hesaba katan Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Orucunuz, oruç tuttuğunuz gündür. Fıtır (Ramazan) bayramı, bayram yaptığınız gündür. Kurban bayramınız da, bayram yaptığınız gündür.” 2162
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Bir ay yirmi dokuz olabilir. Hilâli görmeden oruca başlamayın ve hilâli görmedikçe orucu açmayın. Şâyet hava kapalı olursa (görmenize engel olursa) onu takdir edin.”2163 Bu hadis-i şerifte zikredilen “onu takdir edin” ifâdesinden neyin kastedildiği hususunda âlimler arasında görüş farklılıkları vardır:
a) İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ebû Hanife, selef ve halefden cumhûr-i ulemâ, diğer hadisleri delil göstererek, bunun mânâsının “şâyet hilâli göremezseniz ay’ı tam sayı olan otuza göre takdir edin” olduğunu söylemişlerdir.
2161] Fetâvâ-yı Hindiyye, I/197
2162] Tirmizî, Savm 11
2163] Müslim, Sıyâm 3, Ebû Dâvud, Savm 4
ORUÇ
- 501 -
b) İmam Ahmed bin Hanbel ise, “şâyet hilâli göremezseniz onun bulut altında olduğunu takdir edin” mânâsını ifâde ettiğini bildirmiş ve ayın yirmi dokuzunda hava açık olur da hilâl görülmezse, otuza tamamlanacağını; buna mukabil, hava bulutlu veya sisli olur da görülmezse, hilâlin var sayılacağını ve o ay’ın yirmi dokuz kabul edileceğini söylemiştir.
c) İbn Şüreyh, İbn Kuteybe gibi bir kısım âlimler ise, buradaki “onu takdir edin” ifâdesinden “şâyet hilâli görmezseniz, astronomik hesaplara göre onu takdir edin” anlamının kastedildiğini ileri sürmüşlerdir.
Hesaba itibar edileceğini söyleyenlerin delilleri: Peygamber (s.a.s.)’in “Biz ümmî bir ümmetiz; yazı bilmeyiz, hesap bilmeyiz” şeklindeki hadisi o günkü bir vâkıayı dile getirmektedir. Hz. Peygamber, İslâm ümmetinin bu hal üzere devam edeceğini söylemiyor. Hesaba başvurmanın müneccimlik ve kâhinlikle de bir ilgisi yoktur. Kâhinler, yıldızların hareketlerinden fert ve toplumun geleceği hakkında mânâ çıkarır, kehânetlerde bulunurlar. Oysa rasathane hesapları bir ilimdi, ilmî usullerle neticeye varır.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de güneş, ay ve yıldızların belli ölçüler dâhilinde hareket ettiklerini, kâinatın tamamına bir nizamın hâkim bulunduğunu ve bu nizama bir değişikliğin ârız olmadığını haber vermektedir. Astronomi ile meşgul olanlar, hassas âletlerle donatılmış rasathanelerde bu hareketleri hesap ederler. Hilâlin hesapla tesbiti müslümanlar arasında birliği sağlar. Böylece müslümanlar aynı günde oruca başlama ve aynı günde bayram yapma imkânına kavuşmuş olurlar. Hesaba itibar edilmesini savunan âlimler, bu delillere ek olarak, orucun da namaz gibi bir ibâdet olduğunu, namaz vakitlerini tesbit ederken nasıl hesaba itibar ediliyorsa, oruç konusunda da hesaba itibar edilmesi gerektiğini söylerler.
Şâfiî âlimlerden İmam Sübkî, hesaba itibar etmenin ötesinde, hesabın esas alınması gerektiğini savunur. Ona göre şâhitler, hilâli gördüklerine dâir şâhitlik etseler, hesap ehli de o gün görülmeyeceğini söyleseler, hesap ehlinin görüşüyle amel edilir. Çünkü hesap, kesindir; şâhitlerin şâhitliği ise zannîdir. Aynı mezhebe bağlı İbnu’l-Hacer ise, bu durumda hesaba uyabilmek için hesap uzmanlarının ittifakını şart koşar.2164 Bu görüşte olan âlimler, her hesap uzmanına güvenilemeyeceğini, vereceği bilgiye dinî bir ibâdet dayandırılacağından mü’min ve âdil olması gerektiğini belirtirler.
Bir kimse, Şevval hilâlini gördüğünü veliyyü’l-emr veya kadı’ya mürâcaat ederek beyan ederse, onlar tasdik ettiği anda Ramazan bayramı ilân olunmuş demektir. Laik olan (yani din ile devlet işlerini ayrı mütâlaa eden) devletler Ramazan ayının başlangıcını ve bayramını ilân etme hakkına sahip değildirler. Zira bu, dinî (İslâmî) bir meseledir. Onların bu konuda velâyet hakkı yoktur. Velev ki ilân etsele dahi, hükmen geçerli değildir. Zira velâyet hakkı bey’at sonucu ortaya çıkar. Hâlbuki laik devlet, hangi dinden olursa olsun, bütün vatandaşları eşit kabul etmek durumundadır. Nasıl yahûdilerin ve hıristiyanların bayram günlerini ilân etmiyorsa, müslümanların bayram günlerini de ilân edemez. Ettiği takdirde, vatandaşlar arasında eşitliği bozmuş ve din istismarı yapmış olur.
Son yıllarda rü’yet-i hilâl konusunda, farklı siyasî coğrafyalarda bulunan
2164] İbn Âbidin, s. 227
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlar arasında bir ihtilâf görülmektedir. Bunun giderilmesi için rü’yet-i hilâl toplantıları yapılmış ve bazı kararlar alınmıştır. Fakat pratikte bu kararların hiçbir faydası olmadığı müşâhede edilmektedir. Müslümanlar yine ayrı ayrı günlerde Ramazan orucuna başlamakta ve farklı günlerde bayram etmektedirler. Bunun sebebini Kemâlüddin İbnü’l-Hümam’ın şu tesbitinde bulmak mümkündür: “Müslümanların kendi içlerinden bir emîr seçmelerinin sebebi; İslâm’ın emirlerini (ve hükümlerini) hakkı ile edâ etmek içindir.”2165 O, bu ifâde ile siyâsî şuurun temelini tesbit etmiştir. Mü’minlerin kendi içlerinden seçtikleri bir emîre itaat etmeleri, nassla emrolunmuştur. Günümüzde bu mâhiyette bir emîr sahibi bulunmadığı için rü’yet-i hilâl konusundaki ihtilâflar devam edecektir. Mükellef olan her mü’min, bu durumu iyi düşünüp tâğûtî güçlerin din istismarı karşısında direnmelidir. Tâğûtî güçleri reddetmenin bir iman meselesi olduğu asla unutulmamalıdır. 2166
Kadir Gecesi ve Fazîleti
“Gerçekten Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sana haber veren oldu mu? Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır. O gece melekler ve ruh (Cebrâil), Rablerinin izniyle her bir iş için peyderpey inerler. O gece selâmettir, esenliktir; bu fecrin doğuşuna kadar devam eder.”2167 Sözlükte kadir (kadr) kelimesi, “hüküm, şeref, güç, yücelik” gibi anlamlara gelir. Dinî literatürde ise “leyletü’l-kadr” şeklinde Kur’ân-ı Kerim’in indirildiği gecenin adı olarak kullanılır. Aynı adı taşıyan 97. sûre bu gecenin fazileti hakkında nâzil olmuştur. Sûrede Kur’an’ın Kadir gecesinde indirildiği ve sözü edilen gecenin bin aydan daha hayırlı olduğu belirtilir. Müfessirler, hayırlı olanın bu gecede yapılan amel olduğunu, bin ayın ise içinde Kadir gecesinin bulunmadığı bir süreyi ifâde ettiğini belirtirler. Ancak genel bir rakam konumunda bulunması ve ism-i tafdîlden sonra gelmesi dikkate alınarak bu sayının çokluktan kinâye olabileceğini söylemek de mümkündür.
Allah’ın insanlara peygamberler vâsıtasıyla son hitabı ve nihâî mesajı olan Kur’ân-ı Kerim’i indirmesi, insanlığın hidâyetinde bir dönüm noktası teşkil ettiği için bu olayın gerçekleştiği gece özel bir anlam taşır. Kadir gecesinin önemine işaret eden bir hadiste, önceki ümmetlerin uzun ömürlü olmaları sebebiyle fazla sevap kazanma imkânına sahip bulunmalarına karşılık müslümanlara Kadir gecesinin verildiği belirtilir.2168 Kadr sûresinde bildirildiğine göre bu gecede Allah’ın izniyle melekler ve Cebrâil yeryüzüne iner ve gece boyunca yeryüzüne barış ve esenlik hâkim olur.
Kadr sûresinde verilen bilgiler, Kur’an’ın Ramazan ayında2169 ve bütün hikmetli işlerin kararlaştırıldığı mübârek bir gecede2170 indirildiğine dâir âyetlerle birlikte ele alındığında Kadir gecesinin Ramazan ayı içinde bulunduğu sonucu ortaya çıkar. Bu gecenin daha çok Ramazanın son on veya yedi günündeki tekli gecelerde aranması gerektiğine dâir hadisler2171 gecenin tesbitiyle ilgili bazı
2165] K. İbnü’l-Hümâm, Kitâbu’l-Müsâyere, s. 265
2166] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 288-291
2167] 97/Kadr, 1-5
2168] Muvattâ, İ’tikâf 6
2169] 2/Bakara, 185
2170] 44/Duhân, 3-4
2171] Buhârî, Fazlu Leyleti’l-Kadr 2-3; Müslim, Sıyâm 205-220
ORUÇ
- 503 -
ipuçları vermektedir. Bu hususta sahâbeden gelen rivâyetlerde en çok Ramazanın 27. gecesi öne çıkıyorsa da2172 bu rivâyetler ihtilâflı olduğundan kesinlik ifâde etmemektedir. Bazı nakillerde Hz. Peygamber’in Kadir gecesinin vaktini haber vermeye teşebbüs ettiği, ancak o sırada bir konuda anlaşmazlığa düşen iki sahâbînin Rasûlullah’a başvurması üzerine buna fırsat bulamadığı, daha sonra da konunun zihninden silindiği bildirilir. 2173
Kadir gecesinin kesin olarak belirlenmemesinin hikmeti üzerinde duran âlimler, bu durumun gecenin feyzinden istifâde etmek için daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Zira Kadir gecesinin bildirilmesi halinde müslümanlar sadece o geceyi ihyâ etmekle yetinebilirlerdi. Hâlbuki kısmî belirsizlik sâyesinde mü’minlerin Kadir gecesi ümidiyle bütün Ramazan gecelerini ibâdet şuuru içerisinde geçirmeleri söz konusudur. Ayrıca Kadir gecesinin bildirilmemesi yoluyla müslümanların bilerek ona saygısızlık göstermeleri veya tâzimde aşırıya kaçmaları önlenmiş olur.
Bir hadiste Kadir gecesini ihyâ edenlerin günahlarının affedileceği müjdelenmiştir: “Kim Kadir gecesini, fazîletine inanarak ve alacağı sevabı Allah’tan bekleyerek ibâdet ve tâatla geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.”2174 Ramazanın son on gününe girildiğinde Hz. Peygamber, dünyevî işlerden uzaklaşıp i’tikâfa çekilir, geceleri daha çok ibâdet ve tefekkürle geçirdiği gibi âilesini de uyanık tutardı.2175 Hz. Âişe vâlidemiz demiştir ki; Rasûlullah (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl duâ edeyim?” diye sordum. Rasûlullah (s.a.s.): “Allahümme inneke afüvvün tuhıbbu’l-afve fa’fu annî; Allah’ım! Sen affedicisin, affı seversin, beni de affet!” diye duâ et, buyurdu.”2176 Bu sebeple müslümanlar, Ramazan ayının son on gecesini ve özellikle âlimlerin çoğunluğunun işaret ettiği 27. geceyi, kulluk bilinci içinde ibâdet ederek ve geçmişte yaptıkları hataları bir daha tekrarlamamaya kesin karar vererek geçirmeye özen gösterirler. 2177
“Oruç tutun, sıhhat bulursunuz.” 2178
"Komşusu açken tok yatan Biz’den değildir." 2179
"Az yiyenin içi nurla dolar." 2180
"Tıka basa yiyip içmekten sakının. Bu, bedeni yıpratır, hastalık getirir." 2181
"Tembellik ve karın büyüklüğünden Allah'a sığınırım." 2182
"Az ye, çok yaşa!" 2183
2172] Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 179-180, Sıyâm 220-221; Ebû Dâvud, Şehru Ramazân 2, 6; Tirmizî, Savm 72
2173] Buhârî, Fazlu Leyleti’l-Kadr 4; Müslim, Sıyâm 217; Dârimî, Savm 56
2174] Buhârî, Fazlu Leyleti’l-Kadr 1; Müslim, Salât’'l-Müsâfirîn 175-176
2175] Buhârî, Fazlu Leyleti’l-Kadr 5, İ’tikâf 1; Müslim, İ’tikâf 1-5; Tirmizî, Savm 73
2176] Tirmizî, Deavât 84; İbn Mâce, Duâ 5
2177] M. Sait Özervarlı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 24, s. 124-125
2178] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2179] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2180] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2181] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2182] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2183] Hadis-i Şerif Rivâyeti
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"İnsanın kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek de yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür." 2184
"Tok olan, cümle cihanı tok sanır, / Aç olan, âlemde ekmek yok sanır."
"Az yemekdir âdeme mahz-ı şifâ / Çok yemekten olur emrâz-ı belâ."
"Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!" 2185
"Açlık, en iyi terbiyedir."
"Eğer açlık derdi olmasaydı, ne avcı tuzak kurardı, ne de kuş tuzağa düşerdi."
"Çok sakladığımız yemek, bizden ekşimek suretiyle intikam alır."
"Kokutmadan yemez eti ayılar."
"Tok iken yemek yiyen mezarını dişiyle kazar."
"Açın halini tok bilmez; hastanın halini sağ bilmez."
"Azıcık aşım, ağrısız başım"
2184] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2185] T. Fikret
ORUÇ
- 505 -
Oruç Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Savm/Sıyâm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (14 Yerde): 2/Bakara, 183, 184, 185, 187, 187, 196, 196; 4/Nisâ, 92; 5/Mâide, 89, 95; 19/Meryem, 26; 33/Ahzâb, 35, 35; 58/Mücâdele, 4. B- Oruç Tutmak
a- Orucun Farziyeti: 2/Bakara, 183, 185.b- Oruç Günleri Ramazan Ayıdır: 2/Bakara, 185.c- Oruç Tutanların Mükâfatı: 9/Tevbe, 112; 33/Ahzâb, 35; 66/Tahrîm, 5.d- İmsâk Vakti: 2/Bakara, 187.e- İftar Vakti: 2/Bakara, 187.f- Oruç Gecelerinde Eşine Yaklaşmak: 2/Bakara, 187.C- Oruçta Kolaylık
a- Oruçta Kolaylık Vardır: 2/Bakara, 185.b- Hastaların Orucu: 2/Bakara, 184-185.c- İhtiyarların Orucu: 2/Bakara, 184.d- Yolcuların Orucu: 2/Bakara, 184-185.D- Ramazan Ayı
a- Kur’an Ramazan Ayında İnmiştir: 2/Bakara, 185.b- Ramazan Ayı Oruç Ayıdır: 2/Bakara, 185.E- Keffâret Oruçları
a- Hatâen Öldürmenin Keffâret Orucu: 4/Nisâ, 92.b- Yeminin Keffâret Orucu: 5/Mâide, 89. c- İhramlının Keffâret Orucu: 5/Mâide, 95.d- Zıhâr Keffâreti: 58/Mücâdele, 4.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 348-358
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 514-529-544
3. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 124-127
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 372-383
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 703-711-717
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 308-311-315
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s.319-345-365
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c.2, s. 1-41
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 529-553-576
10. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havvâ, Şamil Y. c. 1, s. 458-483
11. Rûhu’l Furkan, Mahmut Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 269-287-309
12. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat c. 1, s. 300-310
13. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 175-187
14. Safvetü't-Tefâsir, Muhammed Ali Es-Sâbuni, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 222-228
15. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 51-52
16. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 18-29
17. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c.1, s.153-180
18. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 16, s. 348-391
19. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Oruç; Yusuf Kerimoğlu, Akif Köten), c. 5, s. 147-151, (Ramazan; Durak Pusmaz), c. 5, s. 221-222, (Rü’yet-i Hilâl) c. 5, s. 288-291
20. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Y. Vehbi Yavuz), Risale Y. c. 3, s. 158-16219. Kur'anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılab Y. s. 155-156
21. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazâlî, Bedir Y. c. 1, s. 643-675
22. İslâm’da Oruç, Muhammed Mahmud Savvaf, Hikmet Y.
23. Oruç, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
24. Oruç Risalesi, Hamit İskender, Bayrak Y.
25. Oruç Nasıl Tutulur; Üsküdar Yayınevi, Üsküdar Y.
26. Oruç Zekât, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
27. Orucun Hikmetleri ve Kadir Gecemiz, Abdülkadir Duru, Özden Y.
28. 40 Hadisle Ramazan ve Oruç, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
29. Namaz ve Oruç, H. Şeyh Şirali Bayat, Sekaleyn Y.
30. Ramazan ve Takvâ Eğitimi, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
31. Peygamber Efendimiz’in Ramazan Hayatı ve Oruç Âdâbı, Yaşar Bozyiğit, Şahsi Y.
32. Psiko-Sosyal Açıdan Oruç, Veysel Uysal, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
33. Ramazan Orucu ve Kurban, Ali Arslan Aydın, Kültür Basım Yayın Bir. Y.
34. Ramazan ve Kur’an, Mehmet Pamak, İlkyay Y.
35. Ramazan-İktisat-Şükür Risalesi, B. Said Nursi, Sözler Y./İhlâs-Nur Neşr./Yeni Asya Gaz.. Neşr.
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
36. Ramazan-Nâme, Âmil Çelebioğlu, M.E.B. Y.
37. Ramazan Ufku, Ahmet Kurucan, Işık Y.
38. Ramazan Vaazı, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
39. Ramazan-Otuz Mev’ıza, Yakup Altın, Salah Bilici Kitabevi Y.
40. Ramazan Karşılaması, Ahmet Rasim, Arba Y.
41. Hanefi ve Şafiilere Göre Oruç ve Zekât, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
42. Oruç: Hıristiyanlıkta Bir Yaklaşım, Derek Pirince, Çev. Hande Taylan, Müjde Y.
43. Dört Rükün, Ebul Hasen Ali Haseni en-Nedvî, Çev. İsmet Ersöz, İslâmî Neşriyat, s. 177-237
44. İlmin Işığında İslâmiyet, Arif A. Tabbâra, Çev. Mustafa Öz, Kalem Y. s. 271-275
45. Hitabeler, Ebu’l A’lâ Mevdûdî, Hilâl Y. s. 153-165
46. İslâm’da Nefis Tezkiyesi, Said Havva, Petek Y. s. 60-64
47. İlmihal, Heyet, İSAM Y. c. 1, s. 379-417
48. Sızıntı'dan Tıbbî Gerçekler, Hakkı Gökbel, TÖV Y. s. 84-90
49. İslâm'a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y. 89-112
50. Kur'an'da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 262-265
51. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 122-128
52. Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Fecr Y. s. 329-331
53. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 30-34, 330-335
54. Dirilişin Çevresinde, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 116-119
55. Farklar, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 137-139
56. Sütun, Sezai Karakoç, Fatih Y. c.1, s. 7-12, 16-18, 77-79, 86-91, 194-196, 260-261
57. İslâm, Sezai Karakoç, Fatih Y. s. 45-60
58. Kıyamet Aşısı, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 69-77, 101-103
59. Yeryüzü, sayı 16, 26
60. Haksöz, sayı 24

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:26

NUR - ZULUMÂT

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NUR - ZULUMÂT


- 431 -
Kavram no142
İmtihan 8
Kitap 9
Bk. Hak-Bâtıl; Kur’an
NUR - ZULUMÂT


• Nur; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da Nur Kavramı
• Mutlak Nur, Âlemleri ve Gönülleri Nurlandıran Allah'tır
• Nurun Karşıtı Karanlıklar, Sayısız Denecek Kadar Çoktur
• Karanlık, Nurun Bulunmamasıdır; İkisi Bir Arada Barınamaz
• İmanın Nuru ve Küfrün Karanlıkları
• Kur'an ve Peygamber Nur ve Münîr (Aydınlatan) dir
• Nur, Dünya ve Ahirette Tüm Hayırları; Karanlıklar da Şerleri Kapsar
• Hadis-i Şeriflerde Nur Kavramı
• Kur'an, insanları Zulumâttan Nura Çıkarır
"Onların (münâfıkların) misali, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nurunu (aydınlığını) giderir ve onları zulumât (karanlıklar) içinde bırakır (artık hiç bir şeyi) görmezler." 1944
Nur; Anlam ve Mâhiyeti
“Nur”, ışık, aydınlık, parlaklık; şan, şeref; eşyayı ortaya çıkaran ve onun gerçekliğini gözler tarafından görünür kılan tecellî demektir. Çoğulu “envâr”dır. Karanlığın zıddı olan nur, salt 'ışık' kelimesiyle karşılanamaz; çünkü nur daha geniş anlamlıdır. Nur, her türlü aklî, zihnî, maddî-manevî karanlığın tam bir zıddıdır. Nur, bazen sadece fizikî anlamda, bazen de esrarlı bir remz, bir sembol olarak kalp ile algılanan mecâzî anlamda kullanılır. Mecâzî olarak kullanıldığında nitelediği kişiyi, nesneyi yüceltir, ona bir kutsiyet kazandırır. Allah, duyular âlemini görebilmemiz için ışığı, güneşi ve onu gören gözü, göz nûrunu yarattığı gibi, akılla idrâk edilebilen ma'kulât âlemini görebilmek için iman ve irfan nûru, onu kavrayabilmek için de basiret, yani kalp gözünü, kalp nûrunu da bize ihsan edendir.
Kur'an'da Nur Kavramı
“Nur” kelimesi, Kur'an'da 43 yerde geçer. Nurlandırıcı, ışık saçan anlamındaki “münîr”, 6 yerde,1945 yine ışık anlamındaki “ziyâ” 3 yerde1946 ifâde edilir,
1944] 2/Bakara, 17
1945] Nurlandıran/Aydınlatan Anlamındaki Münîr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 184; 22/Hacc, 8; 25/Furkan, 61; 31/Lokman, 20; 33/Ahzâb, 46; 35/Fâtır, 25.
1946] Ziyâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde): 10/Yûnus, 5; 21/Enbiyâ, 48; 28/Kassa, 71.
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zıyâ kelimesinin fiil olarak kullanılmasına da 3 yerde rastlanır.1947 Nur kavramı, Kur'ân-ı Kerim'de bazen salt fizikî anlamda; çoğu zaman da kalbî - ruhî gerçekleri ifade etmede mecazî anlamlarda kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, vahyin dışında ve onunla zıtlaşacak bir biçimde şekillenen bütün düşünce ve sistemleri, “zulumât” (karanlıklar) olarak nitelendirmektedir. Bunun karşısında ise ilahî vahyin nûruyla aydınlanmış tevhid çizgisi üzerinde uzanan yol bulunmaktadır. Âyetlerde bu yol “nur” olarak nitelenmektedir. Âyetlerdeki kullanımı dikkate alındığında, hidâyeti içeren ve kurtuluşa götüren her şeyin nur olarak adlandırıldığı görülmektedir.
Kur'an'daki nur ve zulmet kelimeleri, benzetme şeklinde ve daha çok iman ve küfür anlamında kullanılmaktadır. Nur, delillere ulaştırmada, faydalı yolları elde etmede ve şaşkınlığı yok etme konusunda en etkili olan şeydir. Bu ise, din hususunda imanın halidir. Böylece, din konusunda şaşkınlıkları gidermede ve menfaatleri temin etmede en mükemmel olan şey, dünyada en güzel şeye, yani nûra benzetilmiştir. Küfrün zulmete benzetilmesi hususundaki hüküm de aynıdır. Çünkü girilmesi gereken yoldan sapmış olan kimse için, zulmetten daha büyük bir mahrumiyet ve şaşkınlık olamaz. Negatiflikte küfürden daha büyük bir şey yoktur. İşte böylece Allah, onlardan birini diğerine teşbih etmiştir.
Mutlak Nur, Âlemleri ve Gönülleri Nurlandıran Allah'tır
Işığını başkasına borçlu olmayan bizatihi mutlak nur, âlemleri nurlandıran, varlığı rahmet nûruyla kuşatan Allah'tır. “Allah, göklerin ve yerin (tüm kâinatın) nûrudur.”1948 Mutlak nûra, hatta o nûrun tecelli etmesine (yansımasına) insan tahammül edemeyeceği gibi, aynı zamanda onu tümüyle kavrayamaz. Nitekim Hz. Mûsâ, Allah'ı görmek istediğinde, ona, Allah'ın nûrunun tecelli edeceği dağa bakması söylendi ve Mûsâ (a.s.) bu tecelliye bile dayanamayarak kendinden geçip bayıldı.1949 Işık, görmeyi sağlamasına rağmen, şiddetli hale geldiğinde, bizzat kendisi görmeye engel olmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın en açık ve en aydın varlık olmasına rağmen görülememesi bununla ilgili kabul edilmiştir. Yani O, “zuhurunun şiddetinden ötürü gizlidir.” Buradaki “gizli”, bizim tarafımızdan görülemez anlamındadır.
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvası gibidir. Kandil cam içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Ne tam doğuda ne de tam batıda olan mübârek bir zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Yağ neredeyse ateş değmeden bile tutuşup ışık verecek kadar saf ve parlaktır. Bu, nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nûruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.”1950 Bu âyet, sınırsız olanı sınırlı olan insan idrâkine yakınlaştırmak için bir örnektir. Göklerde ve yerlerde bulunan bütün varlıkları aydınlatan, dilediğini nûruyla hidâyete erdiren Allah kastedilmektedir. Allah, nûrun yaratıcısı, var edicisidir: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, zulumâtı ve nûru (karanlıkları ve aydınlığı) var eden Allah'a mahsustur.” 1951
1947] 2/Bakara, 17, 20; 24/Nûr, 35.
1948] 24/Nur, 35
1949] 7/A'râf, 143
1950] 24/Nur, 35
1951] 6/En'âm, 1
NUR - ZULUMÂT
- 433 -
Nur, kendisi görünen ve eşyayı görünür kılan şeydir. İnsan zihni, nûru bu anlamıyla düşünür. Nûrun yokluğu karanlık, görünmezlik ve geçilmezliktir. Öte yandan görünebilirlik olduğu ve eşya göze göründüğü zaman, insan, nur (ışık) vardır der. Allah'a bu temel anlamıyla “Nur” denmiştir. İnsanın Allah için kullandığı tüm kelimeler, fizikî çağrışımlardan uzak temel anlamlarıyladır. Sözgelimi, Allah'la ilgili “görme” kelimesini kullandığımız zaman, bu, hiçbir zaman Allah'ın insanlar veya başka yaratıklar gibi kendisiyle gördüğü gözü bulunduğu anlamına gelmez. Bu kelime, Allah hakkında mecâzî anlamda kullanılmakta olup, ancak zayıf akıllı birisi, işitmenin, görmenin bizim algıladığımız sınırlı ve dar anlam dışında mümkün olamayacağı yanılgısına düşer. Yine “nur” kelimesini, ışıklı bir cisimden çıkan ve ağtabakaya çarpan fizikî ışık anlamında kullanmak kısa görüşlülük olacaktır. Bu kelime Allah hakkında da ve sınırlı anlamıyla değil; ancak mutlak anlamıyla kullanılır. Yani evrende yalnızca O, tezâhürün, görünmenin, ortaya çıkmanın gerçek ve asıl nedenidir. Aksi halde kâinatta karanlıktan başka hiçbir şey olmaz. Işık veren ve başka şeyleri aydınlatan her şey, ışığını O'ndan alır, hiçbir şeyin ışığı kendinden değildir.1952
Allah, nasıl değişik isimlerini evrende sergiliyor ve bu isimler tecelli ediyorsa, evrenin bütününde Nur ismiyle de tecelli etmektedir. Evrendeki her varlığın yansıttığı nur Allah'ın nûrudur; veya onun nûrundandır.
Allah için kullanılan “nur” kelimesinden; her şeyi kuşatan ve aydınlatan, vahyinin ve o vahyin içerdiği kurtuluş ve gerçek iç aydınlığının kastedildiğini belirten âyetler vardır. “Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah, nûrunu mutlaka tamamlayacaktır.”1953 Buradaki nur, Rasûlullah'a vahyedilen İslâm'dır.
Nûrun Karşıtı Karanlıklar, Sayısız Denecek Kadar Çoktur
Nur'un karşıtı olan “zulmet”, aydınlanabilen şeyde nur'un, ışığın olmamasıdır. Arapçada zulmet, aynı zamanda “noksanlık” demektir. Zulmet, Kur'an'da kullanıldığı 23 yerin tamamında çoğul halde, “zulumât” şeklindedir. Bu da, karanlığın bir ışık yokluğu ve bir iğretilik olduğunu gösterir. Bundan şu anlaşılır: Nûru kaybetmek veya ona sırt dönmek, insanı sayısız alternatiflerle yüz yüze getirerek şaşırtır, bocalatır ve buhrana mahkûm eder. Işığı kaybetmek, kaosa düşmektir ve kaos, tek olan çıkış yolunu çok hale getirerek insanın tereddütlere ve iç acılarına yenik düşmesine yol açar. Tevhid, nurdur ve tek yoldur, bocalatmaz; şirk çokluktur, seçim yapılamayacak giriftlikte yollar kavşağıdır, karmaşadır. Tevhid, mutluluk ve güven; şirk ise bunalım ve huzursuzluktur. Hak, doğru tektir; yanlış ise sayısız denilecek kadar çoktur.
Elmalılı bu konuda şöyle der: Dünyada çok zulmet (karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak nur ise, birdir ki, o da Hakk'ın nûrudur.1954 Herhangi bir konuda Hakk'ın nûru bulunmayınca insanı her tarafından sayısız karanlıklar kaplar. Hakk'ın nûru ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakk'ın nûru bulunmayınca, yerler ve gökler, bir hiç; gündüz, gece; güneşler, zifi gözler, kör; kulaklar sağır olur; kalpler, bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır;
1952] Mevdûdi, Tefhimü'l Kur'an, c. 3, s. 547
1953] 9/Tevbe, 32; 61/Saf, 8
1954] 24/Nur, 35
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aranan bulunmaz; ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker; çevreyi kuruntular kaplar; cinler, şeytanlar, başa toplanır. O zaman insana var olmak bir bela kesilir de, “keşke hiç hayata gelmeseydim!” diye haykırır, o sırada herhangi bir sebepten Hakk'ın nûru ortaya çıkıverirse, gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır, sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller ferahlık ve sevinçle dolar, var olmanın tadı duyulur. Bu tadı sonsuza dek sürdürmek isteyen akıllı kimseler de, kendini kendine bırakmaktan vazgeçip Hakk'ın nûruna ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır.
Bilindiği üzere, her şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden gidilir. Buna karşılık her şeyde bâtıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey yitirdiniz, o bir yerdedir ve ancak oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur. Fakat siz bir kez onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, o orada yoktur diye inanmış bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar hep bâtıl olan yönlerdir, bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün yönleri bâtıl kesilir. Bu şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık, sonsuz bâtıl yönler vardır. Hakk'ın nûru olan marifet doğunca bu karanlıklardan çıkılır. Şu halde karanlıklar çok, nur birdir. Nur var olmaya, bütün karanlıklar yok olmaya adaydır. Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık olur. Bütün varlıklar üzerinde idareci olan da ancak Allah Teâlâ'dır. Bunun için Allah'a iman, Hakk'ın nûrunun, kuşkusuz ilmin, mutlak ferahlığın doğmaya başlaması ve şafağıdır. İman ve marifete karşı veya muhâlif olan yokluk, ümitsizlik, küfür, kuşku, kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fasıklık, heveslere uyma, terbiyesizlik, nankörlük, ahlaksızlık, haddini bilmezlik ve benzerleri hep birer karanlıktır. 1955
Kur'an'da hep nûrun tekil sığasıyla, karşıtı olan kelimenin çoğul sığasıyla bildirilmiş olmasıyla da anlaşılır ki doğru tektir; yanlış çok fazladır. İnsan, İslâm'ın doğru yolundan bir çıktımı, her tarafa giden yol yanlış yöne götürür. İslâm'ın doğrularına inanmayan insan sayısınca yanlışlık vardır. İşte bütün beşerî ideolojiler, bütün izmler bu yanlışlıkların sonucudur.
Karanlık, Nûrun Bulunmamasıdır; İkisi Bir Arada Barınamaz
Işığın hızı, saniyede üç yüz bin kilometredir, diye öğretilir de karanlığın hızı belirtilmez. Işığın çekildiği yere, ânında aynı hızda karanlık bastırır. Müslümanların çekildiği alanlara ânında imansızlar bastırır. Günümüzde yaşayan ateist, anarşist, müşrik insanlara küfretmeye hakkımız yok. Karanlığa küfretmektense, nûrun kaynağını bulup onunla aydınlanıp aydınlatmak müslümana yakışacaktır. Karanlık insanlara gelince, bizim boş bıraktığımız meydanları onlar karartarak doldurdular. Evinizde veya bir salonda otururken elektriğinizin düğmesini (şartelini) kapatıveren insana sabaha kadar kızıp söylenseniz elektriğiniz yanmaz. Hiç dilini bozmadan kalkıp şartele basacaksınız. Engel olmak isteyen olursa engeli gidereceksiniz o kadar.
Nurla zulümât, yani aydınlıkla karanlık aynı anda yaşayamayacağı gibi, küfür sistemiyle İslâm nizamı da aynı anda uygulamaya konamaz. Kâfirlerin gücünün büyüklüğünü görerek, “biz müslümanlar, kâfirlerin küfrüne karşı bir şey yapamayız” diyenler bilsinler ki, kocaman bir salonun karanlığını küçücük bir
1955] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 2, s. 174-175
NUR - ZULUMÂT
- 435 -
ampulün ışığı kaçırmaktadır.1956
İmanın Nûru ve Küfrün Karanlıkları
Güneş, gökleri ve yeri aydınlatıyor, bu sayede etrafımızdaki eşyayı görüyor, onların biçimlerini, renklerini, çeşitlerini öğrenip kendilerinden faydalandığımız gibi dağlarda, kırlarda, çöllerde geçeceğimiz yolların selâmet taraflarını, tehlikeli bataklıkları veya uçurumları görüp duruyoruz. Demek ki, Allah, güneşi bize maddiyatımızda faydalı ve tehlikeli noktaları gösteren bir nur olarak bağışlamıştır. Bunun gibi maneviyat âleminde de yine faydalı şeyleri sezmek, tehlikeli noktaları görmek için, iman nûru ihsan buyurmuştur. Allah'ın insana en büyük bağışlarından biri de, gönlünde uyandırdığı iman güneşidir. Bu güneşin nûru, sahibinin yüzünü güzelleştirdiği gibi, içini de parlatır, bütün kötü huylardan kurtarır. Çünkü kötü huylardan her birinin küfre inen bir yolu vardır. Onun için imanla bu huy ve davranışlar barışamaz. Mesela, başkasının elde ettiği nimetin yok olmasını istemekte, yani hasette Allah'a itiraz mânâsı bulunur. Hasetçi şöyle demiş olmaktadır: “Yâ Rabbî, bu nimeti bu adama vermemeliydin; çünkü bu, ona lâyık değildir.” Hâşâ, Allah vereceği yeri bilememiş demek olur ki, bunun küfür olduğunda şüphe yoktur. İman nûruyla insanı içinden, dışından kuşatmış böyle tehlikeli karanlıklar açılır. Her tarafı nur içinde kalır. Karanlıktan ileri gelen kuruntular dağılır, hakikatler sezilir, gönüllerde emniyet ve ferahlık nurları doğar. Hak'tan gelindiği ve yine Hakk'a dönüleceği bilinir.
İman nûruyla aydınlanmayan gönüller mustariptir. Çünkü oralarda bütün kötü huylar toplanır ve bunların her biri birer diken olur, sahibine rahat yüzü göstermez. İğneli fıçı işkencesine atılmış gibi daima ıstırap verir. Hâlbuki şuurlu bir imanın hâkim olduğu kalplere fena huylar giremez; Girse bile barınamaz. Kötüler, nûru sevmezler; çünkü nur, bunların ayıbını meydana çıkarır.
Küfrün hâkim olduğu bedenlerde bu suretle korkunç bir karanlık ve kararsızlık, bitmez tükenmez bir ıstırap ve üzüntü vardır. Bu haller, cehalet ve küfür karanlığının bir neticesidir. Bu karanlıklar, Allah'tan bir hidâyet erişmezse, ileriye doğru eksilmez, bilakis artar. Öyle ki, hayatın ağır ve ıstıraplı dakikaları, daha ıstıraplı olan kabir karanlıklarına, bu da mahşer karanlıklarına ve cehennem karanlıklarına çeker, götürür.
Ruh ise karanlıktan hoşlanmaz. Daima nur ister. Bundan dolayı, bu fâni hayatın sınırlı karanlıklarını açmak için birçok masraflara ve külfetlere katlanan insanın, bâki hayatın sonsuz karanlıkları hakkında, bir ölü gibi hissiz ve ilgisiz kalması izah edilemez bir gaflet, anlaşılmaz bir sarhoşluktur.
Mü'mine gereken şey, gönlündeki iman nûrunu söndürmekten son derece sakınmasıdır. Çünkü bunun neticesi kalp körlüğüdür. Âmâ olan bir insanın vücudu ne kadar zinde ve sağlam olursa olsun, devamlı bir zindan içinde kaldığı düşünülür ve kalbin körlüğünün daha kötü olduğu değerlendirilirse, iman nûrunun kıymeti, küfür karanlıklarının fecîliği daha iyi anlaşılabilir.1957 “Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin sînelerdeki kalpler kör olur.”1958
1956] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, c. 1, s. 509
1957] Ali Osman Tatlısu, Esmâü'l-Hüsna Şerhi, s. 246
1958] 22/Hacc, 46
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dünya, nursuz insanlardan çok çekmiştir, hâlâ da çekmektedir. Onlar, aynı zamanda nûra tahammül edemeyen ışık düşmanıdırlar. Kalplerine bir iğne ucu kadar aydınlığın sızıntısı girmeyen bedbahtlar, nefesleriyle Allah'ın nûrunu söndürmek isterler. Yani Allah'ın dinine, kitabına, peygamberine karşı kendi bâtıl düzenlerini savunurlar. Allah, nûrunu tamamlayacaktır, ama O'nun sünneti, değişmez yasası, bizim elimizle, müslümanların eylemleriyle nûrun tamamlanması yönündedir. Dünyamızı karartan karanlık adamlar, İslâm'ın nûru ortaya çıkar çıkmaz yok olacak; hak gelince bâtıl zâil olacaktır. Kara kardan adam, İslâm'ın nûru çıktığında eriyiverecek; Kâbe'deki putların fetih günü Rasûl'ün asasının değmesiyle yıkılıverdiği gibi.
Gerçekten iman bir nurdur. Evet, tabiatı ve mahiyeti itibariyle bir nurdur. Küfür ise, zulümâtın ta kendisidir. Her çeşidi ile zulümâttır. Ne şekilde olursa olsun küfür, zulümâttır.
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümüllü bir tâbir bulunamaz. Mü'minin kalbinde iman nûru, ilk olarak parlayınca onunla birlikte bütün varlığı da nûra kavuşur. O iman nûru ile ruhu safiyete ulaşır, parlar, apaydınlık olur ve çevresini aydınlatır. Nur ve ışık saçar etrafına. Eşyanın hakikatini keşf eden, hakiki değerleri ve gerçek düşünce tarzlarını açığa çıkaran parlak bir nur. O nûrun aydınlığında mü'min her şeyi apaçık görür, ölçü ve değerleri, tasavvur ve eşyanın mâhiyetini hiç karıştırmadan ayırır. Ayağı hiç kaymadan istikrarlı bir halde onlardan almak istediğini alır, terk etmek istediğini atar. Bunu yaparken gâyet rahat, huzur ve güven içerisindedir. Mü'minin önünde; kâinat kanunlarının yollarını bu nur açar. Onun sayesinde kendi hareketi ile çevresinde var olan evrenin hareketi arasında tam bir mutabakat temin eder. Hiçbir yere sapmadan, engeller karşısında yılmadan, haddi tecavüz etmeden yavaş yavaş kendi yolunda hızla ilerler. Yürüdüğü yol fıtratın yoludur. Ve bütün yollar gözleri önünde apaçık bellidir. Bu tek bir nurdur ve tek bir yola götürür insanı.
Küfrün sapıklıklarına gelince, bir yığın çeşitleri ve şekilleri ile zulümâtın ta kendisidir. Nefsî arzuların ve şehvetin zulümâtı. Korkunç sapıklıkların, kibir ve tuğyanın, zaaf ve zilletin, riya ve nifakın zulümâtı. Hırs ve menfaatçiliğin, şüphe ve buhranların zulümâtı. Evet, daha sayılmayacak ne kadar zulümât. Allah yolunda başka yollara sapıldığı, Allah'tan başka yerlerden telakkiler alınmaya başlandığı, Allah'ın nizamından başka nizamlarla hükmedildiği vakit birleşen ve çığ gibi büyüyen zulümât çeşitleri. İnsanoğlu, birkaç tane değil; tek bir olan Allah'ın nûrunu terk ettiği zaman, birbiri içine karışmamış bir tek hakikat nûrunu terk ettiği vakit, mutlaka bir yığın şekil ve renkleri bulunan zulümât bataklığına yuvarlanacaktır. Ve Allah'ın nûrundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki, zulümâtın / karanlığın ta kendisidir. 1959
Kur'an ve Peygamber Nur ve Münîrdir (Aydınlatandır)
Kur’ân-ı Kerim ve onu tebliğ eden peygamber; insanları şirkin, putperestliğin, câhilî hayatın karanlığından kurtarıp hidâyet aydınlığına ulaştıran bir nurdur.1960
Nur, genel adlarından biri de “Kitab” olan vahyin genel adlarından biridir.1961
1959] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, c. 2, s. 49
1960] Bk. 35/Fâtır, 25; 25/Furkan, 61; 33/Ahzâb, 46
1961] Bk. 7/A'râf, 157; 64/Teğâbün, 8; 4/Nisâ, 17; 6/En'âm, 91
NUR - ZULUMÂT
- 437 -
Kitapla nur arasında çok sağlam bir ilişki vardır ve bu iki kavram, hidâyet için temel değerlerdir.1962 Vahiy ve özellikle Kur'an, hem nur, hem de münîr (nurlandıran, ışık saçan) olarak nitelendirilmektedir.1963 Vahye karşı çıkanların sahip olmadıkları en önemli değer, “kitab-ı münîrdir (nurlandıran, aydınlık getiren kitap). 1964
Vahyin tebliğcisi olan Hz. Peygamber; şâhid, müjdeci, uyarıcı, davetçi olmanın yanı sıra bir sirâc-ı münîr (aydınlatan, ışık saçan kandil) olarak da anılır.1965 İlginçtir ki, Kur'an bu sirâc (kandil) sıfatını bir de güneş için kullanır.1966 Buna dayanarak diyebiliriz ki, madde dünyası için güneşin yeri ne ise, ruh ve mânâ dünyası için Rasûlullah'ın yeri odur. Bu anlamda vahiy ve rasül, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiş ilahî lütuflardır. 1967
Nur kelimesi, fiil olarak Kur'an'da hiç kullanılmaz. Nur, hissedilen ışık anlamında geçmekle birlikte, daha çok manevî ışık için kullanılır. Vahiy,1968 hidâyet, tevfik ve lütuf,1969 anlamlarında zikredilir. İki âyette “nûrullah” tabiri geçer ki “Allah'ın dini, hücceti veya Kur'an” diye tefsir olunur. Mü'minlerin uhrevî nurları vardır.1970 Birkaç âyette nur ve hüdâ kelimeleri birlikte kullanılır.1971 ki, bu da, nur'un hidâyet'ten başka bir şey olduğunu gösterir; ama bunların çok yakın kavramlar olduğuna da işaret eder.
Unutkanlığı ve gafletiyle kalbini, aklını ve duyularını bir gece haline getiren insanda fecrin doğması için Allah, nûrunu, yani kitaplarını gönderir. Kitabın âyetleri bir nur huzmeleri halinde gelir ve insanın duyuları aracılığıyla kalbine yönelir. Eğer insan inat etmez ve kalbini aydınlatmak isterse duyularını açar ve kalbindeki karanlığı giderir. Eğer, iç/kalp gözünü ve kulağını iyice mühürler, kalbine de kalkmaz bir ağırlık yerleştirirse, nur huzmeleri böyle gözlerden ve kulaklardan giremez, kalbe ulaşamaz. Bir taş haline gelir böyle insanların kalbi, hatta taşlardan daha kesif; çünkü, taşlarda da belli oranda nur vardır. Böyle insanlarda ise, nurdan eser yoktur. Onlar, yaktıkları ateşleri, sözgelimi, Kur'an'ın diliyle “savaş ateşleri”ni gerçek nur sanırlar; cehennemi gerçek nur sanırlar; bu ateşlerin ışığında gitmeye çalışırlar; aslında, karanlıkta yol almaktadırlar ve sonunda cehennemin ateşine düşerler.
Duyularını ve kalbini Allah'ın nûruna açan insanlarda ise kalp nurlanır; Ay'ın, Güneş'in, ağaçların, çiçeklerin, taşın, toprağın, otların, göklerin ve yerin saçtığı nurlar, yeryüzünde ve evrende cereyan eden tüm olayların yansıttığı nurlar, Kur'an'da kümelenen aynı nurlarla birlikte kalbindeki geceyi gündüz yapar ve bu insanda iman meydana gelir. Bu imanın ışığında gider artık o; demek ki, iman
1962] Bk. 5/Mâide, 15; 6/En'âm, 91; 42/Şûrâ, 52
1963] 3/Âl-i İmran, 184; 35/Fâtır, 25
1964] Nurlandıran/Aydınlatan Anlamındaki Münîr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 184; 22/Hacc, 8; 25/Furkan, 61; 31/Lokman, 20; 33/Ahzâb, 46; 35/Fâtır, 25.
1965] 33/Ahzâb, 45-46
1966] 25/Furkan, 61; 71/Nuh, 16
1967] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, c. 2, s. 49
1968] 7/A'râf, 157
1969] 24/Nûr, 40; 39/Zümer, 22
1970] 57/Hadîd, 12
1971] 6/En'âm, 91; 5/Mâide, 44, 46
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da bir nurdur; yani, nur nûru oluşturmakta, nur üstüne nur meydana gelmektedir. Kuşkusuz, nurlanan, imanın nûrunda giden bir insanla, nûru örtmek demek olan küfürde yarışan insan bir olmayacaktır. “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?” 1972
Nur, Dünya ve Âhirette Tüm Hayırları; Karanlıklar da Şerleri Kapsar
Karanlıklar içinde kalan ve nurdan nasiplerini almadıkları gibi, almak da istemeyen ve nurda yürüyen insanların halini bilmeyen ve anlamayanlar, kendilerini gerçek nûrun aydınlığında yürüyor zannederler. Oysa onlar zifiri karanlıktadır, ama bilmezler. Dünya hayatında nûra ulaşmazlarsa, âhirette karanlıklar içinde kaldıkları zaman, mü'minlerin nûrundan isteyecekler, onların nurlarında yürümeyi arzu edecekler, fakat kendilerine izin verilmeyecektir. Dünyadayken yaktıkları ateşler (örneğin, fitne ateşi, savaş ateşi) âhirette cehennem ateşi olacaktır böyleleri için. “O gün erkek ve kadın mü'minleri görürsün ki, nurları önlerinde ve sağlarında koşuyor; 'müjdeler size, bugün içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler' ; işte büyük kurtuluş budur. O gün erkek ve kadın münâfıklar, iman edenlere 'ne olur, durun bir bakın da nûrunuzdan alalım' derler. 'Arkanıza dönün de arayın nûru' denilir ve aralarına kapalı bir sur çekilir ki, orada içi rahmet, beri yandaki dışı ise azaptır.” 1973
Nur kelimesi, ilim anlamında da kullanılır. Dolayısıyla, cehalete karanlık denir. Allah, bu anlamda da kâinatın nûrudur. Çünkü hakikat ve hidâyetin bilgisi yalnızca O'ndan gelir. O'nun nûruna başvurmadan, dünyada karanlıkla cehalet ve neticede kötülük ve şerden başka bir şey olmayacaktır.
Allah, insanların, şirkin ve cehaletin karanlıklarından İslâm'ın aydınlığına ulaşmalarını sağlamak için, İslâm dışılığın sembolü olan “zulumât” ve İslâm'ın hidâyetinin sembolü olan “nur” kelimelerini bir arada, birbirine kıyaslanabilecek şekilde birçok âyet-i kerimede kullanmaktadır. Ayrıca, Allah'ın dinine tâbi olmak, zulumâttan (karanlıklardan) çıkıp nûra ulaşmak şeklinde ifade edilmektedir: “ Allah, o Kitabda rızasına tâbi olanları selâmet yollarına eriştirir. Onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir.” 1974
Bazı âyetlerde de nur, âhirette dünyadaki iyi amelleri yüzünden mükâfatlandırılacak kimseler için bir ödül olarak zikredilir. Yani o kimseler, kıyamet gününde onları bütün endişelerden sıyıran bir nûra sahip olacaklardır. “O gün, mü'min erkeklerin ve mü'mine kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu görürsün. Melekler onlara 'bugün sizin müjdeniz, altından ırmaklar akan cennetlerdir'...”1975; “Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar gerçekten doğru olanlar ve şehidlerdir. Bunların Rableri katında mükâfatları ve nurları vardır. ” 1976
Hadis-i Şeriflerde Nur Kavramı
1972] 6/En'am, 122
1973] 57/Hadîd, 12-13; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 42
1974] 5/Mâide, 16
1975] 57/Hadîd, 12
1976] 57/Hadîd, 19
NUR - ZULUMÂT
- 439 -
Hadis-i şeriflerde de nur kelimesinin bazı vahyî gerçekleri ifade etmek için kullanıldığı görülmektedir. Bu kullanım, nitelik olarak Kur'ân-ı Kerim'deki ifadelerle uyum içerisindedir. “Ben size iki şey bırakıyorum. Onlardan biri, içinde hidâyet ve nur bulunan Allah Teâlâ'nın kitabıdır. Allah'ın kitabındakileri alın ve ona sımsıkı yapışın...”1977 Yine hadisler, Kur'an âyetlerinin kıyamet günü bir nur olarak onları okuyanları aydınlatacağını haber vermektedir: “Kim Allah Teala'nın kitabından bir âyet dinlerse, ona kat kat sevap yazılır. Kim de onu okursa o kimse için o, kıyamet gününde bir nur olacaktır.”1978 Namaz da mü'minler için bir nur olarak zikredilmektedir: “Namaz bir nurdur. Sabır da bir ziyâdır.”1979 Başka bir hadiste de; “Gecenin karanlığında namaza yürüyen kimseye, Allah Teâlâ o namazı kıyamet gününde bir nur olarak o kimseye gönderir.”1980
Kıyamet gününde nur, yalnızca mü'min kimselere ait olarak sürekli var olacaktır. Kâfirlerden farklı olarak, nifaklarının bir cezası olarak münâfıklara bir nur verilecek; ancak o, kısa bir süre sonra cehenneme yuvarlanmalarıyla sönecektir: “...Mü'min veya münâfık her insana bir nur verilecek, sonra o nûrun peşine takılacaklar. Cehennem köprüsünün üzerinde bir takım çengeller ve pıtrak dikenleri vardır. Bunlar Allah'ın dilediklerini tutacaklar, sonra münâfıkların nûru sönecek, yalnız mü'minler kurtulacak. Onlardan ilk zümre yüzleri Bedr gecesinde ay gibi (parlak) yetmiş bin kişi olarak hesap görmeden kurtulacaklar, sonra onların arkasından gelenler, gökteki yıldız nurları gibi gelip geçecekler...”1981
Nur kavramı, yaratılışla ilgili olarak melekler için kullanılan fizik ötesi bir anlamı da ifade etmektedir. Allah, melekleri nurdan yaratmıştır. “Melekler nurdan yaratıldı. Cinler ise, dumanlı alevden yaratıldılar.”1982
Kur'an, insanları Zulumâttan Nûra Çıkarır
“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nûra, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik.”1983 “O (Kur'an) sizi zulumâttan nûra çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir.”1984 “O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nûra çıkasınız.”1985
Kur'an'ın niçin gönderildiğini açıklayan birçok âyetten bazıları bunlar. Buna göre Kitabın inzal amacının şu esaslar üzerine kurulduğu söylenebilir:
Âyetlere göre şeytanın egemenliği altına giren herhangi bir durum zulumât (karanlıklar) olarak vasıflandırılmaktadır.
Rasuller bu zulumâttan nûra çıkışı gerçekleştirmek (dönüşüm-değişim) için seçilmişlerdir. Kitap ve âyetler bu ihrâcın/çıkışın sağlanması için gönderilmişlerdir.
1977] Ahmed bin Hanbel, IV, 367
1978] Ahmed bin Hanbel, II, 341
1979] Müslim, Tahâret 1
1980] Dârimî, Salât 133
1981] Müslim, İman 84
1982] Müslim, Zühd 10
1983] 14/İbrahim, 1
1984] 39/Zümer, 39
1985] 65/Talak, 11
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Bu çıkış, Allah'ın izniyle Kur'an ve sâlih amelle, yani çaba ile gerçekleşecektir. “Zulumâttan nûra çıkarmak için” ifadesi bu Kitabın niçin gönderildiğini en veciz bir şekilde açıklamaktadır. Kur'an'a göre, aslolan toplumun karanlıklardan aydınlığa çıkmasıdır. Faziletli toplumun inşa edilmesidir. Bu arada fertler de bu mücadele esnasında yetişip ahlakî faziletlerle donanacaklardır.
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden “Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”1986 Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir.
Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır. Âhiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saâdetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saâdet asrı insanının saâdetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından bina edilmiştir zindanlar. “Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür.”1987 Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın “gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler”1988 dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takva değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbâlini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nûruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da “Nur” olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nûru boğduğu vahşi bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. “Kim benim zikrimden (Kur(an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!' der. (Allah)
1986] 5/Mâide, 45
1987] 2/Bakara, 257
1988] 7/A'râf, 179
NUR - ZULUMÂT
- 441 -
buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” 1989
1989] 20/Tâhâ, 124-127
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nur - Zulumât Konusunda Âyet-i Kerimeler
Nûr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde):
2/Bakara, 17, 257, 257; 4/Nisâ, 174; 5/Mâide, 15, 16, 44, 46; 6/En’âm, 1, 91, 122; 7/A’râf, 157; 9/Tevbe, 32, 32, 35, 35; 10/Yûnus, 5; 13/Ra’d, 16; 14/İbrâhim, 1, 5; 24/Nûr, 35, 35, 35, 40, 40; 33/Ahzâb, 43; 35/Fâtır, 20; 39/Zümer, 22, 69; 42/Şûrâ, 52; 57/Hadîd, 9, 12, 13, 13, 19, 28; 61/Saff, 8, 8; 64/Teğâbün, 8; 65/Talâk, 11; 66/Tahrîm, 8, 8; 71/Nûh, 16.
Nurlandıran/Aydınlatan Anlamındaki Münîr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde):
3/Âl-i İmrân, 184; 22/Hacc, 8; 25/Furkan, 61; 31/Lokman, 20; 33/Ahzâb, 46; 35/Fâtır, 25. Zulumât Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 23 Yerde): 2/Bakara, 17, 19, 257, 257; 5/Mâide, 16; 6/En’âm, 1, 39, 59, 63, 97, 122; 13/Ra’d, 16; 14/İbrâhim, 1, 5; 21/Enbiyâ, 87; 84/Nûr, 40, 40; 27/Neml, 63; 33/Ahzâb, 43; 35/Fâtır, 20; 39/Zümer, 6; 57/Hadîd, 9; 65/Talâk, 11.
Karanlık Anlamındaki Diğer Kelimeler: Azleme: 2/Bakara, 20; Muzlim: 10/Yûnus, 27; Muzlimûn: 36/Yâsin, 37.
Nûr Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah'ın Nurunun Misali: Nur, 35.b- Allah, Mü'minleri Karanlıktan Nura Çıkarır: Bakara, 257, Maide, 16; En'am, 1; Nur, 35; Hadid, 26; Talâk, 11.c- Kur'an Nurdur: Nisa, 174; Şura, 52; Teğabün, 8.d- Tevrat Nurdur: Al-i İmran, 3-4; Maide, 44; En'am, 154; İsra, 2.e- İncil Nurdur: Al-i İmran, 3-4; Maide, 46.f- Kâfirler, Allah'ın Nurunu Söndürmek İster: Tevbe, 32-33; Yunus, 82; Hacc, 15; Saf, 8-9.g- Nurla Zulmet Bir Olmaz: Ra'd, 16.h- Allah, Göklerin ve Yerin Nurudur: Nur, 35.I- Kıyamet Günü Mü'minlerin Nuru: Hadid, 12-13; Tahrim, 8.k- Allah, Nurunu Tamamlar: Tevbe, 32-33; Yunus, 82; Hacc, 15; Şura, 24; Saf, 8-9.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 174-176
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 197-200 c. 3, s. 1027-1029
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 57-60, c. 5, s. 432-435
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 92; 2, s. 49-50
5. Tefhimül Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 55, 202, c. 3, s. 488K.
6. Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 508-509
7. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 81-83; c. 5, s. 35-36
8. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 143
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 121-124
10. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 40-43
11. İslâmi Terimler Sözlüğü Hasan Akay, İşaret Y. s. 366-367
12. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 413-414, 592
13. Kitabu't-Tarifat, Seyit Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 241, 147
14. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 3, s. 122-126
15. Kur'an'da Uluhiyyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 274-280
16. Esmaü'l-Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.243-246
17. Esmaü'l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 306-311
18. Esmai Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 242-244
19. Esmaü'l-Hüsna, Afifüddin Süleyman et-Tilmisani, insan Y. s. 168
20. Kütüb-i Sitte Muhtasarı, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 10, s. 287

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:24

NÛH (A.S.)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NÛH (A.S.)


- 389 -
Kavram no141
Peygamberler 7
Bk. Peygamberlik ve Peygamberler; Helâk
NÛH (A.S.)


• Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
• Nûh Sûresi
• Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nûh ve Tevhid Mücâdelesi
• Nûh TûfânıTûfan Evrensel mi, Yoksa Yerel Bir Âfet miydi?
• Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı?
• Tûfan'ın Arkeolojik Delilleri
• Tûfan'dan Söz Eden Din ve Kültürler
• Hz. Nûh Kıssasının Kur’an’da ve Muharref Tevrat’taki Karşılaştırması
• Nûh’un Gemisine Binmek
• Hz. Nûh (a.s.)’un Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik
• Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri
“Gerçek şu ki, Allah Adem’i ve Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân ailesini seçip bütün insanlığın üzerinde bir konuma çıkardı.” 1773
“Âlemler içinde selâm olsun Nûh'a. Gerçekten Biz ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.” 1774
Nûh (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
Nûh (a.s.), Allah Teâlâ'ya ibâdeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesâda uğrayan bir kavmi tevhid akîdesine döndürmek için gönderilen peygamberdir. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh’un (a.s.), kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücâdele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh’un (a.s.) kıssası, şu sûrelerde mufassal olarak ele alınmıştır: 7/A'râf, 11/Hûd, 23/Mü’minûn, 26/Şuarâ, 54/Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan 71/Nûh sûresi.
Nûh (a.s.), peygamber olarak gönderilinceye kadar, insanlık genel olarak tevhid üzere hayatlarını sürdürüyordu. İnsanların çoğunluğu tevhid üzere olup Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle rivâyet edilmektedir: "Âdem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslâm üzere idiler."1775 İbn Abbas’ın (r.a.) sözünde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s.) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.
Ayrıca, İbn Abbas’ın (r.a.) bu sözü, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri
1773] 3/Âl-i İmrân, 33
1774] 37/Sâffât, 79-81
1775] İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, toplum olarak tevhidden ilk sapma, Âdem’den (a.s.) en az bin sene sonra olmuştur.
Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, âniden ortaya çıkmadı. İdris’den (a.s.) sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibâdet ediyor ve sâlih âlimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu sâlih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassâsiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu sâlih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlerini zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibâdet edip şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı sûretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azâbına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir." 1776
Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "...‘Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin’ dediler" 1777. Allah Teâlâ, İlâhî rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir. Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azâbından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s.) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, bütün aşırılıklarına ve vurdumduymazlıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azâba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'un, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kavmine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik." 1778
İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı hak etmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için Rahmânî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s.), şirki bırakıp tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: “...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azâbından korkuyorum’ dedi.” 1779; “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan
1776] Buhârî, Libâs, 89, 97
1777] 71/Nûh, 23
1778] 71/Nûh, 1
1779] 7/A'râf, 59
NÛH (A.S.)
- 391 -
başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” 1780; “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız?’ dedi.” 1781; “Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!” 1782.
Nûh’un (a.s.) bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s.)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle onu itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' (ileri gelenler) Nûh’un (a.s.) da karşısına çıkmış, Kureyş’in ileri gelenlerinin Hz. Muhammed’e (s.a.s.) yaptıklarını andıran bir tarzda, onu sapıklık ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s.) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; “Kavminin ileri gelenleri: ‘Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz’ dediler. Nûh onlara; ‘Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vâsıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?’ dedi.” 1783
Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, o hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz”1784; "Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik."1785 Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: “Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz” 1786; “Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin” 1787; “Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti.” 1788
Zenginlik ve riyâset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh’a (a.s.) inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh’a (a.s.) mürâcaat etmişler ve bu insanları
1780] 11/Hûd, 25-26
1781] 23/Mü'minûn, 23
1782] 71/Nûh, 2-4
1783] 7/A'râf, 61-63
1784] 11/Hûd, 27
1785] 23/Mü'minûn, 24
1786] 11/Hûd, 27
1787] 23/Mü’minûn, 25
1788] 54/Kamer, 9
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s.) onlara kesin bir üslûpla cevap vererek gerçek anlamda üstünlüğün, iman edenlerde olduğunu şu ifâde ile ortaya koymuştu: “Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım.” 1789
Nûh (a.s.), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azâbından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor; söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (mele’) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz." 1790
Nûh (a.s.), kavmini şirkten dönmeye dâvet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibâdet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tâbî olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezâlardan korumak olduğunu bildiriyordu: “Kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: ‘Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının, ittika edin ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Doğrusu hakkınızda büyük günün azâbından korkuyorum.” 1791
Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; “İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir’ dediler.”1792 Buna rağmen o, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terk etmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın’ dediler." 1793
Nûh (a.s.), dâvetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s.) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faâliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı." 1794
Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh’a (a.s.) şöyle çıkışıyordu: “Ey Nûh! Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azâbı başımıza getir’ dediler.”1795 Onlar, Nûh’un (a.s.) tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrâk edemiyorlardı. Nûh (a.s.), belki düşünürler diye, azâbın sahibinin Allah olduğunu ve O’nun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: “Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu âciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz” 1796
1789] 26/Şuarâ, 14-15
1790] 11/Hûd, 38
1791] 26/Şuarâ, 106-110, 135
1792] 26/Şuarâ, 136
1793] 26/Şuarâ, 116
1794] 11/Hûd, 40
1795] 11/Hûd, 32
1796] 11/Hûd, 33-34
NÛH (A.S.)
- 393 -
Nûh (a.s.), bu zâlim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s.), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havâle etmekten başka çare bulamadı. Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: “Nûh; ‘Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki iman edenleri kurtar’ dedi”1797; “Nûh; ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et’ dedi” 1798; “O da; ‘Ben yenildim, bana yardım et!’ diye Rabbine yalvarmıştı.” 1799
Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: “Nûh'a; ‘Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezâretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır’ diye Allah tarafından vahyolundu.” 1800
Nûh (a.s.), Cebrâil’in (a.s.) gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; ‘Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azâbın kime geleceğini ve kime sürekli azâbın ineceğini göreceksiniz’ dedi.” 1801
Taberî, Nûh’un (a.s.) kavmini İslâm'a dâvet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r. anhâ)'dan rivâyetle, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: “Nûh, kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka dâvet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek şöyle diyorlardı: ‘Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?’ Nûh (a.s.) da onlara; ‘yakında bileceksiniz!’ diyordu.”1802 Ve yine ona; "Nebîliği bırakıp marangozluğa mı başladın?" diyerek eğleniyorlardı. 1803
Nûh’un (a.s.) yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas’dan (r.a.) şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s.) zirâ'ıyla üç yüz zirâ'; eni elli zirâ'; yüksekliği otuz zirâ'; su seviyesinden yukarısı ise altı zirâ' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı 1804. Bu rivâyetin doğruluğunu Allah bilir.
Nûh (a.s.), gemiyi inşâ ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla/çiviyle çakılmış bir gemiye bindirdik."1805 Nûh (a.s.) bu
1797] 26/Şuarâ, 117-118
1798] 23/Mü'minûn, 26
1799] 54/Kamer, 10
1800] 11/Hûd, 36-37
1801] 11/Hûd, 36-39
1802] Taberî, Târîhu’r-Rasûl vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180
1803] a.g.e., I, 183
1804] Taberî, a.g.e., I, 182
1805] 54/Kamer, 13
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
esnâda, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vazgeçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikâyet edip yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.
Nûh’un (a.s.) adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: “Nûh dedi ki: ‘Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu ben Senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: ‘Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, ‘Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular’ dedi. İnsanlara; ‘sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin!’ dediler. Böylece birçoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zâlimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; ‘Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkârcı bırakma. Doğrusu Sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler.” 1806
Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umûmî kıldığı gibi, Nûh (a.s.) da bunun umûmî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren dâveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkârcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; ‘Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir’ diyorlardı." 1807
Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s.)'a Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynamasını göstermişti. Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan ikişer çifti ve kendisine iman edenleri gemiye bindirmesini vahyetti: “Emrimiz gelip tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten ikişer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve mü’minleri gemiye bindir’ dedik. Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.” 1808.
Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivâyetler vardır.1809 Nûh (a.s.) ile ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. (Hz. Nûh’un oğullarının kaç tane olduğu ve isimleri Kur’an’da ve sahih hadislerde geçmez). Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s.) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı." 1810
Nûh (a.s.), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için,
1806] 71/Nûh, 5-11, 21-24, 26-27
1807] Taberî, a.g.e., I, 182
1808] 11/Hûd, 40
1809] Taberî, a.g.e., I, 187-189
1810] 11/Hûd, 42-43
NÛH (A.S.)
- 395 -
Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegâne ölçüsünün akîde olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" âyetiyle Nûh’a (a.s.) bildirerek, ortaya koymuştur.
Tûfan, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde her yeri sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti." 1811
Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri revâ gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zâlimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tûfan ile helak edilmişti. Allah Teâlâ, inkârcı zâlimler helâk olduktan sonra, Tûfanı sona erdirmiş ve mü’minlerin bulunduğu gemiyi selâmetle Cûdî dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; ‘Suyunu çek!’ göğe; ‘Ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdîye oturdu. ‘Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun!’ denildi." 1812
Taberî'nin Rasûlullah’a (s.a.s.) dayandırılan bir rivâyetine göre Tûfan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tûfan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdî dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti.1813 Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hâtırasını sürdürmüştür.
İnkâr edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selâmet ve bereketle gemiden in."1814 Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer’in (Cizre) yakınında bulunmaktadır. 1815
Diğer bir rivâyete göre de Nûh (a.s.) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekke’ye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu.1816 Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur." 1817
Rivâyete göre Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve
1811] 54/Kamer, 11-12
1812] 11/Hûd, 44
1813] Taberî, a.g.e., I,190
1814] 11/Hûd, 48
1815] a.g.e., 189
1816] M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiyâ, Dımaşk 1985, 154
1817] 54/Kamer, 15
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onun soyunu sürekli kıldık.”1818 Rasûlullah (s.a.s.) bu âyeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir. 1819 Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler. 1820
Nûh (a.s)'ın tûfana kadar dokuz yüz elli yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki Biz Nûh’u kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı."1821 Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas’ın (r.a.) görüşüne göre, Nûh (a.s.) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir. 1822
Nûh (a.s.), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûrâ)" olarak isimlendirmiş ve kıyâmete kadar gelen nesiller, anıp selâm getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde, âlemlerde, Nûh'a selâm olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, Bizim inanmış kullarımızdandı."1823 Ve o, sonraki peygamberler için, tâkip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı." 1824
Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s.) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Rasûlullah (s.a.s.)'a bir örnek olarak gösterilmektedir: "Rasullerden azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) olanların sabrettiği gibi sen de sabret."1825 Nûh (a.s), Peygamber’e (s.a.s.) ve inanan tebliğcilere bir numûne olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helâkı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmaktadır. 1826
Âdem (a.s.) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yürümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybedebiliyor. Zira insan beşer olma hasebiyle kendisine öğretilenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlûp olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan insanoğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçilerini/peygamberlerini göndermiştir. Çünkü beşeriye elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslâm’ı tebliğ edecek ve İslâm’ı hâkim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün böyleydi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu elçiler veya o elçilerin vârisleri, onların yolunu sürdürenler, dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayacak olan en önemli etkenlerdir.
Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı kalmadan yürümek sağlıklı olamaz. Çünkü fırsatı kollayan (hak yoldaki trafik
1818] 37/Saffât, 77
1819] Taberî, a.g.e., I, 192
1820] İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78
1821] 29/Ankebût, 14
1822] Sabûnî, a.g.e., 154
1823] 37/Sâffât, 81-82
1824] 37/Sâffât, 83
1825] 46/Ahkaf, 35
1826] Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 117-120
NÛH (A.S.)
- 397 -
canavarı) İblis, her an pusudadır. İşte, peygamberlerine kulak verip onlara itaat eden mü’minler tevhid caddesinde tökezlemeden yürümüş, kulak vermeyip itaati reddedenler de tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris’den (a.s.) sonra tökezlenip bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah, Nuh’u (a.s.) gönderdi.
Azâbı hak eden her toplum gibi onlar da peygamberlerini yalanladılar. Kıskançlık ve gururlarından ötürü kavmi, Nuh’un her dâvetinde ona karşı çıkmış, âlemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşmamışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yol hak/doğru sanıyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki., aralarından birinin elçi olarak çıkmasını kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah’ın kendilerine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri geliyordu. Bu kimselerin karşı çıkışlarının temelinde hükümranlıkları ve basit çıkarları yatıyordu. Eğer onlar, peygamberin getirdiği mesaja kulak verip Allah’a kulluğa yanaşsaydı, dünyevî tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve tuğyan sevdâsı öylesine işlemişti ki, İlâhî mesaj asla fayda vermiyordu. Bu dünyevî egemenlik, onlara Allah’ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmıştı. Hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.
Hak dâvânın tarihî seyrini tahlil ederken karşılaşacağımız temel espri budur: Allah’ın elçileri mesajlarını kavimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmışlardı; sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlardı: “Biz senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların daha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümüzün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetini de göremiyioruz! Nuh, bizler gibi alelâde bir insandır. Ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz? Ayak takımı ve aşağı sınıf kimseler, Nuh’u hiç düşünmeden Allah’ın elçisi olarak kabul etmektedir. Hâlbuki Nuh’un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşrâf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi.1827 Eğer Allah dileseydi melek indirirdi.1828 Eğer bu şahıs, Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gâipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihtiyaçtan müstağnî olurdu.1829 Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptir ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hâkim olmak istiyor. Ve bu adam bir “cin”in etkisindedir ki, onu divane haline getirmiştir.” 1830
Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberin kavminin ileri gelenleri gibi, ulvî hakikatleri görmezlikten geliyorlar. Dünyevî makamlar onların gözlerini kör ediyor da Allah’ın bildirdiği yüce hakikatleri görmek istemiyorlar. Risâlet görevine peygamberlerin neden seçilmiş olacağını farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatine göre bu vazife, bir insana verilmez. Eğer verilecek olursa da, bu kimse, mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yeryüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır.
Nuh’un (a.s.) kavmi, İbrâhim’in (a.s.) kavmi, Şuayb’ın (a.s.) kavmi... ve nihayet Muhammed’in (s.a.s.) kavminin ithamı, “ayaktakımı” ile bir mi olacağız?”
1827] 11/Nûd, 27
1828] 23/Mü’minûn, 24
1829] 11/Hûd, 31
1830] 23/Mü’minûn, 25
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlara göre fakir ve kimsesizler, güçsüz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz’aflar bu dâvâya iman etmişlerse, kendilerinin bu dâvâya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(!) mustaz’afların inandığı dâvâya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felâketti.
O gün; Nuh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Mûsâ, İsa’nın (a.s.) kavimleri; dün Mekke müşrik toplumu; bugün de dünya müstekbirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış... Sanki bunlar tarihin başlangıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Yani küfür ve şirk cephesinde yeni bir şey yok... 1831
Nûh Sûresi
Nûh Sûresi; Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci sûresidir. Yirmi sekiz âyet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibârettir. Mekkî sûrelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sûre, bütünüyle Nûh’un (a.s.) kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.
Nûh (a.s.), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ insanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh’u (a.s.) kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Rasûlünün dâvetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.
Nûh (a.s.), dokuz yüz elli sene kavminin arasında kalmış ve bu uzun zaman içinde onları Allah'ın gösterdiği yola tabi olmaya çağırmıştı. Onun bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli bu yorucu gayreti, toplumuna kendisini dinletememiş, onları, sürekli uyarısını yaptığı korkunç azaptan kurtaramamıştı. Sure, Nûh’un (a.s.), mal ve mevki sahibi, sapıtmış liderlerinin peşinde koşan ve inanışlarını onun arzularına göre ayarlayan inatçı kavmiyle yaptığı mücadeleleri anlatıyor.
Sûreye, Nûh’un (a.s.) haber verilen acıklı azap gelmeden kavmini doğru yola dönmeleri için uyaran bir peygamber olarak gönderildiği haber verilerek giriliyor: "Biz Nuh'u; ‘Can yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar’ diye vahyederek, kavmine peygamber olarak gönderdik.” (1. âyet)
Nûh (a.s.) onları, Allah'a ibâdet, O'nun azabından korkma (takvâ) ve Rasûle itaate çağırmıştı: "Allah'a kulluk edin O'ndan korkun, bana da itaat edin" (3. âyet). Bu çağrıya uymak için insanoğlunun zamanı sınırlıdır. Allah'ın ona verdiği mühlet içerisinde tercihini yapmak zorundadır. Çünkü Allah'ın takdir ettiği ve dönüşün mümkün olmadığı an geldiğinde, bunu geciktirmeye hiç kimsenin gücü yetmez! "Muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği vakit geldiği zaman, asla ertelenmez. Keşke bunu bir bilseniz" (4. âyet). İnsana verilen zamanın kısıtlı olduğu ve bir gün bu hayatın son bulacağı gerçeği, bilinen bir şey olduğu halde; insanoğlu, büyük bir gaflet içerisinde zamanını boş şeylerle ve Allah'a isyanla geçirir. Şeytan bu hayatın sonlu olduğunu, cezalandırma ve hesap gününün çok yakında gelip çatacağını ona
1831] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 28-33
NÛH (A.S.)
- 399 -
unutturur. İşte Allah Teâlâ bunu; "Keşke bilseydiniz" ifadesiyle vurgulamaktadır.
Nûh (a.s), çok uzun bir hayatın tamamını bu gerçekleri kavmine kavratabilmek için, yorucu bir faaliyetle geçirmişti: "Rabbim! Kavmimi gece gündüz yılmadan imana davet ettim." (5. âyet). Ama sonuçta küçük bir topluluk hariç, kendini hiç kimseye dinletememişti. Burada, Nûh (a.s.) ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin karşılaştıkları inat, alaya alma ve büyüklenerek direnme olayının küfrün ve câhili düşüncenin geleneksel davranış biçimi olduğu gözler önüne seriliyor. Nûh (a.s.), kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya şikâyet ederken şöyle demektedir: "Doğrusu ben bağışlaman için onları ne zaman imana davet ettimse; onlar, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, beni görmemek için elbiselerine büründüler, inkârlarında ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler" (7. âyet).
Daha sonra, Nûh’un (a.s.) kavmini ne şekilde iman'a dâvet ettiği anlatılmaktadır. Bütün peygamberler getirdikleri ilâhî mesajın hakikatini akıllarda hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte açıklamış, tebliğ etmişlerdir. Nûh (a.s.) da kavmine, Allah'tan getirdiklerini anlayabilecekleri bir dille, akıllarına hitap eden delillerle tebliğ etmişti. Bu tebliğ esnasında kendisine bir hareket stratejisi de tayin etmişti. Bazı gruplar, Allah'ın birliğine imana çağırırken; maslahata uygun olarak, tebliğ faaliyetini gizlice yürütmüş; açıkça söylenmesi icap eden şeyleri de hiç kimsenin korkutmasından çekinmeden toplumun karşısına geçip haykırmıştı. Nûh’un (a.s.) böyle bir tebliğ metodu takip ettiği; "Sonra da onlara, bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye hakkı tebliğ ettim" (9. âyet) ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır.
İnkâr edip Allah'a savaş ilan edenler, ahirette şiddetli azaplarla cezalandırılacakları gibi; bu dünyada da büyük belâlarla karşılaşacaklardır. İman eden topluluklar ise, ahirette hesapsız nimetlerle mükâfatlandırılacakları gibi, bu dünyada da üzerlerine Allah Teâlâ'nın nimetleri yağacaktır. Bu gerçek, Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde defalarca zikredilmektedir. Bunun içindir ki Nuh (a.s.), kavmini Allah'ın cezalandırmasından korumaya çalışırken, iman edip af dilemeleri karşılığında, Allah tarafından nimetlerin bollaştırılması ile de ödüllendirileceklerini onlara bildirmekte idi: "Ve şöyle dedim: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; şüphesiz o çok bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin. Size çok mallar ve oğullar versin, bahçeler bağışlasın, ırmaklar akıtsın" (10-12. âyet).
Nûh (a.s.), tebliğ ettiği şeyin gerçekliğini, insan aklına hayret verecek ve idrakten aciz bırakacak olan evrenin işleyişi ve insanoğlunun yeryüzünde yaradılışı mucizelerini gözler önüne sererek anlatmaya çalışmıştı. Allah'ın varlığına ve birliğine mutlak anlamda delalet eden hilkat olayı, varlığın bütün incelikleri, insan aklına durgunluk verecek ilâhî bir uslûpla bütün peygamberler tarafından gönderildikleri toplumların gözleri önüne serilmiştir.
Kavmini ilâhî rahmete ulaştırmak için her türlü yolu deneyen Nûh (a.s.), dokuz yüz elli yıllık uzun mücadele sonunda kavminin durumundan ümidini kesmiş ve onların artık uydukları tağutî liderlerinin peşinden kesinlikle ayrılmayacaklarını anlamıştı: Nuh, şöyle dedi: "Rabbim! Kavmim bana isyan etti; malı ve evladı kendisine zarardan başka bir şey vermeyen kimseye uydu" (21. âyet).
Kâfirlerin her zaman yaptıkları gibi, Nûh (a.s.) kavmi de, onun tebliğinin insanlar üzerindeki etkisini engellemek için çeşitli hileli yollara başvurarak, ona
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tuzaklar kurdular ve tapındıkları putları ayakta tutabilmek için her türlü yolu denediler ve bunda da başarılı oldular: "Onlar büyük tuzaklar kurdular. Sakın ilâhlarınızı bırakmayın, "Ved", "Suvâ", "Yağus", "Yeûk" ve Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin dediler" (22-23. âyet).
İlâhî tebliğe uzun süre kulak tıkayıp, onu yok etmek için zalimce yollara başvuran insanlar, kendileri için açık tutulan rahmet kapısını kaybederler. Artık, onların İslâm'ı anlamaları mümkün değildir. Allah Teâlâ onları işledikleri büyük zulümler karşılığında böylece cezalandırmaktadır. Nûh (a.s.), kavminden ümidini kesince Allah Teâlâ'dan onları cezalandırmasını istemiş ve Rabbine şöyle seslenmişti: “Ey Rabbim! Kâfirlerden yeryüzünde dolaşan tek kişi bırakma!” (26. âyet). Kurtuluşa erenler ise Peygambere uyan az bir topluluk idi: “Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mümin olarak gireni mümin erkekleri ve kadınları affet. Zalimlerin ise sadece helâkını artır” (28. âyet).
Ve neticede sapıtmış bir topluluğun başına gelecek belalardan biri Nûh (a.s.) kavmini yeryüzünden silip götürmüştü. Bunda, sonraki topluluklar için büyük bir ibret vardır. 1832
Kur’ân-ı Kerim’de Nûh (a.s.) ve Tevhid Mücâdelesi
Hz. Nûh’un ismi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 43 yerde geçer. Nûh (a.s.)’un kıssası, Kur’an’da detaylı bir şekilde 28 ayrı sûrede anlatılmıştır. Bunlar: 7/A’râf, 59-64; 11/Hûd, 25-48; 23/Mü’minûn, 23-30; 42/Şuarâ, 105-122; 54/Kamer, 9-17; 10/Yûnus, 71-74; 21/Enbiyâ, 72, 77; 25/Furkan, 37; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 40/Mü’min, 5; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 71/Nûh, 1-28. Kur’ân-ı Kerim’in 71. sûresinin ismi ise Nûh sûresidir. Bu sûrelerin hepsinde, Hz. Nûh (a.s.)’un peygamber olarak gönderilişi, peygamberliği, dâvetini kavminin bile bile inkârına ve ona isyanı, onların eziyetlerine karşı göstermiş olduğu uzun müddet sabredişi, yalanlayıcıların tûfanla boğulup cezâlandırılması anlatılmaktadır.
“Allah Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.” 1833
“Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik....” 1834
“Andolsun biz Nuh'u kendi kavmine (toplumuna) gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.’ Kavmimin önde gelenleri: ‘Gerçekte biz seni açıkça bir ‘şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz’ dediler. O: ‘Ey kavmim, bende bir şaşırmışlık ve sapmışlık yoktur; ama ben alemlerin Rabbinden bir elçiyim’ dedi. ‘Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum. (Ayrıca) Size öğüt veriyor ve sizin bilmediklerinizi ben Allah'tan biliyorum. Sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyarıp korkutacak bir adam aracılığı ile bir zikir (Kitap) gelmesine mi şaştınız?’ Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.” 1835
"Sizi uyarmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr'in gelmesine mi şaşırdınız? (Allah'ın) Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldığını ve sizin yaratılışta
1832] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
1833] 3/Âl-i İmrân, 33
1834] 4/Nisâ, 163
1835] 7/A’râf, 59-64
NÛH (A.S.)
- 401 -
gelişiminizi arttırdığını (veya üstün kıldığını) hatırlayın. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın, ki kurtuluş bulasınız." 1836
“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Ad, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara rasulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” 1837
“Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın (veya tasa konusu olmasın), sonra hakkımdaki hükmünüzü -bana süre tanımaksızın- verin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.’ Fakat onu yalanladılar; Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak.” 1838
“Andolsun, biz Nuh'u kavmine elçi gönderdik. Onlara: ‘Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”1839 “Allah'tan başkasına tapmayın! Ben, size (gelecek) elem verici bir günün azabından korkuyorum." (26. âyet). “Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz." (27). “(Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?” (28). “Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.” (29). “Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?” (30). “Ben size: "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum, gaybı da bilmem. "Ben bir meleğim" de demiyorum, sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, "Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir" diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum." (31). “Dediler ki: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen, kendisiyle bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!” (32). “(Nuh) dedi ki: "Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz.” (33). “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdüm size fayda vermez. (Çünkü) O sizin Rabbinizdir. Ve (nihayet) O'na döndürüleceksiniz." (34). “(Rasûlüm!) Yoksa "Bunu uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım." (35). “Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme.” (36). “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!” (37). “Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı.
1836] 7/A’râf, 69
1837] 9/Tevbe, 70
1838] 10/Yûnus, 71-73
1839] 11/Hûd, 25
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dedi ki: "Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!” (38). “Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." (39). “Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: "(Canlı çeşitlerinin) her birinden iki eş ile -(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!" Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.” (40). “(Nuh) dedi ki: "Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir." (41). “Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi.” (42). “Oğlu: Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım, dedi. (Nuh): "Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (43). “(Nihayet) "Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!" denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: "O zalimler topluluğunun canı cehenneme!" denildi.” (44). “Nuh Rabbine duâ edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vâdin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin." (45). “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (46). “Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” (47). “Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.” (48). “(Rasûlüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.” 1840
"Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak değil." 1841
“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." 1842
“(Ey) Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın çocukları! Şüphesiz o, şükreden bir kuldu.” 1843
“Biz, Nuh'tan sonra nice kuşakları yıkıma uğrattık. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter.” 1844
“İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (İnsan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar.” 1845
1840] 11/Hûd, 25-49
1841] 11/Hûd, 89
1842] 14/İbrâhim, 9
1843] 17/İsrâ, 3
1844] 17/İsrâ, 17
1845] 19/Meryem, 58
NÛH (A.S.)
- 403 -
“Nuh da; daha önce çağrıda bulunduğu zaman, biz onun çağrısına cevap verdik, onu ve ailesini büyük bir üzüntüden kurtardık. Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden ‘ona yardım edip-öcünü aldık'. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi, biz de onların tümünü suya batırıp boğduk.” 1846
“Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Ad, Semud kavmi de yalanlamıştı.” 1847
“Andolsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.” 1848; “Bunun üzerine, kavminin inkârcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık." (24). "Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım." (25). “(Nuh), Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” (26). “Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.” (27). “Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: ‘Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun’ de.” (28). “Ve de ki: Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın.” (29). “Şüphesiz bunda (Nuh ve kavminin başından geçenlerde) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz (kullarımızı böyle) deneriz.” 1849
“Nuh'un kavmi de, elçileri yalanlandıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azab hazırladık.” 1850
“Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar.” 1851; “Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?”(106). “Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.”(107). “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”(108). “Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.”(109). “Onun için, Allah'tan korkun ve bana itaat edin.”(110). “Onlar şöyle cevap verdiler: Sana düşük seviyeli kimseler tâbi olup dururken, biz sana iman eder miyiz hiç!”(111). “Nuh dedi ki: Onların yaptıkları hakkında bilgim yoktur.”(112). “Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Bir düşünseniz!”(113). “Ben iman eden kimseleri kovacak değilim.”(114). “Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”(115). “Dediler ki: Ey Nuh! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşlanmışlardan olacaksın!” (116). “Nuh: Rabbim! dedi, kavmim beni yalancılıkla suçladı.” (117). “Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar.”(118). “Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri, o dolu geminin içinde (taşıyarak) kurtardık.”(119). “Sonra da geri kalanları suda boğduk.”(120). “Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”(121). “Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir.” 1852
“Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik
1846] 21/Enbiyâ, 76-77
1847] 22/Hacc, 42
1848] 23/Mü’minûn, 23
1849] 23/Mü’minûn, 23-30
1850] 25/Furkan, 37
1851] 26/Şuarâ, 105
1852] 26/Şuarâ, 105-122
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. Böylece biz onu ve gemi halkını kurtardık ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış olduk.” 1853
“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” 1854
“Hani Biz peygamberlerden kesin sözlerini almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Mûsâ'dan ve Meryem oğlu İsa'dan. Biz onlardan sapasağlam bir söz almıştık.” 1855
“Andolsun, Nuh bize (duâ edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik. Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık. Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık. Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık. Alemler içinde selam olsun Nuh'a. Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Şüphesiz o, bizim mü'min olan kullarımızdandı. Sonra diğerlerini suda boğduk.” 1856
“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanladı ve kendilerinden sonra (sayısı çok) fırkalar da. Her ümmet, kendi elçilerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi. Hakkı, onunla yürürlükten kaldırmak için, ‘batıla-dayanarak' mücadeleye giriştiler. Ben de onları yakalayıverdim. Artık Benim cezalandırmam nasılmış?” 1857
"Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez." 1858
“O: "Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsâ'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir.” 1859
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı ve Semud (kavmi) de yalanladı.” 1860
“Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar da fâsık bir kavim idi.” 1861
“Kendilerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı; böylece kulumuz (Nuh)u yalanladılar ve: "Delidir" dediler. O ‘baskı altına alınıp engellenmişti.' Sonunda Rabbine duâ etti: "Gerçekten ben, yenik düşmüş durumdayım. Artık Sen (bu kâfir toplumdan) intikam al." Biz de ‘bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de ‘coşkun kaynaklar' halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı (hükmümüzü gerçekleştirmek üzere) birleşti. Ve onu da tahtalar ve çiviler(le inşa edilmiş gemi) üzerinde taşıdık; Gözlerimiz önünde akıp-gitmekteydi. (Kendisi ve getirdikleri) İnkâr edilmiş-nankörlük edilmiş olan (Nuh)a bir mükafaat olmak üzere. Andolsun, Biz bunu bir ayet olarak bıraktık. Fakat öğüt
1853] 29/Ankebût, 14-15
1854] 29/Ankebût, 40
1855] 33/Ahzâb, 7
1856] 37/Sâffât, 75-82
1857] 40/Mü’min, 5
1858] 40/Mü’min, 31
1859] 42/Şûrâ, 13
1860] 50/Kaf, 12
1861] 51/Zâriyât, 46
NÛH (A.S.)
- 405 -
alıp-düşünen var mı? Şu halde Benim azabım ve uyarıp-korkutmam nasılmış?” 1862
“Andolsun, Biz Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.” 1863
“Allah, inkâr edenlere, Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin!’ denildi.” 1864
“Şüphesiz, su bastığı vakit sizi gemide Biz taşıdık.”. “Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve belleyici kulaklar onu bellesin diye.” 1865
“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik.
Ey kavmim, dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım.
Allah'a kulluk edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.
Ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vâdeye kadar tehir etsin (muâheze etmeden yaşatsın). Bilinmeli ki Allah'ın tayin ettiği vâde gelince, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!
(Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim;
Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı.
Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.
Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum.
Sonra, onlarla hem açıktan açığa hem de gizli gizli konuştum.
Dedim ki : Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır.
(Mağfiret dileyin ki,) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin,
Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.
Size ne oluyor ki, Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?
Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.
Görmediniz mi, Allah yedi göğü birbiriyle âhenkli olarak nasıl yaratmış!
Onların içinde ayı bir nûr kılmış, güneşi de bir lamba yapmıştır.
Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir.
Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.
1862] 54/Kamer, 9-16
1863] 57/Hâdîd, 26
1864] 66/Tahrîm, 10
1865] 69/Haakka, 11-12
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah,yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.
Ki, onda geniş yollar edinip dolaşabilesiniz.(diye).
(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nuh: Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular.
Bunlar da, büyük hileler, büyük desiseler kurdular!
Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suvâ'dan, Yeğûs'tan, Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!
(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!
Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular ve o zaman Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.
Nuh: ‘Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!
Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (İnsanlar) doğururlar (yetiştirirler).’
Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini arttır." 1866
Nûh Tûfânı
“Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.” 1867
Hemen her kültürde yer aldığını gördüğümüz Nuh Tufanı, Kuran'da anlatılan kıssalar arasında, üzerinde en çok durulanlardan biridir. Hz. Nuh'un gönderildiği kavmin uyarılara ve öğütlere kulak asmaması, gösterdikleri tepkiler ve olayın meydana gelişi birçok âyette detaylarıyla anlatılır.
Hz. Nuh, Allah'ın ayetlerinden uzaklaşarak O'na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah'ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah'ın azabına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nuh'u yalanladılar ve şirk koşmaya devam ettiler. Mü’minûn Sûresi'nde, Nuh Kavmi'nde gelişen olaylar şöyle anlatılıyor: “Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: 'Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?' Bunun üzerine, kavminden inkâra sapmış önde gelenler dediler ki: 'Bu, sizin benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek istiyor. Eğer Allah (öne sürdüklerini) dilemiş olsaydı, muhakkak melekler indirirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da bunu işitmiş değiliz.' O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin. Rabbim' dedi (Nuh). 'Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım
1866] 71/Nûh, 1-28
1867] 29/Ankebût, 14
NÛH (A.S.)
- 407 -
et.” 1868
Âyetlerde anlatıldığı gibi, kavminin önde gelenleri Hz. Nuh'u, onlara karşı üstünlük elde etmeye çalışmak, yani kişisel çıkarlar aramak gibi basit bir suçlamayla karalamaya çalıştılar ve ona "deli" damgası vurmak istediler. Ve onu gözetlemeye, baskı altında tutmaya karar verdiler. Bunun üzerine Allah Hz. Nuh'a, inkâr edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber verdi.
Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerden sular ve coşkun kaynaklar fışkırdı ve bunlar şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden oldu. Allah, Hz. Nuh'a "onun içine her (cinsten) ikişer çift ile içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlanlar dışında olan aileni de alıp koy"1869 emrini verdi ve Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğuldu. Tufan sonucunda sular çekilip, ayetin ifadesiyle "iş bitiverince" de gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cudi'ye -yani yüksekçe bir yere- oturdu.
Yapılan arkeolojik, jeolojik ve tarihî çalışmalar olayın Kuran'da anlatıldığı şekilde meydana geldiğini göstermektedir. Eski çağlarda yaşamış birçok uygarlığa ait tabletlerde ve elde edilen birçok tarihi belgede, tufan olayı, kişi ve yer isimleri farklılık gösterse de, çok büyük benzerliklerle anlatılmış ve "sapkın bir kavmin başına gelenler" bir ibret kaynağı olarak çağdaşlarına sunulmuştur.
“Tûfan olayı, Tevrat ve İncil'in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan'da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere'nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır. Birbirinden ve Tûfan böِ lgesinden hem coğrafîi
hem kültürel olarak bu kadar uzak kültürlerde, Tûfan'la ilgili bu denli detaylı ve birbiriyle uyumlu bilgi nasıl yerleşmiş olabilir?”
Sorunun cevabı açıktır: Eski dönemlerde birbirleriyle ilişki kurmuş olmaları imkansız olan bu toplumların yazıtlarında aynı olaydan bahsedilmesi, aslında bu insanların bir ilahi kaynaktan bilgi aldıklarını gösteren açık bir kanıt durumundadır. Görünen odur ki, tarihin en büyük helak olaylarından biri olan Tufan, farklı uygarlıklara gönderilen birçok peygamberler tarafından ibret için anlatılmış ve bu şekilde Tufan'la ilgili bilgiler çeşitli kültürlere yerleşmiştir.
Bununla birlikte, Tufan olayı ve Nuh Kıssası birçok kültür ve dini kaynaklarda anlatılmasına rağmen, kaynakların tahrif edilmesi veya yanlış aktarma ve kasıtlar sebebiyle birçok değişikliğe uğramış, aslından uzaklaştırılmıştır. Yapılan araştırmalardan, temelde aynı olayı anlatan ancak aralarında birtakım farklılıklar da bulunan Tufan anlatımları içinde, eldeki bilimsel bulgulara uygun yegâne anlatımın Kuran'daki olduğunu görüyoruz.
Tûfan'ın Fiziksel Özellikleri Allah, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtı, şiddetli yağmurlar yağdırdı. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttı. Yağmur, kaynak sularla bir işe karşı birleşti. Çivilerle tutturularak
1868] 23/Mü'minûn, 23-26
1869] 23/Mü'minûn, 27
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tahtadan yapılmış gemiyi bu sularda Allah taşıdı.1870 Allah’ın gözetimi altında ve vahiyle Nûh gemiyi yaptı. Allah’ın emri gelip de tandır kızışınca, hayvanlardan ikişer çift ile iman etmiş kimseleri gemiye alması emredildi.1871 Geminin Cûdî’ye/yüksekçe bir yere oturdu.1872 Tûfan olayı, ibret vericidir. 1873
Tûfan Evrensel mi, Yoksa Yerel Bir Âfet miydi?
Nuh Tufanı'nın varlığını inkâr edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tûfanın varlığının imkânsız olduğunu söylemektedirler. Ayrıca böylesine bir tufanın gerçekleşmemiş olduğu iddiasını, Kuran'a saldırmak amacıyla da öne sürmektedirler. Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran'ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da, Tufan olayına, Tevrat ve çeşitli kültürlerde bahsedilen Tufan efsanelerinden çok daha farklı bir bakış açısı getirilir. Eski Ahit'in ilk beş kitabını oluşturan Muharref Tevrat, bu tufanın evrensel olduğunu ve tüm dünyayı kapsadığını söylemektedir. Oysa Kuran'da böyle bir bilgi verilmez, aksine, ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, Hz. Nuh tarafından uyarılıp-korkutulan Nuh Kavmi'nin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.
Tevrat'ın ve Kuran'ın Tufan anlatımlarına bakıldığında bu farklılık kolaylıkla kendi gösterir. Tarih içinde çeşitli tahrifatlara ve eklemelere maruz kalmış olan Tevrat, Tufan'ın başlangıcını şöyle açıklamaktadır: “Ve Rab gördü ki, yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu, ve her gün yüreğinin düşünceleri ve kuruntuları ancak kötü idi. Ve RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu, ve yüreğinde acı duydu. Ve RAB dedi: Yarattığım adamı, ve hayvanları, sürünenleri ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları yaptığıma nadim oldum. Fakat Nuh, Rabbin gözünde inayet buldu.” 1874
Oysa Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helâk edildiği bildirilmektedir. Tıpkı Âd kavmine gönderilen Hz. Hûd 1875 veya Semud Kavmi'ne gönderilen Hz. Sâlih 1876 ve diğer peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır: “Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp- korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkmaktayım' dedi.” 1877
Helâk olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır: “Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi.”1878.; “Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Âyetlerimizi yalan sayarak inanmamış
1870] 54/Kamer, 11-13
1871] 23/Mü’minûn, 27
1872] 11/Hûd, 44
1873] 69/Haakka, 11-12
1874] Tekvin, 6/5-8
1875] 11/Hûd, 50
1876] 11/Hûd, 61
1877] 11/Hûd, 25-26
1878] 7/A'râf, 64
NÛH (A.S.)
- 409 -
olanların da kökünü kuruttuk.”1879 Ayrıca, Kuran'da Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Yine, Kur’an’da şöyle denilir: “Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz.” 1880
Kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helâk edilmesi, Allah'ın sünneti değildir. Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helâk etmiştir.
Kuran'daki bu ifadelerden Nuh Tufanı'nın tüm dünyayı kaplayan değil, yöresel bir felâket olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Tûfan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tûfan'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir âfet olduğunu göstermektedir.
Gemiye Bütün Hayvanlar Alındı mı?
Kitab-ı Mukaddes yorumcuları, Hz. Nuh'un yeryüzündeki tüm hayvan türlerini gemiye aldığına ve hayvan neslinin Hz. Nuh sayesinde yok olmaktan kurtulduğuna inanırlar. Bu inanışa göre yeryüzündeki tüm hayvanlar toplanmış ve gemiye yerleştirilmiştir.
Bu iddiayı savunanlar elbette birçok açıdan çok zor duruma düşmektedirler. Gemiye alınan hayvan türlerinin nasıl beslendikleri, gemide nasıl istiflendikleri, birbirlerinden nasıl tecrit edildikleri gibi soruların cevaplanması elbette mümkün değildir. Dahası, farklı kıtalara has hayvanların nasıl toplandığı da merak konusudur; kutuplardaki memeliler, Avustralya'daki kangurular veya Amerika'ya has bizonlar gibi. Ayrıca insan için son derece tehlikeli olan yılan, akrep gibi zehirli olanların ve vahşi hayvanların nasıl yakalandığı, Tufan'a kadar bunların kendi doğal ortamlarının dışında nasıl yaşatılabildiği gibi sorular da birbirini izlemektedir.
Ancak bunlar Tevrat'ın karşı karşıya kaldığı zorluklardır. Kuran'da ise, yeryüzündeki tüm hayvan türlerinin gemiye alındığına dair bir açıklama bulunmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi Tufan belirli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bu nedenle gemiye alınan hayvanlar, Nuh kavminin bulunduğu bölgede yaşayanlar olmalıdır.
Ancak sadece o bölgede yaşayan tüm hayvan türlerinin bile biraraya getirilmesinin mümkün olmadığı açıktır. Hz. Nuh'un ve çok az sayıda oldukları belirtilen müminlerin 1881 çevrelerindeki yüzlerce hayvan türünden çiftler topladıklarını düşünmek de zordur. Yaşadıkları bölgedeki hayvanlardan sadece böcek türlerinin toplanması bile mümkün değildir; hem de erkek dişi ayrımı yaparak! Bu nedenle, toplanan hayvanların rahatlıkla yakalanıp himaye edilebilecek ve özellikle de insanlara yarar sağlayacak evcil hayvanlar olduğu düşünülebilir. Buna göre, Hz. Nuh muhtemelen, inek, koyun, at, tavuk, horoz, deve ve benzeri hayvanları gemiye almış olabilir. Çünkü Tufan nedeniyle canlılığını büyük ölçüde
1879] 7/A'râf, 72
1880] 28/Kasas, 59
1881] Hud Suresi, 40
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yitirmiş olan bölgede yeni kurulacak hayat için gerekli olan temel hayvanlardır bunlar.
Burada önemli olan nokta şudur: Allah'ın Hz. Nuh'a verdiği hayvanları toplama emrindeki hikmet, hayvanların neslini korumaktan çok, Tufan sonrasında kurulacak yeni yaşama gerekli olan hayvanların toplanması olmalıdır. Çünkü Tufan yerel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi söz konusu olamaz. Nasıl olsa Tufan'dan sonra zamanla diğer bölgelerden hayvanlar bu bölgeye göç edip bölgeyi eski canlılığına getireceklerdir. Önemli olan Tufan'dan hemen sonra bölgede kurulacak yaşamdır ve toplanan hayvanlar temelde bu amaçla toplanmış olmalıdırlar.
Sular Ne Kadar Yükseldi?
Tufan hakkındaki bir başka tartışma ise, suların dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer-tepe" anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Kuran'da "Cudi"nin, özel bir dağ ismi olarak değil, sadece geminin yüksekçe bir mekana oturduğunu anlatmak için kullanılmış olabileceği gözardı edilmemelidir. Ayrıca cudi kelimesinin bu anlamından, suların belirli bir yüksekliğe eriştiği, ama yine de büyük dağların seviyesine kadar yükselmemiş olduğu da çıkarılabilir. Yani Tufan Tevrat'ta anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmamış, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olmalıdır.
Nuh Tûfanı'nın Yeri Nuh Tufanı'nın gerçekleştiği yer olarak Mezopotamya Ovası gösterilir. Bu bölgede tarihte bilinen en eski ve en gelişmiş uygarlıklar kurulmuştur. Ayrıca bu bölge, Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında yer alması sebebiyle, coğrafi olarak büyük bir su baskınına uygun bir zemin teşkil etmektedir. Tufan'ın etkisini artıran sebeplerden birisi, büyük bir ihtimalle, bu iki nehrin yataklarından taşıp bölgeyi etkisi altına almış olmasıdır.
Bu bölgenin Tûfan'ın gerçekleştiği yer olarak kabul edilmesinin ikinci bir sebebi de tarihseldir. Bölgedeki birçok medeniyetin kayıtlarında, aynı dönemde yaşanmış bir Tufan'ı anlatan çok sayıda belge ortaya çıkarılmıştır. Nuh kavminin helak edilmesine tanık olan bu medeniyetler, bu felaketin oluş biçimini ve sonuçlarını tarihsel kayıtlara işleme ihtiyacı hissetmiş olmalıdırlar. Tufan'ı anlatan efsanelerin çoğunluğunun Mezopotamya kökenli olduğu da bilinmektedir. En önemlisi de arkeolojik bulgulardır. Bunlar, bu bölgede gerçekten de büyük bir su baskınının meydana geldiğini göstermektedir. Bu su baskını, ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz gibi, bölgede bulunan uygarlığın bir süre için duraksamasına neden olmuştur. Yapılan kazılarda böylesine büyük bir felâketin açık izleri toprağın altından çıkartılmıştır.
Mezopotamya bölgesinde yapılan kazılardan anlaşıldığına göre, bu bölge tarih içinde birçok kez seller ve Dicle, Fırat nehirlerinin taşması sonucu meydana gelen felaketlerle yüz yüze gelmiştir. Örneğin, MÖ 2000 civarında Mezopotamya'nın tam güney kısmında bulunan büyük Ur kentinin hükümdarı olan İbbi-sin zamanındaki bir yıl, "gökle yer arasındaki sınırları yok eden bir Tufan sonrası" şeklinde tanımlanmaktadır. MÖ 1700'lerde Babilli Hammurabi zamanında bir yıl da "Eşnunna kentinin bir selle yıkılması" olayıyla tanımlanmaktadır.
NÛH (A.S.)
- 411 -
MÖ 10. yüzyılda hükümdar Nabu-mukin-apal zamanında Babil şehrinde bir su baskını gerçekleşmiştir. Milattan sonra 7., 8., 10., 11. ve 12. yüzyıllarda da bölgede önemli su baskınları vuku bulmuştur. 20. yüzyılda 1925, 1930 ve 1954 yıllarında da bu meydana gelmiştir. Anlaşılan odur ki bölge, her zaman için bir sel felaketine açıktır ve Kuran'da belirtildiği gibi büyük çaplı bir selin tüm bir kavmi yok etmesi açıkça mümkündür.
Tûfan'ın Arkeolojik Delilleri
Kuran'da helak edildiği haber verilen kavimlerin birçoğunun izlerine günümüzde rastlanılması bir tesadüf değildir. Arkeolojik verilerden anlaşılmaktadır ki, bir kavmin ortadan kaybolması ne kadar ani olursa, buna ait bulgu elde edilmesi şansı da o kadar fazla olmaktadır.
Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felâket, ânî bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre insan eli değmeden saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar.
İşte Nuh Tufanıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması bu sayede olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm bir uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tufan'ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.
Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tufan'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde büyük bir tufan sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır.
Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.
Önce Ur şehrinde yapılan kazıları ele alalım: Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ 7000'li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur.
Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede ilk kazıyı yapan kişi, British Museum'dan R. H. Hall'dür. Hall'den sonra kazıyı yürütme görevini devralan Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Woolley'in yürüttüğü ve dünya çapında büyük sansasyon yaratan kazı çalışmaları 1922'den 1934 yılına kadar sürdürülmüştür.
Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Ur şehrinin ilk kurucuları, Kuzey Mezopotamya'dan gelmiş olan ve kendilerine "Ubaidyen" ismini veren bir halktı. Bu halka dair bilgi elde etmek
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için detaylı kazılar başlatıldı. Reader's Digest dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılıyor:
Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı, bu Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. Bunlardan çok daha önemli olan başka şeyler de vardı; kil tabletlere hayret verici bir ustalık ve beceriyle, yüksek bir teknikle pres edilmiş tarihsel kayıtlar. Araştırmacılar, Ur'da kral listelerindeki aynı adları taşıyan yazılar bulmuş, hatta bunların arasında Ur'un ilk krallık ailesini kuran kişinin adına rastlamıştı. Woolley, mezarlığın ilk Ur Hanedanlığı'ndan önce başladığı neticesine vardı. Bu nedenle, son derece gelişmiş bir medeniyetin ilk hanedandan daha önceleri var olduğu sonucuna vardı.
Kanıtın iyice incelenmesinden sonra Woolley kazıyı daha derinlere, mezarların altına doğru ilerletmeye karar verdi. İşçiler çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. "Ve sonra birdenbire her şey durdu." Woolley böyle yazıyordu. "Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur."
Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, tarihçilerin son Taş Devri kültürü olarak isimlendirdiği bu devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh'un öyküsü, Mezopotamya Çölü'nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.
Ayrıca Max Mallowan kazıyı yürüten Leonard Woolley'in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir mil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tufan'ın kalıntıları olarak tanımladı.
Bu veriler, Tufan'ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifade etmişti: "Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu."
Tufan'ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir "Büyük Tufan'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmektedir.
Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya'daki Şuruppak kenti de Tufan'ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın
NÛH (A.S.)
- 413 -
doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu.
Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ 3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felaketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt'in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle diyor: "Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu..." Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt "tamamen nehir kökenli bir kum" olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.
Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan'dan etkilenmişti.
Tufan'dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak'ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900'li yıllarla tarihlendirilmektedir.
Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya'yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kuran'da olay şöyle anlatılır: “Biz de 'bardaktan boşanırcasına akan' bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti.”1882; “Gerçek şu ki, su taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık.” 1883
Aslında felâketin gerçekleşmesine neden olan öğeler tek tek ele alındığında hepsi gayet doğal olaylardır. Tüm bu olayların aynı anda olması ve Hz. Nuh'un da kavmini böyle bir felaket için uyarması, olayın mucizevi yönünü oluşturur.
Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde Tufan'ın oluştuğu alanın boyutlarının yaklaşık olarak doğudan batıya (genişlik) 160 km, kuzeyden güneye (boy) 600 km. olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tespit de, Tufan'ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığını göstermektedir. Tufan'ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Öyleyse Tufan, bu dört şehri ve çevresini etkilemiş olmalıdır. Ayrıca MÖ 3000'li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısının günümüzdekinden daha farklı olduğunu söylemek gerekir. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş'ten geçen bir hatta denk geliyordu. Kuran'da belirtilen "yeryüzü ve gökyüzü pınarları"nın açılmasıyla, anlaşıldığına göre, Fırat nehri taşmış ve yukarıda belirtilen bu dört şehri yerle bir ederek yayılmıştı.
Tûfan'dan Söz Eden Din ve Kültürler
Hak dini tebliğ eden peygamberlerin ağzından hemen her kavme duyurulmuş
1882] 54/Kamer, 11-12
1883] 69/Haakka, 11
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan Tufan, zamanla çeşitli dejenerasyon ve eklemelerle karıştırılarak, sözü edilen toplumların efsaneleri haline dönüştürülmüştür.
Allah, Nuh Tufanı'nı, insanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tufan anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik eden tek kaynak ise Kuran'dır. Bunun tek nedeni Allah'ın Kuran'ı en ufak bir değişikliğe uğramadan korumuş olması ve aslının bozulmasına izin vermemesidir. Kuran, "hiç şüphesiz zikri (Kuranı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da biziz" 1884 hükmüne göre, Allah'ın özel koruması altındadır.
Tevrat'ta Nuh Tufanı
Hz. Mûsâ'ya indirilmiş hak kitap olan Tevrat, bilindiği gibi zamanla orijinalliğini yitirmiş, bazı kısımları Yahudi toplumunun önde gelenleri tarafından değiştirilmiştir. Hz. Mûsâ döneminden sonra İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerin bildirdikleri de aynı sona uğramış ve tahrif edilmiştir. Dolayısıyla orijinalliğini kaybetmiş olan "Muharref Tevrat"ın bu özelliği, bizim ona bir kutsal kitaptan çok, bir tarih kitabı gibi bakmamızı gerektirir. Nitekim M. Tevrat'ın bu yapısı ve barındırdığı çelişkiler, -bazı bölümlerinde Kuran ile paralellikler içermekle birlikte-, Nuh kıssasında da kendini gösterir.
Tevrat'a göre, Allah, Hz. Nuh'a yeryüzünün zorbalıklarla dolu olması sebebiyle, inananların dışındaki tüm insanların yok edileceğini bildirir. Bunun için kendisine gemi yapmasını emreder ve gemiyi nasıl yapacağını etraflıca tarif eder. Ayrıca, gemiye ailesiyle beraber üç oğlunu ve onların üç karısını ve tüm canlılardan ikişer adet ve bir takım yiyecek erzak da almasını söyler.
Yedi gün sonra Tufan vakti geldiğinde, yerin bütün kaynakları yarılmış, göklerin pencereleri açılmış ve büyük bir sel ortaya çıkmıştır. Bu kırk gün, kırk gece devam etmiştir. Gemi, bütün yüksek yerleri ve dağları örten sular üzerinde yüzmüştür. Böylece Hz. Nuh ile beraber gemide olanlar kurtulmuşlar, geride kalanlar ise Tufan'ın sularına kapılıp gitmiş ve boğularak ölmüşlerdir. 40 gün 40 gece süren tufandan sonra yağmurlar kesilmiş ve bundan 150 gün sonra sular alçalmaya başlamıştır.
Bunun üzerine gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturur. Hz. Nuh, suların iyice çekilip çekilmediğini anlamak için birkaç defa güvercin yollar ve sonunda güvercin geri dönmeyince suların iyice çekildiği anlaşılır. Bunun üzerine Allah da Hz. Nuh'a yeryüzüne yayılmaları için gemiden çıkmalarını söyler.
Tevrat'ta yer alan Nuh Tufanı ile ilgili bazı bölümler şöyledir: Ve Allah Nuh'a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu, ve işte, ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim. Kendine gofer ağacından bir gemi yap; Ve ben, işte ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum; yeryüzünde olanların hepsi ölecektir. Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım; ve sen ve seninle beraber oğulların, ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye
1884] Hicr Suresi, 9
NÛH (A.S.)
- 415 -
gireceksiniz. Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her nevinden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar. Ve Nuh Allah'ın kendisine emrettiği her şeye göre yaptı; öyle yaptı. 1885
Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gününde, Ararat dağları üzerine oturdu.1886 Bütün yeryüzü üzerinde zürriyetlerinin sağ kalması için, kendine her temiz hayvandan, erkek ve onun dişisi olarak yedişer ve temiz olmayan hayvanlardan, erkek ve onun dişisi olarak ikişer... 1887 Ve ahdimi sizinle sabit kılacağım, ve bütün beşer artık tufanın suları ile silmeyecektir, ve yeryüzünü helak etmek için artık tufan olmayacaktır. 1888
Tevrat'a göre, tüm dünyayı kaplayan bir Tufan'la "yeryüzünde olanların hepsi ölecektir" hükmü gereği, tüm insanlar cezalandırılmış, Tufan sonrasında yaşayan yegane insanlar Hz. Nuh ile gemiye binenler olmuştur.
İncil'de Nuh Tufanı
Bugün elimizde var olan İncil de gerçek anlamda İlahi bir kitap değildir. Yeni Ahit, Hz. İsa'nın sözlerini ve eylemlerini içeren, onun göğe yükselişinden 30 ila 50 yıl sonra, onu hiç görmemiş ya da bir süre yanında bulunmuş kişiler tarafından yazılmış dört "İncil"le başlar; Matta, Markos, Luka ve Yuhanna. Bu dört İncil arasında çok belirgin çelişkiler vardır, özellikle Yuhanna İncili, birbirlerine büyük ölçüde paralel olan diğer üçünden (Snoptik İnciller) çok farklıdır. Yeni Ahit'in diğer kitapları ise Hz. İsa'dan sonra onun havarilerinin yaptıkları işleri anlatan ve havariler veya Tarsuslu Pavlus (sonradan Aziz Paul) tarafından yazılan mektuplardan oluşur.
Dolayısıyla bugünkü İncil de İlâhî bir metin değil, bir tarih kitabı niteliğindedir. İncil'de Nuh Tufanı kısaca şöyle geçmektedir: Nuh peygamber sapkın ve itaatsiz kavme gönderilmiş, ancak kavmi ona uymayıp sapkınlıklarına devam etmiştir. Bunun üzerine Allah tufan ile inkâr edenleri yakalamış, Nuh peygamberi ve inananları gemiye bindirip kurtarmıştır. Konuyla ilgili bazı İncil bölümleri şöyledir:
“Nuh'un günlerinde nasıl olduysa, insanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nuh'un gemiye bindiği güne dek, tufandan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tufan gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak.”1889 “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tufanı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nuh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” 1890
Tufan'la İlgili Diğer Kültürlerdeki Bilgiler
Sümerlerde; Enlil isimli bir tanrı, diğer tanrıların insanlığı yok etmeye karar verdiklerini, kendisinin de onları kurtarmaya niyetli olduğunu insanlara açıklar. Olayın kahramanı Sippar kentinin sofu kralı Ziusudra'dır. Tanrı Enlil,
1885] Tekvin, 6/13-22
1886] Tekvin, 8/1-19
1887] Tekvin, 7/1-24
1888] Tekvin, 9/11
1889] Matta, 24/37-39
1890] II. Petrus, 2/5
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ziusudr'aya Tufan'dan kurtulmak için ne yapması gerektiğini anlatır. Metnin kayığın yapılışını anlatan parçası yitiktir, ancak böyle bir parçanın varlığı, Tufan'ın gelip, Ziusudra'nın nasıl kurtulduğunu anlatan bölümlerinden anlaşılmaktadır. Tufan'ın Babilonya versiyonuna dayanılarak, olayın eksiksiz Sümer versiyonunda, Tufan'ın nedeni ve kayığın yapılışı hakkında çok daha doyurucu ayrıntının bulunduğu sonucuna varılabilir.
Sümer ve Babil kayıtlarına göre, Xisuthros ya da Khasisatra, ailesi, arkadaşları, kuşlar ve hayvanlarla birlikte 925 metre uzunluğunda bir gemiyle Tufan'dan kurtulmuşlardır. "Sular göğe doğru uzandı, okyanuslar kıyıları örttü ve nehirler yataklarından taştı." denir. Gemi daha sonra Gordiyen Dağı'na oturmuştur.
Asur-Babil kayıtlarına göre ise Ubaratutu ya da Khasisatra, ailesi, uşakları, sürüleri ve vahşi hayvanlarla birlikte 600 kübit uzunluğunda, 60 kübit yüksekliğinde ve genişliğinde bir tekneyle kurtulmuştur. Tufan 6 gün 6 gece sürmüştür. Gemi Nizar Dağı'na gelince uçurulan güvercin dönmüş ama karga dönmemiştir.
Bazı Sümer, Asur ve Babil kayıtlarına göre de, Utnapishtim, ailesiyle birlikte 6 gün 6 gece süren Tufan'ı atlatmışlardır: "Yedinci gün Utnapishtim dışarı baktı. Her şey çok sessizdi. İnsanoğlu tekrar çamura dönmüştü" diye anlatılır. Gemi Nizar Dağı'nda karaya oturunca Utnapishtim bir güvercin, bir karga ve bir de kırlangıç gönderir. Karga cesetleri yemek için kalır, fakat diğer iki kuş geri dönmez.
Hindistan'ın Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, adı geçen Manu, Rishiz ile birlikte Tufandan kurtulmuştur. Efsaneye göre Manu'nun yakalayıp yaşamını bağışladığı bir balık birdenbire büyüyüp, bir gemi inşa edip boynuzlarına bağlamasını söylemiştir. Balık gemiyi dev dalgaların üzerinden aşırıp, kuzeye, Himavat Dağı'na çıkarmıştır.
Britanya'nın Galler yöresi efsanelerine göre, Dwyfan ve Dwyfach büyük felaketten bir gemiyle kurtulmuşlardır. Dalgalar Gölü adı verilen Llynllion'un patlaması sonucu oluşan korkunç seller durulunca, Dwyfan ve Dwyfach yeniden Britanya halkını oluşturmaya başlarlar.
İskandinav Edna efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle Tufan'dan kurtulduğunu anlatır.
Litvanya efsanelerinde ise birkaç çift insanın ve hayvanın yüksek bir dağın tepesinde bir kabuğun içinde barınarak kurtuldukları anlatılır. 12 gün 12 gece süren rüzgarlar ve seller yüksek dağa erişip oradakileri de yutacağı zaman, Yaratıcı onlara dev bir ceviz kabuğu atar. Dağdakiler ceviz kabuğu ile yolculuk yaparak felaketten kurtulurlar.
Çin kaynaklı öyküler Yao adında birisinin 7 kişiyle birlikte, ya da Fa Li, eşi ve çocuklarıyla birlikte bir yelkenliyle sel ve depremlerden kurtulduğu anlatır. "Dünya paramparça oldu. Sular fışkırıp her tarafı kapladı." diye söylenir. Sonunda sular çekilir.
Tüm bu bilgiler bizlere somut bir gerçeği göstermektedir. Tarihte her topluluğa İlahi vahyin mesajı ulaşmıştır ve bu sayede de pek çok toplum Nuh Tufanı ile ilgili bilgileri öğrenmişlerdir. Ancak insanların İlahi vahyin özünden uzaklaşmalarıyla birlikte Tufan ile ilgili bilgiler de çeşitli değişikliklere uğramış, efsanelere ve mitolojiye dönüşmüştür.
NÛH (A.S.)
- 417 -
Hz. Nuh'un ve onun inkârcı kavminin gerçek hikayesini öğrenebileceğimiz yegane kaynak ise, İlahi vahyin bozulmamış tek kaynağı olan Kuran'dır. Kuran'ın bu özelliği, yalnızca Nuh Tufanı değil, başka tarihsel olaylar ve kavimler hakkında da doğru bilgileri edinmemizi sağlar. 1891
Hz. Nûh Kıssasının Kur’an’da ve Muharref Tevrat’taki Karşılaştırması
Yukarıda değinildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nûh’un kıssası, tafsîlâtlı olarak A’râf, Hûd, Mü’minûn, Şuarâ, Kamer ve Nuh Sûrelerinde zikredilmektedir. Tevrat’ta ise, Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünün 6., 7., 8. ve 9. bablarında anlatılmıştır. Bu iki kaynak, karşılaştırıldığında, bu iki anlatım arasındaki farkları şöyle belirtebiliriz:
a- Diğer bazı peygamber kıssalarında olduğu gibi, Tevrat burada da teferruâta dalmakta; geminin hacmini, hangi ağaçtan yapıldığını, tûfanda suyun ne kadar yükseldiğini vs. gibi hususları nakletmektedir. Kur’ân-ı Kerim ise, sadece ibret alınması gereken hususlar üzerinde durmaktadır.
b- Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nuh’un gemiye binmeyen müşrik bir oğlundan bahsetmektedir ki, Tevrat’ta böyle bir oğlunun olduğuna dâir bir kayıt yoktur.
c- Kur’an, tûfanın yeryüzünün tamamını kapladığından bahsetmemektedir. Tevrat’ta ise, yeryüzünün tamamının sular altında kaldığı ifâde edilmektedir. (Haddi zâtında o gün için insanlar, yeryüzünün belli bir bölgesinde yaşıyorlardı ve helâk edilmeleri için yeryüzünün tamamının sular altında kalması gerekli değildir.)
d- Tevrat’a göre gemiye binen ve tûfandan kurtulanlar Hz. Nûh ile onun eşleri ve oğulları ile oğullarının eşleridir. Kur’an’da ise gemiye binip kurtulanların iman eden kişiler olduğu bildirilmekte ve bunların -sayıları az da olsa- Hz. Nuh’un âilesinden ibâret olmadığı anlatılmaktadır. (Ayrıca, Nuh’un (a.s.) eşinin ve bir oğlunun gemiye binip kurtulanlar arasında olmadığı Kur’an’da belirtilmektedir. Tevrat’ta ise bu bilgiler olmadığı gibi, anlatılanların zâhirene bakılınca, sanki Nuh’un bütün akrabalarının kurtulduğu anlaşılmaktadır.)
e- Tevrat’ta tûfandan sonra Yüce Allah’ın (bu tür bir cezâ vermekten) pişmanlık duyduğu ve bir daha yeryüzünde böyle bir tûfanı yaratmayacağı anlatılmaktadır. Kur’an’ın hiçbir yerinde Yüce Allah’ın yaptığından dolayı pişmanlık duyduğuna dâir bir ifâde yoktur. Yüce Allah, böyle bir şeyden münezzehtir.
f- Tevrat, tûfandan kurtulması sebebiyle Hz. Nuh’un takdim ettiği kurbanların etlerini kızartmasıyla, kızartılan etlerin kokularının Allah’a ulaşması üzerine Yüce Allah’ın bu güzel et kokularını kokladıktan sonra gazabının dindiğini ve hoşnut olduğunu anlatmaktadır. Kur’an, yahûdilerin bu anlayışlarını reddederek şöyle buyurmaktadır: “Onların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvânız ulaşır.” 1892
Bu karşılaştırmadan da anlaşılacağı gibi, Kur’an kıssaları yalnız hedef açısından değil; üslûp ve muhtevâ açısından da Kitab-ı Mukaddes’in kıssalarından
1891] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 12-34
1892] 22/Hacc, 37
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birtakım farklılıklar arzetmektedir. 1893
Tûfan konusunda Mevdûdi şunları söyler: Hem Kur'ân-ı Kerim'in ifâdeleri, hem İncil'deki kayıtlardan, Hz. Nûh'un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz topraklarda yaşamış olduğu kesinleşmiştir. Babil'in tarihî kalıntılarında bulunan eski belgeler de bu tesbiti doğrulamaktadır. Bazı kitabelerde, Kur'ân-ı Kerim'de ve Tevrat'ta yer alan ve Musul'da geçtiği bildirilen tûfan olayına benzer bir olaya da rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ve Ermenistan'ın eski tarihleri ile nesillerden nesillere aktarılan rivâyetlerde de, tûfan vak'ası ayrıntılı şekilde anlatılmıştır. Bu kayıtlara göre, tûfandan sonra Hz. Nuh'un gemisi Musul yakınlarına gelerek durmuştu. Musul'un kuzeyinde İbn Ömer adası çevresinde ve Türkiye toprakları içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh'un gemisi ve diğer kalıntılarının bulunduğuna dâir hâlâ çeşitli açıklamalar yapılıyor. Nahcivan halkı arasında hâlâ yaygın olan inanca göre Musul'un temelini Hz. Nuh (a.s.) atmıştı.
Tûfan Evrensel Nitelikte miydi? Tûfanın evrensel bir mâhiyette mi, mahallî nitelikte mi olduğu henüz kesin değildir. İsrâiloğullarının rivâyetlerine bakılırsa bu cihanşümûl/evrensel bir tûfandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı.1894 Fakat Kur'ân-ı Kerim'de böyle bir ifâdeye rastlanmıyor. Kur'an'da yer alan işaretler, daha sonraki insan soyunun Nuh tarafından kurtarılanlardan geldiğini göstermektedir. Fakat bu husus, tûfanın bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez. Eski devirlerde insanların yerleşim bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki de sadece Nuh tûfanında etkilenen bölge o zamanın bilinen dünyasıydı ve Hz. Âdrem'in bütün evlâtları Irak ve çevresinde yaşıyordu. Eğer tûfan sadece bu topraklarda yaşayanları yok etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve insanlığı yok etmiş sayılır. Tûfandan sonra, Nuh'un gemisindeki insanlar zamanla çeşitli bölge ve ülkelere dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki nokta vardır. Birincisi, Dicle ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir kasırga ve selin koptuğu, hem tarihî verilerle hem harâbelerle ve hem de jeolojik çalışmalarla sâbittir. Fakat bütün yeryüzünü etkisi altına alan cihanşümûl bir fırtına, kasırga veya sel felâketinin belirtileri yoktur. İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün uluslarında, hatta Avustralya'ya, Yeni Gine'ye ve Amerika'ya kadar uzanan bölgelerde, büyük bir tûfan ile ilgili hikâye ve rivâyetler meşhurdur. Bundan çıkan sonuç şudur: Bütün bu ülkelerin insanlarının ataları Hz. Nûh (a.s.) zamanında tûfanın geldiği sırada bir tek bölgede yaşıyorlardı, ama tûfandan sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni yeni yerleşim merkezleri kurdular.
Nûh'un Gemisi Bir İbret Nişânesi Olmuştur: "Ve gemiyi âlemlere bir ibret kıldık."1895 Bu âyet tefsir edilirken, geminin değil; tûfanın, insanlar için ibret nişânesi yapıldığı mânâsı da çıkarılabilir. Fakat hem burada, hem Kamer sûresinin 115. âyetinde bu hususta kullanılan ifâde gösteriyor ki, insanlar için ibret nişânesi bizzat Nûh'un gemisiydi ve şimdi de olmaya devam ediyor. Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde, özellikle Ağrı dağının tepesinde bulunduğuna dâir binlerce yıldan beri rivâyet ve efsâneler halk arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tûfandan hemen sonraki yıllarda ve günümüzde de dünyada büyük bir İlâhî azâbın vuku bulduğu, böyle bir azâbın büyük bir insan kitlesini yok ettiği
1893] M. Sait Şimşek, Kur’an Kıssalarına Giriş, s. 28-29
1894] Bk. Tekvin, 7/18-24
1895] 29/Ankebût, 15
NÛH (A.S.)
- 419 -
ve Allah'ın buyruklarına uymayanların ağır biçimde cezâlandırıldıklarını insanlara hatırlatmıştır. İbn Cerîr et-Taberî, Kamer sûresinin tefsirini yaparken, ayrıca İmam Buhârî, İbn Ebî Hâtim ve Abdürrezzak da Katâde'nin şu rivâyetini nakletmişlerdir: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sahâbîleri henüz sağ iken, müslümanlar Irak'ın fethi sırasında el-Cezire'ye (İbn Ömer adasına) gittiğinde Cûdî dağında (ve bir rivâyete göre Bakırda köyü yakınlarında) bir gemi gördüler. Zamanımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla geçerken gemiye benzer bir iskeletin görüldüğü ve bunun araştırılması için dağın tepesine çeşitli araştırması ve dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi ve radyolardan öğreniyoruz.
Tûfanla ilgili Tarihî Kayıtlar: Hz. Nuh'un kıssasına benzer efsâne ve rivâyetler Yunan, Mısır, Hindistan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski medeniyetlerin literatüründe yer almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile Amerika'nın çeşitli bölgelerinde de Hz. Nuh tûfanına benzer hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki bu olay, bütün insan soyunun bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş ve daha sonra insanların çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmalarıyla oralara kadar çeşitli hâtıra, rivâyet ve efsâneler şeklinde ulaşmıştır. Dünyanın hemen hemen bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktığında büyük ve müthiş bir tûfandan bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın asıl mâhiyetini, yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir. İnsanların hayal gücü ve anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.
Cûdî dağı, Kürdistan bölgesinde, İbn Ömer adasının kuzeyinde bulunuyor. Kitab-ı Mukaddes'te ise, bu geminin durduğu yerin Türk-Rus sınırındaki Ağrı dağı (Ararat) olduğu zikredilir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır ki, Ermenistan yaylasından başlayarak güneyde Kürdistan'a kadar uzanıyor. Cûdî dağı işte bu dağlar silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur. Kadim tarih kitaplarında geminin durduğu yer Cûdî olarak kaydedilmiştir. Nitekim, Hz. İsa'nın doğumundan 250 yıl önce Babil'in bir râhibi (Berasus) eski Keldani rivâyetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh'un gemisinin Cûdî dağına yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo'nun öğrencilerinden Abydenus da kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu anlatırken, Irak'ta pek çok kişi de bu geminin parçalarının bulunduğunu ve bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifâ dağıtıldığını yazmıştır. 1896
Cûdi dağı ile ilgili Kur'an Coğrafyası adlı kitapta şu bilgiler verilir: Hz. Nûh (a.s.)un gemisinin demirlendiği Cûdî, Dicle'nin doğu yakasında ve Musul bölgesinde bir dağın adıdır. Dağın tepesinin avuç içi gibi olması, geminin demir atmasına ve gemidekilerin barınmasına elverişli olması sebebiyle bu isim verilmiştir. "Cûdî", sözlükte cömertlik anlamına gelen cûd kökünden türemiştir. Cûdî dağı, Güneydoğu Anadolu bölgesinde Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta ve Şırnak il merkezine 17 km. mesâfededir. Elips biçiminde olan dağ üzerinde iki bin metreyi aşan dört doruk vardır. Bunların en yükseği 2114 metredir. Bu tepelerin 2017 metre yükseklikte olanı "Nûh Peygamber'in ziyâret tepesi" adını taşır.
Kaynaklar, dağın eteğinde, tûfandan kurtulanlar tarafından kurulmuş "Karye Semânîn" (Seksenler Köyü) adlı bir kasaba ve "Deyru'l-Cûdî" adlı bir
1896] Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdûdi, Pınar Y. s. 305-308
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
manastırdan bahsederler. Yüce Allah, Cûdî dağını Hz. Nûh ile Tûr dağını Hz. Mûsâ ile Mekke'deki Hira dağını da Hz. Muhammed (s.a.s.) ile şereflendirilmiştir. Cûdî kelimesi, insanlık tarihinde çok önemli bir yeri olan Nuh tûfanına işaret edilerek Kur'an'da bir âyette şu şekilde geçer: "Yere, 'suyunu çek!', göğe de: 'Ey gök, sen de tut!' denildi. Su çekildi, iş de bitti; gemi Cûdî'ye oturdu. 'Haksızlık yapan toplum Allah'ın rahmetinden uzak olsun!' denildi." 1897
Kitab-ı Mukaddes'de bu geminin durduğu yerin, Cûdî değil; Anadolu'da Ağrı dağı (Ararat) olduğu beyan edilmiştir 1898. Hâlbuki Ağrı dağının, konumu itibarıyla geminin demirlenmesine ve gemidekilerin barınmasına uygun olmayışı nedeniyle tutarlı bir görüş olmadığı, belki Kitab-ı Mukaddes yazarlarının yanlış yorumlamalarından kaynaklandığı ispat edilmiştir 1899. Nitekim Yakut elHamevî (1299), bu konuda lafzî olarak Arapça'ya çevrilen bir Tevrat metninden hareketle geminin Cûdî dağına oturduğunu kaydeder 1900. Nitekim Hz. İsa'dan önce kaleme alınan eserlerde Hz. Nuh'un gemisinin oturduğu dağın Cûdî dağı olduğu yazılıdır. Son dönemde yapılan bazı bilimsel araştırmalar da Nuh Peygamber'in gemisinin demir attığı dağın Cûdî dağı olduğunu isbat ve ilân etmiştir. 1901
Hz. Nûh ve tûfan kıssası ile ilgili olarak İslâm ulemâsı bazı konularda ihtilâf etmişler ve bu güne kadar bu tartışmalar sürmüştür. Bunlardan bir kısmı, yukarıda ayrıntılarıyla ele alındı: Cûdî kelimesinin bir dağı mı, yoksa yüksek bir yer mi olduğu, Tûfanın yerel mi, evrensel mi olduğu gibi. Bunların dışında âlimlerin tartıştığı bu konuyla ilgili diğer hususları da şunlardır:
Tûfanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)dan suların kaynaması: 11/Hûd Sûresi, 40. âyette geçen “tennûr” kelimesi, lügatta tandır dediğimiz, içinde ekmek pişirilen bir ocaktır, bir çeşit fırındır. Müfessirler tandırın kaynamasını çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Son asrın müfessirlerinden M. Hamdi Yazır, Hz. Nûh’un gemisinin alelâde yelkenli bir gemi olmayıp buharlı bir vapur olduğuna işaret etmektedir ki, o zaman, “tandır kaynadı” demek, vapurun ocağı yandı ve harekete hazır duruma getirildi, demek olur. Bunun bir deyim olduğunu iddiâ edenler de vardır. Buna göre “Tandır kaynadı” demek, iş bitti demektir.
Nûh’un Gemisi mi, Gemileri mi? Kur’an’da geçen gemi hakkında kullanılan “fülk” kelimesinin çoğul anlamı olduğu, Kur’an’da istisnâ dışında bu kelimenin hep çoğul anlamda kullanıldığı ifâde edilir. Dolayısıyla fülk kelimesi “gemi” değil, gemiler anlamına gelir ve bu kadar çok canlının sığacağı tek bir gemiden değil; Kur’an’da bu kelime ile “filo” dan bahsedilmektedir, diyen âlimler de vardır.
Hz. Nûh’un 950 Yılı dâvet ve tebliğe ayrılan 1000 yıl civarında yaşamış olması: Bazı âlim ve araştırmacılar, insan ömrünün tarihin ilk zamanlarından bugüne genelde ortalamasının aynı olduğunu, bunun değişmeyen bir İlâhî sünnet olduğunu değerlendirirler. Hz. Nûh’un “binden elli yıl eksik” tebliğ ettiğinin mecâzî
1897] 11/Hûd, 44
1898] Bk. Tekvin, 8/4
1899] Geniş bilgi için Bk. Hikmet Tanyu, Cûdî D. İslâm Ansiklopedisi, 8/79-80; Mevdûdi, tefhim, 2/395-396
1900] Bk. Hamevî, Mu'cemu'l-Büldân, 3/162-163
1901] Bk. Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, s. 20-21; Ali Akpınar, Kur'an Coğrafyası, Fecr Y. s. 144-145
NÛH (A.S.)
- 421 -
bir anlatım olduğunu, bunun şu şekilde te’vil edilebileceğini ifade ederler: Nûh (a.s.), bir insanın en ideal anlamda tebliğ yapabileceği müddet olan “bin”den elli kadar, yani % 5 oranında az tebliğ etmiştir. Nuh (a.s.), gece-gündüz, açık-gizli ve bütün zamanlarını kullanıp mükemmele/ideale çok yakın olarak, zamanının % 95’lik bir alanını tebliğle geçirdi (Allah en doğrusunu bilir).
Nûh’un Gemisine Binmek
Semâvî dinlerin ortak örneklerinden biri: “Nûh’un gemisi” örneğidir. Tûfanlara gark olmuş bir dünyada, ancak Nûh’un gemisine binenler kurtulmuştu. Ve (çoğunlukla ortak kabule göre), içinde aslanla ceylanın, kurtla kuzunun, köpekle kedinin kardeşçe yaşadığı bir gemiydi bu. Bu nebevî mûcizenin zihinlerde uyandırdığı güçlü çağrışım, çağlar boyu, pek çok insan, özellikle politikacılar tarafından hep kullanılagelecek; içinde yaşanılan ülke, sık sık, “Nuh’un Gemisi”ne benzetilecekti.
Yaşadığımız ülkede de, böylesi bir “gemi” söylemine sık sık muhâtap olmaktayız. “lâfla peynir gemisi yürümez!” gibi atasözlerine mukabil, birileri bizlere sık sık “devlet gemisini beraberce yüzdürmek”ten söz eder. İkide bir, “Hepimiz aynı gemide yaşıyoruz. Bu devlet, hepimizin” diye vurgulanır. Öyle ki, yetmiş küsur yıldır “Türklük gurup ve şuuru”yla geçip gittikten sonra, bu deyimin yaşadığı tıkanma karşısında, “Türkiyelilik” vurgusu ağırlık kazanıyor. “Anayasal vatandaşlık”tan “Anadolu müslümanlığı”na; “aynı ülkenin çocuklarıyız”dan “ne mutlu Türkiyeliyim diyene” sözüne ve “ya sev, ya terket!” anlayışına kadar, bir sürü yeni deyim ve anlayış üretiliyor.
Ve bu çabalar karşılıksız kalmıyor. Birçok ehl-i din, özellikle ya doğrudan veya dolaylı biçimde kafası politikayla karışık olanlar, bu sözlere olumlu karşılıklar veriyorlar. “Aynı Allah’ın kuluyuz” esası üzere anlaşamadığı insanlarla “aynı devletin çatısı”nda buluşabilen insanlar görülüyor. Şeytanın nefis kulağına üflediği desîselerden başka kural tanımayan insanları hoşnut etmek için, “bir arada yaşama” teorileri geliştiriliyor. Rasûlullah’ın “Medine sözleşmesi” bile bu uğurda bin bir zorlamaya konu ediliyor. Ömrünü kâinatın her an tebliğ ettiği imanî gerçekleri bozmaya ve yıkmaya vakfetmiş insanlara, kimilerince “devletimizin(!) büyüğüdür” gerekçesiyle toz kondurulmuyor. Kâinâtı Sâni’siz, insanı sahipsiz gören insanlarla “devlete sahip çıkma” ortaklığına gidiliyor. Hoşgörü adına İslâm’a ihânetler ediliyor. Tahammülsüz yobazları iknâ adına, hakikatten tâviz üstüne tâvizler veriliyor.
Kalp ve vicdanları buna iknâ için ise, önümüze “Nuh’un gemisi” temsili sunuluyor. Hz. Nuh’un gemisinde her türlü mahlûkun kader birliği ederek barış içinde yaşadıkları hatırlatılıyor. Ama, “küçük” bir püf noktası da hemencecik atlanıyor. Gerçekten, Nuh’un gemisinde aslan da, ceylan da vardı. Ayılar, maymunlar, domuzlar, fareler ve yılanlar bile vardı. Ama inançsızlar yoktu! Tüm bu hayvanlar Nuh’un çağrısına fıtraten icâbet etmiş; onun selâmına selâmla mukabele etmiş; “Selâmun alâ Nûhın fi’l-âlemîn” 1902 sırrına onlar da dâhil olmuşlardı. Hiçbiri “hudûdullah”a müdâhale etmeyen; binlerce yıldır yılanlar fareleri, gelincikler ve leylekler yılanları, büyük balıklar küçük balıkları, aslanlar ceylanları yediği halde, hiçbiri hiçbirinin soyuna ve sonuna kasdetmeyen, kendilerine
1902] 37/Sâffât, 79
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
takdir edilen rızıktan yalnızca karınlarını doyurup hayatlarını sürdürecek kadar yiyen mahlûklardı onlar. İmansız ve şükürsüz insanlar gibi, bir türün, hatta tümüyle hayatın canına kasdetmiyorlardı. Tok bir aslan, yanından geçen bir ceylana kem gözle bakmaz; karnı doymuş bir leylek keyif için yılan yakalamazdı. Bizim “vahşi” diye hakir gördüğümüz bu mahlûkat, Rabbinin koyduğu hadlere, “hudûdullah”a riâyet ediyorlardı; O’nun peygamberini tanımışlardı.
(O yüzden, hâlâ daha, Kur’ânî bir ta’limden hissedar olmuş anneler, her gün binlerce cinâyet ve soygunun yaşandığı medenî hayatın öte yandan insansız mekânlar için saldığı korkudan etkilenen çocuklarına, kırlara çıkarken, ormana giderken korkmamaları öğüdünü verirler. Derler ki, “ormana veya kıra adım atarken, ‘Selâmun alâ Nûhın fi’l-âlemîn’ deyin; mahlûkat Nuh selâmını bilir.” Nuh’un yanında olduğunuzu bilirse ve sizden kendisine zarar verecek bir tavır görmezse, size ilişmez. Rasûl-i Ekrem’in ders verdiği bir hakikatin cilvesidir bu. Onun, yılan gördüğünüzde “Enşednâkum bi’l-ahdi’lllezî ehaze aleykum Nûhun”, yani “Nuh’a verdiğiniz söz sebebiyle, Allah aşkına bize dokunmayın” deyiniz buyurduğuna dâir sahih rivâyetler mevcuttur.)
Akılsız hayvanlar bile Nuh’u tanır ve çağrısına fıtraten icâbet ederken, inançsızlar, Nuh’un (a.s.) tevhid çağrısına ısrarla kulak tıkamışlardı. Kulak tıkadıkları için, akletmeye de mecalleri kalmamıştı. Hz. Nuh’un, vaad edilen azâbın gelmesi için bedduâ etmesine sebep olan, hakikate karşı gözünü ve kulağını bu denli kapamış inançsız insanlardı. Nuh’un inkârda direten hanımı ve bir oğlu dâhil! Hatta onlar için “Ehlimi kurtar!” diye yakaran Nuh’a (a.s.), Rabbi tarafından “Onlar senin ehlin değil!” uyarısı yapılmıştı. Zira Nuh’un gemisine girmek için gereken ehliyet, mü’min olmaktı. Rabbini bilmek; yalnız ve ancak Allah’ı rab tanımaktı. Soyu, rengi, ırkı, ülkesi ne olursa olsun, Rabbini bilen herkes, “Nuh’un gemisi”ne girme hakkı taşıyor; Rabbini tanımayan ise, isterse Nuh’un oğlu olsun, bu haktan mahrum oluyordu.
Yani ne Nuh’un gemisi belli bir ırkı veya coğrafyayı temsil ediyor; ne de o coğrafyadaki herkes gemiye giriyordu. Nuh’un gemisi, tevhid gemisiydi; nereli ve kim olursa olsun, tevhide iman eden herkesi içeriyordu. Ama yalnız tevhide inananları içeriyordu. Ki, şu fırtınalı asırda, dünyevîliğin ortalığı sele verdiği şu çağdaş tûfan hengâmında, hepimizin bizi “sâhil-i selâmet”e çıkaracak böylesi bir gemiye ihtiyacımız var.
Ama, unutmayalım: Her gemi Nuh’un gemisi değildir. Nuh’un gemisi ise; toprağın, millî sınırların, devlet çatılarının “asıl” olduğu bir gemi değildir. Nuh’un gemisi, Rabbini tanıyan her türden mahlûkun buluştuğu bir gemidir. İnsanları o gemide görmenin yolu, herkesi mevcut haliyle oraya sokmak için gemiye giriş nizamnâmesini tâvizler ve te’villerle bozmaktan değil; herkese ulaşacak bir imanî dâvette bulunma cehdinden geçmektedir. Yoksa Nuh’un gemisine girelim derken, başkalarının dolduruşuna gelip onların dolmuşuna binmek pekâlâ ihtimaldir. 1903
Hz. Nûh (a.s.)’un Tebliğ Mücâdelesindeki Örneklik
“Sonra gelenler içinde âlemlerde Nûh’a selâm olsun diye ona (iyi bir ün) bıraktık.” 1904.
1903] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, Karakalem Y. s. 81-84
1904] 37/Sâffât, 78-79
NÛH (A.S.)
- 423 -
“Biz onu (Nûh’u) ve gemide bulunanları kurtardık. Geri kalanları suda boğduk. Doğrusu bunda (alınacak) âyet (ibret/ders) vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.” 1905
İslâm dâvetinin, kendi zâlim otoritelerinin ortadan kaldırılmasını da hedeflediğini anlayan Mekke ileri gelenleri (mele’), bunun önüne geçmek için, Rasûlullah’a ve diğer mü’minlere karşı hakaret ve baskı dolu bir kampanya başlattılar. Buna rağmen müslümanlar, Allah’ın âyetlerini onlara “okumak”tan vazgeçmediler. Fakat içinde bulundukları baskı ve zulüm, nihâyetinde bir beşer olan mü’minleri sıkmaya, zorlamaya başladı. Bunun üzerine Allah, müslümanlara şöyle seslendi: “Andolsun asra ki, insan şüphesiz ziyandadır. Ancak, iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”1906 Böylece Allah, her konuda olduğu gibi, “tebliğ”de de müslümanlardan “sabırlı” olmalarını istedi. Bir süre sonra, Nûh (a.s.) kıssasını indirerek Nûh kavminin peygamberlerine karşı olumsuz tavırlarını ve âkıbetini anlattı, muhâtapları uyardı.
Aynı zamanda “okuma” ve “sabır” örneği olarak Nûh’u zikrederek, rasûl ve müslümanların, karşılaştıkları engellere bakarak eylemlerinde gevşememeleri öğütlendi. Yanı sıra Yûnus (a.s.) kıssasını da indirerek “okuma” eyleminde “sabır”da sonuna kadar direnmeyen Yûnus (a.s.)’un kınandığı gösterildi. Rasûl ve mü’minlerin aynı olumsuz davranıştan sakınmaları istendi. “Sen Rabbinin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma.” 1907
Nûh (a.s.): Allah Nûh’u da, diğer peygamberlerde olduğu gibi, kavminin içinden seçerek peygamber tâyin eder. “Andolsun Biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik.” 1908; “Biz Nûh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.” 1909
Kur’an’dan öğrendiğimize göre Nûh kavmi, çeşitli sahte tanrılara/putlara tapan, şirk içerisinde bir kavim idi. Nûh kavmi, ekonomik ve siyasî olarak sivrilmiş olan ve Allah’ın Kur’an’da mele’ olarak isimlendirdiği kimselerin istekleri, kanun ve düzenleri doğrultusunda yaşamaktaydı. Halkın yaşamını yönlendirmek için kanun ve düzenleri yapan ve insanlara dayatan kişiler mele’ adı verilen yönetici takımıydı. “Rabbim! Doğrusu bunlar bana isyan ettiler, malı ve evlâdı kendisinin sadece hüsrânını arttıran kimseye uydular, birbirinden büyük düzenler kurdular. Dediler ki: ‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeuk ve Nesr’i asla terketmeyin. Böylece birçok kimseyi yoldan çıkardılar.”1910; İşte Nûh, böyle putperest bir kavme rasul olarak seçildi. “Andolsun Nûh’u da kendi toplumuna gönderdik. ‘Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben hakkınızda can yakıcı bir günün azâbından korkuyorum’ dedi.” 1911
Kendilerine daha önce rasûl gönderilip inzâr edilmemiş bir toplumda artık hak-bâtıl mücâdelesi başlamış, Nûh (a.s.), kavmini sadece Allah’a kulluk etmeye, taptıkları ilâhlardan yüzçevirmeye çağırmıştır. Nûh’un bu çağrısına kavmi şaşırıp kalmıştı. İçlerinden çıkan Nûh, toplumun dinini ve o dine dayalı toplumsal yapıyı
1905] 26/Şuarâ, 119-121
1906] 103/Asr, 1-3
1907] 68/Kalem, 48
1908] 11/Hûd, 25
1909] 4/Nisâ, 163
1910] 71/Nûh, 21-24
1911] 11/Hûd, 25
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değiştirmek istiyordu. Tüm toplumu karşısına aldığı bu hareketteki cesareti nereden aldığını merak ediyordu insanlar. Öte yandan emperyalist mele’, yani ileri gelenler, ilâhlarına yapılan saldırılara sessiz kalamazlardı. İlâhların terkedilmesi, kâfirlerin otoritelerinin ve toplum üzerindeki sömürülerinin de tehlikeye düşmesi demekti. Bu nedenle Nûh’a (a.s.) karşı gelmeye ve halkın ona ittibâ etmemesi için var güçlerini kullanmaya başladılar. “Dediler ki: ‘Seni de ancak kendimiz gibi bir insan görüyoruz.”1912; “Bu da sizin gibi bir insan! Ama size egemen olmak istiyor. Allah dileseydi (peygamber olarak) melekler indirirdi.” 1913
Egemenlikleri ve çıkarları tehlikeye düşen “ileri gelenler”, Nûh’a (a.s.) çamur üstüne çamur atmaya, Allah’ın insanlardan bir rasul göndermesinin anlamsız olduğunu iddia etmeye başlarlar. Nûh’un çabasını, “liderlik ve yönetici olma” çabası olarak göstermeye çalışırlar. Böylece Nûh’un (a.s.) dâvâsının İlâhî yönünü halktan saklamaya uğraşırlar. Hâlbuki Nûh, emin bir rasuldü, yalan ona yakışmazdı. Kendini olduğundan başka gösteremezdi. Sivrilme amacında olsaydı bunun için başka yollar denerdi. Meselâ yanına basit görüşlü “ayaktakımı” olarak nitelenen müstaz’af halkı değil; “mele” adı verilen, toplumun egemen sınıfına âit güçlü kimseleri toplardı. Oysa o, Allah’ın âyetlerini okuyordu onlara. Bu âyetlere kim iman ederse, o, Nûh’un yandaşı, sahâbîsi oluyordu.
Peygamber için mal-mülk değil; inanç önemliydi. Çünkü Allah, insanların servet ve güçlerine değil; iman ve amellerine göre değer biçiyordu.
Müşriklerin Dâvâdan Tâviz İstekleri: Bütün bu hamlelerine rağmen, Hz. Nûh’un tavrını değiştiremeyen mele’/ileri gelenler, kendileri gibi bir insanın bu “basit görüşlü ayak takımı” ile birlikte hareket etmesini onun şânına uygun görmezler. O “ayak takımı” olarak nitelendirdikleri müstaz’afları etrafından kovması gerektiğini, Nûh’un (a.s.) yerinin kendi yanları olduğunu telkin ederler. Nûh (a.s.), bu isteklere karşı şöyle cevap verir: “Benim ücretim Allah’a âittir.”1914; “Mü’minleri yanımdan kovacak değilim; çünkü ben sadece uyarıcıyım.”1915 Nûh (a.s.) sonuna kadar iman edenleri savunur, onlara kol-kanat gerer. Onların hesabının Allah’a âit olduğunu, kendisinin sadece uyarıcı olduğunu defalarca anlatır. Mal-mülk için dâvâsından tâviz vermesinin mümkün olmadığını ısrarla beyan eder.
Nûh kıssasında Allah’ın Nûh (a.s.) hakkında belirttiği vasıflar, diğer kıssaları anlatılan rasullerde olduğu gibi, Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.) için de sözkonusuydu. Mekke ileri gelenleri Peygamberimiz’e servet ve dünya nimetleri karşılığı dâvâsından vazgeçmesini teklif etmişlerdi. Peygamberimiz’in de cevabı, Nûh’un (a.s.) cevabı gibi olmuş ve müşriklerin bu taleplerini “Güneşi bir elime, ayı da diğer elime koysanız, yine de dâvâmdan vazgeçmem!” diyerek şiddetle geri çevirmişti. Kıssaların Mekke’de yaşamakta olan Hz. Muhammed’e (s.a.s.), sahâbîlerine ve müşriklere örnekliği, insanların sorunlarına ânında müdâhale etmesi ve örnek geçmiş tutumları bildirmesi; Peygambirimiz’in Mekke müşriklerinin kendisini mal-mülk karşılığı dâvâsından döndürme isteklerini bu şekilde reddedişi ile daha da somutlaşmaktadır.
Tebliğde Sabır: Kavminin müşrikleri ile Nûh (a.s.) arasındaki bu mücâdelede
1912] 11/Hûd, 27
1913] 23/Mü’minûn, 24
1914] 11/Hûd, 29
1915] 26/Şuarâ, 114-115
NÛH (A.S.)
- 425 -
yıllar, asırlar geçer. Hz. Nûh, her fırsatta insanlara, Allah’ın risâletini bildirme, ulaştırma çabası içindedir: “Rabbim! Doğrusu ben kavmimi gece gündüz çağırdım.”1916; “Onlara, açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim.” 1917
Hz. Nûh’un tebliğ süresi hakkında Kur’an’da, Kur’an kıssalarında pek sık rastlanmayan bir uygulama ile tebliğ sürecinin miktarı bildirilir: “Andolsun Biz, Nûh’u kavmine yolladık. Onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı.”1918 Allah’ın bize bu miktarı bildirmesinde mutlak bir hikmetin olduğu âşikârdır. Allah bu uzun süreci bildirmekle, Mekke’deki mü’minlere ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm iman edenlere, tebliğde sabretmelerini, bu hususta Nûh’un (a.s.) tebliğ eylemindeki sabrını örnek almalarını, Allah’ın emri gelinceye kadar tebliğ eylemini sürdürmelerini ister.
Nûh’un (a.s.) bu uzun tebliğ sürecindeki yoğun çabalarına rağmen, kavminin bir gemi dolusu iman eden insan hâricindeki çoğunluğu, dinlerinde ısrar ederek muhâlif kaldılar. Etrafında bir avuç mü’min toplandı. Hatta oğlu ve karısı bile iman etmediler 1919. Nûh’un dâvetine karşı kavmi: “Parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inatlaştılar, büyüklendikçe büyüklendiler.”1920; “Benim dâvetim, onlara kaçışlarını arttırmaktan başka bir katkıda bulunmadı.”1921 Nûh’la müşrikler arasında saflar net ve kesin olarak ayrılmıştı. Müşriklerin en son kozları, Nûh’u memleketten sürme tehditlerine ve azap isteklerine ulaşmıştı: “Ey Nûh! Bu işe son vermezsen taşlananlardan olacaksın!”1922 “Bizimle tartıştın, hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen bize tehdit ettiğin azâbı getir!” 1923
Mücâdelede Sonucun Allah’a Havâle Edilmesi: Çaresiz ve bitkin düşmüştü Hz. Nûh. Dayanacak gücü kalmamıştı. Sığınabileceği tek sığınağa, Allah’a sığındı ve şöyle yalvardı: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et.”1924; “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”1925 Kâfirlerin yıllar süren inat ve kibirleri yüzünden işledikleri kötü fiiller basiretlerini köreltmişti. Artık Allah’ın nezdinde o kavmin iman etmesi mümkün değildir. Haklarındaki Allah’ın hükmü gerçekleşmiş, artık oranın müşriklerinin iman etmeyeceği ve helâk olacağı vurgulanmıştır. Nûh (a.s.), kavminin alaylarına aldırış etmeden gemi inşâ etmeye başlamıştır. Nihâyet gemi biter ve Tûfan da başlar.
Şefaat: Sular yükselmeye, gemiyi kaldıracak seviyeye gelmeye başlamıştı. O esnâda Nûh, oğlunu gördü. Allah’ın “aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında” emrine rağmen babalık yüreği dayanamadı, onu da gemiye çağırdı: “Ey oğulcuğum, bizimle beraber gel, kâfirlerle birlik olma!”1926 Basîreti körelmiş kâfirlerden biri olan oğlu, Nûh’a şöyle cevap verdi: “Dağa sığınırım, o beni sudan kurtarır.”1927
1916] 71/Nûh, 5
1917] 71/Nûh, 8-9
1918] 29/Ankebût, 14
1919] 11/Hûd, 46; 66/Tahrîm, 10
1920] 71/Nûh, 7
1921] 71/Nûh, 6
1922] 26/Şuarâ, 116
1923] 11/Hûd, 32
1924] 23/Mü’minûn, 25
1925] 26/Şuarâ, 118
1926] 11/Hûd, 42
1927] 11/Hûd, 43
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nuh oğluna şöyle seslendi: “Bugün acıdığı hâriç, O’nun emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur. Aralarına dalga girdi ve o da boğulanlardan oldu.”1928 Nûh (a.s.) dayanamadı ve Rabbine seslendi: “Rabbim, oğlum benim ehlimdendi.”1929 Rasul olan bir baba bile oğlunu kurtaramamıştı. Bu dünyada şefaat edememişti ki, âhirette şefaat etmesi mümkün olsun! Hz. Nûh’un “kan bağı”na dayalı duygusal davranışına Allah şöyle cevap verdi: “Ey Nûh! O senin ehlinden sayılmaz, çünkü (onun yaptığı) sâlih olmayan bir ameldir. Öyleyse bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Câhillerden olmamanı sana tavsiye ederim.” 1930
Allah’ın bu ifâdesi kıyâmete kadar tüm mü’minlere de bir uyarı, bir ihtardır. Müslüman olmayanın, (bırakın, babasının hacı, dedesinin hoca olmasını) peygamber soyundan gelse, babası peygamber bile olsa, bir değeri yoktur Allah yanında. Olamaz da. İnsanı âhirette kurtaracak olan ancak “selim bir kalp” (derin bir iman)1931 ve buna dayalı amellerdir.1932 Allah nezdinde kâfirlere şefaatçi yoktur. Müslümanlara da şefaatçi gerekmeyecektir. Herkes yaptığı amellerin karşılığını alacaktır. Kâfirler için rasul babası ve peygamber oğlu ya da rasul eşi olsa bile hiçbir şefaat, fidye ve diğer araçlar/vesileler, Allah katında kabul edilmez. 1933
Tûfân: Suların yükselmesiyle beraber Allah’ın Nûh kavmi hakkındaki kararı yerine gelmiş ve tûfan gerçekleşmişti. Kur’an’da tûfan üzerinde kâfirlere vaad (vaîd) edilen azap olarak durulmaktadır. Bundan başka bir gâye yoktur. Buna rağmen âlimler, tûfânın tüm dünyaya mı, yoksa Nûh kavmini mi kapsadığı üzerinde durmuşlar ve bu hususta hayli fikir yarıştırmışlardır. Ancak, ulemânın, tûfanın tüm dünyaya mı, yoksa sadece Nûh kavmine mi şâmil olduğu hakkında da somut bir karara varamadığı da âşikârdır. Her şeyden önce, kıssanın odak noktası “tûfan” değil; mü’min ve müşriklerin vahye karşı aldığı tavırdır. Tûfan olayı, Hz. Nûh’un verdiği uzun mücâdelede, kâfirler aleyhine gerçekleşmiş bir sonuçtur ve kıssanın sadece bir bölümünü oluşturmaktadır.
Tûfanın ister tüm dünyaya, isterse Nûh kavmine şâmil olduğuna inanalım, bu inanış bizim için imanî bir zaaf teşkil etmez. Ancak “gaybî bir olay” olan tûfan üzerinde sonuç getirmeyecek tartışmalara girmek, bizi özden cüze, hidâyetle ilgili içerikten gereksiz ayrıntılara çekeceğinden “gaybe taş atmak”tan kaçınmak daha doğrudur.
Nûh Kıssasının Mesaj ve Dersleri
a- Nûh (a.s.)’un risâletle görevlendirildiği esnâdan başlayarak giriştiği tebliğ mücâdelesi: Dokuz yüz elli yıl gibi çok uzun süren tebliğ mücâdelesinde, bıkmadan yılmadan sonuna kadar mücâdele etmesi, kıyâmete kadar yaşayacak tüm muhâtaplar için ders alınacak bir örnekliktir. Nûh (a.s.)’un bu uzun mücâdeledeki metodu ise âyetlerde şöyle veriliyor: “Rabbim, doğrusu ben kavmimi gece gündüz dâvet ettim.”1934; “Onlara açıktan açığa, gizliden gizliye söyledim.” 1935
1928] 11/Hûd, 43
1929] 11/Hûd, 45
1930] 11/Hûd, 46
1931] 26/Şuarâ, 89
1932] 52/Tûr, 19
1933] Bk. 66/Tahrîm, 10; 26/Şuarâ, 120
1934] 71/Nûh, 15
1935] 71/Nûh, 8-9
NÛH (A.S.)
- 427 -
b- Kâfirlere yaranmak için dâvâdan tâviz verilmemesi ve müslümanların bütünlüğünün korunması: Kur’an’da kıssaları anlatılan tüm peygamberlerde olduğu gibi, Nûh kıssasında da, kâfirlerin dâvâdan tâviz verilmesi ve peygambere ittibâ eden müslümanların terkedilmesi karşılığı yaptıkları dünyalık tekliflere itibar edilmeyerek İslâm dâvâsından tâviz verilmemesi bizim için en güzel örnekliktir. “Benim ücretim Allah’a âittir.” 1936; “Mü’minleri de kovacak değilim. Çünkü ben sadece uyarıcıyım.” 1937
c- Peygamber soyundan olsa dahi, hiç kimse Allah’a teslim olmadıkça bu dünyada ve âhirette kurtuluşa eremeyecektir. Rasûl kendi soyundan olsa bile Allah’a isyankâr olan ehline bu dünya şefaat edemez. Zâten bir kâfire, âhirette de şefaat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla insanlar iman etmedikçe bu dünyada ve âhirette şefaate ulaşamazlar. “Allah kâfirlere Nuh’un karısıyla, Lût’un karısını misal gösterir. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler; fakat onlara hıyânet ettiler. Kocaları Allah’tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara:) ‘Cehenneme girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” 1938
d- Mücâdelede sürekli direniş ve sonucun Allah’a havâle edilmesi: Allah’ın âyetlerini var güçleri ile topluma ileten müslümanlar, bu çalışmalarının toplumsal neticesini, Allah’a havâle etmeleri, sonucun O’nun takdirinde olduğunu anlamaları gereklidir. Yani tebliğ mücâdelesini akamete uğratmamaları, Yûnus (a.s.) gibi toplumdan uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu husustaki Nûh’un (a.s.) duâsı, bize metod hakkında bilgi vermektedir: “Benimle onların arasında Sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.”1939 Eğer müslümanlar toplumlarının tebliğe boyun eğmemelerine kızarak Allah’ın âyetlerini tebliğ etmekten vazgeçerlerse, bu hususta Allah’ın emri olmadan böyle bir davranış gösteren Yûnus (a.s.) kıssasındaki gibi Allah tarafından kınanma durumunda kalabileceklerdir. Bu yüzden tebliğ sürecinin fetrete uğratılmaması ve tebliğde sürekli direniş gösterilmesi gereklidir. Nûh kavmindeki tebliğin sonunu, Allah şöyle belirtiyor: “Senin kavminden iman etmiş olanlardan başkası (bundan sonra) iman etmeyecek.” 1940
e- Hidâyet ve zafer, Allah’ın dilemesine bağlıdır. Bu yüzden müslümanların sayılarının azlığı ve dünyada kâfirlere gâlip gelememeleri gerçek anlamda yenilgi değildir. Müslümanların yapması gereken Hakk’ın şâhitliğini göstermektir. Bu hususta ellerinden gelen tüm gayreti ortaya koymaları, onların yegâne görevidir. Nûh (a.s.)’un az sayıda insanın hidâyetine vesile olması, onun görevini yapmadığı anlamına gelmez. Nûh, Hakk’ın şâhitliğini yapmış ve Allah’ın bu imtihan dünyasındaki ondan istediği hususları en güzel şekilde yerine getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîleri bu kıssanın Kur’an’da indiği zaman belki Nûh kavminin âkıbeti gibi kendilerinin de aynı âkıbete uğrayacaklarını sanmışlardı. Oysa Allah onlara çoğunluğa dayanan bir zafer ihsan etti. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve sahâbîlerini yeryüzünün hâkimleri yaptı. Bu örnek, bizim sonuçlarla ilgilenmemizin çok önemli olmadığını, asıl olanın Allah’ın emirlerini topluma iletmek, Hakk’ın şâhitliğini yapmak, hidâyet ve zafer olayının Allah’ın elinde
1936] 11/Hûd, 29
1937] 26/Şuarâ, 114-115
1938] 66/Tahrîm, 10
1939] 26/Şuarâ, 118
1940] 11/Hûd, 36
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğuna inanmak gerektiğini ortaya koymaktadır. 1941
Hz. Nûh, ümmetinin durumunu değiştirmek, onları üzerinde bulundukları bâtıl yoldan hakka iletmek ve şirkin karanlığından kurtararak tevhidin aydınlığına iletmek için uzun süre çabaladı durdu. Tevhid dâvetini net bir biçimde saf olarak hiç kapalılık bırakmadan, bütün berraklığıyla açık-seçik bir vaziyette kavmine sundu. Bunun için her gün artan bir gayret sarfetti. Geceyi gündüze kattı. Dokuz yüz elli sene kavmini iman aydınlığına kavuşturmak için durmak bilmeden çalıştı, çalıştı. Onları gerçeği görmeye çağırdı.
Nûh (a.s.) kavmini hakka çağırırken durmadı, yorulmadı, bıkmadı. Tek tek söyledi; topluca çağırdı. Açıktan konuştu. Gizli anlattı. Yüksek sesle seslendi. Dış dünyaya, göklerin yaratılışına, ayın ışıklarına, güneşin ışık dağıtışına, yağmurun yağışına, toprağın yetiştiriciliğine, Allah’ın kendilerine verdiği çocuk ve mal nimetlerine dikkat etmeye, öz nefislerini incelemeye ve bunlardan ibret alıp Allah’a inanmaya çağırdı. Hak dâvetçilerinin vasıflarını ve çalışma usûllerini ilk defa açıkladı. Bu yönde ilk örnek oldu. 1942
Nuh (a.s.) dâvetiyle tevhid mücâdelesinin dayandığı temelleri ve bu dâvet esnâsında kullanılan usûlleri açıkça gösterdi. Bunu yaparken birinci derecede peygamberlik, dolayısıyla da tevhid dâvetçisi olma görevinin hesabını verdi. Eksiksiz ve net bir söylemle kavmini tevhide dâvet etti. Usûl güzeldi. Çalışma yerindeydi. Fakat kavmine istediği ölçüde tesir edemedi. Çünkü etki ve netice Allah’a âitti. 1943
Hz. Nuh’un müşrik oğlunun, sâlih amel sahibi bir mü’min olmadığından dolayı, Hz. Nuh’un evlâdı bile sayılamayacak ve dünyada helâka uğrayanlardan olduğu gibi, âhirette de azâba uğrayacak olması konusunda, inanç bağının ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir. Kendi öz oğlunu kâfirlikten dolayı kurtaramamıştı Hz. Nuh. İnanç bağı dışında kalan kan ve soy bağı, cins ve ırk bağı, meslek ve sınıf bağı, renk ve dil bağı, kavim ve aşiret bağı, toprak ve vatan bağı müslüman fertleri birbirine bağlayamaz. İşte bu olay, câhiliyye mantığı ile İslâm mantığını birbirinden ayıran temel noktalardandır. Câhiliyye mantığıyla bakış açısına sahip olanlar, büyük bir yanılgıya düşmüş olurlar. Çünkü câhiliyye mantığında ne olursa olsun, baba çocuğunu dışlayıp yabana atamaz. Tehlikeli günlerde mutlaka sahip çıkması gerekir. Baba-evlât bağları her bağın üstündedir. Ama İslâm, bütün bu ince ve kopmak üzere olan bağlara sahip çıkmaz. İslâm, sadece akîde bağını tanır ve neticeyi de ona göre sonuçlandırır.
Nuh (a.s.) ile oğlu arasında geçen olay ile İbrâhim (a.s.) ile babası, Muhammed (s.a.s.) ile Ebû Tâlip arasında geçen olayın mâhiyeti birdir. Yol şudur: Ya bir olan Allah’ın tek ilâh olduğuna dayanan İslâm’a; ya da birçok âciz insanın kendi kafasından türettiği, kendi gibi bir beşer olan birinin ilke ve felsefesinden türeyen câhiliye düzenine inanılacaktır. Neticede ya gemiye binip Allah’ın izniyle kurtulup dünyada huzurlu ve âhirette sonsuz bir şekilde müreffeh bir hayat seçilecek, ya da sularda boğulup Allah’ın çetin azâbıyla başbaşa kalınacaktır. Öz olarak ya tevhid, ya şirk; ya İslâm, ya küfür, ya cennet ya da cehennem...
1941] Cengiz Duma, Hak Söz, sayı 50, (Mayıs 1995), s. 39-41
1942] N. Mehmet Solmaz, L. Çakan, Kur’ân-ı Kerime’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, 1/43
1943] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 80
NÛH (A.S.)
- 429 -
Nûh (a.s.) ve Tebliğ Mücâdelesiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Nûh İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 43 Yerde): 3/Âl-i İimrân, 33; 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 59, 69; 9/Tevbe, 70; 10/Yûnus, 71; 11/Hûd, 25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 3, 17; 19/Meryem, 58; 21/Enbiyâ, 76; 22/Hacc, 42; 23/Mü’minûn, 23; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 105, 106, 116; 29/Ankebût, 14; 33/Ahzâb, 7; 37/Sâffât 75, 79; 38/Sâd, 12; 40/Mü’min, 5, 31; 42/Şûrâ, 13; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9; 57/Hadîd, 26; 66/Tahrîm, 10; 71/Nûh, 1, 21, 26.Nûh (a.s.)’un Kavmiyle Dâvet İlişkisini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-49; 23/Mü’minûn, 23-30; 26/Şuarâ, 105-122; 29/Ankebût, 14-15; 37/Sâffât, 75-82; 54/Kamer, 9-16; 71/Nûh, 1-28.Nûh (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 6/En’âm, 84; 57/Hadîd, 26.Nûh (a.s.)’un insanlığın İkinci Atası Olması: 17/İsrâ, 3.(Nûh (a.s.)’un Peygamberlik Süresi: 29/Ankebût, 14.Nûh (a.s.)’un Neslinden Peygamber Gönderilmesi: 3/Âl-i İmrân, 33-34; 37/Sâffât, 77-81; 57/Hadîd, 26.Nûh (a.s.) Nûh Kavmine Gönderilmiştir: 23/Mü’minûn, 23; 26/Şuarâ, 105-107; 29/Ankebût, 14; 71/Nûh, 1.Nûh (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 25-34; 23/Mü’minûn, 23-26; 26/Şuarâ, 105-118; 71/Nûh, 1-20.Nûh (a.s.)’un Hem Açık, Hem Gizli Dâveti: 71/Nûh, 8-9.Nûh Kavminin Taptığı Putlar: 71/Nûh, 23.Nûh (a.s.)’un Kavmine Bedduâsı: 71/Nûh, 5-28.Nûh (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.Nûh (a.s.)’un Kavminin Kötülüğü: 54/Kamer, 9.Nûh Tûfânı: 54/Kamer, 9-14.Nûh (a.s.)’un, Gemi Yapmakla Emrolunması: 11/Hûd, 36-40; 23/Mü’minûn, 26-27.Nûh (a.s.)’un, Gemiye Hayvanlardan İkişer Çift Alması: 23/Mü’minûn, 27.Nûh (a.s.)’un, Akrabâsının Kurtulması İçin Duâsı ve Aldığı Cevap: 11/Hûd, 45-47; 23/Mü’minûn, 27.Nûh (a.s.)’un En Yakın Akrabâsının Durumu: 11/Hûd, 40, 42-43.Nûh Kavminin Yok Oluşu: 7/A’râf, 59-64; 10/Yûnus, 71-73; 11/Hûd, 42-43; 17/İsrâ, 17; 21/Enbiyâ, 76-77; 25/Furkan, 37; 26/Şuarâ, 119-1222; 29/Ankebût, 14, 40; 37/Sâffât, 75-76, 82; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 46; 53/Necm, 52; 54/Kamer, 9-14; 71/Nûh, 25-26.Nûh (a.s.)’un Kavminden İman Edenlerin Tûfandan Kurtulması: 11/Hûd, 41-42, 44; 48-49; 21/Enbiyâ, 76-77; 23/Mü’minûn, 28; 26/Şuarâ, 119; 29/Ankebût, 15.Nûh (a.s.)’un, Tûfandan Kurtulunca Duâsı: 23/Mü’minûn, 28-29.Nûh (a.s.)’ın Kıssasında İbretler Vardır: 23/Mü’minûn, 30; 69/Haakka, 11-12.Nûh (a.s.)’un Mü’minler İçin Duâsı: 71/Nûh, 28.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hz. Nuh Aleyhisselâm, M. Necati Bursalı, Ölçü Y.
2. Nuh Tufanı, Ahmed Ersöz, T.Ö.V. Y.
3. Nuh Tufanı, Bahatti n Dartma, Rağbet Y.
4. Nuh’un Gemisine Binmek, Ali Bulaç, İz Y.
5. Nuh Peygamberin Seyir Defteri, Yalçın Pekşen, Cep Kitapları Y.
6. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
7. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
8. Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.
9. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
10. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
11. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın
12. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
13. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
14. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
15. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
16. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
17. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
18. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
19. Peygamberlerin Hayatı, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
20. Peygamberlerin Kıssaları, Ebû'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
21. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
22. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
23. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar Y.
24. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, Mevdudi, Pınar Y. s. 305-308
25. Peygamberler Tarihi, Çekirdek Y. Ferhat Koç, s. 16-20
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
26. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
27. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
28. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
29. Âyetler Işığında Peygamberler Tarihi, Muhammed Ali Sâbûnî, Ahsen Y. s. 301-331
30. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T.D.V. Y. s. 47-55
31. Kur'ân-ı Kerim Işığında Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ, Ahmed Cevdet Paşa, Akit Y. c. 1, s. 8-9
32. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 281-291
33. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
34. Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 22-29
35. Kur'an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y. Kur'an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.
36. Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 78-80
37. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 28-35
38. Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 94-97
39. Kavimlerin Helâkı, Harun Yahya, Vural Y. s. 12-34
40. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Ömer Tellioğlu, Şamil Y. c. 5, s. 117-120
41. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 16, s. 259-289
42. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
43. Müşriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)
44. Kuram ve Eylem, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 130-135
45. Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
46. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 81-84
47. Kütüb-i Sitte, c. 4, s. 215-216, 340-343; c. 6, s. 400; c. 12, s. 374-382; c. 17, s. 167 Nuh
48. Peygamber’in Tebliğ Mücadelesindeki Örneklik, Hak Söz, Cengiz Duma, sayı 50, (Mayıs 1995), s. 39-41

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:22

NİKÂH VE TALÂK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NİKÂH VE TALÂK


- 301 -
Kavram no140
Toplumsal Hayat 7
Bk. Kadın; Evlilik
NİKÂH VE TALÂK


• Nikâh; Anlam ve Mâhiyeti
• Mehir
• Mut’a Nikâhı
• Kur'ân-ı Kerim'de Nikâh Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Nikâh
• Evlenme, Evlilik
• Aile: Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizama, Günahlardan ibâdete Geçiş
• Evliliği Kolaylaştırın!
• Evlilik; Ev Denilen Özel Sarayda Kral ve Kraliçe Olup Prensler Yetiştirmek
• Nikâhın Önemi
• Evliliğin İmanla Kopmaz Bağı
• Evlilik ve Aile Hayatı Bir ibâdettir
• Dâvâ Evliliği
• Kefâet/Küfüv; Evlenecekler Arasında Denklik ve Uyum
• Başlık Parası
• Nişan, Nişanlanma
• Düğün; Nikâhın İlânı
• Velîme; Düğünde İkrâm
• Nesil Emniyeti
• Teaddüd-i Zevcât/Poligami
• Talâk/Boşanma; Allah'ın Hoşlanmadığı Mubah
• Kur'ân-ı Kerim'de Talâk Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Talâk
"İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla nikâhlanmayın/evlenmeyin. Beğenseniz bile müşrik bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) nikâhlamayın/evlendirmeyin. Beğenseniz bile müşrik bir kişiden mü'min bir köle kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar." 1347
"Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve merhamet edendir. Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını) talâka/boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir. Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe gerçekten iman etmiş1347]
2/Bakara, 221
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lerse, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocaları barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir dereceye sahiptirler. Allah azîzdir, hakîmdir. Talâk/boşama iki defadır. Bundan sonra ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermek vardır. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnâsında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesnâ. (Ey mü'minler!) Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhâfaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın koyduğu hudûtlar/sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerdir. Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle nikâhlanıp evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın sınırlarını muhâfaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah, bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar. Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidâyeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir. Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür. Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendiliklerinden dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında iyilikle yaptıkları işlerde size bir günah yoktur. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir. Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin meşrû sözler söylemeniz müstesnâ, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah ğafûrdur, halîmdir. Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tâyin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münâsip bir müt'a vermek iyiler için bir borçtur. Kendilerine mehir tâyin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tâyin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velînin) vazgeçmesi hali müstesnâ, affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz) takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür." 1348
1348] 2/Bakara, 226-237
NİKÂH VE TALÂK
- 303 -
Nikâh; Anlam ve Mâhiyeti
“Nikâh” sözlükte, akit yani anlaşma yapmak demektir. Bundan amaç evlenmedir. İslâm'a göre birbirleriyle evlenmeleri yasak olmayan erkekle kadının beraber hayat sürdürmek ve çocuk yetiştirmek için yaptıkları bir akittir/anlaşmadır.
Nikâh, evlilikle beraber meşrû cinsel ilişkiyi de içerisine alan bir akittir, bir beraberliktir. Nikâhlanma, nikâh yapma, yani evlenme insan için fıtrî (yaratılışa uygun) bir faâliyettir. Tıpkı konuşma, yeme-içme, giyinme ve benzeri işler gibidir. İlk insan Hz. Âdem’den bugüne kadar insan nikâh olayını tanımaktadır. Çünkü evlenme, hem kişinin maddî ve mânevî olarak korunması, ihtiyaçlarının karşılanması; hem de neslin devam etmesi için gereklidir.
Kıyafetsiz bir insanlık olamayacağı gibi, nikâhtan soyutlanmış bir insanlık da düşünülemez.1349 Bazı modern toplumlardaki artan evlilik dışı ilişkilerin ve bu ilişkilerin normal sayılması insanlık ailesinde bir ârızadır, bir hastalıktır. Bu hastalığın geçici olduğunu ve tedâvi edilebileceğini ümit ediyoruz. Çünkü nikâhsızlık temiz yaratılışa uymamaktadır.
İslâm’da Nikâh ibâdeti: İslâm’a göre nikâh, kadın ve erkek arasında yapılan çok önemli ve hayatî bir anlaşmadır. Bu akitle beraber bir aile yuvası kurulur, eşler beraber yaşamaya başlar, eşlerde bulunan pek çok özellik kaynaşır, yeni nesiller bu yolla meydana gelir. Ailedeki beraberlik, ne işyeri beraberliğine, ne okul arkadaşlığına, ne de asker arkadaşlığına benzer. İki karşı cins hayatlarını, sevgilerini, varlıklarını, eksik ve mükemmel yönlerini, sahip oldukları güzellikleri, ellerindeki imkânları, duygularını ve isteklerini paylaşırlar. Ortaklaşa bir aile yuvası kurar, beraberce hayat sürdürürler, hem de yeni nesiller yetiştirirler.
Nikâh, yalnızca neslin devamını sağlayan veya cinsel arzuları doyurup gideren bir olay değildir. Nikâh bunlarla beraber daha önemli işlevi olan toplumsal bir kurum oluşturmaktır. Nikâhta, insanlar için çok bereketli ve faydalı başka amaçlar da vardır. İnsan, yaratılışı gereği yalnız yaşayamaz. Zâten “İnsan” kelimesi de ünsiyet kuran, başkalarıyla beraber yaşayan anlamındadır. Her insanın ana-babaya, aile kurumuna, sevgiye, ilgiye, konuşmaya, alış-veriş yapmaya, hatta kimi zaman diğer insanlarla mücâdele etmeye ihtiyacı vardır. Kişi, bazı insanların yardımına muhtaç olduğu gibi, hayatını ve duygularını başkalarıyla bölüşmeye, hatta başkalarına yardım etme arzusuna bile ihtiyacı vardır. Bunun ilk örneğini ailede buluyoruz.
İnsanların ön önemli özelliklerinden birisi de organize olmalarıdır. Yani bir arada yaşayıp toplum oluşturmalarıdır. Fertler aileleri, aileler kabileleri, kabileler/sülâleler kavimleri, kavimler de insanlık ailesini meydana getirir. Bu toplumların en küçük birimi ailedir. Kur’ân-ı Kerim’de insanların bir erkekle bir kadından yaratıldığı, sonra da kabileler ve kavimler haline getirildikleri açıklanmaktadır. 1350
Allah (c.c.), evlenen eşler arasındaki sevgiyi ve birbirlerine olan merhameti “âyet” olarak nitelemektedir: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim
1349] Bkz. 2/Bakara, 187
1350] 49/Hucurât, 13
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için âyetler/ibretler vardır.”1351 Öyleyse evlilikte öncelikli amaç nesil yetiştirmedir, yalnızca cinsel doyum değildir. İnsanın rahat edebileceği, huzur duyabileceği bir ortama ihtiyacı vardır. Aile içerisinde bu huzur ve rahatlığı kişi eşinde bulabilir. Kur’an bunu “sükûnet” bulma diye tanımlıyor. Bu kelime hem huzuru, hem de bir yerde rahat edip kalmayı ifade etmektedir.
Nikâh bu huzura kapı açmaktadır. Bu huzur, yalnızca gece rahatı veya diğer maddî ihtiyaçların karşılanması değildir. Bu aynı zamanda duyguların, arzuların, hedeflerin, sevgilerin ve yeteneklerin paylaşılmasından, karşılıklı merhamet ahlâkının işletilmesinden, başkası adına yapılan fedakârlıktan doğan bir huzurdur. İslâm evlenmeyi yüceltiyor, tavsiye ediyor, evliliğin şartlarını ortaya koyuyor ama bunu “nikâh” akdine bağlıyor. Yani evlilik mutlaka “ağır/kuvvetli bir akit olan”1352 nikâhla başlayabilir. Nikâh, evliliğe adım atmak ve bunu insanlara duyurmak; aynı zamanda evlilik sorumluluğunu yüklenmektir. Çünkü yapılan evlilik akdinde (anlaşmasında) evliliğe ait, aileye ilişkin görevleri yüklenme şartı vardır.
İslâm, nikâh dışı bütün beraberlikleri gayrı meşrû saymakta ve haram demektedir. Evlilik dışı ilişkiler İslâm’a göre iffetsizlik ve hayâsızlıktır. Zinâ haram olduğu gibi, zinâya götüren sebepler de haramdır. Nikâh olmaksızın evlilik öncesi cinsel ilişkiler, dost hayatı (anlaşarak zinâ etmek); bir ihtiyacı karşılama değil, nefsin/hevânın arzusuna uyup suç işlemektir. Şüphesiz Allah’a ve O’nun koyduğu ölçülere inanan mü’minler, imanlı gençler bu noktada duyarlı olurlar.
Nikâhın Önemi: Evlilik, yaratılışın gereği bir duygudur. Her insanın buna ihtiyacı vardır. Hayatın güzel bir şekilde devam etmesi buna bağlıdır. Aile kurumunu koruyan toplumların birçok yönden daha sağlıklı olduğu, bu toplumlarda yetişen insanın daha kaliteli, sosyal ilişkilerde daha düzeyli olduğu ve özellikle çocukların daha huzurlu ve nitelikli yetiştiği bilinmektedir.
Ailesi çöken toplumlar, her açıdan çökmeye mahkûmdur. Aileyi oluşturan ve yücelten de nikâh bağıdır. Nikâh sosyal bir faydadır. Nesiller bu yolla çoğalır, devam eder. İnsan türü aileyle korunur. Nesiler, ancak nikâh akdi ile korunmaya alınır. İslâm’ın amaçlarından biri de nesli korumaktır. Kişiyi aile daha iyi eğitip terbiye eder. Her toplum kendi kültürünü aile kurumunda yeni nesillere daha iyi öğretir.
Fuhuş (gayrı meşrû ilişkiler) birçok bedensel ve ruhsal hastalıklara yol açar. Bunu aile hayatı azaltabilir. Kişi aile hayatıyla ruhsal huzura kavuşur. Başkasını sevmenin, çocuk yetiştirmenin, onlara fedakârlık yapmanın, beraberce hayatın güçlüklerine katlanmanın, birçok şeyi birlikte paylaşmanın zevkini yaşayabilir. Babalık şefkati, analık merhameti ancak aile hayatıyla tadılabilir. Analık kurumunun yüceliğini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. İslâm’da anaya, analık kurumuna ve anaya iyilik etmeye ne denli önem verildiğini düşünürsek aile kavramını daha iyi anlamış oluruz.
Nikâhla beraber insanın hayatında önemli değişiklikler olur. Kişinin sorumluluğu artar, hayatını ve sevgisini paylaşabileceği bir insanla yaşamaya başlar. Bölüşmeyi, sevmeyi, merhamet etmeyi, iyilik yapmayı, cömertliği öğrenir. İnsanlarla beraber yaşamayı ve onlarla geçinmeyi bilir. Ancak aile hayatı insana
1351] 30/Rûm, 21
1352] 4/Nisâ, 21
NİKÂH VE TALÂK
- 305 -
bu anlayışı uygun bir şekilde verebilir. Nikâhla beraber insan, bir zorluğun bir güçlüğün altına girer, sorumluluğu artar; bu bilinen bir şeydir. Bütün evliliklerin de çok güzel ve huzurlu olduğu söylenemez. Ancak bunlar aile kurumunun, nikâhın önemini azaltmaz. Şüphesiz nikâhın verdiği lezzet, getirdiği acıdan kat kat fazladır.
Özellikle Avrupa da gelişen nikâhsız beraberlikler ve cinsel hürriyet, nikâhı ve aile kurumunu, dolayısıyla da giderek insanlığı tehdit ediyor. Onların da en doğal olan yola, yaratılışa dönmelerini umuyoruz. “Nikâhta kerâmet vardır!” diyenler ne güzel söylemişler. 1353
Nikâh; Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bağ meydana getiren akittir.
Tarih boyunca, çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı olmamıştır. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır. Nikâh akdi eşlerin veya temsilcilerinin serbest irâdesiyle oluşur. Karı kocadan meydana gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç sistem uygulanmıştır.
I) Koca hâkimiyetine dayanan evlilik: Tarihin eski çağlarından beri yaygın olan evlilik şekli budur. On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Avrupa'da meydana gelen çok önemli siyasî ve sosyal gelişmelere rağmen koca, evlilik birliği içinde hâkim rolünü, çoğu hukuk sistemlerinde korumuştur. Meselâ, Fransız Medenî Kanunu büyük ihtilâlden sonra da evlilik birliğinde kocanın hâkimiyetini sürdürmüştür. Eski Roma hukukunda evlilik, tamamen kocanın hâkimiyetine dayanıyordu. Napolyon da bu sistemi devam ettirmiştir.
2) Eşlerin eşitliği esasına dayanan evlilik: On dokuz ve yirminci yüzyıllarda gelişen sosyal ve ekonomik şartlar, kadının da ekonomik hayatta ve birçok idarî kademelerde görev almasına yol açmıştır. Bunda üst üste yaşanan savaş şartlarının da etkisi olmuştur. Bazı ülkelerde "koruma ve itaat prensibi" terk edilerek, karı kocanın mutlak eşitliği esası benimsenmiştir. Meselâ, Rusya'da karı-koca mutlak sûrette eşittir. Bu yüzden Rus kadını, kocasının soyadını taşımak zorunda olmadığı gibi, ikametgâh değişikliği hâlinde isterse kocasını takip etmeyebilir. Sonuç olarak orada, evlilik kadının ehliyetine tesir etmez. İskandinav ülkelerinde de durum böyledir. Ancak bu kadar serbestlik, aile yuvasını sarsmış, sıcak anne kucağı görmeyen çocuklar bu ülkeler için problem halini almıştır.
3) Ortalama sistem: Bu sistemde karı-koca esas itibarıyla eşit olmakla birlikte, evlilik birliğinin korunması ve devamı için erkeğe bazı hususlarda üstünlük tanınmıştır. Bu cümleden olarak, erkek ailenin reisidir. Karı, kocanın soyadını taşır ve onun rızâsı olmadan bir sanat ve meslekle iştigal edemez. Ancak bu durum, kocaya her yönde bir hâkimiyet sağlamaz.
İslâm'daki duruma gelince; bu konuda genel bir prensip söylemek güçtür. Çünkü kadın şahsî bakımdan kocasına tâbi olmakla birlikte, kendisine ait bir mal üzerinde serbestçe tasarruf edebilmekte, her türlü hukukî muâmeleyi yapabilmektedir. O, her konuda dâvâ açabilir. Bunun için kocasının rızâsına da muhtaç
1353] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 499-501
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir. Evlenme, kocaya karısının malları üzerinde hiçbir hak vermez. Serveti ne olursa olsun, kadın evin masraflarına katılmak zorunda değildir. Eşler arasında mal ayrılığı esası uygulandığı için, boşanma veya ölüm halinde problem çıkmaz.
Mal varlığı bakımından bu şekilde geniş hürriyete sahip olan kadın, şahsî bakımdan kocasına tâbîdir. Bu sebeple ailenin reisi kocadır. Çünkü o, daha güçlü ve hayat olayları karşısında daha dayanıklıdır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler. Şu sebeple ki, Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlar) daha üstün kılmıştır"1354 "Erkekler kadınlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler."1355 Ancak İslâm, kadına, kocaya itaati emrederken, kocaya da kadına karşı birtakım ödevler yüklemiştir. Nitekim Bakara sûresinde yukarıdaki âyetin devamında: "Erkeklerin meşrû şekilde kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır" buyrulur.
Nikâh teriminde erkeğin, kadının cinsel yönlerinden yararlanma anlamı vardır. Nitekim Hanefîlerin tarifi şöyledir: Nikâh; şer'an evlenme engeli bulunmayan bir kadının cinsel yönlerinden yararlanmayı erkeğe mubah kılan bir akittir. Müteahhirûn fakihleri bunu şöyle formüle etmişlerdir: Nikâh, kasden mülk-i mut'ayı ifade eden bir akittir. 1356
Evliliğin meşrûluğu Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder tane nikâh edin."1357; "Sizden bekârları ve kölelerinizle câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer onlar yoksul iseler, Allah onları fazl u kereminden zengin kılar. Allah her şeye gücü yeten ve her şeyi bilendir." 1358
Evlilik konusunda pek çok hadis-i şerif nakledilmiştir. Allah elçisi, gençlere hitâben şöyle buyurmuştur: "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok (harama bakmaktan) korur ve iffeti daha fazla muhâfaza eder. Kimin evlenmeğe gücü yetmezse, oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır."1359 Evlenmenin meşrûluğu üzerinde bütün ümmetin görüş birliği vardır.
Evlenmenin hükmü: Evleneceklerin durumuna göre nikâhın hükmü farz, vâcib, sünnet, haram, mekruh veya mubah kısımlarına ayrılır:
1. Evlenmediği takdirde zinâya düşeceği kesin olan kimsenin -mehri verecek ve eşinin geçimini sağlayacak durumda ise- evlenmesi farzdır.
2. Yine evlenmezse zinâya düşme tehlikesi bulunan kimsenin -mehir ve nafakayı sağlayacak durumda ise- evlenmesi vâciptir. Hanefîler dışındaki çoğunluk
1354] 4/Nisâ, 34
1355] 2/Bakara, 228
1356] bk. İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, vd., Bulak: 1315, II, 339 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul (t.y.), III, 3; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, II, 355-357; eş-Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, lII,123; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire (t.y.), VI, 445
1357] 4/Nisâ, 3
1358] 24/Nûr, 32
13
59] Buhârî, Savm 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvud, 1; Tirmizî, Nikâh, 1; Nesâî, Sıyâm, 43, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Dârimî, Nikâh, 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425
NİKÂH VE TALÂK
- 307 -
farz ve vâcip arasında bir ayırım yapmaz. 1360
3. Evlenince, eşine zulüm yapacağına kesin gözüyle bakılan kimsenin evlenmesi haramdır. Hem zinâya düşme, hem de eşine zulüm yapma korkusu bulunan kimsede haramlık yönü tercih edilir. Çünkü bir konuda helâl ve haram birleşince, prensip olarak haram üstün tutulur ve ondan kaçınmak gerekir. Nitekim âyet-i kerimede, "Evlenmeye güç yetiremeyenler, Allah kendilerini fazl u kereminden zengin kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar."1361 buyrulur.
4. Eşine zulüm yapacağından korkulan kimsenin evlenmesi mekruhtur. 1362
5. Cinsel bakımdan itidal halde bulunanların evlenmesi sünnettir. İtidal; evlenmezse zinâya düşeceğinden korkulmayan, evlenirse de eşine zulüm yapacağından endişe duyulmayan kimsenin halidir. Toplumda çoğunluğun bu durumda olması asıldır. Evlenemeyen gençlere oruç tutmayı tavsiye eden, evlilik konusunda aşırı çekimser kalmaya karar veren üç sahâbeyi uyaran hadisler bunun delilidir.
Diğer yandan Hz. Peygamber ve ashâb-ı kiram evlenmişler ve onlara uyanlar da bu sünneti sürdürmüşlerdir. Tercih edilen görüş budur.1363 İmam Şâfiî'ye göre ise, bu durumda evlenmek mubahtır; evlenmek veya bekâr kalmak câiz olur. O'na göre, vakitlerini ibâdete ayırmak ve ilimle uğraşmak evlilikten daha üstündür. Dayandığı deliller şunlardır: Cenab-ı Hak Yahyâ peygamberi şu sözlerle övmüştür: "...efendi, nefsine hâkim, iffetli"1364 Âyetteki “hasûr” ifadesi; gücü yettiği halde kadınla cinsel temas kurmayan kimse anlamına gelir. Evlilik daha üstün olsaydı, bunu terketmek övülmezdi. Çoğunluk fakîhler bu örneğin daha önceki şeriat uygulaması olduğunu, İslâm ümmetini bağlamadığını söylemişlerdir. İmam Şâfiî'nin diğer bir delili şu âyettir: "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, nâmuslu olarak ve zinâya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı."1365 Bir şeyin helâl olması, mubah olması (istenirse yapılan, istenirse terk edilebilen) demektir. Çünkü bu iki kelime birbirinin eş anlamlısıdır. Diğer yandan evlilik, kişiye cinsel yönden yarar sağlar. Yararına olan bir işi yapmak ise bir kimseye vâcip olmaz. Böylece evlilik yeme, içme, alış-veriş gibi mubah olan muâmelelerdendir. 1366
Eş seçimi
Evlilikte eş seçimi önemlidir. Yuvayı yapacak, çocukları eğitecek, erkeğe ömür boyu iyi veya kötü günde destek ve mutluluk verecek olan eşi seçerken güzelliğinden, soyundan ve malından çok, dindarlığına ve iyi ahlâk sahibi olmasına dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kadınla dört şeyden dolayı evlenilir: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç, mutlu olursun.” 1367
1360] İbnü’l-Hümâm, a.g.e., II, 342; el-Kâsânî, el-Bedâyî', II, 260 vd
1361] 24/Nûr, 33
1362] el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 82
1363] bkz. el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 267
1364] 3/Âl-i İmrân, 39
1365] 4/Nisâ, 24
1366] ez-Zühaylî, el Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 33, 34; İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğul-Merâm min Edilletil-Ahkâm, Terc. Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1967, II, 228 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 183, 184
1367] Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Muvattâ',
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm1368 şöyle der: "Nikâh, ibâdetlere daha yakındır. Hattâ evlenmek, sırf ibâdet niyetiyle bekâr kalmaktan daha faziletlidir"1369 Son devir hukukçularından İbn Abidîn,1370 Reddül-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Adem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur"1371 Nikâhın câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir. 1372
Şâfiîlere göre, evlilik satım akdi gibi dünyaya ait işlerden olup, bir ibâdet değildir. Dayandığı delil, gayri müslimlerin nikâhının da İslâm nazarında geçerli sayılmasıdır. Eğer ibâdet olsaydı, bu nikâhların geçersiz olması gerekirdi. Nikâhtan amaç, kişinin şehvetini teskin etmesidir. İbâdet yapmak ise, Allah için bir iş yapmaktır. Bu nedenle Allah için iş yapmak, kendi nefsi için iş yapmaktan daha faziletlidir.
Şâfiîlerin bu görüşüne çoğunluk fakihler (cumhûr) karşı çıkmıştır. Çoğunluğa göre nikâhın mü’min veya gayrı müslim için geçerli olması, dünyada toplum düzeniyle ilgilidir. Nitekim mescit, yol yapımı ve benzeri hayır işleri müslüman için bir ibâdet olduğu halde, gayrı müslim için bir ibâdet sayılmaz. Genel anlamda Allah'ın hoşnut ve râzı olduğu her iş, müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır."1373 buyurmuştur.
İslâm'da nikâh akdi sırasında evlenecek erkekle kadının veya hukukî temsilcilerinin ve şâhitlerin dışında dinî veya resmî bir görevlinin bulunması zorunlu değildir. Bu durum, onun dinî niteliği ve ibâdet yönü için bir engel teşkil etmez. Çünkü bir İslâm âliminin nikâh meclisini yönetmesi, gerekli soru ve cevapları alması, nikâhın rükün veya şartlarından değildir.
Hıristiyan toplumlarında nikâhın dinî veya medenî niteliği uzun süre tartışma konusu olmuş; kimi ülkelerde nikâh tamamen kiliselerde akdedilirken, kimi ülkelerde de medenî nikâh esası benimsenmiştir. Fransa'da 1787 Kasımında çıkarılmış olan bir kral buyruğu ile Katolik olmayanların evlenmelerini, dilerlerse ikametgâhlarının bulunduğu yer kilisesinde, dilerlerse aynı mahallin hâkimi önünde akdedebilecekleri kabul edilmiştir. Birincisi dinî, ikincisi medenî nikâh niteliğindedir.
Osmanlı Devleti uygulamasında 1917 tarihli "Hukuk-ı Aile Kararnamesi" Hıristiyanlar için kısmen dinî ve kısmen medenî bir evlenme usûlü getirmiştir. Buna Nikâh 21
1368] ö. 861/1457
1369] İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340
1370] ö. 1252/1836
1371] İbn Abidîn, a.g.e., II, 258
1372] el-Askalânî, a.g.e., III, 229
1373] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
NİKÂH VE TALÂK
- 309 -
göre, Hıristiyanların nikâhı, dinî âyinler çerçevesinde rûhânî memurlarca akdedilir. Ancak rûhânî memur, en az yirmi dört saat önce mahallî mahkemeye haber verir. Hâkim, belirtilen saatte nikâh meclisine özel bir memur gönderip kıyılan nikâhı deftere kayıt ve tescil ettirir. 1374
Bazı Hıristiyan ülkeler sonradan medenî evlenmeyi kabul etmekle birlikte, önce dinî nikâhın akdedilmesini şart koşmuşlardır. Meselâ; Yunanistan ve Romanya, medenî nikâhtan önce dinî nikâhın akdedilmesi esasını benimsemişlerdir. 1375
A.B.D.'de, İngiltere'de ve İskandinav ülkelerinde ise toplum dinî veya medenî nikâhtan dilediğini seçme hakkına sahiptir. Eşlerin tercihine göre kilisede veya resmî nikâh memuru önünde akdedilen nikâhla ilgili belgeler nüfus kütüklerinde birleşmiş olur. Bazı ülkelerde medenî evlenme şekli zorunlu hale getirilmiştir. Hollanda, İsviçre ve Türkiye gibi ülkeler bunlar arasındadır. Bu gibi ülkelerde resmî memur önünde kıyılmayan nikâh, yok hükmünde sayılmaktadır. 1376
Nikâh'ın Rükünleri
Bir şeyin varlığı, kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden ana unsura "rükün" denir. Evlilik akdi için "icap ve kabul" bir rükündür. Çünkü evlenme akdinin varlığı, icap ve kabulün varlığına bağlıdır ve bu, akdin bir parçasıdır. Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla birlikte, onun yapısından bir parça teşkil etmeyen iş veya niteliğe ise "şart" denir. Meselâ, namaz için abdest bir şarttır. Abdestsiz namazın varlığından söz edilemez; fakat bununla birlikte abdest, namazın niteliğinden bir parça değildir. Evlilik akdinde şâhitlerin bulunması, akdin şartıdır.
Hanefîlere göre evlilik akdinin rükünleri icap ve kabulden ibarettir. Çoğunluk müctehidlere göre ise evliliğin rükünleri dört tane olup; sîyga (icap ve kabul), kadın, koca ve velî'dir. Akdin konusu; eşlerin evlilikten amaçladıkları birbirinin cinsel yönlerinden yararlanmadır. Bu nedenle, yalnız ev hizmetlerini görmek üzere yapılacak bir akit bir iş akdi olabilir. Nikâh akdinde karı koca hayatı yaşamı asıldır. Mehir, akdin kendisine bağlı olduğu bir unsur değil; nafaka gibi evliliğin hükümlerindendir.
İcap, evlenme akdi taraflarından birisinin ilk olarak yaptığı tekliftir. "Benimle şu anda evlenmeyi kabul ediyor musun?" teklifine, diğer tarafın "kabul ettim" şeklindeki cevabı "kabul" niteliğindedir. Burada ilk teklifin karı veya koca tarafından yapılması, sonucu etkilemez. İlk teklif icap, ikincisi kabul niteliğindedir. Çoğunluk İslâm fakihlerine göre icap, kadının velîsi veya vekili tarafından erkeğe yapılan evlendirme teklifidir. Kabul ise, kocanın bu teklife verdiği olumlu cevaptan ibarettir. 1377
İcap ve Kabulde Bulunurken Uyulacak Şartlar:
Taraflar evlenme irâdelerini nikâh meclisinde açıklamalı ve icapla kabul
1374] Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde 40-44
1375] Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 133
1376] Halil Cin, a.g.e., s. 134; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 244, 245; T.M.K. mad.108
1377] el-Kâsânî, el-Bedâyi', II, 229 vd., V, 133; İbn Manzûr, Lisânül-Arab, XIII,185; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 187, 188
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen birbirini izlemelidir. Taraflardan birisi normal konuşma işitilemeyecek şekilde diğerinden uzaklaşmışsa, nikâh meclisi terkedilmiş sayılır. Ebû Yusuf'a bir taraf nikâh meclisinde hazır değilken, diğer taraf şâhitlerin önünde icapta bulunsa, akit, bulunmayan tarafın icâzetine bağlı olarak meydana gelir. Karşı taraf bunu öğrenince olumlu cevap verirse akit kesinleşir; aksi halde ortadan kalkar. 1378
2. İcap ve kabul her bakımdan birbirine uygun bulunmalıdır. İcap ve kabul arasında yanılma, hile yüzünden bir ayrılık varsa evlenme meydana gelmez.
3. İcap ve kabul taraflarca işitilmeli ve anlaşılmalıdır. Ancak sağır ve dilsizler özel işaretleriyle irâde beyanında bulunabilecekleri gibi, İslâm hukukunda mektupla evlilik akdi yapma kolaylığı da getirilmiştir. Mektup, diğer taraf ve şâhitler huzurunda okunur, bu tarafın da kabulü ile nikâh akdi tamamlanır. Burada nikâh meclisi, hükmen bir sayılır. 1379
4. İcap ve kabul için kullanılan sözler açık veya kinâyeli olur. Yalnız evlilik akdi meydana getirmede kullanılan "inkâh" ve "tezvîc" sözcükleri ile bunların başka dildeki karşılıkları açık sözlerdir. "Tezevvüc ettim, nikâhladım, nikâh ettim, nikâhla aldım, nikâhla verdim, tezvic ettim, evlendim, evlendirdim" sözcükleri gibi.1380 Buna karşılık mülkiyetin nakli sonucunu doğuran satış, hibe, sadaka ve temlik gibi sözler de, nikâh konusunda mecâz olarak icap ve kabul için kullanılabilir. "Kendimi sana şu kadar mehir karşılığında hibe ettim" diye icapta bulunmak gibi. Burada mehrin zikredilmesi, şâhitlerin hazır bulunması, meclisin bir nikâh meclisi olması, tarafların gâyelerinin evlenmek olduğunu açıkça gösterir. Buna karşılık kira, rehin, ibrâ, vedîa gibi deyimler evlenmede icap ve kabul için kullanılmaya elverişli değildir. Çünkü bunlar mülkiyetin nakli sonucunu doğurmayan terimlerdir. 1381
Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise evlilik akdi yalnız nikâh ve tezvic sözcükleri ile meydana gelir. Delil, Kur'an-ı Kerim'de bu akit için yalnız belirtilen sözcüklerin kullanılmasıdır. 1382
5. İcap ve kabulün şarta bağlanmaması ve kullanılan siyganın da "gelecek zaman" olmaması gerekir. Evlilik akdinin geçmiş zaman siygasıyla oluşması konusunda görüş birliği vardır. Kadının "şu kadar mehirle kendimi sana nikâhladım" icabına, kocanın; "Kabul ettim" diye cevap vermesi gibi. Çünkü bu siyganın anlamı, akdi o anda meydana getirmektir. Bununla akit bir niyet ve karineye ihtiyaç olmaksızın o anda meydana gelir.
Şimdiki zaman siygası ise Hanefi ve Mâlikîlere göre akdi o anda meydana getirmeye delâlet eden bir karînenin bulunması halinde evlilik akdi meydana getirmeye elverişli sayılır. Erkek kadına, "Şu kadar mehirle seni kendime nikâhlıyorum" dese; kadın da, "kabul ediyorum" veya "râzı oluyorum" diye cevap verse, bu geleceğe ait bir vaad olmaması ve bir nikâh meclisi bulunması
1378] el-Kâsânî, a.g.e., II, 232, 233; el-Cezîrî, Kitabül-Fıkh Alel-Mezâhibil-Erbaa, Mısır 1969, IV,14 vd
1379] el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; el-Cezîrî, a.g.e., IV, 16
1380] 4/Nisâ, 22; 33/Ahzâb, 37
1381] el-Cezîrî, a.g.e., IV, 14 vd.; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 39; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 364, 365, 369 vd.
1382] bkz. 4/Nisâ, 22; 33/Ahzâb, 37; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Kahire (t.y.), II, 4, 5
NİKÂH VE TALÂK
- 311 -
şartıyla akit meydana gelir. Ancak nikâh meclisi olmaz ve akdin o anda yapıldığını gösteren bir karîne de bulunmazsa bu bir nikâh değil, geleceğe ait bir "söz verme" niteliğindedir.
Evlilik akdinde emir siygası da kullanılabilir. Erkek kadına "Beni kendine nikâhla" dese ve bununla o anda evlilik akdi yapmayı kasdetse; kadın "Sana kendimi nikâhladım" diye cevap verince akit tamam olur. Hanefîlere göre buradaki emir siygası ile erkek kadına evlenme için vekâlet vermiş olur. Böylece kadın kendisinden asîl, erkekten vekil sıfatıyla icap ve kabulde bulunmuş olur. Mâlikîlere göre ise burada emir siygası icap niteliğindedir.
Soru siygası icap sayılmaz, belki icaba çağrı niteliğindedir. 1383
Evlilik Akdinde Velînin Rolü
Akıllı ve ergin erkek, velîsi olmaksızın kendi irâde beyanı ile evlenebilir. Onun bir vekil aracılığı ile evlenmesi de mümkündür. Hanefîlere göre hür, akıllı ve ergin kadın da evlenme akdinde bizzat taraf olabilir. Çünkü burada velînin bulunması, evliliğin sıhhat şartlarından değildir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer mü’min bir kadın kendisini Peygamber'e hîbe edip de, Peygamber de onu nikâhla almak isterse..."1384 Bu âyet-i kerime, kadının nikâh akdinde bizzat taraf olabileceğini gösterir. Hulle bildiren âyette de aynı anlamı görmek mümkündür: "Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa; ondan sonra kadın, kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz."1385 Bu âyette de, başka bir erkekle evlenmede kadın taraf olarak gösterilmiştir. Hz. Peygamber'in şu hadisleri de yukarıdaki âyetlerin açıklaması niteliğindedir. "Dul kadın hakkında velînin yapabileceği bir iş yoktur."1386; "Bekâr kadın, kendisi hakkında velîsinden daha fazla hak sahibidir." 1387
İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel'e göre, kadın için nikâhta erkek bir velînin bulunması şarttır. Velî, kadının asabesinden en yakın olan erkektir. Kadının nikâhta doğrudan taraf olması câiz değildir. Yaşının küçük veya büyük olması, kendisinin dul veya bâkire bulunması, sonucu değiştirmez. Bu müctehidlere göre kadının kadını evlendirmesi de câiz değildir. Dayandıkları deliller şunlardır: Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Kadınların kendilerini, kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın."1388 Burada velîlerin, boşanan kadının yeniden evlenmesine engel olmaması istenmektedir. Eğer kadının bizzat evlenmeye yetkisi olsaydı, velîsine böyle bir yasak koymanın anlamı kalmazdı. "İçinizden bekârları evlendirin..."1389 ve "İslâm'ı kabul etmedikçe (mü’min kadınları) Allah’a ortak koşan erkeklere nikâhlamayınız."1390 âyetlerinde de erkeklere hitap edilmekte ve velâyet yetkisi onlara verilmektedir.
1383] bkz. el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 344, 345; İbn Abidîn, Reddül-Muhtâr, II, 371; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 532-534; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 188, 189
1384] 33/Ahzâb, 50
1385] 2/Bakara, 230
1386] Ebû Dâvud, Nikâh 25; Ahmed bin Hanbel, I/334
1387] Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13
1388] 2/Bakara, 232
1389] 24/Nûr, 32
1390] 2/Bakara, 221
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çoğunluk hukukçular bu konuda bazı hadis-i şeriflere de dayanmışlardır. Özetle; “Herhangi bir kadın, velîsinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır."1391; "Kadın kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez"1392; "Nikâh ancak velî ile olur." 1393
Hanefîler çoğunluğun bu görüşünü ve delillerini şu şekilde eleştirmişlerdir: Yukarıda zikredilen 2/Bakara, 232. âyeti nikâh fiilini kadına isnat eder. Çünkü bu âyet sahâbeden Ma'kıl bin Yesar (r.a)'ın, dul kız kardeşinin yeniden eski kocasıyla evlenmesine karşı çıkması üzerine inmiştir. Âyet, baş tarafı ile bir bütün olarak ele alınınca; böyle bir kadının velînin müdâhalesi olmaksızın serbestçe evlenebilmesi anlamı ortaya çıkar. Bekârları evlendirmeyi emreden âyetler ise, yalnız velîlere değil; İslâm toplumuna hitap etmektedir. Hanefiler velîsiz nikâh olmayacağını bildiren hadislerin zayıf, hattâ bazısının mürsel olduğunu ortaya koymuş ve velîsiz evlenme konusunda "Bekâr kadının kendini evlendirme hususunda velîsinden daha fazla hak sahibi olduğunu" bildiren Ebû Dâvud hadisine dayanmışlardır. Çoğunluğun delil olarak aldığı hadisleri sahih kabul etsek bile bunların nedb'e (mendûp/müstahaplığa) de ihtimali vardır. Onun için akıllı ve ergin (bülûğa ermiş) bayanın evlenmesinde velînin bulunması vâcip değil; mendup hükmündedir.
Evliliğin Tek Kişi Tarafından Akdedilmesi
Evlilikte tek kişinin asîl, velî veya vekil sıfatıyla iki tarafı birlikte temsil ederek, şâhitlerin önünde akdi meydana getirmesi mümkün ve câizdir. Şu durumlarda temsil tek kişide toplanır:
1. Bir kimsenin her iki tarafın velîsi olarak hareket etmesiyle akit oluşur. Bir dedenin velî olarak oğlunun küçük yaştaki oğlunu, diğer oğlunun yine küçük yaştaki kızı ile evlendirmesi gibi.
2. Asil ve velî sıfatının tek kişide toplanması. Velî durumunda amca oğlunun, amcasının kızını kendisine nikâhlaması gibi.
3. İki tarafın vekâletinin tek kişide toplanması mümkündür. Ukbe bin Âmir (r.a)'den rivâyete göre, Hz. Peygamber bir adama "Seni filanca kadınla evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Adam "evet" dedi. Kadına da "Seni filanca erkekle evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Kadın da; "evet" deyince, onları birbiri ile evlendirdi. 1394
4. Asil ve vekil sıfatlarının tek kişide toplanması mümkündür. Abdurrahman bin Avf (r.a.), Ümmü Hakîm (r. anhâ)'ya "Evlenmek için bana yetki veriyor musun?" diye sordu. Kadın "evet" deyince de; "seni kendime nikâhladım" dedi. 1395
Şâfiîler yalnız iki tarafın velîsi sıfatıyla, bir kişinin iki tarafı temsil edebileceğini söylerler. 1396
1391] Ebû Dâvud Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14; Dârimî, Nikâh 11; Ahmed bin Hanbel, VI/166
1392] İbn Mâce, Nikâh 15
1393] Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14
1394] Ebû Dâvud, Nikâh 31
1395] Buhârî, Nikâh, 37
1396] eş-Şirbînî, Muğnîl-Muhtâc, Mısır (t.y.), III,168; el-Kâsânî, a.g.e., II, 231; el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Ta'lîlil-Muhtâr, III, 97 vd.
NİKÂH VE TALÂK
- 313 -
Nikâh Akdinde Özel Şartlar Belirlemek
Evlilik akdi yapılırken eşlerden birisi diğerini yük altına sokacak bir şart öne sürse ve karşı taraf da bunu kabul etse, böyle bir şart bağlayıcı olur mu?
1. Akdin niteliği ile bağdaşan ve şer'î hükümlerle çelişmeyen sahih şart, nikâh akdinde karşı tarafı bağlar. Meselâ kadının, koca evinde, kocasının ailesi veya kuma olmaksızın oturmayı, yahut kadının ailesi izin vermedikçe sefer mesafesinden uzak beldeye göç edilmemesini şart koşması, kocayı bağlar. Çünkü bu gibi şartlarla evlilik akdi bağdaşır niteliktedir.
2. Akdin niteliği ile bağdaşmayan veya şer'î hükümlerle çelişen fâsit bir şart belirlenmişse, evlilik akdi geçerli olur. Fakat yalnız şart bâtıl olur. Eşlerden birisi için muhayyerliği şart koşmak gibi.
Şartla ilgili bir yasak bulunursa, böyle bir şartı yerine getirmek mekruh olur. Evleneceği erkeğin, ilk eşini boşamasını şart koşmak gibi. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Bir kadın için, kocasından kumasını boşamayı istemesi helâl değildir." 1397
Evliliğin hükümlerinden olan, eşlerin birbirinin cinsel yönlerinden yararlanması ve kadının nafaka hakkı gibi vazgeçilmez özlük haklarını ihlâl eden şartlar da geçersizdir. Sadece ev hizmetlerini yürütmek veya kadının maişetini sağlamamak şartıyla evlenmek gibi.1398
Evliliğin Sıhhat Şartları
Evliliğin geçerli olması için şu şartların gerçekleşmesi gerekir:
1. Eşler arasında sürekli veya geçici bir evlenme engeli bulunmamalıdır. Bain talâkla boşanıp iddet beklemekte olan kadını nikâhlamak, biri kadın diğeri erkek olduğu takdirde birbirine haram olacak derecedeki iki hısımı bir nikâh altında toplamak gibi. Bu durumlarda nikâh fâsit olur. Eğer kadın erkeğe ebedî olarak haram olan hısımlardan ise, akit ittifakla bâtıl olur. Artık bu, bir meydana gelme şartı sayılır. Kız, kız kardeş, hala veya teyze ile evlenmek gibi. Buna göre, haramlık kesin ise; bu, butlan sebebi olur. Eğer zannî olursa fesat sebebi olur.
2. İcap ve kabul siygası geçici değil, süreklilik bildiren bir uslûpla ifâde edilmelidir. Evlilik belli bir süre için yapılmışsa akit bâtıl olur. Erkeğin kadına "Bir ay süreyle senin cinsel yönlerinden yararlanayım" veya seni bir ay veya bir yıl yahut bu beldede oturduğum sürece kendime nikâhladım" dese, kadın bu teklifi kabul edince birincisi "mut'a", ikincisi "muvakkat nikâh" adını alır.
3. Evlilik akdi sırasında iki şâhidin bulunması sıhhat şartıdır. Velî dışında iki şâhit bulunmadıkça akit geçerli olmaz. Delil şu hadislerdir: Hz. Âişe (r. anhâ), Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir velî ve iki adâletli şâhit olmadıkça nikâh olmaz."1399 "Şâhitler bulunmadıkça nikâh olmaz."1400 “Dört kimsenin hazır bulunmadığı evlilik ancak fuhuştur. Bunlar; evlenecek olan erkek, kızın
1397] Ebû Dâvud, Talâk 2
1398] bk. İbnül-Hümâm, a.g.e., III, 107 vd.; Zeylaî, Tebyînül-Hakaik, II, 148; İbn Âbidîn, a.g.e., II, 405; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, VII, 45
1399] Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11
1400] Buhârî, Şehâdât 8
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
velîsi ve iki şâhittir."1401 Akit sırasında şâhit bulundurulmasını bildiren âyet, evlilik akdini de kapsamına alır. 1402
Akitlerde şâhit, genellikle anlaşmazlık halinde tarafların haklarını korumada ispat kolaylığı sağlar. Evlenme akdi de eşlerin lehine ve aleyhine hukukî sonuçlar meydana getiren bir akittir. Mehir, nafaka yükümlülüğü, nesebin sâbit olması, sihrî hısımlığın meydana gelmesi bunlar arasındadır. Diğer yandan evlilik akdinin alenen yapılması ve akit sırasında şâhitlerin bulunması, eşleri zinâ töhmetinden korur.
Nikâh Şâhidinde Aranan Nitelikler
Evlenmede şâhidin fonksiyonu, evlenmeye ilişkin icap ve kabulü işitmek ve anlamaktan ibârettir. Bunun için şâhitlerin aynı yerde ve birlikte bulunmaları gerekir. Ayrı ayrı yerlerde veya aynı yerde olmakla birlikte, birbiri ardından evlenme irâdelerine şâhit olan kimselerin şâhitlikleri geçerli sayılmaz.
Şâhitte aranan nitelikler şunlardır:
a. Şâhit akıllı ve ergin (bülûğa ermiş) olmalıdır. Akıl hastası veya küçük çocukların şâhitliği yeterli değildir.
b. Şâhitlerin iki erkek veya bir erkek iki kadın olması gerekir. Tek şâhitle nikâh geçerli olmaz. Çünkü hadiste "Bir velî ve iki adâletli şahit olmadıkça nikâh olmaz!" buyrulmuştur.1403 Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, bu takdirde râzı olacağınız şâhitlerden bir erkekle iki kadın yeter." 1404
İmam Şâfiî'ye göre bu âyet nikâh akdini kapsamaz. Kısasta ve diğer şer'î cezalarda olduğu gibi, nikâhta her iki şâhidin erkek olması şarttır. Hanbelî ve Mâlikîler de aynı görüştedir. Hanefîlere göre, kadınlar nikâhta taraf oldukları gibi, bir erkek için iki kadın olmak üzere şâhitlik yapabilirler. Bunların şâhitlikleri yalnız had ve kısas dâvâlarında unutma ve gaflet sebebiyle kabul edilmez. Çünkü hadler şüphe ile düşer. 1405
c. Şâhit hür olmalıdır. Hanbelîler dışındaki çoğunluk, şâhitlerin hür olması gerektiğini söylerler. Hanbelîlere göre ise, köle diğer haklar konusunda şâhitlik yapabildiği gibi nikâhta da şâhit olabilir. Çünkü bunu yasaklayan bir âyet, hadis veya icmâ yoktur. 1406
d. Müslüman olmalıdır. İki tarafın müslüman olduğu bir evlenmede her iki şâhidin de müslüman olması gerektiğinde görüş birliği vardır. Çünkü gayrı müslimin müslüman üzerinde velâyet hakkı yoktur.1407 Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, iki taraf veya yalnız kadın ehl-i kitaptan olursa şâhitler de ehl-i kitaptan olabilir.
1401] eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 42
1402] 2/Bakara, 282
1403] Ebû Dâvud Nikâh, 19
1404] 2/Bakara, 282
1405] bk. es-Serahsî el-Mebsût, Mısır 1324-1331/1906-1912, V, 32, 33; ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 74, 75; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 208, 209
1406] ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 75
1407] bkz. 4/Nisâ, 141; el-Kâsânî, a.g.e., II, 253
NİKÂH VE TALÂK
- 315 -
e. Çoğunluk fakihlere göre, görme yeteneği şart olmayıp, işitme ve anlama yeteneğinin bulunması şarttır. Bu nedenle şâhidin nikâh akdinde konuşulan sözleri anlaması gerekir. Çünkü şâhitliğin amacı budur. Aksi halde şâhit, bir söz kesme veya nişan merasimini nikâh akdi sanabilir. Bu da toplumda yanlış anlamalara neden olur.
f. Şâhitler evlenecek kimselerin usûl, fürû veya diğer hısımlarından olabilir. Buna göre, ana, baba, dede ve nine ile eşlerin oğul veya kızları nikâhta -yukarıda belirtilen niteliklere sahip iseler- şâhit olabilirler. Çoğunluğa göre bu hısımlardan birisi velî olarak akde katılıyorsa şâhit sayılmaz. 1408
g. Hanefîlere göre, şâhitlerin adâletli olması şart değildir. İki fâsık şâhidin şâhitliği de yeterlidir. Çünkü fâsık velî olmaya ehildir. İmâmiyye Şîası da bu görüştedir. Hatta İmâmiyye mezhebine göre, nikâhta şâhit bulundurma, akdin sıhhat şartı değil, menduptur. Onlar sürekli nikâhta şâhit bulundurma, ilân ve açığa vurmayı müstehap sayarlar. Şianın en sağlam görüşüne göre, kadın reşid, ergin olunca iki şâhit ve velînin hazır bulunması şart değildir. 1409
Mehir
"Mehir"; Evlenme sırasında kadına bu isimle ödenen meblağ; evlilikte kadının nikâh akdi veya cinsel temasla hak kazandığı mal veya meblağ anlamında bir fıkıh terimidir. Kitap, Sünnet ve fıkıh literatüründe mehir kelimesi yerine, eş anlamda; "sadûk", "sadûka","nıhle", "farîza", "ecr", "hıbâ", "ukr", "alâik", "tavl" ve "nikâh" kelimeleri de kullanılır.
İslâm, Hıristiyanlıkta olduğu gibi kadının erkeğe verilmek üzere para biriktirilmesini (drahoma) değil de; aksine, erkeklerin kadınlara rağbetinin bir sembolü olsun diye hediye kabilinden bir meblağın ona verilmesini emretmiştir. Mehir, kadına değil; erkeğin üzerine vâciptir. Dâru'l-İslâm'da bir kadınla cinsel temas, ya had cezasını gerektirir, ya da mehir hakkını doğurur. Bu, kadına saygının bir sonucudur.
Kur'ân-ı Kerîm'de mehirden söz eden çeşitli âyetler vardır. Bazıları şunlardır: "Aldığınız kadınların mehirlerini yürekten isteyerek ve Allah'ın bir atiyyesi olarak verin."1410 Çoğunluğa göre, burada hitap kocalaradır. Bazı bilginler hitabın velîlere olduğu görüşündedir. Câhiliye devrinde mehri kızın velîleri alır ve adına da "nihle" derlerdi. "...Haram olanlar dışındaki kadınlarla evlenmeniz, nâmuslu olarak ve zinâya sapmaksızın yaşamak ve mallarınızdan onlara mehir vermek şartıyla size helâl kılındı. Artık o kadınlardan hangisiyle yararlanmanız olmuşsa, ücretlerini belirlendiği şekliyle verin. Mehir miktarını belirledikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz miktar hakkında üzerinize bir vebal yoktur." 1411
Abdullah bin Abbas’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenirken Rasûlullah (s.a.s.) kendisine; "O'na bir şey ver" dedi. Ali: "Bende bir şey yok" deyince de; "Hutamî zırhını verebilirsin" buyurdular. Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahâbeye Allah'ın elçisi mehir vermesini bildirdi. Evinden de eli boş
1408] el-Kâsânî, a.g.e., II, 253, 254; el-Fetâvâl-Hindiyye, I, 267, 268
1409] bk. el-Muhtasaru'n-Nâfi' fî Fıkhıl-İmâmiyye, Dârul-Kitabil-Arabî, Mısır (t.y), s. 194; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi. c. 5, s. 92-104
1410] 4/Nisâ, 4
1411] 4/Nisâ, 24
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dönünce; "Demirden bir yüzük de olsa bak" deyip, yeniden eve gönderdi. Yine boş dönünce, ne miktar Kur'ân-ı Kerîm bildiğini sordu ve sonunda şöyle buyurdu: "Haydi git, onu sana bildiğin Kur'an karşılığında verdim." 1412
Bu konudaki âyet ve hadislerden şu sonuca varılmıştır. Rasûlullah (s.a.s.), mehirsiz hiç bir evliliğe ruhsat vermemiştir. Eğer mehir vâcip olmasaydı, bunu göstermek için arada bir onu terkederdi. Diğer yandan, sahâbe devrinden bu yana İslâm bilginleri mehir üzerinde icmâ etmişlerdir. 1413
Aile yuvasıyla ilgili görevlerin en güzel şekilde yerine getirilmesi için, eski çağlardan beri kadınla erkek arasında bir görev bölümü yapılmıştır. Erkek, evin dışındaki işlerle uğraşır ve gerektiğinde ağır işlerde çalışarak geçim için kazanç sağlar. Kadın da evin yönetimi, yemeğin hazırlanması, çocukların bakım ve terbiyesiyle uğraşır. Bu yüzden bütün malî yükümlülükler kadının değil, erkeğin görevidir. Mehir ve bütün kapsamıyla nafaka bu yükümlülükler arasındadır. Bu görev bölümü erkekle kadının yaratılışına ve İlâhî sünnete de uygundur. Erkek daha güçlü olduğu için çalışıp kazanmaya daha yatkındır. Kur'an'da şöyle buyrulur: "Erkekler, kadınlardan daha güçlü kuvvetlidirler. Yani ailenin reisidirler. Bunun sebebi şudur: Allah onlardan kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkek, mallarından evin geçimini sağlamaktadır." 1414
Mehir, nikâh akdinin rükün veya şartlarından değildir. Bu yüzden mehirsiz akdedilecek nikâh geçerli olur ve kadın emsal mehire hak kazanır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Kendileriyle cinsel temasta bulunmadığınız veya kendilerine bir mehir tâyin etmediğiniz kadınları boşamışsanız, bunda üzerinize bir sakınca yoktur."1415 Bu âyette, cinsel birleşmeden veya mehir tesbitinden önce kadını boşamanın geçerli olduğu belirtilmektedir. Boşama ancak sahih nikâhtan sonra mümkün olduğuna göre, âyet, akit sırasında mehrin konuşulmasının bir rükün ve bir şart olmadığına delâlet eder. 1416
Ukbe b. Âmir (r.a.)'in naklettiği şu hadis de yukarıdaki anlamı destekler. Hz. Peygamber bir adama: "Seni filanca kadınla evlendireyim mi?" demiş; erkeğin; "evet" demesi üzerine, kadına hitâben; "Seni filanca erkekle evlendirmeme râzı oluyor musun?" diye sormuştu. Kadının da "evet" demesi üzerine, onları evlendirdi. Herhangi bir mehir belirlenmeksizin evlilik gerçekleşti. Bu erkek, vefatı sırasında şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.), beni filanca kadınla evlendirdi. Bir mehir konuşulmadı ve kadına bir şey de vermedim. Ona mehrim olarak Hayber'deki hissemi veriyorum." Kadın bu hisseyi almış ve yüz bin dirhem karşılığında satmıştır.1417 Yalnız Mâlikîler mehri, nikâhın bir rüknü olarak kabul ederler. Eşler mehirsiz olarak veya şarap, domuz eti gibi şer'an mal sayılmayan bir şeyi mehir yaparak evlenseler Mâlikîler dışında çoğunluğa göre akit geçerli olur.
1412] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 170
1413] bk. es-Serahsî, el-Mebsut, V, 62 vd.; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, II, 274-304; İbnü'l-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 434 vd.; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, III, 86 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 16 vd.; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, II, 329 vd.
1414] 4/Nisâ, 34
1415] 2/Bakara, 236
1416] el-Kâsânî, a.g.e., II, 274; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Halebî tab'ı, II, 55, 60; İbn Rüşd, a.g.e., II, 25
1417] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, Dımaşk 1405/1985, VII, 254
NİKÂH VE TALÂK
- 317 -
Mehrin üst ve alt sınırı: Mehrin en çok miktarı için bir sınır getirilmemiştir. Kur'an'da; "Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile içinden bir şey almayınız"1418 buyrulur. Hz. Ömer bunu 400 dirhemle sınırlamak istemiş, aksi halde fazlanın beytü'l-mâle gelir kaydedileceğini ilân etmişti. Hz. Ömer'in dayandığı delil; Hz. Peygamber'in eşi ve kızları için 480 dirhemden (12 okiye) daha fazla mehir verilmemesi idi. Hz. Ömer minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki âyeti1419 okuyarak, Allah'ın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine, kadınları yükler dolusu mehre lâyık gördüğünü belirtti. Bunun üzerine yeniden minbere çıkarak, sözünü geri aldı ve şöyle dedi: "Size, kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar verebilir." 1420
Ebû Hanîfe'ye göre, mehrin en az miktarı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. Hz. Peygamber devrinde bu kadar para yaklaşık iki kurbanlık koyun bedelidir. Hırsızlıkta, had cezasının uygulanmasını gerektiren en az miktar; bir dinar altın para olup mehir de buna kıyas yapılmıştır. Çünkü bir dinar altın para, on dirhem gümüş paraya satın alma gücünde eşit durumda idi. İmam Mâlik'e göre mehrin en az miktarı üç dirhemdir. Bu mezhep de kendi mezhebinin hırsızlık nisabını ölçü olarak almıştır. İmam Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel, en az miktar için bir sınır koymamışlardır. Delilleri; mehir âyetinde malın azına bir sınır konulmamasıdır. 1421
Mehrin konusu: Satışı veya kullanılması yasak olmayan her şey mehir olarak verilebilir. Menkul ve gayrimenkul mallar, ziynet eşyası, hayvanlar, misli şeyler ve hatta menkul veya gayrı menkul bir maldan yararlanma hakkı bunlar arasındadır. Ancak İslâm'ın yasak ettiği şeyler, meselâ; alkollü içkiler, domuz, ölmüş hayvan etleri mehir olamaz. Bu gibi şeyler mehir yapıldığı takdirde, nikâh akdi mehirsiz yapılmış sayılır ve kadın emsal mehre hak kazanır. 1422
Kur'ân-ı Kerîm'i veya helâl ve haramdan bazı dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmaması fakihler arasında tartışılmıştır. İlk Hanefî müctehidlerine göre, Kur'ân ve fıkıh öğretimi mehir yerine geçmez. Çünkü, helâl kılınan kadınları belirleyen âyetteki; "mallarınızla istemeniz"1423 ifâdesi buna engeldir. Kur'an öğretimi ve benzeri ameller tâat niteliğinde olup, kişi bunları Allah'a yaklaşmak için yapar. Bu yüzden ilk üç Hanefî müctehidine göre, bunun için iş akdi yapmak geçerli olmaz. Böyle bir durumda kadın emsal mehre hak kazanır. Çünkü bu, mal olarak karşılığı bulunmayan bir yararlanmadır.
Sonraki Hanefî fakîhleri ise, Kur'ân-ı Kerîm öğretimi ve diğer dinî hizmetlerin; şartların değişmesi ve geçim için insanların çok meşgul olması gibi sebeplerle olan ihtiyaç yüzünden, bir ücret karşılığında yapılabileceğine fetvâ verdiler. Delil; Hz. Peygamber'in, bildiği Kur'ân'ı eşine öğretmesi karşılığında bir erkeği
1418] 4/Nisâ, 20
1419] 4/Nisâ, 20
1420] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI,168; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Mısır, t.y., IV, 283 vd.
1421] Buhârî, Nikâh, 34-51; es-Sabûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, Dımaşk 1397/1977, I, 453; ez-Zühayli, a.g.e., VII, 256; Ömer Nasuhî Bilmen, İstılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1967, IV, 121-123; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 279, 280
1422] el-Kâsânî, a.g.e., II, 277 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e., Mısır, t.y., II, 252, 458-461; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 143
1423] 4/Nisâ, 24
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
evlendirmesidir. İlk Hanefî müctehidleri, bu hadisi te'vil ederek, mehirsiz evlendirmenin Hz. Peygamber'e mahsus bir muâmele olduğunu söylemişlerdir. 1424
Mehrin çeşitleri: Mehir, genel olarak mehr-i müsemmâ ve mehr-i misil olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i müsemmâ da muaccel ve müeccel diye kendi içinde ikiye ayrılır.
1. Mehr-i müsemmâ: Bu, nikâh akdi sırasında veya daha sonra eşlerin karşılıklı rızâ ile belirledikleri mehirdir: "Eğer siz, onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce onlara bir mehir tâyin etmiş bulunursanız, bu tâyin ettiğiniz mehrin yarısı onlarındır."1425 Mehr-i müsemmâ da peşin verilip verilmeme durumuna göre ikiye ayrılır:
a) Mehr-i muaccel: Eşlerin miktarını belirledikleri mehir, nikâh akdi sırasında ödenebileceği gibi, sonraki bir tarihte de ödenebilir. İşte akit sırasında peşin olarak ödenen mehre "mehr-i muaccel (peşin mehir)" denir. Eşler, mehrin miktarını belirlemekle birlikte, ödeme şeklini tesbit etmemişlerse, peşin ödenecek miktar örfe göre belirlenir. Örf, tamamının peşin veya ileride ödenmesi yahut bir bölümünün, örneğin üçte birinin veya yarısının peşin, geri kalanının sonradan verilmesi şeklinde meydana gelmişse buna göre hareket edilir. Çünkü mehrin ödeme şekli üzerindeki örf, aksi kararlaştırılmadıkça eşler arasında şart koşulmuş gibidir. Hadiste; "Müslümanların güzel gördüğü şeyler Allah nezdinde de güzeldir."1426 buyrulmuştur.
Bazı fakîhler, zifaftan önce kadına mehrin bir kısmını vermeyi müstehap görürler. Bu konuda, Hz. Ali'nin, Fâtıma (r. anhâ) ile evlenirken zifaftan önce mehir olarak zırhını vermesi uygulamasına dayanırlar. Bu evlilik Medine'de, Hicret'in ikinci yılında vuku bulmuş ve mehrin ödenmesi konusunda Medîne örfüne uyulmuştur. 1427
Bugün Mısır'da geçerli olan örfe göre, genel olarak, mehrin üçte ikisi peşin alınır. Fas'ta ise mehrin yarısı peşin ödenir. 1428
b) Mehr-i müeccel: Mehrin tamamını peşin olarak değil de, evlenmenin sona ermesi, beş yıl, on yıl sonunda veya kocanın ölümü halinde ödenmesi kararlaştırılabilir. İşte bu şekilde, ödenmesi belirli bir vâdeye bağlanmış olan mehir "mehr-i müeccel (vâdeli mehir)" adını alır. Bu durumda kadın, belirlenen vâde gelmeden önce mehri isteyemez. Miktarı belirlendiği halde, ödeme şekli belirlenmemiş olan ve bu konuda örf de bulunmayan durumlarda, mehir; boşanma veya eşlerden birisinin ölümü halinde peşine dönüşür. Boşamanın kesin (bâin) veya cayılabilir (ric'î) olması arasında bir fark yoktur. Ancak, ric'î boşama halinde mehir, iddetin sonunda peşin mehre dönüşür. 1429
2) Mehr-i misil: Kadının emsâline göre takdir edilen mehirdir. Kadın, şu durumlarda mehr-i misle hak kazanır:
1424] eş-Şîrâzî, a.g.e., II, 59; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VI, 170; el-Askalânî, Bülûğu'l-Merâm, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1967, III, 247 vd.; Bilmen, a.g.e., VI, 173-175
1425] 2/Bakara, 237
1426] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/379
1427] M. Muhyiddîn Abdülhamîd, el-Ahvâlu'ş-Şahsiyye, s. 140, 141
1428] Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Ankara 1974, s. 218
1429] Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul 1976, s. 641 vd.
NİKÂH VE TALÂK
- 319 -
a) Nikâh akdinde mehrin zikredilmemiş olması halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin zikredilmemesi, akdin fesâdını gerektirmez. Çünkü nikâh, evlenecek olan çiftlerin icab-kabûlüyle tamam olur. Mehir ise nikâhın rüknü değildir ve bundan dolayı nikâh akdinin icrâsı ve sıhhati, mehrin zikredilmesine bağlı değildir. Mehir zikredilmediği halde koca vefat ederse karısı mehr-i mislini terikeden alır, kadın vefat ederse vârisleri kocadan mehri misli alırlar.
b) Mehrin, tâyin edilmiş olmakla birlikte, mehir hakkında bilgisizliğin fazla olması (el-Cehâletü'l-fahişe) veya gayr-ı mütekavvim bir mal olarak tâyin edilmesi halinde mehr-i misil gerekir. Mehrin ev, araba, hayvan, elbise vb. şekilde mutlak olarak zikredilmesi halinde fâhiş cehâletten sözedilir ve bu durumda mehr-i misil gerekir. Çünkü bu cins isimler farklı vasıflarda ve değerlerde olabileceğinden anlaşmazlık ve çekişmeye götürür. Meselâ, mutlak olarak ev denildiğinde evin müstakil, büyük veya küçük olması, manzarası vb. gibi problemleri beraberinde getirebilir. Bunun yanında şeriatın domuz, içki gibi mütekavvim mal kabul etmediği şeylerin mehir olarak tâyini halinde bunlar geçersizdir ve mehr-i misil tahakkuk eder.
c) Taraflar arasında mehri ortadan kaldırma konusunda bir anlaşma varsa yine mehr-i misil gerekir. Mehir, şâriin nikâh akdinde uyulmasını emrettiği hükümdür. Bundan dolayı tarafların mehri kaldırma yetkisi yoktur. Eğer akde bitişik bir şartla onu kaldırmaya teşebbüs ederlerse bu şart fâsiddir. Bu durumda akit sahih ve şart geçersiz olur. Bunun en önemli misâlini şigar evliliği oluşturmaktadır. Şigar evliliği iki kadının mehir zikredilmeksizin birbirine karşılık olmak üzere iki erkekle evlendirilmesidir. Burada nikâh akdi geçerli fakat şart geçersizdir ve mehir zikredilmediğinden mehr-i misil gerekir. Şigar evliliği, Ahmed bin Hanbel, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî'ye göre fâsiddir. 1430
d) Mehrin zikredilip zikredilmediği konusunda karı-koca arasında ihtilâf ortaya çıkarsa mehr-i misil gerekir. Ancak hangisi delil getirirse kabul olunur. Delil getiremezlerse mehir zikredilmedi (münkir) diyenden yemin istenir. Yeminden kaçınırsa (nükul), mehrin zikredildiğini söyleyenin dâvâsı sâbit olur. Yemin ederse mehr-i misil gerekir. 1431
Mehr-i Mislin takdiri: Mehr-i misli tâyin için, evlenecek olan kadının babası kabîlesinden; yaş, güzellik, mal, şehir, takvâ, akıl, dine bağlılık, bekâret, iffet, ilim, edeb, güzel ahlâk, çocuk sahibi olma gibi çeşitli vasıflarda benzeri olan kadınların mehirleri dikkate alınır. Bu benzerlik iki tarafın yani mehri tâyin olunacak kadın ile denk ve benzeri kadınların akit sırasında sahip oldukları vasıflar itibariyle araştırılır. Bu vasıfların akitten sonra artması veya eksilmesi emsalliğin meydana gelmesine zarar vermez. Eğer babası tarafında benzeri bulunmazsa babasının kabîlesine denk olan kabîleden emsali kadınların mehri takdir edilir. Kadının bu durumlarda benzeri bulunmadığı takdirde mehr-i misil iki âdil erkek veya bir erkek iki kadının şehâdetiyle sâbit olur. Eğer âdil şahit bulunamazsa söz, yeminle beraber kocaya aittir. Koca mehr-i misli tâyinden kaçınırsa mehrin
1430] Kâsânî, Bedâyîus-Sanâyi, Kahire 1327-28/1910, II, 282-283; Molla Hüsrev, Dürerü'l-Hukkâm Şerhu Gureril-Ahkâm, İstanbul 1979, I, 342; el-Fetâva'l-Hindiyye, Bulak 1315, I, 309-311; M. Ebû Zehre, el-Ahvâluş-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 182-183; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, II, 6, 119-120, 140-142
1431] Molla Hüsrev, a.g.e., I, 347
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
miktarını tâyin için hâkime başvurabilir. Bu hükümler, ihtilâf ortaya çıkması halindedir. Eğer mehir konusunda ittifak hasıl olursa kabul olunur. 1432
Mehrin Sahibi: Mehir, evlenecek olan kadının hakkıdır. Babası veya dedesi, mehri kadın adına alabilir, fakat ona sahip olamaz. Ancak kadın râzı olmazsa, velîsine yapılacak mehir ödemesi geçerli değildir. Kadın; küçük, akıl hastası veya bunamış olursa, bu takdirde mehir malî velâyeti hâiz olan velîye verilir. Ahmed bin Hanbel, baba için, mehir yanında bir meblağ alma hakkını tanımış ve delil olarak da, Hz. Şuayb'ın kızıyla evlenmek için Hz. Mûsâ'nın sekiz yıl çobanlık yapmasını delil göstermiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Şuayb, Mûsâ'ya dedi ki; 'bu iki kızımdan birini -sen bana sekiz yıl işçilik yapman şartıyla- sana nikâhlamak istiyorum. Eğer işçiliğini on yıla tamamlarsan o da kendinden."1433 Bu âyet-i kerîme, karşılığında ücret alınabilen yararlanmanın mehir olabileceğine delâlet eder. Diğer mezheplere göre, burada başlık parasından çok, babanın kızı adına almış olduğu mehir söz konusu olabilir. Nitekim Hz. Mûsâ'nın orada evlendirilmesi, mal-mülk sahibi olarak yeniden Mısır'a dönmesi bunu gösterir. Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakîhlere göre, kızın babasının evlenecek erkekten mehir dışında bir şey alması câiz değildir. 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesinde şu hükümler yer alır: "Mehir, evlenen kadının hakkı olup, onunla çeyiz yapmağa zorlanamaz. Bir kızı evlendirmek veya teslim etmek için ana-baba veya diğer hısımlarının, kocadan akçe veya benzeri şeyleri almaları memnûdur." 1434
Kadının, mehrin tamamına hak kazandığı haller: Kadın; sahih halvet, zifaf veya ölüm halinde mehrin tamamına hak kazanır;
a) Sahih halvet: Sahih bir akitle evli bulunan eşlerin, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız kalmalarıdır. Halvete engel olan durumların da bulunmaması gerekir. Eşlerin yanında üçüncü bir kişinin bulunması, karı-kocada cinsel birleşmeye engel halin olması, küçüklük, ay hali, hastalık, farz oruçlu olmak, farz veya nâfile hac için ihramda bulunmak gibi.
Sahih halvet iki durumda zifaf olmuş gibi sonuç doğurur. Bu halvetten sonra kadın boşanırsa kadın tam mehre hak kazanır. Çünkü kadın evlenme ümidiyle nikâhlı olarak kapalı bir yerde bulunduğu için daha sonra boşanma olursa, yeniden evlenmede nikâhtan önceki şartlarla eş bulamayabilir. Halvetten sonra boşanan kadın iddet bekler. Dolayısıyla da iddet nafakası, halvetten sonra en az altı ay sonra doğacak çocuğun nesebinin sâbit olması gibi haklardan yararlanır.
b) Zifaf: Burada evliliğin mûteber olma şartı da aranmaz. Zifaf ve sahih halvette mehrin tamamının gerekliğinin delili şu ayettir: "O kadınlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın." 1435
Zifaf, sahih evlilikte olmuşsa kadın mehrin tamamına hak kazanır. Tesbit edilen mehir yoksa mehr-i misil alır. Zifaf fâsit evlilikte olmuşsa, kadın mehr-i misil ile mehr-i müsemmâdan hangisi daha az ise ona hak kazanır. Daha önceden mehir tesbit edilmemişse, mehr-i misil alır. Fâsit nikâhta halvet, zifaf hükmünde
1432] el-Kâsânî, a.g.e.,II, 287; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 183-184; Bilmen, a.g.e., II, 119
1433] 28/Kasas, 27
1434] Hukuk-ı Aile Kararnamesi, madde, 89, 90
1435] 4/Nisâ, 20
NİKÂH VE TALÂK
- 321 -
değildir. 1436
c) Eşlerden birinin ölümü: Kadın vefat ederse, mirasçıları, mehri mirastaki paylarına göre bölüşürler. Kocası da dörtte bir veya ikide bir mirasçı olacağı için mehri o ölçüde eksik verir. Koca vefat ederse, kadın, terikeden mehir miktarını ayrıca alır. 1437
Mehrin yarısının ödeneceği haller: Sahih evlilik, zifaf veya sahih halvetten önce kocanın fiiliyle sona ermişse, kadın mehr-i müsemmânın yarısını alabilir. Mehrin tamamı peşin olarak ödenmişse, kadın bunun yarısını kocasına iâde etmek zorunda bulunur. Delil şu âyettir: "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce boşar, fakat daha önce mehir tesbit etmiş olursanız, o halde tâyin ettiğiniz o mehrin yarısı onlarındır."1438 Bu âyet hükmüne göre, kadının yarı mehir almasının şartları şunlardır: a) Mehir daha önceden tesbit edilmiş olacak, b) Koca, karısını zifaftan önce boşamış olacak, c) Kadın mehir hakkından vazgeçmemiş bulunacaktır.
Burada evlilik boşama ile sona erebileceği gibi fesih ile lian, kocanın iktidarsızlığı, İslâm dinini terketmesi, karısı müslüman olduğu halde kendisinin İslâm'a girmekten kaçınması, karının usûl ve fürûuna hürmet-i müsâharayı gerektiren bir fiil işlemesi halleriyle de sona erebilir. Bütün bu durumlarda evliliğin sona ermesi kocanın fiili ile olmuş bulunur ve kadın yarı mehre hak kazanır. Yeter ki bu ayrılık, cinsel birleşmeden önce vuku bulsun. Bu çeşit ayrılıkta kadına iddet gerekmez. 1439
Yukarıdaki durumlarda evlilik yine zifaftan önce ve kocanın fiiliyle olur, fakat verilecek mehir miktarı belirlenmemiş olursa kadına mut'a denen bir teselli hediyesi vermek gerekir.1440 Mut'a; kocanın; mal, elbise veya yiyecek olarak boşanmış hanımına verdiği şeylere denir. Âyette mut'anın miktarı belirlenmemiş ve bu husus ictihâda bırakılmıştır. Ebû Hanîfe'ye göre, mut'anın en azı bir elbise, baş örtüsü ve bir yorgan olup, mehr-i mislin yarısından çok olamaz. 1441
Kadına mehir vermenin gerekmediği durumlar: İki durumda kadına mehir vermek gerekmez.
a) Evlenme akdi fâsit olur ve koca karısını zifaftan önce boşarsa, erkeğin mehir veya mut'a vermesi gerekmez. Bu konuda evliliğin karşılıklı rızâ ile veya hâkimin hükmüyle sona ermesi sonucu değiştirmez.
b) Evlilik akdi sahih olur, fakat gerçek veya hükmî (sahih halvet sûretiyle) zifaftan önce kadının fiiliyle ayrılık vuku bulursa, kadın yine bir şey alamaz. Kadının küçük evlendirilmesi halinde bulûğ muhayyerliği hakkını kullanması, irtidat etmesi veya kocası İslâm'a giren ve ehl-i kitap olmayan kadının, müslüman olmaktan kaçınması hallerinde evlilik akdi kadın tarafından veya kadın sebebiyle sona ermiş sayılır. Kadının, kocasının usûl veya fürûundan birisiyle hurmet-i müsâharayı gerektiren bir fiil işlemesi, meselâ zinâ etmesi veya bunlardan
1436] el-Kâsânî, a.g.e., II, 335
1437] İbn Rüşd, a.g.e., II, 20
1438] 2/Bakara, 237
1439] el-Kâsânî, a.g.e., II, 296 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 438-439
1440] bkz. 2/Bakara, 236
1441] es-Serahsî, el-Mebsût, V, 82, 83; es-Sabûnî, a.g.e., I, 379-380; M. Zihni, a.g.e., s. 441 vd.
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birisiyle sevişmesi halinde de evlilik kadın tarafından sona erdirilmiş sayılır. 1442
Sonuç olarak mehir evlilik hayatı süresince kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Kadının âniden kocasını kaybetmesi veya boşanmaları hâlinde, kocasının evinde kalması zorlaşabileceği için, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar mehir ona bir destek olur. En az mehir miktarının iki tane kurbanlık koyun parası kadar olduğu, üst sınırının ise dört yüz dirhemin de üstünde olabileceği, Hz. Peygamber devrinde, yaklaşık beş dirheme bir kurbanlık koyun alındığı dikkate alınırsa, böyle bir gerçek mehrin, önemli bir yedek akçe teşkil edeceği açıktır. 1443
Mut’a Nikâhı
Mut’a; Yararlanılan şey; umre ile haccı birleştirme; boşanan kadına verilen elbise ve başörtüsü gibi eşya; bir kadınla geçici olarak evlenme demektir. Mut’a kelimesinin çoğulu "mut’aûn" dur. Aynı kökten metâ'; yararlanma, yiyecek giyecek gibi yararlı olan her şey demektir. Çoğulu "emtia"dır. "Temettû" ve "istimtâ" ise; bir şeyden uzunca süre yararlanmak, onu lezzetli bulmak, zevk almak anlamlarına gelir. Yararlanılacak şey anlamında, metâ' ve mut'a eş anlamlı kelimelerdir.
Mut'anın bir fıkıh terimi olarak iki anlamı vardır:
1- Boşanan kadına iddet süresince yararlanması için verilen şey ve geçici evlilik. Mehir miktarı belirlenmeksizin yapılan nikâh akdinden sonra, henüz cinsel birleşme olmadan boşanma veya fesih yoluyla evlilik sona ererse kadına mut'a denilen elbise ve başörtüsü gibi bazı şeyler verilir. Bunlar mehir yerine geçen bir çeşit "teselli hediyesi"dir.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Kadınlara yaklaşmadan ve onlara mehir takdir etmeden boşarsanız, sizin için bir sorumluluk yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre, yoksul da kendi imkânına göre, usûlüne uygun bir şekilde onlara, yararlanacakları bir şeyler verir. Bu, iyilikte bulunanların üzerine bir borçtur."1444 "Boşanan kadınların örfe göre birtakım eşyalar alma hakkı vardır."1445 "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikâhlar, sonra da cinsel birleşmeden önce onları boşarsanız, artık sizin, onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Onlara hemen mut'alarını (yararlanacakları bazı şeyleri) verin ve onları güzellikle serbest bırakın."1446 Bu âyetlerde yer alan "metea" veya "emtea" fiilleri; birisini bir şeyden yararlandırmak, boşanan kadınlara mut'a vermek anlamlarına gelir. 1447
2- Mut'a evliliği anlamında kullanılır. Bu anlamda mut'a; evlenme engeli bulunmayan bir kadınla, belli bir süre içinde ve belli bir mal karşılığında, "senin cinsî yönlerinden şu kadar süre ve şu kadar bedel ile yararlanayım" diyerek icap ve kabulde bulunmaktır. İslâm'ın ilk devirlerinde zarûret gereği izin verilmiş olan bu evlilik şekli, sonradan neshedilerek ebedî olarak yasaklanmış ve belli bir süreyi kapsayan nikâh akitleri bâtıl kılınmıştır. Çünkü bu çeşit bir nikâh akdiyle,
1442] el-Kâsânî, a.g.e., II, 336, 337
1443] H. Döndüren, Saffet Köse, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 107-111
1444] 2/Bakara, 236
1445] 2/Bakara, 241
1446] 33/Ahzâb, 49
1447] Rağıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 461
NİKÂH VE TALÂK
- 323 -
evlilikten beklenen amaçlar elde edilemez. 1448
Mut'a nikâhı anlamında bir de "geçici (muvakkat) nikâh" vardır. Bu da bâtıl bir nikâhtır. Aralarındaki ayrılık hemen hemen lâfız farkından öteye gitmez. Meselâ; geçici nikâhta, süreyle birlikte, evlilik ifade eden nikâh ve tezvic sözleri; mut'ada ise; temettû, veya istimta', yani "kadının cinsel yönlerinden yararlanma" anlamı ifade eden sözler kullanılır. Diğer yandan mut'a nikâhında, şâhit ve süre sınırlaması şart değildir. Geçici nikâhta ise bunlar şarttır. 1449
Kur'ân-ı Kerim'de mut'a nikâhının esaslarını belirleyen açık bir âyet yoktur. Konu ile bağlantı kurulabilen şu âyettir: "Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Sahibi bulunduğunuz câriyeler müstesna. Bunlar Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunların dışında iffetli olarak zinâ etmeksizin mallarınızla evlenmek istemeniz size helâl kılındı. Onlarla cinsel temasta bulunduğunuzda, ücretlerini (mehir-mut'a) verin. Mehir takdir edildikten sonra birbirinizi râzı etmenizde bir sakınca yoktur. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." 1450
Âyetteki "mut'a/ücret", ehl-i sünnet âlimlerince mehir olarak değerlendirilmiştir. Bununla, mehirden söz eden diğer âyetler arasında benzerlik vardır. "Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken ve onlar (hanımlarınız) sizden kuvvetli bir ahid almışken, verdiğinizi (mehri) nasıl geri alabilirsiniz?"1451 "Kadınların mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Eğer kendi istekleriyle mehrin bir bölümünü size bağışlarsa onu âfiyetle yeyin."1452 "Kadınlara verdiklerinizden (mehir) herhangi bir şeyi geri almanız size helâl değildir." 1453
Yukarıdaki ilk âyetin genel anlamının mut'a nikâhını da kapsadığı öne sürülmüştür. Bu çeşit nikâhın İslâm'ın ilk yıllarında meşrû kılındığında şüphe yoktur. Ancak daha sonra neshedilmiştir. İmam Şâfiî ve âlimlerden bir grup, mut'anın önce mübah kılındığını, sonra neshedildiğini, sonra yine mübah kılınıp, neshedildiğini, yani bunun iki defa tekrar edildiğini söylemiştir. Diğer bazı bilginler, ikiden fazla, bazıları ise bir defa mübah kılınıp arkasından neshedildiğini ve bundan sonra da artık mubah kılınmadığını belirtmişlerdir. 1454
Âyetteki "istemta'tüm (yararlandınız)" kelimesine, "dehaltüm (cinsel temasta bulundunuz)" anlamı verilmiştir. Şiîler ise bu kelimeye, mut'a nikâhı anlamı vermiştir.
İbn Abbas ve sahâbeden bir grup, mut'anın zarûret sebebiyle mubah kılındığını söylemiştir. Diğer yandan İbn Abbas, Übey b. Ka'b, Saîd b. Cübeyr ve es-Süddî mut'a âyetini, "Belli bir vakte kadar" ilâvesiyle şu şekilde okudukları nakledilir: "Onlarla belli bir vakte kadar, cinsel temasta bulunduğunuzda, süre dolunca mehirlerini verin"1455
Şîî âlimler dışındaki İslâm hukukçularının cumhûru (çoğunluğu), mut'a evliliğinin haram olduğu kanaatindedirler. Şiîlerden başka, cumhûrun görüşüne karşı
1448] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Tefsîru Âyâti'l-Ahkâm, I, 457
1449] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, III, 51, vd
1450] 4/Nisâ, 24
1451] 4/Nisâ, 21
1452] 4/Nisâ, 4
1453] 2/Bakara, 229
1454] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, II, 225
1455] 4/Nisâ, 24
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkan kalmamıştır. Şiîlerin bu konudaki sözleri ehl-i sünnet âlimlerine göre Kitap, Sünnet ve icmâa ters düştüğü kanaatiyle reddedilmiştir. Şöyle ki,
1) Şîa; "Onlarla cinsel temasta bulunduğunuzda, mehirlerini bir hak olarak verin."1456 âyetini mut'aya delil getirir. Hâlbuki bu âyet, meşrû nikâhla evlenip, cinsel temastan sonra, kadının mehre hak kazandığından söz etmekte, aynı âyette, bir önceki cümlede, "Bunların dışında iffetli olarak zinâ etmeksizin mallarınızla evlenmek istemeniz" ifâdeleri yer alır. Burada zinâ, sifah ile ifade buyrulmuştur. Sifah veya müsâfeha; sırf suyunu boşaltmak; yani aile yuvası kurarak çocuk sahibi olmak amacı bulunmaksızın sırf cinsel temas ve şehveti gidermek için evlenmek anlamını içerir. Bu durum yasaklanınca, geçici veya mut'a nikâhı, başka bir deyimle "metres edinmek" de bu yasak kapsamına girer.
2) Şianın dayandığı başka bir âyet de şöyledir: "Mehrin belirlenmesinden sonra karşılıklı anlaşmak suretiyle birbirinizi râzı etmenizde bir sakınca yoktur."1457 Onlara göre, bu âyetten maksat, mut'a akdinde belirlenen süre bittikten sonra, erkeğin ücreti, kadının da süreyi arttırarak akdi uzatmalarıdır. Hâlbuki bu âyet, mehrin belirlenmesinden sonra, karşılıklı anlaşmak sûretiyle, belirlenenden az veya daha çok vermekte bir sakınca bulunmadığını bildirmektedir. 1458
Daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm'ın ilk dönemlerinde mut'a câizdi. Tirmizî'nin naklettiği şu hadis bunu açıkça ifade eder; ancak daha sonra bu cevaz hükmünün neshedildiğini de belirtir. İbn Abbas'tan (r.a.) nakledildiğine göre şöyle demiştir: "Mut'a, İslâm'ın ilk döneminde vardı. Bir kimse tanımadığı bir beldeye geldiği zaman, orada kalacağı süre içinde, eşyasını koruyacak ve kendisine hizmet edecek bir kadınla evlenirdi. Bunun üzerine, şu âyet indi: "Ve onlar ırzlarını korurlar. Ancak eşleri ve sahip oldukları câriyeler bunun dışındadır. Bunlarla olan cinsel ilişkilerinden dolayı kınanmazlar"1459. İbn Abbas bu âyet inince şöyle demiştir: "Bu iki evlilik dışında bütün yollar haram kılınmıştır"1460 Bu âyetle, evliliğin meşrû yolu iki olarak belirlenmiş, bunun dışındaki yollar kapatılmıştır. Mut'a nikâhı bu iki şeklin dışında kalan bir yoldur. 1461
Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre “mut’a” bir nikâh olarak kabul edilemez. Dilde ve bir fıkıh terimi olarak nikâh ile mut'a birbirinin yerine kullanılamaz. Bu iki terim arasındaki farkları şu şekilde belirlemek mümkündür:
1) Nikâh akdinin birtakım özellikleri vardır ki, onlar olmayınca nikâh olmaz. Meselâ; sürenin geçmesi bu akdi etkilemez. Mut'a da ise, belirlenen süre sona erince, boşama tasarrufuna gerek olmaksızın mut'a kendiliğinden ortadan kalkar.
2) Nikâh akdinde, cinsel birleşme olduktan sonra eşler boşanırlarsa, kadının iddet beklemesi gerekir. Kocanın ölümü hâlinde ise cinsel birleşme olsun veya olmasın iddet gerekli olur.1462 Mut'ada ise, erkeğin ölümü iddeti gerektirmez. Belki
1456] 4/Nisâ, 24
1457] 4/Nisâ, 24
1458] el-Alûsî, Rûhu'l-Meânî, Kahire t.y., V, 5; Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, y. ve t.y., X, 45, 46; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, II, 1327-1329
1459] 23/Mü'minûn, 5, 6
1460] Tirmizî, Nikâh, 29, hadis no: 1122, III, 430
1461] el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, Kahire, t.y., III, 99
1462] bkz. 2/Bakara, 228, 234
NİKÂH VE TALÂK
- 325 -
kadının hâmile olup olmadığını belirlemek için bir hayız süresince bekletilir. 1463
3) Sahih nikâh akdi miras hakkı doğurur.1464 Mut'ada ise miras cereyan etmez.
4) Nikâh akdi meydana geldikten sonra, ölüm, boşama veya dinden çıkma gibi bir sebep bulunmadıkça nikâh sona ermez. Mut'a nikâhı ise, sürenin dolmasıyla, kendiliğinden ortadan kalkar.
Nikâhla mut'a arasındaki bu farklar, mut'anın nikâh niteliğinde olmadığını gösterir. Mut'anın; nikâh veya câriye edinme (mülk-i yemin) özelliğinin bulunmadığı sâbit olunca da hakkında şu âyetin uygulanması gerekir: "Kim bunun (nikâhlı eşi veya sahip olduğu câriyesinin) ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşan mütecâvizlerdir." 1465
Mut'anın yasaklandığını bildiren sünnet delili: Mut'anın tam olarak hangi tarihte yasaklandığı belirli değildir. Buhârî'deki rivâyette onun Hayber günü yasaklandığı1466 Müslim'deki rivâyette Mekke'nin fethinde nehyedildiği;1467 Müslim'in başka bir rivâyetinde Huneyn savaşının bir kolu olan Evtas savaşı sırasında yasaklandığı;1468 İbn Mâce ve Ebû Dâvud'un Sünenlerindeki hadislerde ise Vedâ haccı sırasında nehyedildiği1469 bildirilmektedir.
Hz. Ali (r.a.)'den, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Nebî (s.a.s.), Hayber gününde mut'a nikâhını ve evcil eşeklerin etini yasaklamıştır." 1470
Semûre bin Ma'bed el-Cühenî'den çeşitli yollarla nakledilen bir hadîs, mut'anın sonsuza kadar yasaklandığını belirtmektedir. Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte Mekke fethine katılan Seleme, orada Allah elçisinin izin vermesi üzerine bir câriye ile mut'a yapmış, rivâyete göre bir veya üç gün câriye ile beraber olduktan sonra, sabahleyin Rasûlullah'ın (s.a.s.) Hacer-i Esved ile Kâbe kapısı arasında durarak şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ey insanlar, ben size kadınlarla mut'a yapmanız konusunda izin vermiştim. Şüphesiz Allah, onu kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında (mut'a nikâhı ile tuttuğu) kadın varsa, onu serbest bıraksın. Onlara verdiklerinizden hiçbir şey geri almayınız."1471 Bazı rivâyetlerde bu yasaklamanın Vedâ haccı sırasında yapıldığı belirtilir. 1472
Mut'anın ne zaman yasaklandığını bildiren hadisler arasındaki bu çelişkiler, hadisçiler tarafından giderilerek, mut'anın birkaç kez yasaklanıp serbest bırakıldığı belirlenmiştir. İmam Nevevî'ye göre, mut'a hakkındaki nehy ve serbest bırakma iki kez vuku bulmuştur. O şöyle der: "Hayber'den önce helaldi. Hayber'de yasaklandı. Mekke fethinde mubah kılındı. Evtas vak'ası da Mekke'nin fethini müteâkip olmuştur. Bundan üç gün sonra da mut'a ebediyyen
1463] bkz. İbn Kesîr, a.g.e., II, 226
1464] bkz. 4/Nisâ, 12
1465] 23/Mü'minûn, 7; Ayrıntı için bkz. el-Cassâs, a.g.e., III, 98 vd.
1466] Buhârî, Nikâh 7/16
1467] Müslim, Nikâh, 22
1468] Müslim, Nikâh, 3, hadis 18
1469] İbn Mâce, Nikâh 44; Ebû Dâvud, Nikâh 14, hadis no: 2072
1470] Buhârî, Nikâh 31; Müslim, Nikâh 29-32; İbn Mâce, Nikâh 44
1471] Müslim, Nikâh 19, 22, 24; İbn Mâce, Nikâh 44; Dârimî, Nikâh 16; Ahmed bin Hanbel, III, 406
1472] bkz. İbn Mâce, Nikâh 44, hadis no: 1962
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haram kılınmıştır." 1473
Mut'a konusunda sahâbe uygulaması: Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında, mut'anın hükmü üzerinde bazı tereddütler olunca, Hz. Ömer, mut'anın haram olduğunu ilân etmiş ve hiç bir sahâbî O'na karşı çıkmamıştır. O, halife seçildiği gün yaptığı konuşmada şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) bize üç defa mut'a yapmaya izin verdi, sonra bunu haram kıldı. Allah'a yemin olsun ki, evli bir kimsenin mut'a yaptığını bilsem, Rasûlullah'ın, mut'ayı, haram kıldıktan sonra, yeniden helâl kıldığına dair bana dört şahit getirmezse onu taşla recmederim."1474 Hz. Ali'ye göre mut'a Hz. Peygamber tarafından Hayber günü yasaklanmıştır. 1475
İbn Abbas'ın mut'aya ilişkin görüşü: Mut'anın neshedilmediğini öne sürenlerin bu görüşlerini İbn Abbas'a dayandırmak istedikleri görülür. Şîa mut'a ile ilgisi kurulan Nisâ sûresi 24. âyette İbn Mes'ud ve Ubey bin Kâ'b'ın okuyuşlarında "ilâ ecelin müsemmâ (belli bir süreye kadar evlenme)" ilâvesi şâz bir kıraattir. İbn Abbas'ın da bu kıraati benimsediği nakledilir. Bu yüzden İbn Abbas'ın; "Onlarla belli bir süreye evlendiğinizde, süre dolunca mehirlerini verin."1476 âyetini "belli bir süreye kadar" ilâvesiyle birlikte te'vil ederek, mut'ayı helâl gördüğü ileri sürülür. Kimileri de İbn Abbas'ın, mut'ayı yalnız seferde zarûret halinde mübah gördüğünü söylerler. 1477
Saîd b. Cübeyr İbn Abbas'a; "Senin fetvan aldı yürüdü ve onun hakkında şâirler şiir söyledi" diyerek bir beyit okuduğu zaman o buna hayret ederek şöyle demiştir: Sübhânellah, ben böyle bir fetvâ vermedim. Mut'a; "murdar ölmüş hayvan eti, kan ve domuz eti gibi bir şeydir. Bu yüzden ancak zarûret hâlinde helâl olur." 1478
Atâ', İbn Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Allah, Hz. Ömer'e rahmet etsin. Mut'a, Allah'ın Muhammed Ümmetine bir rahmetinden başka bir şey değildir. Hz. Ömer bunu yasaklamasaydı, çok az kimse dışında zinâya düşen olmazdı."1479 Abdullah b. Vehb'in naklettiği bir haberde de, bir adam İbn Abbas'a gelerek şöyle der: "Câriyemle ve arkadaşlarımla bir seferde iken câriyemi arkadaşlarıma helâl kıldım ve ondan faydalandılar (yestemtiûne)" der. İbn Abbas bunun üzerine; "Bu apaçık bir zinâdır (sifâh)" diye cevap verir." 1480
İbn Abbas'tan nakledilen bu görüşlerin sonucunu şu şekilde değerlendirmek mümkündür:
1) İbn Abbas, bazı rivâyetlerde yolculuk ve zarûret kaydını koymaksızın mut'ayı helâl göstermektedir.
2) Ölü eti ve domuz etini zarûretten dolayı yemede olduğu gibi, mut'anın da zarûret hâlinde helâl olduğunu söylemektedir.
1473] en-Nevevî, Şerhu Sahihi'l-Müslim, IX, 193, Alûsî, a.g.e., V, 5, 6
1474] İbn Mâce, Nikâh, 44, hadis no: 1963
1475] bkz. Buhârî, Nikâh, 29-32
1476] 4/Nisa, 24
1477] el-Cassâs, a.g.e., III, 95; Alûsî, a.g.e., V, 5, 6
1478] Alûsî, a.g.e., V, 6; el-Cassâs, a.g.e., III, 95
1479] el-Cassâs, a.g.e., III, 96
1480] el-Cassâs, a.g.e., III, 96, 97
NİKÂH VE TALÂK
- 327 -
3) Mut'a nikâhının neshedildiği kanaatindedir. Bunları şu şekilde cevaplayabiliriz:
İbn Abbas'ın, 4/Nisâ Sûresi 24'üncü âyeti te'vil ederek mut'a nikâhını helâl kabul etmesi kendisi için delil olamaz. Çünkü âyette, yukarıda da açıklandığı gibi mut'anın mubahlığına dâir bir delâlet yoktur. Aksine âyet mut'anın haramlığını kapsamaktadır.
Bu konuda İbn Abbas'tan nakledilen bir rivâyet, Tirmizî'nin de rivâyet ettiği gibi, O'nun mut'a nikâhını haram kabul ettiği ve önceki kanaatinden döndüğü görüşüdür. 1481
Mut’a ile ilgisi olduğu değerlendirilen Nisâ sûresi 24. âyetin bu bölümünde geçen istimta’ (mut’a/yararlanma) karşılığında verilecek ücretin, nikâh karşılığı verilen mehir mi, yoksa kadından belli bir süre yararlanma karşılığı verilecek bir ücret mi olduğu üzerinde görüş ayrılığı vardır.
Cumhura yani ehli sünnet müctehidlerinin ve müfessirlerinin çoğunluğuna göre buradaki ücret, nikâhta kadınlara verilmesi gerekli olan mehirdir. Mehir, nikâh ile kadından yararlanmanın karşılığıdır. Bunun belli bir miktarı vardır. Fakat kadınla erkek, aralarında anlaşarak mehri diledikleri şekilde ayarlayabilir, azaltıp çoğaltabilirler. İstimta ise nikahtan ve mehrini verdikten sonra erkeklere helal olan birleşmeden kinayedir.
Bazı bilginlere göre -ki özellikle şi’a âlimleri bu görüşü benimsemiştir- bu cümle, müt’a nikâhına delâlet eder. Müt’a nikâhı, bir erkeğin, belli bir ücret karşılığında bir kadınla belli bir süre için evlenmesidir. Bu süre bitince nikâh akdi bozulur. Kadın-erkek, aralarında anlaşırlarsa yeni bir ücretle süreyi uzatabilirler. İslâm’dan önce Araplar arasında bu tip evlenmeler vardı. Âyet bu evlenmeyi mubah kılmaktadır.
Âyetteki bu cümlenin, mut’a nikâhını kasdettiği konusunda bazı sahâbilere, özellikle Abdullah İbn Abbas’a atfedilen rivâyetler vardır. Übeyy ibn Kâ’b, Abdullah ibn Abbas ve Abdullah ibn Mes’ud’a, Tâbiîn devrinin meşhur müfessiri Mücâhid’e göre bu âyet, mut’a nikâhı hakkında inmiştir.
Mut’a nikâhı hakkındaki hadisler: Hadis kitaplarında mut’a nikâhının önce mubah olup sonra nesh edildiğine dâir hadisler çoktur.
Atâ şöyle diyor: “(Ashaptan) Câbir ibn Abdullah, Ömer için (Mekke’ye) gelmişti. Evine (ziyarete) geldik. Orada bulunanlar kendisine birçok şey sordular. Sonra mut’adan söz ettiler. Câbir: ‘Evet biz, Allah’ın rasûlü (s.a.s.)’in, Ebû Bekir ve Ömer’in devrinde mut’a yaptık’ dedi.” Müslim’in, Nikahu’l-Mut’a bâbındaki 15’inci hadiste de Câbir şöyle diyor: “Biz Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’in ve Ebû Bekir’in devrinde bir avuç hurma ve un vererek birkaç gün mut’a yapardık. Nihayet Ömer, Amr ibn Hureys hakkında müt’ayı yasakladı.”
Müslim’in, Mut’a bâbındaki 17’nci hadiste de Ebu Nadra’nın şöyle dediği anlatılmaktadır: “Ben Cabir ibn Abdullah’ın yanında idim. Biri geldi, İbn Abbas ile
1481] Ayrıntı için bk. el-Cassâs, a.g.e., III, 99, 97 vd.; Alûsî, a.g.e., V, 5 vd.; İbn Kesîr, a.g.e., III, 226; Fahruddin er-Râzî, et-Tefsiru'l-Kebîr, X, 48 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, III, 51 vd.; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, II, 1327-1329, IV, 3429, 3430; H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 294-296
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbn Zübeyr’in hac ve kadın mut’ası hakkında görüş ayrılığına düştüklerini söyledi. Câbir şöyle dedi: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) zamanında her iki mut’ayı da yaptık. Sonra Ömer bizi ikisinden de menetti. Biz de bir daha ikisine de dönmedik.”
Buhârî’deki rivâyette mut’anın, Hayber günü yasaklandığı, Müslim’deki rivâyette Mekke’nin Fethinde nehyedildiği; Müslim’in başka bir rivâyetinde Huneyn savaşının bir kolu olan Evtas savaşında nehyedildiği; İbn Mâce ve Ebû Dâvud Sünenlerindeki hadiste ise Vedâ Haccında nehyedildiği bildirilmektedir.
Görülüyor ki mut’anın, Rasûlullah ve Ebû Bekir devrinde, Hz. Ömer devrinin de bir kısmında mubah olup uygulandığını bildiren hadisler yanında; Hayber savaşında, yahut Mekke’nin Fethinden veya Evtas’ta, ya da Vedâ haccında yasaklandığını söyleyen rivâyetler de vardır. Bu rivâyetler çelişik olduğu için muhaddisler bunları te’lif etmek üzere mut’anın birkaç kez yasaklanıp serbest bırakıldığını söylemişlerdir. İmam Nevevi’ye göre mut’a hakkındaki yasaklama ve serbest bırakma iki defa olmuştur: “Hayber’den önce helaldi, Hayber’de haram kılındı. Mekke’nin fethinde mubah kılındı. Evtas da Mekke’nin Fethini müteakip olmuştur. Bundan üç gün sonra da ebediyyen haram kılınmıştır.”
Bu rivâyetler gösteriyor ki Hz.Peygamber (s.a.s.) şartlar gerektirdiği zaman mut’aya müsaade etmiş, ama normal şartlarda kesin yasaklamasa da onu pek hoş görmemiştir. Ancak Hz. Ömer (r.a.) devrinde toplum büyüyüp zenginleşince artık müt’a, bir zaruret hali olarak değil, çeşitli kimseler tarafından hiç gerek yokken istismar edilmeğe başlanmış ve toplumda birçok sorunlar ortaya çıkarmaya başladığı için Hz. Ömer ve onu destekleyen sahabilerin ictihadıyla yasaklanmıştır. Çünkü Hz. Ömer, İslâm'ın ruhunu biliyordu. Zorlayıcı gerekler yokken bunun uygulanması toplumun bozulmasına yol açabilirdi. Bundan dolayı men’ini, İslâm'ın ruhuna daha uygun bulmuştur.
Mut’anın haram olmadığına dair rivâyetler daha çok Câbir ile özellikle Abdullah İbn Abbas’a ve sahâbeden bir gruba dayanır. İbn Abbas’ın, mut’anın her zaman câiz olduğu hakkındaki görüşünden döndüğüne dâir rivâyetler varsa da bunlar pek güvenilir rivâyetler değildir. Mut’aya şiddetle karşı olanlar, görüşlerine mesned bulmak için İbn Abbas’ı da görüşünden dönmüş görmek istemişlerdir. Ancak onun, müt’ayı zaruri hallerde mübah gördüğü hakkındaki rivayet, akla daha uygun gelmektedir. Zaten Peygamberimiz de zaruri hallerde buna izin vermişti. Buhârî’nin kaydettiği rivayete göre Abdullah İbn Abbas, müt’a nikahından soran bir kişiye, müt’a yapması için izin vermiş, hizmetçisi ona: “ bu, şiddetli hallerde ve kadınların az olduğu durumlardadır (değil mi ?)” deyince İbn Abbas: “Evet” cevabını vermiştir.
Mut’a nikâhının durumunu soran Ammar bin Yâsir’e İbn Abbas’ın: “O sadece mut’adır (bir yararlanmadır); ne zinâdır, ne nikâhtır, ne talâktır, ne de tevârüstür!” dediği rivâyet edilir.
Mut’aya müsaade edişi, halk arasında eleştiriye uğrayınca İbn Abbas’ın: “ben herhalde buna müsaade etmedim. Ancak çaresiz kalana ölü eti yemek nasıl helâl ise, zarûret içinde olana mut’a da öyle helâldir, dedim” diye kendisini savunduğu da gelen rivayetler arasındadır. Kezâ İbn Abbas’ın şöyle dediği de rivâyet edilir: “Mut’a, İslâm'ın ilk zamanlarında idi. Adam bir şehre gelir, orayı bilmezdi. Orada kalacağı müddet için bir kadınla evlenirdi ki kadın eşyasını korusun,
NİKÂH VE TALÂK
- 329 -
işlerini görsün. "Ancak eşleri, yahut mülkü olan câriyeleri ile ilişkilerinden dolayı kınanmazlar" âyeti ininceye kadar böyle sürdü. Artık bu iki kadından başkası haramdır.”
Bazı rivâyetlerin, İbn Abbas’ın mut’a hakkındaki görüşünden döndüğü kanaatine destek olmak üzere ortaya atıldığı anlaşılmaktadır. Onun, görüşünden döndüğüne dair kesin delil yoktur. Yalnız kendisi değil, Cabir ibn Abdullah, Übeyy ibn Kâ’b, Abdullah İbn Mes’ud gibi bazı sahâbiler ve Mücâhid gibi bazı tâbiiler de mut’anın mubah olduğu kanaatini korumuşlar ve mut’anın, Hz. Ömer’in ictihadıyla yasaklandığını söylemişlerdir. Nitekim Hz. Ömer’in: “Allah’ın Rasûlü devrinde iki mut’a helâl idi. Ben bunları men ediyor ve yapanları cezalandırıyorum. Bunlar nikâh mut’asıyla hac mut’asıdır.” dediği rivâyet edildiği gibi, mut’anın, Hayber’de haram kılındığı mealindeki hadisin râvîsi olan Hz. Ali’nin de: “Ömer mut’ayı menetmeseydi, şakî olandan başka hiç kimse zinâ etmezdi.” dediği de rivâyet edilir.
Bu birbiriyle çelişen rivâyetlerde şüphesiz, İslâm’ın başında ortaya çıkan hizipleşmelerin parmağı vardır. Durum ne olursa olsun, ehl-i sünnet bilginlerinin çoğunluğu, önceleri helâl olan mut’anın, sonra haram kılındığı görüşünde birleşirler. Dediğimiz gibi bazı sahâbiler ve tâabiînden bazıları bu görüşü kabul etmemiş, mut’anın mubah olduğunu söyleyegelmişlerdir.
İlgili âyetteki “Ücretlerini veriniz” cümlesindeki ücretle, nikâhın bir gereği olan mehir kasdedilmiş olabileceği gibi, geçici olarak yararlanmanın yani mut’a nikahının gereği olan ücret de kasdedilmiş olabilir. Ancak Kur’ânı Kerim’de nikâhtan söz eden âyetlerde ücret kelimesi, mehir anlamında kullanılmaktadır. Burada da bu anlamda olması daha kuvvetlidir. Fakat mut’ayı kabul edenler, bu âyetteki ücreti, mut’a ücreti olarak tefsir ederler.
Şianın görüşü: Mut’ayı helâl sayan şia ulemâsı, görüşlerini şöyle savunurlar:
1- Aralarında Ubeyy ibn Kâ’b, Abdullah İbn Abbas ve Abdullah ibn Mes’ud’un bulunduğu sahâbilerden bir cemaat âyeti: “feme’stemta’tüm bihî minhünne ilâ ecelin müsemmâ -onlardan hangisiyle ‘belli bir vakte kadar’ mut’a yaptıysanız/faydalandıysanız-“ şeklinde okumuş, Sa’lebî’nin tefsirinde naklettiğine göre Habib ibn Sabit, İbn Abbas’ın kendisine verdiği Übeyy mushafında ayetin ilâve ile yazılı olduğunu görmüştür. Said ibn Cübeyr de ayeti bu ilâvesiyle okumuştur.
2- Hz. Ali’nin, “Ömer müt’ayı menetmeseydi, şaki’den başkası zina etmezdi” dediğini el-Hakem ibn Uyeyne rivayet etmiştir.
3- Câbir (r.a.) Rasûlullah, Ebû Bekir ve Ömer devrinde mut’a yaptıklarını söylemiştir.
4- Âyetteki “istimta’” kelimesiyle faydalanma ve cimâ kasdedilmiş olamaz. Çünkü böyle olsa, kadından faydalanmayan kimsenin hiç mehir vermemesi gerekir. Hâlbuki dühulden önce karısını boşayan, yarı mehir vermekle yükümlüdür. Eğer buradaki istimta’ ile sürekli nikâh kasdedilmiş olsa, o zaman âyetin hükmüne göre yalnız akid yapmakla bütün mehri ödemek gerekir. Çünkü “Onlara ücretlerini yani mehirlerini veriniz” buyrulmuştur. Oysa daimî nikâhta yalnız akid yapmakla mehrin tamamını vermek gerekmez. Dühul şarttır. Ancak müt’a nikahında mücerred akidle ücretin tamamını vermek vâcip olur.
5- Ayrıca Hz. Ömer’in “Rasûlullah devrinde hac ve kadın mut’ası vardı. Ben
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunları men ediyorum ve bunları yapanı cezalandırıyorum” sözü de mut’anın, Rasûlullah devrinde helâl olduğunu gösterir.
6- Âyette mal ile ibtiğâ ve faydalandıktan sonra kadınların ücretlerinin verilmesi emrediliyor: Yani âyette mücerred mal ile ibtiğâ, birleşmeyi câiz kılıyor. Hâlbuki daimî nikâhta yalnız mal ile ibtiğâ birleşmeyi câiz kılmaz. Velî ve şâhitler de lâzımdır. Yalnız mal verince birleşmenin helâl olması, ancak mut’a nikâhındadır.
7- Eğer bu âyet ile daimî nikâh kasdedilmiş olsa, aynı sûrede nikâh hükmünün başka yerlerde tekrar edilmiş olması lâzım gelir. Çünkü sûrenin baş tarafında 3 ve 4’üncü âyetlerle asıl nikâh izah edilmiştir. Burada aynı şeyin tekrarına lüzum yoktur. Ama bu âyeti mut’aya hamledersek o zaman âyet yeni bir hüküm getirmiş olur, tekrar olmaz.
8- Mut’a nikâhının câiz olduğunda bütün ümmet ittifak etmiştir. İhtilâf, bunun neshedilip edilmediğindendir. Eğer bu hüküm neshedilmiş ise nesheden ya tevâtüren veya âhad yoluyla bilinir. Tevâtüren bilinmiş olsaydı Ali İbn Ebi Tâlib, Abdullah İbn Abbas ve İmran İbn el-Hasin gibi sahâbilerin, Muhammed (s.a.s.) dininden tevâtüren sâbit olmuş bir hükmü inkâr etmiş olmaları gerekirdi ve bu da onların küfrünü gerektirirdi ki bu, bâtıldır. Bu neshin âhad haberiyle sâbit olması da bâtıldır. Çünkü icmâ ile mubah olduğu sâbit olan bir hükmü, âhad haberi neshedemez. Zira icmâ kesinlik ifade eder. Hâlbuki âhad haber kesin değil, zannîdir, şüphelidir.
9- Rivâyetlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber (s.a.s.)in mut’ayı ve evcil merkep etini yemeyi Hayber günü nehyettiğini söylüyor. Yine rivâyetlerin çoğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), mut’ayı, Mekke’nin Fethinde, veya Vedâ haccında serbest bırakmıştır. Mekke’nin fethi ve Vedâ haccı, Hayber’den çok sonra olmuştur. Demek ki mut’anın, Hayber günü neshedildiği yolundaki haberler doğru değildir. Aksi takdirde nâsihin, mensuhtan önce vuku bulması gerekir. Nesih ve helâl kılmanın, birkaç kez vuku bulduğu yolundaki haberler de zayıftır. Mûteber kişiler, böyle bir şey söylememişlerdir. Bunu söyleyenler, bu rivâyetler arasındaki çelişkileri gidermeğe çalışanlardır.
Şi’anın delillerini böylece sıralayan Râzi, şu cevabı veriyor:
1) Mut’anın, önceleri mübah olduğunu inkar etmiyoruz. Ancak biz bunun neshedildiğini söylüyoruz. Bu ayet, müt’anın meşru’ olduğuna delil olsa bile bizim sözümüz çürümüş olmaz. Çünkü neshedilmiştir. Tutalım ki Übeyy ve Abdullah İbn Abbas kıraatleri doğrudur. Fakat bunlar, ancak mut’anın başlangıçta meşrû olduğunu gösterir. Buna zaten itirazımız yok. Mut’a meşrû idi, fakat neshedilmiştir. Kaldı ki bu rivâyetler âhad haberidir. Âhad haberiyle Kur’an sâbit olmaz.
2) “Mut’ayı nesheden hüküm, ya tevâtüren veya âhad haberiyle bilinir. Tevâtüren bilinmiş olsa, ashabdan bazılarının tevâtür yoluyla bilinen bir şeyi inkâr etmiş olmaları gerekir” şeklindeki delile karşılık da deriz ki: Bu sahâbiler, neshi işitmiş, sonra unutmuş olabilirler. Sonra Hz. Ömer (r.a.) bunu büyük bir topluluk içinde hatırlatınca onlar da hatırlamış ve onun doğru söylediğini anlayıp onu kabul etmişlerdir.
NİKÂH VE TALÂK
- 331 -
3) Hz.Ömer’in: “Mut’a Peygamber (s.a.s.) zamanında mubah idi, ben onu yasaklıyorum” mealindeki sözüne gelince: Eğer Ömer, bu sözüyle Peygamber’in mubah kıldığı bir şeyi kendisinin yasakladığını kasdetmişse hem kendisinin, hem de bu sözünden dolayı onunla savaşmayanların tekfîri gerekir. Dolayısıyla Emir’ul-mü’minin (İmam Ali’nin) de tekfîri gerekir. Bunların hepsi bâtıldır. O halde söylenecek tek şey kalıyor. Hz. Ömer’in kasdı şu idi: “Mut’a, Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında mubah idi; fakat ben Rasûlullah (s.a.s.)in bunu neshettiğini bildiğim için men ediyorum.”
Şiaya karşı delillerini böyle belirttikten sonra Râzî, âyetin son cümlesinin üzerinde şöyle diyor: Âyetin, nikâhın hükmünü beyan ettiğini söyleyenlere göre eğer mehir olarak belli bir miktar takdir edilmiş ise, anlaşma ile o takdir edilenin tamamını vermek, ya da düşürmekte bir günah yoktur. Buna göre âyette geçen“etterâdıy” karşılıklı olarak mehir üzerinde anlaşmadır. Fakat âyetin mut’a olduğunu söyleyenlere göre anlamı şudur: Mut’anın süresi dolunca artık erkeğin, kadın üzerinde bir hakkı kalmaz. Eğer erkek, kadının yanında daha fazla kalmak isterse de “sen süreye birkaç gün ilâve et, ben de ücretini arttırayım” derse kadın serbesttir. Dilerse bu teklifi kabul eder, dilerse reddeder. İşte “Haktan sonra karşılıklı anlaşmanızda sizin üzerinize bir günah yoktur.” cümlesi bunu ifade ediyor. Yani önce kestiğiniz ücret ve süreden sonra aranızda anlaşmanızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, yerli yerince yapan, en güzel hüküm verendir.1482
Râzî’nin verdiği cevaplar doyurucu değildir. Hz. Ali gibi büyük sahâbilerin, Peygamber’in dininden tevâtürle sâbit olmuş bir hükmü bildikten sonra unutmuş olmaları, Hz. Ömer’in hatırlatmasıyla hatırlamaları kabul edilecek bir izah tarzı olamaz. Öyle ise niçin Hz. Ali, “Ömer mut’ayı yasaklamasaydı, şakîden başkası zinâ etmezdi” demiş olsun? Abdullah İbn Abbâs, Câbir bin Abdullah gibi sahâbîler, neden hep mut’aya taraftar kalsınlar? Gerçek odur ki Peygamber döneminde, zorunlu hallerde, Araplarda uygulanagelen mut’a geleneğine müsâade edilmiş, fakat bu uygulama Hz. Ömer zamanında resmen yasaklanmıştır.
Ehl-i sünnet bilginleri mut’ayı haram saymakla beraber, mut’a yapana zinâ cezası uygulamazlar. Zira bunun gerçekten zinâ olup olmadığında onlara göre de şüphe vardır. Şüphe ise cezayı kaldırır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.): “Gücünüz yettiği kadar müslümanlardan cezaları kaldırınız. Eğer bir müslümana bir çıkar yol bulursanız onu serbest bırakınız. Çünkü imamın (devlet başkanının, yöneticinin) affetmede yanılması, ceza vermede yanılmasından daha iyidir.”1483 buyurmuştur. Bu hadis, mümkün olduğu kadar cezadan kaçınmayı emrettiği gibi: “Şüpheler karşısında cezaları kaldırınız!”1484 mealindeki hadis de İslâm hukukunun temel kurallarındandır.
Mut’ayı reddetmelerine rağmen Sünnî âlimler, buna bazı kolaylıklar göstermişlerdir. Bunlar sâyesinde mut’a, başka bir biçimde yeniden ortaya çıkabilmiştir. Akit dışında konuşulmuş şeylerin veya koşulmuş şartların, akit üzerinde
1482] Geniş bilgi için bkz. Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr, [Mefâtihu’l-Gayb], Akçağ Y. c. 7, s. 501-510
1483] Tirmizî, Hudûd 2; Ebû Dâvud, Salât 114
1484] Tirmizî, Hudûd 2; Ebû Dâvud, Salât 114
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir etkisi yoktur. Böylece İmam Şâfiî,1485 içinde gizlediği, bir yerde ikamet süresi veya birkaç gün için yapılan nikâhın geçerli olduğunu söylemiştir. Kişilerin içinde gizledikleri bu geçici evlenme düşüncesi, akit esnâsında söylenmedikçe nikâha zarar vermez. İmam Mâlik’in de mut’aya cevaz verir tarzda bir hükmüne rastlanmaktadır.1486
Eski zamanlarda olduğu gibi, son zamanlarda da Mekke’de sünnîler arasında geçici evlenmeler yapılmıştır. Yalnız evlenme akdinde bundan söz edilmez, çünkü süreden söz edilince akit geçersiz olur. Nikâhın kıyılmasından sonra erkek, boşama sözlerini söyler ve zaman şartı bunun içinde bulunur (yani, meselâ “üç gün sonra benden boşsun” gibi). Bu tür anlaşmalara genellikle uyulmaktadır. Burada Şâfiî’ce daha önce sözü edilen şer’î hilede istifâde edilebilir.1487
Kur'ân-ı Kerim'de Nikâh Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de "nikâh" kelimesi, türevleriyle birlikte 23 yerde geçer. Karı-koca -eş-anlamındaki "zevc-zevce" kelimeleri ise Kur'an'da 81 yerde geçer. Bütün bunlar, Kur'an'ın nikâha, aile hayatına verdiği önemi gösterir. Nice konuları kısaca izah eden, bazı farz ve haramları bir-iki âyetle belirten Kur'an, aile hayatı, geçim, eşlerin birbirine ve çocuklarına karşı haklarını, görevlerini, birbirleriyle ilişkilerini uzun uzun ele almış ve yuvanın huzuru için gerekli prensipleri tafsilâtlı şekilde açıklamıştır.
Kur'an nikâh/evlenme tâbirini, erkek ve dişi olarak yaratılan insan türünün aralarındaki âhenk ve uygunluğu açıklamak için kullanmaktadır. Zira evlilikte huzur havası, karşılıklı sevgi ve merhametin gelişme ortamı mevcuttur. Kur'an, aile hayatının huzur ve sükûnet ortamı için gerekli olduğunu, kadınla erkek arasında Allah’ın sevgi bağları oluşturmasında büyük hikmetler olduğunu vurgular: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.”1488
Evlilik fıtrattır. Evlenmeyen erkek veya kadın elbisesiz, yani çıplak sayılır.1489 Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.1490 Kur’an, erkeklere hanımlarıyla iyi geçinmelerini emreder. Eşlerinden hoşlanmamış olsalar bile mümkün ki hoşa gitmeyen şeyde Allah’ın birçok hayır takdir etmiş olabileceğini hatırlatır.1491 Evlenmeyi tavsiye eden Kur’an,1492 bekârları evlendirmeyi de (başta yöneticiler, bekârların velîleri ve diğer müslümanlar üzerine) görev olarak belirtir. Eğer bunlar fakir iseler, Allah’ın onları kendi lutfu ile zenginleştireceğini müjdeler. 1493
Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen Kur’an, erkeklere birden
1485] el-Ümm 5/71
1486] Serahsî, el-Mebsût 5/152
1487] İslâm Ansiklopedisi, 8/848-851; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 15, s. 438-452
1488] 30/Rûm, 21
1489] 2/Bakara, 187
1490] 2/Bakara, 228
1491] 4/Nisâ, 19
1492] 4/Nisâ, 3
1493] 24/Nûr, 32
NİKÂH VE TALÂK
- 333 -
fazla kadınla evlenme izni verir.1494 Bu izin, öteden beri, daha çok gayrı müslimlerce ve İslâm düşmanlarınca, tenkit ve itiraza konu edilmiştir. Ancak, İslâm’ın bu iznini, diğer tâlimatları ve hayatın değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zinâ kesin olarak haramdır. Bu büyük kötülük olan zinâya giden yolları tıkamak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz olması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi zarûrî olabilir. Böyle durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi, bir emir değil; bir izindir. İkinci, üçüncü veya dördüncü eş olacak hanım da buna mecbur değildir. Ayrıca, bu izin kayıtsız şartsız olmayıp adâlet şartına bağlanmış, buna riâyet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir. Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman, İslâm’ın bu iznini, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma bakımından en müsâit yol olduğu açıkça anlaşılacaktır. Din, câhiliye döneminde ve o günkü dünyada üst sınırı olmayan çok evlenmeye bir ölçü getirmiş, en çok dörtle sınırlandırmıştır. Ayrıca, metres hayatı gibi çirkinliklere geçit vermemek için bazı gereklilikler varsa, evlenecek kadının şerefi ve geçimini temin etme yükümlülüğünü, masraflarının üstünden kalkabilecek ve de eşleri arasında adâlete riâyet edebilecek erkeğe yüklemiştir.
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." 1495
"İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla nikâhlanmayın/evlenmeyin. Beğenseniz bile müşrik bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha hayırlıdır/iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) nikâhlamayın/evlendirmeyin. Beğenseniz bile müşrik bir kişiden mü'min bir köle kesinlikle daha hayırlıdır. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye âyetlerini insanlara açıklar." 1496
“Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın. Kendinizi (temasa) önceden (iyi davranışlarla) hazırlayın. Her davranışınızda Allah’tan korkun. Bilin ki siz O’na mülâkî olacaksınız. Mü’minleri müjdele!”1497
"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır." 1498
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” 1499
“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adâletsizlik/haksızlık yapmaktan korkarsanız, bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz
1494] 4/Nisâ, 3
1495] 2/Bakara, 187
1496] 2/Bakara, 221
1497] 2/Bakara, 223
1498] 2/Bakara, 228
1499] 3/Âl-i İmrân, 14
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(câriyele) ile yetinin. Bu adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” 1500
“(Evlendiğiniz) Kadınlara mehirlerini gönül rızâsı ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da âfiyetle yiyin.” 1501
"Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur." 1502
“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine kantar kantar, yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?” 1503
"Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayâsızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bu arada olmak suretiyle evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar geçmiştir. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder. (Harp esiri olarak sahip olduğunuz) câriyeler müstesnâ, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı. Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, nâmuslu ve zinâ etmemek üzere mallarınızla (mehirlerini vererek) istemeniz size helâl kılındı. Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra (bir miktar kesinti için) karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir." 1504
“İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) câriyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (İnsanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyle ise iffetli yaşamaları şartıyla sahiplerinin izni ile onları (câriyeleri) nikâhlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezâsının yarısı (uygulanır). Bu (câriye ile evlenme izni), içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise siz in için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” 1505
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”1506 (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Aile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar.
1500] 4/Nisâ, 3
1501] 4/Nisâ, 4
1502] 4/Nisâ, 19
1503] 4/Nisâ, 20-21
1504] 4/Nisâ, 22-24
1505] 4/Nisâ, 25
1506] 4/Nisâ, 34
NİKÂH VE TALÂK
- 335 -
İslâm’da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden veya edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde - ki, acı vermekten çok, psikolojik ceza unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.)
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 1507
“Senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Onlara âit hükmü size Allah açıklıyor: Kitab’da, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar ve yetimlerin işleriyle meşgul olmanız hakkında adâleti yerine getirmeniz için size okunan âyetler (Allah’ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.” 1508
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 1509
“Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayan ve merhamet edendir.” 1510
“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.”1511 (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.)
“…Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dostlar tutmamak üzere mehirlerini vermeniz şartıyla size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” 1512
1507] 4/Nisâ, 35
1508] 4/Nisâ, 127
1509] 4/Nisâ, 128
1510] 4/Nisâ, 129
1511] 4/Nisâ, 130
1512] 5/Mâide, 5
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hâmileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.” 1513
“Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik bir kadından başkası ile evlenemez; zinâ eden kadınla da ancak zinâ eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, mü’minlere haram kılınmıştır.” 1514
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” 1515
"Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih (iyi davranışlı) olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları kendi lutfu ile zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” 1516
“Evlenme imkânı bulamayanlar ise, Allah lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar...” 1517
“(Şuayb’ın) İki kızından biri, ‘Babacığım, onu ücretle (çoban) tut. Çünkü o ücretle çalıştırabileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi. (Şuayb) dedi ki: ‘Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşâallah beni iyi kimselerden bulacaksın.’ Mûsâ şöyle cevap verdi: ‘Bu, seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husûmet yok. Söylediklerimize Allah vekîldir.” 1518
“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” 1519
“Ey Peygamber! Ücretlerini (mehirlerini) verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganîmet olarak verdiği ve elinin altında bulunan (câriye)leri, seninle beraber hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz) olarak Peygamber’e hibe eden ve Peygamber’in de kendisini almayı dilediği mü’mine kadını, diğer mü’minlere değil; sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan (câriyeleri) hakkında mü’minlere neyi farz kıldığımızı bildirdik (onların bu hususta ne yapması lâzım geldiğini açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1520
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından üstündür. Eşleri, onların analarıdır...” 1521
“...Sizin Allah’ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız
1513] 7/A’râf, 189
1514] 24/Nûr, 3
1515] 24/Nûr, 26
1516] 24/Nûr, 32
1517] 24/Nûr; 33
1518] 28/Kasas, 26-28
1519] 30/Rûm, 21
1520] 33/Ahzâb, 50
1521] 33/Ahzâb, 6
NİKÂH VE TALÂK
- 337 -
asla câiz olamaz.. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.” 1522
“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 1523
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1524
“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah, iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.”1525 (Âyetlerde bahsedilenlerden Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da, kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken rûhu kabzedilmiştir.)
Hadis-i Şeriflerde Nikâh
"Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." 1526
“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul/mutlu ol.” 1527
"Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir câriye, diğerlerinden üstündür." 1528
"Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk
1522] 33/Ahzâb, 53
1523] 60/Mümtehıne, 10
1524] 64/Teğâbün, 14
1525] 66/Tahrîm, 10-12
1526] Buhâri, Savm 10
1527] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428
1528] İbn Mâce, I/572
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim." 1529
"Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü daha çok (harama bakmaktan) korur ve iffeti daha fazla muhâfaza eder. Kimin evlenmeğe gücü yetmezse, oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır." 1530
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. 1531
"Üç kişiye yardım etmek, Allah'ın üzerine borçtur: Nâmuslu kalmak için evlenen, efendisine söz verdiği parayı ödemek isteyen mükâteb (anlaşmalı köle), Allah yolunda çarpışan gâzî." 1532
"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır." 1533
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” 1534
"Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır." "Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin." 1535
"Kadınlarınız konusunda Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'tan emanet olarak aldınız." 1536
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” 1537
"Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım." 1538
"Mü'minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır." 1539
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 1540
"... Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur." 1541
1529] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
1530] Buhârî, Savm 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvud, 1; Tirmizî, Nikâh, 1; Nesâî, Sıyâm, 43, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Dârimî, Nikâh, 2; Ahmed bin Hanbel, I/378, 424, 425
1531] Kütüb-i Sitte, 15/515
1532] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 20; Nesâî, Nikâh 5, Cihad 12; İbn Mâce, Itk 3; Ahmed bin Hanbel, II/251, 437
1533] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
1534] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329
1535] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
1536] Ebu Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
1537] Müslim, Birr 149
1538] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214
1539] Nesâî, Işretu'n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
1540] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
1541] Buhârî, Cum'a 11; Müslim, İmâret 20
NİKÂH VE TALÂK
- 339 -
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.”1542
"Bir velî ve iki adâletli şâhit olmadıkça nikâh olmaz." 1543
"Şâhitler bulunmadıkça nikâh olmaz." 1544
"Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir." 1545
Üç kişi Allah Elçisinin eşlerine onun gece ibâdetini sormuşlar; belki azımsayarak birincisi "Sürekli gece namazı kılmaya", ikincisi "sürekli oruç tutmaya", üçüncüsü de "kadınlardan sürekli ayrı kalmaya ve hiç evlenmemeye" karar verir. Bunu işiten Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılıyorum, hem uyuyorum; oruç tutuyorum, tutmadığım da oluyor; kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimi terkederse, o benden değildir." 1546
“Mümin, Allah korkusundan ve O'na itaatten sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada namusunu ve malını korur.” 1547
“Dünya bir metâ’dır/geçimdir. Dünya metâının en hayırlısı sâliha bir kadındır.” 1548
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” 1549
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” 1550
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün bebeği kılınan namaz.” 1551
“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” 1552
1542] Tirmizî, Birr 13
1543] Ebû Dâvud, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, 11
1544] Buhârî, Şehâdât 8
1545] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79
1546] Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed b. Hanbel, II/158, III/341, 359, V/409
1547] İbn Mâce, Nikâh, 5
1548] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
1549] Ahmed bin Hanbel, I/191
1550] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
1551] Müslim, Talâk 31, 34
1552] Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır." 1553
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” 1554
"Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz."1555
"Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir."1556
"Dul kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur." 1557
"Bâkire kız, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir." 1558
"Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır." 1559
“Herhangi bir kadın, velîsinin izni olmadan evlenirse, onun nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır."1560
"Kadın kadını evlendiremez, kadın bizzat kendisini de evlendiremez." 1561
"Nikâh ancak velî ile olur." 1562
Ukbe b. Âmir (r.a)'den rivayete göre, Hz. Peygamber bir adama "Seni filanca kadınla evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Adam "Evet" dedi. Kadına da "Seni filanca erkekle evlendirmeme râzı mısın?" diye sordu. Kadın da; "Evet" deyince, onları birbiri ile evlendirdi. 1563
"Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir." 1564
"Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur." 1565
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.”1566 âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. 1567
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde
1553] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
1554] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
1555] Buhari, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
1556] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
1557] Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed bin Hanbel, I/334
1558] Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13
1559] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
1560] Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh 14; Dârimî, Nikâh 11; Ahmed bin Hanbel, VI/166
1561] İbn Mâce, Nikâh 15
1562] Buhârî, Nikâh 36; Ebû Dâvud, Nikâh 19; Tirmizî, Nikâh, 14
1563] Ebû Dâvud, Nikâh 31
1564] Buhârî, İkrâh 4
1565] İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159
1566] Nisâ, 35
1567] Muvattâ, Talâk 72 -2, 584
NİKÂH VE TALÂK
- 341 -
davranın.” 1568
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 1569
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” 1570
Peygamber Efendimiz, nikâhın mescidde ilân edilmesini istemiştir.1571 Merâsimlerin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir.
Evlenme, Evlilik
Bir erkekle bir kadın arasında Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muameleye evlenme denir. İslâm nazarında bir ibâdet kabul edilen evlilik ile ilgili olarak, İslâm Hukuku'na dair yazılan kitaplardan bazısında; "Bizim için Hz. Adem'den bu güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki şey vardır; bunlar, evlenme ve imandır1572 şeklinde kaydedilmektedir.
Evlenmenin yani nikâhın çeşitli sebepleri vardır. Nikâhtaki şer'î, akli ve tabii sebeplerin başka bir şer'î hükümde bu şekilde bir arada toplandığı az görülmüştür. Evlenmenin şer'î delilleri, Kur'an-ı Kerîm, hadisler ve ümmetin icmâı ile sâbittir.
Kur'an-ı Kerîm'den evlenmenin meşrûluğuna şu âyetler delildir; "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder adet nikâh edin."1573; "Sizden bekârları ve kölelerinizle câriyelerinizden sâlih olanları nikâh edin. Eğer fakir olurlarsa Allah onları Fazl ve keremiyle zengin kılar. Allah vâsi'dir, alîmdir." 1574
Cihad ve evlilik İslâm'ın insanın hayatına hâkim olmasının nedenlerinden biridir. Evlenmede ise bunların her ikisi de mevcuttur. Bu nedenle "Evlilikle meşgul olmak kendini nâfile ibâdetlere vermekten daha faziletlidir. Çünkü evlilikte nefsi haramdan koruma ve çocuk yetiştirme gibi önemli hususlar vardır"1575 kanâatine varılmıştır.
İslâm şerîatının temel esaslarından biri de evliliğin fıtrî bir olgu olduğudur.
1568] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12
1569] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
1570] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
1571] Tirmizî, Nikâh 6
1572] İbn Âbidin, III/3
1573] 4/Nisâ, 12
1574] 24/Nûr, 32
1575] İbn-i Âbidin, III/3
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm dini ruhbâniyetle (dünyadan elini eteğini keserek yalnız başına yaşama, evlenmeme); insanın yaratılışı ile çatıştığı, onun nefsi isteklerini ve karakterine ters düştüğü için savaşmaktadır. Beyhakî ve Taberanî'nin rivâyet ettikleri bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: "Evlenmeye gücü yetip de evlenmeyen benden (benim ümmetimden) değildir.'' Bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi İslâm kişiyi, sırf Allah'a yaklaşmak, ruhbanlıkta bulunmak ve ibâdet edeyim diye bir köşeye çekilmekten alıkoymaktadır.
Allah Rasûlü'nün hayatını göz önüne aldığımızda onun, toplumun fertlerini kontrol altında bulundurmak, insanın nefsini düzeltmek hususunda ne denli titizlik gösterdiğini açıkça görürüz. Onun bu konuda titizlik göstermesinin temelinde, insan gerçeğinin anlaşılması ve onun arzu ve isteklerine cevap verme duygusunun yattığını görürüz. Öyle ise evlilik vb. İslâmî prensipler sayesinde toplumun hiçbir ferdi yaratılışının ötesine geçemeyecek, gücü ve imkanının dışında gayret sarf edemeyecek; tam aksine orta yolda, sağa sola sapmadan yürüyecektir.
Evlilik konusunda Rasûlullah (s.a.s.)'ın şu davranışı, insanın nefsi duygularına gem vurması ve insan hakikatine ne denli vâkıf olduğunun en büyük delillerinden kabul edilir; şöyle ki: Buhâri ve Müslim'in Enes (r.a.)'den rivâyet ettikleri bir hadiste şunları görmekteyiz: Üç heyet, Rasûlullah'ın yanına gelerek, onun ibâdetini sordular. Kendilerine Allah Rasûlü'nün ibâdeti hakkında bilgi verilince, -Onun ibâdetini az bulacaklar ki şöyle dediler: "Rasûlullah ile biz bir olabilir miyiz! Onun geçmişteki ve gelecekteki günâhlârı bağışlanmıştır. İçlerinden biri tüm geceyi namaz kılmakla geçireceğini, diğeri devamlı oruç tutacağını ve üçüncüsü de kadınlara yaklaşmayacağını ifade ettiler." Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir." 1576
Evlilik sosyal bir maslahatı beraberinde getirir. Evliliğin genel yararları yanında bir de sosyal yararları vardır. Bu yararların basında insan varlığının korunması gelmektedir. Zira evlilik sayesinde, insan neslinin devam etmesi ve çoğalması, nesillerin birbirini izlemesi ve böylelikle Allah'ın insanı yeryüzüne mirasçı kılması söz konusudur. Evliliğin insan üzerindeki sosyal, ahlâkı ve bedensel yararlarını inkâr etmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim bu sosyal hikmete parmak basarak şöyle demektedir: "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı..." 1577
Evliliğin diğer önemli yararlarından biri de, nesebin korunmasıdır. Meşrû evliliğin bir an için yokluğunu düşünürsek toplumların nesepsiz ve hiçbir fazilete sahip olmayan çocuklarla ne denli sıkıntılara girdiklerini hemen görürüz. Evliliğin sağladığı yararlardan biri de toplumun ahlâkı çözülme ve bozukluktan beri kalmasıdır. Evlilik sayesinde kişiler sosyal bozukluklardan emin kalırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.), evliliğin sağladığı yararları, bir grup gence hitapları sırasında şöyle dile getirmişlerdir; “Ey gençler, sizden evlenmeye gücü yeten kimse hemen evlensin; zira evlilik gözü haramdan en iyi koruyan ve tenasül uzvunun en sağlam kalesidir.
1576] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79
1577] 16/Nahl, 72
NİKÂH VE TALÂK
- 343 -
Evlenmeye imkânı olmayan ise oruç tutsun; zira oruç şehveti kırmaktadır...”1578 Yine evliliğin faydaları arasında toplumun hastalıklardan uzak kalmasını, kişinin rûhî ve nefsi bir rahatlığa kavuşmasını zikredebiliriz. Bu tedbirler sayesinde toplumun fertleri zinânın bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan bulaşıcı hastalıklardan kurtulmuş; hayâsızlığın yayılması önlenmiş ve harama giden yollar kapanmış olur.
"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."1579 Allah (c.c.), evlilikte müslümanın kimi tercih edeceğini açıklamıştır: "(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü 'min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mümin bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, ayetlerini insanlara böyle açıklar." 1580
Hz. Peygamber de Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadisinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyla evlenildiğine işaret ederek, bunların; kadının malı, soyu-sopu güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da, "sen kadının dindar olanını al" buyurmuştur.1581 İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir: "Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahi bir câriye, diğerlerinden üstündür." 1582
Aile: Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizama, Günahlardan İbâdete Geçiş
Aile kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için aile bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Aile erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Aile erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Aile toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Aile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah'a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.
Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları
1578] Buhârî, Savm, 1, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd Nikâh, 1, İbn Mâce, Nikâh, 1
1579] 21/Rûm, 21
1580] 2/Bakara, 221
1581] Buhârî, VI/123; Müslim, II/1086
1582] İbn Mâce, Sünen, I/572; Dursun Ali Türkmen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 128-129
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evliliktir. Aile erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes'ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak ailede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur aile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur'ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek aile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz.
Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu ailelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, aile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah'ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır."1583; "Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim."1584
Evliliği Kolaylaştırın!
İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün Batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20 yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.
Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süsleyip kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifâde edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm'ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer'î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah
1583] 30/Rûm, 21
1584] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
NİKÂH VE TALÂK
- 345 -
saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Aile hayatı, korunmak isteyen mü'minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm'ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim her konuda olduğu gibi aile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: "Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun." 1585
Evlilik; Ev Denilen Özel Sarayda Kral ve Kraliçe Olup Prensler Yetiştirmek
“Bekârlık sultanlıktır” sözüyle teselli bulmak ister, eş denilen ciğere yetişemeyen bekâr kediler. Aslında onlar da bilirler tebaasız, saraysız sultanlığın olmadığını. Miyavlamaları biraz ağlamaklı, biraz teselli, biraz davet içeriklidir.
İnsan açısından fıtratın sesi de haykırmaktadır ki; sultanlık ancak Allah’a kulluk yapmak üzere kurulan yuvalarda bu ibâdet bilinciyle kavuşulan en önemli bir dünya nimetidir. Bir erkekle bir kadın arasında Allah'ın koyduğu prensipler çerçevesinde akdedilen muâmeleye evlenme denir. İslâm nazarında bir ibâdet kabul edilen evlilik ile ilgili olarak, İslâm Hukuku'na dair yazılan kitaplardan bazısında; “Bizim için Hz. Âdem'den bu güne kadar, meşrû olarak devam ede gelen ve Cennette de devam edecek olan iki şey vardır; bunlar, iman ve evlenmedir”1586 şeklinde kaydedilmektedir.
Evlenmenin yani nikâhın çeşitli sebepleri vardır. Nikâhtaki şer'î, akli ve tabii sebeplerin başka bir şer'î hükümde bu şekilde bir arada toplandığı az görülmüştür. Evlenmenin şer'î delilleri, Kur'ân-ı Kerîm, hadisler ve ümmetin icmâı ile sâbittir.
Kur’ân-ı Kerîm'den evlenmenin meşrûluğuna şu âyetler delildir; "Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder adet nikâh edin"1587; "Sizden bekârları ve kölelerinizle câriyelerinizden sâlih olanları nikâh edin. Eğer fakir olurlarsa Allah onları Fazl ve keremiyle zengin kılar. Allah vâsi'dir, âlimdir." 1588
Cihad ve evlilik İslâm'ın insanın hayatına hâkim olmasının nedenlerinden biridir. Evlenmede ise bunların her ikisi de mevcuttur. Bu nedenle "Evlilikle meşgul olmak kendini nâfile ibâdetlere vermekten daha faziletlidir. Çünkü evlilikte nefsi haramdan koruma ve çocuk yetiştirme gibi önemli hususlar vardır"1589 kanâatine varılmıştır.
İslâm şerîatının temel esaslarından biri de evliliğin fıtrî bir olgu olduğudur. İslâm dini ruhbâniyetle (dünyadan elini eteğini keserek yalnız başına yaşama, evlenmeme); insanın yaratılışı ile çatıştığı, onun nefsi isteklerini ve karakterine ters düştüğü için savaşmaktadır. Bir hadis rivâyetinde Hz. Peygamber (s.a.s.)
1585] Buhâri, Savm 10
1586] İbn Âbidin, III/3
1587] 4/Nisâ, 12
1588] 24/Nûr, 32
1589] İbn-i Âbidin, III/3
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şöyle buyurur: "Evlenmeye gücü yetip de evlenmeyen benden (benim ümmetimden) değildir.''1590 Bu hadis-i şerifte de görüldüğü gibi İslâm kişiyi, sırf Allah'a yaklaşmak, ruhbanlıkta bulunmak ve ibâdet edeyim diye bir köşeye çekilmekten alıkoymaktadır.
Allah Rasûlü'nün hayatını göz önüne aldığımızda onun, toplumun fertlerini kontrol altında bulundurmak, insanın nefsini düzeltmek hususunda ne denli titizlik gösterdiğini açıkça görürüz. Onun bu konuda titizlik göstermesinin temelinde, insan gerçeğinin anlaşılması ve onun arzu ve isteklerine cevap verme duygusunun yattığını görürüz. Öyle ise evlilik vb. İslâmî prensipler sayesinde toplumun hiçbir ferdi yaratılışının ötesine geçemeyecek, gücü ve imkânının dışında gayret sarf edemeyecek; tam aksine orta yolda, sağa sola sapmadan yürüyecektir.
Evlilik konusunda Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu davranışı, insanın nefsi duygularına gem vurması ve insan hakikatine ne denli vâkıf olduğunun en büyük delillerinden kabul edilir; şöyle ki: Buhâri ve Müslim'in Enes’ten (r.a.) rivâyet ettikleri bir hadiste şunları görmekteyiz: Üç heyet, Rasûlullah'ın yanına gelerek, onun ibâdetini sordular. Kendilerine Allah Rasûlü’nün ibâdeti hakkında bilgi verilince, -Onun ibâdetini az bulacaklar ki- şöyle dediler: “Rasûlullah ile biz bir olabilir miyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır. İçlerinden biri tüm geceyi namaz kılmakla geçireceğini, diğeri devamlı oruç tutacağını ve üçüncüsü de kadınlara yaklaşmayacağını ifade ettiler." Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) bu durumu öğrenince onları çağırıp şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'ndan en fazla sakınanızım; fakat zaman zaman oruç tutar ve iftar ederim; namaz kılar ve uzanıp yatarak istirahatte bulunurum; kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden (benim ümmetimden) değildir." 1591
Evlilik sosyal bir maslahatı beraberinde getirir. Evliliğin genel yararları yanında bir de sosyal yararları vardır. Bu yararların basında insan varlığının korunması gelmektedir. Zira evlilik sayesinde, insan neslinin devam etmesi ve çoğalması, nesillerin birbirini izlemesi ve böylelikle Allah'ın insanı yeryüzüne mirasçı kılması söz konusudur. Evliliğin insan üzerindeki sosyal, ahlâkı ve bedensel yararlarını inkâr etmek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim bu sosyal hikmete parmak basarak şöyle demektedir: "Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı..."1592
Evliliğin diğer önemli yararlarından biri de, nesebin korunmasıdır. Meşrû evliliğin bir an için yokluğunu düşünürsek toplumların nesepsiz ve hiçbir fazilete sahip olmayan çocuklarla ne denli sıkıntılara girdiklerini hemen görürüz. Evliliğin sağladığı yararlardan biri de toplumun ahlâkı çözülme ve bozukluktan beri kalmasıdır. Evlilik sayesinde kişiler sosyal bozukluklardan emin kalırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.), evliliğin sağladığı yararları, bir grup gence hitapları sırasında şöyle dile getirmişlerdir; “Ey gençler, sizden evlenmeye gücü yeten kimse hemen evlensin; zira evlilik gözü haramdan en iyi koruyan ve tenasül uzvunun en sağlam kalesidir. Evlenmeye imkânı olmayan ise oruç tutsun; zira oruç şehveti kırmaktadır...”1593 Yine evliliğin
1590] Beyhakî; Taberanî
1591] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Sıyâm 74, 79
1592] 16/Nahl, 72
1593] Buhârî, Savm, 1, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd Nikâh, 1, İbn Mâce, Nikâh, 1
NİKÂH VE TALÂK
- 347 -
faydaları arasında toplumun hastalıklardan uzak kalmasını, kişinin rûhî ve nefsi bir rahatlığa kavuşmasını zikredebiliriz. Bu tedbirler sayesinde toplumun fertleri zinânın bir sonucu olarak ortaya çıkacak olan bulaşıcı hastalıklardan kurtulmuş; hayâsızlığın yayılması önlenmiş ve harama giden yollar kapanmış olur.
"Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır."1594 Allah (c.c.), evlilikte müslümanın kimi tercih edeceğini açıklamıştır: "(Ey Müminler,) iman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Mümin bir cariye, hoşunuza gitse bile müşrik bir kadından hayırlıdır. (Mü'min kadınları) iman etmedikçe müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Mümin bir köle, hoşunuza gitse bile (hür) bir müşrikten hayırlıdır. Bunlar (sizi) cehenneme çağırırlar; Allah ise, izniyle, cennete ve mağfirete dâvet ediyor. İşte, Allah, düşünüp ibret alsınlar diye, ayetlerini insanlara böyle açıklar."1595
Hz. Peygamber de Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadisinde, bir kadınla ancak dört meziyeti dolayısıyla evlenildiğine işaret ederek, bunların; kadının malı, soyu-sopu güzelliği ve bir de dini olduğunu belirtmiş, sonra da, "sen kadının dindar olanını al" buyurmuştur.1596 İbn Mâce tarafından nakledilen bir hadisinde ise şöyle demiştir: "Kadınlarla güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları dolayısıyla da evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahî (zenci) bir câriye, diğerlerinden üstündür"1597
Nikâh; Evlilik Sözleşmesi
“Nikâh” sözlükte, akit yani anlaşma yapmak demektir. Bundan amaç evlenmedir. İslâm'a göre birbirleriyle evlenmeleri yasak olmayan erkekle kadının beraber hayat sürdürmek ve çocuk yetiştirmek için yaptıkları bir akittir/anlaşmadır.
Nikâh, evlilikle beraber meşrû cinsel ilişkiyi de içerisine alan bir akittir, bir beraberliktir. Nikâhlanma, nikâh yapma, yani evlenme insan için fıtrî (yaratılışa uygun) bir faâliyettir. Tıpkı konuşma, yeme-içme, giyinme ve benzeri işler gibidir. İlk insan Hz. Âdem’den bugüne kadar insan nikâh olayını tanımaktadır. Çünkü evlenme, hem kişinin maddî ve mânevî olarak korunması, ihtiyaçlarının karşılanması; hem de neslin devam etmesi için gereklidir.
Kıyafetsiz bir insanlık olamayacağı gibi, nikâhtan soyutlanmış bir insanlık da düşünülemez.1598 Bazı modern toplumlardaki artan evlilik dışı ilişkilerin ve bu ilişkilerin normal sayılması insanlık ailesinde bir ârızadır, bir hastalıktır. Bu hastalığın geçici olduğunu ve tedâvi edilebileceğini ümit ediyoruz. Çünkü nikâhsızlık temiz yaratılışa uymamaktadır.
İslâm’a göre nikâh, kadın ve erkek arasında yapılan çok önemli ve hayatî bir anlaşmadır. Bu akitle beraber bir aile yuvası kurulur, eşler beraber yaşamaya başlar, eşlerde bulunan pek çok özellik kaynaşır, yeni nesiller bu yolla meydana gelir. Ailedeki beraberlik, ne işyeri beraberliğine, ne okul arkadaşlığına, ne de
1594] 21/Rûm, 21
1595] 2/Bakara, 221
1596] Buhârî, VI/123; Müslim, II/1086
1597] İbn Mâce, Sünen, I/572; Dursun Ali Türkmen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 128-129
1598] Bak. 2/Bakara, 187
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asker arkadaşlığına benzer. İki karşı cins hayatlarını, sevgilerini, varlıklarını, eksik ve mükemmel yönlerini, sahip oldukları güzellikleri, ellerindeki imkânları, duygularını ve isteklerini paylaşırlar. Ortaklaşa bir aile yuvası kurar, beraberce hayat sürdürürler, hem de yeni nesiller yetiştirirler.
Nikâh, yalnızca neslin devamını sağlayan veya cinsel arzuları doyurup gideren bir olay değildir. Nikâh bunlarla beraber daha önemli işlevi olan toplumsal bir kurum oluşturmaktır. Nikâhta, insanlar için çok bereketli ve faydalı başka amaçlar da vardır. İnsan, yaratılışı gereği yalnız yaşayamaz. Zâten “İnsan” kelimesi de ünsiyet kuran, başkalarıyla beraber yaşayan anlamındadır. Her insanın ana-babaya, aile kurumuna, sevgiye, ilgiye, konuşmaya, alış-veriş yapmaya, hatta kimi zaman diğer insanlarla mücâdele etmeye ihtiyacı vardır. Kişi, bazı insanların yardımına muhtaç olduğu gibi, hayatını ve duygularını başkalarıyla bölüşmeye, hatta başkalarına yardım etme arzusuna bile ihtiyacı vardır. Bunun ilk örneğini ailede buluyoruz.
İnsanların ön önemli özelliklerinden birisi de organize olmalarıdır. Yani bir arada yaşayıp toplum oluşturmalarıdır. Fertler aileleri, aileler kabileleri, kabileler/sülâleler kavimleri, kavimler de insanlık ailesini meydana getirir. Bu toplumların en küçük birimi ailedir. Kur’ân-ı Kerim’de insanların bir erkekle bir kadından yaratıldığı, sonra da kabileler ve kavimler haline getirildikleri açıklanmaktadır. 1599
Allah (c.c.), evlenen eşler arasındaki sevgiyi ve birbirlerine olan merhameti “âyet” olarak nitelemektedir: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.”1600 Öyleyse evlilikte öncelikli amaç nesil yetiştirmedir, yalnızca cinsel doyum değildir. İnsanın rahat edebileceği, huzur duyabileceği bir ortama ihtiyacı vardır. Aile içerisinde bu huzur ve rahatlığı kişi eşinde bulabilir. Kur’an bunu “sükûnet” bulma diye tanımlıyor. Bu kelime hem huzuru, hem de bir yerde rahat edip kalmayı ifade etmektedir.
Nikâh bu huzura kapı açmaktadır. Bu huzur, yalnızca gece rahatı veya diğer maddî ihtiyaçların karşılanması değildir. Bu aynı zamanda duyguların, arzuların, hedeflerin, sevgilerin ve yeteneklerin paylaşılmasından, karşılıklı merhamet ahlâkının işletilmesinden, başkası adına yapılan fedakârlıktan doğan bir huzurdur. İslâm evlenmeyi yüceltiyor, tavsiye ediyor, evliliğin şartlarını ortaya koyuyor ama bunu “nikâh” akdine bağlıyor. Yani evlilik mutlaka “ağır/kuvvetli bir akit olan”1601 nikâhla başlayabilir. Nikâh, evliliğe adım atmak ve bunu insanlara duyurmak; aynı zamanda evlilik sorumluluğunu yüklenmektir. Çünkü yapılan evlilik akdinde (anlaşmasında) evliliğe ait, aileye ilişkin görevleri yüklenme şartı vardır.
İslâm, nikâh dışı bütün beraberlikleri gayrı meşrû saymakta ve haram demektedir. Evlilik dışı ilişkiler İslâm’a göre iffetsizlik ve hayâsızlıktır. Zinâ haram olduğu gibi, zinâya götüren sebepler de haramdır. Nikâh olmaksızın evlilik öncesi cinsel ilişkiler, dost hayatı (anlaşarak zinâ etmek); bir ihtiyacı karşılama değil,
1599] 49/Hucurât, 13
1600] 30/Rûm, 21
1601] 4/Nisâ, 21
NİKÂH VE TALÂK
- 349 -
nefsin/hevânın arzusuna uyup suç işlemektir. Şüphesiz Allah’a ve O’nun koyduğu ölçülere inanan mü’minler, imanlı gençler bu noktada duyarlı olurlar.
Nikâhın Önemi
Evlilik, yaratılışın gereği bir duygudur. Her insanın buna ihtiyacı vardır. Hayatın güzel bir şekilde devam etmesi buna bağlıdır. Aile kurumunu koruyan toplumların birçok yönden daha sağlıklı olduğu, bu toplumlarda yetişen insanın daha kaliteli, sosyal ilişkilerde daha düzeyli olduğu ve özellikle çocukların daha huzurlu ve nitelikli yetiştiği bilinmektedir.
Ailesi çöken toplumlar, her açıdan çökmeye mahkûmdur. Aileyi oluşturan ve yücelten de nikâh bağıdır. Nikâh sosyal bir faydadır. Nesiller bu yolla çoğalır, devam eder. İnsan türü aileyle korunur. Nesiler, ancak nikâh akdi ile korunmaya alınır. İslâm’ın amaçlarından biri de nesli korumaktır. Kişiyi aile daha iyi eğitip terbiye eder. Her toplum kendi kültürünü aile kurumunda yeni nesillere daha iyi öğretir.
Fuhuş (gayrı meşrû ilişkiler) birçok bedensel ve ruhsal hastalıklara yol açar. Bunu aile hayatı azaltabilir. Kişi aile hayatıyla ruhsal huzura kavuşur. Başkasını sevmenin, çocuk yetiştirmenin, onlara fedakârlık yapmanın, beraberce hayatın güçlüklerine katlanmanın, birçok şeyi birlikte paylaşmanın zevkini yaşayabilir. Babalık şefkati, analık merhameti ancak aile hayatıyla tadılabilir. Analık kurumunun yüceliğini düşünürsek bunu daha iyi anlarız. İslâm’da anaya, analık kurumuna ve anaya iyilik etmeye ne denli önem verildiğini düşünürsek aile kavramını daha iyi anlamış oluruz.
Nikâhla beraber insanın hayatında önemli değişiklikler olur. Kişinin sorumluluğu artar, hayatını ve sevgisini paylaşabileceği bir insanla yaşamaya başlar. Bölüşmeyi, sevmeyi, merhamet etmeyi, iyilik yapmayı, cömertliği öğrenir. İnsanlarla beraber yaşamayı ve onlarla geçinmeyi bilir. Ancak aile hayatı insana bu anlayışı uygun bir şekilde verebilir. Nikâhla beraber insan, bir zorluğun bir güçlüğün altına girer, sorumluluğu artar; bu bilinen bir şeydir. Bütün evliliklerin de çok güzel ve huzurlu olduğu söylenemez. Ancak bunlar aile kurumunun, nikâhın önemini azaltmaz. Şüphesiz nikâhın verdiği lezzet, getirdiği acıdan kat kat fazladır.
Özellikle Avrupa da gelişen nikâhsız beraberlikler ve cinsel hürriyet, nikâhı ve aile kurumunu, dolayısıyla da giderek insanlığı tehdit ediyor. Onların da en doğal olan yola, yaratılışa dönmelerini umuyoruz. “Nikâhta kerâmet vardır!” diyenler ne güzel söylemişler.1602
Evliliğin İmanla Kopmaz Bağı
"Allah'ın emri, Peygamber'in kavli/sünneti" diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve aileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah'ın emrine, Peygamber'in sünnetine uygun olmalıdır. "Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, mü'min erkek ve mü'mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı
1602] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 499-501
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." 1603
Nikâh, bir ibâdettir. Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah'ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü'min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü'min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü'min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm'ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.
Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü'minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, aile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine... karışmayan bir Allah'a inanmak, kişiyi mü'min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir Allah'a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil'ler de inanıyordu.
Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah'a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah'ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah'ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah'ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir. Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah'ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü'min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.
Tevhidî iman, dünyada huzur ve mutluluğun, âhirette sonsuz nimetlerin temel sebebi olduğu için, eşlerden biri veya her ikisi, içine şirk karıştırılmamış bu imandan yoksun ise, her çeşit felâkete adım atılmış demektir.
Aile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur'an'ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin
1603] 33/Ahzâb, 36
NİKÂH VE TALÂK
- 351 -
nikâhla, talâkla, aile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce; imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider. Evli (zannedilen) karı-kocanın zinâsı; ef’âl-i küfür, elfâz-ı küfür ve elfâz-ı talâk sebebiyle olmaktadır. Tevhidi, şirki, kendini, toplumun ve düzenin konumunu, nikâhın nasıl sahih olacağını, mihri, talâkı, hayızı, nifası… bilmek, büluğa ermiş ve evlenme çağına gelmiş her müslümanın öncelikli görevidir. İslâm’ı, hayatı, geleceği tanımayan, daha kötüsü yanlış tanıyan bugünün genci soracak elbette: “İlköğretim temel bilgilerinden, Atatürk’ü tanıyıp tüm hayatını her yıl döne döne öğrenmekten, İngilizce’den, diplomadan, romandan, diziden, popçuların soy kütüğünden, topçuların hangi mevkide oynadıklarından, iyi sayılabilecek maaş ve makamdan, babaların hayatî önem atfettiği çok para kazanmaktan, anaların olmazsa olmaz gördüğü çeyizden de mi önemli?” diye. Elbette en önemli ve öncelikli uğraş, İslâm’ı doğru olarak bilmek ve gereğini yapmaktır; zâten yaratılış amacı da bu değil mi insanın? “Bunca iş-güç arasında (faydasız bilgi ve davranıştan) zaman mı kalıyor?” diyen kimse bilsin ki, hayra zaman bırakmayan vakit katili boş şeyler, faydasız olmaktan çıkmış, en zararlı olmaya başlamıştır.
Zinâkâr olma ihtimali küçük olmayan ve hangi zihniyete/inanca sahip olduğu meçhul (veya olumsuz olarak mâlum) olanlar, müslüman kız babasının kapısını çalar, dünürcü olur. Kız babasının ilk sorusu dâmat adayının maddî durumudur, işidir, maaşıdır. Sağlam bir akîdeye sahip olup olmadığını önemsemez, önemsemiş olsa bile bunu ortaya çıkaracak araştırmalar yapmaz. Tabii, bu erkek tarafı için de geçerlidir; gelin adayı bunca kız içinde niçin tercih edilmiştir, bu seçimde dinin tavsiyesine ne kadar uyulmuştur? Gerçi artık dünürcülük, görücü usûlü kız isteme tarihe karışmak üzere. Artık gençler (hatta başörtülü ve namazlı olanlar) sokakta, işte, okulda, ya da internette tanışma, hatta çıkma ve flört gibi altyapıyı tamamladıktan sonra ailelerini lütfen haberdar ediyorlar artık. Bu tavır da, erkek ya da kızın karşı cinste ne aradığını zaten tümüyle ortaya koyuyor.
Tevhidî imana sahip olmayan bir erkekle evlenmek, müslüman bir bayan için kesin bir yasak olduğundan cehennemi tercih etmek ve dünya hayatını da cehenneme çevirmek olduğu kadar, böyle bir evliliğin İslâm’da ibâdet kabul edilen geçerli bir nikâh kapsamına da girmeyeceği unutulmamalıdır. Müşrik, putperest, ateist ya da İslâm düşmanı bir kadınla evlenmek de erkek için aynı kapıya çıkar. Sıradan herhangi bir hıristiyan ve yahûdi ile ya da “ben hıristiyanım”, ya da “yahûdiyim” diyenle evlenmek de İslâm’ın onayladığı bir hüküm değildir; Ancak bazı şartlara sahip olan ehl-i kitap bir bayanla evlenmek, -tavsiye edilmemekle birlikte- ruhsata bağlanmıştır. Öncelikle bilinmelidir ki; Kur’an’daki “ehl-i kitap” ve “kendilerine kitap verilenler” ifâdesi, tahrif edilmiş de olsa Kitab’a (Tevrat ve İncil’e) vurgu yapmaktadır. Bu da, başta inanç ve düşünce sistemi olmak üzere hayatını (atmalar ve katmalarla tahrif edilmiş ya da şirke götüren yorumlara kurban edilmiş de olsa) vahyin şu veya bu oranda yönlendirdiği kişidir. “Ehl-i Kitab” Kitab’ın dışına çıkmayan, ona teslim olan, dünya görüşü ve yaşama biçimini, inandığı kutsal kitabının yönlendirdiği bir insandır ki, günümüz Batı dünyası böyle hıristiyan ve yahûdiler nasıl olmuş da hâlâ kalabilmişse dinozor kalıntısı muâmelesi yapıp müzelere yerleştiriyor, kendinden saymayıp dışlıyor. Batıyı
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeterince tanımayanlar için bu değerlendirme tuhaf gelebilir, ama “elhamdü lillâh müslümanım!” diyen nice insanın bile bu iddiasında yalancı olduğunu, İslâm düşmanlarının bile gerektiğinde bu iddianın arkasına sığındığını görmesi ya da Kur’an’ın şu hükmünü bilmesi, bu karşılaştırmayı yapmasına yeterli gelir: “İnsanlardan bazıları vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’ derler, hâlbuki onlar mü’min değildir!”1604 Elbette “hıristiyanım” diyenlerin de önemli bir kesimi hıristiyan (ehl-i Kitap) değildir. Gerçekten kutsal kitabına her şeyiyle teslim olup onu yaşamaya çalışan Kitap ehli bayanın, müslüman bir erkekle evlenmesi için ekstra şartlar da vardır. Bunları tahriften tümüyle uzak Kitab’ımızdan okuyalım: “…Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine Kitap verilenlerden iffetli kadınlar da nâmuslu olmak, zinâ etmemek ve gizli dostlar tutmamak üzere, mehirlerini vermeniz şartıyla (onları nikâhlamanız) size helâldir. Kim imanı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, âhirette de ziyana uğrayanlardandır.” 1605
Kur'an'da Rabbimiz şöyle buyurur: "Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır."1606 Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. "İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile müşrik/putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin."1607; "Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez..." 1608 Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil; bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de âile ve hukuku ile ilgili çok sayıda âyet-i kerime vardır. Âile anlamına gelen “ehl” kelimesi Kur’an’da toplam 127 yerde geçer.1609 Karı-koca, eş, çift anlamına gelen “zevc-zevce” kelimeleri ise toplam 81 yerde kullanılır.1610
1604] 2/Bakara, 8
1605] 5/Mâide, 5
1606] 24/Nûr, 26
1607] 2/Bakara, 221
1608] 24/Nûr, 3
1609] Âile Anlamına da Gelen "Ehl" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (127 Yerde): 2/Bakara, 105, 109, 126, 192, 217; 3/Âl-i İmrân, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 121, 199; 4/Nisâ, 25, 35, 35, 58, 75, 92, 92, 123, 153, 159, 171; 5/Mâide, 15, 19, 47, 59, 65, 68, 77, 89; 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 83, 94, 96, 97, 98, 100, 123; 9/Tevbe, 101, 120; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 40, 45, 46, 73, 81, 117; 12/Yûsuf, 25, 26, 62, 65, 88, 93, 109; 15/Hicr, 65, 67; 16/Nahl, 43; 18/Kehf, 71, 77, 77; 19/Meryem, 16, 55; 20/Tâhâ, 10, 29, 40, 132; 21/Enbiyâ, 7, 76, 84; 23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 27; 26/Şuarâ, 169, 170; 27/Neml, 7, 34, 49, 49, 57; 28/Kasas, 4, 12, 15, 29, 29, 45, 59; 29/Ankebût, 31, 31, 32, 33, 34, 43, 46; 33/Ahzâb, 13, 26, 33; 36/Yâsin, 50; 37/Sâffât, 76, 134; 38/Sâd, 43, 64; 39/Zümer, 15; 42/Şûrâ, 45; 48/Feth, 11, 12, 26; 51/Zâriyât, 26; 52/Tûr, 26; 57/Hadîd, 29; 59/Haşr, 2, 7, 11; 6/Tahrîm, 6; 74/Müddessir, 56, 56; 75/Kıyâme, 33; 83/Mutaffifîn, 31; 84/İnşikak, 9, 13; 98/Beyyine, 1, 6.
1610] Karı-Koca, Eş, Çift Anlamlarına Gelen "Zevc-Zevce" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En'âm, 139, 143; 7/A'râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra'd, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü'minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37,
NİKÂH VE TALÂK
- 353 -
Âile bağını oluşturan “nikâh” kelimesi de Kur’an’da toplam 23 yerde zikredilir.1611 Âile bireyleri arasındaki ilişkiler, Kur’an’da çok ayrıntılı şekilde ele alınıp hükme bağlanır. 1612
Evlilik ve Aile Hayatı Bir ibâdettir
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları aile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve aile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. İslâm hukukuna göre nikâh akdi hem medenî bir muâmele, hem de bir ibâdettir. Çünkü nikâhın rükûn ve şartlarını İslâm belirler ve evlilik sebebiyle eşlerin pek büyük ecirlere ulaşacakları açıklanır. Bu konuda İbnül-Hümâm (ö. 861/1457) şöyle der: "Nikâh, ibâdetlere daha yakındır. Hatta evlenmek, devamlı nâfile ibâdet etmek kasdıyla bekâr kalmaktan daha faziletlidir."1613 Son devir İslâm hukukçularından İbn Abidîn (ö. 1252/1836), Reddü’l-Muhtar adlı ünlü eserinde nikâh konusuna şu cümlelerle başlar: "Bizim için Hz. Âdem devrinden bugüne kadar meşrû olmuş, sonra Cennette de devam edecek, nikâh ile imandan başka ibâdet yoktur."1614 Nikâhın câmi içinde akdedilmesi ve mümkünse cuma gününe rastlatılması müstehaptır. Bu da onun ibâdet yönünü güçlendirir. 1615
Şâfiîlerin dışında cumhûr, yani çoğunluk fakihler evliliğin ibâdet olduğu konusunda hemfikirdir. Zâten, insanın yaratılış sebebi olan ibâdet,1616 hayatın tümünü kapsar, insanın tüm davranışlarını kuşatır. Genel ve geniş anlamda, Allah'ın hoşnut ve râzı olduğu her iş, müslüman için ibâdettir. İslâmî esaslara göre kurulan ve buna göre yürütülen evlilik de ibâdet kabîlindendir. Çünkü nikâh akdi ile nefsi haramlardan korumak ve nesli sürdürmek gibi birçok toplum maslahatı gerçekleşir. Nitekim Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) "Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır"1617 buyurmuştur. Allah’a ibâdetin öncelikli temel şartı, sahih bir imandır. İmanı tam olmayanın ibâdeti de geçerli olmaz. Eş seçmek, büyük ve küçük imam seçmekten pek farklı değildir. Tâğutları reddetmeyen ve her çeşit şirkten kaçınmayan kimsenin imamlığı nasıl geçerli değilse, nikâhı da geçerli değildir. İmanına şirk karıştıran bir kimsenin nikâhı da olmaz. Böyle bir kimsenin karşı cinsten biriyle beraberliği de (genel anlamda her şey ibâdet/kulluk/tapınma ile irtibatlı olduğundan) ibâdet sayılır; ama bu Allah’a değil; hevâsına, hevesine, keyfine, zevkine yapılmış bir ibâdet/tapınmadır.
Müslüman karı kocanın onu yaparak ibâdet (sadaka) sevabı kazandığı şeyi, nikâhı geçerli olmayan evli kimsenin eşiyle yapması zinâ sayılacak, bu 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü'min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe', 8; 81/Tekvîr, 7.
1611] "Nikâh" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.
1612] Âile Yuvası Konusunda Âyet-i Kerimelerden Bazıları: a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21. b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.
1613] İbnül-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315, II, 340
1614] İbn Abidîn, II, 258
1615] İbn Hacer el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm, Sönmez Y., 1967, III, 229
1616] 51/Zâriyât, 56
1617] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beraberlikten de “meşrû olmayan nesil” meydana gelecektir. Günümüzde fesâdın bin bir çeşidinin, kapkaçın, terörün, ahlâksızlığın… hızla yaygınlaşmasının sebeplerinden biri de bu neseb-i gayri sahih zinâ ürünleri olsa gerektir. O yüzden aile hem dünya hem âhiret açısından ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.
Aile iman ve kulluk bilincine dayanır. Toplum, devlet ve dünya büyük bir aile; aile de küçük bir ümmet ve minyatür bir devlettir. Ailelerinde İslâm'ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. İslâmî değişim ve dönüşümü dillendirenlerin samimi olup olmadıkları, evlerine ve evlerinde uyguladıkları davranışlara bakarak kolayca test edilebilir. İslâm’ın ibâdet kabul ettiği nikâh/evlilik, “ev” adı verilen Allah’ın indirdiğiyle hükmedilecek İslâm devletine halife ve vezir tâyin etmek demektir. Doğacak çocuğunun temel eğitim göreceği “ev” adlı baba ve ana okulunun öğretmenini seçmektir nikâh. Hatta doğacak çocuğunun dinini tâyin etmektir. Çünkü İslâm fıtratıyla doğan çocuk, ana ve babası aracılığıyla hıristiyanlaşacak, yahûdileşecek, mecûsileşecek, müşrikleşecektir.1618 Dindar ve güzel ahlâklı bir eş seçmeye çalışmayan kimse, doğacak çocuklarının da bu özelliklere sahip olmamasını istemiş olmaktadır. Kendisi için de dünyada huzur ve mutluluğu, âhirette cenneti; ya da dünyada fitne, stres, kavga ve huzursuzluğu, âhirette de sonsuz azâbı seçmek demektir eş seçimi. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” 1619
Kadın ve erkeği dünya huzuruna, saâdete ve sonsuz âhiret ödülüne ulaştıran, çocukları da müslümanca yetişip hayata ve âhirete hazırlayan “aile”nin, en hayatî kurum olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler. Evliliğin ve eş seçiminin imanla, ibâdet ve sünnetle ilgisi bakımından şu hadis-i şerifler hayli önemlidir:
“Kadın dört özelliği için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindar olanını seç de huzur bul/mutlu ol.”1620
"Kadınlarla (sadece) güzellikleri dolayısıyla evlenmeyin; olabilir ki, güzellikleri onları kötülüğe sevkeder. Malları için de evlenmeyin; olabilir ki malları da onları size karşı isyâna sevkeder. Fakat onlarla dinleri dolayısıyla evlenin. Dindar olan siyahî/zenci bir câriye, diğerlerinden daha üstündür."1621
"Nikâh, benim sünnetimdir. (Bu) Sünnetimi uygulamayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim."1622
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan
1618] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22 - 25
1619] 66/Tahrîm, 6
1620] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 14, 53, Ebû Dâvud, Nikâh 2; Nesâî, Nikâh 13; İbn Mâce, Nikâh 6; Dârimî, Nikâh 4; Muvattâ, Nikâh 21; Ahmed bin Hanbel, II/428
1621] İbn Mâce, I/572
1622] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed İbn Hanbel, II/72
NİKÂH VE TALÂK
- 355 -
kadındır.”1623
"Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır."1624
"Allah'a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz."1625
Erkekle kadın, birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. Yarısı çürük bir elmanın çürük kısmı kesilip atılmazsa diğer yarısını da çok kısa zamanda çürütecektir. Diğer yarısı ne kadar sağlam olursa olsun, çürük olan diğer yarımı sağlamlaştıramayacaktır. Müşrik insan, çürümüş, kurtlanmış meyveden farksızdır. "Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz."1626 Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir.1627 Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır. Geciktirilmeden yıkanmak şartıyla elbisenin bazen tozlanıp kirlenmesi olağan görülse bile; pislikten, necâsetin kendisinden elbise olmaz. Müşrikler de (necis/pis değil), birer necestir/pisliktir.1628 Tevhidle, cennet adayı müslümanın temizliğiyle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pislikle nasıl iç içe yaşanabilir, pislik nasıl hoş görülebilir, Allah düşmanına nasıl sevgi beslenebilir? Müşrik, hayvandan daha aşağıda olduğuna göre,1629 en şerli yaratıkla beraber aynı yemlikten yemlenmek için çirkin ahırda yaşamayı, güzel bir müslüman huzurlu bir yuvaya nasıl tercih edebilir?
Dâvâ Evliliği
Türkiyeli eski komünist erkeklerin çoğu, evlenecekleri, ya da beraber olacakları kişi için, başkalarının “komünistler çirkinlik yarışmasında birinci olmasını eş adayları için şart koşuyorlar” dedirtecek bir tercih yaparlardı; ideolojik evliliği, yoldaşlığı eşte aranacak her şeyin önüne geçirirler, gerçekten güzel-çirkin aramadıklarını, iyi bir komünist aradıklarını ispat ederlerdi. Şimdi ortalıkta komünist de kalmadığı için bu dâvâ evlilikleri pek gözükmüyor. “Hiçbir şey önemli değil; sadece benim dâvâmın en iyi askeri olsun yeter!” diyen gençler tarihe karışıyor. “Ben güzellik yarışmasında ilk sıralarda yer alan birinden başkasıyla evlenmem; ama yüz ve deri güzelliği değil aradığım, takvâ güzelliğine vurgunum ben, tevhidî iman bilinci yönünden zengin arıyorum, aradığım asâlet güzel ahlâk cinsinden, diploma ve makam değil istediğim, ilim ve cihad âşığı dâvâ adamı/hanımı biriyle evleneceğim ben, başkasıyla değil!” diyenler (küçük istisnâlar dışında) yok artık bu ülkede.
Kişinin, eş adayında aradığı özellik, kendi iman ve takvâsını ele veren bir ölçüdür aslında. Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil; aynı zamanda aranan kişi olmaktadır. Aradığı ve araması gereken vasıfların kendisinde ne kadar yer ettiğini düşünmeden bencilce ve hevâsını öne çıkararak tercihde bulunuyor insanlar. Bir tarafta Hz. Peygamber’in “dindar olanını tercih et!” tavsiyesi,
1623] Tirmizî, Birr 13
1624] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû' 12, Edeb 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
1625] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
1626] 2/Bakara, 187
1627] Bkz. 7/A'râf, 26
1628] 9/Tevbe, 28
1629] 7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 22, 55
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diğer tarafta hevâsının istekleri. Hangi taraf ağır basıyorsa kendi safını da belirlemiş oluyor delikanlı. Yüz milyondan fazla müslümanı barındıran Endonezya ve Malezya, sırf İslâm’ı yaşamak ve yaymak için oralarda dâvâ evliliği ile bu bilinçle evlenen tüccarlar sebebiyle müslümanlaştı; hiç silâhlı cihada başvurulmadan. Bu güzellikler, sadece eski zamanlar için sözkonusu değil; bir de şimdiki zamandan örnek verelim: Cihadın olanca sıcaklığını yaşayan bir ülkede genç kızlar, uzun kuyruklar oluşturup resmî makamlara müracaat ediyor. Yaralı bir mücâhide en iyi eşinin bakabileceğini, onlar gibi cihad sevâbına ulaşma nimetinden mahrum olmamak için gâzilerden biriyle evlenmek istediklerini belirtiyorlar, bu seçimin de kendi beğenilerine bırakılmayıp yetkililer tarafından bakıma en muhtaç, gerekirse ağzı yüzü en çok hasar görmüş kişinin uygun görülmesi ve yüzünü, yaralı vücudunu görmeden bir mücâhid gâzi ile evlenmeye hazır olduklarını belirtiyor kızlarımız. Mangalda kül bırakmayan günümüz müslüman genci, “çok şuurlu bir müslüman, ama sözgelimi bir gözü kör kızı”, diğer vasıflara sahip olan ama şuursuz ve dâvâ insanı olmayan kıza tercih edebilir mi dersiniz? Ya da “bekâr ama dindar olmayan kız mı, dul ama şuurlu, çok seviyeli biri mi?” bu ikisinden birini tercihle baş başa kalan erkek, hangisini tercih eder? Günümüzde erkek olsun, kız olsun, eş arayanların aradıkları özellikleri duyunca, insanın “dâvâ nire, günümüz müslümanı nire?” diyesi geliyor. Hacı amcalar çocukları için, başörtülü ya da sakallı gençler de kendileri için dâmat ve gelin adayında aradıkları şeyler arasında sahih, güçlü, şirke bulaşmamış, amel ve eylemlerle ispatlanmış iman, kaçıncı sırada yer alıyor dersiniz? “Olmazsa olmaz” mıdır bu özellikler günümüz müslümanı için; yoksa “olsa güzel olur, ama onlardan daha önemlileri var” değer(sizliğ)inde midir?
Kâfirlerin velâyet hakkı yoktur.1630 Velâyet, hem yöneticiliği hem de dostluk ve sevgi ilişkisini kapsar. “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost kabul edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?”1631 “Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır). Onlar (birbirlerine) iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Çünkü Allah azîzdir/güçlüdür, hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).”1632 Âyetler, gerçek iman sahibi birisi dururken, tevhidî inanca sahip olmayan birini sevip dost kabul etmeyi şiddetle kınamakta, aynı zamanda kadın mü’minlerle erkek mü’minlerin birbirlerinin gönül dostları (evliyâ) olduğunu belirtmekle, hayat ve imanın sorumluluğunu taşımada iki cinsi eşit görmüş olmaktadır. Kadın erkeğin hayat arkadaşıdır, eşidir. “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” atasözünü diğer arkadaşlıklardan önce hayat arkadaşı için, ömür boyu beraber olacağı birini seçmek için değerlendirmeliyiz: “Eş adayını, eşini, dâmât ve gelinini söyle, kim olduğun belli olsun!”
“…Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.”1633; “Takvâ sahipleri (Allah’a saygı duyup sorumluluk bilincine sahip, kötülükten sakınanlar) hâriç, (dünyada) dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler.”1634; “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan
1630] 4/Nisâ, 141
1631] 4/Nisâ, 144
1632] 9/Tevbe, 71
1633] 4/Nisâ, 101
1634] 43/Zuhruf, 67
NİKÂH VE TALÂK
- 357 -
size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının…”1635; “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir/imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.”1636 Bunlar sakınılması gerekenler. Yapmamız gerekenlerden biri olarak sâdıklarla berâber olmamız emredilmiştir: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla/doğrularla beraber olun.”1637 Peki, kimdir sâdıklar? “Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte sâdıklar ancak onlardır.”1638
Evliliğe, namuslu ve iffetli yaşamaya, Allah’a hakkıyla ibâdet ve kulluk yapmaya engel olmak için dört değil; on dört taraftan saldırıyor şer güçler. Düzen ve başta eğitimle ilgili olmak üzere tüm kurumları ile kitle imha silahı konumundaki medya ve özellikle TV ile sürekli bombardımana tutuluyor insanımız. İslâm’ı hayat biçimi olarak kabullenmiş olan şuurlu müslümanlara karşı topyekün savaş açan Batıya ve her çeşit bâtıla karşı direnebilecek seviyede güçlü bir iman gerekiyor. Eşine müslümanca destek verip onu cihada hazırlayacak hanımlara, hanımını cennet yolculuğuna çıkarmaya çalışırken dünyada da huzur veren erkeklere ihtiyaç var bu yolda. Çocuğunu, eşini ve kendini ateşten koruyacak davranışlara yapışan, âhiret yolculuğuna beraber hazırlanıp imtihanı kazanmada eş ve çocuklarına yardımcı olacak güçlü bir iman ve cihad eri olmaları gerekiyor eşlerin. Yol çetin, yol arkadaşı güçlü gerek.
Kur’ân-ı Kerim’de Kıyâmet günü azaptan kurtulacak mü’minlerin vasıfları anlatılırken şöyle buyrulur: “Ve onlar ki, ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!’ derler.”1639 Göz aydınlığı olacak eş ve zürriyetlerin, takvâ sahibi olması, hatta Allah’tan hakkıyla sakınan ve sorumluluk bilincine sahip muttakîlere önderlik yapacak dâvâ adamı olmaları gerekiyor. Âyetteki vurguya göre, bu özelliğe sahip eş ve çocuklar, Allah’ın bağışıdır; kavlî ve fiilî duâ ile bu vasıftaki eş ve çocuk talep edilmelidir.
Unutmayalım, insan ömrünün hak dini seçip ona uymaktan sonra en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir. İyi bir eş de iyi bir mü’minden olur.
Kefâet/Küfüv; Evlenecekler Arasında Denklik ve Uyum
Evlenecek çiftler arasında, dinî, iktisâdî ve sosyal seviye bakımından yakınlık ve denkliğin var olmasına kefâet denir. Sözlükte denk, eşit, benzeri olma1640 gibi mânâlara gelen kefâet'in gözetileceğine dair Kur'ân-ı Kerîm'de bir nass yoktur. 1641
Evlenmede kefâet erkek tarafında aranır. Yani erkeğin, alacağı kadına müslümanlık, nesep, hürriyet, meslek ve zenginlik vb. hususlar bakımından denk durumunda bulunması, velî kontrolü dışında evlenen kadını korumak için öngörülmüştür. Kefâetin esaslarını Hanefî mezhebi tesbit etmiş. Şâfiî ve Hanbelî
1635] 64/Teğâbün, 14
1636] 64/Teğâbün, 15
1637] 9/Tevbe, 119
1638] 49/Hucurât, 15
1639] 25/Furkan, 74
1640] İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, I, 139; Zebîdî, Tâcü'l-Arûs, l, s. 107-108
1641] H. Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1982, I, 253; M. Akif Aydın, İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul 1985, s. 27
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mezhepleri ise hemen hemen onları izlemişlerdir. İmâm Mâlik ise yalnız müslümanlıkta, ayıplardan selâmeti denklik için yeterli görmüştür.
Eşlerin karşılıklı huzûr ve sükûn bulmaları, evlilik birliği içinde birtakım maslahatların gerçekleşmesi, karı-kocanın birbirine denk olmasıyla kolaylaşır. Evlenmede kefâete itibar edilip edilmemesi konusunda iki görüş vardır. Hasan el-Basrî (ö. 110/728), Sevrî (ö. 161/778) ve Ebü'l-Hasan el-Kerhî (ö. 340/952) gibi bazı hukukçular "İnsanlar tarak dişleri gibi eşittir. Arab'ın yabancıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâdadır"1642 “Allah katında en şerefliniz takvâ bakımından üstün olanınızdır.”1643; "Arabın takvâ dışında yabancıya bir üstünlüğü yoktur."1644 gibi âyet ve hadislerin mutlak eşitliğe delâlet ettiği gerekçesiyle kefâeti kabul etmemişlerdir. 1645
Buna göre, soy-sop, ile övünmeyi kötüleyen ve Allah nezdinde şerefin yalnız takvâ ile olacağını ifade eden âyet ve hadisler denklikte muteber olanın yalnız din olduğunu, başka bakımlardan denkliğe gerek olmadığını göstermektedir. Gerçekten Hz. Peygamber devrinde denkliğin gözetilmediğine dair uygulamalar da vardır. Ezcümle: Bilâl (r.a.), Ensar'dan birisinin kızını istemiş, bu istek geri çevrilmişti. Sebep, arada denkliğin bulunmayışı idi. Hz. Peygamber, Bilâl'a şöyle buyurdu: "Git, onlara; Allah'ın Rasûlü size, beni evlendirmenizi emrediyor, de." Denkliği gözetmek gerekseydi önce buna Allah'ın Rasûlü uyar ve böyle bir emir vermezdi. Yine Ebû Taybe, Beyâda Oğullarından kız istedi. Denklik bulunmadığı için kızı vermek istemediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ebû Taybe'yi nikâhlayın. Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur." 1646
Kefâete karşı olanlara göre, evlenmede kefâet şart olsaydı bu, kısasta da aranırdı. Hâlbuki kısasta denklik aranmaz. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise evlenmede kefâetin lüzum (bağlayıcılık) şartı olduğu görüşündedir. Delilleri arasında şu iki hadisi zikretmek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Ali (r.a.)'a hitâben şöyle buyurmuştur: "Üç şeyi geciktirme: Vakti geldiğinde namazı, hazırlandığında cenâzeyi, dengini bulunca evlenmeyi."1647 Bir başka hadiste Hz. Peygamber: "Kadınları denkleriyle nikâhlayınız, onları velileri evlendirsin, on dirhemden az mehir yoktur" buyurmuştur. 1648
İbnü'l-Hümâm bu konudaki hadislerin zayıf olduklarını ancak çeşitli yollardan birbirlerini destekleyerek kuvvetlendirdiklerini ve Hasen mertebesine ulaştıklarını, mananın sübutu konusunda zann-ı yakîn hasıl olduğunu söylemektedir.1649 Bu ve benzeri delillerden hareket ederek kefâete itibar eden fukaha denkliğin hangi yönlerden ele alınacağında ihtilâf etmişlerdir. Hanefîlere göre Kefâet 6 yerde aranır. Bunlar: Dindarlık, İslâm, hürriyet, nesep, mal ve meslektir.
1642] Sem'ânî, Sübülü's-Selâm, Beyrut 1407/1987, III, 274
1643] 49/Hucurât, 13
1644] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, III, 266
1645] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyî, Kahire 1327-28/1910, II, 317; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1315-18, II, 417; M. Ebû Zehra, el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 136, dipnot: 1
1646] el-Kasâm, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 317
1647] Tirmizî, Salât 13, Cenâiz 73; Ahmed bin Hanbel, I/105; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Kahire 1357/1983, VI, 128
1648] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, Riyad 1393/1973, III, 196; Diğer hadisler için bk. Şevkânî, a.g.e., VI/127-130
1649] a.g.e., II, 417
NİKÂH VE TALÂK
- 359 -
Malikîler, din ve muhayyerliği gerektiren kusurlardan sâlim olma, Şâfiiler, din, hürriyet, neseb ve muhayyerliği gerektiren kusurlardan sâlim olma, Hanbelîler de din, hürriyet, neseb, mal ve meslek konusunda kefâet aramaktadırlar.1650
1. Dindarlık: Dinî hükümlere bağlılığı olmayan, ahlâkî yönden zayıf bulunan kişiler (fâsık), iffetli, saliha bir kadının dengi değildir. Böyle bir evlilik halinde kızın velisi nikâhı fesih hakkına sahiptir. Bu görüş İmam Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf'a aittir. İmam Muhammed ise dindarlık ve takvânın ahireti ilgilendiren bir konu olduğu fikrinden hareket ederek kefâette dindarlığa itibar edilmeyeceği görüşündedir. 1651
2. İslâm: İslâmiyet itibariyle kefâet, Arap olmayan milletlerde aranmaktadır. Buradaki kefâet erkeğin baba, dede gibi "asl"ını ilgilendiren bir durumdur. Aile içinde sadece kendisi müslüman olan erkek, kendisi ve babası müslüman olan bir kadına denk değildir. Yine kendisi ve babası müslüman olan erkek, babası ve dedesi müslüman olan kadına denk değildir. Ebû Yusuf sadece babanın müslüman oluşunu kefâet için yeterli görmüştür.1652 Aynı zamanda müslüman olmayan bir erkek müslüman hanıma denk olmayıp onunla evlenmesi zaten caiz değildir.
3. Hürriyet: Cumhur'a göre köle hür olana denk değildir. 1653
4. Neseb: Bu konudaki kefâet Araplar arasında geçerlidir. Arap olmayanların Araplara denkliği yoktur.1654 Bu görüş çeşitli tenkidlere maruz kalmıştır. Muasır İslâm Hukukçularından Vehbe ez-Zühaylî kefâete nesebe itibar etmenin, eşitliğe davet eden ve ırkçılığa savaş açan İslâm'ın genel yapısına aykırı olduğunu, İslâm'ın diğer milletler arasında yayılmasının bu esasın bir sonucu olduğunu, ayrıca çoğunluğun bu konudaki delillerinin zayıf olduğunu, uygulamada neseb açısından kefâete itibar edilmeyen birçok olay ve delil mevcut bulunduğunu söylemekte ve örnekler vermektedir. 1655
5. Mal: Mal konusunda kefâet İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre mal ve servetin tamamını kapsar. Mehir ve nafaka dışında, erkeğin evleneceği kadının servetine denk bir mala sahip olması gerekir. Ebû Yusuf ise mehir ve nafakayı temine muktedir olan erkeğin daha fazla mala sahip zengin kadına denk olduğu görüşündedir. Fetva Ebû Yusuf'un görüşüne göredir. Nafaka dışında başka mala sahip bulunmayan yüksek mevki ve makam sahibi kişiler, mehir borcunu zenginlik zamanında ödemek üzere geri bırakmaları durumunda zengin kadına denk sayılırlar. 1656
6. Meslek: Evlenecek erkek ile kadının velilerinin iş ve meslekleri arasında
1650] el-Kâsânî, a.g.e., II, 317-320; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 417 vd.; Düsûkî, Hâşiye ala Şerhi'd-Derdîr, Kahire, ts. II, 248 vd.; Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc, Kahire 1958, III, 164; Şîrâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1379/1959, II, 40; Behûtî, Keşşâfu'l-Kınâ, Beyrut 1402/1982, V, 67 vd.; İbn Kudame, el-Muğnî, Kahire, ts., VI, 480 vd.; M. Ebû Zehra, el-Ahvâlü's-şahsiyye, Kahire 1368/1948, s. 136 vd.
1651] el-Kâsânî, a.g.e., II, 320; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 422-423; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 140
1652] M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 138
1653] el-Kâsâni, a.g.e., II, 319
1654] el-Kâsânı, a.g.e., II, 318-319; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 137
1655] Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, VII, 244-245
1656] el-Kâsânî, a.g.e., II, 319-320; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., II, 422-423; Damad, Mecmau'l-Enhur, İstanbul 1328, I, 341-342; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 139-140
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeref ve itibar bakımından büyük bir farkın bulunmaması halidir. Sanat ve mesleklerin itibar bakımından yer ve zaman, kişilere göre değişmesi sebebiyle hangi mesleğin diğerine denk olduğu konusunda bir kural koymak mümkün değildir. Bu hususta örf-adet ve toplum anlayışını dikkate almak uygundur. Meslekte kefâete itibar Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür. Ebû Hanife'den bu konuda olumlu ve olumsuz iki görüş nakledilmiş olmakla birlikte açık olan itibar edilmemesidir.1657 Mâlikî hukukçular böyle bir şartın asla gerekli olmayacağını ve bunun İslâm'ın ruhuna aykırı olduğunu ifade ederler.
Evlilik akdinde kefâete itibar lüzum (bağlayıcılık) şartıdır. Kadın kendisine denk olmayan erkekle evlendiğinde akit sahih olmakla birlikte velilerin evliliğe itiraz ve fesih hakları vardır. Bu haklarını kullanmadıklarında akit lüzum ifade eder (bağlayıcı hale gelir). 1658
Kefâet kadın ve velîlerin hakkıdır. Âkıl ve bâliğa olmuş bir kadın kendine denk bir erkekle evlenebilir. Bu durumda velî'nin itiraz ve fesih hakkı yoktur. Velî, kadını denk olmayan birisiyle evlendirmesi durumunda kadının itiraz ve fesih hakkı vardır. Bu konuda ittifak vardır. Fesih hakkı asabeden olan velilere aittir. Kadının hamileliği açıkça ortaya çıkmadıkça evliliği sona erdirebilirler. Velîlerin birden fazla olması durumunda Ebû Hanîfe ve imam Muhammed'e göre bir kısmının evliliğe rızası diğerlerinin fesih hakkını düşürür. Onlara göre bu bir haktır ve bölünemez. Maliki, Şafii, Hanbelîler ve Hanefilerden Ebû Yusuf ve Züfer'e göre ise eşit seviyedeki velîlerin her birinin ayrı ayrı fesih hakları vardır. Birisinin kefâet konusundaki hakkını düşürmesi diğerininkini düşürmez. Yine çoğunluğa göre kefâet erkeklerin kadınlara denkliği konusunda aranır ve akdin başlangıcına ait bir konudur. Evlendikten sonra kefâetin bozulması akde zarar vermez. 1659
Ayrıca kadın emsal mehrinden az bir mehirle evlenmişse velî hâkime başvurarak, bu evliliği feshettirebilir. Ancak nikâh mehrin eksik olmasıyla sakatlanmışsa, Ebû Hanîfe'ye göre, önce erkekten mehir tamamlaması istenir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, eksik mehirden dolayı velilerin itiraza ve nikâhı feshe hakları yoktur. Çünkü mehrin on dirhemden fazla miktarı kadının hakkı olduğundan, bunun üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebilir. 1660
Kefâetin yokluğu sebebiyle karı-kocayı ayırmak hâkimin hükmü ile olur ve vukubulan fesih, talâktan sayılmaz. 1661
Sonuç olarak, evlilikte İslâmî şuurdan yoksun velilerin, özellikle kadın üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmayı ve kadını korumayı amaçlayan denklik meselesi, evlenilecek kadını seçmede önemini kaybeder. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: "Kadın dört şey için nikâh edilir; malı, aile şeref i, güzelliği ve dindarlığı
1657] el-Kâsânî, a.g.e., II, 320; Dâmad, a.g.e., I, 342; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 140-141; O. N. Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1985, II, 67
1658] el-Kâsânî, a.g.e., II, 317; Düsûkî, a.g.e., II, 249; Şirbînî, a.g.e., III, 164; Şîrâzî, a.g.e., II, 40; Behûtî, a.g.e., II, 67
1659] el-Kâsânî, a.g.e., II, 317-320; İbnu'l-Hümâm, a.g.e., II, 424; Düsûkî, a.g.e., II, 249; Şirâzî, a.g.e., VI, 40; Şîrbînî, a.g.e., II, 164; İbn Kudâme, a.g.e., VI, 481; Behûtî, a.g.e., V, 65; M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 142-145; Zühaylî, a.g.e., VI l, 234 vd.
1660] Geniş bilgi için: es-Serahsî, el-Mebsût, V, 22, 30; elKâsânî, a.g.e., II, 317, 321; İbnü'l Hümâm, a.g.e., II, 417, 426; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, s. 259-269
1661] Ö. N. Bilmen, a.g.e., II, 70-71
NİKÂH VE TALÂK
- 361 -
için. Ey eli toprak olası insanoğlu, sen dindar Ye ahlâkı güzel olanını tercih et."1662 Burada, kadın bakımından "dindarlık ve ahlâk güzelliği"ne dikkatin çekilmesi, diğer vasıfların aranmayacağı anlamına gelmez. Ancak mü'minlerin evliliklerinde ilk aranacak vasfın bu olduğunu ifade eder. 1663
Başlık Parası
Kimi bölgelerde, evlenirken damadın kaynatasına ödemesi görenek olan topluca paraya, bilindiği gibi “başlık” parası denir. İslâmî hayatta yeri olmayan, Hz. Peygamber'in yürürlükten kaldırdığı, ancak bugün bile bazı toplumlarda varlığını sürdüren bir âdettir. Bazı yörelerde buna "ağırlık" veya "kalın" da denir.
Asrımızda bazı müslüman topluluklarda kız babaları, hakları olmadığı halde, kızlarını verdikleri erkeklerden veya erkek tarafından "başlık" adı altında bir para veya mal almakta ve ekseriya bu parayı kızlarının satış bedeli olarak telakkî ettiklerinden, kızlarına vermemekte; kızlarının düğün giderleri için sarfetmemekte ya da cüz'i bir miktarını harcamaktadırlar. Bu durum özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da görülmektedir.
İslâm'ın gelişinden önce toplumda kadına gereken değer verilmiyordu. Kadın alınıp-satılan bir mal durumundaydı. İslâm kadını insan olarak erkekle aynı haklara sahip kıldı; ona inanç, ibâdet ve ahlâk sistemindeki müşterek yükümlülüklerinin yanı sıra, muâmelâtta da şahsiyet, mülkiyet ve benzeri haklar kazandırdı. İslâm dini evlilik müessesesinin kolay teşkîli için azamî kolaylığı sağlamış, evliliği zorlaştıran unsurlardan da sakındırmıştır. Yukarıda izah edildiği şekliyle başlık almak İslâm'da yasaklanmıştır. Başlık evlenmeleri güçleştirmektedir. Buna karşılık Kur'an-ı Kerîm "Kadınlara mehirlerini cömertçe verin, eğer ondan gönül hoşluğu ile size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin."1664 buyurarak "mehir" adıyla bir evlilik (nikâh) bedeli koymaktadır. İslâm'ın kuralı olarak mehrin özüne vâkıf olunduğunda evlilik olayı kolaylaşır.
Mehir, kadının nikâh akdi ile kocasından hak ettiği maldır ve bunu kocasından alır.1665 Evlenen kadın mehir adıyla bir mala hak kazanır. Mal ile değişimi mümkün olan bir menfaat da mehir olabilir. Mehir kadınlardan istifade karşılığında bir bedeldir. Mehir verilmesi, kadınların değerini yüceltme, ihtiyaçlarını karşılama, çeyiz tedâriki, istikbâllerini güvence altına alma ve nikâhın önemini belirtme gibi ilâhî hikmetleri ihtiva eder.
Mehir kadının hakkı olduğu için tasarrufu da ona aittir. Kadının velîsi ancak kadının izniyle mehri kullanabilir. Kadının izni olmadan hiç kimse mehri kullanamaz ve bu mehirden istifade edemez. İzinsiz tasarruf haramdır.1666 Mehir miktarını fazla tutmamak, evlenecek erkeğin mali durumuna göre ayarlamak gerekir. Bu konuda sosyal bakımdan önemli olan, mehrin insanların güç yetirebileceği bir derecede Olması ve kızlarla evliliğin arasını açıp sosyal zararı olan bir hal almamasıdır. Kız tarafı mehir talebinde katı davranmamalıdır. Mehrin fazlalığının çok
1662] Buhârî, Nikâh, 15; Ebû Dâvud, 2; Nesâî, Nikâh, 13; İbn Mâce, Nikâh, 6; Dârimî, Nikâh, 4; Mâlik, Muvatta', Nikâh, 21; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 428
1663] Saffet Köse, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.3, s. 327-329
1664] 4/Nisâ, 4
1665] Ömer Nasûhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1985, II, 10
1666] Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, II, 140
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defa genç kız ve erkeklere ahlâkî bakımdan zararı da olmuştur.1667 Peygamber Efendimiz (s.a.s.) "Mehrin hayırlısı kolay (az) olanıdır."1668 buyurarak mehrin az ve ödenebilir olmasını tavsiye etmiştir.
Başlığı mehirle mukayese etmek gerekirse; mehir nikâh akdi sırasında tespît edilen ve kadına ait olan bir mal veya bedeldir, babanın bunda bir hakkı yoktur. Başlık ise satış bedeli olarak telâkki edilmektedir. Hür insan satılamayacağına göre, bu para satış bedeli olamaz; rüşvet mahiyetinde olup haramdır. İslâmî bilgisi olmayanlar, istedikleri bu parayı mehre benzeterek, hareketlerine meşrûiyet kazandırmağa çalışmaktadırlar. İslâm hukukuna göre bu parayı vermiş bulunan bir erkek, kız babasından bu parayı geri isteme hakkına sahiptir. Elde mevcut değilse, ödetme yoluna gidebilir.
İslâm'a teslim olmuş bir kimse, haram olan bu parayı kabul etmemeli cehalet sebebiyle almış bulunuyorsa geri verme asaletini göstermelidir. 1669
Nişan, Nişanlanma
Evlenme isteği üzerine verilen söz ile yapılan akit ve merasimlere nişan denir. Nişan merâsimi nikâh sayılmaz. Evlenecek kadınla erkeğin birbirini daha iyi tanımaları, eksiklerin tamamlanması, öğrenim ve askerlik gibi bir kısım engellerin aşılması, resmî bazı formalitelerin tamamlanması, belli bir zaman tahsisini gerekli kılar. Yani söz kesilir kesilmez, hemen nikâh akdi yapmak çoğu zaman mümkün olmaz. İşte, sözle nikâh arasında geçen bu döneme "sözlülük veya nişanlılık" denir. Arapçada "hutbe" kelimesiyle ifade edilen bu müessese, sözlükte; kız istemek, söz vermek, söz kesmek ve nişanlanmak anlamlarına gelir.
İslâm'da, ömür boyu beraber yaşayacak olan eşlerin, evliliğe karar vermeden önce gereken tedbirleri alması, iyi düşünmesi gerekmiş ve bunun için de evleneceklerin görüşmesi âdet hâline gelmiştir. Ancak nişanlıların nikâhtan önce birbirlerine haram olduklarından dolayı birbirlerinin vücutlarına dokunmaları, samimî ilişkileri câiz değildir. Evlenecek eşlerin daha önceden birbirlerini görmeleri mümkün ve câizdir. Bakılacak yerler ellerle, yüz ve ayaklardır. Muğîre (r.a.) bir kadınla evlenmek istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine: "O kadına bak, çünkü bakmak yıldızınızın barışması için daha uygundur" buyurmuştur.1670 Yine Allah'ın Elçisi, Ensar kadınlarından biriyle evlenmek isteyen bir sahâbiye; "Git ve ona bak, zira Ensar kadınlarının gözlerinde bazı göz kusurları bulunabilir." 1671
İslâm dini dünürcülük safhası ile ilgili bazı düzenleyici hükümler getirmiştir. Bu yüzden, kadın, dünürcülere müsbet cevap vermiş, söz kesilmiş, nişan yapılmışsa, artık bu kadına bir başka erkek dünür gönderemez. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz din kardeşinin dünürlüğü üzerine dünürlük göndermesin. Ta dünür gönderen ondan önce vazgeçinceye yahut kendisine izin verinceye kadar" 1672 Teklif kadın tarafından reddedilmişse, bu takdirde ikinci bir
1667] Dr. Ömer Ferruh, İslâm Aile Hukuku, Trc. Prof Dr. Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul 1969, 119-120
1668] el-Câmiu's-Sağîr, II, 241
1669] Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 206-207
1670] Tirmizî, Nikâh, 5
1671] Müslim, Mesâi
1672] Buhârî, Nikâh, 45
NİKÂH VE TALÂK
- 363 -
isteme câizdir. İlk teklif sahibi, ikincisine izin vermişse, bu takdirde ikinci teklif serbesttir.
İslâm hukuku, nişanlıları evlenmeye mecbur etmemiştir. Ancak meşrû bir sebep olmaksızın nişanı bozmak mekruh veya haram sayılmıştır. Nişanın bozulması halinde, daha önce mehir verilmiş ise, bunun iâdesi gerekir. Nişanlıların birbirlerine verdikleri hediyelere gelince... Bu konuda hîbeden dönme hükümleri uygulanarak, bunlar mevcutsa aynen iade edilir. Kullanılmış ve artık mevcut değilse bir şey gerekmez. Şâfiîlere göre, hediyeler duruyorsa aynen, kullanılmış ve yok olmuşsa bedeli bakımından iade edilirler. Mâlikîlere göre ise, nişanlanma ve evlenme örf ve âdetin çok rol oynadığı bir saha olduğu için, hediyeler konusunda o beldenin örfüne uyulur. Örf kaidesi yoksa ve nişanı erkek bozmuş olursa, kadın verilen hediyeleri iâde etmek zorunda değildir. 1673
Düğün; Nikâhın İlânı
Evlilik münasebetiyle düzenlenen tören ve merasimlere Türkçede düğün denilmektedir. Yeni bir hayat başlangıcı demek olan evlenmelere düğün adı altında düzenlenen eğlence ve törenlerle, neşe ve sevinç içinde girilmesi, dünyanın hemen her yerinde âdet halindedir. Ancak düğün gelenek ve âdetleri milletlere hatta yörelere göre değişiklik gösterir.
Evlilik gibi mühim bir hadisenin başlangıcı olan düğün konusunda İslâm'ın görüşü sorulagelmiştir. İslâm öncesi Arap örfünde bulunan düğün âdeti, İslâmî dönemde de düzeltilerek ve İslâm'a uymayan yönleri kaldırılarak muhafaza edilmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) zamanında uygulanan düğün adeti bizim için en güzel örnektir. O halde bu konudaki sünnetleri iyice öğrenmeli ve uymalıyız.
Evlenen çiftlerin yeni hayata neşe içinde geçmeleri, eş-dost ve akrabalarının, hatta tüm din kardeşlerinin bu sevinçlerinde onlara katılabilmeleri için düğün yapmayı Hz. Peygamber (s.a.s.) tavsiye etmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) yeni evlenen Abdurrahman b. Avf'a: "Düğün yap, bir koyunla da olsa ziyafet ver."1674 buyurmuştur. “İslâmî bir düğün nasıl olmalı?” sorusuna gelince; bu sorunun kesin cevabı verilmiş ve İslâmî bir düğünün hudutları hiçbir zaman kesin olarak çizilmiş değildir. Bu nedenle de dünyanın her yanındaki müslümanlar arasında, İslâm'a uygun olsa da, düğünlerde farklılıklar görülmektedir. Yani müslümanlar müşterek bir düğün şekline sahip değildirler ve bunda da herhangi bir, mahzur yoktur.
Düğün ve düğün esnasında uyulacak esas; her işimizde olduğu gibi helâl ve haram sınırını gözetmektir. Düğünlerimizde harama kaçmamak kaydıyla, kadınlar ve erkeklerin birbirlerine karışmaması, içki içilmemesi şartıyla eğlenebilirler. Düğünlerde tef çalınması, şarkı söylenmesi de Peygamberimiz’in (s.a.s.) tasvip ve teşvik ettiği şeylerdendir. Hz. Âişe’den (r.a.) rivâyet olunan bir hadîste Rasûlullah (s.a.s.) Ensar'dan bir kadının düğününden dönen Hz. Âişe’ye (r.a.): "Yâ Âişe herhalde düğününüzde eğlence (çalgı) yoktu, hâlbuki Ensar eğlenceyi sever." buyurmuştur. Bir başka rivâyette de: "Tefe vuracak ve şarkı söyleyecek bir câriye göndermediniz mi?" buyurunca Hz. Âişe "(Şarkı olarak) ne söylesin ya Rasûlallah?" demiş, Rasûlullah (s.a.s.) de: "Size geldik size geldik... " diye başlayan bir kaside okumuş ve "Bunu
1673] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 111
1674] Buhârî, VI/142
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
okusun!" buyurmuştur.1675 Bir başka hadiste de Hz. Peygamber (s.a.s.): "Helâl ve haram nikâh arasındaki fark (helâlinde) tef ve ses (şarkı) bulunmasıdır." buyurmuştur. 1676
Düğünlerimizde mâkul ölçüde şarkıya ve çalgıya izin verilmişse de bu gibi şeylerde aşırıya kaçmak insanı harama düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Ayrıca, düğünlerde okunacak şarkıların muhtevası inançlarımıza aykırı olmamalı ve isyana, harama teşvik etmemelidir. Çünkü harama vesile olan her şey haramdır. 1677
Velîme; Düğünde İkrâm
Düğün münasebetiyle verilen yemek. Sevinç ve saadet ifade eden her türlü merasim sebebiyle verilen ziyafetlere de velime dendiğini söyleyen olmuştur.1678 Düğünler neşe ve saadet günleri olduğu için, hem sevincin ortaya konması, hem de dost ve fakirlerin doyurulmasına vesile olması yüzünden davetlilere düğün yemeği vermek güzel bir davranıştır.
Câhiliyye döneminde de velîme geleneği mevcuttu. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hatice vâlidemizle evlenirken velime cemiyeti tertip etti. İki deve kestirerek halka yemek verdi. Amcası Ebû Tâlib de bu münasebetle evinde ziyafet tertipleyerek Hz. Peygamberi ve Hatice anamızı da davet etti. Rasûlüllah, diğer hanımlarıyla evlenirken de düğün yemeği vermiş; önceden sadece gelenek olan velîme Rasûlüllah'ın tatbikatıyla sünnete dönüşmüştür. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbına da bu hususta tavsiyede bulunmuştur. Nitekim Abdurrahman bin Avf'ın evlendiğini duyunca: "Bir koyun keserek de olsa düğün yemeği ver"1679 demiştir. Hz. Ali ile Hz. Fâtıma validemizin düğünlerinde de bu sünnetin canlı olarak yerine getirildiğini görmekteyiz. Hz. Ali bu iş için, yarım ölçek arpa almak üzere zırhını bir yahudiye rehin bırakmıştı. Birkaç kesilmiş, çekirdeği çıkarılmış kuru hurma, un, yağ ve yoğurt karıştırılarak yapılan bir yemek ve arpa ekmeği sunulmuştur. O günün şartlarına göre bu, iyi bir ziyafet sayılırdı. 1680
Hz. Peygamber, Zeynep validemizle evlendiğinde bir koyun kesmiş, Safiyye validemizle izdivacında da hurma ve sevik (kavut) ikram etmiştir. Düğün ziyâfetinin şekli, ikram sahibinin mâli gücüne ve cömertlik durumuna göre değişir. Hz. Peygamber, insanların en cömerdi olduğu halde bazı düğünlerinde et ve ekmek ikramı yerine daha basit ikramlarda da bulunmuştur.1681
Düğün yemeklerinde haram olan şeylerin ikram edilmemesi ve gösterişten, şöhret alâmetlerinden kaçınılması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Birinci gün yemek vermek haktır, ikinci gün yemek vermek güzeldir, üçüncü gün yemek vermek riyâ ve propagandadır."1682 Ayrıca bu davetlere zenginlerle birlikte fakirlerin de çağrılması gerekir. Fakirlerin çağırılmadığı ziyafetler için Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Dâvetlerin en kötüsü, zenginlerin çağrılıp, fakirlerin
1675] Mansur Ali Nasıf, et-Tac, II-130
1676] Aynı eser
1677] Habil Nazlıgül, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.1, s. 422-423
1678] Şevkânî, Neylü'l-Evtar, VI, Mısır t,y., 198
1679] İbn Mâce, hadis no: 1907
1680] Asım Köksal, İslam Tarihi, I-II İstanbul 1981, 259
1681] İbn Mâce, hadis no: 1908-1910
1682] Ebû Dâvud, II, 307
NİKÂH VE TALÂK
- 365 -
mahrum edildiği düğün dâvetidir"1683
Meşrû olmak şartıyla bu türlü davetlere katılmak gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden her kim düğün yemeğine çağırılırsa hemen icâbet etsin!"1684 Şayet dâvetler çakışırsa Hz. Peygamberin tavsiyesine uygun olarak en yakın komşu (veya en yakın akraba) tercih edilir. Dâvetlerden birisi daha önceden vâki olduysa, önceliğe uymak gerekir.1685
Düğündeki ikram ve eğlencelerin İslâmî kaidelere uygun olması esastır. Uygun olmayan ziyafet ve merasimlere katılmanın dinî hükmüne gelince: Şayet merasim ve ikramların gayri meşru tarzda olacağı önceden belliyse bu türlü davetlere katılmamak gerekir. Eğer mahiyeti önceden bilinmeden icabet edilip, bilahare gayri meşruluğu ortaya çıkarsa; mümkünse haramlara mani olunur, değilse sabredilip oturulur. Şayet bu durumdaki kişi; söz ve davranışları ölçü kabil edilen örnek ve dinî manada önder bir kişiyse haramları engelleyemediği takdirde bu türlü meclisleri terk eder. Aksi halde onun bu hareketi başkalarına örnek olur, günah işleme ve kötülüğe razı olmaya bir nevi ruhsat kabul edilebilir. 1686
Ziyafet sofrasında içki içiliyorsa, kim olursa olsun sofrada oturmaması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allah ve âhiret gününe iman eden kimse, içki içilen sofraya oturmasın." 1687
Günümüzdeki dâvetlerde genellikle İslâmi prensiplere uyulmamakta, içki, kadınlı erkekli dans vs. gibi dinen yasak olan her türlü davranışlar sergilenmekte, arkasından da Kur'an-ı Kerim ve mevlid okutulmaktadır. Birbirine taban tabana zıt olan bu manzaralar toplumumuzdaki dinî ve millî zaafı açıkça ortaya koymakta, batı taklitçiliği uğruna neleri feda ettiğinizi ve ikili bir şahsiyete daha doğrusu şahsiyetsizliğe büründüğümüzü göstermektedir.
Aile müessesesi kutsaldır ve toplumun temelini teşkil eder. Böyle kutsal bir müessesenin, haramlar üzerine değil, kutsal prensip ve davranışlar üzerine bina edilmesi gerekir. Yanlışlar üzerine doğrular bina edilmez. 1688
Nesil Emniyeti
Nesil emniyetini kavrayabilmek için "aile nedir?" sualine cevap bulmak zorundayız. Önce "aile" kelimesi üzerinde duralım. Bakıma muhtaç olmak ve fakir düşmek gibi mânâlara gelen "ayle"den türemiş, arapça bir kelime ile karşı karşıyayız. Istılâhta; temelini ana babanın teşkil ettiği, kan ve süt bağıyla birbirine bağlı ferdlerden oluşan küçük topluluğa aile denir. şeklinde tarif edilmektedir. Ayrıca, nikâhları birbirine müebbeden (edebiyyen) haram olan ferdler de, aileden sayılır. Birçok ansiklopedide ailenin "anne-baba ve çocuklardan meydana gelen topluluktur" şeklindeki tarifine rastlarsak da, buna katılmak mümkün değildir. Çünkü tarif "efradına câmi, ağyarına mani" olmak zorundadır. Aile sisteminin, Hz. Âdem (a.s.)'a indirilen on suhufla teşkil olunduğu, ilk ailenin Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havvâ’dan (r.anhâ) meydana geldiği gerçeği inkâr olunamaz
1683] İbn Mâce, hadis no: 1913
1684] İbn Mâce, hadis no:1914
1685] Şevkânî, a.g.e., II/203
1686] Merginânî, el-Hidâye, IV, 80
1687] Şevkânî, a.g.e., XI, 206
1688] Ali Rıza Temel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 339
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Âdem’in (a.s.) kıssası Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldığı gibi, İncil ve Tevrat'ta da yer almıştır. Bu durumda müslümanların, nasranilerin ve yahudilerin; ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e (a.s.) inanmaları zarûridir. İnsanı, maymunun evrim geçirmiş şekli kabul eden darwinizmi esas alanlar, müslüman olamıyacakları gibi, nasrâni ve yahudi de (yani ehl-i kitap) olamazlar. Hz. Âdem’in (a.s.) iki oğlu arasında (Habil ile Kabil) cerayan eden kanlı mücâdelenin, temelde aile sistemine dayandığı dikkate alınırsa, "nesil emniyeti"nin önemi kavranır. Habil'e nikâhlaması suhuflarla sabit olan İklima'ya gönlünü kaptıran Kabil; aile sistemini heva ve heveslerine kapılarak değiştirmek istemiştir. Kardeşi Habil'i öldürerek hedefine varmaya kalkan Kabil, ideolojik sistemlerin kurucusu olarak kalmamış, ilk katliamı da gerçekleştirmiştir. Günümüzdeki bütün ideolojilerin temelde "katliam"a dayanması, Kâbil kompleksinin tabii bir sonucudur. Bu noktada Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in "Hiçbir âdemoğlu zulm ile öldürülemez. Ancak onun kanının günahından Âdem (as)'in oğlu Kabil'e bir pay ayrılır. Çünkü bu cinayeti âdet edenlerin önderi (lideri) odur"1689 meâlindeki hadis-i şerifini iyi düşünmek durumundayız.
İmam Gazzâlî: "Zina eden erkek ve kadınların cezalandırılması, nesil emniyetinin tahakkuku içindir" hükmünü zikrediyor.1690 Bilindiği gibi dâru'l-İslâm'da, zinâ eden erkek ve kadın, bekâr ise yüz değnek cezasına, evli iseler recm'e tâbi tutulurlar. Ancak, dâru'l-harpte bu cezâlar uygulanamaz. Zira nesil emniyeti yoktur. Dolayısıyla hadd-i zinâ ve recm'in uygulanmadığı toplumlar, "dâru'l-harp" özelliğini taşırlar. Türkiye'de, genelevlerin bile devletin resmî izniyle işletildiği, zinânın kitle yayın organları (TV, radyo, gazeteler vs.) ile övüldüğü ve şer'î muâmelelerin yasaklandığı gerçeği gizlenemez. İslâm dini; erkek ve kadınların, birbirleri üzerine hüküm koyma, hak ve yetkilerini tayin etme fiillerini kabul etmemiştir. Her iki cins de, "Allah (c.c.)'ın indirdiği hükümlere" boyun eğmek ve İslâmî bir hayat yaşamak zorundadırlar. Bu sebeple İslâın toplumlarında "feminizm" diye isimlendirilen felsefî cerayanların etkisi görülemez."Nesil emniyeti" ile yakından alâkalı bir ıstılah da fuhuştur. Fuhuş, lûgatta söz ve işin çok çirkin olması, hududu ve ölçüyü aşmak, kötü olarak bilinen her türlü söz ve iş mânâlarına gelir. Câhiliyye döneminde açık ve gizli olarak yapılan zinâ, İslâm dini tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Ayrıca zinayı teşvik eden müzik ve bunun gibi bütün yollar haram kılınmıştır. Türkiye'de olduğu gibi, câhiliyye döneminde de, açık yerlerde yapılan zina kötü görülürdü. Ama gizli ve kimsenin göremiyeceği yerde yapılanı katiyyetle ayıplamazlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Açık olsun, gizli olsun fuhşiyata yaklaşmayınız"1691 emri, "gizli olan" fuhşu da kesinlikle haram kılmıştır. Muhkem ve müfesser âyetlerle ve hükmü kat'iyyet ifade eden mütevatir sünnetle, "aile"nin nasıl teşekkül edeceği izah buyrulmuştur. Bu hududların dışındaki her türlü ilişki (siyasî yönetimler, kanunlarla tâyin etse de, etmese de) fuhuştur. Çünkü insanların kendi hevâ ve hevesleriyle, aile sistemi kurmaları kat'iyyen haramdır. Aile İslâm'ın belirttiği hududlarla teşekkül eder. 1692
Teaddüd-i Zevcât/Poligami
Teaddüd-i zevcât: Birden çok kadınla evlenmek, nikahlı eşlerin birden çok
1689] Buhârî Muht. Tecrid-i Sarih Terc., c. IX, s. 83, hadis no: 371
1690] İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa Min ilmû'l Usûl, Beyrut, l937, c. I, sh. 87 vd.
1691] 6/En'âm,151
1692] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y. s. 268-270
NİKÂH VE TALÂK
- 367 -
olması demektir. Bir erkeğin aynı anda dörtten fazla kadınla evli bulunması câiz değildir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: “Eğer yetim kızlar hakkında (adaleti yerine getiremeyeceğinizden) korkarsanız sizin için helal olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Eğer bu şekilde de adalet yapamamaktan endişe ederseniz, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz cariye ile yetininiz. Bu, sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır.”1693
Ayetteki "ikişer, üçer, dörder" ifadesi toplam olarak dörtten fazla sayıyı kapsamaz. Hz. Peygamber'in şu hadisleri âyeti tefsir eder: "Abdullah b. Ömer (r. anhümâ) şöyle demiştir: Gaylân es-Sakafî, câhiliye devrinde nikâhı altında on kadın varken İslâm'a girdi. Onunla birlikte eşleri de Müslüman oldular. Rasûlüllah (s.a.s.), bu eşlerden dört tanesini seçmesini emretti"1694 Kays b. el-Hâris'ten şöyle dediği nakledilmiştir: "Nikâhım altında sekiz kadın olduğu halde Müslüman oldum. Nebî (s.a.s.)'e giderek, durumu anlattım. Bana: “Onlardan dört tanesini seç!” buyurdu"1695 Nevfel b. Muâviye, beş kadınla evli iken İslâm'a girmişti. Nebî (s.a.s.) ona; "Dördünü tut, diğerinden ayrıl"1696 buyurmuştur.
Zâhirîler ve İmâmiye erkek için dokuz kadınla evlenmenin caiz olduğu görüşündedirler. Onlara göre, "ikişer, üçer ve dörder" ifadesindeki "vav"lar tercih için değil, toplama içindir. Ancak Arap dilinde bu gibi hitaplar vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a mahsustur"1697 âyetinde, meleklerin kanat toplam sayısı değil, ayrı grupların kastedildiği açıktır. İslâm'dan önce Arabistan'da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde uygulandığı kabul edilir. Ancak çok eşlilik daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi. 1698
Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil'de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak mevcuttu.1699 Tevrat'da Dâvud (a.s.)'ın bir kaç kadınla evlendiğinden söz edilir.1700 İncil'de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur. Bu yüzden XVI. asra kadar Hıristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof Herbert Spenser'e göre, XI. asırda İngiltere'de kadının başka bir erkeğe belli bir süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır. 1701
Hz. Peygamber de çok evli idi. Bunun dinî, ictimâî, siyasî, terbiyevî bir takım hikmetleri vardır. O'nun çok evliliğinin asıl amacı sahabe hanımlarına bir kaç muallim yetiştirmektir. Çünkü bir toplumun yarısı kadındır. Kadınlar da, erkeklerin yükümlü olduğu hükümlerle yükümüdür. Kadınlar kendileriyle ilgili gizli meseleleri Hz. Peygamber'den sormaya çekinirlerdi. Ay hali, lohusalık, cünüplük, vb. konular bunlar arasındadır. Allah elçisinin edeb ve hayası da bunları cevaplamaya engeldi. İşte Hz. Peygamber'in aileleri, özellikle hanımlarla ilgili şer'î
1693] 4/Nisâ, 3
1694] eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VI, 159 vd
1695] Ebû Dâvud, Talâk, 35
1696] eş-Şevkân, a.g.e., VI, 149
1697] 35/Fâtır, 1
1698] Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 11, 112, 113
1699] Mahmut Es'ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912, s. 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175
1700] Samuel, 2/12, 7/8
1701] Mustafa es-Sibâî, el-Mer'e beyne'l-Fıkh ve'lKânun, s. 210 vd
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükümleri, diğer kadınlara tebliğ etmede önemli rol oynamışlardır .
Kimi zaman Rasûlüllah'ın evliliği câhiliyye âdetlerini yıkıp yeni bir hüküm koymak amacına yöneliktir. Zeynep binti Cahş ile evliliği buna örnek gösterilebilir. Çünkü Zeyneb (r. anhâ) önce, Hz. Peygamberin evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise ile evlenmiş, ancak geçimsizlik sebebiyle başaramamışlardı. Câhiliyye devri örfüne göre, evlâtlığın dul kalan eşiyle evlenmek yasaktı. Cenab-ı Hak evlâtlığı kaldırarak, bunların dul kalan eşiyle evlat edinenin evlenebileceğine izin verdi ve ilk uygulama Allah elçisi ile Zeyneb’in (r. anhâ) evlenmesiyle başladı. 1702
Allah elçisinin (s.a.s.) Ebu Bekr kızı Âişe ve Hz. Ömer'in kızı Hafsa ile evlenmesi sosyal bir hikmete dayanır. İslâm onlar sayesinde güç kazanmış, aileler, hatta kabileler arasında kopmaz bağlar meydana gelmiştir. Hz. Peygamber kızı Fâtıma'yı Hz. Âli'ye biri vefat edince diğeri olmak üzere iki kızını da Hz. Osman'a vermiştir. Bu dört sahabe, Resulüllah'ın en yakın dostu, yardımcısı olup, onun vefatından sonra da İslâm toplumunu yöneten liderlerdir.
İnsanların gönüllerini bir noktada toplamak ve kabileleri birleştirmek için de evlilikler olmuştur. Nitekim Cüveyriye (r.anhâ), Müstalikoğullarının başkanı el-Hâris'in kızıdır. Bu kabile esir alınmıştı. Cüveyriye de esir düşmüştü. Kurtuluş fidyesi için Hz. Peygamber'den yardım istedi. Hz. Peygamber fidyeyi vereceğini ve kendisiyle de evlenmek istediğini bildirince de Cüveyriye kabul etti ve evlendiler. Esirleri ellerinde tutan sahabiler; "Biz Allah'ın Resulünün sihrî hısımlarını nasıl esir tutarız" diyerek hepsini serbest bıraktılar. Bu durum karşısında Müstalikoğulları topluca İslâm'a girdi. 1703
Birden çok Kadınla Evlenmenin Şartları: İslâm birden çok kadınla evlenebilmek için bir takım şartlar öngörmüştür, Bu şartlar şunlardır:
1- Eşler arasında adâletli davranmak. Bu insan gücü ile sınırlı olmak üzere yedirmek, giyim, barınma, ilgi ve muâmele konularında adaletli kavranmayı kapsar. Ancak bunun güçlüğüne Kur'an-ı Kerim'de şöyle işaret edilir: "...Eğer adalet yapamamaktan korkarsanız, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz câriye ile yetininiz”1704 Buna göre eşler arasında adalet yapmama ve zulüm yapma korkusu varsa tek eşle yetinme esası getirilmiştir. Ancak adalet sevgi, kalbin meyli, aşk gibi hususları kapsamaz. Çünkü bunlara güç yetirilemez. İslâm ise insana gücünün yetemeyeceği yükü taşıtmaz. Bununla birlikte, eşlerden birine aşırı derecede meylederek, diğerlerini sevgiden mahrum etmek yasaklanmıştır. Âyette şöyle buyrulur: "Kadınlar arasında adaletli davranmaya ne kadar gayret gösterirseniz de buna güç yetiremezsiniz. Hiç değilse birisine aşırı meyledip de diğerini (ne dul ne kocalı durumda) askılı bırakmayın.” 1705
Yukarıdaki iki âyet birlikte değerlendirildiği zaman İslâm'da çok eşlilik aslî bir kural değil, fevkalâde hâl ve şartlar bulununca baş vurulabilecek bir ruhsat olduğu sonucuna varılır.
2- Eşlerin geçimini sağlamaya gücü yetmek. İslâm'da bir erkeğin
1702] 33/Ahzâb, 37
1703] es-Sâbûnî, Tefsîru Ayâti'l-Ahkâm, 2. Baskı, Suriye 1397/1977,11, 319 vd.; İbn Sa'd, Tabakât, VIII, 116, vd.
1704] 4/Nisâ, 4/3
1705] 4/Nisâ, 129
NİKÂH VE TALÂK
- 369 -
evlenebilmesi için, tek veya daha fazla eş olsun, bunların yeme, içme, giyim ve barınma harcamalarını sağlayacak güce sahip olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Ey gençler. topluluğu! Sizden evliliğin külfetlerini yerine getirmeye gücü yeten evlensin.”1706 Evlilik külfetinin başında eşin geçim masraflarının geldiğinde şüphe yoktur.
Çok evliliğe İslâm'ın izin vermesinin Hikmetleri: İslâm'da tek evlilik, esas, çok evlilik ise istisnadır. Ona ancak ihtiyaç veya zarûret hallerinde başvurulur. İslâm hiçbir kimseye çok evliliği farz kılmadığı gibi, buna teşvik de etmemiştir. Ancak genel veya özel bazı sebepler bulununca çok evlilik mübah sayılmıştır.
Genel sebepler: Bazı beldelerde çeşitli sebeplerle erkek nüfus azalır, kadın nüfus ise normalin üstünde artabilir, Savaş sonralarında böyle durumlarda sık sık karşılaşılır. Nitekim Birinci Dünya Harbinden sonra Almanya'da bir erkeğe dört veya altı kadın düşüyordu. Bu durum karşısında Alman kadınları, erkeklerin birden çok kadınla evlenmeleri gerektiğini açıkça savunuyorlardı. Böyle bir ortamda taaddüdü zevcât, kadınları fuhuştan korumak, onlara sıcak bir yuva sağlamak, bu yolla yetim kalan çocuklarını da hikâye etmek amacına hizmet eder.
Kimi zaman da bazı beldelerde nüfusun hızlı artışını sağlamak için çok kadınla evliliğe ihtiyaç duyulabilir. Savaşta nüfusun büyük bir kısmının ölmesi gibi. İslâm'ı yaymak amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz. Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi olmuştur. 1707
Özel sebepler çoktur:
1- Kadının hastalığı, yüzünden kadınlık görevini yapamaması. Tedavi imkânı bulunmayan kadın hastalığı, kadının çocuk doğuramayacak durumda olması gibi. Böyle bir durumda hasta kadını boşayıp, başkası ile evlenmek yolu bir çare gibi görülüyorsa da kocasının ve belki çocuklarının yuvasından onu uzaklaştırmak yerine onun rıza ve muvafakatıyla ikinci bir evliliğe imkân sağlamak daha üstün bir özlük hakkı olsa gerek. Böylece ilk eşin hakları da korunmuş olur.
2- Bazı erkekler kendi eşi dışında başka bir kadına öne geçilmez istekle bağlanmış olabilir. Onu zinadan korumanın tek yolu ikinci evliliktir.
Bu duruma göre çok evliliğin mübah oluşu zaruret, ihtiyaç, özür veya geçerli bir maslahattır. Günümüz İslâm ülkelerinin bazılarında çok kadınla evlenmek hâkim iznine bağlanmıştır. Çünkü, birden çok kadınla evlenecek erkekte adalet ve nafakaya güç yetirme niteliklerinin bulunup bulunmadığını tesbit etmek bunu getirir. Bu iki niteliğin varlığı nass'larla istendiği için bunu araştırmak ve bir esasa bağlamak İslâm devletinin yetkisi altındadır.
XX. yüzyılın ortalarında yapılan aile hukukuna ilişkin konular, Tunus dışında diğer İslâm ülkelerinde çok kadınla evlenmeyi yasaklamamışlar, yalnız bazı koruma önlemleri almakla yetinmişlerdir. Suriye, Irak ve Pakistan'da çok kadınla evlenebilmek için hâkimden izin alınması şartı konmuş buna rağmen evli bir erkeğin izinsiz olarak akdettiği ikinci ve daha sonraki evlenmeler geçerli sayılmıştır.
1706] Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2,3,19; Müslim, Nikâh, 1,3; Ebû Dâvud, Nikâh, I; İbn Mâce, Nikâh, ; Nesâî, Sıyâm, 43
1707] ez-Zühaylî, a.g.e, VII, 169, 170
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak, devletin belirlediği usullere uymadığı için ilgiliye ceza verme yoluna gidilmiştir.1708
Diğer yandan Tunus kanunu çok eşliliği sert ceza tehdidi altında yasaklamış, gizli olarak çok kadınla evlenmelerin artması üzerine de 1958'de önceden belirlenen cezalar arttırılmıştır. Bu arada Tunus mahkemeleri, kanun koyucunun maksadını yorumlayarak ikinci evlenmeleri bâtıl saymıştır. 1709
Talâk/Boşanma; Allah'ın Hoşlanmadığı Mubah
Talâk; İslâm hukukunda, nikâhla kurulan evlilik bağını çözmek, ortadan kaldırmaktır. Boşama anlamında tatlîk şeklinde kullanılır. İslâm'a göre evlilikten maksat, huzurlu bir aile hayatı kurmak ve böyle bir yuvada iyi bir nesil yetiştirmektir. Ama, böyle yüce gayelerle kurulan evliliklerin hepsinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bazan ölüm ve hastalık gibi tabii engeller, bazan da geçimsizlik, münaferet, eşlerin birbirini sevmemesi, anlaşamama gibi eşlerden kaynaklanan engeller evliliğin başarı ve devamına mani olur. İslâm, evliliğin asıl gayesinden uzaklaştığı, eşlerin bir arada huzurla yaşamalarına imkân kalmadığı, ihtiyaç ve zaruretlerin gerektirdiği hallerde evliliğin sona erdirilmesine izin vermiştir. Bu izin doğrultusunda evliliğe, erkek tarafından doğrudan ya da kadından aldığı bir bedel karşılığında son verilebileceği gibi, talâk hakkını elinde tutan kadın tarafından, hakim veya hakem kararıyla da son verilebilir.
Talâkın Hikmeti: Evliliğin huzur ve mutluluk içinde devam ettirilebilmesi, her şeyden önce eşlerin birbirini sevip saymalarına bağlıdır. Hemen her evlilik bu düşünceyle kurulur. Fakat hepsinin bu hedefe ulaştığı söylenemez. Bõyle güzel ve samimi duygularla evlenenler daha sonra mutlu olamamışlar ve olmaları da mümkün değilse, ömür boyu bu müşterek hayata katlanmalarının bir anlamı yoktur. Bu durumda evliliğe son vererek ızdıraptan kurtulmaları gerekir.
İnsanı maddî ve mânevî özellikleriyle ele aldığımızda, onun her yönüyle mükemmel olmadığını görürüz. Bu nedenle, taraflardan biri, evliliğin kuruluşunda veya devamı sırasında bir hata, kusur yapmış olabilir. Bu hata veya kusurların telafisi imkansız da olabilir. Tarafların bunun cezasını bir ömür boyunca çekmeleri doğru değildir. Öyleyse çözüm, çekilmez hale gelen evliliği sona erdirmek, tarafların belki de mutlu olabilecekleri diğer bir evliliğe imkân tanımaktır.
Talâkın Hükmü: İslâm gerçekçi bir dindir. Yani hükümleri, insan fıtratında var olan gerçekler dikkate alınarak konulmuştur. İnsanı en iyi tanıyan Cenab-ı Hak, bu durumlardan haberdar olduğu için, çekilmez hale gelen evliliklerin sona erdirilmesine müsade etmiştir: “Talâk (boşama) iki keredir. Sonra ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle ayrılmak gerekir.”1710; "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda iddetleri vaktinde boşayın, iddeti de sayın..."1711 Hz. Peygamber de "Allah nezdinde helâlin en sevimsiz olanı boşamadır."1712 buyurmuştur.
1708] Suriye Medeni Kanunu, Mad. 17; Irak Med. Kan. Mad. 3-4, Pakistan Aile Hukuku Kararnamesi
1709] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 239, 240; H. Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 66-67
1710] 2/Bakara, 229
1711] 65/Talâk, 1
1712] Ebû Davûd, Talâk, 3
NİKÂH VE TALÂK
- 371 -
Bu naslardan da anlaşılacağı gibi talâk caizdir, mübahtır. Ancak, ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulması gereken bir çaredir. Talâkın genel hükmü bu olmakla birlikte, bu hüküm yerine göre değişir. Meselâ, bid'i boşamalar haramdır. Kusuru bulunmayan bir eşi usulüne uygun olarak boşamak mekruh; dindar ve iffetli olmayan eşi boşamak mendub; geçimsizlik halinde hakemlerin gerekli bulduğu boşama farz; sevilmeyen eşin boşanması ise câizdir.
Talâk Yetkisi:
a- Boşama hakkı prensip olarak erkeğindir. Evlilik hayatında yüklendiği sorumluluk ve külfet açısından erkek buna daha lâyık görülmüştür. Ne var ki, talâkın geçerli olabilmesi için erkeğin bazı şartlara sahip olması gerekir. Bunlar, akıl ve bulûğdur. Mükrehin (zorlanan, ölümle tehdit edilen), sarhoşun, medhuşun (öfke halindeki kimse) talâk ehliyetine sahip olup olmadığı, yani bunların talâklarının geçerli olup olmadığı âlimler arasında ihtilâflıdır. Hanefilere göre bunların talâkları geçerlidir.
b- Nikâh akdinde şart koşulursa, talâk hakkı kadına veya üçüncü bir şahsa devredilebilir. Talâk hakkının devredilmesine tefvîz; boşama hakkı kendisine devredilen kadına mufavvaza denir. Bu durumda kadın istediği zaman talâk hakkını kullanabilir. Erkek dilerse, boşama hakkını nikâhtan sonra da kadına devredebilir.
Talâkın Çeşitleri: Biçimi ve sonuçları bakımından talâk, çeşitlere ayrılır. Biçiminin Kur'an ve sünnetin belirlediği kurallara uygunluğu açısından talâk sünnî ve bid'î olmak üzere ikiye ayrılır. Sonucunda evlilik hayatına dönüş imkânı tanıyıp tanımaması bakımından da talâkın ric'î ve bâin olmak üzere iki çeşidi vardır.
a- Sünnî Talâk: Sünnî talâk (talâk-ı sünn), Kur'an ve sünnetin talimatına uygun olan boşama biçimidir. Bu talâk biçiminin üç temel şartı vardır. Bunlar eşin hayız halinde bulunmaması, hayızdan temizlendikten sonra cinsî temasın olmaması ve boşanmanın yalnız bir talâkla yapılmasıdır. İmam Mâlik, Evzaî, Sevrî ve bir görüşünde İmam Şafiî'ye göre bir temizlik içinde üç defa ve birbirini izleyen üç temizlik içinde üç kere boşamak sünnete aykırı ve bid'attır. Buna göre temizlik durumunda ve cinsi temas olmadan yapılan boşamadan sonra iddet sayılmalı, iddetin bitiminde ikinci boşama yapılmalı, ikinci iddet süresinden sonra da üçüncü boşama ile evlilik sona erdirilmelidir.
Hanefî hukukçular ise bir temizlik süresinde üç defa boşamayı bid'at kabul etmekle birlikte, üç temizlik içinde üç kere boşamayı bid'at değil sünnî boşama sayarlar.
b- Bid'î Talâk: Kadını hayız günlerinde veya temizlik halinde cinsi temastan sonra yahut temizlik halinde birden fazla boşamak sünnete aykırı olduğundan bid'î talâk (talâk-ı bid') adını alır. Bu çeşit boşama dinen haram kılındığı için, bu yola başvuran koca günahkâr olur; buna rağmen boşama geçerlidir, hukukî sonuçlarını doğurur.
Hanefi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre bid'î talâkla boşama mûteberdir. Ancak, bu yola başvuran kimse İslâm'ın koyduğu kurallara uymadığı için günaha girer. Bu konu, aşağıdaki meselelere benzetilmiş ve kıyas yapılmıştır:
1- Cuma namazı kılmakla yükümlü olan kimseler, cuma saatinde alış veriş
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaparlarsa, "Cuma günü namaz için nida olunduğu zaman Allah'ın zikrine (cuma namazına) koşun. Alış verişi bırakın."1713 âyetine muhalefet ettikleri için günahkâr olurlar. Ancak, yaptıkları alış veriş hukuki açıdan geçerlidir; satıcı bedeli, alıcı da satılan malı almaya hak kazanır.
2- Gasbedilen bir tarla üzerinde veya gasbedilen bir elbiseyle namaz kılma halinde, gasbdan dolayı günahkâr olunur. Buna rağmen kılınan namaz geçerlidir.
Diğer yandan, Hz. Ömer'in oğlu hayız halindeki karısını boşamıştı. Hz. Ömer durumu Allah Resulune arzetti. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ona emret, karısına dönsün. Sonra, onu temizlenip hayız görünceye ve sonra temizleninceye kadar nikâh altında tutsun. Bundan sonra da isterse tutsun, isterse birleşmeden boşasın. İşte Allahu Teâlâ'nın kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur."1714 Bu hadis-i şerife göre Resulullah (s.a.s.) İbn Ömer'e bid'î talâkla boşadığı karısına dönmesini emretmiştir. Boşanan eşe dönmek ise ancak boşamanın gerçekleşmesinden sonra mümkün olabilir. Hatta Buharî'nin bir başka rivayetinde İbn Ömer'in şöyle dediği belirtilir: "Karımı hayız halinde iken boşamam, benim hakkımda bir talâk hesab edildi." 1715
Bazı Şîî ve Mûtezile hukukçularına göre bid'î talâk geçerli değildir. İbn Hazm, İbn Teymiye ve İbn Kayyim de bu görüşe uymuşlardır. Bunlar şu hadise dayanmaktadırlar: "Kim bizim emrimize uymayan bir amel işlerse, bu amel merduddur, makbul değildir." 1716
c- Ric'î Talâk: Yeni bir nikâh akdi yapılmadan erkeğin eşiyle normal aile hayatına dönmesine imkân veren boşama şekline ric'î talâk denir. Ric'î talâkın başlıca üç şartı vardır. Bunlar;
1- Boşadığı karısıyla daha önceden fiilen evlenmiş, karı-koca hayatı yaşamış bulunmak;
2- Hanefilere göre sarih boşama sözleriyle boşamış olmak ve şiddet, mübalağa ifade eden bir kelime söylememiş olmak;
3- Üçüncü boşama hakkını kullanmamış olmaktır.
Ric'î boşamadan sonra erkek eşine, "Evliliğimizi devam ettirmek istiyorum", "Sana dönüyorum" gibi sözle; eşini öpmesi, şehvetle yaklaşması ya da cinsî temasta bulunması gibi fiillerle geri dönebilir.
d- Bâin Talâk: Yeni bir nikâh akdedilmeden erkeğin normal evlilik hayatına dönüşüne imkân vermeyen boşama şekline bâin talâk denir.
1- İddet süresi içinde evliliğe dönülmeyen ric'î boşama,
2- Nikâhtan sonra, fakat birleşmeden ve halvet-i sahîhadan önce yapılan boşama,
3- Hanefilere göre kinai sözlerle veya mübalağa ve şiddet ifade eden sözle
1713] 62/Cum'a, 9
1714] Buharî, Talâk, Bab 1
1715] el-Askalanı, Büluğu'l-Meram, Terc. A. Davudoğlu, c. 3, s. 363
1716] İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadir, c. 3, s. 24-25
NİKÂH VE TALÂK
- 373 -
boşama,
4- Kadının isteğiyle bir bedel üzerine anlaşarak boşama (muhâlaa),
5- Hakim kararıyla gerçekleşen boşanma,
6- Üçüncü talâkın kullanıldığı boşama bain talâk sonucunu doğurur. Üçüncü talâkın kullanılması dışındaki boşamalarda kadınla erkeğin ayrılığına beynunet-i sugra (küçük ayrılık) denir. Bu durumda eşler yeni bir nikâh akdiyle evlilik hayatına dönebilirler. Üçüncü talâkın kullanılması durumunda ise eşler birbirinden kesin biçimde ayrılır. Buna, beynunet-i kübra (büyük ayrılık) denir. Beynunet-i kübrada kadın başka bir erkekle gerçek bir evlilik tecrübesi yaşamadan ilk kocasıyla yeniden evlenemez.
Bâin talâkın doğuracağı çeşitli sonuçlar vardır. Buna göre,
1- Evlilik bağı sona erer. Karşılıklı haklar düşer. Sadece iddet süresince kadının koca evinde kalması ve nafakasının koca tarafından sağlanması hakkı devam eder.
2- İddet sırasında kocanın ric'at hakkı yoktur. Ancak üç talâk hakkı kullanılmamışsa, iki tarafın rızâsıyla ve yeni bir mehirle yeniden evlenmeleri mümkündür.
3- Talâk hakkının bir bölümü kullanılmış ve eksilmiş olur. Eğer üçüncü talâk hakkı kullanılmışsa, bu durumda beynûnet-i kübrâ meydana gelir.
4- Müeccel mehrin ödenmesi gerekir .
5- Tevârüse (birbirinden miras almalarına) engel olur.
Talâkta Şâhit Bulundurma: Boşama ile ilgili konulara yer verilen Talâk Suresi'nde, boşamada şâhit bulundurma konusunda, "Kadınlar iddetlerini doldurunca onları ya güzelce evinizde tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adil kimseyi de şahit tutun..."1717 buyurmaktadır. İmam Buhârî de sünnî talâkı, "Sünnet olan boşama kadını temiz iken, birleşmeden boşamak ve iki de şâhit bulundurmaktır."1718 şeklinde târif etmiştir.
Bu delillere dayanan İsnâ aşeriye ve İsmâiliye mezhepleri, iki âdil şahit önünde yapılmayan boşanmanın geçerli olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Buna karşılık cumhur, Hz. Peygamber ve sahâbe devrindeki uygulamalara bakarak, "Nasların hükmü âmir (emredici) değildir, şâhitsiz boşama da geçerlidir" demişlerdir. Çağdaş hukukçulardan Muhammed Ebû Zehra, boşamayı güçleştireceği, anormal boşamaları önleyeceği, gerektiğinde isbâtı kolaylaştıracağı gerekçeleriyle, "Eğer bize imkân verilse, boşamanın mûteberliği için şâhitlerin şart olduğu görüşünü tercih ederdik" diyerek anılan görüşün günümüzdeki önemini ifade etmiştir. 1719
Boşama Mehri: Mehir, evlenirken erkeğin karısına vermesi gereken maddî bir meblağdır. Bu, para, altın, gümüş, ziynet eşyası, ev, tarla, dükkan, mal, mülk vb. olabilir. Aslolan mehrin nikâh esnasında peşin verilmesi iken, kadın kabul
1717] 65Talâk, 2
1718] Buharî, Talâk, I
1719] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, c. 1, s. 310
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ederse mehrinin tamamını veya bir kısmını te'cil edebilir. Yani, kocasının ödeme işlemini sonraya bırakabilir. İsterse, aldığı veya alacağı mehrin tamamını veya bir kısmını kocasına hibe de edebilir. Erkek, karısını boşadığı zaman, daha önce ödememişse mehrini ödemek mecburiyetindedir. Bu mecburiyet, bir nevi geçici boşama olan ric'î talâkta değil, boşamanın tamamen kesinleşmiş hali olan bâin talâkta ortaya çıkar, Erkek nikâhlandığı karısını, birleşme (yatma) veya sahih halvetten önce boşarsa, mehrinin yarısını verir. Birleşme veya sahih halvetten sonra boşarsa, mehrin tamamını vermesi gerekir. Birleşme veya sahih halvetten önce, kadının sebep olmasıyla ayrılık vaki olursa, kadının mehir alma hakkı olmaz, yani mehir düşer. Sahih halvet, kimsenin göremeyeceği ve ansızın gelemeyeceği bir yerde nikâhlı çiftlerin baş başa kalmalarıdır. Bu şartlar bulunmaksızın çiftlerin bir arada bulunmasına da fâsid halvet denir. Meselâ, nikâhlı çiftlerin sokakta, insanların içinde, kapı ve penceresi açık evde yan yana gelmeleri gibi.
Nikâh kıyılırken mehir tayin edilmemişse, böyle bir kadını boşayan kocanın mehr-i misil (benzer mehir) ödemesi gerekir. Mehr-i misil, kadının emsaline bakılarak takdir edilen mehirdir. Bu hususta göz önüne alınacak ölçüler, yaş, güzellik, servet, yasadığı çevre, akıl, dindarlık, bekârlık veya dulluk, bilgi, güzel ahlâk, sosyal ve kültürel seviye gibi hallerdir.
Yemin Kasdıyla Talâk: Dil alışkanlığı ile her sözün arasında "vallahi" diyen kimse, yemine niyet etmedikçe sorumlu olamayacağı gibi, aynı şekilde yemine ve boşamaya niyet etmeksizin "şart olsun", "boş olsun" sözlerini kullanan kimse, bu sözleri ile karısını boşamış olmaz (lağv yemini gibi). Fakat bir kimse boşama niyetiyle değil de yemin niyetiyle bu sözleri söyler ve meselâ "şu işi yaparsam veya yapmazsam karım boş olsun" derse, bunun hüküm ve neticesi ne olur mevzuu tartışılmıştır. "Böyle bir yeminin mevzuu gerçekleşmediği takdirde karı boş olur" şeklindeki fetva, sahâbe devrinden sonra ortaya çıktığı için, bid'î talâk sayılabilir.
Yemin niyetiyle kullanılan talâk kelimesinin hükmü mevzuunda üç görüş vardır:
1- Cumhûra göre, bu boşamanın bir şarta bağlanması (ta'lik) kabilindendir şartı gerçekleşince boşama da tahakkuk etmiş olur. Buna delâlet eden naslar ve sahâbe fetvaları vardır.
2- İbn Teymiyye'ye göre yemin niyetiyle söylenen talâk boşanma neticesi doğurmaz; fakat yemin kefareti gerekir.
3- İbnu'l Kayyim'e göre, ne boş olmayı, ne de kefareti gerektirir. Çünkü Hz. Peygamber ve sahâbeden nakledilen rivâyetler yemin kastıyla yapılan ta'lik'e değil, belli bir işin neticesine göre boşama niyetiyle yapılan ta'lik'e aittir. Yemin kastiyle olan ta'lik'in böyle bir netice doğuracağına ait hiçbir nas yoktur. Ayrıca Hz. Ali, Şurayh ve Tavûs "talâk üzerine yemin edip yeminini yerine getiremeyen kimseye bir şey lâzım gelmez" diye fetvâ vermişler; buna muhâlif bir sahâbi de çıkmamıştır.
Muhâlaa: Herhangi bir nedenle evlilik hayatını sürdürmek istemeyen kadının kocasına ödediği bir bedel karşılığında evlilik bağından kurtulmasına muhâlaa denir. Bu boşanma biçiminde kadın istemediği evlilikten kurtulurken, erkek de uğrayabileceği maddi zararı telafi ederek yeniden evlenme imkânını elde etmiş
NİKÂH VE TALÂK
- 375 -
olur.
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de, "...Kadınlara vermiş olduğunuz bir şeyi geri almak helâl değildir. Meğer ki karı-koca Allah'ın çizdiği sınırlara riâyet edememekten korkalar. Şayet onların, İlâhî sınırlara riâyet edemeyeceklerinden korkarsanız zevcenin kurtulmak için bir şey vermesinde ikisi için de günah yoktur...”1720 buyurarak muhâlaa yoluyla boşanmayı meşrû kılmıştır. Boşamaya ehil olan erkekle boşanmaya ehil olan kadın, aynı zamanda muhâlaaya da ehildir. Cumhûra göre, muhâlaa, kadının isteği üzerine, kocasıyla karşılıklı anlaşmaya bağlıdır ve anlaşma gerçekleşince neticesi de meydana gelir. Buna karşılık Hasan Basrî ile İbn Şîrîn boşanmanın meydana gelmesi için hakimin hükmünü şart koşmuşlardır.
Tefviz-i Talâk: İslâm hukukunda, boşama hakkı prensip olarak kocaya tanınmıştır. Bazı durumlarda kadının talebi üzerine hâkimin de evliliğe son vermesi mümkündür. Mahkemede boşanma sebebi olabilen haller mezhepler arasında ihtilaflı olmakla birlikte, hastalık ve kusur, kocanın nafakayı kesmesi, kayıplık ve hakem yoluna başvurulmuş olması bunlar arasında sayılabilir. Koca, hanımını mahkemeye başvurmadan bizzat boşayabileceği gibi, vekil aracılığı ile de boşayabilir. Yetkili kılınan vekil, hanım da olabilir. Koca boşama yetkisini bizzat eşine vermişse, bu yetki vermeye "tefviz" karısına da "mufavvaza" denir. Böylece tefviz, kocanın boşama yetkisini karısına vermesi, diye belirlenebilir. Bu vekâletten farklı bir tasarruf olup, bundan kocanın rücû etmesi mümkün değildir.
Tefviz-i talâk'ın dayandığı deliller; Kitap ve sünnettir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: Eğer siz dünya hayatını ve onun ziynet ve ihtişamını arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız şüphe yok ki, Allah, içinizde güzel hareket edenler için büyük bir mükâfat hazırlamıştır."1721 Bu âyetler, Hz. Peygamber'in zevcelerinin onda olmayan bazı zinet ve eşyayı istemeleri üzerine nâzil olmuştur. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, karıların dünyayı tercihinden maksat boşanmayı istemeleridir. Bu Ayet inince Allah'ın elçisi, hanımlarını muhayyer bıraktı, dileyen kalır, isteyen de boşanabilirdi. Ancak ayetin hükmü karşısında Hz. Peygamberin pâk zevceleri çok üzülmüş ve hepsi onu tercih etmişlerdir.
Hz. Âîşe’den (r.a.) rivâyete göre, o şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) bizi muhayyer bıraktı ve biz Allah'ı ve Rasûlunü tercih ettik. Bu muhayyerlik bizim aleyhimize bir hüküm meydana getirmedi." Diğer bir rivâyette ise "Rasûlullah bunu bir boşama olarak saymadı" demiştir.1722 Bu hadis, kadın boşama yetkisine sahip olduktan sonra, kocasını değil de kendi nefsini tercih ederse, bunun bir boşama sayılacağına delâlet eder. Koca, karısına boşanma yetkisini, başlangıçta nikâh akdi sırasında verebilir. Kadın, erkeğe, "Bir boşama hakkı elimde olmak üzere seninle evlendim" dese, erkek de "O şekilde seni karılığa kabul ettim" diye kabulde bulununca tefviz gerçekleşir. Evliliğin devamı sırasında da kadına boşanma yetkisi verebilir.
Ancak şunu da belirtelim ki, erkekle kadını, boşanmada eşit duruma getiren
1720] 2/Bakara, 229
1721] 33/Ahzâb, 28-29
1722] Buhârî, IX, 302
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tefviz-i talâk hakkı, uygulamada pek az görülmüştür. Müslüman kadın, bilinçlenip diğer haklarına sahip çıkarken tefviz-i talâk hakkını da gözden uzak tutmamalıdır. Bu hakkı evliliğin eşiğindeki gençlerin düşünmesi ve ilerisini görerek sahip çıkması bazı güçlükler doğurabilir. Daha işin başında, bunun evlenecek erkekle pazarlık konusu yapılması, müstakbel eşlerin birbirine güvensizliği anlamına gelebilir. Bu nedenle, konunun genel bir hak olarak ele alınması ve nikâh akdi ile birlikte doğan bir prosedüre bağlanması daha uygudur.
Hâkim Kararıyla Boşanma (Tefrik): İslâm hukukunda boşama, prensip olarak kocanın tek yanlı iradesiyle ve mahkeme kararına gerek olmaksızın meydana gelir. Koca, bizzat boşayabileceği gibi, vekil aracılığı ile de boşanabilir, ya da karısına boşama yetkisi (tefviz) verebilir. Ancak bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca, kadının da mahkemeye başvurarak evliliğe son verdirmesi mümkündür. Evliliğin bu şekilde sona erdirilmesine "tefrik" denir. Bu boşanma sebeplerini dört maddede toplayabiliriz. 1- Hastalık ve kusur, 2- Nafakayı kesmek, 3- Kayıplık, 4- Şiddetli geçimsizlik ve pek fena muâmeleler.
1- Hastalık ve kusur: Evlilik akdi sırasında mevcut olan veya daha sonra meydana gelen bazı hastalık ve kusurlar nedeniyle karının boşama davası açma hakkı vardır. Kocanın mahkemeye başvurmadan evliliğe son verme imkânı her zaman bulunduğu için, bu durumda onun dava açma hakkı söz konusu olmaz. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre, kadına boşanma için hâkime başvurma imkânı veren kusurlar beş tanedir. Kocanın iktidarsız (innin) olması, husyelerinin çıkarılmış bulunması, cinsiyet uzvunun kesik olması, onun büyü, sihir vb. etkilere bağlı olması, erkeğin cinsiyetinin erkek mi, kadın mu olduğunun belirli olmaması.
Ancak, bu kusur ve hastalıklar bilinerek evlenilmişse, artık bunlara dayanarak boşama talebinde bulunamayacağı konusunda görüş birliği vardır.
2- Nafakayı kesmek: Bir erkek, hanımının maişetini sağlamakla yükümlüdür. Koca, bunu kendiliğinden sağlarsa mesele kalmaz. Aksi halde kadının başvurusu üzerine hâkim nafakaya hükmeder. Ancak koca fakir olur ve hâkimin hükmettiği nafakayı ödeyecek malı bulunmazsa durum ne olur? Acaba kadın buna dayanarak boşanma davası açabilir mi? Bu konuda iki görüş vardır.
a- Ebû Hanîfe'ye göre, bu sebebe dayanarak hâkimin boşamaya karar vermesi caiz değildir. Kadının sabretmesi, gerekirse kocasının izni ile çalışması ve kocasının nafakayı borçlanması gerekir. Kadın borçlanma yoluyla da nafakayı temin edemezse, kocası ölseydi ona kim nafaka verecek idiyse, ondan alır. Bunlar sonradan kocaya rücu ederler. Delil şu âyettir. "Eğer borçlu darlık içinde ise, o halde ona genişlik vaktine kadar mühlet vermek vardır." 1723
b- İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, kadın bu sebeple boşanma davası açabilir. Delili şu ayettir: "Siz kadınları cayılabilir (ric'î) talâkla boşadığınız zaman, iddetlerini bitirmeye yakın, onları ya iyilikle tutun veya iyilikle boşayın. Yoksa haklarına tecâvüz için zararlarına olarak tutmayın.”1724 Bu âyet, nafakası temin edilmeyen kadının zorla nikâh altında tutulamayacağını ifade etmektedir.1725 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnâmesi bu konuyu Ebû Hanife'nin görüşüne uygun
1723] 2/Bakara, 280
1724] 2/Bakara, 231
1725] eş-Şirazî, el-Mühezzeb, I, 174, 175
NİKÂH VE TALÂK
- 377 -
olarak düzenlemiştir.
3- Kayıplık: Bulunduğu yer ve hayatta olup olmadığı bilinmeyen kimseye "mefkûd" denir. Hayatta olduğu halde evine gelmeyen kimseye de "gâib" denir. Ebû Hanîfe ve Şâfi'ye göre mefkûdun ölümüne hükmetmek için, karısı ve malı için akranlarının hayatı kadar bir süre beklemek gerekir. Böyle bir karar evliliğini de sona erdirir. Gâiblik hâlinde ise, boşanma dâvâsı açma hakkı bulunmaz.
İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel'e göre hâkim, kocanın yeri bilinmez ve üzerinden bir yıl da geçmiş bulunursa, kadının isteği üzerine evliliğe son verir. Yeri bilinen gâib kocaya ise ihtar eder ve eve dönmesi için makul bir süre tanır. Bu süre geçtiği halde dönmezse evliliğe son verir.
4- Şiddetli geçimsizlik ve kötü muâmele: Koca, eşine karşı iyi davranmaz ve zulme varan muâmelelerde bulunursa, karı hâkime başvurarak boşanma dâvası açabilir mi? Prensip olarak karı, kocanın zulmünü önlemek için her zaman mahkemeye başvurabilir. Hâkim zulmünü önler ve ona karısına iyi muâmele etmesi için nasiatte bulunur. Geçimsizlik her iki eşten olabilir. Mağdur olan eş, hakem yoluna başvurabilir.
Hakem yoluyla boşanma: Anlaşmazlığa düşen kimselerin arasını bulmak üzere görevlendirilen kimseye "hakem" denir. Hakem kararlarının uygulanması genellikle tarafların rızasına bağlıdır. Hâkim kararı ise zorla uygulanır. Hakem muamelatın pek çok konularında söz konusu olabilir. İslâm aile hukukunda daha çok eşlerin birbiriyle anlaşamaması halinde başvurulan bir yoldur.
İslâmda karı-koca birbirine iyi davranmak ve iyi niyet kurallarına uymak zorundadır.1726 Geçimsizlik halinde erkeğin karısına öğütte bulunması, onu yatağında bir süre yalnız bırakması veya te'dîpte bulunması hakkı vardır.1727 Kocanın eşine iyi davranmaması hâlinde, onun zulmünü önlemek için kadının her zaman mahkemeye başvurma hakkı vardır. Hâkim haksızlığı önler, karısına karşı iyi muâmele etmesini kocaya emreder ve öğütte bulunur. Tekerrür hâlinde hâkim onu cezalandırır. Geçimsizlik kimi zaman her iki eşten kaynaklanabilir. Mağdur olan eş hâkime başvurarak hakem yolu ile ara bulma veya boşanma isteğinde bulunabilir.
Hakem tâyini ile ilgili âyette şöyle buyrulur: "Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsınız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur."1728 Bu âyette hitap hâkimleredir. Koca, geçimi sağlamaya muvaffak olamamışsa, eşlerden birinin hâkime başvurarak hakem tayinini talep etmek hakkı doğar.
Hakemlerin eşlerin hısımlarından olması daha uygundur. Çünkü eşleri iyi tanır, geçimsizlik sebeplerini bilir ve ara bulmaları daha kolay olur. Fakat hâkimin, hakemleri yabancı kişilerden seçmesi de mümkündür.1729 Ebû Hanîfe ve Ahmed bin Hanbel'e göre, eşler özel yetki vermedikçe hakemler boşamaya karar veremez. Çünkü onlar vekil durumunda olup verilen yetki dışına çıkamazlar. Ayette
1726] 4/Nisâ, 19
1727] 4/Nisâ, 34
1728] 4/Nisâ, 35
1729] Âlûsî, Rûhu'l-Beyân, V, 26
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hakemlerin yetkisi ise "ıslâh"tan ibarettir. Ancak eşler hakemlere özel yetki vermişse, bu takdirde boşamaları mümkündür. Evlilik düzeninin bozulmasında kusurlu olan eşin özel yetki vermek istemeyeceği açıktır. İmam Şâfiî'nin bu konuda iki görüşü vardır. İlk görüşü Hanefiler gibidir. İkinci görüşüne göre ise, ayetteki hakem, hâkim demektir. Hâkim kendine gelen davayı tarafların rızası olmasa da hükme bağlama yetkisine sahiptir. 1730
Hakem yolu ile boşanma da tefvîz-i talâkta (kadına boşama hakkı vermek) olduğu gibi, erkekle kadını boşanmada eşit duruma getiren haklardandır. Ancak bu usûl, Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında geniş yer bulamamıştır. Çünkü hâkimler, başvuru hâlinde arabuluculuk (ıslâh) görevini kendileri yapıyorlardı. Hâkem usûlü, boşama değil arabulma müessesesi olarak yaygınlaşmıştı. 1731
1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnâmesi hakem usûlünü geçimsizlikte kusur prensibinden hareketle Mâlikî mezhebine göre düzenlemiştir. Konuya ilişkin 130. madde şöyledir: "Karı koca arasında anlaşmazlık ve geçimsizlik meydana gelip de taraflardan biri hâkime başvurursa, hâkim iki tarafın ailelerinden birer hakem tayin eder. Bir veya iki taraf ailesinden hakem tayin olunacak kimse bulunamaz veya bulunup da hakem olacak vasıflara hâiz olmazsa hariçten münasiplerini tayin eder. Bu sûretle teşekkül eden aile meclisi tarafların iddia ve savunmalarını inceleyerek aralarını ıslâha çalışır. Bu mümkün olmadığı taktirde kusur kocada ise aralarını tefrik eder. Kusur karıda ise mehrin tamamı veya bir kısmı üzerine muhâlaa eyler. Hakemler ittifak edemezlerse hâkim gerekli vasıfları haiz diğer bir hakem heyeti veya taraflara akrabalığı olmayan üçüncü bir hakem tayin eder. Hakemlerin vereceği hüküm kesin olup itiraz edilemez." Aynı kararnamenin 131. maddesinde; yukarıdaki usûle göre olan boşanmanın bir bâin talâk sayılacağı ve usûlüne göre tescil edileceği belirtilir.
Eşlerin hakem kararına itiraz edememesi, bu hükmün şahitliğe değil, geçimsizlik sebepleri incelendikten sonra hakemlerin takdirine dayanması ile açıklanır. 1732
Kur'ân-ı Kerim'de Talâk Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de "talâk" kelimesi ve türevleri, 23 yerde geçer. Bunlardan 14’ü terim anlamındaki “talâk”la ilgilidir.
Evlilik Kur’an-ı Kerrim’de “sağlam mîsak/teminat” şeklinde vasıflandırılmıştır.1733 Kur’an, cinsler arasında sükûnet ve tatmin için sevgi ve merhamet var etmesini Allah’ın âyetlerinden biri olarak görür.1734 Böyle önemi büyük bir aile yuvasını herhangi bir dağılmadan muhâfaza için kocalara karılarıyla güzellikle geçinmelerini emretmektedir: “Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.”1735 Âyetteki bu
1730] es-Sâbûn, Tefsru Âyâti'l-Ahkâm, I, 472
1731] eş-Şirâz, el-Mühezzeb, II, 74; er-Remlî, Nihâye, VI, 44
1732] Hukuk-ı Âile Kararnâmesi 130. madde esbâb-ı mucibe layihası, Cerîde-i ilmiye, yıl: 4, sayı: 34, s. 1021 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam Hukuku, İstanbul 1983, s. 398-400; Akif Köten, H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 103-107
1733] 4/Nisâ, 21
1734] 30/Rûm, 21
1735] 4/Nisâ, 19
NİKÂH VE TALÂK
- 379 -
ifadede Allah, kocaları sorumsuzca ve düşünmeden boşamaya sevkeden hoşnutsuzluk veya nefret halinde bile sabretmelerini ve O’nun, kocaların o anda farkına varmadıkları iyi şeyler yaratmış olabileceğini hatırlatmaktadır. Buna rağmen, evlilik münâsebetleri bazen öyle bir hale gelir ki, boşanma bu ıstıraplı duruma son vermenin tek çaresi olarak görülebilir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim boşanmayı problemin halli için yegâne çare olarak göstermemekte, bütün çarelerin tükendiğinde en son çözüm olarak sunmaktadır. Böyle bir durumda kocanın nelere başvurması gerektiği belirtilmektedir:
“Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin; yataklarında onları yalnız bırakın; nihayet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yücedir, Büyüktür.’’1736 Âyette, kocanın karısını boşamaya karar vermeden önce bu üç safhalı tedbirler zincirini dikkate almasının gerekli olduğu bildirilmektedir. “Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın.” şeklindeki ifadeye göre koca, boşanmayı gerekli kılacak gerçek mânâda sebepler olmaksızın talâk’a tevessül etmemelidir. Ve yine hoşnutsuzluk veya nefret halinde, eşler arasındaki meselelerin halledilmesinin daha hayırlı olduğunu belirtmektedir: “Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh/anlaşma (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 1737
Meseleleri hal yolunda yukarıda zikredilen teşebbüslere rağmen, eşler arasındaki münasebetler kötüye gittiği takdirde Kur’ân-ı Kerim, evliliği muhâfaza etmeye yardımcı olacak başka bir alternatif teklif etmektedir: "Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsınız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur." 1738 Hakemlerin başta gelen görevi, eşler arasında anlaşmaya giden yolları araştırmaktır. Nitekim ayrılmadan ziyade sulh’ün, geçimin önemi üzerinde ısrarla durulmaktadır.
Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar. “Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.”1739 Boşanmadan her iki taraf zarar görecektir. Ama, geçim temini ve benzeri konularda daha zayıf olan ve haksızlığa uğrama ihtimali olan taraf kadın olduğundan dolayı, erkeklere boşadıkları kadınların haklarına riâyeti Kur’an ısrarla emreder: “Boşanmış kadınların, iyilikle faydalandırılmak haklarıdır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.” 1740
“Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağışlayan ve merhamet edendir (yeminden vazgeçip karısına tekrar yaklaşabilir).” 1741
1736] 4/Nisâ, 34
1737] 4/Nisâ, 128
1738] 4/Nisâ, 35
1739] 4/Nisâ, 130
1740] 2/Bakara, 241
1741] 2/Bakara, 226
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eğer (müddeti içinde dönmeyip kadınlarını) talâka/boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir (içinizdeki niyetinize göre karşılık verir).”1742
“Boşanmış kadınlar, kendi başlarına (evlenmeden) üç ay hali (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe gerçekten iman etmişlerse, rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helâl olmaz. Eğer kocaları barışmak isterlerse, bu durumda boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir dereceye sahiptirler (aile reisi erkektir). Allah azîzdir, hakîmdir.” 1743
“Talâk/boşama iki defadır. Bundan sonra ya iyilikle tutmak (geri almak), ya da güzellikle ve adâletli bir biçimde salıvermek vardır. Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnâsında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa bu durum müstesnâ. (Ey mü'minler!) Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhâfaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz, (kadının serbest boşanması için) erkeğe fidye vermesinde her iki taraf için de günah/sakınca yoktur. Bu söylenenler Allah'ın koyduğu hudûtlar/sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa işte onlar zâlimlerdir.” 1744
“Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle nikâhlanıp evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa, (her iki taraf da) Allah'ın sınırlarını muhâfaza edeceklerine inandıkları takdirde, yeniden evlenmelerinde beis yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Allah, bunları bilmek, öğrenmek isteyenler için açıklar.” 1745
“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları iyilikle tutun (yani, tekrar evlenin) yahut iyilikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikâh altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur (çünkü Allah, yaptığına karşılık verir). Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidâyeti ve âhir zaman peygamberini), kendisiyle size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, her şeyi bilir.” 1746
“Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 1747
“Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır. Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. Eğer ana ve baba birbiriyle görüşerek ve karşılıklı anlaşarak çocuğu memeden kesmek isterlerse, kendilerine günah yoktur. Çocuklarınızı (süt anne tutup) emzirtmek istediğiniz
1742] 2/Bakara, 227
1743] 2/Bakara, 228
1744] 2/Bakara, 229
1745] 2/Bakara, 230
1746] 2/Bakara, 231
1747] 2/Bakara, 232
NİKÂH VE TALÂK
- 381 -
takdirde, süt anneye vermekte olduğunuzu iyilikle teslim etmeniz şartıyla, üzerinize günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.” 1748
“Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendiliklerinden dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, kendileri hakkında iyilikle yaptıkları işlerde size bir günah yoktur. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” 1749
“Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda veya onu içinizde gizli tutmanızda size günah yoktur. (Bir kadını birden fazla kimse almak isteyebilir, fakat sonunda bir kişi alır. O halde, herhangi bir kadınla evlenmek istidiğini çıtlatmakta veya onu istediğini gizli tutmakta beis yoktur). Allah bilir ki siz onları anacaksınız. Lâkin, meşrû sözler söylemeniz müstesnâ, sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin. Farz olan bekleme müddeti dolmadan, nikâh kıymaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah ğafûrdur, halîmdir.” 1750
“Nikâhtan sonra henüz dokunmadan veya onlar için belli bir mehir tâyin etmeden kadınları boşarsanız bunda size mehir zorunluğu yoktur. Bu durumda onlara müt'a (hediye cinsinden bir şeyler) verin, onları faydalandırın. Zengin olan durumuna göre, fakir de durumuna göre vermelidir. Münâsip bir müt'a vermek/iyilikle faydalandırmak, iyiler için bir borçtur/vazifedir.” 1751
“Kendilerine mehir tâyin ederek evlendiğiniz kadınları, temas etmeden boşarsanız, tâyin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınların vazgeçmesi veya nikâh bağı elinde bulunanın (velînin) vazgeçmesi hali müstesnâ, (o zaman mehiri bir taraf alır). Affetmeniz (mehirden vazgeçmeniz, tamamını kadına vermeniz) takvâya daha uygundur. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür." 1752
“İçinizden ölüp de dul eşler bırakan kimselere gelince, onlar eşlerinin evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar bıraktıkları terikeden faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp giderlerse, iyilikle kendileri hakkında yaptıklarından size bir günah yoktur. Allah azîzdir, hakîmdir.” 1753
“Boşanmış kadınların, iyilikle faydalandırılmak haklarıdır. Bu, müttakîler için bir vazifedir.” 1754
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden, yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 1755
“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.” 1756
1748] 2/Bakara, 233
1749] 2/Bakara, 234
1750] 2/Bakara, 235
1751] 2/Bakara, 236
1752] 2/Bakara, 237
1753] 2/Bakara, 240
1754] 2/Bakara, 241
1755] 4/Nisâ, 128
1756] 4/Nisâ, 130
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler! Mü’min kadınları nikâhlayıp da, henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez. O halde onları faydalandırın (hem gitmelerine mâni olmayın, hem de hediye kabilinden yardım edin). Ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.” 1757
"Eğer karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsınız, o vakit kendilerine erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar, barıştırmak isterlerse, Allah aralarındaki dargınlık yerine geçime, onları uyuşmaya muvaffak buyurur." 1758
"Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda iddetleri içinde boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah’tan korkun. Apaçık bir hayâsızlık yapmaları hâli dışında, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir." 1759
"İddet müddetlerini doldurunca, onları ya güzelce evinizde tutun veya onlardan güzelce ayrılın. İçinizden adâlet sahibi iki kişiyi de şâhit tutun. Şâhitliği Allah için yapın. İşte bu, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere verilen öğüttür. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül eder, güvenirse O, kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur." 1760
“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlardan eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları, doğum yapmalarıdır. Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” 1761
“Onları (boşadığınız kadınları) gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun, onları sıkıştırıp gitmelerini sağlamak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer hâmile iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını verin. Sizin için çocuğu emzirirlerse onlara ücretlerini verin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Eğer güçlüğe uğrarsanız çocuğu, başka bir kadın emzirecektir.” 1762
“İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin. Rızkı daralmış bulunan da nafakayı, Allah’ın kendisine verdiğinden ayırsın. Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah, daima bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratır.” 1763
Hadis-i Şeriflerde Talâk
"Allah nezdinde helâlin en sevimsiz olanı talâktır/boşamadır." 1764
Hz. Ömer'in oğlu, hayız halindeki karısını boşamıştı. Hz. Ömer durumu Allah Resulune arzetti. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ona emret, karısına dönsün. Sonra, onu temizlenip hayız görünceye ve sonra temizleninceye kadar nikâh altında tutsun. Bundan sonra da isterse tutsun, isterse birleşmeden boşasın. İşte Allahu Teâlâ'nın
1757] 33/Ahzâb, 49
1758] 4/Nisâ, 35
1759] 65/Talâk, 1
1760] 65Talâk, 2-3
1761] 65/Talâk, 4
1762] 65/Talâk, 6
1763] 65/Talâk, 7
1764] Ebû Davûd, Talâk, 3
NİKÂH VE TALÂK
- 383 -
kadınların içinde boşanmasını emrettiği iddet budur." 1765
Ebu Sahba, İbn Abbas’a sodu: “Allah’ın Resulü (s.a.s.) ve Ebûbekir devrinde (bir mecliste söylenen) üç talâk, bir talâk değil miydi?” İbn Abbas şöyle cevap verdi: “Evet öyle idi, fakat Ömer devrinde insanlar, talâkın çabuk bitmesini çok istedikleri için Ömer, onların aleyhine bunu câiz gördü.” 1766
“Bir adamın karısını bir defada üç talâk ile boşadığı, Allahın Resulüne haber verildi. Allah’ın Rasûlü, kızarak ayağa kalktı, şöyle dedi: “Ben henüz aranızda iken Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” Bunun üzerine bir adam ayağa kalktı: “Ya Rasûlallah, şu adamı öldüreyim mi?” dedi. 1767
Rukâne’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: “Ya Rasûlallah!’ dedim, ‘karımı bette talâkı ile (kesin şekilde) boşadım’ “Neye niyet ettin?” dedi. ‘Bir talâka niyet ettim’ dedim. “Vallahi mi?” dedi. ‘Vallahi’ dedim. “Niyetin ne ise talâk odur” dedi.”1768
"Rızık korkusu sebebiyle evlenmeyen Bizden değildir."1769
"Din ve emniyetine inandığınız kimseler, size geldiği vakit, onları evlendirin; eğer böyle yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat olur."1770
"Nikâhta beş fayda vardır: Evlât yetiştirmek, şehveti teskin etmek, ev idâre etmek, yakınları çoğaltmak ve nefis mücâhedesi yapmak." 1771
"İnsan ömrünün en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir."
"Akıllıca bir evlilik yapmak istiyorsan, kendi denginle evlen."
"Nâmuslu adam, erken evlenir."
"Zorla alınan kadın, tuzlu helvaya benzer."
"Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil; aynı zamanda aranan kişi olmaktadır."
"Ne pahasına olursa olsun evlelenin. Karınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz; yok fena çıkarsa o zaman da filozof olursunuz."
"İyi bir kadınla evlenmek fırtınada sakin bir liman; kötü bir kadınla evlenmek ise sakin bir limanda fırtınadır."
"Evlilik, mutluluk uğruna yalnızlıktan kurtulmak demektir."
"Mutlu evlilik, kısa gibi gelen uzun bir konuşmaya benzer."
"Evlilik, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır."
"Bekâr insan, ancak evlendikten sonra gerçek değerini kazanır. Bekârken yarım bir canlıdır, tek kollu bir makasa benzer."
1765] Buharî, Talâk, Bab 1
1766] Müslim; Ebû Dâvud
1767] Nesâî
1768] Tirmizî
1769] Hadis-i Şerif
1770] Hadis-i Şerif
1771] İmam Gazzâli
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Kızın iyi bir evlilik yaparsa bir oğul kazanırsın, yoksa kızını kaybedersin."
"Kadın evlenince irâdesini, erkek de bencilliğini bırakmalıdır."
"Evlilik, fırtınalı bir denize; bekârlık da bulanık bir bataklığa benzer."
"Ahlâklı insan için aşk, evliliğin bir meyvesidir."
"Sâliha bir kadın, dine ne güzel bir yardımcıdır."1772
“Her başarılı erkeğin arkasında ona destek ve yardımcı olan mutlaka bir kadın vardır.”
“Dünyayı erkekler yönetir; ama erkekleri de hanımları yönetir.”
"Kadın, kocasının, delikanlılıkta sevgilisi, olgun çağda arkadaşı, yaşlılıkta da hastabakıcısıdır."
"Bir erkeği eğitin, bir insanı yetiştirmiş olursunuz. Bir kadını eğitip terbiye edin; bir âileyi, hatta toplumun büyük bölümünü yetiştirmiş olursunuz."
"Adamı deli eden her kadına karşılık, deliyi adam eden bir kadın vardır."
"Her iyi kadın, erkek için mukaddes bir kalkandır."
14- Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 411-414
15- Halid Ünal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 426-427
16- Akif Köten, H. Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 103-107,
17- H. Koç, F. Candan, a.g.m. sayı 32, Kasım 93, s. 30
1772] Hadis-i şerif rivâyeti
NİKÂH VE TALÂK
- 385 -
Nikâh ve Talâk Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- "Nikâh" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.
B- "Talâk" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 -14- Yerde): 2/Bakara, 227, 228, 229, 230, 230, 231, 232, 236, 237, 241; (18/Kehf, 71, 74, 77); (26/Şuarâ, 13); 33/Ahzâb, 49; (38/Sâd, 6); (48/Fetih, 15); 65/Talâk, 1, 1; 66/Tahrîm, 5; (68/Kalem, 23); (77/Mürselât, 29, 30).
C- "Zevc-Zevce" Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En'âm, 139, 143; 7/A'râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra'd, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü'minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü'min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe', 8; 81/Tekvîr, 7.
D- Nikâh Konusuyla İlgili Âyetler:a- Evlenmenin Fazileti: 24/Nûr, 32.b- Bekârları Evlendirmek: 24/Nûr, 32.c- Evlenmede Bolluk ve Bereket Vardır: 16/Nahl, 72; 24/Nûr, 32.d- Evlenmeye Güç Yetiremeyenler: 24/Nûr, 33.e- Nikâhı Helâl Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 24; 5/Mâide, 5.f- Yetim Kızların Nikâhı: 4/Nisâ, 3, 127.g- Evlâtlıkların Boşanmış Hanımlarıyla Nikâh: 33/Ahzâb, 37.h- Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.i- Ehl-i Kitabın Nikâhı: 5/Mâide, 5.j- Vefat İddeti Bekleyen Kadını Nikâhlama İsteği: 2/Bakara, 235.k- Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 228, 231-232.l- Üçüncü Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 230.m- Münâsebet Helâl Olan Kadınlar: 70/Meâric, 29-30.n- Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 22-24.o- Müşriklerin Nikâhı: 2/Bakara, 221.p- Zinâ Eden Erkeklerin ve Zinâ Eden Kadınların Nikâhı: 5/Mâide, 5; 24/Nûr, 3, 26. r- Mut'a Nikâhı (Geçici Nikâh): 23/Mü'minûn, 7; 70/Meâric, 29-31.s- Nikâhın Şartları: 33/Ahzâb, 50.
E- Mehir:a- Nikâh Edilen Kadının Mehrini Vermek: 4/Nisâ, 4, 24-25.b- Boşanan Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 20-21.c- Temastan Önce Boşanmış Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 237.
F- Teaddüd-i Zevcât (Çok Evlilik):a- İki, Üç, Dört Evlenmek: 4/Nisâ, 3; 33/Ahzâb, 50.b- Bir Kadınla Yetinmek: 4/Nisâ, 3, 129. c- Zevceler (Hanımlar) Arasında Adâlet: 4/Nisâ, 3, 129; 33/Ahzâb 50.
G- Talâk (Boşama ve Boşanma):a- İyilikle Tutmak veya Güzellikle Boşamak: 2/Bakara, 229, 231; 65/Talâk, 2.b- Uygun Boşama: 65/Talâk, 1-3.c- Talâk İkidir: 2/Bakara, 229, 231.d- Üçüncü Defa Boşama: 2/Bakara, 230.e- Hülle: 2/Bakara, 230.f- Temastan Önce ve Mehirsiz Olarak Boşanma: 2/Bakara, 236-237.g- İ'lâ Yoluyla (Yaklaşmamaya Yemin Ederek) Boşama: 2/Bakara, 226-227.h- Temastan Önce Boşama: 33/Ahzâb, 49.i- Boşanan Karı-Koca: 4/Nisâ, 130.j- Kadının Kendisinin Fidye Vererek Boşanması: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 19.k- Boşanan Kadınları İddet Süresi İçinde Barındırmak: 2/Bakara, 241; 65/Talâk, 6.l- Müslüman Kadının Kâfir Olan Kocasından Boşanması: 60/Mümtehıne, 10-11.m- Boşanan Kadına İddeti İçinde, Çocuk Emzirmesi İçin Ücret Vermek: 65/Talâk, 6-7.n- Araları Bozulmuş Karı-Kocanın Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 35, 128; 60/Mümtehıne, 1.o- Zıhar Yapmak (Hanımı Anneye Benzetmek): 33/Ahzâb, 4; 58/Mücâdele, 1-2.p- Zıhar Keffâreti: 58/Mücâdele, 3-4.İ- İddet (Boşanan veya Kocası Ölen Kadının Bekleme Süresi):a- Boşanmış Kadınların İddeti: 2/Bakara, 228, 231; 65/Talâk, 4.b- Kocası Ölen Kadınların İddeti: 2/Bakara, 234.c- Hâmile Kadınların İddeti: 65/Talâk, 4.d- İ'lâ (Kadına Yaklaşmamaya Yemin): 2/Bakara, 226-227.
H- Aile Yuvası:a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.
2. İslâm’da Evlilik ve Aile Heyet, Seha Neşriyat
3. İslâm’da Evlilik ve Aile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama
4. İslâm’da Evlilik ve Aile Mutluluğu, Muhammed Ali es/Sâbûnî, çev. Nihat Yatkın, Ravza Y.
5. İslâm’da Evlilik ve Cinsel Mutluluk, Mahmut Mehdi İstanbulî, Çağrı Y.
6. İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, Abdullah Aydın-Salih Uçan, Mehdi Y.
7. İslâm'da Evlilik ve Mahremiyetleri, Osman Karabulut, Uysal Kitabevi Y.
8. İslâm’da Aile Ayetullah İbrahim Emini, Sekaleyn Y.
9. İslâm’da Aile Ahlâkının Dinamikleri, Ayetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
10. İslâm Aile Hukuku, Ömer Ferruh, Sebil Y.
11. İslâm Ailesi ve Evlilik, M. İbrahim Kaysî, Hisar Y.
12. İslâm’da Geçici Evlilik (Müt’a), Cevad Hacızade, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.
13. Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
14. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.
15. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.
16. İslâm'da Nikâh ve Düğün, Kemal Solak, Şelale Y.
17. İslâm'a Göre Cinsel Hayat, Ali Rıza Demircen, Eymen Y.
18. İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhalim Hamid, Mektup Y.
19. İslâm'da Aile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.
20. İslâm’da Aile Hukuku, Abdülaziz Amir, Mektup Y.
21. İslâmî Açıdan Kadın Sorunu, Muhammed Fadlallah, Şûrâ Y.
22. İslâm’ın Kadına Verdiği Değer, Muhammed Fatih Hikmet, Alper Kitabevi Y.
23. İslâmî Açıdan Kadının Değer ve Hakları, Osman Ersan, Erkam Y.
24. İslâm’da Evlilik ve Aile Hukuku, Fikri Yavuz, Hisar Y.
25. İslâm’da Dört Evlilik ve Rasûlullah’ın Çok Evlenmelerinin Hikmetleri, İsmail Kaya, Uysal Kit. Y.
26. Kadın ve Aile Seyyid Kutup,. Çev. Halit Yılmaz, İhtar Y.
27. Kadın ve Aile Ansiklopedisi (İslâm Kadın Ans) (Tahrîru'l-Mer'e), 1-4, Abdülhalim Ebu Şakka, Denge
28. İzdivaç ve Mahremiyetleri, Ali Eren, Erhan Yay. Dağ.
29. Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Aile Necip Ammare, Görüş Y.
30. Örnek Aile Necip Ammere, Risale Y.
31. Sünnet ve Aile Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
32. Kadın Aile ve Sevgi Üzerine Söyleşiler, Ali Rıza Demircan, Eymen Y.
33. Kadın Evlilik ve Aile Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
34. Kadın Aşk Aile Peyami Safa, Ötüken Y.
35. İslâm'da Aile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat
36. İslâm’a Göre Cinsel Meseleler, Abdullah Aydın, Metin Yay.Dağ.
37. İslâm’a Göre Evlilik ve Mahremiyetleri, Ali Kayıkçıoğlu, Şelale Y.
38. İslâm’da İzdivaç ve Aile Mehmet Hulusi İşler, Hisar Y.
39. İslâm’da Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
40. İslâm’da Tesettür ve Haya, Mustafa Uysal, Uysal Y.
41. İslâm’da Kadın ve Aile Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat
42. İslâm’da Kadın ve Aile Mehmet Emre, Bedir Y.
43. Müslüman Aile M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
44. Müslüman Aileye Doğru, Zeynep Gazali, Madve Y.
45 Aile Sırları, Mehmet Çizgi, Mektup Y.
46. Evlilik ve Nikâh, Faruk Beşer, Nûn Y.
47. A’dan Z’ye Cinsel Konular ve Aile Sırları, Mehmet Çizgi-Ayşe Çizgi, Mektup Y.
48. Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çile Y.
49. Rasûlullah'ın Annesi ve Hanımları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.
50. Rasûlullah'ın Pâk Zevceleri, Mahmud es-Savvaf, Nur Y.
51. Peygamberimizin Hanımları (Mü'minlerin Anneleri), Mustafa Eriş, Erkam Y.
52. Delilleriyle Aile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
53. Kur'an Ailesi, Mûsâ Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.
54. Ailede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.
55. Muvahhid Aileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
56. Aile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.
57. Gençlik ve Evlilik, Yusuf Özcan, Türdav Y.
NİKÂH VE TALÂK
- 387 -
58. Gençlere Aile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.
59. Aile Saâdeti, Sadık Dânâ, Erkam Y.
60. Kur'an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.
61. Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Cihan Aktaş, Beyan Y.
62. Kur’an ve Sünnete Göre Evlenme ve Boşanma Mehmet Soysaldı, Şûle Y.
63. Evlilik ve Âile Hayatı, Ahmed Kalkan, Özel Y.
64. Evlilikte Mutluluğun Yolları, W.E. Sargent, çev. Ömer Rıza Doğrul, Toker Y.
65. Evlilik ve Cinsel Hayat -Dinî ve Tıbbî-, Âsım Uysal, Uysal Y.
66. Ailede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.
67. İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, M. Akif Aydın, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
68. İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Halil Cin, Ankara 1974
69. Mürşid-i Müteehhilîn, Evli Müslümanlara Rehber, Kutbüddin İznikî, Bedir Y.
70. Aile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.
71. İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, Mevdûdî, Hilâl Y. İstanbul 1967
72. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat
73. Büyük Kadın İlmihali, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat
74. İslâm’da Kadın, Evlilik ve Aile Hayatı, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat
75. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat
76. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 88-111, c. 6, s. 14-46, c. 11, s. 516-549, c. 4, s. 520-528
77. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 2, s. 196-200, 422-423
78. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c.1, 75-77, 206-207, 426-427; c. 2, s. 128-129; c.3, s. 327-329; c. 4, s. 107-111, 294-296; c. 5, s. 92-104; c. 6, s. 66-67, 103-107, 339, 411-414
79. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Aile) c. 1, s. 16-19; (Evlilik; Hüseyin Peker), c. 1, s. 489-491
80. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 499-501
81. Fıkıhçılara ve Hadisçilere Göre Nebevi Sünnet, Muhammed Gazali, Ekin Y. s. 57-87
82. Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121
83. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-303
84. İslâm Düşüncesinde Yeni Arayışlar, Rağbet Y. c. 3, s. 137-200
85. Çağdaş Meselelere Fetvalar, Yusuf el-Kardavi, Tahir Y. c. 2, s. 83-252, c. 1, s. 151-157
86. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 79-90
87. Kur'ânî Kavramlar, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y. 165-202
88. Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112
89. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131
90. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 96-116
91. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112
92. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381
93. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 268-270
94. İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000
95. İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997

Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:20

NİFAK - MÜNÂFIK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NİFAK - MÜNÂFIK


- 231 -
Kavram no139
İman 23
Bk. Küfür; Şirk; Riyâ;
Cehennem; İman; Tevhid
NİFAK - MÜNÂFIK


• Nifak ve Münâfık; Anlam ve Mâhiyeti
• Nifakın Kısımları
a- İtikadî (inançla ilgili) nifak
b- Amelî (davranışlarla ilgili) nifak
• Nifakın Riya ile Alâkası
• Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
• Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur'an-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
• Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları
• Küfür ve Nifak Psikolojisi
• Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
• Münâfıkların Cezası
• Günümüzde Münâfık
• Münâfıkların Kalpleri Hastadır
• Kalbin Bozulma Safhaları
• Kalp Hastalığı
• Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
• Gizli İnkâr (Nifak)
• Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge
• Münâfıkların Tutarsızlığı
• Kur’anın Sefih Dedikleri
• Münâfıkların Karakteri
• Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
• Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır
• Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
• Sağırlar, Dilsizler, Körler!
• Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
• Münâfıklık Küfre Götürür
• Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
"İnsanlardan bazıları vardır ki, inanmadıkları halde 'Allah'a ve âhiret gününe iman ettik' derler." 1002
“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” 1003
1002] 2/Bakara, 8
1003] 2/Bakara, 9
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nifak Nedir, Münâfık Kimdir?
Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak; münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır. Münâfık, nifak kelimesinin ism-i failidir; yani nifak yapan, nifak sahibi demektir. Istılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden İslâm'a girip zahiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî münâfıklık içindir; bu kimse, hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak, Allah'a karşı işlenmiş bir günah olur.
Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zahirî lafız ve kımıldanışlarla İslâm'ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi yeraltı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık, girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” 1004
Nifakın Kısımları
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır.
İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl
1004] 9/Tevbe, 57
NİFAK - MÜNÂFIK
- 233 -
mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır.
Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emanete hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir. Ama bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya çalışmalıyız.
Nifakın Riyâ ile Alâkası
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır. Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır. Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda mürâîliktir.
Diğer taraftan, kişinin inanç ve ibâdet yönünden her an aynı heyecan ve canlılığı göstermesi mümkün değildir. İçinde bulunulan maddî ve manevî şartlara göre insanın manevî hayatı birtakım iniş ve çıkışlara sahne olabilir. Bu bakımdan bir mü’minin, iman ve amel yönünden her an aynı zevki duyamaması, onun münâfıklığını veya riyakârlığını ortaya koymaz. Çünkü muayyen bir çizgi üzerinde daima aynı seyri devam ettirebilmek insan ruhu için son derece güçtür. Kalbimize, sık sık değişik durumlar aldığı için değişken anlamında “kalb” adı verilmiştir. Bu konuda ashabdan Hanzala’dan (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif, oldukça enteresandır. Hanzala (r.a.) şöyle anlatıyor:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasulullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah rasülüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ya Ebâ Bekr! Hanzala münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzala (r.a.) devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
Ya Hanzala! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Ya Hanzala! Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.” 1005
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
Kur’ân-ı Kerim, insanları mü'min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplar. Bakara sûresinin ilk beş âyeti mü'minlerden ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet1006 kâfirlerden, ondan sonraki 13 âyet de1007 münâfıklardan ve onların özelliklerinden bahsetmektedir.
Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.
Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin vasıflar vardır. Bunlar:
Münâfık, casus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül etmez, hakkına razı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere karşı inanmış gözükmek de bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.
e- Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli olmaları tavsiye edilmektedir. 1008
Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü onlar, bize
1005] Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed bin Hanbel, IV/346
1006] 6. ve 7. âyetler
1007] 2/Bakara, 8-20. âyetler
1008] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 27
NİFAK - MÜNÂFIK
- 235 -
benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır, fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür. Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine, müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar idrâkten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya) bir yardımcı da bulamayacaksın.” 1009
Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur. Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir. Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü mel’aneti yapan münâfıklar; bizim davamızın baş düşmanlarıdır. Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.
Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur'ân-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri
Müslümanları aldatmaya çalışırlar: "Allah'ı da, mü'minleri de güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine farkına varmazlar." 1010
Kalplerinde hastalık vardır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır." 1011
Fesatçıdırlar: "Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman 'biz ancak ıslah edicileriz' derler. Gözünü aç, onlar muhakkak ki fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler."1012 Münâfıklar, fesatçıdır; fakat bunu bilmeyebilir, kendilerinin fesatçı olduklarını kabul etmezler. Fesat; günah işlemek ve günahı topluma yaymaya çalışmaktır. Bu, sözlü ve amelî küfürdür. Yeryüzünde Allah'a isyan eden ve isyanı emreden kişi, fesat çıkaran kimsedir. Zira yeryüzünün ıslahı Allah'a itaat ile; fesadı da Allah'a isyan iledir.
Müslümanları Küçümserler: "Onlara 'İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın' denilince, 'biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?' derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler."1013 Günümüzde müslümanlara, gerici, mürteci, irticacı, yobaz, çağ dışı' gibi damgalandırmalar yapanların kimler
1009] 4/Nisâ, 145
1010] 2/Bakara, 9
1011] 2/Bakara, 10
1012] 2/Bakara, 11-12
1013] 2/Bakara, 13
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğu rahatlıkla değerlendirilebilir.
Müslümanları alaya alırlar: "Onlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler." 1014
Kâfirleri dost edinirler: "Onlar, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti (güç ve şerefi) onların yanında mı arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." 1015
İman ile küfür arasında bocalarlar: "Onlar, iman ile küfür arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara ne (bağlanıyorlar), ne bunlara." 1016
Dini, yalnız bir tarafından tutup, bir yönüyle kulluk ederler: "İnsanlardan kimi, Allah'a (dinin yalnız bir tarafından tutup) yalnız bir yönden kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur, yapışır. Eğer bir musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüzçevirir). O, dünyasını da âhiretini de hüsrana uğratmış, kaybetmiştir. Bu, apaçık zararın ta kendisidir." 1017 Günümüzde İslâm'ı yaşarken menfaatı bozulanlar veya başına bir bela gelenler, bu yüzden İslâmî yaşantıyı terkedip eyyamcı oluyor veya başka yollara sapıyorlarsa, bu âyetteki tehditten korksunlar!
Allah'ın indirdiği ile değil; tâğutun hükmü ile hükmedilmek isterler: "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğuta küfretmeleri (inanmamaları) kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükmüyle hükm edilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan, onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasül'e gelin (onlara başvuralım, onlarla hükm edelim) denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün."1018 Değişik izmlere, İslâm dışı düzenlere bağlanıp onları hakem yapanlar, onların hükmünü, uygulamalarını tercih edenlerin bu âyetlere göre hükmü çok nettir.
Yalan yere yemin ederler: "Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler de (bununla insanları) Allah yolundan çevirdiler. İşte onların hakkı, horlatıcı bir azaptır." 1019
Cihaddan kaçarlar: "Allah'ın peygamberine muhalefet için (savaştan) geri kalan (münâfık)lar, oturmalarıyla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve 'bu sıcakta harbe çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' iyice bilmiş olsalardı." 1020
Mü'minlere kin beslerler: "Onlar sizinle buluştukları zaman 'inandık' derler; Sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." 1021
Mü'minlerin iyiliğe uğramalarına üzülüp başlarına bir bela geldiğinde sevinirler: "Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür; başınıza bir musibet gelse,
1014] 2/Bakara, 14
1015] 4/Nisâ, 139
1016] 4/Nisâ, 143
1017] 22/Hacc, 11
1018] 4/Nisâ, 60-61
1019] 58/Mücâdele, 16
1020] 9/Tevbe, 81
1021] 3/Âl-i İmran, 119
NİFAK - MÜNÂFIK
- 237 -
buna sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez." 1022
Kötü propaganda yaparlar: "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber'e ve aralarında yetkili kişilere götürselerdi, içlerinde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi." 1023
Korkaktırlar: "Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur."1024; "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar." 1025
Ellerine fırsat geçince müslümanlara suikast tertip eder ve gizli planlar kurarlar: "Andolsun ki onlar, daha önce de fitne (ve fesat) çıkarmak istemişler, senin hakkında birtakım işler (dolaplar) çevirmişlerdi. Nihâyet hak (nusret) geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri yerini buldu (Allah'ın dini galebe çaldı)." 1026
Mü'minlere iftira atarlar: "O uydurma haberi (iftirayı) ortaya atanlar, içinizden (belli) bir gruptur... Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunup da: 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?" ...Onlar yalancıların ta kendisidirler." 1027
Namaz konusunda üşengeç ve tembeldirler. Gösteriş yaparlar: "Namaza kalktıkları zaman üşene üşene gelirler, istemeye istemeye infak ederler."1028; "Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da çok az hatıra getirip anarlar." 1029
Kâfirler hesabına casusluk yaparlar: "Onlar durmadan yalana kulak verirler ve senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk eden kimselerdir. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler." 1030
Allah'tan kork denilince, tersini yaparlar: "Ona 'Allah'tan kork' dendiği zaman izzet(-i nefsi, cahilane kibri), kendisini (daha çok) günah işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, gerçekten ne kötü yataktır." 1031
Kur'an'ı yanlış yorumlarlar: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar." 1032
Peygamber'in hükmüne razı olmazlar: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki; onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." 1033
Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar: "Onlar, kendilerinin küfrettikleri gibi sizin
1022] 3/Âl-i İmran, 120
1023] 4/Nisâ, 83
1024] 9/Tevbe, 56
1025] 63/Münâfıkun, 4
1026] 9/Tevbe, 48
1027] 24/Nur, 11-13
1028] 9/Tevbe, 54
1029] 4/Nisâ, 142
1030] 5/Mâide, 41
1031] 2/Bakara, 206
1032] 3/Âl-i İmran, 7
1033] 4/Nisâ, 65
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de küfredip inkâr ederek onlarla beraber olmanızı arzu ederler." 1034
Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Kur'an'ın bir kısmını kabul etmezler: "Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de onlar, azabın en çetinine iletileceklerdir. Alla, yaptıklarınızın hiçbirinden gafil değildir." 1035
Dış görünüşleri aldatıcıdır: "Onları gördüğün zaman, kalıpları (kıyafetleri) hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler (giydirilmiş odunlar) gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah gebertsin onları. Nasıl da bu hale geliyorlar?" 1036
Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler: "Münâfık erkekler de, münâfık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar. Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar, Allah'ı unuttular (O'na tâatı bıraktılar). Allah da onları unuttu (onlara lütfunu terketti). Şüphesiz ki münâfıklar, fâsıkların ta kendileridir." 1037
Zekât vermek istemezler, dönektirler: "Onlar, istemeye istemeye infak edip harcarlar."1038; "Onlardan kimi de, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız' diye Allah'a and içti. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Onlar öyle dönektirler." 1039
Kur’an’ın “Doğrusu münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”1040 diye hüküm verdiği münâfıkların kimliklerini, yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak şu şekilde özetleyebiliriz:
İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı; kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır.
İbâdetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibâdet yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.
Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar, müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış görünüşlerini süslü gösterirler.
Ahlâk ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik, ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık, yalan, cimrilik, menfaatçilik, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine uyma.
1034] 4/Nisâ, 89
1035] 2/Bakara, 85
1036] 63/Münâfıkun, 4
1037] 9/Tevbe, 67
1038] 9/Tevbe, 54
1039] 9/Tevbe, 75-76
1040] 4/Nisâ, 45
NİFAK - MÜNÂFIK
- 239 -
Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri: Korku, gerek mü’min, gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakmış, müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen bir psikoloji.
Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için, kendisinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri.
Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren, fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle adam kandırmaya çalışan bir tip.
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
Hadis-i Şeriflerdeki münâfık alâmetleri, genellikle amel münafığına aittir. Bu davranışlar, çirkin ve günah olmakla birlikte küfür değildir: Bu hususa dikkat edilerek, bu vasıfları taşıyanlara hemen (itikat açısından) münâfık veya kâfir damgası vurulmamalıdır. Bu nifak alâmetleri, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve uyarılar cinsindendir. Zira, amelî nifak çoğalınca, ileride müslümanın itikadî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.
"Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet eder." 1041
"Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." 1042
"Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır." 1043
"Münâfıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır hiçbir namaz yoktur. Hâlbuki bu iki namazın cemaatinde olan sevabı bilselerdi, emekleye emekleye (sürtüne sürtüne) de olsa, onlara gelip hazır olurlardı." 1044
"Münafığa, seyyid (efendi, sayın) demeyin. Çünkü o sizin efendiniz olursa aziz ve celil olan Rabbinizı gazaplandırmış olursunuz." 1045
"Ümmetimdeki münâfıkların çoğunu okuyanlar teşkil eder." 1046
"Ümmetim hakkında en çok korktuğum, güzel konuşmasını bilen ve kalbi cahil olan her münâfıktır." 1047
1041] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
1042] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
1043] Râmuz el-Ehadis, no: 1443
1044] S. Buhâri, Tecrid, II, no: 283
1045] Buhâri, Edebü'l Müfred II, h. no: 760
1046] Râmuz el-Ehadis, no: 1104
1047] Râmuz el-Ehadis, no: 1535
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Haya ve tutukluk imanın iki şubesidir. Bezâ (açık saçık konuşmak), beyan (lüzumundan fazla konuşmak) münâfıklığın iki şubesidir." 1048
"Mü'min yiğittir, zekidir, dikkatlidir, itaatlidir, acele etmeyendir, âlimdir, takva sahibidir. Münâfık ise, insanları arkalarından çekiştiren ve yüzlerine karşı dil uzatan bir cehennem odunudur. Şüpheli şeylerde durmaz, harama riâyet etmez, tıpkı gece odun toplayan kimse gibi, nereden kazandığına, nereye harcadığına ehemmiyet vermez." 1049
"Mü'min rüzgârdan etkilenen ekin gibidir; devamlı belâ içinde olur. Münâfık ise, kesilinceye kadar etkilenmeyen çınar ağacına benzer." 1050
"Kim insanlara, Allah korkusundan daha fazla korku gösterirse, o münâfıktır." 1051
"Kim Allah'ı çok hatırlar ve zikrederse nifaktan uzak olur." 1052
"Münâfık, iki koyun sürüsü arasında görülen ve bir bu sürüye, bir öbür sürüye koşan; hiç birinden olmadığı için birinde duramayan koyuna benzer."
"Bir kimse, gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek ölürse, bir nevi nifak üzere ölür." 1053
"İnsanların en şerlisi, şunlara bir yüzle, diğerlerine başka bir yüzle gelen iki yüzlüler, münâfıklardır." 1054
"Mü'min, günahını üzerine düşüverecek bir dağ gibi görür ve günahtan böylece korkar. Münâfık ise, günahını burnunun üzerine konmuş uçan bir sinek gibi görür." 1055
"Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu Allah'a şirk koşmaktır. Dikkat edin, ben, onlar güneşe, aya, puta taparlar demiyorum. Ancak onlar, Allah'tan başkası için amel işlerler." 1056
Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faâliyet Yerleri Açmaları
“Bir de (müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Rasülü ile harb edeni(n galip gelmesini iştiyakla) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp, onu) mescid (câmi) edinenler vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar şüphesiz yalancıdırlar. O mescidin içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. İlk gününde temeli takva üzerine kurulan mescid, senin, içinde namaz kılmana daha lâyıktır.” 1057
Bu âyet-i kerime, münâfıkların, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında yaptıkları bir tuzak ve komplodan bahsetmektedir. Bunlar, Kuba mescidine, oranın cemaati olan mü’minlere karşı Mescid-i Dırar denilen bir mescid inşa etmişlerdi. Bunu, Allah ve Rasülü’nü inkâr, Allah ve Rasülü’ne karşı savaşanları bu mescid vesilesiyle gözetlemek, kontrol altında tutmak için yapmışlardı. Maksatları bu olduğu halde, mescidi güzel bir niyetle mü’minlere takdim ediyor görünümündeydiler.
1048] Tirmizî Terc. C. 3, no: 2096
1049] Râmuz el-Ehadis, no: 2860
1050] Râmuz el-Ehadis, no: 4817
1051] Râmuz el- Ehadis, no: 5957
1052] Râmuz, no: 5060
1053] Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346
1054] Seçme Hadisler, Diyanet Y., 101, 102
1055] S. Buhâri, Deavât 4
1056] İbn Mâce, 105
1057] 9/Tevbe, 107-108
NİFAK - MÜNÂFIK
- 241 -
Bu mescidi, hayır olsun diye, hasta ve fakirlerin namaz kılmaları için inşa ettiklerine dair yemin etmişlerdi. Hâlbuki Allah, onların bu yeminlerinde yalancı olduklarına şehadet etmektedir. Allah, Peygamberine bu mescidin durumunu haber vererek onu yıkmayı ve içinde namaz kılmamasını emretti.
Görünürde Peygamberimiz zamanında kalmış olan bu olay ve binası yıkılmış, çöplük yapılmış olan bu zararlı mescid, münâfıkların ve İslâm düşmanlarının kirli emelleri ve entrikaları için çeşitli şekillerde ve nice yerlerde günümüzde de yaşamaktadır. Dıştan İslâmî görüntü verilmeye çalışılan, içten İslâm’ı yıkmak, tahrif etmek, dejenere edip tâğutî düzenlere hizmet ettirmek için bu tip mescid veya teşkilatlar her dönemde münâfıklar tarafından devrin şartlarına ve ortamlarına uygun şekilde ortaya konulmaktadır.
Çeşitli kurum ve kuruluş şekilleri, çeşitli kitaplar, çeşitli konferanslar, çalışma, ve araştırmalar yapılmaktadır. İsimleri farklı ve çeşitleri çok olan bu dırar mescidlerinin açığa çıkarılması, aldatıcı tabelalarının tanınması ve bunların gerçek yüzlerinin tesbiti gerekir. Peygamberimiz zamanındaki bu Dırar Mescidinin keşfedilip ortaya çıkarılması ve tavır alınmasında bizim için büyük ibretler vardır. Her zaman ve her yerde böyle Dırar Mescidlerinin, münâfık yuvalarının bulunacağı için, Kur’an, münâfıkların bu çirkin tavırlarını açıklamakta bu derece kesin ve sert davranıyor. Yüzlerindeki maskeyi yırtarak Dırar Mescidinin iç yüzünü bu derece kesin ve sarih olarak açıklayan âyet-i kerimede bizim için bitmez tükenmez örnekler vardır. 1058
Küfür ve Nifak Psikolojisi
İnsanların davranışlarını incelerken, onların psikolojik yapılarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü gerek olumlu, gerek olumsuz bütün hareketler, bir psikolojik temele dayanır. İnsanlar, basit içgüdülerle değil; belli birtakım fikir ve inanç ölçüleri doğrultusunda hareket ederler. Doğal insiyak ve refleksler hariç, insanın hiçbir hareketi bu çerçeve dışında değildir. İnsanların davranışlarının birbirinden farklı olması, dayandıkları dünya görüşlerinin farklılığından ileri gelmektedir.
Âhiretin varlığına inanmayarak hayat yolculuğunu, ölümle biten ebedî bir son olarak kabul edenlerle; hayatı bir imtihan sahası, ölümü ise bu sınavın neticelenip değerlendirileceği ebedî hayata geçiş olarak görenlerin davranışları elbette aynı olmayacaktır.
Kâfir; bizzat kendi eliyle inşâ ettiği karanlık inkâr zindanı içinde ve her türlü metafizik ürperti ile ilgisini kesmiş durumda yaşayan zavallı bir mahkûmdur. Ruh ve aklın, sırlar ve gayb âlemine açılan bütün pencerelerini tıkadığı için, sahip olduğu ve olabileceği her şey bu dünyadan ve onun yanıp sönen fâni lezzetlerinden ibarettir. Bu fâni lezzetlere ulaşabildiği oranda dünya onun cenneti, erişemediği veya kaybettiği nisbette de cehennemidir. “Dediler ki, hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.”1059 Dünya hayatı onlar için biricik gayedir. Bütün çabaları bu gayeye biraz daha fazla ulaşabilmektir. Maddeden daha değerli bir şey tanımadıkları için en ufak dünyevî bir menfaat uğruna sarf etmeyecekleri şey yoktur. Hak, hukuk, günah, sevap, cennet,
1058] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 7, s. 402
1059] 45/Câsiye, 24
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cehennem gibi kavramlardan habersiz veya onlara ilgisiz yaşadıkları için fazilet ve fedakârlık gibi insanı yücelten yüce değerlerden mahrumdurlar.
Hayvanlar gibi başıboş ve sorumsuz yaşarlar. “Kâfir olanlara gelince, onlar (dünyada sadece) zevk ve sefa ederler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”1060; “Bırak onları; yesinler, eğlensinler, onları emel oyalıya dursun. Sonra bilecekler onlar.”1061 Bütün işleri tuvalet ile yemek ve yatak odası arasında mekik dokumaktır. Onlar için her şey boştur. Mide ve şehvetin dışında, uğrunda mücadele edecekleri hiçbir davaları yoktur. Kemik başında dalaşanlar gibi onlar da sadece çıkar ve rantlarının kavgasını yaparlar. Kendilerini topyekün maddenin esaretine verdikleri için ruhî ve fikrî bir özgürlüğe sahip değillerdir. Maddenin ve hevâlarının âzat kabul etmez köleleridir. Ulvî değerler, yüce duygular onları hiç ilgilendirmez. Hele din, iman gibi konuları hiç duymak istemezler. “Onların kalpleri vardır; bunlarla idrâk etmezler. Gözleri vardır; bunlarla (hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir.”1062; “Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıverecek olurlar.” 1063
Münâfıklar, kâfirlerin aksine, belirli bir yolun ve istikrarlı bir hayatın sahibi olamadıkları için, mevsimlere göre değişik yerlerde konaklayan göçebeler misali oradan oraya göçer dururlar. Sadece menfaatlerinin sevki ile hareket ettikleri için, samimi olarak bir tarafa bağlanamazlar. “Onlar (küfür ile iman arasında) bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne mü’minlere, ne de kâfirlere bağlıdırlar.”1064 İnanç ve hareketlerinde zikzak çizdikleri için şahsiyet bütünlüğünden mahrumdurlar. Hiç sevmediği bir rolün, mecburen aktörlüğünü yapan kimse gibidirler. İslâm’ı ve müslümanları sevmezler. Hele içinde yaşadıkları toplumda İslâm şeriatının hükümlerine tâbi olmayı hiç istemezler. Müslüman rolünü tam beceremeseler de zorla becermeye çalışırlar. “İstemeye istemeye zekât verirler.”1065; “Tembel tembel namaza kalkarlar.”1066 Fakat yerine göre sözün en yaldızlısını konuşurlar; böylece müslümanlara karşı itimat telkin etmeye çalışırlar. Perde gerilerinde ise onlar aleyhinde şeytanî planlar ve haince komplolar hazırlarlar. İhanetleri ve iç yüzleri meydana çıkacak diye de daima şüphe ve korku içinde yaşarlar.
Mayın tarlasında yürüyen kimsenin tereddüt ve telaşını hissederler. Her şeye kulak kabartırlar. “Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler.”1067 Onların şüphe, korku ve tereddütlerle dolu olan bu çalkantılı kaos hayatı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Onların hali (korkulu bir sahrada) ateş yakan kimsenin hali gibidir ki; o (ateş), etrafındakileri aydınlattığı sırada Allah ışıklarını söndürüp, kendilerini karanlıklar içinde bırakıvermiştir.”1068 Bakara sûresinin 17-20. âyetlerinde münâfıkların hâlet-i rûhiyeleriyle ilgili tablodan anlıyoruz ki; Münâfıklar; kalpleri dirilten, insanî duyguları yücelten Kur’an âyetleri, müslümanların nezih davranışları ve feyizli
1060] 47/Muhammed, 12
1061] 15/Hicr, 3
1062] 7/A’râf, 179
1063] 22/Hacc, 72
1064] 4/Nisâ, 143
1065] 9/Tevbe, 54
1066] 4/Nisâ, 142
1067] 63/Münâfıkun, 4
1068] 2/Bakara, 17
NİFAK - MÜNÂFIK
- 243 -
sohbetleriyle daima karşı karşıya bulundukları halde, yine de iç âlemlerindeki inkâr, şüphe, vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.
İçyüzlerini açığa çıkaran, cehennemin şiddetli azabıyla kendilerini tehdit eden Kur’an âyetlerini işittikleri zaman, şiddetli gök gürültüsü karşısında dehşete düşen kimse gibi âdeta çarpılırlar, suçluluk psikolojisi içinde erirler. Buna mukabil, inkâr karanlıklarından sıyrılıp iman aydınlığına çıkışın yollarını gösteren âyetler, çeşitli deliller, mü’minlerle ilgili ilahî müjdeler ve cennet vaadleri karşısında az da olsa kalplerinde bir ürperti, bir ferahlık meydana gelir, fakat bir türlü inanamazlar. Nedense inkâr karanlığını yırtamazlar. Küfür ve nifak pisliği benliklerine o derece sinmiştir ki; alışa geldikleri bu hayatın dışına çıkmak, onlar için bir nevi ölümdür. Şehvetlerin, kirli emellerin, âdi menfaatlerin bataklığından kurtulmak onlar için sanki intihardır. İşte bu sefil hayatın dışına çıkmamak için; kendilerini hakka, hidâyete çağıran seslere karşı kulaklarını tıkarlar. Rahmanî ışıklara karşı gözlerini kaparlar; ilahî davetin nurundan gözleri kamaşır, âdeta kör olurlar.
Ama İslâm’ın kendilerine sağlamış olduğu izdivaç, miras, ganimet veya bulundukları yerde makam, mevki, koltuk kapmak gibi dünyevî menfaatler karşısında ise keyiflerine diyecek yoktur. Onları elde edebilmek için koşarlar, çırpınırlar. Göstermelik imanlarının zırhına bürünerek herkesten fazla pay elde etmeye bakarlar. Ne vakit de cihad, zekât, namaz, oruç vs. gibi tekliflerle karşılaşırlarsa, işte o zaman dizlerinin bağı çözülüverir, yerlerinde kalakalırlar. Bahane üstüne bahane uydururlar, müslümanları kandırmanın bin bir yolunu ararlar. Yalanlar, yeminler, kendilerini temize çıkarma gayretleri birbirini takip eder. İşte sahte imanları sayesinde elde etmiş oldukları dünyevî menfaatlerin karşılığını, daha ölmeden önce korku ve zillet içinde böylece ödemiş olurlar.
Karanlıkların, gök gürültülerinin, şimşeklerin o ürpertici atmosferinde yaşamak ne kadar fecidir. Her an ölmek... Her an dirilmek... Ne imanın engin ve ebedî saadeti, ne de mutlak küfrün ölü veya felçli bir uzvun duygusuzluğu içindeki donmuş ve taşlaşmış hayatı... İkisi arasında daima bocalayıp durmak... Kendine mahsus bir barınaktan mahrum olup, onun bunun yanında sığıntı hayatı; iğreti, sahte, taklitten ibaret bir yaşayış... Zillet ve meskenet içinde her an suçüstü yakalanmanın, maskesinin düşüp foyasının meydana çıkacağı endişesinin, koğulmanın, her an açıkta kalmanın ıstırabını duymak... İşte münâfık hayatı!.. 1069
Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
Münâfıklar, her ne kadar mü'min sıfatını taşımıyorlarsa da, insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen de küfür yönüne yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini sakladıkları için müslümanmış gibi muâmele görürler. Bu durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza verilir.
Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman muâmelesi
1069] Ali Rıza Temel, İslâm Dâvâsı ve Münâfıklar, Bahar Y., s. 9 ve devamı
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar ortaya çıkabilir. "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!"1070; "Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!"1071; "Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter." 1072
Münâfıkların Cezası
“Şüphesiz ki münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”1073; "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!" 1074 Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların cezâlarıyla ilgili yeterli derecede bilgi verilir.
Günümüzde Münâfık
Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi ölçüye göre tespit edeceğiz?
İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor. Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve zorbalığı ile câhillerin ifsâd ettiği dünyamızda buna dur diyecek bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur'an'da ve sünnette tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm'ın hâkim olmadığı yerlerde de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu'nun bazı bölgelerinde oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler bile oruç tutuyor görünürler. İslâm'a saygılı ve dinî duyguları güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip dinleyen, konuşmalarında Allah'ın adını sıkça anan politikacılar, seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu yapıyorlarsa, Allah'ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa... münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine'lerde aramamak gerekiyor.
Münâfıklığın karakteristik özelliği, iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında İslâm dışı hayat
1070] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrim,
1071] 33/Ahzâb, 1
1072] 33/Ahzâb, 48
1073] 4/Nisâ, 145
1074] 9/Tevbe, 73; Tahrim, 9
NİFAK - MÜNÂFIK
- 245 -
sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların, cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar, müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler.
Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münâfıklığa sevk eden şey dünyevî menfaatler ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama dünyayı Allah'tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. "İnsanlardan bazıları Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerin söylerler; oysa onlar mü'min değillerdir. Onlar, Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar." 1075
İslâm ile küfür arasındaki mücadele kıyâmete kadar devam edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saâdetten günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur'an ve hadisler, her dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini uzun uzun üzerinde durarak mü'minlere haber veriyor. Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü'minler uyarılarak, onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek câiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz, kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece Allah'a, Rasülü'ne ve mü'minlere ait olduğu halde; münâfıkların kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o zümreye dâhil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.
Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla, hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları, maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar. Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi
1075] 2/Bakara, 8-9
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
"Mü'min, bir delikten iki defa ısırılmaz." Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur'an'a sarılmalıyız.
Münâfıkların Kalpleri Hastadır
"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da arttırmıştır..." 1076
Kalbi bozuk olan münâfıklar, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e ve mü’minlere çeşitli lutuflarını gördükçe, İslâm'ın adım adım tamamlanarak yerleştiğini müşâhede ettikçe haset ve kinleri artmakta, bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale getirmektedir. Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organdır; o sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur'an dilinde kalp daha ziyade vicdan, iman ve ahlâkın merkezî mânâsında kullanılmaktadır. Münâfıklık, ikiyüzlülük bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde mevcut bir bozukluğun acı meyvesidir, nifak devam ettikçe bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak devam eder. 1077
Meraz/Hastalık
Hastalık, sağlık ve sıhhatin az veya çok, geçici veya kalıcı olarak bozulması, kaybolması demektir. Arapça’da hastalık karşılığı olarak “meraz” kelimesi kullanılır. “Meraz”, bedensel hastalıklar için kullanıldığı gibi, Kur’an’da çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücur (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Kalbin Meraz Hali: Meraz, insanın, sıhhat ve itidalden ayrılmış olduğu hali ifade eden bir durumdur.1078 Cismanî anlamda kullanıldığı gibi mânevî anlamda da kullanılır. Cismanî açıdan meraz (hastalık), bedene sonradan ârız olan ve dengeyi bozan bir haldir. Mânevî yönden ise meraz, kalbin, dinin gerçeklerini idrâk kabiliyetinin zaafa düşmesini'1079 belirten bir durumdur.
1076] 2/Bakara, 10
1077] Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Heyet, DİB Y., c. 1, s. 26
1078] el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 707; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 171
1079] el-Merağî, Tefsiru'l-Merağî, I, 51
NİFAK - MÜNÂFIK
- 247 -
Günahların kalpte açtığı manevî yaralar, Kur'ân-ı Kerim'de -gerek faziletlerin elde edilmesine engel olmaları yönüyle, gerekse uhrevî hayatın kazanılmasına engel teşkil etmeleri cihetiyle hastalıklara benzetilmiştir.
Tabatabaî, Kur'ân örfündeki kalp hastalığını, Allah'a ve onun âyetlerine taalluk eden meselelerde, insan idrâkine ârız olan şek, şüphe ve kalbin dinî inanca sarılmadaki gevşekliği1080 olarak tanımlar. İbn Ebi'l-İzz ise, Kur'ân'da söz konusu edilen merazı,1081 şüphe ve şehvet marazı olmak üzere iki grupta toplar.1082
İnsanın idrâk, hitap ve hakikat yanını ifade eden ve hükemânın da nefs-i nâtıka dediği Rabbânî bir latife olan kalp,1083 Allah'ı tanıyıp sevme ve O'na şükranda bulunmak için yaratılmıştır. Nitekim bazı dinamikleriyle kalp, bir âyette dikkatlerimize şöyle arzedilir: "...Şükür (ve şükrânınızı) izhar edesiniz diye Allah size görme, işitme ve akletme güçleri (ef'ide) vermiştir." 1084
Demek ki insanın maddî-mânevî her bir uzvu, belli bir iş için yaratılmıştır. Yaratıldığı işi yapmıyorsa hastadır. Aynen öyle, kalp de vazifesini yapmıyorsa hasta demektir.1085 Kur'ân Yüce Yaratıcı'ya teveccüh ve şükür için yaratılmış bulunan kalbin, bu görevlerini yerine getirememesine sebep olan marazı (hastalığı), Kur’an, izahını yaptığımız bu âyette ele almaktadır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da artırmıştır..." 1086
Bu âyette söz konusu edilen insanlar, niyet planında kötülüklerle içli-dışlı olanlar ve de bununla kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeye çalışanlardır. Sebeplerin artışıyla neticenin katlanması demek olan bu durum, tam bir fâsit dairedir (kısırdöngüdür). Yani bir türlü kalpten sökülüp atılamayan, hatta sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni kötü ameller doğurmuş ve netice itibariyle böyle bir fâsit daire içinde kalmışlardır. 1087
“Allah, onların kalplerindeki hastalığı artırmıştır” şeklindeki ifadeye gelince bu, olayın Allah'a bakan yönüyle ilgili olup kulun niyet ve tavırlarına bağlı olarak kalpteki marazın yaratılma açısından O'na ait olduğunu göstermektedir.
Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük bir günaha, -hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre- değişik yollar bulunması itibariyle, başlangıçta kalpte küçük bir sapma olarak beliren marazın, nihayetinde katı bir inkârla noktalanması imkânsız değildir. Bir diğer ifadeyle, mânen hastalanan kalbin, bir gün fonksiyonunu icrâ edemez hale gelip bütünüyle körelmesi mümkündür. İnsan için asıl körlüğün ifadesi olan bu durum Kur'ân'da sıklıkla ifade edilir. Söz gelimi, kalbi kararmışlardan, münâfıklardan şöyle söz edilir: "Görürsün
1080] et-Tabatabai, Muhammed Huseyn, el-Mizan fi Tefsiri'1-Kur'ân, Müessesetü'l-Âlemî, Beyrut, 1973, V, 378; Keza Bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1, 227, 230
1081] Bk. 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32; 47/Muharnmed, 20, 29; 63/Münâfikun, 3
1082] İbn Ebi'1-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, Müessesetü'r-Risale, Beyrut, 1984, II, 360. Keza Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alîl, 8, 171
1083] el-Cürcani, et-Ta'rifât, s. 178
1084] 16/Nahl, 78
1085] el-Gazalî, İhya, III, 80
1086] 2/Bakara, 10
1087] Abdulfettah Şahin, Kur'an'dan İdrâke Yansıyanlar, Feza Y., İst. 2000, I, 37
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sana bakıyorlar (yenzurûne), ama görmüyorlar (lâ yubsirûne)." 1088
Marazlı kalplerin bir mânâ etrafında birleşmeleri de, mümkün değildir. Çünkü vahdetin en emin yolu olan tevhidi kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların birlik ve beraberliği ancak dışta, yani bedenî ve maddî planda olabilir: "Sen onları toplu, bir sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır." 1089
Özetle ifade edecek olursak, mânevî yönden başlangıçta her kalp sıhhatlidir. Ancak dikkat edilmediği durumda kalbin de hastalanması mukadderdir. Zira onun da -kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete kadar- hastalanmasına sebep olabilecek pek çok düşmanı vardır. Bu itibarla ona mânevî karantina şartları hazırlamak, sahibi için son derece önem arzeden bir husus olmaktadır. 1090
"Münâfıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas, hastalık ârızîdir, ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve irâdenin âfeti olan bir hastalık var. Bu hastalık, inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın "onda şüphe yoktur."1091 buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe eder. Allah'ın hâlis mü’min kullarından ve onların doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır?" demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu fark etmez. Böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışmanın kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli
1088] 7/A'râf, 198
1089] 59/Haşr, 14
1090] Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp ve Mühürlenmesi, Işık Y., 107-111
1091] 2/Bakara, 2
NİFAK - MÜNÂFIK
- 249 -
beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münâfıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını arttırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, özetle her kötülük ve çirkinlik yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücâhedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, özetle her türlü güzellik ve hayırlar var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkân kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık, Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah'a ve mü’minlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde yapamamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil, ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtratıyla/yaratılışıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ileride şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergâhında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi, kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübe ile bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vâki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkûm olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irâde zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta sâbit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali vardır. Yani hiç gizlenmek istemeyen bir "benlik" dâvâsı, bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyla kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azap da vardır. Bu azap, özellikle yalan söylemeleri veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azap git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -âdeta- kaşındırır. Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının âhiretteki azâbı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibâlarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan ara sıra imrenmek için görünür ve kapanır.
"Mü’minlerle onların (münâfıkların) arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azaptır."1092 âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyrulduğu gibi, diğer bir âyette de "Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler."1093 buyrulmuştur ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar İlâhî kanunlardır. İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır. 1094
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen mânevî kalp türlü türlüdür. Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan kalp"tir. Nefis tarafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç âleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bütün güçlerin hastalanması mukadder olur. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1. Hastalık derecesinde insana korku getirir: “Kalplerinde hastalık bulunanların; 'başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” 1095
Hasta gönle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmamaları gereken davranışları sergilerler. İnkârcıların düşmanlıklarından korktukları için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı ikiyüzlü bir tavır içinde olurlar.
1092] 57/Hadid, 13
1093] 9/Tevbe, 125
1094] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zaman Y., Bakara, 10. âyetin tefsiri.
1095] 5/Mâide, 52
NİFAK - MÜNÂFIK
- 251 -
2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar: “O zaman münâfıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı. Hâlbuki kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir.”1096 Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar yanlış değerlendirme yapmak, münâfıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar: “Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zâlimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler.”1097 Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvâsını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık, insanla hakikat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki, ona uzanma imkânları kalmaz.
4. Cinsel sapıklıkları vardır. Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne çıkmaktadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadını sadece bir seks âleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur. Yüce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine işaret etmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar. Doğru/güzel söz söyleyin.”1098 Yüce Allah bu âyette, kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip etmemektedir. Âyeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar. Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını önler. Meselelerin sadece zâhirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar dünyadaki olayların sadece zâhiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir: “Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” 1099
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister: “Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir' desinler.” 1100
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkânsızdır. Hasta olan kalp, ıstırap içinde olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve kendisine sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz. Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerinde yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan kişi,
1096] 8/Enfâl, 49
1097] 22/Hacc, 53
1098] 33/Ahzâb, 32
1099] 30/Rûm, 7
1100] 74/Müddessir, 31
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkâr ile kalp hastalığı arasında derinden bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur: “Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını (ricslerini) kat kat arttırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler.” 1101
Demek ki kalp hastalığı, inkârı, tükenmeyen bir süreç haline getirmektedir. Kur'an, kalp hastalığı ve inkâr gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la karşılaşınca, öylesine aşırı bir tepki göstermektedir ki, inkârını kat kat artırarak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor perdeler oluşmaktadır.
Yukarıda meali verilen Tevbe sûresi 125. âyetteki “rics” kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar mânâlarına gelir. Fahruddîn Râzî rics kavramına bâtıl inançlar yahut kötü huylar mânâsını vermektedir. Birinci mânâya göre, söz konusu kişiler, Kur'an'a karşı inkârlarına inkâr eklemişlerdir. İkinci mânâya göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir. 1102
Rics kavramının lügat mânâsı ile Râzî'nin verdiği anlamları birleştirdiğimizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp cerahatlenmiş bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden âni bir refleksle uzaklaşır. Hasta gönle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla -Râzî'nin dediği gibi- huy halinden mizaç halini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah şöyle anlatmaktadır: “Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?” 1103
Yüce Allah'ın “Onlara ne oluyor ki?” sorusunun cevabı, kalplerindeki hastalığın verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten uzaklaştırır. Hz. Nuh'un dâvet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır: “Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı.” 1104
Âyetteki “kaçmalarını arttırdı” ifadesi, gönül hastalığına tedavi için dokunan dâvetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir dâvetin, öğretilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran şey, kalp hastalığıdır. Âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat onlara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı.” 1105
1101] 9/Tevbe, 125
1102] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 12, s. 236
1103] 74/Müddessir, 49-51
1104] 71/Nûh, 5-6
1105] 35/Fâtır, 42
NİFAK - MÜNÂFIK
- 253 -
"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce, Bakara, 10. âyetinin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını artırmıştır" eylemi gerçekleşmektedir. Allah durup dururken, kulunun mânevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen âyetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği tepkilerini kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır. Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini aldatan bu insanların kalplerindeki mânevî hastalığı Yüce Allah daha da arttırmaktadır. Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azâba uğrayacaklardır: “Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır.”1106 Elîm azâbın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Âyetin bu kısmında, yalan söylemenin karşılığının elîm azap olduğu söylenmektedir. Kul kendi azâbını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle tutuşturmaktadır: “Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.' Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”1107 Bu ve benzeri âyetler, kulun azâbını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir. 1108
Kalbin Bozulma Safhaları
Kur'ân'da geçen üç kelime vardır ki, bunlar hemen hemen günahın kalpteki oluşumuna hasrolunmuştur: Zeyğ, rayn ve kasvet. Kalbin mâruz kaldığı zeyğ ve rayn, kasvet'e kadar, inkâra uzanan yolda iki alt safhayı teşkil etmekte; kasvet ise, kalbin bütün hayır ve gerçekler için kapalı, her türlü kötülük ve günah için ise açık ve hazır olduğu durumu resmetmektedir.1109 Şimdi bu kavramları sırasıyla ele alıp kısaca değerlendirmeğe çalışacağız.
a- Zeyğ: İstikametten sapmak, meyletmek anlamına gelen bu kelime1110 Kur'ân'da sekiz yerde geçmektedir. Üç yerde bakışlar (ebsâr) için1111 bir yerde de İlâhî emirden sapma anlamında1112 kullanılmıştır. Diğer dört yerde ise tamamen kalbin haktan, doğru olandan aksi istikamete meyletmesi mânâsına kullanılmıştır. 1113
Dinin emir ve kayıtlarından kalbin sapmasını ifade eden zeyğden, tevbe yoluyla kurtulup, yeniden aslî çizgiye dönmek mümkündür. Nitekim Tevbe sûresinin bir âyetinde, başlangıçta kritik bir anda Tebük seferine çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde gerçekleştirdikleri bir mücâhedeyle zaaflarını aşan bazı müslümanlar için şu ifadelere yer verilir: "Allah, Peygamberini
1106] 2/Bakara, 10
1107] 3/Âl-i İmrân, 181-182
1108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 211-216
1109] Bk. Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Hibaş Y., Konya, 1984, s. 168
1110] el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 318
1111] Bk. 33/Ahzâb, 10; 38/Sâd, 63; 53/Necm, 17
1112] Bk. 34/Sebe', 12
1113] Bk. 3/Âl-i İmrân, 7, 8; 9/Tevbe, 117; 61/Saff, 5
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü afetti(ği gibi), o güçlük saatinde ona uyan muhâcirleri ve ensârı da affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri zeyğe (kaymağa) yüz tutmuşken, yine de onların tevbesini kabul buyurdu." 1114
Haktan sapma basit bir muhâlefetle başlar; günah adına atılan bir adımla genişler. Söz gelimi, bir kere yalan söyleme, inkâra doğru atılmış bir adım ve aynı zamanda imandan da o miktar soğuma demektir. Keza, bir kere zinâya yaklaşma, küfre doğru bir adım ve imana da o ölçüde yabancılaşma demektir. Kur'ân-ı Kerim'in tam bu noktada -Cenâb-ı Hakk'ın vermiş olduğu hidâyetten sonra- iman eden insanların kalplerinin zeyğe düşmemesi için şu duâyı öğütlemesi gayet dikkat çekicidir: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ -zeyğ etme-)." 1115
Bu sapmaların kalpte etkilerinin yaratılması ise, Allah'ın bir kanunudur.1116 Bu bağlamda bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: "...Onlar (haktan) sapınca (felemmâ zâğû) Allah da onların kalplerini (hidâyetten) uzaklaştırdı/saptırdı..." 1117
Pek çok âyette vurgulandığı üzere, kalpte meydana gelen müsbet veya menfi her türlü oluşum Allah'ın yaratmasıyla gerçekleşir. Nitekim bu âyette, izâğe (saptırma/eğriltme işi) açık bir şekilde Allah'a isnad edilir. Ancak bu âyetin baş tarafında 'felemmâ zâğû' şeklinde yer alan cümle ile buna sebep olanların, insanların bizzat kendilerinin olduğu hatırlatılır ve böylece bunun, 'cezanın cürme terettübü' (cezanın amel cinsinden olduğu) nevinden bir durum olduğu vurgulanır.
Netice olarak diyebiliriz ki zeyğ, başlangıçta Yaratıcı tarafından istikamete programlanmış kalbin, iman ve sâlih amelle işlettirilmeyip hevânın etki alanına terk edilmesiyle, duyarlılığını kısmen veya tamamen kaybettiği halin ifadesidir. Başka bir ifadeyle, zeyğ, boşluk kabul etmeyen kalbin, istikametten ayrılması neticesinde, yerini kaçınılmaz olarak bir eğriliğe/bozukluğa bıraktığı durumun adıdır. Gerçeğin iz'an ve kabulüne güçlük teşkil eden bu durumu, Kur'ân'da günahların kalpte meydana getirdiği ifsâdın bir ilk parametresi olarak değerlendirebiliriz. 1118
b- Rayn: Lügatte, pas, is ve kir1119 gibi anlamlara gelen rayn, Kur'ân'da, günahların kalbi istilâ etmesi anlamında kullanılır. Bu kelimenin geçtiği bir âyette şöyle denir: "Doğrusu, (işleyip) kazandıkları, kalplerinde rayn/pas olmuştur/tutmuştur." 1120
Üst üste işlenen ve nihâyetinde kalbin körelmesine yol açan bir maraz olarak
1114] 9/Tevbe, 117
1115] 3/Âl-i İmrân, 8
1116] Esasında, Kur'ân'ın, insanlığa verdiği en büyük ders olan tevhid ilkesi de bunu gerektirir. Allah, gerek mülkünde, gerekse icraatında tektir, yani kalpte hidâyetin oluşması O'nun irâde ve kudretine bağlı olduğu gibi; zeyğ de, yalnızca O'nun izni ve yaratmasıyla meydana gelir. Onsuz ve O'na rağmen ne enfüste ne de âfakda bir şeyin varlık sahasına çıkma imkânı vardır.
1117] 61/Saff, 5
1118] Yener Öztürk, a.g.e., s 112-113
1119] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 303
1120] 83/Mutaffifin, 14
NİFAK - MÜNÂFIK
- 255 -
da tarif edilen1121 rayn, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) beyânında ise, şu ifadelerle ele alınır: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse (ondan sıyrılırsa) kalbi yine parlar/saydamlaşır. Yok, (tevbe ve istiğfar etmeyip) günaha devam ederse bu leke çoğalır. Nihayet arta arta öyle bir raddeye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi istilâ eder; işte Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği rayn budur.” 1122
Amellerin, kalbi nasıl etkilediğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyan söz konusu bu ayet ve hadisler göstermektedir ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplamakta ve kalpte silinmesi güçleşen ikinci bir tabiata sebep olmaktadır. Bununla birlikte 'rayn, tab' kadar bir olumsuzluk ifade etmez.' 1123
Söz konusu bu kalpler, işledikleri günahlar içinde öylesine örtülmüş kalmıştır ki, fıtratlarında hakka müteveccih olan kabiliyetleri kapanır hale gelmiştir. Zira işlenen her bir günah, emsali günahlara birer çağrı ve davetiye mesabesinde olması hasebiyle fasit bir dairenin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Hemen belirtmiş olalım ki, burada da 'müsebbebi (sebebe bağlı olarak meydana gelen böyle bir neticeyi) Allah yaratmıştır. Ancak müsebbebin yaratılmasına sebeb olan yine insanın kendisidir.' 1124
Bu bağlamda, rayn ile yakın bir anlamda Kur'ân'da zikredilen diğer bir ifade de rics kelimesidir. Lügat anlamı itibariyle, 'ters, pislik' manasına gelen rics, kendisi pis ve kirli olan şeyler için kullanıldığı gibi, kalbi bir ters tabakası gibi örten pislikleri ifade için de kullanılır. 1125
İnsanın gerçek benliği kalpte olduğundan kalbini ricsin kapladığı insanlar da, bütünüyle rics olma noktasına gelmişlerdir; bu bakımdan ehl-i nifak ve küfrün amelleri de rics sayılmıştır. Kur'ân'da, kalplerinde maraz bulunanların rics üstüne ricse maruz kalacakları ve bunun küfr içinde bir ölümü netice vereceği bildirilmiştir: "Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, 'bu sure hanginizin imanını artırdı?' der. Fakat mü’minlere gelince, her inen sure, onların imanını arttırmıştır, ve onlar birbiriyle müjdeleşip durmaktadırlar. Kalplerinde hastalık olanlara gelince; (bu sureler) onların ricslerine rics katmıştır. Ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir." 1126
Günahlarla kararmış bir kalpte, -tâbir yerindeyse- güneşin ışınlarından daha parlak ve daha müessir vahyin manevî şuaları kolayca yer bulamaz; göz bakar, kulak dinler ama, ne baktığından ne de dinlediğinden bir şey anlar.
Kısaca ifade edecek olursak, gerek düşünce gerekse amel bazında üst üste işlenen günahlar kalbin, 'hakkı anlama ve kabul etme kabiliyetinin' sönmeye yüz tutmasını netice verir ki, bu durum, Kur'ân dilinde 'rayn/pas' esprisi içinde somut bir ifadeyle anlatılmıştır. 1127
c- Kasvet: Lügatte, katılık, sertlik ve kuruluk anlamlarına gelen kasvet,1128
1121] eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, V, 450; Yine Bk. İbn Teymiyye, el-İman, s. 29
1122] Tirmizî, Tefsiru sûre (83), 1; İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 97
1123] Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 164
1124] İbn Kayyim el-Cevziyye, aynı yer
1125] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 274
1126] 9/Tevbe, 124-125
1127] Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp Ve Mühürlenmesi, Işık Y., s. 114-115
1128] İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XV, 181
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalp ile birlikte kullanıldığında kalbin kararması ve katılaşmasını ifade eder.1129 'Böyle bir kalp, bütün fıtrî ünitelerini kaybetmiş demektir.' 1130
Kur'ân'da inkâra saplanmışların/şartlanmışların kalpleri bu katılığa benzetilmiştir.1131 öyle ki, kalpleri taştan daha da katı hale gelen1132 bu insanlar için, dağlar yerinden oynasa, yer yarılsa 1133 gökten onlara melekler inse yahut ölüler kendileriyle konuşsa 1134 yine de onların kalbine hiç bir hayır işlemez.1135 Bütün bu ifadeler ilahî sadânın çağrısına inatla direnen kâfir/inkârcı yüreklerin halini anlatmak için kullanılır. 1136
Âyet-i kerimelerde, inkârcıların, inanma kabiliyetlerini yitirmiş kalplerinin kasveti, taşın katılığına/sertliğine benzetilmiştir. Kur'ân'daki bu teşbihleri değerlendiren Ebû Mansur el-Maturidî, 'kalbin, katılık hususunda başka bir şeye/madene değil de taşa benzetilmesinin hikmetiyle’ alakalı olarak şu ifadeyi kullanmıştır: “Ateş, demir ve madenleri eritebildiği halde, taşı eritememektedir." 1137
Kur'an, bitmez zannedilen hayat içinde, nefsin uzayıp giden tutkularını ve Allah'a verilmiş olan ahdin/sözün dikkate alınmayıp bile bile çiğnenmesini, kalp kasvetini besleyen sebepler arasında zikreder: "Mü’minlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi/yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Sakın onlar ehl-i kitab gibi olmasınlar. (Zira) onların kalpleri, uzayıp giden zaman içinde (kapıldıkları nefsanî arzuların ağında) katılaşmış ve çoğu fâsık (fısk-ı fücur sahibi) olmuşlardı. Ahitlerini/sözlerini bozduklarından ötürü, onları rahmetimizden mahrum bıraktık, kalplerini de kaskatı hale getirdik." 1138
Geçmişte yaşamış insanların şahsında, Kur'ân'ın, kalp kasvetini sık sık gündeme getirmesi, hal-i hazırdakileri ve gelecektekileri bu tehlikeli akıbetten sakındırmak içindir.
Kasvetin beşer tarihinde en tipik temsilcileri olarak karşımıza, İsrailoğulları çıkmaktadır. Tevhidden sonra şirke kayan bu tiplerin halini, Kur'ân, bir başka ayetinde şöyle aktarır: "Bunun arkasından yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşın öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır, öylesi vardır ki, ondan ırmaklar akar, öylesi de vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşer." 1139
1129] İbn Manzur, a.g.e., XV, 181
1130] el-Merağî, Tefsiru'l-Meraği, I, 51
1131] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 609
1132] 2/Bakara, 74
1133] 13/Ra'd, 30
1134] 6/En'âm, 111
1135] Fahruddin er-Razî, Mefahitu’l-Ğayb, III, 129
1136] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlakî Kavramlar, Pınar Y., s. 175
1137] el-Maturidî, Ebu Mansûr, Tevilatu Ehli's-Sunne, (thk. İbrahim Avadîn ve es-Seyyid Avadîn), Kahire, 1971, s. 197
1138] 5/Mâide, 13
1139] 2/Bakara, 74. Katı kalpler için 'taş gibi, demir gibi' benzetmesi, sıkça karşılaşılan bir husus olmakla beraber, Kur'ân'ın 'o kalpler taşlar gibi daha da kasvetli' dedikten sonra, bu durumu açıklayıcı mahiyette ifadeler serdetmesi gayet dikkat çekicidir:a- Taşların öylesi var ki, içinden nehirler kaynıyor: Pek çok nehrin, kayalıklardan müteşekkil dağlardan kaynadığı bugün ilmen de bilinen bir gerçektir.b- Öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ bir taşa vurunca, on iki musluklu bir çeşme olur ve on iki İsrailoğlu boyu, her biri ayrı bölümden suyunu alır. (Bk. 2/Bakara, 60)c- Taşların öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlere yuvarlanıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakk'ı görme talebinde
NİFAK - MÜNÂFIK
- 257 -
Bu âyet, yahûdilerin kalplerinin, hakkı kabul etmeme ve yapılan öğütlerden etkilenmeme hususundaki sertlik ve katılıklarının, taşları bile imrendirecek bir dereceye vardığını anlatmaktadır.1140 Aynı insanların daha sonra, Hz. Peygamberi birçok sıfatı ile tanımış olmalarına rağmen iman etmemeleri de, ancak böyle bir katılıkla izah edebilir... 1141
Kalp kasveti, ilahî hidayet ve rahmetten nasibini almamış her bir insan için söz konusu olabilecek bir durumdur, bunun özel bir dönemi ve coğrafyası yoktur.
Dün, arena ve hipodromlarda ellerindeki esirleri aç arslanlara parçalatanların sahip oldukları kalplerle, bugün, eskisini aratmayan usullerle çaresizlere eziyet edenlerin kalpleri aynı kasveti taşımaktadır.
Kasvetin, bütün günah ve kötülüklerin kaynağı olması ve bu durumun kulu Rabbinden uzaklaştırması1142 sebebiyledir ki, Kur'an, kasvetli kalpleri ayıplayıcı bir üslûpla kınamıştır: "Allah'ın zikrine (mesajına ) karşı kalbi kasvet kesilmişlere yazıklar olsun." 1143
Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur'an'da 'kasvet' ifadesiyle dile getirilen bu kerte/aşama, "Allah onların kalplerini mühürlemiştir"1144 âyetindeki haberin tahakkuk ettiği bir durumdur. Artık ne imana yol kalmıştır ne de küfürden kurtuluş çaresi. Böyle bir neticeye kul yönelmiş, Allah da yaratmıştır. 1145
Kalp Hastalığı
Kur'an, kalbin görevini lâyıkıyla yapmasını engelleyen hastalıktan bahsetmektedir. Kalp nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir. Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu bulmasını engeller. Günah kirleri kalpte arttıkça daha şiddetli hastalıklara yakalanır; bunların en tehlikeli olanları nifak ve küfür hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi; başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalp kararması arttıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalp gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye düşen kalp Allah'ın zikri karşısında duyarsız hale gelir, olay ve hâdiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz. Geçici dünya zevkleri peşinde koşar, günah bataklığının dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür kalbe sahip olan insanlar, sadece baş gözüyle görür ve sadece baş kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan ibaret olduğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler. Artık bu insanların rehberi akıl değil, hevâ ve nefsî arzulardır.bulununca, Allah dağa tecelli eder, dağ paramparça olur (Bk. 7/A'râf, 143). İşte taşlar o sertliğiyle beraber, böyle tecellilere mazhar olmuşlardır. Bu insanların kalbi ise öyle kasvet bağlamış ki, o kalplerden ne marifet nehri akıyor, ne kalp gözlerinden yaşlar dökülüyor, ne de İlâhî tecelliler karşısında bir yumuşama gözüküyor. (Bk. Şadi Eren, Kur'ân'da Teşbih ve Temsiller, Işık Y., İstanbul, 2001, s. 159)
1140] Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 1, 101.
1141] Hayati Aydın, Kur'ân'da insan Psikolojisi, Timaş Y., İst, 1999, s. 193
1142] Kemâlüddin İbn Hümam, Kitabu'l-Müsâyere, Çağrı Y., İstanbul, 1979, s. l94
1143] 39/Zümer, 22
1144] 2/Bakara, 7
1145] Yener Öztürk, a.g.e., s. 116-118
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kalp kirliliği derece derecedir. Kimi kalp kirliliği hafiftir. İnsanın günlük hayatında yaptığı rutin ibâdetlerle temizlenir. Bunlar kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler gibi hafif kirlerdir." 1146
Yüce Allah, sahâbenin Hz. Peygamber'e karşı olan ilişkilerini belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımlarından bir şey isteyecekleri zaman bir perde arkasından sormalarını, bunun her iki tarafın kalbi için de daha temiz olduğunu bildirmektedir: "Ey iman edenler, (rasgele) Peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin, çağrıldığınız zaman girin; yemeği yiyince dağılın, (birbirinizle veya ev halkı ile) söze dalmayın. Çünkü bu (hareketiniz) Peygamber’i incitiyor, fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten utanmaz. Onlardan (yani Peygamber’in hanımlarından) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir."1147 Bu âyette Hz. Peygamber'in hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin kalp kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan kaçınmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesafeli durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle kadınların birbirlerine karşı bir meyli vardır.
İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bu meyil ve ilişkinin karşılıklı rızâya dayanan meşrû evlilikler yoluyla yerine getirilmesini istemiştir. İslâm'da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir helâl sahası vardır. Kur'an'da Hz. Peygamber'in hanımlarına da hitap edilerek, yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir edâ ile konuşmamaları gerektiği, çünkü yumuşak bir edâ ile konuşmaları halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir: "Ey peygamber kadınları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!' 1148
Âyetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı erkekle konuşmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.1149 Ancak böyle bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin ilgisini çekmeyecek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda bir yumuşaklık, konuşmasında kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin duygularını tahrik edecek, hasta kalpleri ümitlendirecek ve nefsî arzuları heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.
Kalp kirliliğinin en kötüsü nifak ve küfür kirliliğidir; çünkü bu, insanın cehennem azâbına çarptırılmasını gerektirir ve bu kişilerin affedilmesi de söz konusu olmaz: "Ey Rasûl, ağızlarıyla ‘inandık’ dedikleri halde kalpleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar: ‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah,
1146] Bk. et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, XII, 131-132
1147] 33/Ahzâb, 53
1148] 33/Ahzâb, 32
1149] Bk. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Hac, Hucurât, Mümtahine), Ankara, 1999, s. 97-98
NİFAK - MÜNÂFIK
- 259 -
onların kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap vardır." 1150
Âyette anlatılanların kalpleri, en kötü addedilen bir pislikle kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi irâdeleriyle küfrü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da kalplerini temizleyip onları bağışlamaz. Aksine kalp kirliliklerine kirlilik ekler, çünkü onlar irâdelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” 1151
Bu âyet, “nifak”tan, bir kalp hastalığı olarak bahsetmektedir. Çünkü kalp aynı zamanda dönekliğin, değişkenliğin, inkârın ve gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalp, hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalp, görevini lâyıkıyla yerine getirmediğinden cehennem azâbını hak eder. Çünkü şüphe pençeleri iman derisine takıldığında onu param parça eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azâba girer. Kuşku ve desiselerin, kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir engel teşkil eder.1152 Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar: "Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler, iyi bilin ki, onlar fesatçılardır/bozgunculardır; fakat anlamazlar." 1153
Diğer bir âyette, Kur’an'ın bir sûresi indiğinde kalplerinde hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak ölecekleri bildirilir: “Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu), onların pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler.” 1154
İsfehânî’nin belirttiğine göre, kalp inançların tarlası konumundadır. Kalpteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Allah'ın Kelâm'ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği gibi, Kur'an'ın da aynı şekilde kalplerde kök salan inançlar üzerinde etkisi farklı olur.1155 Şu âyet buna işaret eder: "Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabbinizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz." 1156
Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsüdür. Kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir olarak ölmelerine de neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî muhâkemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır: "Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanların üzerine kor.” 1157
Yüce Allah küfür ve nifâkı rics/pislik olarak nitelendirdiği gibi, münâfıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik işleye işleye bizzat kendileri
1150] 5/Mâide, 41
1151] 2/Bakara, 10. Diğer Örnekler için Bk. 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 74/Müddessir, 81
1152] İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medâricu's-Sâlikîn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379
1153] Bk. 2/Bakara, l1-12
1154] 9/Tevbe, 125
1155] el-İsfahanî, ez-Zeri'a, s. 208
1156] 7/A'râf, 58
1157] Bk. 10/Yûnus, 100
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de pislik olurlar: "Siz yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçesiniz diye Allah'a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir." 1158
Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar; Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder, Allah'ın peygamberinden şüphe eder, mü'minlerden ve onların iyi niyetli fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Onun nazarında bilginin ve marifetin kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Mü'minle mü'min, kâfirle kâfir görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır. 1159
Münâfıkların âhiret inancı olmadığı için ölmekten korkarlar, bunun için savaşa gitmek istemezler: "Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler." 1160
Münâfıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce Allah'ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar örülür ve artık rahmet kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü'minlere derler ki: ‘Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza dönün de nur arayın!’ denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azap." 1161
Kalplerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de, gelecekten kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm'ın zayıflamasından, müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâfirlerin güçlenip hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda kâfirlerden kendilerine bir zarar gelmemesi için onlarla diyalog kurarlar. Bununla sözde, bir darlık zamanında müslümanlara fayda sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamber’in başarısından ve İslâm dininin getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.1162 İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalplilere bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O'nun Peygamber ve müslümanları fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların da içlerinde gizledikleri bu korku ve endişelere pişman olacaklarını bildirmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." 1163
Hasta kalpliler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar. Bir avuç mü’minin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından çok üstün olan düşmana karşı savaşmalarına bir anlam veremeyip onların güçlü imanlarından aldıkları cesaret ve gücü anlamakta zorluk çekerler: "Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için); ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı. Oysa, kim Allah'a dayanırsa şüphesiz
1158] 9/Tevbe, 95
1159] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 2, s. 1208
1160] 9/Tevbe, 45
1161] 57/Hadîd, 13
1162] Elmalılı, Hak Dini, III, 266
1163] 5/Mâide. 52
NİFAK - MÜNÂFIK
- 261 -
Allah, daima gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir." 1164
Münâfıklar ve kalp hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar: "Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler: ‘Allah ve Rasûlü bize sadece boş vaadlerde bulundu’ diyordu." 1165
Münâfıklar, zâhiren müslüman fakat içten kâfir oldukları için bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalplerindeki hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler: "Andolsun, münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haberler yayanlar (mürcifler), (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni onların üstüne süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler." 1166
Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sıkıntılarla sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş, gerçek mü'minle kalbinde hastalık olan münâfığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır. Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalpliler tıpkı ölmek üzere olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar: "İman edenler: "(Cihad hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. O da onlara daha uygundur." 1167
İmanın kalplerinde kök saldığı müslümanlar, vahye olan özlemlerinden ve Allah yolunda cihad etmeye can atmalarından dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı. Mü'minler, bir an önce savaş izninin verilmesini istemekteydiler.1168 Müslümanların arasında olan hasta kalpliler ise böyle bir dertleri olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama onlar tehlikenin olmadığı durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı. Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü'minlerle münâfıklar birbirinden ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden önce mü'minlerle münâfıkların görünüşte aralarında herhangi bir fark görülmemekteydi. Mü'minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanlarından bir eser kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka bir âyette münâfıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir: "Kendilerine: ‘Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin!’ denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır, takvâ sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez." 1169
Kalp hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedirginliktir. Bu hastalığa müptelâ olanlar, kendilerini ölçü aldıklarından dolayı, başkasına revâ gördükleri şeylerin başkaları tarafından kendilerine de yapılacağından endişe duyarlar. İçlerine kök salan bu endişeyi Allah ve elçisi hakkında bile duyarlar: "Onlar, aralarında
1164] 8/Enfâl, 49
1165] 33/Ahzâb, 12
1166] 33/Ahzâb, 60
1167] 47/Muhammed, 20
1168] el-Cevzî, Zâdu'l-Mesir, VII, 405
1169] 4/Nisâ, 77
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirirler. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zâlimlerdir." 1170
Son âyette Allah ve Rasûlünün verdiği kararlardan yüz çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir: “Kalplerinde bir hastalık mı var?” derken soru sormaktan ziyâde kalplerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescil edilmektedir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması, beklenen bir husustur. İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa düşmesi mümkün değildir. Kalp hastalandığında, onun iman gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi beklenemez.
İkinci soruda Allah ve Rasûlünün kendilerine haksızlık etmesinden kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde edilmektedir.
Âyette belirtilen üçüncü soruda ise bu psikoza yakalananların içine girdikleri tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin yaratıcısı ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah'ın haksızlık yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah'ı gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı yersiz bir yargı olsa gerektir.
Âyetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zâlim oldukları vurgulanmaktadır. Çünkü kalplerine iman yerleşmeyenlerin ve kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini onlardan göstermeleri, böylece birtakım avantajlar elde etmeleri, insanın kendi onurunu hiçe saydığından ve kişiliğini zedelediğinden dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü'min olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman topluluğuna da haksızlık yapılmaktadır.1171
Hasta kalpliler Şeytan fitnesine yataklık ederler: "(Allah, böyle yapar ki) şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; elbette onlar (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler."1172 Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalpliler için bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü hastalık kalplerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat kalmadığından sağlıklı düşünemezler.1173
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
Kur'ân'da, kalbin olumsuz tavırlarını gösteren değişik tabirlere yer verilir. Bu cümleden olarak, kalbin dağınıklığı,1174 kalbin zeyği/kayması,1175 kalplerin kör
1170] 24/Nûr, 48-50
1171] Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III, 352; Kadı Nasırüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te’vîl, thk. Ahdulkadir Arafat, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, IV, 196; Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî li Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dâru’l-İhyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.
1172] 22/Hacc, 53
1173] Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003, s. 83-96
1174] Bk. 59/Haşr, 14
1175] Bk. 9/Tevbe, 117
NİFAK - MÜNÂFIK
- 263 -
olması,1176 kalplerin eğlencesi,1177 kalplerin gafleti,1178 kalplerin kilitlenmesi,1179 kalplerin paslanması1180 ve nihayet kalbin kasveti/katılığı1181 gibi ifadeler Kur'ân'da mânâsı kalbe yüklenen sıfatlar olarak arzedilir.
Bazen de, kalbin sarfı1182, kalbin taklibi1183, iğfâl edilmesi1184, kalbin kaydırılması1185, kalbin üzerine perde çekilmesi1186, kalplerin mühürlenmesi1187 gibi ifadeler Kur'ân'da doğrudan Allah'a isnad edilerek anlatılır. İlk bakışta bu ikinci ifadelerden insanların irâde ve ihtiyarlarını devre dışı bırakma gibi bir anlam zihne gelebilir. Ancak mesele Kur'ân'ın bütünlüğü ve onun yerleştirmek istediği 'tevhid' gerçeği içinde ele alındığı zaman bunun böyle olmadığı görülür.
Allah'ın insanların kalplerini başlangıçta mühürlü veya kilitli yaratıp iman etmelerini engellemesi düşünülemez. Zira, O kendisini kullarına zerre miktar zulmetmeyen1188 bir Rab olarak tanıtmaktadır.
Gizli İnkâr (Nifak)
“Nifak” ve “Münâfık” kavramlarının İslâm itikad literatüründeki mânâsını anlayabilmek için filolojik içeriğine de bakmak yerinde olur. Bu kavram, dehliz, in, tünel, menfez anlamına gelen en-nefeku'dan gelir.1189 Tıpkı kalbinde nifak hastalığı bulunan münâfık da, bir tür yeraltı faaliyeti içerisindedir. Açıktan İslâm'a girer, gizlice İslâm'dan çıkar, kalbinde küfrünü gizler, dışarıya inancı varmış imajını yansıtır.
İslâm itikad literatüründe en genel ifadeyle nifak, kalben ve gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulunmaktır.1190 Bazı sebepler, yüzünden İslâm'a girip dışarıdan müslüman görünmeye çalışan münâfık, içten içe inançsızlığını ve inkârını gizleyen kimsedir.
Münâfık, kişilik açısından kendine özgü öyle net ve derin şahsiyet çizgilerine sahiptir ki, bunlar onu başkalarından ayırır. Kur'ân-ı Kerim'in detaylıca üzerinde durduğu, münafığın şahsiyet yapısını oluşturan pek çok karakter özelliği vardır. İkiyüzlülük (riyakârlık), psikolojik bakımdan kalplerinin hasta oluşu, inanç noktasında kararsızlık (tezebzüb), korkaklık, büyüklenme, döneklik, aldatıcı dış görünüş, alaycılık, yalancılık, kötülük ve bozgunculuğa eğilim gibi karakter çizgilerinin bir araya gelmesinden münâfık portresi teşekkül eder.1191
1176] Bk. 22/Hacc, 46
1177] Bk. 21/Enbiyâ, 3
1178] Bk. 23/Mü'minûn, 63
1179] Bk. 47/Muhammed, 24
1180] Bk. 83/Mutaffifin, 14
1181] Bk. 2/Bakara, 283
1182] Bk. 9/Tevbe, 127
1183] Bk. 6/En'âm, 110
1184] Bk. 18/Kehf, 28
1185] Bk. 61/Saff, 5
1186] Bk. 59/Haşr, 10
1187] Bk. 6/En'âm, 46; 40/Mü'min, 35
1188] Bk. 4/Nisâ, 40
1189] El-İsfehanı, a.g.e., s.765.
1190] Toshihiko İzutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 238
1191] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul, 1997, s. 236-
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kalplerinde Hastalık Vardır: Kur'ân-ı Kerim iki tür hastalıktan söz eder. Biyolojik hastalıklar1192 ve ahlâkî, psikolojik hastalıklar...1193 Münâfıkların kalplerindeki hastalık ikinci türden psikolojik hastalıktır. Hatta kalbi hastalıklı olmak münâfıklığın ayrılmaz bir niteliği olmuştur.1194 “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını gittikçe arttırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı bir azap vardır.” 1195
Âyette geçen “maraz” kavramına birbirine yakın keder, küfür, kalp elemi gibi mânâlar yüklenmiştir. Keder anlamında “maraz”: Münâfıklar her geçen gün Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sebatkârlığının artması ve şânının yayılması karşısında kederlendiler, kalpleri hastalandı. Küfür anlamında maraz; şer'î teklifler arttıkça onların küfürleri ve hastalıkları da artmıştı. Bu tür hastalıktan maksat, niyette meydana gelen gevşemedir. Onların kalpleri başlangıçta savaşma ve düşmanlıklarını ortaya koymada kararlı iken, daha sonra bu azimleri kırıldı, korkaklık ve çekingenliklerinden dolayı münâfıklık yapmaya başladılar. Kalp elemi mânâsında maraz: İnsanın, istemediği şeylerle karşılaştığında haset ve nifak eğilimi göstermesidir. 1196
Bu açıdan bakıldığında nifak insanın içini kemiren psikolojik bir hastalıktır. İnsan bir şeye ya iman eder ya da etmez. Her iki durum normal ve sağlıklı kabul edilebilir. İnsan iman veya inkârdan hangisini tercih etmişse bu tercihine göre yaşayıp gider. Nifak hastalığı kişinin düşünce ve tutumlarının toplum ile çelişmesi durumunun doğurduğu korku ve endişeden veya kişinin özel beklenti ve isteklerinden kaynaklanabilir. Ya da kişi, inancı doğrultusunda hareket ettiği takdirde maddî çıkarlarının tehlikeye girebileceği endişesine kapılabilir. Bu tutumun sebebi aşırı bir şüphecilik de olabilir. Birtakım endişeler taşıdığından sağlıklı bir tercih yapma imkânı bulamamış olabilir. Bu ve benzeri tesirlerin etki alanında kalan münâfık1197 hayatını başka bir varlık olarak sürdürmek durumundadır. 1198
Kur'ân-ı Kerim'de Meraz/Hastalık Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevleri 24 yerde geçer.1199 “Şifâ” kelimesi ve türevleri ise, 8 yerde kullanılır.1200
Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, 237
1192] 24/Nûr, 61; 48/Fetih, 7; 2/Bakara, 184
1193] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52
1194] Beyzavi, a.g.e., I/26
1195] 2/Bakara, 10
1196] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, II/71
1197] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'ân, Çev. Mehmet Yolcu, Akademi Y., İstanbul, 1990, 1/80-81
1198] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul, 1997, s. 239-240
1199] Kur’ân-ı Kerim’de meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevlerinin geçtiği âyetler (24 yerde): 2/Bakara, 10, 10, 184, 185, 196; 4/Nisâ, 43, 102; 5/Mâide, 6, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 91, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50, 61; 26/Şuarâ, 80; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 48/Fetih, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 31.
1200] Kur’ân-ı Kerim’de Şifâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (8 yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 14; 9/Tevbe, 109; 10/Yûnus, 57; 16/Nahl, 69; 17/İsrâ, 82; 26/Şuarâ, 80; 41/Fussılet, 44.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 265 -
doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük)1201, hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme1202 gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye şifâ verendir.1203 Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir.1204 Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.1205 O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir. 1206
Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,1207 onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.1208 Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca ziyanını arttırır.1209 İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür. 1210
Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık (nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.1211 Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için sözkonusudur. Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere ve takvâ sahibi mü’minlere de verilmiştir. Bu hastalıkların imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur.
Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi için de bir sebeptir.1212 Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir diyebiliriz.
Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) kalpler,1213 eğri kalpler,1214 gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,1215 taş gibi katı kalpler,1216 kılıflı kalpler,1217 hasta
1201] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12-32
1202] 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31
1203] 26/Şuarâ, 80
1204] 17/İsrâ, 82
1205] 41/Fussılet, 44
1206] 10/Yûnus, 57
1207] 9/Tevbe, 124
1208] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125
1209] 17/İsrâ, 82
1210] 41/Fussılet, 44
1211] 2/Bakara, 10
1212] 9/Tevbe, 14
1213] 3/Âl-i İmran, 159
1214] 3/Âl-i İmran, 7
1215] 18/Kehf, 28
1216] 2/Bakara, 74
1217] 2/Bakara, 88
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalpler,1218 mühürlü kalpler,1219 bağlı kalpler,1220 kapalı kalpler,1221 kör kalpler1222 ve kilitli kalpler. 1223
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsî hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilâcı ise; Kur’ân-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet üzere olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.1224 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir.1225 Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.1226 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs,1227 rics (pislik, iğrençlik, sefihlik) ve şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker.1228 Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onu insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.”1229 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.1230 Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.1231 Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük budur.1232 Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye
1218] 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
1219] 45/Câsiye, 23
1220] 7/A'râf, 100
1221] 41/Fussılet, 5
1222] 22/Hacc, 46
1223] 47/Muhammed, 24
1224] 47/Muhammed, 22
1225] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...
1226] 2/Bakara, 10
1227] Bk. 33/Ahzâb, 32
1228] 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53
1229] 39/Zümer, 22
1230] 57/Hadîd, 16
1231] 83/Mutaffifin, 13-15
1232] 22/Hacc, 46
NİFAK - MÜNÂFIK
- 267 -
götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir.1233 Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faâliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanır. Yine Kur’an,1234 inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi,1235 hatmedilmesi/mühürlenmesi1236 ve kalbe kilit vurulması,1237 kalbe perde çekilmesi1238 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağına dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.1239 Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Kalp hastalığı ve giderek kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilâh edinme,1240 Allah’ın nimetlerine nankörlük,1241 azgınlık, zulüm,1242 bilgisizlik1243 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebilir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler.1244 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken bir yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür.1245 Yine, küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak
1233] 22/Hacc, 46
1234] 7/A’râf, 179
1235] 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
1236] 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
1237] 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24
1238] 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
1239] 2/Bakara, 74
1240] 45/Câsiye, 23
1241] 7/A’râf, 101
1242] 10/Yûnus, 74
1243] 30/Rum, 56; 9/Tevbe, 87, 93
1244] 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
1245] 31/Lokman, 13
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır. 1246 Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selîm bir kalple gelmiş olmasıdır.1247 Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat yapılan “selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını1248 başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.1249 Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir.1250 Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir.1251 Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itmînân ile yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur'an'a göre kalplerin itmînânı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez.1252
Kalp hastalığının ve bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihânetidir. 1253
Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin ölümcül hasta ve kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki, bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?"1254 Âyette geçe tedebbür, okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın mânâsı üzerinde düşünmemek veya "biz Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna ve mühürlendiğine işarettir. Nitekim, bu âyetin öncesinde1255 lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir. "Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır:
1246] 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84
1247] 26/Şuarâ, 89
1248] 49/Hucurât, 3
1249] 57/Hadîd, 27
1250] 3/Âl-i İmrân, 159
1251] 39/Zümer, 23
1252] 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3
1253] 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı
1254] 47/Muhammed, 24
1255] 47/Muhammed, 23. âyette
NİFAK - MÜNÂFIK
- 269 -
Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdi."1256 Âyet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur'an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin hastalanmasından ve katılaşmasından sonra fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nûruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır.1257 Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. 1258
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir eylem kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine hastalanıp kararır ki, Kur'an tâbiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.
Takvâ sâyesinde Kur'an'ın hidâyetiyle, Allah'ın nûruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de
1256] 57/Hadîd, 16
1257] 3/Âl-i İmrân, 27
1258] Bk. 58/Mücadele, 22
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imandan, sevgiden, ibâdetten zevk almaz olur ve küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. "Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." 1259
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge
Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!”1260 Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.
Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek, ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde önüne geçer.
Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”1261; “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?”1262; “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.”1263; “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” 1264
Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında “zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”1265 Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.
Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten
1259] 61/Saff, 5
1260] 12/Yûsuf, 85
1261] 39/Zümer, 53
1262] 15/Hicr, 56
1263] 23/Mü’minûn, 97
1264] 10/Yûnus, 107
1265] 13/Ra’d, 28
NİFAK - MÜNÂFIK
- 271 -
zevk almağa başladığında bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. 1266
Münâfıkların Tutarsızlığı
“Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit 'biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).”
“(Bu münâfıklar) mü'minlerle karşılaştıkları vakit '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü'minlerle) alay ediyoruz' derler.”
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında) onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 1267
“Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit 'biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” 1268
Münâfıklar, mü’min olmayı; fakirlere, düşkünlere, zayıflara mahsus kabul ediyorlar ve şan, şöhret, makam sahibi kimselerin iman etmelerini düşüklük addediyorlardı. Mü’minlere beyinsiz diyenlerin, asıl kendileri beyinsizdir, fakat bunu bilmezler ki! Beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki? Doğru yoldan sapanlar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki?
Özellikle tartışmalarını sağlayan bir kültüre sahip oldukları zaman bu iddiayı daha rahat bir şekilde ileri sürerler. Tartışmaya girerler, olayları çözümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye çalışmak için bilimsel terminolojiye dayanarak ahkâm keserler. Böylece sözleri bilimsellik(!) kazanmış olur. Yine bu tip insanlar, sosyal nitelikli problemleri normal şartları içinde değil; kendi anlayışları çerçevesinde ele alır ve bunların düşünce ile inançla hiçbir ilgisi olmadığını ileri sürerler. Bu problemleri, insanları Allah'a bağlayan ve iman etmeye sevk eden dinî ve evrensel gerçeklerle izah etmeye kalktığımız zaman, onlar, "bu yaklaşım, bilimsel değildir" deyip işin içinden çıkmakta, kolaylıkla reddetmektedirler. Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte, onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte ve bu yaklaşımların bilim ve felsefenin uzmanları tarafından ileri sürülen düşünceler olmadığını söylemektedirler.
"Biliniz ki, asıl sefihler/beyinsizler ancak kendileridir." Çünkü beyinsiz; zayıf iradeli, cahil, yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir. İşte onların, cehalet ve düşünce
1266] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da insan Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 97-99
1267] 2/Bakara, 13-16
1268] 2/Bakara, 13
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zayıflığını somutlaştıran, içlerindeki küfre bağlılıklarıyla imanın sağlam ilkeleri arasında kesin bir tercih yapamamaları, onların beyinsiz olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü onların bu eylemleri, kendilerini hem dünyada hem de âhirette felâkete götüreceği halde onlar bunu kestirememektedir. Özellikle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içlerindeki küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endişenin kalplerinde sürekli bir rahatsızlığa sebep olması ve nifak eylemleriyle bunu gizlemeye çalışmaları da beyinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar, düşüncelerinde ve hareketlerinde gerçekten beyinsizlik yapmaktadırlar. Ama bunu bilmiyorlar. Çünkü onlar, ilmin, marifetin geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak istemiyorlar. İlmin değerinin, gerçeği yansıtmasında olduğunu idrâk edemiyorlar. İşin sonunda bu bilimsel verilerin sağlıklı fıtrat ve vicdanın sağduyusu ile bağdaşması gerektiğini düşünemiyorlar.
Sefihlik
‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’ sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi kimselere ‘sefih’ denilmektedir.
Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.
Kur’anın Sefih Dedikleri
Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münâfıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münâfıklar, İslâm'ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.
Münâfıklara "siz de diğer mü’minler gibi iman edin" denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’ derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…Ìyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”1269 Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden, dolayısıyla İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden
1269] 2/Bakara, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 273 -
yüz çevirirler. 1270
Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen, Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.1271 Allah’ın rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun sefihlerdir.1272 Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler. Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. 1273
Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir. 1274
Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münâfık, müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm'ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar, mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir. Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler. Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle, ifsatlarıyla mücâdeleye devam ederler. 1275
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir.” 1276
“(Bu münâfıklar) mü'minlerle karşılaştıkları vakit '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü'minlerle) alay ediyoruz' derler.” 1277
1270] 2/Bakara,130
1271] 2/Bakara, 142
1272] 6/En’âm, 140
1273] 7/A’râf, 66-67
1274] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282
1275] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 585-587
1276] 7/A’râf, 155
1277] 2/Bakara, 14
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onların şeytanları, çoğunlukla yahûdilerdir. Siyonistleri kendilerine destek ve sığınak yaparlar. Yahûdiler ve yahûdileşenler de, İslâm saflarını parçalamak ve dağıtmak yolunda münâfıkları istedikleri gibi kullanırlar. Kur'an, çizdiği bu portre ile toplum içinde sürekli olarak münâfık tipine karşı uyanık hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu duruma göre, biz insanlara karşı ilme dayanmadan zanlarla hüküm vermeyecek, fakat onları tam güven ve gönül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz. Bu konuda, özellikle lider adayı ve önderlik ilişkilerinde daha titiz olacağız. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları bu ilkeye göre değerlendirmek gerekir. İlişkilerde ve önderlik makamında sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önemli bir konumu bulunan, ciddi bir görevi bulunan şahısların arkasındaki güçleri de göz önünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorundayız. Liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı ancak pratik olarak denemeden geçirdiğimiz, içe yönelik yapısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara vardığımız şahsiyetlere verebiliriz. Ta ki, böylece kurumlarımız sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin, başkası tarafından sömürülmesin ve ihanete uğramasın.
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında) onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” 1278
Onlara, bu hilelerinin mü'minler tarafından yutulduğunu ve bu çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünmelerini sağlayan Allah'tır. Azgınlıklarında debelenmeye bırakan Allah'tır. Onları ânında cezalandırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini hissettiren, plan ve hilelerinde, içleriyle dışları arasındaki uyumsuzlukla debelenip durmalarına izin veren Allah'tır. Hâlbuki onların bu tutumları gerçekten gülünçtür, eğlencelidir. Hangi tutum, toplum içinde ürkek tavşan gibi hareket eden, herhangi bir hareketinden dolayı cezalandırılmaktan korkan, tespit edilecek bir suçundan dolayı endişe eden münâfıkların tutumundan daha alaya müsait olabilir? Alay kelimesi, horlamayı ve aldırmamayı ifade eder. Burada sanki Allah, onların azgınlıklarını arttırmak suretiyle onlarla alay etmiş olmaktadır. Mü'minleri aldattıklarını zannederlerken kendileri maskara olurlar.
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 1279
Münâfıklar, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar. Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar. Kur'an'ın bu âyette ve başka bazı âyetlerde kullandığı "satın alma" kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Âyetlerden anlaşıldığına göre satın alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını, cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü'minler için esas olarak âhirette verilecektir, ama bu veresiye
1278] 2/Bakara, 15
1279] 2/Bakara, 16
NİFAK - MÜNÂFIK
- 275 -
satış da mü'mini psikolojik olarak daha dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."1280 "Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur." 1281
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm mücadelelerinde ya Allah'la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir. Münâfıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır.
Allah'a dâvet yolunda çaba sarfeden mü'minlerin, Kur'an'ın kullandığı bu yöntemi kavramaları ve uygulamaları gerekmektedir. Dünya hayatını kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara göre değerlendiren tüccar zihniyetli insanlarla karşılaşacaklardır. Bu durumda, onların bu arzularını âyetlerde gösterilen kârlı ticaret mantığıyla kanalize etmeleri gerekir. Dâvetçiler, sapıklığın olumsuzluklarını, hidâyetin de dünya hayatındaki fonksiyonunu ciddi bir şekilde değerlendirebilmelidir. Ondan sonra insanları âhiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına dayanan bir hayat olduğunu kavratmaya çalışmalıdır.
“…Bilin ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” 1282
Münâfıkların Karakteri
“Onların (münâfıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulümât (karanlıklar) içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.”
“Onlar sağır, dilsiz ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” 1283
Münâfıklar, kâfirlerin yaptığı gibi başlangıçta hidâyetten yüz çevirmiş; kulakları duymaktan, gözleri görmekten, kalpleri idrâkten mahrum kalmış kimseler değildirler. Aslında bunlar, gerçeğe ulaşmak için gayret göstermişler ve önlerinde hak apaçık tecelli ettikten sonra gözlerini kapamışlar, sonra yüz çevirmişlerdir. Bir ateş yakıyorlar, ateşin nûru kendilerine aydınlık temin ediyor ve önceden arzuladıkları bu aydınlıktan faydalanmıyorlar, faydalanmak istemiyorlar. Aydınlanmak için ateş yaktığı halde, sonra gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa, aydınlanmak için iman edip sonra kâfirlerin yanında İslâm'a göz kapayanlar da
1280] 9/Tevbe, 111
1281] 61/Saff, 10-12
1282] 2/Bakara, 13
1283] 2/Bakara, 17-18
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aynıdır.
Kulaklar, diller, gözler; nur ve hidâyeti bulmak yolunda vazife görmek için yaratılmıştır. Bunlar ise, kulaklarını hakkı duymaz hale getirdikleri için sağır, dillerini hakkı söylemez hale getirdikleri için dilsiz ve gözlerini hakkı görmez hale getirdiklerinden kördürler. Hakka dönemezler, hidâyete ve nûra giden yollar kapanmıştır bunlara.
Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş vakalardan istifade ederek anlatma usûlü çok eski zamanlardan beri bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm'ın ilk muhâtabı olan Araplarda da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm de bu usûl ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim ve öğretimde sesli ve görüntülü yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır. Münâfıkların durumunu misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı İslâm'ın nûru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü ve şimşeği inkârcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Biz bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı “güdüler, duyu organları, akıl” gibi beşerî bilgi kaynaklan ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar arasında ilerlemeye, yol almaya çalışan insanı da “bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve mânevî meseleleriyle insanın dünya hayatı” olarak anlıyoruz. İnsanoğlu dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara İlâhî yardım ve irşâdı da ekler, Kur'an'ın ve Sünnet'in rehberliğinden faydalanır. İnkârcılar dini, hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular ve tecrübelerle -daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı idrâk kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden âciz kaldığı problemleri unutmak için başvurulan tedbirler (zevk u safâ âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki faâliyetler, içki, uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunuyor. Allah Teâlâ'nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları, hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetleri) okuyarak Rabbini bulması, O'nun irşâdına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münâfıklar da bir yandan akılları, diğer yandan zâhiren uyum gösterdikleri müslümanların dinden gelen bilgileri sâyesinde dünya hayatlarını kısmen düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz İlâhî irşad ve nurla/ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler onları bu çıkmazdan kurtaramıyor. 1284
1284] Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, DİB. Y., I/28-29
NİFAK - MÜNÂFIK
- 277 -
Münâfıkların Karakteri
“Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, etrafını aydınlatınca Allah onların nûrunu giderdi ve onları karanlıklar içerisinde görmez bir halde bıraktı.” 1285
Hakiki münâfıkların durumu, İslâm'a girip, İslâm’ın nûru kendilerini ve etrafı aydınlatınca, bile bile haktan yüz çevirmeleri sebebiyle Allah’ın, İslâm’ın nûrunu kendilerinden giderip şüphe ve korku içerisinde hakkı göremez bir halde bıraktığı kimselerin durumu gibidir.
Münâfıkların hakka dâvet karşısındaki davranışları, insanlığın kurtuluş ateşini, müjde ve uyarı ateşini yakan kimsenin etrafında bekleşen, kuşkucu, kararsız kimselerin haline benziyor. Şöyle ki, alevler, Kur’an âyetleri, peygamberin sünneti, Muhammed’in (s.a.s.) çevresindeki münâfıklara da aydınlık sağlarken, iki yüzlülükleri sebebiyle, Allah onlara hak ve hakikati gösterecek aydınlığı yok ederek, onları, şüphe, nifak ve inkâr karanlıklarında bırakıyor. Ne doğru, hak yolu görebiliyorlar, ne de hayrı şerden ayırt edebiliyorlar.
Bu âyetlerin devamında bu grubun karakter yapısı daha açık ve net biçimde ortaya çıksın diye yüce Allah bize onlarla ilgili aşağıdaki örnekleri veriyor:” 1286
İlâhî ışığa gözlerini yumdukları için kör adam gibi olmuş karanlıklara gömülmüşlerdir. “Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” denmesi şunu gösteriyor. Onlar başlangıçta ilahi tebliğle aydınlanmak istemişler. Gerçekler ortaya çıkınca rahatsız olmuş, onları görmezlikten gelmişler, sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır. Doğruları, artık ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler. Vazgeçme niyetleri de yoktur. 1287
Allah (c.c.) hakiki münâfıkların durumunu bir örnekle açıklıyor: Münâfıklar kendilerini ve çevrelerini aydınlatacak bir ateş yaktılar. Yani; İslâm'a girdiler. “Ateş çevresini aydınlattığı zaman Allah onun ışığını giderdi.” Burada kastedilen ateş İslâm'dır. İslâm'ın nûru onların çevresini aydınlattığı zaman Allah (c.c.) İslâm'ın nûrunu onlardan giderdi ve karanlıklar içerisinde onları görmez bir vaziyette bıraktı.
Onları karanlıklar (küfür, şüphe ve korku) içerisinde bıraktı. Artık onlar hakkı hiçbir zaman göremeyeceklerdir. Bunun sebebi ise hakkı kabul edip sonra bundan yüz çevirmeleridir. Çünkü onlar şüphe ve nefislerine ağır gelen şeylerden dolayı küfre girmişlerdir. Allah bu şekilde onların yaktıkları ateşin nûrunu giderince ateşten geriye sadece yakıcı sıcaklık kalır. İslâm'a girip de daha sonra sapan bu gibi kimseler İslâm'a hiç girmemiş kimselerden daha sapık ve daha aşağılık bir durumdadırlar. 1288
Münâfık Körlüğü
“Onların durumu bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer. Işık çevresini aydınlatınca, Allah göz nurlarını gidermiş ve onları karanlıklar içinde bırakmıştır. Göremez hale gelmişlerdir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar vazgeçmezler.” 1289
1285] 2/Bakara, 17
1286] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
1287] Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı Y., 36
1288] Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/53-54
1289] 2/Bakara, 17-18
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Münâfık, önce inanan, sonra Allah’ı görmezlikten gelmeye başlayan, yine de kendini inançlı gören veya gösteren kişidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O münâfıklar sana geldiklerinde şöyle dediler: ‘Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin’ Allah biliyor ki, sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münâfıklar kesinlikle yalan söylüyorlar. Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler. Ne kötü şey yapıp duruyorlar! Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra görmezlik ettiler, sonra kalplerinde farklı bir yapı oluştu. Artık anlamazlar.” 1290
Hiç inanmadığı halde kendini inançlı gösterenler de vardır. Allah Teâla şöyle buyurur: “İnsanlardan “Allah’a ve âhiret gününe inandık” diyenler vardır. Oysa onlar inanmış değillerdir. Allah’a ve mü’minlere tuzak kurarlar. Oysa tuzağı sırf kendilerine karşı kurarlar da farkına varmazlar.” 1291
Bakara 7. âyette, Allah’ı görmezlikten gelen kâfirlerin, gerçekleri görmeme alışkanlığı kazandığı ve bu yüzden gözlerinde perde oluştuğu bildirilmiştir. Aynı perde, münâfıklarda da oluşur.
“Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” buyrulması, başlangıçta İlâhî tebliğle aydınlanmaya istekli olduklarını gösterir. O tebliğ, gerçekleri ortaya çıkarınca rahatsız olur, onları görmezlikten gelerek tekrar karanlıklara dalarlar. Kendilerini sağır, dilsiz ve kör konumuna sokarlar. Doğruları; ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler. Bundan vazgeçme niyetleri de yoktur. 1292
Mevdûdi diyor ki: “Bu misâl şunu anlatmak ister: Bir kimse -Hz. Muhammed (s.a.s.)- doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran Hakikat ışığını yaymaya başladığında, yeteneklerini iyi kullanabilen kimseler bunları ayırdetmeye başladılar. Fakat kişisel çıkarlarının kör ettiği münâfıklar bu ışıkla bile doğru yolu görmeyi başaramadılar. “Allah onların nûrunu giderdi” ifadesi hakkı görememenin sorumluluğunu onlardan kaldırmaz. Bu da 7. âyette anlatılan tabiat kanununun aynısıdır. Onlar karanlıkta salınmayı seçtiklerinde, Allah da onları bu sapık yolda bırakmıştır. 1293
Seyyid Kutub diyor ki: “Bilindiği gibi münâfıklar, kâfirler gibi, daha baştan hidâyete yüz çevirmiş; kulaklarını işitmekten, gözlerini görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş değillerdir. Fakat onlar işin içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan sonra körlüğü hidâyete tercih ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar, yaktıkları ateş çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri ile yaktıkları bu ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce Allah önce isteyip sonra yararlanmaktan vazgeçtikleri “aydınlıklarını gidererek” kendilerini “hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir karanlıkta bıraktı”. Tabii ki, aydınlıktan yüz çevirmiş olmalarının cezası olarak.” 1294
“Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine benzer...” Bu, münâfıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir. Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt
1290] 63/Münâfikun, 1-3
1291] 2/Bakara, 8-9
1292] Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı Yayınları: 104-105.
1293] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., 1/49
1294] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 279 -
edemiyorlar. Bu yüzden aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar. Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini aydınlatınca yüce Allah, rüzgâr ve yağmur gibi bir sebebi devreye sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya devam ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar: Bir, çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.
Bu örnek, münâfıkların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar mü’min gibi görünerek, mü’minlerle iç içe yaşamaktan dolayı dinin sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi. Fakat imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca, yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları koyu bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar. 1295
Münâfıkların Çirkin Özellikleri
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık onlar dönmezler.”1296 Münâfıklar bile bile haktan yüz çevirdikleri için duyan kulakları hakkı duyamayacak kadar sağır, konuşan dilleri hakkı söyleyemeyecek kadar dilsiz, gören gözleri hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır. Bu yüzden artık küfür, şirk ve nifaklarını bırakıp doğru yola, hakka dönmezler. Bu şekilde haşrolunacaklardır.
Münâfıklar artık hakkı duyamayacak kadar sağır, hakkı söyleyemeyecek kadar dilsiz, hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır. Bunların kulakları hakka karşı tıkanmış, gözleri hakka karşı kapanmış, dilleri de hakka karşı kilitlenmiştir. Bunlar bundan böyle hakka dönemeyeceklerdir. Bu duruma düşmelerindeki tek sebep; İslâm'ı bilip kabul ettikten sonra onu terk etmeleridir. 1297
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bunlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar. Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar. Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz nurları değil, bütün şuur nûru, idrâk nûru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ “Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim ve alâ ebsârihim ğışâveh” “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”1298 şeklindeki kâfirler hakkındaki durumdan münâfıklardaki bu mühürleme ve basım daha kuvvetlidir. Bu şekilde hikâyedeki ateş yakan, nurları gidenlerin dışında kalır. Rasûlullah'ın dâvet ve hidâyeti (doğru yolu göstermesi) karşısında münâfıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının parlattığı ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla da yapıldığından, bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi sûikastla da olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır. Bundan başka dâvet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve kötülüğe dâvet etmek mânâlarına alındığı zaman, nûrun alınması, ateşin söndürülmesi demek
1295] Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabai, El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Kevser Y., 1/ 87
1296] 2/Bakara, 18
1297] Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/54
1298] 2/Bakara, 7
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan, karanlıkta kalanlardan olur ki, bu ateşi yakan münâfıkların başıdır. Işık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi İlâhî bir hârikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Peygamberin dâvet ve hidâyeti karşısında münâfıkların, “ateş yakıcı” karşısında etrafındakilerin bir kısmı, Muhammedî dâvet ve onun irşâdı ebedî olduğu halde, münâfıkların anlayış nurlarını Allah almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek imanının nûrunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur'an'ın nazmı işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî dâvetin ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu anlatır: Bu dâvet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva eder. Bu dâvet, cennetin karşısında bir de cehennem ateşini gösteriyor. “Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun.” diyor. Münâfıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları dönüyor, ağızdan “âmennâ; inandık” diyorlar, hidâyet buraya kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının nûru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adâlet etmekten âciz bir ilâh istiyorlar. 1299
Mevdûdi diyor ki: “Onlar Hakk'ı duymakta sağır, Hakk'ı konuşmakta dilsiz ve Hakk'ı görmekte kördürler. 1300
Seyyid Kutub da diyor ki: “Kulaklar, diller ve gözler sesleri, ışıkları algılamak hidâyetten ve aydınlıktan yararlanmak için yaratıldığına göre, bunlar kulaklarını fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “sağır”, dillerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “dilsiz”, ve gözlerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “kör”dürler. Bu yüzden hakka dönmeleri, hidâyete yönelmeleri, başka bir deyimle hidâyete ve ışığa kavuşmaları sözkonusu değildir. Âyette verilen şu örnek de onların içinde bulundukları durumu tasvir etmekte, duygu dünyalarına egemen olan kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve kaygıyı gözlerimizin önüne sermektedir.” 1301
Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların kötü işlerini, kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, gizlediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere münâfıkların durumuna dair misaller vermektedir. Çünkü münâfıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde bir hastalıktır. Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak için Kur'an'ın izlediği bir yöntemdir. Bu misaller münâfıkların huzursuz, şaşkın ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablolaştıran örneklerdir:
Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyle ki münâfıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemeleri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisinden yararlanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağladıktan sonra Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen bir rüzgâr ile
1299] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/219-221.
1300] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Yayınları: 1/49.
1301] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 281 -
söndürüverir. Böylelikle onların hiçbir şey görmeyecek hale gelmelerini sağlar; gecenin, üst üste yığılmış bulutların ve ateşin sönmesinin sebep olduğu karanlıkların içerisinde bırakır. Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.
Münâfıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir. Onlar işitmenin sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğüdünü, doğru yol gösterenin irşâdını işitemezler. İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen, hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir meseleye karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler. Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin mâruz kaldığı hallerden ibret almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidâyete yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma! 1302
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
Allah, yukarıdaki âyetlerde münâfıkların özelliklerini zikrettikten sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır. Münâfıklık onların önünü karartmakta, akıl ışıklarını söndürmekte ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözleri kör, ışıksız ve karanlıkta kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkânsızdır. Hidâyet, insanın kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydınlatır, nerede olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak ve amaca ulaşmak mümkün değildir. Münâfık, hedefi şaşıran ve amaca ulaşamayan kişidir.
Yüce Allah münâfıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir araya gelmiştir. Ateş kelimesi burada ışık mânâsında kullanılmaktadır. Yolunu kaybeden insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar anlasınlar. Diğer taraftan ateş, yolunu ormanda kaybetmiş insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı zamanda o, soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır. Ayrıca ateş, yemekleri pişirip yenecek hale getirir.
İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan aklın ışığına onlar yanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun hale getirir. İkili oynamaları, iman etmediği halde iman ettik demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs etmeleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham etmeleri, mü’minlerle alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmış olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine terk etmektedir.
Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara asla girmezler. Demek ki, münâfıkların zoru akıllarındadır. Beynindeki ışığı sönen insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve insanlığın neresinde olduğunu bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı ferdi olduğu kadar toplumsaldır da. Fertlerin akıl ışığı, birleşince
1302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/79
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumu aydınlatır. 1303
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır
“Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.” 1304
Bu âyette, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından, bir grup insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece âyet, toplumsal ışığa ve toplumsal görmeye işaret etmektedir. Kulak, dil ve göz organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının birlikte bir bütün oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı aktı denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak görev yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur. Allah parçaları zikrederek, bütünü (İnsan beynini ve düşüncesini) kasdetmektedir.
Allah “sağır” kavramıyla münâfıkların dinlemediklerini, gerçeğe kulak vermediklerini, uyanlara karşı aldırış etmediklerini kasdetmektedir. Onlar öylesine sapık bir yola girerek öylesine mesafe alırlar ki, yapılan uyarıları duymaz hale gelirler. Hastalanmış kalp, akıl ışığının sönmesi ile kulakları sağırlaştırır: “Kulaklarımızda ağırlık (vakr) vardır.” 1305
“Vakrun” kavramı, kulağı ağır işitmek, duymamak, sağır olmak anlamlarını ifade eder. Âyetteki sağırlık, mânevî sağırlıktır. Gerçeğe karşı insanların takındıkları menfî bir tavır ve tepkidir. Âyette bu itirafı, tepkiyi gösterenlerin kendileri yapmaktadır. Hz. Peygamber'in yaptığı uyarı, getirdiği nûra/ışığa ve müjdeye karşı olanların çok uzak mesafedeymiş gibi tepki göstermelerini ifade etmektedir. Allah, Hz. Nûh'un dâvetine, kavminin benzer bir tepki gösterdiğine de işaret etmektedir: “Onları ne zaman dâvet ettiysem parmaklarını kulaklarına tıkadılar.”1306 Kulakları tıkamak ve dinlememek, bir insana gösterilecek tepkilerin en ağırıdır, haktan kaçışın ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok zordur; hatta imkânsızdır denebilir.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver.”1307 Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin arkasındaki neden kibirdir. Âyet, Allah'ın âyetleri okunduğunda, kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik yapısını açıklamaktadır. Âyetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki büyük nedeni vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir, dinlememeye sebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir. Bu davranış biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu olabilirler. Sanki işitmemiş veya kulaklarında sağırlık varmış gibi davranarak, kibirle âyetlerden uzaklaşmak, insanı elîm bir azâba götürmektedir.
“Onlar dilsizdirler.” Doğuştan dili tutuk mânâsına gelen bu kavram, cehâletten veya kasden konuşmamayı da ifade eder. Sağırlıkla dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsizler -genellikle- sağır da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak bir şey bulamaz.
1303] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/225-226.
1304] 2/Bakara, 18
1305] 41/Fussılet, 5; 6/En'âm, 25; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 57; 41/Fussılet, 44.
1306] 71/Nûh, 7
1307] 31/Lokman, 7
NİFAK - MÜNÂFIK
- 283 -
Dil kavramı, gönül mânâsına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri anlatır. Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz. Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple dil, kültürün en önemli vâsıtası ve unsurudur. Allah buna şöyle işaret ediyor: “Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür.” 1308
Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne tâbi olarak onlara yük olurlar. Manen sağır ve dilsiz olanlar, manevî hayat, peygamber ve Allah için yüktürler. Kibirli ve iş göremeyen insanlar tabii olarak insanlığa yük olacaklardır: “Onları nereye gönderseniz bir hayır getiremezler.” 1309
Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer kültürün temelidir. Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler sistemi ve hayat nizamıdır. Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük kazanır ve hayat bulurlar.
Bakara, l8. âyette geçen “bukmun/dilsiz” kavramını, 17. âyetle birleştirerek şu genellemeyi yapmak mümkündür: Akıl ışığı sönmüş insan, karanlıktaki insana benzer. Karanlıkta kalan insan da hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde kalan ve hayırlı bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne tarafa yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün değildir: “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.”1310 Allah'ın âyetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz bir halde karanlıkların içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış, akıl ve gönül ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı bir iş üretemezler.
“Onlar kördürler.” Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın, gözü görse bile kalp gözü kördür. Karanlık içinde kalan insanın gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi, kalp gözü kör olan münâfığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.
Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri çevirmez, geri dönmek istese bile dönemez: “Onlar geri dönemezler.”
Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar; dilsizdirler, yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler, bir çıkış yolu bulamazlar. Âyetteki dönemezler ifadesini, başka bir âyetle tefsir edebiliriz: “Hidâyet çağrısına kulak vermeyen kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple akıllarını kullanıp düşünemezler.” 1311
Dönemezler demek, “akıllarını kullanıp düşünemezler” demektir. İnsanın girdiği yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış yolda olduğunu anlaması gerekir. Aklını kullanamayan, onun ışığından mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?
Münâfıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir? Bu soruya Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir: Sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır; hidâyeti satıp dalâleti satın almaları; bulundukları yerde çakılı kalıp, ileri mi geri
1308] 16/Nahl, 76
1309] 16/Nahl, 76
1310] 6/En'âm, 39
1311] 2/Bakara, 171
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mi gideceklerini bilememeleri ve bu nedenle başlangıç noktasına dönememeleridir.1312
Münâfıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır. Münâfıkların ahlâkını çifte standart, bilinçsizlik ve dalâleti hidâyete tercih etmek gibi yanlış bir mânevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu ahlâktan dönmelerinin imkânı yoktur.
“Dönemezler” ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz. Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden hareket ederler. Fakat eğitim süreci ilerledikçe, bazı insanların eğitilemeyeceği ortaya çıkar. “Uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler”1313 ifadesi ile 18. âyette yer alan “dönemezler” ifadesi bazı insanların eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Sağır, dilsiz, üstelik kör olan, akıl ışığından da yoksun olan insanın eğitilmesinin imkânsızlığı vurgulanmaktadır. Çünkü eğitim-öğretim göze, kulağa, beyne ve gönle hitap etmelidir. Bunlardan yoksun olan insanın eğitilmesi imkânsızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı aydınlığa çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamazlar. Dönemezler ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen insan, hayatım da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve değişim, bir atılım ve bir beceri işidir. Münâfık, bütün bu oluşumlara kapalıdır. 1314
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
Kurtubî, bu âyetteki münâfığın durumunu şöyle izah etmektedir: Münâfığa dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içerisinde kalması münâfığın şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Âyet-i kerime ile anlatılmak istenen ise, münâfıklara bir misal vermektir.
Evlilik, mirasçı olmak, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının güven altına alınması, mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile ilgili olan hükümlerin kendileri için de geçerli olmasını sağlayan, açığa vurdukları imanlarıdır. Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vâsıtası ile aydınlananın, sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şeyleri görenin durumuna benzerler. Bu ateş sönüp yahut ortadan kalkınca, yine onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münâfıkların durumu da böyledir. Onlar iman edince İslâm'a girdiklerini belirten sözlerine aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği gibi: “Şüphesiz münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”1315 Ve Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan dolayı şöyle diyeceklerdir: “Bize bakın da sizin nûrunuzdan aydınlanalım.” 1316
Bu benzetme şöyle de açıklanmıştır: Münâfıkların müslümanlara yönelmesi, onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları sevgiden yüz çevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır.
1312] Fahruddîn Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 11/62
1313] 2/Bakara, 6
1314] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y., 1/226-230
1315] 4/Nisâ, 145
1316] 57/Hadîd, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 285 -
Sağırlar, Dilsizler, Körler!
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”
Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur. Dilsiz (el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kimsedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir.
Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarından maksat, onların bütün duyularının idrâk etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrâk etmediklerini ifadedir. Mesela: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böyle bir özel durumu anlatmış oluruz. Katâde der ki: Onlar hakkı işitmeyen “sağırlar” hakkı dile getirip söylemeyen “dilsizler” ve hakkı göremeyen “körler”dir.
Peygamber’in (s.a.s.) Cibril hadisinde âhir zamandaki yöneticileri şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: “Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları olduğunu gördüğün vakit, işte bu da Kıyâmetin alâmetlerindendir.”1317 Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 1318
Bu âyetler münâfıkların tablolarını, şaşkınlıklarını, yıkılmışlıklarını ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir ediyor. Önceki âyetlerde onların iç dünyasını gözle görülebilecek şekilde tasvir ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki realitelerini, yaşadıkları olayları izah ederek ve örnekler vererek açıklamaya çalışmaktadır. Bu yöntem Kur'an'ın çoğu zaman soyut konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu örneklerle mesele, daha net ve canlı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Kur'an soyut şeyleri açıklarken maddî örneklerle meseleyi izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın gönlünde daha derin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına da dal salmaktadır. Somut örneklerle izah edilerek konunun daha net biçimde anlaşılması sağlanmaktadır. Çünkü somut şeyler insanın hayatı üzerinde soyut şeylerden daha fazla etkili olmakta ve onun benliğinde daha derin tesir bırakmaktadır. Onun içindir ki, tasvir ve temsil (resimleme, şemalandırma ve örneklendirme) yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir eğitim yöntemidir. Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut şeyler örnek verilmeden anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk, gördüğü ve yaşadığı örneklerle o soyut konuyu muhâkeme ederek anlamaya çalışır. Örnek vermek sûretiyle insanın zihnine ve rûhuna yerleştirilmek istenen düşünceye nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonuca da dönüşebilir. Kur'ân-ı Kerim'in pratik hayatta yaşanan, gözle görülen örneklerle onların iç dünyasını ortaya koymaya çalışmasının sırrı şudur; Cenâb-ı Allah, hak-bâtıl konusunda insanları bu tür sapık yönelişlerden uzaklaştırmak istemiştir. Burada kullanılan yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri, olabildiğince geniş ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu karanlık, boğucu ve katı atmosferden tiksindirilmeye çalışılmaktadır.
Cenâb-ı Allah münâfıkların durumlarını tabiattan verdiği somut örnekle
1317] Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel hadis kaynaklarında çok yerde geçmekle birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim, İman 7'de tesbit edebildik.
1318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Y., 1/475-477
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tasvir etmiştir: “Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.” 1319
Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir aydınlık parçası yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıyla kumların üzerine dökülen ay ışığı, bir mehtap da gözükmüyor. Uzaktan coşup gelen karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan, utangaçlığı ve mahcûbiyetiyle kucak açan yıldızlar da yoktur ki, kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınlatabilsin. Senin önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlıklardan başka bir şey yok... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı başardın. Ve ateşinin alevleri havaya yükseldi. Etrafını, yolunu ve bulunduğun yeri aydınlattı. Sonra bir rüzgâr hemen ateşini söndürdü. Ortada kopan fırtına sonucu, yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi. Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa kavuşan ve fakat bu aydınlığı acımasız bir şekilde söndürülen adamın durumundan daha kötü durum ne olabilir? Adam aydınlığa muhtaç olduğu halde bu aydınlığı elinden alınmaktadır.
İşte bu; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, darmadağınıklıktan oluşan karanlıkların içinde yaşayan münâfığın halidir. Onun durumu da; küfrü, inkârı ve reddetmeyi yaşayan diğer insanların haline tıpa tıp benzemektedir. Sonra Allah'ın Peygamberi'ne indirdiği nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye, kendilerini şaşkınlıktan, kaostan ve başıboşluktan kurtarmaya çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve netlik kazandıracak bir görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır. Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan aydınlığa çıkabilirlerdi. Fakat onların içinde hastalığa dönüşen köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları ve hidâyete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dolayısıyla onlar çeşitli şeytanî oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye çalışan tavırlarını sürdürmüşlerdir. Hem kâfirlerden, hem de iman edenlerden yararlanarak planladıkları sonuçlara varabileceklerini, katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah'ın nûrunu tepkiyle karşıladıklarından dolayı Allah nûrunu geri çekmiş ve onları yeniden karanlığa terk etmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve ne yapmayı planladığını bilmeyen çılgın irâdelerinin (hevâlarının) etkisinde kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil, karanlıkta kalmak için kullanmışlardır. Allah da onları yüz üstü bırakmış, kendi halleriyle baş başa kalmalarını sağlamış ve onları, hiçbir şeyi göremeyecekleri karanlıklara terk etmiştir.
İkinci âyet, onların bu sapık yönelişe neden kapıldıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Allah’ın kendilerine verdiği vâsıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını öğretmektedir. Onlar Allah'ın verdiği imkânları dondurmaya çalışmışlardır. Cenâb-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece apaçık gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, işittikleri bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmalarını istemiştir. Gerçek bir mârifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah'ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı
1319] 2/Bakara, 17
NİFAK - MÜNÂFIK
- 287 -
insanları, Allah'ın azametinin bilincine varmaya ve O'nun birliğine iman etmeye sevk eden evrensel âyetleri görebilmeleri için onlara görme imkânı vermiştir. Cenâb-ı Allah onlara tüm bu imkânları verirken onları ilme varmak için, mârifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir. Fakat onlar bu imkânlardan yararlanmamış ve bu imkânları bulunmayanlarla aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları hareketli bir şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsanlara ilimi ve mârifet bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır. İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin hakka ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. 1320
“Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş.” Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından bakıyoruz: “İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; biz sana bunları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz.”1321 deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahyediyoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna. Meselâ bakın Cenâb-ı Hak yine soruyor: “Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek olduğunu? Ama sen nerden bileceksin bunu?”1322 diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde kendisine soru sorulan bu insan için: “Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir.”1323 buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim? diye tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz câiz değildir. Ve işte Kur’an’ın böyle bir anlatım modeli vardır diyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın anlatım modellerinden biri de; burada olduğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor durumda bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o konuyu hayata indirgemesi problem olacaksa, o zaman örnekleme yaparak anlatmasıdır. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz.
Burada da Rabbimiz bize münâfıkların karakteristik özelliklerini anlatırken belki anlayamazsınız, diyerek bir örnekle konuya açıklık getiriyor: “Onların örneği şu misal gibi ki!” dedi ve bir tablonun önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı
1320] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y., 1/92-96
1321] 11/Hûd, 49
1322] 101/Karia, 1-3
1323] 33/Ahzâb, 72
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir anlayın dedi. Yani formüle edilen bir problem vardı ortada, onu bir kenara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Allah.
“Bunların durumu şu şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam.” Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam ateş yakıyor: “Ateş çevresini aydınlatınca da, Allah onların nûrunu gideriverdi.”
Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan bir kişi olduğu halde ardından da Allah onların nûrunu giderdi deniyor. Allah o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Birisi ateş yakmış obanın kenarında, köyün kenarında veya bir kampın kenarında. O ateş çevreyi aydınlatmış, birileri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar. Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor; ama adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da: “Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş.” Ondan sonra da: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler.” Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile irtibatları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az evvel görüyorlardı, ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş; sağır, kör ve dilsiz hale gelmişler.
“Onların (münâfıkların) misali, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulumât (karanlıklar) içinde bırakır (artık hiç bir şeyi) görmezler.” 1324
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
“(O esnâda) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” 1325
Münâfıkların ışığı kısa sürelidir. Atasözündeki ifade ile: Yalancı münâfıkların mumu, yatsıya kadar yanar. Allah, bu zümrenin halini tasvir için bir misal daha veriyor. Bu örnek, onların içinde bulundukları korku, endişe, ıstırap ve dehşeti canlandırmaktadır:
Müthiş bir tablo bu. Hareket ve ıstırapla dolu. Sapıklık ve şaşkınlık. Korku ve heyecan. Dehşet ve endişe. Ses ve ışık bu tabloda billûrlaşıyor. Bulutlardan boşanıp gökleri yırtarcasına inen yağmur. Bu yüzden meydana gelen korkunç karanlık. Gök gürültüsü ve şimşek. Şimşeğin ışığı altında yürümeye çalışmaları ve dünya tekrar zindana dönünce dikilip kalıvermeleri. Hayrette kalmışlar. Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Korku ve dehşet içinde şaşkına dönmüşler.
Münâfığın nifak içindeki hali, karanlık bir gecede gök gürültüsü, yağmur
1324] 2/Bakara, 17
1325] 2/Bakara, 19-20
NİFAK - MÜNÂFIK
- 289 -
ve yıldırımların altında yürümesine benzer. Her yer karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını görüyor, bir iki adım attıktan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor. İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık, yine hüsran.
Bu tablodaki şiddetli yağmurlardan karanlıklara, gök gürültülerinden yıldırımlara, dehşet içinde kalanların titrek adımlarından mıhlanıp kalmalarına kadar her hareket, münâfıkların acı ve mustarip hayatını canlandırmaktadır. Onların mü'minlerle buluşmaları, sonra şeytanlarına dönmeleri. Bir an için söyledikleri sözler ve bundan derhal dönüş yapmaları, bir taraftan hidâyet ve nûru arzularken, diğer taraftan kendilerini dalâlet ve karanlığın kucağına atışları. Bu, bir zümrenin hâlet-i rûhiyesini ve karakterini aksettiren canlı bir tablodur.
Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen bazı politikacı ve liderler, sonra imansızlara hizmet edenler, bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Câmi ile puthane arasında kalmış bu şaşkınlar, kâfirler tarafından değilse bile mü'minler tarafından hesaba çekilecektir. 1326
Bu âyetler, münâfıkların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur'ân-ı Kerim, onlara İlâhî irşadlarda bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir. Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutulan topluluğa benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani apaçık âyetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar. Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer; yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözleri kör etmeye yetecek şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.
Özetle; nifak kısa bir süre için bazen münâfık kimsenin yolunu aydınlatabilir. Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir. Bu ise münâfıklığın sürekliliğine son verir, devamını önler. Münâfık herhangi bir amacını gerçekleştirmek ve basit maddî bir kazanç elde etmek amacıyla münâfıklığına umut bağlayabilir. Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider. Münâfıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar. Çünkü bir âyetin nüzûlü ile gösterdikleri zahirî sevinç, mü’minlerle birlikte cihad etmeleri istendiği zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu zâhiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemlerinde ise nankörlük edip müslümanlara sırt çevirmek münâfıkların misali ve tavrıdır. 1327
İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen milletvekili bakan olanlar sonra da imansızlara hizmet edenler bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Ya kâfirler tarafından veya mü’minler tarafından hesaba çekilecektir. Çünkü münâfık camiyle kilise arasında kalmış
1326] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
1327] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/80
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şaşkın insandır. 1328
Yahut o münâfıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki, semânın her tarafından “bardaktan dökülür gibi” boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyormu sıkıyor; göz, gönül kararıyormu kararıyor. Şu halde karanlıklar katmerleşmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp şakıdıkça, parladıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor, yürekleri ağza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yo k eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten, demiri mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle (es-Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne?
Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, âhiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasının dışına çıkmak mümkün mü? Allah'ın izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet, ama bunlardan daha önce Allah'tan korkmak ve O'nun azâbından sakınmak gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim? Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın, yıldırımlar da Allah'ın bir belâsı, azâbının bir örneğidir. Bunlardan korkup sakınmak isteyenlerin daha önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına uyarak felâketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir Allah korkusu, insana bütün korkuları attırıp yok ettirir. Allah'ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır. Fakat Allah'tan, O’nun azâbından kurtulmanın imkânı yoktur. O da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister. Ona bununla yaklaşılır; azaplarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit ve müjde, şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu gürültü ile beraber gelir zannederler. Hâlbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibarıyla gök gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o yıldırımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, “ra’d” yani “gök gürültüsü” ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş,
1328] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/105-106.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 291 -
bir kıvılcım çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve geldiği zaman, “Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz kurtuldunuz.” der.
Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem' için olan “vav” ile bağlamış, (şimşek, sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor, ilim ve fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken İlâhî vahyin hakikatini anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyla delil getirerek görülmeyen esiri (cevheri) bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu,1329 bunu işitenlerin hamd ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir İlâhî belâdır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak; önceden, maddî ve mânevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın yardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah'ın kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan Kur'an hep hak âyetlerdir. Bu dâvetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!
İşte Cenâb-ı Hak münâfıkların durumunu bir de böyle “sayyib = yağmur” meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik aranılmayarak hepsinde münâfıkların hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin va'di ve vaîdi (korkutmas) şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve münâfıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a münâfıkların bakışını ve fırsat buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivâyetlerde bahis konusu edildiğini görüyoruz.1330
Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, felâketten kurtuldukları konusunda kendilerini bir müddet daha avuturlar. Fakat gerçekte onlar kendilerini kurtaramazlar; çünkü Allah, kudretiyle onları her taraflarından kuşatmıştır.
Bu misaller, İslâm'a kalpten inanmayan, fakat çıkarları nedeniyle “müslüman” görünen kimseleri anlatır. Bu ikinci misal, şüphe, iman zayıflığı ve tereddüt içinde olan münâfıkları anlatmaktadır. Bunlar tamamen kâfir değillerse de, İslâm'ı, ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak derecede uyguluyorlardı. Bu misalde yağmur, tüm insanlığa rahmet olarak gelen İslâm'ı temsil eder; karanlık, gök gürültüsü ve şimşek ise öne çıkan engelleri, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu
1329] 13/Ra’d, 13
1330] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
güçlü savunma nedeniyle yaşanan tehlike ve güçleri temsil eder. Durum biraz yatıştığında onlar İslâm'a doğru yönelirler, fakat zorluk bulutları ortaya çıktığında veya kendi çıkarlarına, bâtıl inançlarına, önyargılarına ters düşen emirler verildiğinde öylece şaşkınlık içinde kalakalırlar.
Eğer dilerse Allah, bir önceki misaldeki münâfıklara yaptığı gibi bu kimselerin de Hakk'ı görmelerini tamamen engelleyebilir. Fakat bunu yapmaz; çünkü Allah, görmek ve duymak istedikleri sürece onların Hakk'ı görüp duymalarına fırsat vermeyi dilemiştir. Allah'ın onlara Hakk'ı görüp duymalarına yetecek kadar güç vermesinin nedeni işte budur. 1331
Münâfıklık Küfre Götürür
“Yahut onların durumu, gökten sağanak halinde boşalan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş insana benzer. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Allah, münâfıkların durumunu, manevî yapılarını anlatırken tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür benzetmeler, ortaya konulmak istenen gerçekleri daha iyi anlamamız için yapılmaktadır. İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştırmalar yaparak insan idrâkini harekete geçiriyor. İç âleminin dengesi bozulmuş insanın yaşadığı mânevî fırtınalar ile tabiat âlemindeki fırtınalar birbirine oldukça benzemektedir. Onun için din eğitimcileri mânevî konuları, dış âlemden örnekler vererek anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi vasıtasıyla, mânevî oluşumların isbatına gidilmelidir.
Dış âlemin kanunları ile insanın iç âleminin kanunlarının çakıştığı noktada hakikat meydana çıkar: “İnsanlara dış ve iç âlemlerindeki kanunlarımı öğreteceğim (göstereceğim) ki, Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” 1332
Allah, bu âyetlerde dış âlemdeki tabiat olaylarının kanunlarını anlatmakta ve bununla da münâfıkların iç âlemlerindeki oluşumları izah etmektedir. 20. âyette geçen gök kavramını, psikolojik, ya da metafizik mânâda ruhlar ve akıllar âlemi1333 şeklinde anlayabiliriz, O zaman âyette yer alan “sayyib” kelimesi Fahruddîn Râzî'nin anladığı gibi iman ve Kur'an1334 mânâsına gelir. Bu durumda gök 'akıl' olunca, âyetteki karanlık ve gök gürültüsü de, münâfıkların tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münâfıklar), aklın öğretilerinden tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis alemine rahmet olarak inen bu hakikatleri kabul etmek, nefislerine çok ağır gelecektir. İşte bu ağırlık nedeniyle münâfıklar, aklın bu gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulaklarını tıkayacaklardır. Eğer gök, İlâhî âlemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur'an'ın kendisi olur. Kur'an bir rahmet olduğuna göre, âyetteki yağmur Kur'an'ın rahmet olmasına işaret etmektedir. Bu durumda âyeti, “Kur'an'ın öğretileri münâfıklara ağır geldiği için, onu karanlık ve gürültü olarak değerlendireceklerdir” şeklinde anlayabiliriz.
1331] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., c. 1, s. 55
1332] 41/Fussılet, 53
1333] Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/221.
1334] Razî, age, 11/64.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 293 -
Âfetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna getirir ve onda bir ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya âyetteki tabiri ile ona karşı “kulaklarını tıkamak”tır. Bu ise gerçeğin kabullenilmemesini ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Allah, münâfıkların Kur'an'ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir benzetme ile ortaya koymaktadır.
Kur'an gerçekleri karşısında münâfıklar, kulaklarını tıkayarak kendi karanlık dünyalarında Kur'an'ın sesini ölüm olarak algılamaktadır. Çünkü onlar cehâletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı. Kur'an öğretilerinin meydana getirdiği o fırtına, cehâletin tüm putlarını yıkmaktadır. Bu da münâfığın ve münâfıklığın yok olması demektir. 1335
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
“Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” 1336
Kur'an'ın getirdiği aklın ışığı, münâfıkların iç âlemi için yıldırımları andırmaktadır, münâfıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve aydınlatma süresi oranında, Kur'an'ın ve aklın ışığından istifâde ederler. Nefis tarafından karartılmış kalpte, sadece anlık aydınlanmalar meydana gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle karşı karşıya kalan münâfık, “iman ettim” diyor, fakat az sonra karanlığa gömüldüğü için, bunu bir serap kabul ederek, bu anlık imanının bir aldanma olduğu sonucuna varıyor. Böylece karanlık dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar. Bu nedenle Allah, münâfığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın ışığından yeterince istifade edememesine bağlamaktadır.
Münâfıklar, Kur'an'ın ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini kör edecekmiş gibi davranırlar. Akim ve Kur'an'ın nûru, onların gözlerine ağır gelir ve o nûra tahammül edemezler. Yüce Allah “Dileseydim onların işitme ve görme duyularını giderirdim” buyuruyor. Gidemediğine göre, onların yine de Kur'an'ın ve aklın ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler yaşayabilirler.
Karanlık çökünce dikilip kalırlar ifadesi, aklın ve Kur'an'ın getirdiği faydalan anlayıp onlardan istifade edemeyince, dinin kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve Kur'an'ın öğretilerinin onlara getirdiği faydanın farkına varamamaları ve onlardan istifade edememeleri, münâfıkların gönlünü karartmaktadır. İşte bu karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdurmakta ve içeriye girmelerini engellemektedir.
“Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” Yüce Allah, Bakara sûresinin baş kısmında yer alan münâfık ve kâfirlerin durumunu anlatan âyetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye kadirdir buyuruyor. Müfessirler âyetteki şey kavramı üzerine durarak içini doldurmaya çalışmaktadırlar. Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan açıklamaya çalışacağız.
Bakara, 7'den itibaren, Yüce Allah'ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye
1335] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/230-232.
1336] 2/Bakara, 20
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadir olduğunu belirtmek için, âyetin sonunda Allah her şeye kadirdir buyrulmuştur. Yüce Allah, hak ettikleri takdirde insanların kalbini ve kulaklarını mühürleme ve gözlerine perde çekme; münâfıkların manevî hastalığını artırma, Kur'an gerçekleriyle alay etmelerine karşılık münâfıklarla alay etme; münâfıkların nûrunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve dilediği takdirde onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne sahiptir. İşte bu eylemleri yapabilecek olan Allah, her şeye kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara l'den Bakara, 20 âyetine kadarki bütün konular, her şeye kadir olan Allah'ın hükmüyle karara bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların, kâfirler ve münâfıkların iç âlemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu güce sahip olmayan insanların, birbirlerini kâfir ve münâfık diye itham etmelerinin doğru olmayacağı da, zımnen anlamamız gereken bir gerçektir. 1337
Bu âyetlerde geçen bazı Kur’an kavramlarını özet olarak izah etmek gerekir diye düşünüyorum. Bunlar: “sayyib/şiddetli yağmur” “semâ/gök” ve “hazera’l-mevt/ölüm korkusu”.
Yağmur ve Tûfân Gibi Şiddetli Olanı
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşalan… yağmur gibidir.”1338
Sayyib kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde geçer; o da bu işlediğimiz Bakara sûresi, 19. âyetidir. Bu kelime, sağanak halinde, göklerden boşalmış gibi yağan şiddetli yağmur anlamına gelmektedir. Yaratıcı'nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Keza, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem cahillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu ilahî yardım tecellisinden dolayı
1337] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/232-233.
1338] 2/Bakara, 19
NİFAK - MÜNÂFIK
- 295 -
ona rahmet adı verilmiştir. 1339
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yeraltı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.
"Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?" Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!" Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
"Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır." Bir yağmur damlasının buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nazenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? 1340
"O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın." 1341
"Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." 1342
"Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk." 1343
"İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" 1344
"De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" 1345
Şiddetli Yağmur
Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazab yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebûcehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifa ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsranlarını/ziyanlarını arttırdığı1346 gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifce yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olmasını da bil, suya düşman olanlara. Sun rahmeti, rahmet
1339] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
1340] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s. 279-280
1341] 2/Bakara, 22
1342] 2/Bakara, 164
1343] 23/Mü'minun, 18
1344] 56/Vâkıa, 68-70
1345] 67/Mülk, 30
1346] 17/İsrâ, 82
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ol, yağ insanların başlarına; tufan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tufanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıldeniz’de boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırat-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 297 -
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Âyet-i Kerimeler
Nifak, Münâfık ve Çoğulu Münâfıkun Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 37 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 167; 4/Nisâ, 61, 88, 138, 140, 142, 145; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 64, 67, 67, 67, 68, 68, 73, 77, 97, 101, 101; 29/Ankebût, 11; 33/Ahzâb, 1, 12, 24, 48, 60, 73; 57/Hadîd, 13; 73; 48/Fetih, 6, 6; 57/Hadîd, 13; 59/Haşr, 11; 63/Münâfıkun, 1, 1, 7, 8, 9.Münâfıkların İmandan Yüz Çevirmeleri
Münâfıklar, İnanmadıkları Halde İnandık Derler: Bakara, 8, 14; Nisa, 60, 81; Maide, 61; Tevbe, 56, 62; Nur, 47; Münâfıkun, 1-3.Münâfıklar, İman Etmezler: Bakara, 8, 13, 18; Nisa, 65, 82; Enfal, 20-24; Tevbe, 127.Münâfıklar, Kibirleri Yüzünden İmandan Kaçınırlar: Bakara, 206; Münâfıkun, 5-6.Münâfıklar, Allah'ın ve Rasülü'nün Hükmüne Razı Olmazlar: Nisa, 60-62, 64, 66; Nur, 48-50.Münâfıklar, Şeytanın Adamlarıdır: Mücadele, 19-20; Haşr, 16-17.Münâfıklar, İnkarcıdırlar: Tevbe, 54, 124; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Kur'an Ayetleriyle Alay Ederler: Tevbe, 124-125, 127.Münâfıklar, Peygamberlerle Alay Ederler: Muhammed, 16.Münâfıkların Kalpleri Mühürlü, Kulakları Sağır, Gözleri Kördür: Muhammed,16, 23-24; Münâfıkun,3. Münâfıklar, Peygamberimiz'e Suikast Düzenlediler: Tevbe, 74; Münâfıkun, 8.Münâfıklar, Peygamberimiz'i Saflıkla Suçladılar: Tevbe, 61-63.Münâfıklar, Peygamberlere İftira Ederler: Al-i İmran, 161.Münâfıklar, Doğruluğa Karşılık Sapıklığı Satın Almışlardır: Bakara, 16.Münâfıklar, Peygamber'in Yanında Fısıldaşarak Konuşurlar: Mücadele, 8.Münâfıklar, Kalplerinde Olana Allah'ı Şahit Tutarlar: Bakara, 204.Münâfıklar, Fasıktırlar: Tevbe, 67, 84; Münâfıkun, 6.Münâfıklar, Fitne Çıkarmak İçin Mescid-i Dırar'ı İnşa Ettiler: Tevbe, 107-110.
Münâfıkların Bazı Özellikleri
Münâfıklar, Allah'ı ve Mü'minleri Aldattıklarını Zannederler: Bakara, 9; Nisa, 142; Hud, 5.Münâfıkların Kalplerinde Manevi Hastalık Vardır: Bakara, 10; Nisa, 143; Maide, 52; Muhammed, 29,Münâfıklar, Yalan Konuşurlar: Bakara, 10; Maide, 41; Tevbe, 74; Nur, 19.Münâfıklar, Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.Münâfıklar, Kalıplarıyla Adama Benzerler: Münâfıkun, 4.Münâfıkların Misali: Bakara, 17, 19-20, 264, 266; Haşr, 16; Münâfıkun, 4.Münâfıkların Sözleri Hoşa Gider: Bakara, 204; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Kalplerinde Olmayanı Dilleriyle Söylerler: Fetih, 11.Münâfıklar, Fedakarlıklardan Kaçarlar: Nisa, 66-68; Tevbe, 42; AnkEbût, 10-11.Münâfıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar ve Namazlarından Gafildirler:Nisa, 142; Tevbe, 54; Maun,4-6Münâfıklar, İbadetlerinde Gösteriş Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Küfür ile İman Arasında Kararsızdırlar: Nisa, 143; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Zekât Vermezler: Maun, 7.Münâfıklar, Günah İşlemekte, Düşmanlık Yapmakta, Haram Yemekte Yarış İçindedirler: Maide, 62-63Münâfıklar, Verdiklerini İstemeyerek Verirler: Tevbe, 54.Münâfıklar, Korkaktırlar: Tevbe, 56-57; Haşr, 13.Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih, 15; Hucurat, 14, 16-17.Münâfıkların Kalpleri Birbirine Benzer: Tevbe, 67, 69.Münâfıklar, Kötülüğü Emreder, İyilikten Alıkoymaya Çalışırlar: Tevbe, 67; Münâfıkun, 7.Münâfıklar, Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.ü- Münâfıklar, Akrabalık Bağlarını Keserler: Muhammed, 22.Münâfıkların Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.y- Münâfıklar, Nankördürler: Tevbe, 74.Münâfıklar, Kâfirlere Karşı Bile Vefasızdırlar: Haşr, 11-12.
Münâfıkların Cezası
Münâfıkların Ölümü: Muhammed, 27.Münâfıklara Allah'ın Mühleti (Süre Tanıması): Bakara, 15.Münâfıkların Öldürülmesi: Nisa, 89, 91; Ahzab, 60-62.Kıyamet Günü Münâfıkların Durumu: Nisa, 138, 145; Maide, 41; Tevbe, 55, 68, 74, 101, 126; Muhammed, 27-28; Fetih, 6; Hadid, 13-15; Mücadele, 15-17; Haşr, 16-17.Münâfıkların Tevbesi: Nisa, 146; Tevbe, 74; Ahzab, 24.Münâfıkların Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: Maide, 53; Tevbe, 53, 69, 107-110, Muhammed, 28-29,Münâfıklar, Kur'an Ayetleriyle Açığa Çıkarılmalarından Korkarlar: Tevbe, 64, 127.Münâfıklar, Allah'ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: Muhammed, 2-3; Fetih, 6, 12.Münâfıklara Allah Hidayet Etmez: Münâfıkun, 6.Kıyamet Gününde Münâfıklarla Mü'minlerin Konuşmaları: Hadid, 13-14.Münâfıklara Malları ve Evlatları Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En'am, 70; A'raf,48; Ra'd, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
Münâfık-Mü'min İlişkisi
Münâfıklar, Mü'minlere Karşı Çok Zayıftırlar: Haşr, 14; Münâfıkun, 4.Münâfıkların Dostlukları Yoktur: Bakara, 204; Nisa, 89, 139, 140; Maide, 41, 52, Tevbe, 50-51; Mücadele, 14; Münâfıkun, 4, 8.Mü'minlerin Münâfıklara Karşı Davranışları: Tahrim, 9.Savaşta Münâfıklar: Al-i İmran, 154, 156, 166-168; Nisa, 72-73, 77-78, 91, 141; Enfal, 49; Tevbe, 42- 53, 65-66, 81-83, 86-87, 90, 93-95; Nur, 53; Ahzab, 9-20, 24; Muhammed, 20-21; Fetih, 11-12, 15-16.Münâfıkların Bilinmesi: Al-i İmran, 179; Nisa, 63; Maide, 52-53; Tevbe, 101; Muhammed, 30.Münâfıkların Sözlerine İnanı-
298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lıp Özürleri Kabul Edilmez: Nisa, 63; Tevbe, 94; Fetih, 15.Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek: Nisa, 63; Tevbe, 73.Münâfıklara Tesirli Söz Söylemek: Nisa, 63; Tevbe, 73, 126.Münâfıklardan Yüz Çevirmek: Nisa, 81, 88; Tevbe, 95-96; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Mü'minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 89; Nur, 19.Münâfıklarla Mü'minler Hakkında Hükmü Allah Verecektir: Nisa, 141; Tevbe, 94.Münâfıklarla Mü'minlerin Misali: A'raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.Münâfıkların Malları ve Evlatları Mü'minleri İmrendirmesin: Tevbe, 55, 69, 85.Münâfıklar İçin Mağfiret Dilenmez: Tevbe, 8-, 84, 113; Münâfıkun, 6.Münâfıkların Cenaze Namazları Kılınmaz: Tevbe, 84.Münâfıklara İtaat Etmekten Sakınmak: Ahzab, 1-3, 48.Münâfıklar, Mü'minlerle Alay Ederler: Tevbe, 79; Bakara, 14.Münâfıklar, Mü'minleri Bırakıp Kâfirleri Dost Edinirler: Nisa, 139; Maide, 52; Mücadele, 14.Münâfıkların Dostluğu: Bakara, 105; Maide, 82; En'am, 106; Tevbe, 7-8, 10, 12; İsra, 73-75; Kasas, 87; Mümtehine, 1-2, 6-9.Münâfıklar Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.Münâfıkların Kabri: Tevbe, 84.Münâfıkların Kinini Allah Ortaya Çıkarır: Muhammed, 29.Münâfıklar, İbadeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih,15; Hucurat, 14, 16-17.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.Münâfıkları, Yerli Yersiz Haberler Yayarlar: Nisa, 83.
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Münâfık Kimdir? Kütüb-i Sitte, 3, 520
Nifak Bölümü: Kütüb-i Sitte, 16, 177-179
Nifak: 7, 111
Nifak Faaliyetlerinin Muhtevası Kütüb-i Sitte, 3, 523-524
Münâfıkların Öldürülmesi İsteğine Peygamberimiz'in Cevabı: 2, 260
Münafığın Cezası: 14, 378
Münafığın Hastalanmasının Misali: 7, 275-276
Münâfıkların Azabı, Kâfirlerin Azabından Daha Şiddetlidir: 16, 180
Münâfıkların Bedir'den Önceki Tutumu: 16, 431
Münâfıklarla Müslümanlar Arasındaki Bir Fark: 17, 384
Münâfık ve Müşriklerle İstişare: 16, 133
Bir Münafığın Müslüman Oğlu: 12, 161
Cemel Vakasını Hazırlayan Münafığın Talimatı: 7, 318
Din Adamı Kisvesindeki Münâfık Tahribatçılar: 7, 316-317
İçimizdeki Münâfıklara Dikkat: 7, 316-317
Kritik Anlarda Münâfıkların Rasülüllah'ı Terketmeleri: 3, 525-526
Hz. Peygamber'in Münâfıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset: 3, 521-528
Rasülullah'ın Münafığı İdare Etmesi, Onu Öldürmemesi: 2, 260; 12, 161
Rasülullah Zamanında Münâfıkların Bir Vasfı: 7, 311
Münâfıkun Suresi: 4, 322
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 201-230
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 185-208
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 23-73
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 84-93
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 53
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 98-104
7. El-Mizan Fi Tefsiri'l-Kur'an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 87-88
8. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 66-83
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 45-58
10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 121-148
11. Nifak Münâfık, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
12. Kur'an'da Nifak Olayı, Gübeddin Hikmetyar, Düşünce Y.
13. Kur'an'da Nifak, Sadık Kılıç, Furkan Y.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 299 -
14. Kur'an'da Münâfık Karakteri, Cavit Yalçın, Vural Y.
15. Münafığın Sırları, Harun Yahya, Vural Y.
16. İslâm Davası ve Münâfıklar, Ali Rıza Temel, Bahar Y.
17. Kur'an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y. s. 87-133
18. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 356-358
19. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
20. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 84-95
21. Kur'an'da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 187-214
22. Kur'an-ı Kerim'de insan Tipleri, M. Fatih Kesler, Akçağ Y.
23. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 353-360
24. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 271-277
25. Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 98-100
26. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 37-82
27. Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y. s. 104-106
28. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 20-28
29. İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 159-170
30. İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi s. 433-468
31. Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmai, Pınar Y. s. 471-478
32. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. 211-216
33. Kur'an Okulu, Hanif Y. sayı 10, s.474-480
34. İman Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. 65-68
35. Kur'an'da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, insan Y. s. 130-141
36. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s.142-143
37. Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 13, 16, 70, 312
38. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 2; s. 135-149

Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:18

NESH

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NESH


- 207 -
Kavram no138
Kitap 8
Bk. Kur’an; Tefsir-Te’vil; Din;
Hüküm-Hâkimiyet; Tevrat; İncil; Tahrif
NESH


• Nesh; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an-ı Kerim’de Nesh Kavramı
• Nesh Konusunda İhtilâflar (Kur’an Hükümleri Arasında Nesh Var mıdır?)
• Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Varlığını Savunanların Delilleri
• Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Olmadığıyla İlgili Deliller
• Nesh Anlayışının Ortaya Çıkışı
• Kur’an Hükümleri Ebediyyen Geçerlidir
• Nesh, Eski Şeriatlerin Kur’an Âyetleri Tarafından Geçersiz Kılınmasıdır
“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.” 923
Nesh; Anlam ve Mâhiyeti
Nesh; lügatta bir şeyi iptal etmek ve onun yerine başka bir şeyi getirmek, yok etmek, nakletmek, kaldırmak, hükümsüz kılmak, istinsah etmek, yazdırmak, değiştirmek gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, şer’î bir delil ile sâbit şer’î bir hükmün daha sonra gelen yeni şer’î bir delille kaldırılması, ilgâsı, değiştirilmesidir. Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldıran delile “nâsih”, hükmü kaldırılan delile de “mensûh” denilir. Mensuh olan hükümle amel edilmez.
Klâsik görüşte nesh, genel olarak bu şekilde anlaşılmakla birlikte, bazı âlimler, bu kavramı başka anlamlarda kullanmışlardır. Meselâ, İbn Mes’ud’a göre müteşâbih âyetler mensûh, muhkem âyetler nâsih olarak isimlendirilmiştir. Zerkeşî ise, Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan indirilişini nesh olarak tanımlamıştır. İbn Hazm ise, beyan ve istisnânın nesh olduğu konusunda ısrar etmiştir. Kendisine Tercümanü’l-Kur’an denilen İbn Abbas, “muhkem” ve “müteşâbih”i nesh saydığı gibi, bazı rivâyetlerde “istisnâ”yı bile nesh saymıştır. Şâtıbî’nin Muvâfakat’ında belirttiği gibi, İbn Abbas, içinde istisnâ edatı bulunan birçok âyete mensûh demiştir. İbn Mes’ud’a göre de, müteşâbih âyetler mensûh; muhkem âyetler nâsih olarak isimlendirilmiştir. Hz. Âişe ve Abdullah bin Zübeyr’in nesh anlayışları da bunun gibidir. Zerkeşî ise Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’dan indirilişini nesh olarak tanımlamıştır. İbn Hazm, beyan ve istisnânın nesh olduğu konusunda ısrar etmiştir. Yani, klâsik anlayıştaki nesh kavramı üzerinde bile tam bir ittifak yoktur. Neshin câiz olup olmadığı ve vukuu konusunda İslâm âlimleri arasında değişik görüşler vardır.
923] 2/Bakara, 106
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nesh Konusunun Önemi: Nesh, Kur’ânî hükümlerin hayata geçirilme çabası ile -aynı zamanda akîde ile- ilgili bir meseledir. Ve Kur’an’ın hükümlerini yaşama azmi taşıyan herkesin bu konu ile yüzyüze gelmesi kaçınılmazdır. Genelde, Kur’an’da bir âyetin hükmünü diğer bir âyetin iptal etmesi şeklinde yaygın kabul gören “nesh” anlayışının gerek tanımında, gerekse kapsamı hususunda âlimlerin ittifak sağlayamamış olmaları ve yine konunun Kur’an’ın “ebediyete kadar hükmü geçerli” olma özelliği ile çelişiyor olması, meselenin önemini ve doğru tahlilini zorunlu kılmaktadır.
Kur’an’ın çelişkisizliği açısından akîdevî bir boyut taşımakta ve şer’î hükümlerin sürekliliği bakımından hayatî öneme hâiz bulunmaktadır. Nesh konusunda Somali’deki hükümetin 1970’lerdeki uygulaması, ibret vericidir. Somali’deki tâğutî iktidar, geleneksel tefsir usûlünün yargılarından kalkarak Kur’an’ın bazı âyetlerinin nesh edildiğini iddia etmiş ve geleneksel ulemânın bu iddiasına dayanarak, Kur’an’ın bazı muhkem âyetleriyle çelişen kanunlar çıkartmıştır. Bu iddialara karşı çıkan bazı müslümanlar ise idam edilmiştir. Bu olay karşısında Kahire Ezher Üniversitesine bağlı İslâmî İlimler Araştırmalar Akademisi, Şubat 1975’te bir toplantı düzenleyip idamları kınamış ve konuyu tartışmıştır. 924
Kur’an-ı Kerim’de Nesh Kavramı
Kur’an’da “nesh” kelimesi ve türevleri 4 âyette geçer. Bu âyetler: 2/Bakara, 106, 7/A’râf, 154, 22/Hacc, 52 ve 45/Câsiye, 29 âyetleridir. “Nesh” kelimesi geçmemesine rağmen, neshten bahsettiği kabul edilen bir başka âyet de, 16/Nahl, 101 âyetidir. Kur’an’ın hiçbir yerinde “şu âyet veya âyetler neshedilmiştir” diye açık veya işaretle anlatılan bir ifade yoktur.
“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.” 925
“Mûsâ’nın öfkesi dinince, levhaları aldı. Onlardaki yazıda (nüshada) Rablerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet vardır.” 926
“(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal (nesh) eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (peygamberlerin kalbinde ve zihninde) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 927
“Bu bizim kitabımızdır; sizin hakkınızda gerçeği söylüyor. Çünkü Biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk (istinsah ediyorduk)." 928
“Allah neyi indireceğini çok iyi bildiği halde, Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz (tebdîl ettiğimiz) zaman, ‘sen ancak bir iftirâcısın’ derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.” 929
924] Ezher Dergisi, 48/3; s. 265-268, Mısır, 1975
925] 2/Bakara, 106
926] 7/A’râf, 154
927] 22/Hacc, 52
928] 45/Câsiye, 29
929] 16/Nahl, 101
NESH
- 209 -
Nesh Konusunda İhtilâflar (Kur’an Hükümleri Arasında Nesh Var mıdır?)
1- Nesh konusunda başlıca üç mesele ortaya çıkmaktadır:
2- Prensip olarak nesh keyfiyeti, aklen câiz midir?
3- Câiz ise, herhangi bir şekilde vuku bulmuş mudur?
4- Kur’ân-ı Kerim âyetleri arasında nesh var mıdır?
İlk iki madde konusunda İslâm âlimleri arasında pek tartışma olmamış; esas ihtilâf, Kur’an’ın ahkâmla ilgili bazı âyetlerinin, başka bir âyet veya hadisle nesh edilmesi konusunda ortaya çıkmıştır.
Neshin Aklen Câiz Olması ve Eski Şeriatlerde Vuku Bulması: Neshin aklen câiz olmasıyla ilgili günlük hayatımızdan bazı misaller verilir. Doktorun hastalarını tedâvi ederken uyguladığı prensipler, annesinin çocuğunu büyütürken tatbik ettiği büyütme usûlleri, öğretmenin öğrencilerini eğitirken basitten zora doğru bir yöntem uygulaması ileri sürülen aklî deliller arasında yer almaktadır.
İlk peygamber Hz. Âdem ile son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında görev yapan her peygamberin tebliğ ettiği iman esaslarının bir olduğu bilinmektedir.930 Her peygamber inanç konusunda aynı hakikatleri insanlığa iletmiştir. Bu temel meselede nesh mümkün değildir. Diğer taraftan iman esasları aynı kalmakla beraber; her peygambere gelen emirler arasında birtakım farklılıklar olduğu bilinir. Tevrat, İncil ve Kur’an arasında da bunu görmek mümkündür. Meselâ, Tevrat’ta Hz. Âdem’in çocukları hakkında birbirleriyle evlenmesi câiz görülmüşken, sonradan bu neshedilmiştir. Yine yahûdiler için cumartesi günleri iş yapmak yasaklanmışken, İncil’de böyle bir yasak mevcut değildir. İşte bu gibi örnekler neshin pratik olarak şeriatler arasında vuku bulduğunu göstermektedir. Son olarak Kur’ân-ı Kerim gönderilir. Kur’an, kendinden önceki kitap ve şeriatlerdeki hüküm ve âyetleri neshetmiştir. Kur’an’ın ehl-i kitabın elindekileri tasdik edici olarak geldiğini söylemesi931 bu tesbitle çelişmez. Çünkü genel esaslar bakımından peygamberlerin tümünün mesajı aynıdır. Bunlarda nesh sözkonusu olmaz. Nesh, muâmele ve pratik yaşayışta olur. Bu anlamda her peygamber yeni hükümler getirmiştir. Kur’an’ın kendinden öncekileri tasdik ediciliği genel ve temel hükümler bakımındandır; muâmelât sözkonusu olduğunda Kur’an, kendinden önceki bütün hükümleri neshetmiştir. Bunun aksini söylemek, “Kur’an olsa da olurdu, olmasa da” şeklinde bir sonuca götürür ki, bu, Kur’an’ın gereksizliğini ilân etmektir.
Kur’an’ın gelmesiyle önceki ilâhî kitapların yürürlükten kalkmış olması, tabiî olmaktadır. Zira Yüce Allah; “Muhammed, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.”932 buyurur. Dolayısıyla Kur’an’ın diğer kitapları nesh ettiğinde müslümanların ittifakı vardır. Bu anlamdaki neshi kabul etmeyenlerin başında yahûdiler gelir. Onlar, kendi kitaplarının geçerliliğini ileri sürerler. Nesh konusundaki en önemli iki âyet,933 âyetlerin siyak ve sibakları ile (önceleri ve
930] 16/Nahl, 36; 21/Enbiyâ, 25 vb.
931] Bk. 2/Bakara, 41, 91, 97; 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 48
932] 33/Ahzab, 40
933] 2/Bakara, 106 ve 16/Nahl, 101
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonralarıyla) değerlendirildiğinde, yahûdilerin bu itirazlarına cevap mâhiyetinde ve bu anlamda (eski din ve şeriatlerin neshedildiği şeklinde) neshin vuku bulduğu anlaşılır.
Yüce Allah, insanlara önce iman esaslarını emir buyurmuş, daha sonra tedrîcî emirler göndermiştir. Kur’an’ın 23 sene gibi bir zamanda gönderilmesi, insanlığın kabulünü daha da kolaylaştırmış olmaktadır. Kötülükleri yavaş yavaş kaldırması, birden haram kılmayışı, İslâm’ın uygulanabilirliğini kolaylaştırdığı gibi, iman edenlerin bağlılığını artırmıştır. Bunlar, Allah’ın, kullarına olan rahmetinin neticesi olmaktadır.
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olması, getirdiği dinin/şeriatin en üstün oluşu, bütün insanlığı İslâmî emirlerden sorumlu kılmaktadır. İslâm’ın herkesi kapsadığı açık şekilde bilinmektedir. Bu durumda diğer dinlerin tamamı nesh edilmiş olmaktadır. Nesh, aklen mümkün olmamış olsaydı, sözkonusu ilâhî dinlerin de yürürlükte olması gerekirdi. Bunun sonucu Hz. Muhammed’in (s.a.s.) risâleti, belirli bir kavme münhasır olurdu ki, bu, İslâm’ın bünyesine ters düşmektedir. Oysa Allah; “Allah indinde tek din İslâm’dır.”934 buyurmakta, ancak İslâm’dan râzı olacağını 935 ifade etmektedir.
Kur’an âyetleri arasında neshin olup olmadığı konusuna gelince; Kur’an’da neshi kabul etmeyenler olduğu gibi; Kur’an’ın yüzlerce âyetinin mensûh olduğu, hükmünün uygulanamayacağını ileri sürenler de olmuştur. Hatta sadece “seyf (kılıç) âyeti”yle,936 üç yüz âyetin neshedildiğini savunanlar olmuştur. Klâsik eski İslâm müfessirlerinin cumhûru (çoğunluğu) Kur’an âyetleri arasında neshin vuku bulduğunu kabul ederler. Fakat, özellikle sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin nesh konusundaki tanımları, yer yer farklı olduğu için, Kur’an’da nesh olduğunu söyleyen mütekaddimîn ulemâ, bununla Kur’an’da istisnâ, tahsis ve müteşâbihin mevcûdiyetini kasdetmiş olabilirler. (İstisnâ, bir kısım âyetlerin hükmünü “illâ” gibi bir edatla hâriç bırakma demektir. Tahsis ise, âmm (genel) olan bir sözü, içine aldığı fertlerden bazılarına hasretmektir. “Namaz her müslümana farzdır, fakat bâliğ olmayanlara farz değildir” denilince, yalnız ergenlik çağına gelenlere farz olduğu anlaşılır. Müteşâbih de, lafzı ve mânâsı anlaşılamayan, anlamı çeşitli ihtimaller taşıyan, akıl ve mantık bakımından açıklanması güç olan âyetler anlamında kullanılır.) Ayrıca, hadis-i şerifin veya genel olarak sünnetin âyeti neshetmesi konusunda, müctehid ve âlimler arasında ihtilâflar bilinmektedir.
Eski âlim ve müfessirlerden, Ebû Müslim el-İsfahanî, Kur’an’da neshin olmadığını kesin bir şekilde savunmuştur. Bazı âlimler, Fahreddin Râzi’nin de -çok belirgin bir şekilde ifade etmemiş olsa da- nesih konusundaki üslûbundan dolayı, Kur’an’da neshi aslında kabul etmiyor değerlendirmesini yapmışlardır. Son devir Kur’an araştırmacıları, müfessir ve âlimlerinden ise Kur’an’da neshin varlığını kabul etmeyenler hayli çoktur. Muhammed Gazâli şöyle der: “Karşılaştığım, dinlediğim veya kitaplarını okuduğum bütün çağdaş âlimlerin nesh konusundaki görüşü, neshi Kur’an’da bulunan bazı âyetlerin iptali olarak algılayan müteahhir müfessirlerin görüşünden farklıdır.”937 Muhammed Ebû Zehra, Muhammed
934] 3/Âl-i İmrân, 19
935] 5/Mâide, 3
936] 9/Tevbe, 5
937] M. Gazâlî, Kur’an’ı Anlamada Yöntem, s. 107
NESH
- 211 -
Esed, Muhammed Draz, Muhammed el-Behiy, Muhammed Gazâli, İzzet Derveze, Seyyid Ahmed Han, Muhammed el-Hudarî, Eslem Cayrapûrî, Reşid Rıza, Mustafa İslâmoğlu, M. Sait Şimşek, Süleyman Ateş, Ömer Rıza Doğrul, Ali Ünal, Abdullah Yıldız, Şemseddin Özdemir, Arif Özel, Necmettin Şahinler... gibi bu konuyla ilgili araştırma yapan, eser yazan niceleri klasik anlayışın yanlışlığını vurgulamış, kesin bir dille Kur’an’da, bir hükmün diğer bir hükümle neshinin olmadığı görüşünü savunmuşlardır.
Bunlardan Süleyman Ateş ve Mustafa İslâmoğlu, Kur’an’da neshin sadece Peygamber’in unuttuğu, Allah tarafından unutturulan ve o yüzden Kur’an’a geçmeyen vahiyle sınırlı olduğunu kabul etmişler, bunun dışında, Kur’an’daki hiçbir âyetin hükmünün neshini kabul etmemişlerdir. Diğer ismi geçen isimler ise böyle bir unutma ile de olsa, Kur’an’da neshin gerçekleşmediği görüşündedirler denebilir. İsimleri çoğaltılabilecek bu araştırmacı ve âlimlere göre, nesh, eski şeriatlerin hükümlerinin Kur’an’la nesh edilmesi şeklinde gerçekleşmiştir.
Klasik Usûl-i Fıkıh ve Tefsir Usûlünde nesih meselesi ayrıntılarıyla incelenir ve şu sınıflama yapılır:
Hem lafız (söz, metin) ve hem hüküm bakımından neshedilip kaldırılan, ilgâ edilen âyetler. Bunların hükmü kalmamış, Kur’an’a lafızları da geçmemiştir. (Bu konu hakkında münâkaşa yoktur.)
b- Lafızları (sözleri, metinleri) Kur’an’da olduğu halde hükümleri nesh edilmiş, geçersiz kılınmış âyetler olduğu (Esas tartışma, bunlar hakkındadır).
c- Lafızları (sözleri) Kur’an’dan silinmiş, Kur’an’da lafızları olmayan fakat hükümleri bâki ve geçerli olan Kur’an dışında âyetlerin olduğu. Buna Hz. Ömer’e atfedilen recm âyeti denilen bir rivâyetle örnek verilir. Arapça dil kullanılışı yönüyle bile hatalı ve farklı kelimelerle rivâyet edilen bu ifadenin âyet olduğu, ama Kur’an’a geçmediği (Bu konu da tartışmalıdır).
Neshin şartları: Usûl kitaplarında, neshin şartlarıyla ilgili bazı bilgiler yer alır. Bu şartları taşımayan âyetlerin nesh edilemeyeceği kabul edilir. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz:
a- Neshedilen hüküm, şer’î bir hüküm olmalı, mensûh âyetin ebedî olduğuna dair bir ifade bulunmamalıdır. (Cihad hükmünün nesh edilemeyeceği, kıyamete kadar bâki olduğu örnek verilir.)
b- Nâsih-mensûh arasında zaman bakımından fark olmalıdır. İkisi de aynı anda gelirse nesh olmaz. İki emrin bir arada kullanılması mümkün olmadığı zaman, tarih yoluyla âyetlerin nüzûlü tesbit edilir. Tarih itibarıyla daha sonra gelen emir nâsih olarak kabul edilir.
c- Her iki nass arasında neshi gerektirecek bir zıtlığın bulunması gerekmektedir. Nasslar arasında neshe konu olabilecek zıtlık yoksa nesh mümkün görülmez. Diğer taraftan nâsihin de şer’î bir delil olması gerekmektedir.
d- Neshe konu olan hüküm, iyi ve kötü olduğuna dair, akıl erbâbının üzerinde ittifak ettiği şeylerden olmamalıdır. Ana-babaya iyilik, zulüm ve ahlâksızlık gibi hükümlerin neshi sözkonusu değildir.
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Varlığını Savunanların Delilleri
Allah, kullarını çok sevmektedir. Herhangi bir hükmü geçici olarak onlara emreder, onları eğittikten sonra fıtratlarına ve bulundukları ortama uygun diğer yeni bir hükmü emretmesi maslahata aykırı değildir. Kaldırılan hükmün tilâvet edilmesi de onlara önceki durumlarını hatırlatması açısından yarardan hâlî değildir. Allah’ın bazı âyetleri kaldırıp yerine başkasını koyması, hikmetinin gereği kabul edilmekte, bu durum zâtının yüceliği ve kullarına olan merhametinin sonsuzluğunu ifade ettiği belirtilmektedir. Neshin Kur’an’da varlığını savunanlar, Kur’an’dan şu âyetleri delil getirirler:
“Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz (tebdîl ettiğimiz) zaman, ‘sen ancak bir iftirâcısın’ derler.”938; “Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.”939; “Allah istediğini silip iptal eder, dilediğini de sâbit bırakır, ana kitap (bütün kitapların aslı) O’nun yanındadır.” 940
İmam Şâfiî’nin kabul etmemesine karşılık, Kur’an’da neshin varlığını kabul edenlerin hemen hepsi, sünnetin/hadisin de âyeti nesh edebileceğini kabul ederler. 24/Nûr sûresinde yer alan zina edenlere yüzer değnek vurulması emri, Hz. Peygamber’in hadisinde (ki, bazıları bunu lafzı neshedilmiş ama hükmü bâki kalmış âyet kabul eder) ve sünnetinde yer alan “recm” cezâsıyla nesh edildiği değerlendirilir.
Kur’an Âyetleri Arasında Neshin Olmadığıyla İlgili Deliller
Kur’an âyetleri arasında nesih yoktur diyenlerin delilleri, şu maddelerle özetlenebilir:
1- Nesh, Kur’ân-ı Kerim’de bilfiil vaki olmamıştır.
2- Mensûh âyetlerden maksat, Tevrat ve İncil’deki, yani eski şeriatlerdeki hükümlerdir.
3- Neshi kabul edenler, mensûh âyetin önce, nâsihin ise sonradan nâzil olduğuna dair çok defa kesin bir delile sahip değillerdir.
4- Kur’ân-ı Kerim’de şu veya bu âyetin, şu veya bu âyeti nesh ettiğine dair bir ifade yoktur. Şüphesiz ki Allah, kitabının hangi âyetinin geçerli, hangisinin geçersiz olduğunu kullarının ictihadına bırakmamıştır. O’nun kitabının tümü, “Âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır.”941 O’nun kitabı, içinde hiçbir tenâkuz ve eğrilik,942 şüphe olmayan 943 ve içine bâtılın karışmadığı,944 eşsiz945 bir kitaptır.
5- Şu veya bu âyetin, şu veya bu âyet ile neshedildiğini açık ve kesin bir şekilde
938] 16/Nahl, 101
939] 2/Bakara, 106
940] 13/Ra’d, 39
941] 11/Hûd, 1
942] 18/Kehf, 1
943] 2/Bakara, 2
944] 41/Fussılet, 42
945] 41/Fussılet, 41
NESH
- 213 -
ifade eden Hz. Peygamber’den rivâyet edilen sahih hiçbir hadis-i şerif yoktur.
6- Nâsih ve mensuh âyetlerin sayıları hakkında bile ittifak hâsıl olmuş değildir.
7- Neshi kabul edenler, bir taraftan neshin ancak emir veya nehiylere ait hükümlerle sınırlı olduğunu iddia ederlerken; diğer taraftan “ahbâr”a (haberler) ait lafızların bile nesh olduğunu kabul etmektedirler. Meselâ “Ademoğlunda mal dolu iki vâdi de olsa...”
8- Âhad rivâyetle Kur’ân-ı Kerim’im âyetleri isbat olunamadığı gibi, inkâr da olunamaz. Bu sebepten, bazı âyetlerin vahiy olarak Peygamber’e indiği halde, Kur’an’a yazılmadığı veya Kur’an’da olduğu halde hükmünün geçersiz olduğuna dair rivâyet ve görüşler, Kur’an’ın korunmuşluğuna, eksiklik ve fazlalıktan uzak olma inancına aykırıdır.
9- Bu nesh anlayışı, Kur’an’ın ebediyete kadar hükmünün geçerli olma özelliği ile çelişmektedir.
10- Hz. Peygamber, kendisine nâzil olan Kur’ân-ı Kerim’i halka tebliğ etmiş, kâtiplere yazdırmış, diğer bazı sahâbiler de kendileri için bu mukaddes metni çoğaltmış, birçoğu da ezberlemiş bulunuyordu. Kurân-ı Kerim metinleri namazlarda, hutbelerde ve diğer durumlarda Hz. Peygamber tarafından pek çok defa tekrarlanmış olduğu gibi, esasen daha hayatta bulunduğu sıralarda bütün sûrelerin hangi âyetlerden teşekkül ettiği de tesbit edilmiş bulunuyordu. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da Kur’an metinleri bir araya toplanmıştı. Hz. Osman döneminde elimizdeki şekilde yazılıp çoğaltıldı, muhtelif bölgelere gönderildi. Bu mushaflar, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen Kur’an’ın aynısıdır. Bu konuda en küçük bir ihtilâf, tartışma sözkonusu değildir. İçinde mensûh ve nâsih âyetlerin mevcut olduğunu isbat etmek için, ileri sürülen delillerden çok daha kuvvetli deliller getirmek icap eder.
Şimdi, bu konuları biraz daha açalım; Kur’an bünyesinde neshin varlığını savunanların delil olarak getirdikleri âyetleri inceleyelim:
“Allah neyi indireceğini çok iyi bildiği halde, Biz bir âyeti başka bir âyetin yerine değiştirdiğimiz (tebdîl ettiğimiz) zaman, ‘sen ancak bir iftirâcısın’ derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.”946 Bu âyet hakkında ilk dikkate alınacak husus, âyetin Mekkî oluşudur. Emir ve nehiy bildiren âyetler ise genellikle Medenîdir. Dolayısıyla bunların yer değiştirmesi (neshi) sözkonusu olamaz. Nesh meselesini Kur’an’a dayandırmak isteyenlerin bu âyeti delil getirmeleri bu yüzden geçerli değildir. Nitekim bu âyetler, İslâm’dan önce gönderilen şeriatlerin neshinden ve İslâm’ın onların yerine gelmesinden bahsetmektedir. Âyetin indiği sıralarda yahûdi ve hıristiyanlar kendi dönemlerinin ve büyük oranda tahrif edilmiş bulunan dinlerinin son bulmasını kabullenemedikleri için Hz. Peygamber’e karşı çıkıyorlar ve çeşitli ithamlarda bulunuyorlardı. Yine bütün bunlarla ilgili olarak, bu âyet, onların şeriatlerinin yerine artık Hz. Muhammed’in şeriatinin geldiğini ve onun geçerli olduğunu bildirmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da “âyet” kelimesinin kullanılmasıdır. Âyet kelimesi, Kur’an'da tekil sigayla kullanıldığında “delâlet, hüccet, mûcize, işâret ve geçmiş risâletler” anlamı kastedilir. Bu âyette de bu kelime,
946] 16/Nahl, 101
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçmiş risâletler anlamında kullanılmıştır. Nitekim İbn Abbas’ın talebesi müfessir Mücâhid, buradaki âyetin “şeriat” anlamında olduğunu söyler. Buradan da âyetteki değiştirmenin/neshin önceki risâletlere işaret ettiğini rahatlıkla anlayabiliriz. Dolayısıyla bu âyet, Kur’an’daki âyetlerin birbirini iptal etmesi anlamında neshe delil olamaz. Kur’an’da neshin varlığını kabul edenler, burada geçen “âyet” kelimesini Kur’an âyeti mânâsında anlayarak hataya düşmüşlerdir. Hâlbuki Kur’an dilinde âyet, sadece Kur’an’ın belirli parçaları değil; varlık ve oluştaki her şey anlamındadır. Allah’ın varlığının ve söylediklerinin ispatı olan her şey için “âyet” lafzı kullanılır. Kur’an’a göre Allah’ın yarattığı her şeyde, bitkilerde, insanda, eski kavimlerin başlarına gelenlerde, gece ile gündüzde “âyet”ler vardır. “Ayet” kelimesinin çoğulu olan “âyât”, Kur’an’da, mûcize, belge, delil, işaret, Kur’an âyetleri mânâlarında kullanıldığı halde; bu kelimenin tekili olan âyet kelimesi, Kur’an’ın hiçbir yerinde Kur’an âyeti mânâsında kullanılmamıştır. Âyetteki nesh/değiştirme ve daha iyisini getirmenin, kâinattaki sürekli oluşun Kur’an diliyle bir ifadesi olduğu anlaşılır. Nesh, sürekli yaratış ve oluşun, tekâmül seyri boyunca her an bir öncekinden daha iyiyi ortaya koymasını da ifade eder.
Bu âyet-i kerîmeye dikkat edersek, Peygamberimiz'in burada hasımları tarafından iftirâcı olarak itham olunduğunu görürüz ve hasımlarının onu bu tarzda itham etmelerinin sebebi, Kur’an’dan şu veya bu âyetin nesholunmuş olması değildi. Söylediği sözün ilâhî vahy olduğunu bildirmesi idi. Hasımların buna karşı iddiâlarını da biliyoruz. Bunlar aynı sûrenin 103. âyetinden anlaşıldığına göre şu sözleri söylüyorlardı: “Muhammed'e bütün bunları öğreten bir beşerdir.”947 Hz. Peygamber, Kur’ân-ı Kerim’i bildiriyor ve bunun Allah tarafından vahyolunduğunu söylüyordu. Hasımları ise bunu kabul etmiyor, bunun uydurma bir şey olduğunu, Peygamber’in ancak bir başkasından öğrendiği şeyleri tekrarladığını iddiâ ediyorlardı. Buna mukabil, Hz. Peygamber de bunun bir uydurma olmadığını, bilâkis Allah tarafından daha önce gönderilen kitapların yerini tutacak yeni bir kitap olduğunu anlatıyordu.
Konuyla ilgili delil olarak gündeme gelen diğer âyet de Bakara sûresinde, içinde “nesh” kelimesi geçen âyettir: “Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.”948 Burada “nesh”, “daha iyisini veya benzerini getirme” şartına bağlanıyor. Daha iyisi veya benzeri getirilince zâten o âyetin iptali demek olmaz; aksine sağlamlaştırılması sözkonusu olur. Dolayısıyla buradaki nesh, bizim anladığımız şekilde -ıstılahî mânâdaki, klasik anlayıştaki- nesh değildir. O halde burada neyin neshi anlatılıyor? Âyeti, siyak ve sibakıyla ele alır, nüzul ortamını da göz önünde bulundurursak, buradaki neshin de daha önceki âyette 949 olduğu gibi, geçmiş risâletlerin iptali anlamında olduğunu kolaylıkla anlarız. Şöyle ki, âyet, yine yahûdilerin durumlarının anlatıldığı bir ortamda geçiyor. Kendi şeriatlerinin geçerliliğinin kaldırılmasına, Peygamber’in kendi soylarından gelmemesini bir türlü hazmedemeyen yahûdiler, çeşitli şekilde itham ve itirazlarda bulunuyorlardı. “Allah yaptığını bozar mı? İndirdiğini iptal eder mi? Öğretilerinin unutulması mümkün mü?” şeklinde karşı çıkıyorlardı. Kıblenin değiştirilmesi olayını da dillerine dolamışlar, “Muhammed ashâbına bir şey
947] 16/Nahl, 103
948] 2/Bakara, 106
949] 16/Nahl, 101
NESH
- 215 -
emrediyor, ertesi gün ondan vazgeçiyor” diyorlardı. Rabbimiz bu âyetle onların şeriatlerinin son bulduğunu, onun yerine gönderdiği Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şeriatine uymaları gerektiğini emir buyurmuştur. İslâm’dan önceki şeriatin sembolü olan Kudüs’ün kıbleliğinin neshedilmesi, değiştirilmesi de bunun bir işaretidir.
Bakara sûresinin, Hicretin ilk yıllarında Medine’de nâzil olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla âyet, müşriklerin iddialarına cevap olarak inmiş olmamalıdır. Kurân âyetlerini anlamak için, âyetin nüzûl ortamını, hem de içinde bulunduğu âyet grubuyla irtibatını iyi tahlil etmek gerekir. Bakara sûresinde insanlar; mü’min, kâfir ve münâfık olarak, Allah ile İslâm ile irtibatlarının kuvvet ve zaafına göre sınıflandırıldıktan ve dünyada varoluş amaçları bildirildikten sonra, tarihin ikinci perdesinin aktörleri olan İsrâiloğulları sözkonusu edilir ve onların din karşısında sergiledikleri tutumlar, yalpalamalar derinlemesine tahlillerle ele alınır. Bakara sûresi, 40-141 âyetleri benî İsrâilin yahûdileşme sürecini anlatır. İşte, nesh âyeti de, bu âyetler grubu arasında yer alır. O yüzden, âyetin bağlamı, nüzul ortamı bu gerçeklerden koparılırsa, yanlışlığa yol açabilir.
Kıblenin Kudüs’ten Kâbe’ye değiştirilmesiyle birlikte, özellikle yahûdiler açısından gündemin ilk sırasına oturan bir sorun ortaya çıktı: Yeni bir şeriatin gelmesi ve Tevrat’ın bazı hükümlerini geçersiz kılması. Yahûdiler, Allah’ın irâdesinin tek olduğunu, indirmiş olduğu hükümlerde bir değişiklik olmaması gerektiğini söylerler. Gerekçe olarak da, böyle bir değişmenin, İlâhî irâde de bir değişmeyi doğuracağını; değişmenin, yaratılmışların bir niteliği olduğu ve ulûhiyetin şânına halel getirdiğini ileri sürüyorlardı. Onlara göre bunun diğer bir anlamı da, ilm-i İlâhînin kemâlini inkâr etmek, Allah'a -hâşâ- câhillik atfetmektir. Madem Allah, hükümlerin değiştirileceğini biliyor; o halde neden önceki hükmü vaz’etmiştir? Veya önceki hüküm doğruysa neden ikinci hükmü indirmiştir? Bu gibi sorularla Hz. Peygamber’i sıkıştırarak, geçmiş şeriat(ler)in bâki olduğunu, neshin vukuunun mümkün ve câiz olmadığını isbâta çalışmışlar ve neticede Hz. Muhammed’in (s.a.s.) onlara göre çelişkilerini ızharla, O’nun peygamberliğini inkâr etmeye ve ettirmeye gerekçe göstermişlerdir. İşte, “Eğer Biz bir âyeti nesheder veya...” âyeti, bunlara cevap teşkil etmektedir.
Âyetteki “nunsihâ” kelimesi hakkında iki anlam zikredilir: 1- Unutturursak, 2- Erteler, bırakırsak. Rivâyete göre, İbn Abbas, “hükmünü bırakır, değiştirmez ve kaldırmazsak” şeklinde anlam vermiş950 ve neshedilmeyen hükümleri ifade ettiğini söylemiştir. “Unutturulma” anlamını verenler ise, eseri kalmayan sayfalardaki hükümlerin veya sürgün ve hicretler yüzünden yurtsuz kalan İsrâiloğullarının ellerinde kaybolan, yazılı kültürün olmadığı uzun bir dönemden sonra unutulan Tevrat sayfalarının kastedildiğini söylemişlerdir. Çoğunluk, “hem hükmen, hem de metin olarak kaldırılan, dolayısıyla Allah tarafından unutturulan âyetlerden bahsederler. Ama bunun âyetin bağlamı ve olayın bize göre imkânı yönüyle doğru olmadığı kanaatini taşıyoruz. Bu âyette geçen “insâ (unutturulma)” kelimesi, Kur’an için düşünülmez. Bilâkis Kur’an’ın saklanmış ve korunmuş olduğu951 bildirilmekten başka, Hz. Peygamber’e “Biz sana Kur’an’ı okutacağız ve sen
950] Sâbûnî, Kur’an İlimleri, s. 82
951] 15/Hıcr, 9
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asla unutmayacaksın.”952 deniliyor. Esasen Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri vahyoldukça hemen yazıldığı ve çok sayıda insan tarafından ezberlendiği için, onun unutulmasına imkân yoktur. Buna mukabil, İslâm’dan önceki dinlerden ve şeriatlerden mühim kısımların unutulmuş olduğu tarihî bir gerçektir. Onun için Kur’an, bu âyetle, daha önce gönderilen şeriatlerin unutulmuş ve neshedilmiş, fakat ondan daha hayırlısının İslâm dini ile gönderilmiş olduğunu bildirmektedir.
“Biz, bir âyeti nesh eder veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” Klasik anlamda neshi kabul edenler, nâsih ile mensûh âyetler arasında benzerlik değil; tenâkuz, telif edilemeyen bir çelişki olması gerektiğini belirtirler. Hâlbuki neshedilen âyetle yeni âyet (nâsih) arasında bir aykırılık sözkonusu değildir. Öyle olsaydı, ikincisi birincisinin “benzeri” olmazdı. Âyette belirtildiği gibi benzeri olduğuna, olması gerektiğine göre, önceki ile sonraki arasında anlam karşıtlığı yoktur. Yani âyetin bu cümle parçası da klasik nesh anlayışına müsaade etmez.
Ayrıca, bir önceki âyette; “Kitap ehlinden kâfirler ve müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Hâlbuki Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük fazl/lütuf sahibidir.”953 buyruluyor. Fahreddin Râzi, bu âyetteki “rahmet” kelimesinin “vahy” demek olduğunu söylüyor ve “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?”954 âyetini de buna delil getiriyor.955 Yani yahûdiler kendi soylarından olmayan birine “rahmet”in indirilmesini kıskanıyorlar. Allah ise rahmetini dilediğine tahsis edeceğini haber veriyor. Zaten âyetin siyak ve sibakı da bunları tamamlayıcı bir seyir çiziyor. Kısacası bu âyette de Kur’an bünyesindeki nesh değil; geçmiş şeriatlerin neshi ve unutturulması anlatılmaktadır. Nitekim 6/En’âm sûresinin 146. âyetinde yahûdilere tırnaklı her hayvanın, sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hâriç, iç yağlarının haram kılınmasından bahsedilir. Bu hükümler Hz. Muhammed’in (s.a.s.) risâletiyle neshedilmiştir ve bu yiyecekler müslümanlara helâl kılınmıştır. Âyetin Medine dönemi başlarında, yani neshe konu olacak âyetlerin henüz inmediği bir ortamda inzâl edilmesi de bu görüşü kesinleştirmektedir.
Kur’an’da klasik anlamda neshin olduğunu ileri sürenlerin delilerinden biri de; “Allah istediğini silip iptal eder, dilediğini de sâbit bırakır, ana kitap (bütün kitapların aslı) O’nun yanındadır.”956 âyetidir. Bu âyete geçmeden, bir önceki âyeti de okumamız yerinde olur: “Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber için mûcize (âyet) getirme imkânı yoktur. Her müddetin (yazıldığı) bir kitap (hüküm, son) vardır.”957 Burada yine Allah Teâlâ, tespit edilmiş bir sürenin sonundan haber veriyor. Yani yine Kur’an’ın vahyedilmesine itiraz eden ehl-i kitaba dönemlerinin son bulduğu ve Allah’ın dilediğini silip dilediğini bırakacağı haber veriliyor. Âyetin Mekkî oluşu da üzerinde durduğumuz neshe delil olamayacağı konusunu belirlemektedir.
Şurası açıktır ki, âlimlerin âyet üzerinde tartışıp ihtilâf etmeleri, hükmü
952] 87/A’lâ, 6
953] 2/Bakara, 105
954] 43/Zuhruf, 32
955] F. Râzi, T. Kebir, 3/295
956] 13/Ra’d, 39
957] 13/Ra’d, 38
NESH
- 217 -
kalkmış veya kalkmamış şeklinde görüş bildirmeleri, Kur’ân-ı Kerim âyetleri üzerinde herhangi bir değiştirme ve tesir gücüne sahip değildir. Tüm İslâm âlimleri, bir âyete mensûh deseler, onu Kur’an’dan çıkarma yetkisine sahip olamazlar. Ancak, “bu âyetin hükmü kaldırılmış, fakat gözlere şifâ olması için Kur’an’da vardır” demenin de hiçbir anlamı yoktur. Kaldı ki Kur’an’da herhangi bir âyetin hükmünü kaldırma yetkisi Hz. Peygamber’e bile verilmemiştir. Rasûlullah’tan bize ulaşan haberlerin hiçbirinde, “şu âyet, şunu neshetmiştir” şeklinde tek bir hadis-i şerif nakledilmemiştir. Bunun aksine; Rasûlullah (s.a.s.), bir âyet hakkında tartışan bir cemaatin yanına gelmiş ve “size ne oluyor? Sizden evvelki milletler böyle davranmakla ve peygamberlerine muhâlefet etmekle ve kitabın bir kısmını bir kısmıyla çarpıştırmakla helâk oldu. Muhakkak ki Kur’an, bir kısmı bir kısmını yalanlar olarak inmedi. Aksine birbirini doğrular olarak indi. Ondan anladığınızla amel edin ve bilmediğinizi bilene havâle edin.”958 buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber, ashâbının bir âyet hakkında ortaya çıkan anlaşmazlığı, diğer bir âyet-i kerîme ile gidermiş olduğunu kasdetmiştir. 959
Kur'an âyetlerinde neshin vuku bulduğu anlayışı, müslümanların ve İslâm’ın önüne iki temel açmaz çıkarmaktadır: Birincisi, İslâm’ın evrensel karakterine gölge düşürmekte, onun her zaman ve zeminde müslümanların sorunlarına çare olma özelliğine zaafiyet, hatta zâiliyet düşürmektedir. “İşte bu Kur’an, en doğruya hidâyet eder.”960; “O ancak âlemlere bir öğüt/hatırlatmadır.”961 İkincisi, Kur’ân-ı Kerim’i bir çelişkiler ve anlamsızlıklar hazinesi durumuna düşürmektedir. “Hâlâ Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok ihtilâf (tutarsızlık, çelişki) bulacaklardı.” 962 Mevcut haliyle, içinde bulunduğumuz döneme çözümsüzlükten başka bir şey önermeyen “nesh” konusu, Kur’an’ın şâmil ve hâdî vasıflarıyla ortaya konacak şekilde, yine Kur’an’ın mantukuna göre açıklanıp yorumlanması mutlak bir zorunluluktur.
Nesh Anlayışının Ortaya Çıkışı
Nâsih-mensûh ilişkisi içerisinde değerlendirilen âyetlerde ikinci âyet, birinci âyetin ya müşkilini beyan etmekte, ya mutlaklığını kayıtlamakta veya genel hükmü tahsis ya da ondan istisnâ etmektedir. Yahut her iki âyet de farklı durumların hükümlerini bildirmektedir. İddialar birleştirildiğinde 564 rakamını bulan mensûh âyetler üzerinde geçmiş âlimler, tahkikte bulunarak bu rakamı 5’e kadar indirmişler ve diğer âyetlerde tahsîs, takyîd vs. olduğunu ortaya koymuşlardır. Ancak, yine de Kur’an içinde neshin vukuuna çoğunlukla muhâlefet etmemişler, azaltma yoluna gitmişlerdir. Nesh teorisinin farklı anlaşılmış olması, birçok karışıklığa yol açmıştır. Ashâbın bir kısmının ve ilk devir ulemânın neshi; istisnâ, tahsîs veya âyetin kendinden önceki bir âyeti açıklaması şeklinde anladıkları biliniyor. Böylece, bir âyetin başka birini neshettiğini söyledikleri zaman onlar, onu açıklamayı ve belli bir âyeti onunla ilgili başka bir âyetle karşılaştırmaktan doğabilecek bir yanlış anlamayı gidermeyi amaçlamakta idiler. Yoksa birinci âyetin ikinci âyet tarafından tamamıyla neshedilip hükmünün kaldırılmasını kasdetmiyorlardı.
958] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/181
959] F. Candan, Nesh Tartışması Akîdevî Bir Konudur, Haksöz, 13
960] 17/İsrâ, 79
961] 81/Tekvîr, 27
962] 4/Nisâ, 82
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ne var ki, kelimenin bu farklı anlamları, daha sonraki yüzyıllarda karıştırıldı ve nesh kavramıyla kullanılan ifadeler aralarında hiçbir fark görülmedi. Kur’an’ın bazı ifadelerinin âmm (genel) olduğu ve diğerlerinin bunları açıkladığı âşikârdır. Kur’an’ın, Kur’an’ı tefsir etmesi de zaten budur. Rivâyetler doğru ise, ilk devirlerde, bu açıklayıcı (müfesser) âyetlere nâsih adı veriliyordu. Şâtıbî bu konuya Muvâfakat’ta başlıbaşına bir bölüm ayırmış ve bu görüşü açıklamak için çok sayıda örnek vermiştir. Bu örnekler, bazı ashâbın ve tâbiînin neshi, kelimenin daha sonraki anlamından çok farklı bir anlamda kullandıklarını ortaya koymaktadır. Bu karışıklık, nesh teorisinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Şah Veliyyullah’a göre nesh teriminin ilk nesillerce genel anlamında kullanılması mensûh âyetlerin sayısını fazlasıyla arttırıp beşyüze kadar çıkmasına sebep oldu. Buna dayanarak o, daha sonraki yüzyıllarda, mensûh âyetlerin sayısının daha öncekilere göre daha az olduğunu düşünmektedir.
Ashâbın hangi âyetlerin nesh edildiğinde kendi aralarında ittifak etmedikleri rivâyet edilmiştir ki, bu sahâbenin nesh konusuna verdikleri anlam açısından da farklılıklar olması yönüyle doğrulanan bir özelliktir. Ashâbın konuyla ilgili ihtilafları, onların Peygamber’den bu konuda bir bilgi almadıklarını göstermektedir. 963
Aslında neshin bu derece yaygınlık kazanmasında etkili sebep, bir kısım sahâbinin ve onları tâkip eden ulemânın tutumu olmuştur. Onlar neshi bir Kurânî ıstılah olarak değil; günlük dilin bir kelimesi olarak kullanmışlar ve Kur’ân-ı Kerim’in, geçmiş şeriatlerin bazı hükümlerini neshini genişleterek, Kur’an âyetlerine de teşmil etmişler ve tenâkuz/çelişki gördükleri hususları bu yolla izah etmişlerdir. Tabii ki Hz. Peygamber’in, zamana ve zemine uygun olarak hükmettiği bazı konular da, böyle düşünmelerinde etkili olmuştur. Meselâ, kabir ziyaretinin ve şarap saklanan kapların kullanımının önce yasaklanıp sonra câiz görülmesi, hükmü belli olmayan konularda “Biz önceleri şöyle şöyle yapardık, sonra Hz. Peygamber şöyle emretti veya bunu yasakladı” şeklindeki rivâyetlerden anlaşılan Hz. Peygamber’in aldığı tavır değişiklikleri, mümkün ve câiz iki tür uygulamada bulunması.
Sahâbeden bazıları, eski hükümlerin geçerli olduğu ortamı bir daha yaşamadıkları için, yeni hükümlerin asıl, bâki ve tek geçerli hüküm olduğu gibi bir düşünceye kapılmış olmalıdırlar. Şurası unutulmamalıdır ki, zaten nesh konusunda gelen haberler, yalnızca belli sayıdaki sahâbilerden gelmekte ve biz, diğer sahâbilerin bu hususa nasıl yaklaştıklarını bilmemekteyiz. Gelen rivâyetlerden anlaşıldığına göre sahâbe, o dönemde usûl ıstılahları/terimleri oluşmadığı için; tahsis, beyan, istisnâ, takyîd gibi âyetler arası münâsebetleri, hep “nesh” kelimesiyle karşılamışlardır. Asr sûresinin 3. âyetinin, 1. ve 2. âyetini neshettiğinin söylenmesi, bu konuda ilginç bir örnektir. Hicrî 3. ve 4. yüzyıllarda da müfessirlerin ve fakihlerin eserlerinden anlaşıldığına göre, bu nesh telâkkisi egemen olmuştur.964 Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmeyi ihmal eden ve Kur’an hükümlerinin tedrîc özelliğine sahip olduğunu unutan bazı bilginler, birbirini tutmadığını zannettikleri iki âyet karşısında, bunlardan birinin diğerini neshettiğini sanmışlardır. Hâlbuki Kur’an, nasıl tefsir edilmesi gerektiğini anlatan kuralları beyan ederken
963] Ahmad Hasan, Nesh Teorisi, İslâmî Araştırmalar, sayı 3, s. 108
964] Arif Özel, Nesh Meselesi, Evrensel Mesaj, Haziran 99
NESH
- 219 -
bütün Kitap’ta birbirine uymayan, birbirini tutmayan iki âyet bulunmadığını belirtmiştir.965 Mâdem ki Kur’an içinde hiçbir ayrılık, âhenksizlik, tutarsızlık ve çelişki yoktur, nâsih ve mensûhun da bulunmaması icap eder. Allah’ın kitabının bir kısım âyetlerinin diğer bir kısmını hükümsüz ve geçersiz ilan ettiğini ileri sürmek, Kur’an’da çelişmenin varlığını peşinen kabullenmek olur. Allah’ın kitabı böyle şeylerden uzaktır.
Kur’an Hükümleri Ebediyyen Geçerlidir
Kur’an’da neshedilmiş gibi görünen âyetler, bir boyutta hükmü değişmiş bir manzara arzederken, daha başka boyutlarda birinci derecede hüküm ifade edebilir. Bir durum, şart ve mekâna, ortama göre kullanamadığımız bir hüküm, başka şartlar ve zeminlerde en ileri derecede kullanma alanı bulabilmektedir. Burada sözkonusu olan nesh değil; değişik ortamlara cevap verme esnekliğidir, Kur’an’ın evrenselliği ve çağlar üstülüğüdür, hayat kitabı olmasıdır. Bu da Kur’an’ın kelâm mûcizesi olmasının özelliklerinden biridir.
Kur’an, 23 yılda inmiştir ve kıyâmete değin her müslümanın, her müslüman toplumun her çağda, her dönemde ve her yerde sorunlarına cevap verecek niteliktedir. Kur’an İslâm’ın hem yönetim dini olmadığı Mekkî dönemi, hem de yönetim dini olduğu Medenî dönemi içermekte ve her iki dönem için de kurallarını sergilemektedir. Sözgelimi, inanmayan, imanın gerçeğini bilmeyen bir insana “içki içme, kumar oynama, çalma!” demek abes olur. İslâm’ın tevhidî düzlemde hâkim olmadığı, İslâm’ın yasakladığı bir siyasal ve ekonomik düzenin egemen olduğu yerde de, şeriatın haddlerini uygulamaya kalkmak, hırsızlık yapanların elini kesmek, zina edenlere ağır cezalar vermek İslâm adına en büyük zulmü işlemektir. O halde nesh konusu oldukça önemlidir ve neshin çok iyi kavranılması gerekmektedir.
Kur’an’da mensûh âyetler, hükümler bulunduğunu kabul etmek, İslâm’ı belli bir zamana ve yere mahkûm etmek anlamına geleceği gibi; İslâm’ın dinamizmini de kavramamak anlamına gelir. Aslında, nesh konusu Kur’an’da oldukça açıktır.
Cihad, İslâm’ı yaşayıp yaşatma mücâdelesine verilen addır. Cihad, gerektiğinde salt sözle olur, gerektiğinde kalple olur, gerektiğinde elle olur. Elle, kılıçla yapılan cihadın adı “kıtâl”dir. Kur’an, Medine’de kıtâle izin vermiş, belirli durumlarda bu izni “farz” hale getirmiştir. Ama bu âyetler, bir yandan da, sözlü cihadın gerektirdiği durumlarda, yeni bir Mekke’de veya kıtâlin gerekmediği durumlarda sözlü cihadı şart koşar ve kıtâlin yasak olduğunu ortaya kor. Zamanı gelir, kıtâl gerekir; öyle bir zaman da gelir ki, kıtâl zulüm olur. Aynı şekilde, Kur’an, “kâfirler üzerinde ezici bir üstünlük sağlayıncaya kadar, özel olarak, savaşta onları iyice perişan edinceye kadar esir almayı yasaklar” 966 Ama kâfirler karşısında ezici üstünlük sağlandığında bu yasak kalkar ve esir alma izni doğar. Bütün bunlar, İslâm’ın hükümlerinin her zaman ve şartlardaki uygulanabilirliğini ve dinamizmini ortaya koymaktadır. Nesh gerçeğinin iyi kavranmaması, İslâm’ı en açık ve bilinmesi en gerekli yanlarından birinden yoksun bırakmak olacaktır. 967
965] 4/Nisâ, 82
966] Bk. 8/Enfâl, 67
967] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, 97-98
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Biz (Kur’an’ı) kısımlara ayıranlara azabı indirmişizdir. Onlar ki Kur’an’ı bölüp ayırdılar, parça parça yaptılar.Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.”968; “Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?...”969; “Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın.” 970
Mustafa İslâmoğlu, klasik nesh anlayışını kabul etmez ve şöyle der: “Allah’ın hükümlerinden bazılarını tutmamanın ya da geçersiz saymanın adı; Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek” olarak konulmaktadır. Ümmet-i Muhammed de “nesh” meselesinde İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Bazılarına göre nesh üç tür olur: 1) Metni bâki hükmü mensûh, 2) Metni mensûh hükmü bâki, 3) Metni de hükmü de mensûh. Bu görüşte olanlar (Kur’an’da, hükmü mensuh olan âyetler olduğunu kabul edenler) nesih konusunda öyle aşırı şeyler söylemişler, öyle iddialarda bulunmuşlardır ki, bu görüşün kabulü halinde Kur’an’dan onlarca, hatta yüzlerce âyetin hükmünün kalktığını kabullenmek gerekecektir.
Hayatta nesh vardır. Gecenin gündüzü, yazın baharı, sonraki neslin önceki nesli neshetmesi bunun bâriz delilleridir. Şeriatler arasında nesih vardır. Yahûdiler Rasûlullah’ın peygamberliğini reddetmek için neshi inkâr ettikleri halde Tevrat’ta neshin olduğuna dair birçok örnek vardır. Örneğin önceki şeriatlerde Cumartesi yasağı yokken Tevrat’ta Cumartesi gün dünya işi yapmak yasaklanmıştı.971 Hz. Nuh şeriatinde kan hâriç tüm hayvanlar helâl iken Tevrat’ta bazı hayvanların eti yasaklanmıştır.972 Tevrat’ta buzağıya tapanların öldürülmeleri emredildikten sonra, bu emir sonradan neshedilmiştir. 973 İncil de Tevrat’ın bazı hükümlerini neshetmiştir. Bunun en bâriz örneği, Tevrat’ta Cumartesi yasağı olduğu halde İncil’de bu yasağın neshedilmiş olmasıdır. 974
İslâm şeriatinde nesh vâki olmuştur. Ancak, bu tamamen kaldırılma ya da unutturulma şeklinde gerçekleşmiştir. Sahâbe ve tâbiinden birçokları da bu görüştedir. Kur’an’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatlerin maksatlarından biri olan "tedrîcîlik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensûh addetmişlerdir. Lâkin Hz. Peygamber’den Kur’an’da metni bulunan hiçbir âyet için “bu âyet mensûhtur” biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Bizce bu, çok önemlidir. Ayrıca, mensûh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur. Bu durumda, nasıl zannî bir delil ya da yaklaşımla subûtu kat’î olan bir âyetin hükmü iptal edilir? Bu, eğer iyi düşünülürse çok büyük bir vebaldir. Hele zannî bir delil olan “hadis” ile kat’î bir delil olan “âyet”i neshetmenin ne şer’î ne de aklî izahı yapılabilir. “Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, Bizimle buluşmayı ummayanlar: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir’ derler. De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştiremem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Şâyet ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azâbından korkarım!”975 âyeti de Peygamber’e (s.a.s.), kendisine vahyedilene uymasını emretmiş ve ona vahyi değiştirme yetkisi vermemiştir.
968] 15/Hıcr, 90-93
969] 2/Bakara, 85
970] 18/Kehf, 27
971] Çıkış, 16/25-30
972] Levililer, 7/22-26; 6/En’âm, 146
973] Çıkış, 32/21-33
974] Markos, 2/23-28; 3/Âl-i İmrân, 50
975] 10/Yûnus, 15
NESH
- 221 -
Eğer Kur’an’a farklı bir yaklaşımla “tedrîcilik” ilkesi göz önünde bulundurularak yaklaşılırsa, neshçi ulemâ tarafından mensûh sayılan tüm âyetlerin Kur’an’ın bütünlüğü ve İlâhî vahyin evrenselliği içerisinde muhakkak bir yere oturtulacaktır. Neshçi ulemâ nezdinde dahi mensûh addedilen âyet sayısı ihtilâflıdır. Bu gruptan bazılarına göre Kur’an’da neshedilen âyet sayısı 300’e ulaşmaktadır. Bu gruptan öylesine ilginç görüşler ileri sürenler olmuştur ki, örneğin Pezdevî’ye göre savaşa izin veren 2/Bakara, 216 âyeti, kendisinden önce nâzil olup sabrı, dâveti, öğüdü, güzel davranmayı emreden 100 küsür âyeti neshetmiştir. Nesh konusundaki bu keşmekeş, “Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek” gibi bir sonucu getirmektedir. İşte bize bu âyeti hatırlatan garip yaklaşımlara bir örnek: Kadı İbn el-Arabî; “Ey iman edenler, siz nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapıtan kimse size zarar veremez. Tümünüz Allah’a döneceksiniz. O size ne yapacağınızı haber verecektir.”976 âyetinin son tarafı baş tarafındaki “siz nefislerinizi ıslah etmeye bakın” cümlesini neshetmiştir. Aynı müellife göre “Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir”977 âyetinin başı ve sonu mensûh, ortası muhkemdir.978 İbn el-Arabî, 9/Tevbe, 5 âyetindeki “haram ayları çıktığı zaman” cümleciğinin Kur’an’dan tam 114 âyetin hükmünü geçersiz kıldığını söyler.” 979
Başka bir müfessir Süleyman Ateş de bu konuda sert ifadelerle Kur’an âyetlerinin birbirini nesh etmesi anlayışına karşı çıkar. “Bazı müfessirler, metni Kur’an’da durduğu halde hükmün kaldırılması ve hükmü durduğu halde âyetin metninin Kur’an’dan kaldırılması şeklinde iki nesih türünden söz ederler ve bunlardan örnekler verirler. Bu görüşler Allah’ın kitabına iftirâdır. Evvelâ, “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”980 âyetine göre Allah’tan gelen sözde ihtilâf (çelişki) olmaz. Çelişki olmayan yerde müfessirlerin ortaya attıkları türden bir nesih de olmaz. Çünkü bu tür nesh, ancak çelişkili sözler arasında olabilir. Ayrıca Allah’ın, sözünü değiştirmeyeceği de vurgulanmıştır: “Lâ mübeddile li kelimâtillâh; Allah’ın kelimelerini değiştirecek yoktur.” 981 Allah’ın kelimelerini başkası değiştiremeyeceği gibi, kendisi de sözlerini ve kararlarını değiştirmez: “Benim katımda söz değiştirilmez.”982 “Allah’ın kelimeleri değişmez.”983 Görüldüğü üzere Kur’an, Allah katında sözün değiştirilmeyeceğini, Allah’ın sözlerinde birbirine aykırı şeyler bulunmadığını vurguluyor. Allah’ın buyruğu ile indirilen Kur’an’da çelişki yoksa mevcut bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırma anlamında bir nesih de yoktur.
Hükmü uygulandığı halde âyetin metninin kaldırılmasının hiçbir hikmeti olamaz. Çünkü önemli olan, âyetin anlamı, hükmüdür. Hükmü uygulanırken âyetin metni neden Kur’an’dan çıkarılsın? Bu konuda recm âyeti adı altında verilen örnek doyurucu değildir. Çünkü Kur’an âyetleri, bir iki kişinin rivâyeti ile değil; tevâtürle sâbit olmuştur. Kur’an âyetinin neshedilmiş olduğu, ancak Peygamber tarafından bildirildiği takdirde geçerli olur. Bu konuda Peygamber’den gelen
976] 5/Mâide, 105
977] 7/A’râf, 199
978] İbnu’l-Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, 1/388
979] İbnu’l-Arabî, a.g.e, 1/102; Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, 195-200
980] 4/Nisâ, 82
981] 6/En’âm, 34, 115; 18/Kehf, 27
982] 50/Kaf, 29
983] 10/Yûnus, 64
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tek sağlam söz yoktur.
Metni Kur’an’a yazılmış olan bir âyetin hükmünün kaldırılmış olduğu iddiâsının da sağlam bir delili yoktur. Bu, müfessirlerin kendi görüşlerinin yayılmasından doğmuştur. Bu konuda da Hz. Peygamber’den sağlam bir söz gelmemiştir. Nesh sorununa kendilerini iyice kaptırmış olanlardan kimi, neshedilen âyetlerin sayısını artırma gayretine girmişler, kimi bunları 200’e, hatta 565’e kadar çıkarma başarısını göstermişken(!), kimi 20’ye kadar indirmiştir. Bu meseleyi inceleyen Şah Veliyyullah Dehlevî, aslında neshedilmiş âyetlerin sadece 5 olduğunu söylemektedir ki, Ömer Rızâ Doğrul’un da söylediği gibi, bu beş âyetin de uygulanacak hükmü vardır. Bunlar, kendilerini neshettiği söylenen âyetlere aykırı değildir.” 984
Muhammed Esed, Bakara 106. âyeti yorumlarken, klasik nesh anlayışını şiddetle eleştirerek şöyle der: “Bu pasajda ortaya konulan prensip –Kitab-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur’an’ın getirdiği öğretiye bırakması- birçok müslüman âlimin yanlış yorumlarına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan “âyet”(mesaj) kelimesi, aynı zamanda Kur’an’ın bir “hükmü”nü ifade etmek için de kullanılmaktadır (Çünkü bu hükümlerin her biri, bir mesaj taşır). Âyet terimini bu sınırlı anlamda alan bazı âlimler, yukarıdaki pasajdan,985 Kur’an’ın bazı âyetlerinin vahiy tamamlanmadan önce Allah’ın tâlimatı ile “nesh” edildiği (yürürlükten kaldırıldığı) sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu iddianın –ki, yazdıklarını tashih için ikinci defa okurken bazı bölümleri atan veya başkaları ile değiştiren herhangi bir yazarı akla getirmektedir- saçmalığının yanısıra, Kur’an’ın herhangi bir âyetinin “nesh” edilmiş olduğunu bildiren tek bir sahih hadis bile bulunmamaktadır. Sözde “nesh doktrini”nin temelinde bazı eski müfessirlerin Kur’an’ın bir pasajını diğeri ile uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır: Sözkonusu âyetlerden birinin “neshedildiği” yargısına vararak altından kalkılmaya çalışılan bir yetersizlik. Bu keyfî değerlendirme, “nesh doktrini”nin taraftarları arasında kaç Kur’an âyetinin ve hangilerinin neshedildiği; ayrıca bu sözde nesih ile sözkonusu âyetin Kur’an’ın tertibinden tamamen çıkarıldığı mı yoksa yalnızca o âyet ile konulan özel hükmün veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş birliği olmadığını da açıklamaktadır. Kısacası, “nesh doktrini” hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır ve bu nedenle de reddedilmelidir. Diğer taraftan, yukarıdaki Kur’an pasajını986 yorumlamadaki zâhirî güçlük, âyet teriminin “mesaj” olarak anlaşılması ve bu âyetin, yahûdilerin ve hıristiyanların Kitab-ı Mukaddes’in yerini alan herhangi bir vahyi kabul etmediklerini ifade eden önceki pasaj987 ile bağlantılı olarak okunması halinde derhal ortadan kalkar; çünkü onu bu şekilde okumamız halinde, neshin, bizzat Kur’an’ın herhangi bir bölümü ile değil; sadece geçmiş ilâhî mesajlar ile ilgili olduğunu görürüz. 988
Çağımız âlimlerinden Muhammed Gazâli de neshi, sadece eski şeriatlerin kaldırılması şeklinde anlar ve Kur’an âyetleri arasındaki klasik nesh anlayışını kabul etmez: “Kur’an’ın ebedîliği (metninin bâki ve korunmuş kalacağı ve hükmünün sonsuza kadar geçerliliği), onun her durum ve şarta cevap verebileceği
984] Süleyman Ateş, Kur’an’da Nesh Meselesi, s. 21-23
985] Bakara, 206 âyetinden
986] Bakara, 106. âyeti
987] Bakara, 105
988] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, İşaret Y. 1/30-31
NESH
- 223 -
anlamına gelmektedir. Âyetler ebedî olduğu gibi problemler de süreklidir. Böylece problemlerle âyetler arasında bir denge bulunmaktadır. Bundan dolayı, küfür, nifak, gerileme, yükselme arasında bocalayan beşeriyetin Kur’an’a ihtiyacı devam etmektedir. Asr-ı saâdetteki, âyetlerin indiği durum ortadan kalktığı için bazı âyetlerin neshedildiğini kabul edersek, bu inançla İslâm nasıl ebedî olabilir?
Kur’an’ın indiği eski toplum, beşerî bir toplumdur. Bu toplumun yaşamış olduğu durumlar, insan hayatı sona erene kadar beşeriyetin yaşayıp geçireceği durumların bir benzeridir. Herhangi bir durum hakkındaki hüküm, tabiatı nedeniyle ebedîdir; çünkü bu hüküm, kıyâmete kadar yenilenecek olan her benzer durum için de aynıyla geçerlidir. Kur’an’ın ebedîliği buradan gelmektedir. Çeyrek asır süren Hz. Peygamber devrinde insanlığın yaşadığı durumlar, (daha sonraki) tarih boyunca da devam edecektir. Çeyrek asırda nefret ve sevginin neler yaptığının örnekleri sunulabilmiştir. Her insanın karşılaştığı durumlar, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in çevresinde birer örnekti. Bu örnekler, âdetâ gelecekte olacağı gayb âleminden bildiren somut birer temsilci gibiydi. Böylece bunlar, yakın ve uzak gelecekte meydana gelecek olayların ihtiyaç duyabileceği şeyleri Hz. Peygamber döneminde bildirmektedir. Bu gerçek, İslâm risâletinin (şeriatinin) insanî olduğunun sırrıdır. Hz. Peygamber döneminde insanlığın karşı karşıya kaldığı durumlar kıyâmete kadar da devam edecektir. Kur’an bu durumların tamamına hitap etmekte, sorunlar için kıyâmete kadar aynı çareleri sunmaktadır. Bundan dolayı zaman içerisinde meydana gelecek şeylere, Kur’an’ın çözüm bulamayacağına inanmıyorum; çünkü iniş yöntemi onu problemler için çözüm kılmıştır.
“Bir âyet, belirli bir meseleyi çözümlemek için gelen başka bir âyeti, Hz. Peygamber döneminde mesele geçerliliğini yitirdiği için neshetti” demek, o meselenin artık bir daha tekrarlanmayacağı ve neshedilen çözüme de ihtiyaç duyulmayacağı anlamına gelmez mi? Böyle bir şeyin Kur’an’da bulunması mümkün değildir. Geçerliliği sonara erdiği, ilgili şahıs veya hâdise bertaraf olduğu için hükmü kaldırılan bir âyet, kesinlikle Kur’an’da bulunmamaktadır. Belirli bir dönemde, herhangi bir soruna çözüm içeren veya bir olaya binâen nâzil olan bazı âyetlerin, daha sonraki dönemde toplumun ilerlemesinden dolayı neshedildiğini söyleyenler bulunmaktadır. Hâlbuki sonraki toplumlarda, neshedildiği söylenen benzer durumlar sürekli tekrarlanmaktadır.
Bu, Hz. Peygamber’in kurban etlerini muhâfaza etmeyi yasaklamasına benzemektedir. Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle demişlerdir: “Kurban eti yemenizi -üç günden sonra- zayıf insanların gelmesinden dolayı yasaklamıştım. Artık kurban etlerinizden yiyip muhâfaza edebilir ve sadaka da verebilirsiniz!”989 Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kurban eti muhâfaza etmeyi (depolamayı) yasakladığı yıl, halk arasında sıkıntı vardı. Bundan dolayı kurban kesenlerin kesmeyenlere yardım etmelerini istediği için etlerin depolanmasını yasaklamıştır.990 “Kurban etleri depolanamaz!” denmiştir. Neden? Çünkü bu söz söylendiğinde insanlar sıkıntı içerisinde olup yardıma ihtiyaçları bulunmaktaydı. Daha sonra “etlerinizi depolayabilirsiniz” denmiştir. Çünkü insanlar artık kesilen her ete muhtaç değillerdir. Bundan dolayı, “ikinci söz, ilk sözü neshetti” denildi. Hâlbuki gerçek hüküm şudur: Toplum ihtiyacı açısından mevcut et az ise depolanmayıp ihtiyaç sahiplerine dağıtılır; çok ise
989] Müslim, Edâhî 5, hadis no: 1971
990] Buhârî, Edâhî 16
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
depolanabilir. Ebedî hüküm budur. “Eti depolamak yasaktı, sonra serbest bırakıldı” demek ise yanlış ve cüz’î (parçacı) bir hükümdür. Bu doğru değildir ve neshin varlığını iddia edenlerin bir ayıbıdır. Onlar aynı meselenin tekrarlanmayacağı düşüncesiyle hükmünün sona erdiğini zannediyorlar. Hâlbuki şartlar tekerrür ettiğinde ona bağlı olan hüküm de tekerrür eder. Ebedî âyetleri, sürekli hâdiseler karşılamaktadır. Neshedildiği iddia edilen âyetlere ihtiyaç duyabileceğimiz problemlerle karşılaşabiliriz. Karşılaştığım, dinlediğim veya kitaplarını okuduğum bütün çağdaş âlimlerin nesh konusundaki görüşü, neshi Kur’an’da bulunan bazı âyetlerin iptali olarak algılayan müteahhir müfessirlerin görüşünden farklıdır. Meselâ fakîh ve tarihçi üstad Muhammed el-Hudarî neshi tamamen reddetmektedir. O neshi, umûmî bir hükmün tahsîsi, mutlak bir emrin takyîdi veya mücmel bir âyetin tafsîli olarak görmektedir. Şeyh Reşid Rızâ da aynı görüşü daha net ifade eder.
Seyf âyetinin,991 120 âyeti neshettiği sözü tipik bir aptallık örneğidir. Bu söz, müslümanların gerek düşünce ve gerekse uygulama açısından gerilediği dönemlerde Kur’an’ı anlamadıklarının göstergesidir. Nesh, başka bir deyişle bazı âyetlerin, Kur’an’da bulunmasına rağmen hükmü geçerli olmayarak âdetâ mumyalanması yanlıştır, kabul edilemez. Kur’an’da hükmü kaldırılarak ölüme terkedildiği söylenebilecek hiçbir âyet yoktur. Aksi bir görüş bâtıldır. Her âyetin hükmü geçerlidir. O âyetin geçerli olabileceği şartları ancak hikmet sahipleri bilir. Böylece Kur’an âyetleri, insanların durumlarına göre onlara hikmet ve güzel sözle hitap etmektedir. “Bir âyeti neshedersek veya onu unutturursak...”992 âyetinin siyâkı, geçmiş şeriatlerin yeni bir şeriat ile neshedildiğine işaret eder. Bu âyet, teklifî ahkâm ile ilgili olmayıp kudret ile ilgilidir. Yoksa Cenâb-ı Hak, âyetin devamında “...bilmedin mi ki, Allah her şeye kaadirdir.” yerine “Allah her şeyi bilmektedir ve hikmet sahibidir” derdi. Yani Kur’an, önceki peygamberlere vermiş olduğu mûcize destekli kitaplardan farklı bir kitapla yeni bir risâlet vermiştir. Kevnî âyetlerin neshi yanısıra, Kur’an’ın nüzûlü, ehl-i kitabın bazı şeriatlerinin de neshedilmesi demektir. 993
Nesh, Eski Şeriatlerin Kur’an Âyetleri Tarafından Geçersiz Kılınmasıdır
İlk insandan günümüze insan toplumunun içinde bulunduğu şartlar sürekli değişmelere mâruz kalmıştır. İlk dönemlerdeki toplumların sosyal yapıları, ihtiyaçları ve onları kuşatan şartlar, günümüz toplumlarındakinden farklıdır. Bu farklılıklar vâki oldukça toplumların hukuk, iktisat ve benzeri sosyal kurumlarının da ihtiyaç oranında değişmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple insanlara hak yolu göstermek; dünya ve âhiret saâdetini temin etmekle görevli peygamberlerin sosyal kurumlar açısından farklı ilkelerle gönderilmeleri doğaldır. Risâletle gönderilen her peygamber, önceki risâletin sosyal kurumlarla ilgili ilkelerini kısmen veya tamamen yürürlükten kaldırmıştır. İşte sonraki bir peygamberin, öncekinin risâletini yürürlükten kaldırmasına nesh diyoruz. Kur’an, bu anlamdaki neshin vuku bulduğundan bahseder.
Her ne kadar yahûdilerin büyük bir kesimi ile hıristiyanlardan bazıları, sonraki
991] 9/Tevbe, 5
992] 2/Bakara, 106
993] Muhammed Gazâli, Kur’an’ı Anlamada Yöntem, 105-111
NESH
- 225 -
bir peygamberin, öncekinin risâletini yürürlükten kaldıramayacağını; Allah neyi emretmişse bunun kıyâmete kadar kalıcı olması gerektiğini savunmuşlarsa da, insanlığın tarihî seyri içerisinde yeni birtakım problemlerle karşılaşması; toplumlara hâkim şartların değişmesi bunu zorunlu kılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’in inişinden kıyâmete kadar geçecek dönem içerisinde toplum ihtiyaçlarının farklılıklar göstereceğini de şüphesiz hesaba katmamız gerekiyor. Bunun bir sonucu olarak birtakım hükümlerinin bazı zaman ve mekânlar açısından askıda kalacağını kabul etmemiz gerekir. Ancak bu askıda kalma işi kıyâmete kadar devam etmez. Yani, askıya alınan hüküm, tümden yürürlükten kalkmaz. Onları gerektiren şartlar sözkonusu olduğunda aynı hükümler tekrar yürürlüğe girer. 994
Klasik nesh teorisi, Kur’an’ın sonsuza dek geçerliliğine aykırıdır. Bundan şu sonuç çıkmaktadır: Kur’an’ın neshedilmiş olan hükümleri neshedilişlerinden önce ebediyyen yürürlükte sayılıyordu, ama neshedilmekle ebedîliklerini yitirmiş oldular. Kur’an’da bulunmakla birlikte bu âyetler, şimdi fonksiyonlarını yitirmiş, kullanılmaz durumdadırlar. Pratik bir değer taşımadıkça, bu âyetlerin sırf Kur’an’daki varlıkları ile ebedî olamayacakları belirtilmelidir. Kur’an’ın ebedîlik kavramı, onun bütün hükümlerinin ümmet içinde sonsuza kadar yürürlükte kalmasını gerekli kılmaktadır. İşte bu yüzden, bazı âyetlerin ilgâ edilmiş olduğu iddiasının makul bir temeli olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Kur’an, yirmi üç yılda parça parça vaheyedildi. Genellikle her âyet, kendine ait sosyal şartları içinde indi. Oluşum halindeki İslâm topluluğu geliştikçe, Kur’an vahyi de değişen şartlara ve çevreye ayak uydurmakta idi. Belli durumlarda inen âyetler daha sonra değiştirildiklerinde ve geliştirildiklerinde neshedildiklerini belirtmediler. Bu yüzden Kur’an’ın hükümlerini farklı zaman ve yerlerde uygulamak için, her âyetin vahyedildiği tarihî ortam öğrenilmeli ve daha sonra, Kur’an bir bütün olarak uygulanmalıdır. Böylece, Kur’an hükümlerinin belli bir durumda vahyedildiğini genelleştirebiliriz. Bir hükmü, ardından gelen ile neshetmek yerine; onu, vahyedildiği andakine benzer şartlarda uygulamak daha doğru görünmektedir.
Bir örnek vermek gerekirse; Mekkî sûrelerde müşriklerin saldırılarına karşı müslümanlardan sabırlı ve tahammüllü olmalarını isteyen birçok âyet vardır.995 Buna mukabil Medenî sûrelerde, müslümanları müşriklere saldırmayı ve buldukları yerde onları öldürmeye çağıran birkaç âyet vardır. Bu iki grup âyet arasında açık bir fark vardır. Müfessirlerin bu iki grup âyeti uzlaştıramadıkları ve bu yüzden, öncekinin sonra gelen tarafından neshedildiğine kail oldukları anlaşılmaktadır. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Sözkonusu Mekkî âyetler gerçekten ilgâ edildiler mi? Başka bir deyişle, müslümanlar hiçbir durumda, gayri müslimlerin saldırılarına savaş dışında başka türlü tavır alamazlar mı? Ya da, şartlar ne olursa olsun, daima onlarla dövüşüp savaşmalı ve onları öldürmeliler mi? Kur’an’ın amacının bu olduğunu düşünmüyoruz. Sabır ve tahammülü, cihadın savaş dışındaki boyutlarını emreden Mekkî âyetlerin, müslümanların, müşriklerin saldırılarına karşılık veremeyecek durumda ve zayıf oldukları zaman vahyedildiği bilinmektedir. Oysa savaşı emreden âyetler, müslümanların güçlerinin
994] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 83-84
995] Meselâ, 16/Nahl, 126
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayli büyüdüğü bir döneme aittir. Görülüyor ki, bu farklı hükümler farklı durumlara aittir ve bu yüzden bunlar arasında bir çelişki yoktur. Buradan ilk olarak şu sonuca varılabilir: Müslümanlar bir yerde güçsüz iseler müslüman olmayanların saldırılarına geçici olarak tahammül edebilirler, savaşın dışında farklı tavırlar sergileyebilirler. Ancak aynı anda, hazırlık yapmalı ve güçlerini geliştirmelidirler. İkinci olarak ise, güçlendiklerinde, savaşa hazır bir durumda bulunmaları ve İslâm düşmanlarının güçlerini kırmaları gerekmektedir. Böylece farklı şartlarda vahyedilmiş hükümlerin, vahyedildikleri zaman içinde bulundukları şartlar ve bakış açıları göz önünde tutularak uygulanabilecekleri açıklıkla ortaya çıkmaktadır. 996
Klasik nesh anlayışının Kur’an’a ve Kur’an’ın ruhuna uygun olmadığını şöyle özetleyebiliriz:
Kur’ân-ı Kerim, kendisinin her türlü çelişkiden uzak olduğunu söylüyor: “Hâlâ Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, onda birçok ihtilâf (çelişki) bulacaklardı.”997 Nâsih ve mensûh âyetlerin varlığı, çelişkili hükümler anlamına gelir ve bu âyetle çelişir.
Bazı âyetleri ebediyyen mensûh kabul etmek, Kur’an’ın muhkem oluşuyla, yani evrensellik vasfıyla uyuşmaz ve onu, yalnızca milâdî 7. yüzyılın şartlarına hapseder. Hâlbuki 23 yıllık bir nüzul süreci, Peygamber toplumuna hasredilmemeli, tedrîcîlik prensibi, tarihin bütün zamanları için uygulanmalı; Kur’an, her şartın müşküllerine derman olmalıdır. Bu bağlamda siyer ve esbâb-ı nüzûl ilimleri, yardımcı unsurlardır. Neshin varlık nedeni olarak ileri sürülen toplumsal değişim olgusu, Hz. Peygamber’in vefatı ile sona ermiş değildir. İlâhî irâde bunu, bir sünnetullah olarak bütün insanlık için öngörmüştür.
Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde, bu konuya delil olacak açık bir nass yoktur. İddia edilenler de geçmiş şeriatleri konu edinmektedir. Sahâbeden bazı rivâyetler, bize kadar gelmişse de, birkaç âhad rivâyetle, mütevâtir olan Kur’an âyetleri mensûh sayılamaz.
Neshin vâki olduğu iddia edilen âyetlerden bazısında Kur’an’da mensûh hüküm bulunmamaktadır. Neshedildiği iddia edilen uygulama, ya bir örftür ya da İbrâhim veya Mûsâ şeriatinin devamıdır. Meselâ, kıblenin tahvîli, âşûra orucu, oruç gecesinde kadınlara yaklaşmak vs.
Âyetlerin nesh bağlamında kategorizasyonu da ilâhî kelâmın korunmuşluğu esasına aykırıdır. Şöyle ki: Usûl kitaplarında ve tefsirlerde âyetler, hüküm ve metnin neshi yönüyle dört kategoriye ayrılır:
a- Hem hükmü, hem tilâveti mensûh âyetler: Sahâbeden âhad bir rivâyet: “Ahzâb sûresi, Bakara sûresi uzunluğundaydı. Sonra Ahzâb sûresinden birçok âyet neshedildi.”998 Hz. Âişe’den rivâyet edildiği iddia olunan aşağıdaki rivâyetse, bu madde ve gelecek madde için bir örnek teşkil etmektedir: “Bilinen on emzirme, hurmete yol açar.” âyeti, Kur’an’da indirilenler arasında idi. Sonra bu âyet, “bilinen beş emme” ile neshedildi. Hatta Rasûlullah (s.a.s.) vefat etti. Bu “bilinen
996] Ahmad Hasan, Nesh Teorisi, İslâmî Araştırmalar, sayı 4, s. 106-107
997] 4/Nisâ, 82
998] Ubey bin Kâ’b’dan, Sahih-i İbn Hibbân
NESH
- 227 -
beş emme” insanlar arasında okunuyordu.999 (Hanefîler ve Mâlikîler, bu rivâyeti nazar-ı itibara almamışlardır).
b- Tilâveti mensûh, hükmü bâki âyetler: Hz. Ömer’den rivâyet edildiği ve Nur sûresi’nin bir âyeti olduğu iddia edilen âyet(!), bu maddeye örnektir: “Şeyh ve şeyha (-ihtiyar- evli erkek ve kadın) zinâ ederlerse, hemen ikisini de Allah’tan bir ceza olmak üzere recmedin. Allah azizdir, Hakimdir.” Hem Kur'an'a, hem de, "Ömer Kur'an'a ilâve ediyor' denmesinden korkmasam, bu recm âyetini Kur'an'a yazardım" dedirterek, Allah'tan değil de insanlardan korktuğu iddia edilerek Hz. Ömer'e iftira edilen bu recm âyeti(!) ile ilgili rivâyetler için bkz. Buhârî, 93/21; Müslim, Hudûd 8, hadis no: 1431; Ebû Dâvud, 41/1. Bu recm âyetini nesheden, rivâyete göre bir keçidir. "Keçi, Hz. Âişe'nin evinde bulunan 'recm âyeti'ni yedi, böylece nesh oldu." 1000
c- Hükmü mensûh, tilâveti bâki âyetler.
d- Hem hükmü, hem tilâveti bâki âyetler.
Ayrıca Kunut duâlarının Kur’an sûreleri olduğu ile ilgili Ubeyy bin Kâ’b’ın sözleriyle, Muavvizeteyn sûreleri ile ilgili Abdullah bin Mes’ud’un sözleri, rivâyetler doğru ve bu sözler onlara aitse, kendi kanaatleri olmaktan öteye gitmez. Ancak bu tür rivâyetlerde, Kur’an’ın korunmuşluğunu zedelemek ve İslâm’dan öç almak kasdıyla sinsi İslâm düşmanları eliyle bunların uydurulup piyasaya sürüldüğünü söylemek gerçeğe daha uygundur. 1001
Kur’an’ın bütünlük ve çelişmezlik ilkesine uygun olarak, âyetler arasında nesh cereyan etmemiştir. Nesh olduğu iddia edilen âyetler, genellikle ya iki ayrı konuyu ifade etmektedir ya da hükümler, içinde bulunulan şartlara uygun olarak zaman, önem sırasıyla ve kesinliğe doğru bir seyirle tedrîcî olarak indirilmiştir. Buna da nesh denmemelidir. Şeriatler arasında da akîdeyle ilgili hükümler, temel hak ve hürriyetler, temel ahlâk kuralları ve tarihî ve melekûtî gayb haberleri konularında neshin cereyan etmesi düşünülemez. Nesh, bazı alâmetlerde (kıblenin değişmesi), imtihana yönelik vaz edilen hükümlerde (Cumartesi günü yasağı), ilişki biçimlerinin değişmesi sonucu yeni düzenleme lüzumunda (boşanmanın cevâzı) veya bazı yiyeceklerde (deve etinin veya içyağının helâl kılınması) cereyan etmiştir.
Eldeki Kur’an’ın bütün âyetleri, hem hükmen, hem de metin olarak geçerlidir, bâkîdir. Farklı gibi görünen hükümler, farklı toplumlarda, farklı şartlarda uygulanabilecek hükümlerdir ve hiç kimsenin, Kur’an’a leke sürmeye veya bazı âyetlerinin formalite icabı, süs olarak durup hükmünün geçersiz olduğunu ifade edip Kitabın bir kısmını reddetmeye hakkı yoktur. Allah’ın kelimeleri, insan düşüncesi ile nesh edilemeyecek kadar yücedir.
999] Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî
1000] İbn Mâce, Nikâh 36, hadis no: 1944; Ahmed bin Hanbel, 5/131, 132, 183; 6/269
1001] Arif Özel, Nesh Meselesi, Evrensel Mesaj, Haziran 99, s. 29-30
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’de Nesh Kavramının Geçtiği Âyetler:
a- Kur’an’da “Nesh” Kelimesi ve Türevlerinin Geçkiği Âyetler (4 âyet): 2/Bakara, 106; 7/A’râf, 154; 22/Hacc, 52; 45/Câsiye, 29. b- Bir Âyetin Başka Bir Âyetle Tebdili: 16/Nahl, 101.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 215-216
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 103
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 380-383; Eser Y. c. 1, s. 458-462
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s.219-220
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 485-490
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 195-198
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 299-315
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 353-362
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 259-269
10. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 82-83
11. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 30-31
12. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 153-156
13. Kur'an-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 102-104
14. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 149-154
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 217-223
16. Tanrı Buyruğu Kur’ân-ı Kerim’in Terc. ve Tefsiri, Ömer Rıza Doğrul, LXXXVI
17. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbunî, Şamil Y. c. 1, s. 67-86
18. Kur’an’da Nâsih ve Mensuh, Mer’î bin Yusuf el-Kermî, Hak Y.
19. Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
20. Kur’an’da Nesh Meselesi, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
21. Kur’an’ın Nasih Mensuh Âyetleri, Ahmet Gürkan, Yeni İlâhiyat Kitabevi Y.
22. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 16, s. 82-191
23. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Bedreddin Çetiner), c. 5, s. 88-90
24. Tefsir Usûlü, İsmail Cerrahoğlu, TDV. Y. s. 122-128
25. El-İtkan Fî ulûmi’l Kur’an, Celâleddin Süyûtî, Ravza Y. s. 60-62
26. Uulûmu’l Kuran, Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattan, Timaş Y. s. 323-344
27. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y. s. 162-166
28. Tefsir ve Hadis Usûlünün Bazı Meseleleri, M. Tayyib Okiç, Nûn Y. s. 57-66
29. İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İFAV Y. s. 146-153
30. Peygamberimizin Kur’an’ı Tefsiri, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 268-271
31. Günümüz Tefsir Problemleri, M. Sait Şimşek, Esra Y.
32. Hadiste Nâsih Mensuh, Ali Osman Koçkuzu, Mar. Ün. İlh. Fak. Vakfı Y.
33. Kur’ân-ı Kerim’de Nâsih Mensuh Âyetlerin Tesbiti, Remzi Kaya
34. En-Nesh Fi’l-Kur’âni’l-Kerim, Mustafa Zeyd, Mısır, 1383/1963
35. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâlî, Şûle Y. s. 106-110
36. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 88-98; Nil Y. s. 72-81
37. Kur’an Tefsirinde Sapma ve Nedenleri, Abdülcelil Candan, Denge Y. s. 275-287
38. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 195-200
39. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y. s. 113-115
40. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 68-76
41. Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 25-34
42. Kur’an’ı Anlamak Farzdır, Abdullah Yıldız, Ş. Özdemir, Pınar Y. s. 91-97
43. Kur’an’da Tartışma Metotları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y. s 375-404
44. İslâm’ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, Ahmed bin Süleyman, insan Y. s. 57-119
45. Kur’an’da Nesh, Mehmet Yolcu, Selçuk Ün. İlh. Fak. Bitirme Tezi, 1983
NESH
- 229 -
46. Nesh Teorisi, Ahmad Hasan, İslâmî Araştırmalar, sayı 3-4, (Ocak, Nisan 1987)
47. Nesh Terimi ve Muhtevâsı, Remzi Kaya, İslâmî Araştırmalar, sayı 5, (Ekim 1987)
48. Nesh Tartışması Akîdevî Bir Konudur, Fatma Candan, Haksöz, sayı 13-14 (Nisan, Mayıs 1992)
49. Kur’an’ın Doğru Anlaşılması ve Muhkemliği Açısından Nesh Meselesi, Arif Özel, Evrensel Mesaj, Haziran, 1999

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:16

NEFS

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NEFS


- 127 -
Kavram no 137
Ahlâkî Kavramlar 28
Bk. Hevâ; Ruh; insan-Nâs
NEFS


• Nefs; Anlam ve Mâhiyeti
• Nefsin Farklı Özellikleri (Emmâre, Levvâme, Mutmainne, Râdıye, Mardıyye)
• Kur’ân-ı Kerim’de Nefs Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Nefs Kavramı
• Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?
• Nefs Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları
• Nefs Kavramının Yozlaştırılması ve “Nefsin Merhaleleri” Tâbiri
• Nefsin İki Yönü (Nefse Fücûr ve Takvânın İlhâmı)
• İntihar; İzzet-i Nefs
• Ben Kavramı; Egonun Özellikleri
• Nefs ve Ruh Aynı Şey midir?
• Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik
• Nefsin Olumsuz Yönü; Hevâ
• Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu; Hevâî insanlar Topluluğu
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisden/candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbiniz (e karşı gelmek)den ittika edin/çekinin. Kendisi (nin adını öne sürmek sûreti) ile birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını kesmek)ten sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” 479
Nefs; Anlam ve Mâhiyeti
Câhiliye dönemi Arap şiirinde daha çok bir şeyin özünü, kendisini belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı. Ruh, can, kan, benlik, kalb, iç, kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır. Kur'an'da zamir biçiminden başka; ruh, can, iç, kalp anlamlarında kullanıldığı da görülür. Felsefî düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra kelime daha çok ruh karşılığında kullanılmaya başlandı; Kelâmî, tasavvufî ve felsefî nazariyelerin konusu durumuna geldi.
Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da görülür. Sözgelimi, "Gelin... kendimizi (enfüsenâ) ve kendinizi (enfüseküm) çağıralım...”480
479] 4/Nisâ, 1
480] 3/Âl-i İmran, 61
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetinde; "kendimiz = enfüsenâ" Hz. Peygamber, "kendiniz = enfüseküm" ise Hz. İsa hakkında tartışmaya kalkışan Hıristiyanlar dile getirilmektedir. Kelime, "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde (nefsike) olanı bilmem..."481 örneğinde olduğu gibi altı âyette Allah'ı, bir âyette482 ilâhları, bir âyette de483 insan ve cin topluluğunu belirtmek üzere kullanılır. "Haydi canlarınızı, ruhlarınızı (enfüseküm) çıkarın..."484 âyetinde insan ruhunu karşılayan nefs kelimesi, diğer bazı âyetlerde "kötülüğü emreden" (emmâre)485, "kınayan/levvame"486 ve "huzura eren/mutmainne" 487 nitelikleriyle kullanılır. "... Yusuf bunu içinde (nefsihî) sakladı..." 488 ve "...Allah içinizden (enfüseküm) geçeni bilir..."489 örneklerindeki gibi kelime iç ve kalp anlamlarını karşılayacak biçimde de kullanılmaktadır.
Kur'an'daki kullanılışının da etkisiyle Emeviler döneminden itibaren nefs kelimesi yaygın biçimde ruh anlamında kullanılmaya başlandı. Ama ashab, tabiun ve bunların izleyicisi olan selef bilginleri nefsin mâhiyeti, nitelikleri gibi konularda Kur'an ve sünnette verilenle yetinerek susmayı yeğliyorlardı. Kur'an ve sünnette geçtiği kadarına inanmayı ilke edinen selefe göre nefsin mâhiyetinin kavranması imkânsızdı ve bu konuda tartışmaya girmek gereksizdi.
Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren Müslüman bilgin ve düşünürler, özellikle Yunan felsefe metinlerinin Arapçaya çevrilmesinden sonra nefs konusunda tartışmaya ve çeşitli düşünceler ileri sürmeye başladılar. Aristo felsefesinin Yeni Eflâtuncular tarafından yorumlanan biçiminin ağır etkisini taşıyan bu tartışmalar sırasında nefsin mâhiyeti, nitelikleri, kadim olup olmadığı, ölümden sonraki durumu gibi konularda çok sayıda düşünce ve nazariyeler ortaya çıktı.
Nefs konusuyla uğraşan bilgin ve düşünürler, insan gerçekliğinin belirlenmesinde, o zamanlar başlıca yöntem olan mantıkî ihtimalleri göz önünde bulundurarak, düşüncelerini bu ihtimallerden birisine dayandırmışlardır. Buna göre, sözgelimi bir insan "düşündüm", "yaptım" dediğinde, buradaki "ben"le anlatılmak istenilen ya cisim (beden), ya cisimsel bir şey (âraz ya da kuvvet), ya da cisimle cisimsel olanın toplamından oluşabilir. Diğer bir seçenek de bu şeyin ne cisim, ne de cisimsel olmamasıdır. Düşüncelerini bu ihtimaller üzerine kuran Müslüman düşünürler öncelikle iki ana fırkaya ayrıldılar. Birinci fırkaya göre nefs cisim ya da cisimsel olmayan soyut bir varlıktır. İkinci fırka ise nefsin soyutluğunu kabul etmeyerek cisim ya da cisimsel bir varlık olduğunu savunmuştur.
Nefsin soyut bir varlık olmadığını savunan düşünürler, nefsin mâhiyeti konusunda birbirinden farklı çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Bunların başlıcaları şöyle özetlenebilir:
1. Nefs bir atomdur. İbn el-Ravendi'nin savunduğu bu görüşe göre soyut mümkünlerin olması imkansızdır. Nefs ya da ruh, kendi özüyle var olan bir
481] 5/Mâide, 116
482] 25/Furkan, 3
483] 6/En'âm, 130
484] 6/En'âm, 93
485] 12/Yusuf, 53
486] 75/Kıyâmet, 2
487] 89/Fecr, 27
488] 12/Yusuf, 77
489] 2/Bakara, 235
NEFS
- 129 -
cevherdir. Bu cevher basit varlıkları kavrar. Yeri kalptir. Bu nefs insanın özünü oluşturur.
2. Nefs, bedenle birlikte ortaya çıkan canlılıktır. Nazzam tarafından savunulan bu görüşe göre insan, bedenle birlikte var olan bu hayattan ibarettir. İnsanda, beden dışında bir şey yoktur.
3. Nefs, beyinde güç, kalpte fiildir.
4. Nefs üç ayrı cisimden oluşan bir bileşiktir. Eski Müslüman hekimlerin savunduğu bu görüşe göre nefsi oluşturan bileşiklerden birisi buhar gibi sıcak ve latif bir cisimdir. Yeri kalptir. Hayvan bu nefsle varlık kazandığı için nefs-i hayvanî ya da rûh-ı hayvanî adı verilir. İkincisi, yine latif, buhar gibi bir cisimdir. Bunun yeri karaciğerdir. Buna da nefs-i tabiî ya da rûh-ı tabiî denir. Üçüncüsü de yine buhar gibi latif bir cisimdir. Yeri beyindir. Buna da nefs-i insanî ya da rûh-ı insanî adı verilir.
5. İnsanın gerçekliğini oluşturan nefs, insanın maddî bedenidir. Bazı Kelâmcılar bu görüşü benimsemişlerdir.
6. Nefs, kemiyet ve keyfiyet bakımından dört sıvının mûtedil ölçüdeki bileşiminden oluşur. Bu görüş de eski hekimler arasında yayılmıştır.
7. Nefs, mûtedil ölçüdeki kandır.
8. Nefs, mâhiyet bakımından maddî bedene muhâlif, ama gül suyunun gülde, zeytin yağının zeytinde yayılması gibi bedene yayılan nûrânî, yüce, diri ve hareketli bir cisimdir. Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz. Maddî beden oluşarak kendisine yetenek kazandığı zaman bu nûrânî latif cisim bedene nüfuz eder, yayılır. Beden bu yayılmaya uygun olduğu sürece canlı kalır; yayılmaya engel olan bir durum belirirse, nefsin yayılması sona erer ve ölüm ortaya çıkar. Birçok büyük Kelâmcı bu görüşü benimsemiş, İbn Kayyim el-Cevzî ve İmam Şarânî nefse ilişkin olarak yazdıkları müstakil eserlerde bu görüşü savunmuş, Fahreddin er-Râzî bu görüşün güçlülüğünü belirtmiştir.
Muhakkik Kelâmcılarla İslâm filozofları ve mutasavvıflarının bir bölümü de nefsin soyut bir cevher olduğunu savunmuşlardır. Bunlara göre insanın mâhiyeti ne cisimdir, ne de cisimseldir. Nefs, maddeden ayrık bir cevherdir. Ne var ki bunlar da kendi içlerinde iki fırkaya ayrılmışlardır. Muhakkik Kelâmcılara göre insan, bu nefs cevheriyle bedenin birleşmesinden oluşur. İkinci fırkayı oluşturan filozoflarla mutasavvıflara göre ise, nefs bedene iliştiğinde onunla birleşir. Nefs bedenin, beden de nefsin aynısı olur. Birleşmelerinden sonra ikisinin toplamı insanı oluşturur. Ölümle bu birlik bozulur. Nefs kalır, beden ise yok olur.
Tüm İslâm fırkaları nefsin kadim olmadığında, sonradan yaratıldığında görüş birliği içindedirler. Buna karşılık nefsin bedenden önce yaratılıp yaratılmadığı konusu görüş ayrılıklarına neden olmuştur. İslâm filozofları olarak bilinen Meşşâîler, nefsin bedenden sonra, yani ceninin ana rahmindeki oluşumundan sonra yaratıldığını savunmuşlardır. Bazı ifadeleri Gazalî'nin de bu görüşü benimsediğini göstermektedir. Ne var ki, Gazâlî'nin nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul ettiğini gösteren ifadeleri de bulunmaktadır. Kelâmcılarla mutasavvıfların büyük çoğunluğu ise nefsin bedenden önce yaratıldığını kabul etmektedir.
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefsin mâhiyeti konusundaki düşüncelerinde Yunan felsefesinin yoğun etkisinde kalan Müslüman düşünürler, özellikle Aristoteles'in izinden giderek nefsin üç türü, derecesi ya da durumu olduğunu kabul etmişlerdir. Buna göre nefs nebatî, hayvanî ve insanî nefs olmak üzere üçe ayrılır. Tüm bitki, hayvan ve insanlarda ortak olan nebatî nefsin üç gücü vardır. el-Kuvvetü't-tegazziye (beslenme gücü), el-kuvvetü't-tenmiye (büyüme gücü) ve el-kuvvetü't-tevellüdiyye (üreme gücü) denilen bu güçler yardımıyla canlılar, varlıklarını ve türlerinin devamını sağlar. Hayvan ve insanlarda ortak olan hayvanî nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar hareket ve algı güçleridir. Hareket gücü, el-kuvvetül-bâise (harekete geçiren güç) ve el-kuvvetül-fâile (etkin güç) olmak üzere ikiye ayrılır. el-Kuvvetül-bâise, yararlı şeyleri çeker, zararlı şeyleri defeder. el-Kuvvetül-fâile ise çeşitli hareketleri meydana getirmek üzere sinir ve kaslara yayılmıştır; görevi, sinir ve kasları gerip gevşeterek hareketi sağlamaktır. Algı güçleri de el-havassu'z-zâhire (dış algı güçleri) ve el-havassu'l-bâtıniye (iç algı güçleri) olarak ikiye ayrılır. el-Havassu'z-zâhire beş duyudan oluşur. el-Havassu'l-bâtıniye de hiss-i müşterek (ortak duyu), Mûsâvvira (tasarlama gücü), mütehayyile (hayal gücü), vehim (sezgi gücü) ve hâfızadan (hatırlama gücü) meydana gelir. Yalnız insanlara özgü olan insanî nefsin de kendine özgü güçleri vardır. Bunlar el-kuvvetü'l-âtime (bilici güç) ve el-kuvvetü'l-âmile (yapıcı güç) adlarını taşır. Nefs-i nâtıka (düşünen, konuşan nefs) ya da nefs-i aklî (aklî nefs) denen insanî nefs bedenin düşünceye ait fiilleri akletmesi ve genel işleri algılaması bakımından ilk olgunluğudur.
Hemen hemen tüm Kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca benimsenen bu nefs nazariyesi İslâm dünyasında gelişen psikolojinin (ilmü'n-nefs) temellerini oluşturur. Ama bu nazariye Kelâmcılar, mutasavvıflar ve filozoflarca farklı biçimde ifade edilmiş, özellikle İbn Sina, Gazalî, İbnül-Arabî ve er-Râzî gibi doktrin sahibi büyük düşünürlerce farklı biçimlerde yorumlanarak kendi sistemleri içine yerleştirilmiştir. 490
‘Nefs’, öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi demektir.
‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Şeriat ilminde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan içteki, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmektedir. Nefs kelimesi zaman içerisinde birçok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi.
Nefsin İşlevi: ‘Nefs’, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir.
İnsan şekil yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın rûhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak nefis başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler
490] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 72-74
NEFS
- 131 -
başıboş bırakıldığında, kişi câhil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın,sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.
İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücâdele etmede şekilleniyor. İslâm, bir başka deyişle Allah’ın dâveti kişiye bu mücâdeleyi öğretmektedir. İslâm'ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar. Nefs bazen şeytanın kandırmasıyla kendini büyük görmeye ve doyumsuz olmaya başlar. O noktada kendini ve işlevini unutur. Sahibini azgınlığa ve isyâna sürükler. Aslında nefse isyanı da takvâyı da, hata yapmayı, aşırı istekleri, doyumsuz iştahları ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır.491 Ancak insan bu noktada sınanmaktadır.
Nefsin istekleri kişinin hayatını sürdürmesini sağlar. Ama aşırı istekleri onu hataya ve çizilen sınırları aşmaya götürür. Sözgelimi, kişinin yemek isteği meşrûdur, bir ihtiyaçtır, ama başkasının yiyeceğini çalarak ihtiyacını gidermesi hatadır. Kişinin nefsi cinsel birleşmeye ihtiyaç duyar, ancak zina etmesi sınırı aşmasıdır. İnsanın dünya malına ve geçimliğine sahip olmak istemesi ve sahip olması normaldir. Çünkü insan böyle yaratılmıştır. Ancak kişi nefsinin aşırı arzularının peşine gider de, hangi yolla olursa olsun ve ahireti unutarak mal toplamaya çalışırsa hataya düşer. Kişilerin topluma yön vermesi, yönetmek istemesi doğaldır ve ihtiyaçtır. Ancak nefsinin gururuna kapılıp da zulmetmeye ve başkasının haklarına tecavüz etmeye kalkışanlar, sınırı aşanlardır.
İslâm, insan ile onun nefsinin isteklerinin arasına bir denge getiriyor. Meşrû istekler ile gayrı meşrû arzular arasına sınır koyuyor. Kur’an diyor ki: “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. Onu (isyanla, günahla) örtüp saran da elbette ziyan etmiştir (yıkıma uğramıştır).” 492
Kur’an, kötülüğü emreden nefse dikkat çekiyor. “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis muhakkak kötülüğü emreder.”493 İtmi'nan bulmuş (tatmin olmuş, doymuş) nefisler, Allah onlardan râzı, onlar da Allah’tan râzı olarak kullarının arasına ve O’nun Cennetine girerler.494 Bu nefis, ya sağlam bir imana ermekle, ya korku ve üzüntüden güven içinde olarak, ya Allah’ı hakkıyla zikrederek, (Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olur,495 doyar ve kurtuluşa erer.
Kişinin müslümanlığının işareti, nefsinin isteklerinin Kur’an’a ve Peygamberimizin koyduğu ölçülere uygun olmasıdır. Nefislerin; iman, ibâdet, itaat, duâ ve Allah yolunda çalışma ile tezkiye edilmesi (temizlenmesi, korunması) gerekir.
Nefs kökünden türeyen ‘nefes’ solunan hava, sevinç ve rahatlık getiren rüzgâr demektir. Yine aynı kökten gelen ‘nifas’ kadının doğum yapması, ‘teneffüs’ ırmağın veya sabahın ortaya çıkması veya ferahlanma (rahatlama), ‘nefis’ çok hoş, kendisine tutkun olunan şey anlamında kullanılmaktadır.
Allah’ın sıfatlarından biri de ‘Kıyam bi-Nefsihi’dir, yani O kendi kendine vardır, hiç kimseye muhtaç değildir. 496
491] 91/Şems, 7-8
492] 91/Şems, 9-10
493] 12/Yusuf, 53
494] 89/Fecr, 27-30
495] 13/ Ra’d, 28
496] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 492-494
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanın yapısı hakkında Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız. Nefs Arapçada "İnsanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir.
Kuran'da haber verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." 497
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücur" ilham etmiştir. Fücur Arapçada, "doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü..."
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir.
Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü'minlerle inkârcılar arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle Kuran'da, Bakara Sûresi'nin 87. âyetinde inkârcı yahûdilere seslenilirken "... size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?" denildiği bildirilmektedir.
Âyette bildirildiği gibi, inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur.
Buna karşılık mü'minler Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücura teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham
497] 91/Şems, 7-10
NEFS
- 133 -
ettiği şekilde ondan sakınırlar.
Kuran'da haber verilen Hz. Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhamet edendir."498 sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar, ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücur" kısmını inceledik. Aynı âyetin devamından nefse fücurunun yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır. Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sayesinde belirlenir ve uygulanır.
Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz. Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. Kuran'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir.
Mü'min, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve elçisine karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.
498] 12/Yusuf, 53
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir şey bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur." 499
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mü'mini bir anda dinden döndüremez ama küçük tavizler koparmaya çalışır. Örneğin, mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır. Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir.
İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır." 500
Âyette, mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." 501
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir." 502
Nefsinin kötü isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe yemin ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de yemin ederim." 503
499] 9/Tevbe, 91-92
500] 64/Teğâbün, 16
501] 79/Nâziât, 40-41
502] 89/Fecr, 27-30
503] 75/Kıyâmet, 1-2; Harun Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y. s. 30-35
NEFS
- 135 -
Nefsin Farklı Özellikleri
Sûfîler, Kur'an-ı Kerimin çeşitli âyetlerine dayanarak, insan nefsinin altı “mertebe”sinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilâve ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.
1- Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tâbi olan nefistir.
2- Nefs-i Levvâme: Allah'ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah'ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile mânevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.
5- Nefs-i Râdıye: Her yönüyle Hakk'a yönelen, Allah'tan gâfil olmama şuuruna eren ve O'ndan râzı olan nefistir.
6- Nefs-i Mardıyye: Bütün benliği ile Hakk'a teslim olan ve böylece Allah'ın kendisinden râzı olduğu nefistir. 504
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp mânevî olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibâdet sayılır. 505
Nefs-i Emmâre:
Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s.)'un dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, hevâ ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine muhâlefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmeyi emrettiğini bildirmektedir: "(Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hâriç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." 506
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup İlâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tâbi olup üzerine gazap hâkim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur. 507
Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun Allah Teâlâ'nın rızâsı olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah'ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir. 508
Râzî, âyetteki "...Rabbimin acıyıp koruduğu müstesnâ" ifâdesine dayanarak, tâat ve imanın Allah Teâlâ'dan geldiğini ve nefsin, O'nun rahmeti olmadan
504] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817
505] Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290
506] 12/Yusuf, 53
507] Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157
508] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülüklerden vazgeçmesinin sözkonusu olmadığını söylemektedir. 509
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s.) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bütün insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s.): "...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredendir."510 diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah'ın emirlerine yönelen ve böylece İlâhî rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibâret kalır. Zira Yusuf (a.s.) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah'a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır.
Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredendir."511 sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez.512 Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed’e (s.a.s.) âyet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır. 513
Nefs-i Levvâme:
Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre,514 ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme,515 üçüncüsü ise, Allah'ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainedir. 516
Allah Teâlâ, Kıyâmet sûresinde kıyâmetin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyâmet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir. "Kıyâmet gününe yemin ederim. Pişmanlık duyan nefse (nefs-i levvâmeye) yemin ederim."517 Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas'ın bulunduğu bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir.518 İbn Abbas
509] Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157
510] 12/Yusuf, 53
511] 12/Yusuf, 53
512] bk. İbn Kesir, Tefsirul Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320
513] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 74
514] Yusuf,12/53
515] 75/Kıyâme, 2
516] 89/Fecr, 27
517] 75/Kıyâme, 1-2
518] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174
NEFS
- 137 -
kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir.519 Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır. Yani o nefis, kıyâmet günü her durumda kendisini kınayacaktır. Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkân olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir.520 Rasûlullah (s.a.s.)'in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyâmet günü kendini kınamasın..." 521
Mücâhid'e göre ise nefs-i levvâme, muttakî insanların nefsidir. Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar. Katâde'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir. Bunlar kıyâmet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır. Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz. Adem (a.s.)'in kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur 522.
İbn Cerir et-Taberî, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvâmeden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir. Âyetin zâhirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir 523.
Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah'a yemin ederim ki, gerçek mü'min sürekli olarak kendi nefsini kınar. O, "Şu sözümle neyi kasdettim? Bu yemeği yememdeki gâyem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der. Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" 524. İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmesinin sebebinin risâlet ve Kur'an'ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir 525.
Fî Zilâli'l-Kur'anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî'nin tefsirini tercih ediyoruz. Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının içyüzünü bilir. Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır. Böyle bir nefis Allah katında iyidir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyâmetle birlikte zikretmiştir. Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir; insanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir. Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider. Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin
519] İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174
520] İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur'an, Beyrut 1988, 35
521] Âlûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136
522] Âlûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136
523] Taberî, XXlX, 175
524] İbn Kesir, Tefsîrul-Kur'anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, a.g.e., 35
525] İbn Kayyım, a.g.e., 38
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farkında olur 526.
Âyette Allah Teâlâ'nın kıyâmetle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "lâ"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir. Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyâmet üzerine yemin etmiş; ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir. Katâde ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katâde'nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler. 527
Nefs-i Mutmainne:
Hiçbir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi'nân-ı kalple Allah'ı Rab kabul edip, O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve O'na ulaşan insanın nefsi. 528
Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zâtı ve hakikatidir. Buna göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir. 529
Nefs-i mutmainne, Kur'anda bir yerde geçmektedir: "Ey huzura eren nefis, sen Allah'tan ve O da senden râzı olarak Rabb'ine dön! Gir (iyi) kullarımın arasına! Gir cennetime!"530 "Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Rasûlünün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah'ın dininin yasakladığından mecbûren değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedâkârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takip edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir. 531
Bazı âlimlere göre bu âyet, Hz. Osman (r.a.) hakkında nâzil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine'ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Kâ'be'ye doğru çevirmişti. 532
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah'a tam mânâsıyla teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, rûhî saâdete ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Âhirette de Allah'ın iltifâtına nâil olur. Yüce Allah'ın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu "Rabb'ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da âlimlerin farklı yorumları vardır. Âlimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitap
526] Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur'an, Kıyâmet sûresi tefsiri
527] İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, a.g.e., 34-38, 188; Ö. Tellioğlu, A.g.e. c. 5, s. 74-75
528] es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulûmiddin, Beyrut (t.y.) III, 4
529] Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814
530] 89/Fecr, 27-30
531] Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te'vil'i Ayil-Kur'an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'an, Kahire 1967, XX, 57 vd.
532] el-Kurtubî, el-Cami', XX, 58
NEFS
- 139 -
ya ölüm ânında veya kıyâmet gününde yahut da Cennet'e girişte yapılacaktır. 533
Nefs-i Râdıye:
Allah'tan râzı ve hoşnut olan insan rûhu. Hayvanî nefse (cana) ve insanî rûha (nefs-i nâtıka'ya) da "nefis" denilir. Hayvanî nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faâliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.
Ruh'a (nefs-i nâtıka'ya) gelince; aslında temiz ve Allah'ın emir âleminden olan bu cevher, Allah'a yaklaşmak ve O'na yükselmek ister. Ruh'a başlıca iki özellik verilmiştir: Akıl ve vicdan (basiret veya kalp gözü). Vicdan, ruhun temizlenerek iyiliğe yönelişi, bağlanışı ve Cenâb-ı Hakk'ı izleyişi ve bir nev'i O'na bakış yeteneğidir. İman ve İlâhî bilgilerde yükselmenin mahalli, ruhun bu yönüdür. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe (gönüle) yerleşir; nefsaniyet ve şeytaniyete açılan kapıdan çıkabilir. Ruh, şeytanın da tesiriyle hayvanî nefsin hükmü altına girer, aklını ve fikrini onun istekleri doğrultusunda kullanırsa; bu ruha "nefs-i emmâre" denilir. Bu durumunda devam ettiği müddetçe ruh günahlara dalarak tamamen paslanır, kirlenir ve neticede mühürlenir. O halde insanın ebedi saadeti için ruhunun nefsanî ve şeytanî kirlerden temizlenmesi gerekir: “Muhakkak nefsini (ruhunu) kötülüklerden temizleyen kurtuluşa erdi. Onu kötülüklerle örtüp kirleten de zarar ve ziyana uğradı." 534
İnsanî ruh; iman ederek ibâdet, zikir ve tâat, günahlardan kaçınma, mücâdelede ve riyâzet ile temizlenmeye başlar. Temizlendiği vakit insan ruhunda, temizlik ve saflığına göre ahlâken yükselme, İlâhî marifetlerde ilerleme gibi birtakım iyi durumlar meydana gelir. Ruhun temizlenme mertebesinin ilki; yaptığı günahların fenalığını anlayıp bunları işlediğine pişman olma ve kendini kınama mertebesi olan "nefs-i levvâme" derecesidir. Bundan sonra, ruh, temizlenme ve Allah'a yaklaşmaya doğru sırasıyla şu mertebelere ulaşabilir: Nefs-i mülheme (nefs-i mülhime de denilir), nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıyye nefs-i kâmile (nefs-i zekiyye veya nefs-i safiyye). Bunlardan nefs-i râdıye, insan ruhunun temizlenmeye başladığı andan itibaren kazandığı sıfat ve durumların dördüncüsüdür. Bu mertebeye "rızâ makamı" da denilir. Nefs-i râdıye; Allah için ibâdet, zikir ve tâat ile meşgul olarak dünyaya hiç gönül vermeyen, nefs-i hayvani'nin arzu ve isteklerinden tamamen vazgeçen, Allah'ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini terkeden kâmil kimsenin ruhudur. Bu makama gelen ruhta kazâya rızâ esastır. Böyle bir kimse Allah Teâlâ'nın irâdesine kayıtsız ve şartsız teslim olur. Allah'tan gelen her musibet ve nimet karşısında aynı derecede memnun ve râzı olur. Bu mertebede insan ruhuna, bütün hallerinde kemâl-i rızâ ile muttasıf olduğu için, nefs-i râdıye denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu nefs-i nâtıkaya "Ey mutmain olup güvenceye kavuşmuş nefis! Râzı olmuş ve (Allah tarafından) râzı ve hoşnud olunmuş olarak Rabbi'ne dön" 535 sözüyle hitap etmiş533]
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233; Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 5, s. 75
534] 91/Şems, 9-10
535] 89/Fecr, 27-28
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tir. Cenâb-ı Hakk'ın nefs-i râdıye'ye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı (ölümü) zaman, ya ba's zamanında veyahut da âhirette hesabının tamamlanmasından sonra olacaktır, denilmiştir. Kur'an'da bildirilen nefs-i râdıye için bu hitap, bu üç zamana da şâmil olur. Bir kısım müfessirler; imanda kemâle ermiş nefs-i mutmainne'ye dünyada Cenâb-ı Hakk'ın bu hitâbının doğrudan doğruya meydana geldiği kanaatine varmışlardır. Bu takdirde "dönmek" emri, ihtiyar ve istekle bütün işlerinde gönül verip râzı olarak Allah Teâlâ'ya ve O'nun emir ve takdirine dönme emridir. Sıkıntı, musibet, genişlik ve sevinç hallerinde kazâ ve kadere rızâ ve bu sûretle bu imtihan âleminde çeşitli zorluklara güzel ve büyük bir metânetle göğüs germek nefs-i mutmainne'nin kemal mertebesi olan nefs-i râdıye'nin hasletidir. Ve mardıyye (Allah katında makbul ve O'nun hoşnutluğuna ermiş olmak) da bunun arkasından gelir.
Ruhun bu râdıye mertebesi ve makamı ancak zevk ile bilinir; tatmayan bilmez. Râdıye makamına yükselmiş olan insanî nefse ikram edilen sıfatlar; vera' (şüpheli şeyleri terketmek), ihlâs, muhabbet, üns, huzur (muhadara), keşif ve kerâmettir. Nefs-i râdıye, Allah'tan ve O'nun rızâsına erdirecek olanlardan başkasını terkettiği gibi, hatta mâsivâyı (Allah'tan başkasını) dahi unutur. Râdıye mertebesinde olan kâmil kişi Cemal-i Mutlak'ın şuhûdunda müstağrak olur. Âlemde başına her ne gelirse, onu gönül hoşluğuyla kabul edip zevkini alır. Bu durumlarında bile halka nasihatte, emr-i bil-ma'rûf ve nehy anil-münkerde bulunur. Böylece halkı irşad etmekten geri durmaz. Sohbetinde bulunan, onun sözlerinden istifâde eder. Bu makamın sahibi huzur-ı Hakk ile edeb deryasına dalar. Duâsı Allah katında reddolunmaz. Fakat edep ve hayâsı gâlip geldiğinden, zorunlu kalmadıkça kendisi için bir şey talep edemez.
Nefs-i râdıye mertebesine gelmiş kâmil kişi Allah katında aziz ve mükerremdir. İnsanlar ona saygı gösterirler. Halkın ona saygısı cebrî ve kahrîdir. Onu sayanların çoğu, ona niçin ve ne sebeple saygı gösterdiklerini bilmezler. Böyle bir zat, asla zâlimlere boyun eğmez ve onları sevmez; zâlimlerin zulümlerinden de selâmet bulur. Eğer fakir olup da kendisine yardım ederlerse, yardım edenler bile onu Rabbiyle meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bu makamda bulunan kâmil, daha çok Allah'ın "Hayy" ism-i şerifini söylemekle meşgul olur, bu isimle fenâsı zâil olur; "Hayy" ile beka bulur ve "mardiyye" makamına yükselir. Allah Teâlâ'nın esmâ ve sıfatlarının tecellisine mazhar olur. Böylece ilmel-yakînden aynel-yakîn mertebesine ve mardıyye makamına gelir. Ve buradan nefs-i kâmile makamına yükselir ve kendisinde Hakkal-yakîn hâsıl olur. Hak yoluna giren bu kâmil, asla yanlış bir itikada sapmadığı gibi, bütün hallerinde ahkâm'ı şer'iyye'yi kendi nefsinde icrâ etmekten zerre kadar ayrılmaz. 536
Özelde nefs-i râdıye ile ilgili bu yorumların ve genelde nefsin mertebeleri/merhaleleri olarak merdiven basamağı ve sınıf atlama şeklinde çıkılan makam olarak kabul edilen bu yaklaşımların, Kur'an'la sağlaması yapılmadan, daha çok tasavvufî anlayışa dayandığını hatırlatmamız gerekiyor. İlerideki sayfalarda bu konuya daha geniş açıklamalar getirilecektir.
536] İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul 1310, s. 491-493; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhul-Beyan, ilgili âyetler. Şeyh Abdul-Hadi, Kitab-ü babil-Fütûh li-ma'rifet-i Ahvâli'r-Ruh. Mısır, Matbaatül-Hayriyye; Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, el-Hacc Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakışibendi, Miftahul-Kulûb; Muhiddin Bağçeci, a.g.e. c. 5, s. 75-76
NEFS
- 141 -
Kur’ân-ı Kerim’de Nefs Kavramı
"Nefs" ve türevleri Kur'ân-ı Kerim'de toplam 298 yerde geçer. "Hevâ" kelimesi ve türevleri ise toplam 38 yerde kullanılır. Rûh kelimesinin kök ve türevleri 57 yerde zikredilir. Kur'an'da nefs kelimesi, büyük çoğunlukla insan rûhunu ifâde eder. Buna karşılık "rûh" kelimesinin Kur'an'da 21 yerde geçmesi ve bunların çok azının insandaki rûhu ifâde etmesi dikkat çekicidir.
Kur'ân-ı Kerim'in bize isim olarak sunduğu kalıp, çoğulu "enfüs" olan "nefs"tir. "Nüfûs" şeklindeki çoğulu ise yalnızca -biri tek başına, diğeri de muzâaf/tamlama olmak üzere- iki yerde kullanılmıştır. 537
Kur'an'da "nefs" kelimesinin incelenmesi, onun, ancak kendisiyle bağıntısı olan varlığa bağlı olarak düşünülmesiyle mümkündür. Nefs, hemen hemen her zaman beşerî varlıklar hakkında kullanılır. Nâdir olarak Allah veya puta tapıcılıktaki tanrılar ve çok istisnâî olarak da cinler için kullanılır.
"Nefs"in Allah Hakkında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'in altı ayrı yerinde nefs kelimesi Allah Teâlâ'ya ıtlak olunmuştur. "Nefs"in Allah için kullanıldığı âyetlerin açıklanması, özellikle tefsirciler arasında değişik görüşlerin ileri sürülerek farklı yorumlar yapılmasına sebep olmuştur. Bunun sebebi, "nefs" kelimesinin hem Allah'a ve hem de başta insan olmak üzere bazı diğer varlıklara ıtlak olunmasıdır. Kur'an'da "nefs"in Allah'a ıtlak olunduğu âyetleri müfessirler te'vil yoluna gitmişlerdir.
"Nefs"in Allah'a ıtlak olunduğu âyetler, ya bizzat Allah Teâlâ'nın kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler hep "Allah'ın zâtı" mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'ya hitâben: "Seni kendim (nefsim) için seçtim." 538 buyuruyor. Başka bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa'nın ağzından "nefs" sözcüğü Allah Teâlâ için kullanılmaktadır: "(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem." 539. Fahreddin Râzî'ye göre, bu âyetten kasıt; "Sen benim bildiklerimi biliyorsun, ben Senin bildiklerini bilmiyorum" demektir. Bu âyette Allah için kullanılan "nefs" kelimesi "Allah'ın zâtı" ve "hakikati" mânâsına gelmekle birlikte, buradaki "Senin nefsinde" deyimi, "Senin yanında, Senin katında" olarak da anlaşılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in başka yerlerinde Allah Teâlâ, "nefs" kelimesini kendisi için kullanıyor: "O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı."540; "Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine (üstüne) yazdı." 541; "Allah sizi nefsinden (Kendisinden) sakındırır." 542 Zikredilen bu âyetlerde geçen "nefs" kelimesi hep "Allah'ın zâtı ve hakikati, zâtullah" mânâsına gelmekle birlikte, son olarak kaydedilen ve Âl-i İmrân sûresinin iki ayrı âyetinde aynı şekilde geçen "nefs" sözünün "işkence" ve "cezâlandırma" olduğunu söyleyen tefsirciler de vardır.
Nefsin Diğer İlâhlar Hakkında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ'dan başka, putperestlerin tapındıkları tanrılar için de iki ayrı yerde "nefs"
537] 81/Tekvîr, 7; 17/İsrâ, 25
538] 20/Tâhâ, 41
539] 5/Mâide, 116
540] 6/En'âm, 12
541] 6/En'âm, 54
542] 3/Âl-i İmrân, 28 ve 30
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Bu âyetlerin birinde Cenâb-ı Hak, puta tapanlara işaret ederek: "O'nu (Allah'ı) bırakıp hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan ve kendi nefislerine bile zarar da fayda da veremeyen, öldüremeyen, yaşatamayan, (ölüleri diriltip kabirden) çıkaramayan birtakım tanrılar edindiler."543 buyurmaktadır. Diğer bir âyette de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) seslenerek: "De ki: Öyleyse O'ndan (Allah'tan) başka kendi nefislerine bile bir yarar ve zarar veremeyen velîler mi edindiniz?"544 Bu iki âyette "nefs" kelimesi, yine "zât" mânâsını ifâde etmekte ve başta putperestlerin taptıkları putlar olmak üzere kendisine tapınılan bütün ilâhlar için kullanılmaktadır.
Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması: "Nefs" ile "ruh"un aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha "nefs", terbiye edilmiş nefse de ruh denilir. Nefsin, başka bir deyişle rûhun bizzat "İnsan rûhu"nu ifâde eder mâhiyette pek çok yerde kullanıldığını görüyoruz. Hatta Kur'an'da "nefs"in en çok "ruh" anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Önce "nefs"in farklı özellikleriyle ilgili âyetlere göz atalım: Nefs-i levvâme: "Hayır! Devamlı kendini kınayan nefse yemin ederim."545 Nefs-i mülheme ile ilgili olarak: "Nefse ve onu şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânını) ve takvâsını (korunmasını/itaatini) ilham edene yemin olsun."546 buyrulur. Nefs-i mutmainne ile ilgili olarak ise: "Ey mutmain (huzura eren nefis!"547 diye "nefs"e hitap edilmektedir. Bu âyetteki "nefs" sözcüğünü, âlimlerin çoğunluğu "zât" mânâsına, bir bölümü de "ruh" mânâsına almışlardır. Nefs-i mutmainne; "huzura ermiş nefis" veya "huzura ermiş ruh" demek olur. 548
Râdıye ve Mardıyye nefse işaret eden âyette: "Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!"549 buyrulmaktadır. Nefs-i kâmileye işaret eden âyet-i kerîmede ise: "Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu kirletip örten ziyâna uğramıştır." 550 buyruluyor.
Nefsin farklı özellikleriyle ilgili olarak zikrettiğimiz tüm bu âyetler hep "ruh" anlamındadır. Bunun dışında "ruh" anlamına gelen diğer âyet-i kerîmelere de birkaç örnek vermek yerinde olacaktır: "O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi, nefislerinizi çıkarın!' (derken) onların halini bir görsen." 551; "Allah, öldükleri sırada nefisleri (canları, ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar (bedenlerine) geri gönderir." 552
Nefsin "Kalp, Gönül, İç dünya" vb. Anlamlarında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde nefs kelimesinin, "İnsanın kalbi, gönlü, iç dünyası" gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir. Kur'ân'a göre insanlardan bazıları
543] 25/Furkan, 3
544] 13/Ra'd, 16
545] 75/Kıyâmet, 2
546] 91/Şems, 7-8
547] 89/Fecr, 27
548] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
549] 89/Fecr, 28
550] 91/Şems, 9-10
551] 6/En'âm, 93
552] 39/Zümer, 42
NEFS
- 143 -
bir peygamber kendilerine gönüllerinin istemediği bir şey getirince büyüklük taslamışlardır.553 Ehl-i kitabın çoğu, içlerinde kıskançlık beslerler.554 İnkârcılar, vicdanları doğru bulmasına rağmen, zulüm ve böbürlenme yüzünden kâfir olmuşlardır.555 insanlar bazı şeyleri içlerinde gizlerler.556 Ama Yüce Allah onların kalplerinde olanları bilir.557 Tüm bu âyetlerde değişik biçimlerde geçen "nefs" kelimesi, hep insanın vicdanına, iç dünyasına, kalp ve gönül âlemine delâlet etmektedir. Bunlara benzer başka âyet-i kerimeler de vardır. 558
Nefsin "İnsan Bedeni" Anlamında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'de, "nefs" kelimesinin "İnsanın bedeni" mânâsında kullanılışının en güzel ve açık örnekleri Yusuf (a.s.) kıssasında sunulur. Mısır azizinin karısı, Hz. Yusuf'tan murad almak, yani onun bedeninden yararlanmak istemiş, fakat Yusuf (a.s.) ondan kurtulmayı başarmıştır. Azizin karısı, bedeninden yararlanmak istediği Hz. Yusuf'un suçsuz olduğunu sonradan itiraf etmiştir.559 Bu âyet-i kerîmelerde nefs, hep insan bedenine delâlet etmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'in üç ayrı yerinde geçen "Her nefis ölümü tadacaktır."560 âyetindeki nefs kelimesinin de beden anlamına geldiğini söyleyenler olmuştur. Meselâ, Fahreddin Râzî bu âyeti açıklarken, buradaki nefsin beden anlamına geldiğini ifade eder. Bu âyetin dışında, nefs kelimesinin insan bedenine delâlet eden daha başka âyetler de vardır. 561
Ancak, Kur'an'da verilen âhiret hayatına ilişkin tasvirler nefsin bâkî olduğuna işaret etmektedir. Meselâ yukarıda geçen her nefsin mutlaka ölümü tadacağına dâir âyet bile aslında nefsin/rûhun ölmeyeceğine delâlet etmektedir. Zira nefsin ölümü tatması, bedenin ölümünü hissetmesi, ölen bedeninin acısını çekmesi, bedeninden ayrılması demektir. Tatmak için diri ve duyarlı olmak gerekir. Öyleyse nefsin insan bedeni anlamına kullanıldığı Kur’an âyetleri olmakla birlikte, insan bedeninin Kur’an’daki nefs kavramının içeriğine girip girmediği pek açık değildir. Bu açıdan net olarak Kur’ân-ı Kerim’de nefs-beden ayrımından söz etmek mümkün görünmemektedir.
“Nefs”in “Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: Kur’ân-ı Kerim’de nefsin geniş ve zengin kullanım alanlarından biri de, “beden ile birlikte ruh” mânâsıdır. İnsan, bedeni ve rûhuyla bütünleşmiş bir yapıya sahiptir. Ölüm denen şey ise bedenin canlılığını yitirmesi ve ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh bedene tekrar geri dönünce kul sorguya çekilecek ve sorumlulukları dâhilende yaptığı şeylerden hesap verecektir. “O gün herkes gelir, kendi nefsini kurtarmak için uğraşır (her nefis kendisiyle uğraşır) ve her nefse, yaptığı(nın karşılığı) tam olarak verilir ve onlara
553] 2/Bakara, 87
554] 2/Bakara, 109
555] 27/Neml, 14
556] 3/Âl-i İmrân, 154; 12/Yusuf, 77
557] 11/Hûd, 31; 2/Bakara, 235
558] 20/Tâhâ, 67; 58/Mücâdele, 8; 32/Secde, 17; 4/Nisâ, 113; 17/İsrâ, 7; 7/A'râf, 205; 21/Enbiyâ, 64; 2/Bakara, 130, 235; 6/En'âm, 158
559] 12/Yusuf, 32, 51
560] 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57
561] 3/Âl-i İmrân, 61, 145; 6/En'âm, 151; 17/İsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7; 18/Kehf, 6; 28/Kasas, 19; 32/Secde, 27; 33/Ahzâb, 50; 51/Zâriyât, 20-21; 57/Hadîd, 22
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asla haksızlık edilmez.” 562
Kıyâmet günü, hesap ânı geldiği zaman; her nefs ancak Allah’ın izniyle konuşacak563 ve yeryüzünde yapmış olduğu şeyleri görecektir.564 Her nefis, kendisini zor duruma düşüren veya kendisinin lehinde olan fiillerin ve davranışların neler olduğunu bilecektir.565 Hiçbir nefse haksızlık yapılmayacak,566 fakat “her nefse, kazandığı(nın karşılığı) tam olarak verilecektir.”567 Hüküm giyen nefisler; karşılaşacakları kötü sondan dolayı ağlayıp dövünecekler.568 Ama bu boşunadır; zira “O din gününde hiçbir nefis, başka bir nefis için (herhangi) bir şeye sahip değildir.” 569
Nefsin ruh ile beden beraberliğini dile getiren şu âyet, belki de bu konuda üzerinde en çok konuşulan âyettir: “Allah, öldükleri sırada canları alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekileri de belli bir süreye kadar bedenlerine gönderir...”570 Bu âyette nefis, vücuttan çıkarak baygınlık (burada uyku) veya ölüm getiren ve tekrar ona girerek dirilmeyi (burada uyanma) tahrik eden “hayatî prensip”tir. Kur’an’da, nefs “hayatî soluk” teriminin, fânî bedene sıkı sıkıya bağlı bir prensibi göstermiş olması çok önemlidir. Nefis, kaderini paylaştığı bu fânî dayanaktan ayrılmaz. İlâhîlikten kaynaklanan ve bu İlâhî güç tarafından ölümlü maddeye üflenen “hayat prensibi” sözkonusu olunca, Kur’an’ın nefis terimini kullanmamasında şaşılacak bir şey yoktur. Bu durumda “ruh” ismiyle karşılaşılır. Kur’an dilinde “hayatî soluk”, “yaşatıcı ruh” anlamına gelen nefis ile “hayat rûhu” ve “mânevî ruh” anlamına gelen ruh arasında sürekli bir ayrım vardır. Elmalılı, bu âyetteki “nefisler”den maksadın “ruh ile bedenin toplamı” olduğunu söylüyor. “Nefse ve onu şekillendirene yemin olsun”571 âyeti de bedenle birlikte ruh mânâsını ifâde eder.
Ruh-beden bütünlüğünü en güzel biçimde dile getiren âyetlerden biri de; “Nefisler (ruhlar bedenlerle) çiftleştiği zaman”572 âyet-i kerîmesidir. Buradaki eşleştirmeyi, ölümden sonra meydana gelen dirilişte, ruhun tekrar bedene geri dönmesi olarak yorumlayanlar vardır. Nefsin, bedenle birlikte ruh anlamına geldiğini ifâde eden daha başka âyet-i kerîmeler de vardır. 573
Nefsin “Kötülüğü Emredici” Anlamında Kullanılması: İnsanın her türlü kötülüğü işlemesine sebep olan nefs-i emmâre ile ilgili âyet-i kerîmede Hz. Yusuf şöyle konuşuyor: “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin merhamet ettiği hâriç...”574 insan nefsi, kötülük yönüne meyledicidir
562] 16/Nahl, 111
563] 11/Hûd, 105
564] 82/İnfitâr, 5
565] 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitâr, 5
566] 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54
567] 3/Âl-i İmrân, 25, 151
568] 33/Ahzâb, 66
569] 82/İnfitâr, 19
570] 39/Zümer, 42
571] 91/Şems, 7
572] 81/Tekvîr, 7
573] 2/Bakara, 286; 5/Mâide, 25, 105; 6/En’âm, 130, 152; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 23, 30, 44, 49, 54; 13/Ra’d, 11, 42; 17/İsrâ, 7; 20/Tâhâ, 15; 29/Ankebût, 6; 39/Zümer, 70; 40/Mü’min, 17; 45/Câsiye, 15; 53/Necm, 32
574] 12/Yusuf, 53
NEFS
- 145 -
ve bütün gücüyle kötü işleri telkin edicidir. Genel olarak, insan nefsinin yaratılışında şehvete, günaha ve kötülüğe doğru bir eğilim vardır. Nefis, kendi gücünü bu yönde kullanır. Bu nedenle insan sırf kendi nefsiyle başbaşa kalırsa kötülüğe sürüklenebilir. Ancak, yukarıdaki âyet-i kerîmeden de anladığımız üzere Allah Teâlâ’nın koruduğu, yani Hz. Yusuf’un (a.s.) nefsi gibi Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetiyle tüm kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş, başka bir deyişle terbiye edilerek rûhânî ve mânevî özellikler kazandırılmış nefisler bundan müstesnâdır. Allah Teâlâ’nın himâyesi nefsin kötülüğü emredici özelliğini etkisiz kılar.
Kur’ân-ı Kerim’de nefsin insanı aldatıcı ve kötü işlere sürükleyici özelliklerine şöyle işaret edilir: “...Herhalde nefisleriniz sizi aldatıp (kötü) bir işe sürükledi...” 575; “...Nefsim bana böyle (yapmayı) hoş gösterdi.”576 Kötü işleri güzel gösteren bu nefis, Hz. Âdem’in oğlu Kabil’i, kardeşi Habil’i öldürmeye dâvet etti ve o da nefsine uyarak onu öldürdü.577 Yani nefsi, bu öldürme işini ona kolay gösterdi. Onu bu işten vazgeçirmek şöyle dursun; böyle büyük ve ilk cinâyeti çok basit bir işmiş gibi göstererek onu cesâretlendirdi.
Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre nefis, şeytanın vesveselerine kapılarak onunla işbirliğine gider, fakat şeytan onu hesap gününde yüzüstü bırakır578 ve nefis de bundan pişmanlık duyar.579 Nefis, sadece şeytanın fısıltılarına kanmakla kalmaz, ayrıca kendi de insana birtakım kötülükleri yapması yönünde vesvese verir.580 Ayrıca, nefis, insana cimriliği emredip onun cömert olmasına engel olur. Nefsin cimriliğinden sakınılmalıdır. 581
Öyleyse Yüce Rabb’in huzurunda verilecek hesaptan korkup nefsi hevâdan, kötü isteklerden alıkoymak gerekmektedir.582 Nefsin iştah duyduğu ve tat almak istediği, dine uygun olmayan eğilimlerden oluşan hevâ, her türlü şehvetin toplamıdır. Bu hevâ, Cehennemin kapısını açmaya sebep olan anahtar konumundadır. Nefsin arzularından uzak durmak ise Cenneti kazanmaya vesile olur. Bu yüzden nefsin hevâsına kesinlikle uyulmamalıdır. Zira, insanı günaha düşürerek İslâm’dan yüzçevirten nefistir.583 Sâmirî’ye altın buzağı yapmayı emreden de odur.584 Her türlü kötü huy ve arzu da onda yatmaktadır.585 Öyleyse yerine getirilmesi gereken görev, ona hâkim olup, daima Allah’ı zikretmekle meşgul olan sâlih kullarla birlikte bulunmaktır.586 “Kim Rabbinin makamından (O’nun huzurunda bulanacağı andan) korkar ve nefsi(ni) kötü heveslerden alıkoyarsa, (onun için) gidilecek yer Cennettir.” 587
Nefsin “İnsan, Cin, Melek, Hayvan veya Bitki İçin Zât (Kişi, Kimse, Kendi,
575] 12/Yusuf, 18
576] 20/Tâhâ, 96
577] 5/Mâide, 30
578] 14/İbrâhim, 22
579] 39/Zümer, 56
580] 50/Kaf, 16
581] 59/Haşr, 9
582] 79/Nâziât, 40
583] 2/Bakara, 130
584] 20/Tâhâ, 96
585] 53/Necm, 23
586] 18/Kehf, 28
587] 79/Nâziât, 40-41
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şahıs vb.)” Anlamında Kullanılması: Nefsin bir yönüyle de, “bir şeyin zâtı ve hakikati, yani varlığı” mânâsına geldiğini biliyoruz. İşte bu anlamda Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin insanlara, cinlere, hayvanlara veya bitkilere, kısacası yeryüzündeki canlı varlıklara ıtlak olunarak, onların zâtı, varlığı mânâsında kullanıldığına şâhit oluyoruz: “Ve öyle bir günden korkun ki; o gün hiç kimse, kimsenin (hiçbir nefis, başka bir nefsin) yerine bir şey ödeyemez; kimseden şefaat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.”588 Burada geçen nefis kelimeleri, insanın zâtını, yani varlığını, şahsiyetini ifâde etmektedir.
“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, bir tek kişi (nefsin yaratılıp diriltilmesi) gibidir...”589 Bu âyet-i kerîmedeki “nefs” sözünün anlamı “bir tek şahıs (kişi, kimse) imiş gibi” demektir.
Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’de nefsin, insanların yanısıra cin ve meleklerin, hatta bitkilerin zât ve hakikatlerine delâlet ettiğine dâir işaretlere rastlamak da mümkündür: “...Hiç kimse (hiçbir nefis), yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse (hiçbir nefis), hangi yerde (nerede) öleceğini de bilmez...”590 Bu âyette geçen nefs kelimesi; insanları, cinleri ve melekleri içine aldığı gibi, hayvanları ve bitkileri de kapsar. Zira âyet-i kerîmede hiçbir nefsin “nerede öleceğini” bilemeyeceği ifâde ediliyor. Yer ile birlikte zaman da sözkonusudur. Zamansız mekân düşünülemez. Dolayısıyla “hangi yerde öleceğini bilemez” sözünde, aynı zamanda “ne zaman öleceğini bilemez” mânâsı da yatmaktadır. Gerek hayvanlar ve gerekse bitkiler akıldan, dolayısıyla bilgiden yoksun oldukları için hayâtiyetlerinin ne zaman son bulacağını bilemezler. Öyleyse bu âyetteki “nefis” kelimesi; insanları, cinleri ve melekleri ifâde etmekle birlikte, bitki ve hayvanları da içine alıyor olsa gerektir.
Bir başka âyette de: “Her nefis, kazandığıyla (Allah katında) rehin alınmıştır”591 buyruluyor. Bu âyetteki “nefis” sözü, “İnsanlardan ve cinlerden bütün mükellef nefisler” anlamına gelmektedir. Demek ki, Kur’ân-ı Kerim’de, nefsin sözlük anlamlarından birine uygun olarak “zât ve hakikat” mânâsında kullanıldığı ve bunun “İnsanların, cinlerin, meleklerin, hatta hayvanların ve bitkilerin zât ve varlıklarına” delâlet ettiği anlaşılıyor.
Nefsin, “Cins, Tür” Anlamında Kullanılması: Kur'ân-ı Kerim'in zengin kullanım biçimlerinden biri de "nefs"in geçen tüm mânâlarının yanısıra, bir de "cins, tür" anlamında kullanılmış olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Andolsun, içinizden (kendi nefsinizden) size öyle bir peygamber geldi ki; sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir."592 Buradaki "içinizden (yani kendi nefsinizden)" sözü; "kendi içinizden, kendi cinsinizden; melek değil, insan türünden, aslı ve soyu belli" demektir. "Yani, sizin gibi olan insan cinsinden; meleklerden vb. başka varlıklardan değil. Bu, o peygamberden nefret etmemeniz, ona uymaktan geri durmamanız ve o bizim cinsimizden olmadığı için ona uymaya gücümüz yetmiyor, dememeniz içindir."
"(Allah) Size kendinizden (kendi nefsinizden) bir misâl verdi..."593 âyetindeki "nefs"
588] 2/Bakara, 48
589] 31/Lokman, 28
590] 31/Lokman, 34
591] 74/Müddessir, 38
592] 9/Tevbe, 128
593] 30/Rûm, 28
NEFS
- 147 -
kelimesi de "cins, tür" anlamındadır. "O'dur ki; sizi bir tek nefs'ten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti..."594 "Âdem nefsi, beşerî nefs veya insanî nefs denen o bir tek nefs'in eşi olan dişisini, yani Havvâ'yı da ondan var etti ve onun cinsinden kıldı... Erkek bir tür insan, kadın bir insan olmakla birlikte, her ikisi de aynı kökten, aynı cinstendir." 595
"(Allah) Size, sizin nefisleriniz (cinsin)den eşler var etti..."596) âyet-i kerîmesindeki nefis de cinsi ifâde eder. Bu; "siz, erkeğiniz ve dişinizle iki ayrı nefsten değil; bir nefs türündensiniz. Allah onun eşini de onun nefsinin cinsinden var etti"597 demektir.
Başka bir âyette de şöyle buyrulur: "...(Allah) Size kendi nefsinizden çiftler ve hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu (düzen içi)nde sizi üretiyor..."598 Bu âyette geçen "kendi nefsinizden" sözü de; "kendi cinsinizden, yine insan olarak"599 demektir.
Nefsin Diğer Kullanılış Biçimleri: Kur'ân-ı Kerim'de, "nefs"in, ana başlıklar altında toplamaya çalıştıklarımızdan başka kullanılış şekilleri de vardır. Meselâ Fahreddin Râzî, "nefs"in Kur'an'da "akıl" mânâsında da kullanıldığını söyler. Ona göre: "Odur ki; geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün de ne işlediğinizi bilir. Sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir..."600 âyetinde geçen bu durum, akıl dışındaki hallerin, uyku durumunda etkisini sürdürmesi nedeniyledir. Akıl, uyku ile uyanıklık ânında değişen bir haldir. Demek ki; Râzî, uyku ânında insanın aklını kullanamaması nedeniyle, bazı âlimlerin "ruh" olarak anladıkları "nefs"i, burada "akıl" olarak kabul etmiştir. Uyku ânında aklın fonksiyonlarını yitirmesi gözönünde bulundurulursa, bu âyet-i kerîmedeki "nefs"ten "akıl" da anlaşılabilir.
Kur'an'da nefsin "işkence" ve "cezâlandırma" anlamlarına geldiği de görülür. Âl-i İmrân Sûresinin iki ayrı yerinde geçen; "...Allah sizi kendisinden (nefsinden) sakındırır..."601 âyetinde Allah Teâlâ'ya ıtlak olunan "nefs" kelimesi, "Allah'ın emirlerine karşı gelmenin karşılığı olan azâbı ve cezâlandırması" şeklinde de algılanabilir. Ayrıca nefsin, rûhun hakikati bilinemediği için "gayb" anlamına da geldiği söylenebilir. "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin; ben Senin nefsinde olanı bilmem..."602 âyetinde geçen ve Allah'a da ıtlak olunan "nefs" teriminden, "bilinmeyen şeyler" mânâsına, "gayb" da anlaşılabilir.
Kur'ân-ı Kerim'de "nefs" kökünden türemiş iki fiile rastlanır; teneffese ve tenâfese fiilleri.
1) "Teneffese": "Soluk aldı, nefes aldı" şeklindeki kullanım: "Nefes almaya başlayan sabaha andolsun."603 Buradaki nefs kökünden türeyen fiil, âyete; "sabah
594] 7/A'râf, 189
595] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. 4, s. 189
596] 16/Nahl, 72
597] Elmalılı, a.g.e., c. 4, s. 189
598] 42/Şûrâ, 11
599] Elmalılı, a.g.e., c. 7, s. 13
600] 6/En'âm, 60
601] 3/Âl-i İmrân, 28, 30
602] 5/Mâide, 116
603] 81/Tekvîr, 18
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açılmaya, sabah rüzgârı hoşça, tatlı tatlı esmeye başladığı zaman"604 mânâsını katar. "Sabahın nefes almaya başlaması, aydınlandığı, yani gün doğduğu ve ışık saçmaya başladığı zamandır." Aslında burada bir benzetme sözkonusudur: Işık, sabahın soluğu gibi yayılır.
2) "Tenâfese": "Yarıştı" şeklindeki kullanımı: "İşte yarışanlar, bunun için yarışsınlar."605 Elmalılı bu âyete şöyle mânâ vermiştir: "Birbirleriyle yarışanlar, işte ancak onda imrenme yarışına girsinler. Münâfese: Başkasında görülen bir olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri geçmek için nefislerin güzel şeylerde yarışması duygusudur ki; bu nefsin şerefinden ve amacının yüceliğinden kaynaklanır."606 Bu âyette yine gizli bir "soluk, nefes" fikri vardır. Çünkü can atılan şeye ulaşmak için nefes tüketilir. Kendisine can atılan, onun için nefes tüketilen şey de "nefis ve enfes" bir şeydir. Sıradan şeyler için boşuna soluk harcanmaz.
"Nefisleri kendilerini sıktıkça sıkmıştı"607 âyetinde geçen nefis, "nefes, gırtlak, boğaz anlamına yakındır. Bu âyette geçen mânâya uygun ve bugün de kullanılan bir deyim bilinmektedir: "Göğsüm daraldı, rahatım yerinde değil, kaygılıyım."
Kur'ân-ı Kerim, nefsin "kan" anlamına geldiği kullanış örneklerini içermez. Kan anlamına, "hayat soluğu"nun yerleştiği bir tür akışkan maddeyi ifâde eder. Öyleyse Kur'an dilinin, nefis terimini, maddî ve somut kavramlardan kurtarıp; maddî olmayan bir zemîne kaydırarak soyutlaştırmaya yöneldiği söylenebilir. Bu soyutlamaya karşın; Kur'an anlayışında nefsin kaynağına, kökenine özgü birçok unsurlara da rastlanmaktadır. Nefs-i emmâre ile ilgili âyetler buna örnek gösterilebilir.
Özetle; Kur'ân-ı Kerim'de nefis, kötülüklerin kaynağı olarak gösterilmekle birlikte, terbiye edilerek güzel özelliklerin ona kazandırılıp iyi bir ruh haline getirilebileceğine işaret edilmekte ve bu tavsiye edilmektedir. İnsanın gönlüne, kalbine, iç dünyasına da delâlet eden nefis, insanın bedenden oluşan cüssesini ve bedeniyle birlikte rûhunu da ifâde etmektedir. İnsan, cin, melek, hattâ hayvan ve bitkiler için zât, bünye anlamının yanısıra, cins, tür mânâsı da bulunan nefis; akıl, cezâlandırma, gayb gibi mânâlara da gelir. Nefs kökünden türeyen iki tür fiil vardır ve bunlar temelde "nefes, soluk" mânâsını da ifâde etmektedir. Nefs'in, "enfüs" şeklindeki çoğulu kullanılmakla birlikte, ender olarak "nüfûs" biçimindeki çoğulu da kullanılmıştır. Dolayısıyla, nefs'in sözlük mânâlarına uygun olarak, Kur'ân-ı Kerim'de bu anlamlara gelen kullanım örnekleri görülmektedir.
Kur'ân-ı Kerim'de, nefs kelimesinin 298 yerde kullanılması ve nefs üzerine yemin edilmesi, Allah Teâlâ'nın bu kavrama ne derece önem verdiğini göstermektedir. 608
"Nefs" kavramı, Kur’an-ı Kerim’de, ‘kendiniz, kendileri, kendin, kendim’ gibi ifadelerle tek tek kişi ve çoğul olarak kişiler hakkında kullanılmaktadır. Yine
604] Elmalılı, a.g.e., c. 9, s. 33
605] 83/Mutaffifîn, 26
606] Elmalılı, a.g.e., c. 9, s. 73
607] 9/Tevbe, 118
608] Ahmet Ögke, Kur’an’da Nefs Kavramı, s. 23-37
NEFS
- 149 -
Kur’an-ı Kerim’de, can,609 kişinin iç dünyası610 anlamındadır. 3/Âl-i İmran, 61. âyetinde Hz. Muhammed ve Hz. İsa anlamında, bir kaç âyette Allah'ı,611 bir âyette ilâhları,612 bir âyette de insan ve cin topluluklarını işaret etmek için kullanılmıştır. 613
Kur’ân-ı Kerim’de Nefsin Olumsuz Yönü Anlamındaki Hevâ Kavramı
Allah, "onların hevâlarına uyma" şeklinde sık sık Hz. Peygamber'i ve O'nun şahsında tüm ümmeti uyardığı âyetlerin çoğunda "hevâ" kelimesini çoğul şeklinde zikretmektedir. Bu kavramın toplam sayısı 38 olan bütün türevleri içinde 17 adedinin çoğul şeklinde olduğunu görüyoruz. Çünkü insanların her birinin kendine göre farklı bir hevâsı vardır. Hevâların sonu da gelmez. O yüzden onların hevâlarının sonu dalâlettir, şaşkınlıktır. Bu kavramın çoğunlukla çoğul şeklinin kullanılmış olması, hevânın genellikle nefse hoş gelen şehvet, zan, haset gibi zaaf şeklindeki bütün eğilimlerini kapsadığını ifade etmektedir.
Kur'an'da hevâ, yok oluş,614 yukarıdan aşağı düşüş,615 boşluk içinde bocalamak ve ne yaptığını bilmez şekilde davranmak616 gibi anlamlarla birlikte, genellikle ilmin ve hidâyetin zıddı, delilsiz, nefsin süslü ve kötü arzulara uymak anlamında kullanılmıştır.617 Genellikle Kur'an'da hevânın en belirgin özelliği, nefsin kötü arzularının dürtüsü, sapması ve saptırması kaçınılmaz bir meyli olarak işaret edilmektedir. 618
Mü’minlere düşen, hevâsına uyan kişilere değil; ilme tâbi olmaktır. İlmin kaynağı vahiy olduğuna göre, vahiy ile hevâ birbiriyle çelişen, birbirine zıt şeyler olmaktadır. 619 İlmin karşısında yer alan olumsuz kavramlardan “zan” da, hevânın doğal destekçisidir. Çoğu zaman ikisi bir arada bulunur. 620
Kur'an, vahyi dışlayarak her türlü çözümü akıldan beklemenin insanı hevâya esir edeceğini ve bunun da fesada yol açacağını belirtir.621 Hevâ, her zaman zan, istikbâr, yani büyüklük taslama ve bilgisizlikle beraberdir.622 Vahyin bir özelliği de hevâya bulaşmamış olmasıdır.623 Kur'an, hevânın adâlete engel olacağını624 ve insanı şeytanın oyuncağı yapacağını625 ifade eder. Hevâ, yer ve göklerin fesâda
609] 6/En’âm, 93
610] 2/Bakara, 235
611] 5/Mâide, 116
612] 25/Furkan, 3
613] 6/En’âm, 130
614] 20/Tâhâ, 81
615] 22/Hacc, 31
616] 14/İbrâhim, 43; 6/En'âm, 71
617] 30/Rûm, 29; 2/Bakara, 120
618] 6/En'âm, 56; 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
619] 2/Bakara, 120
620] 53/Necm, 23; 6/En’âm, 116
621] 18/Kehf, 28; 28/Kasas, 50; 38/Sâd, 56
622] 45/Câsiye, 18; 2/Bakara, 87, 120, 145; 5/Mâide, 48; 13/Ra'd, 37; 30/Rûm, 29; 6/En'âm, 119; 53/Necm, 23
623] 53/Necm, 3
624] 4/Nisâ, 135
625] 6/En'âm, 71
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğramasına yola açar.626 Cennet, hevânın yönlendirmediği bir yolun sonucunda elde edilir. 627
Kur'ân-ı Kerim, hevânın zıddı olarak, bazı âyetlerde "beyyine" kelimesini kullanır.628 Beyyine, hakkın/gerçeğin ortaya çıkmasına delâlet eden tüm belge, aklî delil, kanıt ve ilim demektir. O yüzden Kur'an, bir beyyinedir. Kur'an, hevâ kelimesinin karşıtı olarak bazen "ilim" kelimesini kullanır.629 İlim, eşyanın gerçek mâhiyetini bilmek ve ona göre tavır almak olduğuna göre, hevâya dayalı yaklaşım, eşyanın bulunduğu hal ve durumun aksine davranmaktır. İşte bu, zulümdür. Böyle büyük bir zulmü işlememek için bâtıl olan her şeyden uzaklaşarak, benliği kararlı bir şekilde hak olan dine çevirmek ve Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davranmak gerekmektedir.
Beyyine olan Kur'an, bir değerler kaynağı, varlıkla alâkalı Allah'ın açıklamalarıdır. Bunlar hakikatin belgeleridir. Zaten Kur'an, tüm insanlar için bir beyandır/açıklamadır. Öyle olunca, kişinin önce kendisi ve sonra tüm varlık ile olması gerektiği şekilde ilişkilerini sürdürebilmesi için, Rabbinden gelen açıklamaları rehber edinmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, yanlış yaklaşımlar üzerinde olan ısrarlı tutumları sebebiyle, Allah'ın varlıklar üzerinde geçerli kıldığı yasa gereği, kalpleri mühürlenecektir. Artık hakikatle buluşma konusundaki potansiyel imkânlarını büsbütün kaybedecektir. 630
İzutsu'nun da belirttiği gibi, hevânın Kur'an metninde hiç değişmeyen anlamı, "İnsanı doğru yoldan saptırması kaçınılmaz olan şer bir temâyül"dür. Böylelikle Kur'an'da hevâ; ilmin, yani Hakikat'ten beyan olunan bilginin zıddını oluşturur. 631
Hevâya tâbi olmak, evrenin uyumlu düzeninin yıkılışı, anarşi ve kaosun sebebi olarak gösterilmiştir.632 Nefsin hazlarını, yani hevâyı esas olan kişilerin müşrik ve bu hevâî özelliklere sahip ideolojilerin birer şirk düzeni olduğu değerlendirilir. 633
Kur'an, hevâya karşı insanı mücâdeleye, onu dizginlemeye yöneltmektedir. "Her insan tabiatının gereği budur; bu, yapısında vardır" diyerek hevâ ve hevesini serbest bırakmaya kimse selâhiyet sahibi değildir. İnsan ruhunda her ne kadar hevâya meyletme hissi bırakılmışsa da, onunla mücâdele edebilecek yetenek ve kuvvet de bahşedilmiştir. 634
Bazı âyetlerde “hevâ”, ilmin zıddı olarak sunulurken,635 bazı âyetlerde
626] 23/Mü'minûn, 71
627] 79/Nâziât, 40
628] 6/En'âm, 56-57
629] 2/Bakara, 145; 30/Rûm, 29-30
630] 47/Muhammed, 14, 16; Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve insan, s. 266
631] Toshihiko İzutsu, Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 191
632] 23/Mü'minûn, 71
633] 45/Câsiye, 23
634] Seyyid Kutub, Fî Zâlâli'l-Kur'ân, VI/3819
635] 2/Bakara, 120; 6/En’âm, 119; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 18
NEFS
- 151 -
dalâlet/hidâyetsizlik,636 istikametsizlik,637 hüccetsizlik/delilsizlik638 anlamlarını göstermekte, böylece son kertede oluşan Allah’a kesin başkaldırının adım adım oluşan aşamaları belirtilmektedir. 639
Hevâ, yani kişinin heves ve kaprisleri gurura; gurur da hakikatin reddine640 ve adâletsizliğe641 yol açar. İnsanın, nefsin kötü arzularıyla mücâdelesinde Allah'ın yüce makamını düşünüp hesap günü korkusu, onu hevâya tâbi olmaktan kurtarabilir. Hevâ çukuruna düşmeyip yücelere yükselmenin bedeli cennet olacaktır. Kur'an, âhiret saâdetini elde etmek için hevâya göre hareket etmemenin şart olduğunu belirtir. 642
"Ancak nefsini aşağılık yapan kimse İbrâhîm ('in tevhid) dininden yüz çevirir..." 643
"Allah nefislerinizdekini bilir. O'ndan sakının." 644
"Her nefis ölümü tadacaktır." 645
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisden/candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbiniz (e karşı gelmek)den ittika edin/çekinin. Kendisi (nin adını öne sürmek sûreti) ile birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık (bağlarını kesmek)ten sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.” 646
“...Nefislerinizi öldürmeyin.” 647
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen her kötülük de kendi (günâhın yüzü)ndendir (min nefsike). Seni insanlara rasûl/elçi gönderdik. (Buna) Şâhid olarak Allah yeter." 648
"(İsa:) Sen benim nefsimdekini bilirsin, ben Senin nefsindekini (zâtını) bilmem." 649
"Muhakkak ki nefis, kötülüğü emredicidir." 650
"Allah, ölmekte olan canları (nefisleri) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendilerinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." 651
“Velâ telmizû enfüseküm / Nefislerinizi ayıplamayın.” 652
636] 28/Kasas, 50
637] 42/Şûrâ, 15
638] 47/Muhammed, 14
639] Sadık Kılıç, Fıtratın Dirilişi, s. 84
640] 2/Bakara, 87
641] 4/Nisâ, 135
642] 79/Nâziât, 40-41
643] 2/Bakara, 130
644] 2/Bakara, 235
645] 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35; 29/Ankebût, 57
646] 4/Nisâ, 1
647] 4/Nisâ, 29
648] 4/Nisâ, 79
649] 5/Mâide, 116
650] 12/Yusuf, 53
651] 39/Zümer, 42
652] 49/Hucurât, 11
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun. Dinleyin, itaat edin, nefisleriniz için, kendi iyiliğinize olarak infak edin/harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir." 653
"Hayır, kınayan (levvâme) nefse andiçerim." 654
"Ey huzura eren mutmain nefis! Râzı edici ve râzı edilmiş (râdıye ve mardıyye) olarak Rabbine dön! (İyi) Kullarım arasına gir! Cennetime gir!" 655
"Nefse ve onu tesviye edip biçimlendirene; Ona fücûrunu/bozukluğunu ve takvâsını/korunmasını (isyânını ve itaatini) ilhâm edene andolsun. (Allah'tan başkasına tapmayarak) Nefsini arındırıp yücelten kazanmış, (Yaratıklara taparak) Onu alçaltan da ziyana uğramıştır." 656
"Milletlerine (dinlerine) uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da asla senden râzı (hoşnut) olmayacaklardır. De ki: 'Doğru yol/hidâyet, ancak Allah'ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına/kötü arzu ve keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." 657
"Sana gelen ilimden sonra eğer onların (ehl-i kitabın) hevâlarına/keyiflerine uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyen zâlimlerden olursun." 658
"... Hevânıza (hislerinize ve kötü arzularınıza) uyarak adâletten sapmayın..." 659
"... İnsanların arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma..." 660
"(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." 661
"... Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir toplumun hevâlarına/isteklerine uymayın." 662
"De ki: 'Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi.' De ki: 'Ben sizin hevâlarınıza/arzularınıza uymam; aksi halde dalâlete uğrar, saptırırım da; hidâyete erenlerden olmam." 663
"... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." 664
653] 64/Teğâbün, 16
654] 75/Kıyâmet, 2
655] 89/Fecr, 27-30
656] 91/Şems, 7-10
657] 2/Bakara, 120
658] 2/Bakara, 145
659] 4/Nisâ, 135
660] 5/Mâide, 48
661] 5/Mâide, 49
662] 5/Mâide, 77
663] 6/En’âm, 56
664] 6/En'âm,119
NEFS
- 153 -
"...Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe inanmayanların hevâlarına/arzularına uyma. Onlar, Rablerine eş tutuyorlar." 665
"Dileseydik elbette onu (Bel'am'ı) bu âyetler sâyesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler." 666
"Allah mü'minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur." 667
"Ve Biz onu (Kur'an'ı) Arapça bir hüküm (hikmetli söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun, ne de koruyucun vardır." 668
"Sabah akşam Rablerine, O'nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi zikirden/hatırlamak ve anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzusuna uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme." 669
"Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" 670
“Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 671
“Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 672
“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 673
"(Rasûlüm!) De ki: 'Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur'an'dan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım! Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf hevâlarına/heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevâsına/hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?! Elbette Allah, zâlim
665] 6/En'âm, 150
666] 7/A’râf, 176
667] 9/Tevbe, 111
668] 13/Ra’d, 37
669] 18/Kehf, 28
670] 20/Tâhâ, 16
671] 23/Mü’minûn, 71
672] 25/Furkan, 43
673] 45/Câsiye, 23
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kavmi doğru yola iletmez." 674
"Zulmedenler, ilimsizce hevâlarına/kötü arzularına uydular. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola eriştirebilir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur." 675
"Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde halîfe yaptık. O halde insanlar arasında adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma; sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır." 676
"İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: 'ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır." 677
"Sonra da Seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma." 678
“Rabbinden apaçık bir belge/delil üzerinde bulunan kimse; kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevâsına/heveslerine uyan kimse gibi olur mu?” 679
"Battığı (hevâ) zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed s.a.s.) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, hevâsından (kendi arzusuna göre) de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir." 680
"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâsına/arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." 681
"Tuğyan edip azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevâdan/kötü arzulardan uzaklaştıran için, şüphesiz cennet yegâne sığınaktır. 682
Hadis-i Şeriflerde Nefs Kavramı
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan (kendisini nasıl olsa affedeceğine dâir, kuru kuruya) temennîde bulunan kimsedir.” 683
"Sizden biriniz kendi nefsi için istediğini (din) kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olamaz." 684
"Müftüler sana fetvâ vermiş olsalar da sen yine nefsine (kalbine) danış." 685
674] 28/Kasas, 50
675] 30/Rûm, 29
676] 38/Sâd, 26
677] 42/Şûrâ, 15
678] 45/Câsiye, 18
679] 47/Muhammed, 14
680] 53/Necm, 1-4
681] 53/Necm, 23
682] 79/Nâziât, 37-41
683] Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
684] Müslim, İman 71, 72, hadis no: 45
685] Ahmed bin Hanbel, IV/228; Dârimî, Büyû' 2; Buhârî, Târih
NEFS
- 155 -
Vâbisa ibn Ma’bed (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre, o şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna varmıştım. Bana: “İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. “Evet” dedim. O zaman şunları söyledi: “Kalbine danış. İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin onayladığı şeydir. Günah ise, içini tırmalayan ve başkaları sana ‘yap’ diye nice nice fetvâlar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” 686
"Seni işkillendirecek, sana şüphe veren şeyleri bırak, işkillendirmeyen, şüphe vermeyene bak!" 687
"Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" 688
"Sizden biriniz 'nefsim pis ve murdar oldu' demesin; fakat 'nefsim yaramazlaştı' desin." 689
“Allah’ım, huşû duymaz bir kalpten Sana sığınırım; dinlenmeyen (kabul edilmeyen) bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu şeylerden Sana sığınırım.” 690
“Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkular)dan daha büyüğü yoktur.” 691
“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede edendir.” 692
"Dikkat edin, bir (büyük) fitne kopacaktır!" Hz. Ali (r.a.) bunun üzerine "Yâ Rasûlallah! Bu fitneden çıkış (kurtuluş) nasıl (olacak)tır?" diye sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: "Allah'ın kitabı(na sarılmakla). Sizden öncekilerin tarihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü ondadır. O, (hak ile bâtılı ayıran) kesin bir hükümdür; saçma değildir. Her kim zorbalığından ötürü onu bırakırsa Allah onu(n boynunu) kırar. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa Allah onu dalâlete düşürür. O, Allah'ın habl-i metîn'i (sağlam ipi)dir. O, zikr-i hakîm (hikmet dolu sözler)dir. O, sırât-ı müstakîm (doğru yol)dir. O; hevâların/arzuların hakikatten saptıramadığı, dillerin iltibâsa (karışıklığa) düşüremediği, ilim adamlarının doymadığı, fazla tekrarlanmaktan eskimeyen ve acâib (hayranlık veren tarafları) bitmeyen bir kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, cinn(den bir grup) onu dinlediği zaman 'biz, doğruluk ve olgunluğun yolunu gösteren hayretâmiz bir Kur'an dinledik ve ona derhal iman ettik!' demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ona dayanarak konuşan, doğru söz söylemiş, onunla amel eden sevap kazanmış, ona dayanarak hüküm veren adâlet etmiş ve ona dâvet eden doğru yola hidâyet edilmiş olur." 693
“Cehennem, şehvetlerin perdeleriyle örtülmüştür. Oraya şehvetler ile (girilir). Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibâdetlerle korunmuştur. (Buraya da ibâdet meşakkatleriyle girilir).” 694
"Sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın mutlaka tâbi olacaksınız. Hatta bir keler/sürüngen deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz." Ashâb sordu: "Yâ
686] Ahmed bin Hanbel, IV/227-228; Dârimî, Büyû’ 2
687] Buhârî, Büyû' 3; Tirmizî, Kıyâmet 60; Nesâî, Kudât (Kazâ) 11
688] S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118
689] Buhârî, Edeb 100; Müslim, Elfâz 17; Ebû Dâvud, Edeb 76
690] Tirmizî, Deavât 69, hadis no: 3478; Nesâî, İstiâze 2, hadis no: 8, 255
691] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehfân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
692] Ahmed bin Hanbel, 6/2022
693] Tirmizî, Fezâlu'l-Kur'an, 14, hadis no: 3069
694] Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, c. 12, s. 195
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlallah! Yahûdilerle hıristiyanlara mı?" "Ya kime olacak?" 695
"Heleke'l-mütenattıûn -Taşkınlar helâk oldu.-" Bunu Rasûlullah üç defa söyledi. 696
"Şüphesiz Allah ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkin ilmi, ulemâyı almakla kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar birtakım câhilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur, ilimsiz fetvâ verirler; bu sûretle hem saparlar, hem saptırırlar." 697
Ebû Kulâbe, müslümanlara şu tavsiyede bulunmuştur: "Hevâlarına/heveslerine tâbi olanlarla oturmayın, onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri çekeceklerinden emin olamam, inandığınız değer yargılarına şüphe katarlar." 698
Nefsle İlgili Uydurma Hadisler
Nefsi, Kur'an'da kullanılan anlamlarından soyutlayıp günah keçisi haline dönüştüren mutasavvıflar, bu konuda sağlam delil bulamayınca, hadis uydurmaktan da çekinmemişlerdir. Bunlardan sık sık tekrar edilip, halka mal edilen ve araştırma yapmayan nice hocanın bile kulaktan dolma bilgilerle doğru olduğunu zannederek hadis diye sunduğu meşhur rivâyetlerden birkaçını belirtelim:
“Nefsini bilen, Rabbini bilmiş olur.” Aliyyu’l-Kari: “İbn Teymiye, mevzû olduğunu, Sem’ânî, merfû olarak bulunmadığını, ancak Yahya bin Muâz er-Râzî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Nevevî: ‘Lafzı hadis değildir, fakat mânâsı sâbittir’ dedi. Denildi ki: ‘Kendi cehâletini bilen, Allah Teâlâ’nın bâkî olduğunu, kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kuvvet ve kudretini anlamış olur.” Bu sözün, Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.)’e âit olduğu beyan edilir.699 Anlam bakımından bu sözün tersi daha doğru olmalıdır: "Rabbini bilen nefsini/kendini bilmiş olur." Allah'ı tanımadan insanın kendini/nefsini doğru tanıyabilmesi hemen hemen mümkün değildir. 700
“Küçük cihaddan büyük cihada dönmüş bulunmaktayız” Hz. Peygamber böyle deyince, ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Büyük cihad nedir?’ diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Dikkat edin, o nefs mücâhedesidir.” Mutasavvıflardan Ebû Tâlib el-Mekkî701ve Hucvirî702 bu rivâyeti nefsle mücâhedenin önemi ile ilgili olarak eserlerine almıştır. Bu rivâyet, ikinci el kitaplarda yer almaktadır. Rivâyeti Irâkî, “bu hadisi Beyhakî’nin Kitâbu’z-Zühd adlı eserinde rivâyet ettiğini ve senedinin zayıf olduğunu” belirti.703 İbn Hacer, bu sözün hadis değil; İbrâhim bin Able’ye ait, dillerde dolaşan bir söz olduğunu söylemiştir.704 Hz. Peygamber’in Tebük Gazvesi dönüşü buyurduğu rivâyet edilen bu söz hakkında İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Bunun aslı yoktur. Hz. Peygamber’in fiillerini ve ef’âlini bilen hiçbir
695] Müslim, İlim 6
696] Müslim, İlim 7
697] Müslim, İlim 13
698] Tirmizî, Mukaddime, I/90
699] Nehcü’l-Belâğa, Hz. Emir Ali bin Ebî Tâlib, Çev. Abdülbâki Gölpınarlı, Kum, 1989, s. 419; A. Yıldırım, 229-230
700] Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, T. Diyanet Vakfı Y., Ank, 2000, s. 229-230; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Y., Konya, 2001, s. 326-332
701] a.g.e. I/187
702] a.g.e. 314
703] Gazzâlî, İhyâ, III/14; V/132
704] İbn Hacer, Tesdîdu’l-Kavs; Aliyyu’l-Kari, el-Esrâr, s. 211-212, no: 211
NEFS
- 157 -
kimse bunu rivâyet etmemiştir. Bunun yanında kâfirlerle cihad etmek en büyük amellerdendir. İbn Teymiyye, görüşünü âyet705 ve hadislere706 dayandırarak açıklar. İbn Teymiyye bu rivâyetin kendisinin zikrettiği âyet ve hadislere ters olduğunu belirtir.707 Gerçekten, Kur’an’da kâfirlere karşı cihadın önemini anlatan birçok âyet vardır. Kur’an, büyük cihad olarak kâfirlere karşı cihadı göstermektedir.708 İsnâdı problemli olan bu rivâyetin metninin de âyet ve sahih hadislere ters olduğu anlaşılmaktadır. 709
“Düşmanlarının arasında en azılı olan düşmanın, iki yanın arasında ve içinde bulunan nefsindir.” Hadis kitaplarında bulunmayan bu rivâyet, Gazzâlî’nin İhyâ’sında (III/10) zikredilir. Irâkî, rivâyetin senedinde bulunan Muhamed bin Abdirrahman bin Gazvân’ın hadis uydurucularından birisi olduğunu kaydeder. Rivâyetin uydurma olma ihtimali yüksektir. 710
"Nefsine düşman ol. Çünkü o Bana düşmanlığa kalkışmıştır." İmam Rabbânî, bu rivâyeti nefs-i emmâreyi zemmetmek bâbında zikretmiştir.711 Ancak, buradaki dipnotta bu rivâyetin Hz. Dâvud (a.s.)'dan rivâyet edilen kudsî hadislerden olduğu belirtilmektedir. Hiçbir hadis mecmuasında, Kitab-ı Mukaddes’te ve zühd kitaplarında bu rivayet yoktur, kaynaklarda bulunamamıştır. Hadis kaynaklarında yer almayan bu rivâyetin uydurma ihtimâli çok yüksektir. 712
“Ölmeden önce ölünüz.” Aliyyu’l-Karî şöyle der: “Askalânî, sâbit olmadığını söylemiştir. Aslında bu, tasavvuf ehli sofilerin sözüdür. Ölmeden önce nefis ve şehvetlerinizin esiri olmaktan kendinizi kurtarınız, demektir.”713 Genellikle tasavvuf literatüründe bulunan ve bu literatürde hadis diye kabul edilen bu vecîze, hadis kitaplarında tesbit edilememiştir. Ancak, mevzû ve zayıf hadisleri toplayan eserlerde mevcuttur.714 Yaptığımız araştırmalara göre Hz. Peygamber’den (s.a.s.) böyle bir söz rivâyet edilmemiştir. Kesin olan husus, bu sözün hadis olmadığıdır.715 Ölmeden önce ölmek, ölü gibi yaşamak yerine; öldükten sonra yaşamanın, ölümsüzleşmenin, şehâdet ehli şehid olmanın yolu bulunmalıdır.
Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?
Başta tasavvuf kültüründen etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. "İnsanın en büyük düşmanı nefsidir." Onun için "herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır", hatta bu işe "büyük cihad" denir şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde, yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz
705] 4/Nisâ, 95; 9/Tevbe, 19-20
706] Bk. Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 111; Nesâî, Cihad 17, hadis no: 3128
707] Mecmûul Fetâvâ, c. 11, s. 197-200
708] 25/Furkan, 52
709] Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 227-228; Muhittin Uysal, a.g.e., s. 324-325
710] A. Yıldırım, s. 228; M. Uysal, s. 325-326
711] Mektûbât, I/66, Mek. No: 52
712] A. Yıldırım, s. 231-232; M. Uysal, s. 325
713] Aliyyu’l-Kari, Zayıf Hadisleri Öğrenme Metodu, Çev. Ahmet Serdaroğlu, İst. 1986, s. 122; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 291, no: 2669
714] A. Yıldırım, s. 263
715] M. Uysal, s. 340-342
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
telkinler, tekrar edile edile insan zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı olabileceğini bile hatırına getirmez.
Nefsi suçlama ve ona hakaret konusunda aşırıya giden, "benim nefsim Firavundan aşağıdır" diyen, "ah şu köpek nefsim" şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi olduğunu göstermiş kabul edilir.
Peygamberimizin şu hadisi konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: "Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" 716
Kur'ân-ı Kerim'de, kişinin kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu,717 "... Nefsinizi ayıplamayın..." 718 emrini görüyoruz.
Kaynaklara baktığımızda, nefs, insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur'an'da nefs, insanın kendisi anlamında karşımıza çıkar.719 insanın şahsiyetini meydana getiren zâtı, özüdür. Nefis, İslâm gibi büyük ve yegâne haklı dâvâyı yüklenecek güçte yaratılmıştır.720 Mükerremdir.721 Onun için, fıtratına ihânet etmediği müddetçe en güzel yaratılmıştır.722 Bizzat, nefsi "düzenleyen" Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla şereflenmiştir.723 Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla "itmi'nâna, huzur ve tatmine ermiş nefs"724 o kadar mesuttur ki, artık o, Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah'ından; O'nun kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır.725 Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir. 726
Bu kadar şerefli bir fıtratla yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz, kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu saygının vâcip olduğu kaydeder. 727
"Kimse 'nefsim pis oldu' demesin" ayıplamasın diye mü'minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik yapmaya "önce kendi nefsinden başla..."728 diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan nefsindeki âyetlerden729 haber vererek "nefsini bilmeyen, nefsini aşağılık yapanlardan başkasının" tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini vahyetmiştir. 730
716] S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118
717] 35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57; 3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü'minûn, 209; 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe', 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1
718] 49/Hucurât, 11
719] 82/İnfitâr, 5, 19
720] Bk. 30/Rûm, 30
721] 17/İsrâ, 70
722] 95/Tîn, 4
723] 91/Şems, 7-8
724] 89/Fecr, 27
725] 89/Fecr, 28-30
726] 91/Şems, 9
727] Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir Şener, 1973, s. 356
728] Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c. 1, s. 458
729] 41/Fussılet, 53
730] 2/Bakara, 130
NEFS
- 159 -
İslâm fıkhına göre, "bir kimse ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir."731 Onun için bir mü'minin kendi nefsini "Allah'tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir." 732
Bir kimse birini haksız yere öldürürse büyük bir günah işlemiş olur.733 Katilin dünya ve âhirette cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır.734 “Kendinizi tehlikeye atmayın.”735; “...Nefislerinizi öldürmeyin.”736 Aynı zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir iş. Nefsin korunması, İslâm’da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis, akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir. Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır. Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.
Böyleyken “nefsi öldürmek”ten bahsetmek, hele hele “ölmeden önce ölünüz” ve cihadın en büyüğü, nefse karşı olanıdır” , “küçük cihaddan büyük cihada döndük” gibi sözleri Allah Rasûlüne mal ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya götürebilir.
Başkasına hakaret eden kötülük etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah'a şükretmeye yanaşmayan nankör insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâda ki şerefe de tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye, güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Buna şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur.737 Elbette bu çok önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük rahmettir.
Kim bu merhamete lâyık olmak için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir.738 Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet hudutlarını aşan, "bilmeyerek bir fenâlık" yapan, ancak sonradan pişman olarak nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık görüleceği şefkatle haber veriliyor.739 İşte bu büyük rahmeti unutarak Allah'ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla beraber helâk olmayı
731] İslâm Hukukuna Giriş, Abdülkerim Zeydan, Çeviren Ali Şafak, 1976, s. 101
732] Ali Osman Tatlısu, Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, 1967, s. 168
733] 4/Nisâ, 93
734] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, 1344
735] 2/Bakara, 195
736] 4/Nisâ, 29
737] Bk. 9/Tevbe, 112; 4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4
738] Bk. 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9
739] Bk. 6/En'âm, 54
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan "iyi hareket edeni (muhsin) de vardır, nefsine apaçık zulmedeni de" vardır.740 Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır. Gerçek şudur ki, işlerinde Rabbini hatırlayarak (zâkir halde) yaşayan insan; davranışlarında Allah için, Allah adıyla harekete geçmeye çalışan mü'min, Hz. Yusuf (a.s.) gibi çok çetin bir denemeyi bile başarı ile atlatabilir. Ancak Allah'tan; Allah'ın hudutlarına dikkatle yaşamak istediğinden gâfil bulunan insan levmedilmiş bir nefisle arz-ı endam eder ki, bu insana artık, "kötülüğü bütün şiddetiyle emreden bir nefis (emmâre)...741 denilmesini iyi anlarız; ona "emmâre" denildiğini görür, tasdik ederiz. Yusuf Sûresinde, beşerî zaaflarla İlâhî hudutlara dikkat etmez hale gelmiş hiçbir nefsin müdâfası yapılamayacağını anlatmak için, Kur'an'da Yusuf’dan (a.s.) bahis açılmış olduğunu görüyoruz.
Kötü arzularından rahatsız olan her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa, "Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam"742 diyerek haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor. Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine sahip değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur.743 Kim ihsân eder, güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur."744 Ebedî hesap gününde "artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd" olarak hesaplarını kendileri verecektir.745 Müslümanı günah işlemez bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz.
Emmâreleşerek, yani Allah'ın emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz. Hudûdunu tanımadan "kötülükleri emreden" her nefis ölmeden evvel, "kendini alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs"746 haline inkılâp ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah, böylesi bir nefsin önemini anlatmak için "Kasem ederim o pişman cana (nefs-i levvâmeye)"747 buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası, evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.
Eğer bir nefis, ister kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de ailesini, “acı azaptan koruyun!” 748 emrine uyarak kim "nefsini hevâdan
740] 37/Sâffât, 113
741] 12/Yusuf, 53
742] 12/Yusuf, 53
743] 35/Fâtır, 18
744] 17/İsrâ, 7
745] 11/Hûd, 105
746] 75/Kıyâme, 2
747] 75/Kıyâme, 2
748] 66/Tahrîm, 6
NEFS
- 161 -
alıkoyduysa" muhakkak onun yeri cennettir.749 Çünkü onun yaratıcısı, nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak "bağışladı." 750
Kısacası, insan nefs olarak kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur'ân-ı Kerim'de bizzat insanın kendisi olarak zikredilir.751 Ayrıca, kibrin düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis, iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur.752 Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir nefis, artık Allah'ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir. 753
Ruh, can, nefis, yani insan, eğer Allah'ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi; "Hem ogan (tanrı), hem kullarız" mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak "emretmek ve hükmetmek Allah'a mahsus" olduğu halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse bu halden pişman olarak "nefs-i levvâme" haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin, ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da "mutmain nefis" olmaya çalışmayan hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz.
Aslında nefis, mükerremdir. Ve İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. "Sabredenlere müjdeler!" 754
Bütün bu özellikleri düşünebilirse, Rasûlullah'ın, "Sakın nefsinizi kötülemeyin", "Sizden biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!"755 şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış oluruz. Hele İslâm'da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın "... ancak nefsi için..."756 yapar olduğunu Kitab-ı Kerim'de görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü'minin öz nefsini düşman olarak ilân etmesinin izahını bulamıyoruz.
İnsanın kendi nefsine haksızlık etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında "Onlar nefislerine zulmedenlerdir."757 mealindeki âyetten anlayabiliriz. İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini, Rasûlullah'ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet'in fıtrata uygun yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm'ın sunmuş olduğu kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek iştihaları
749] 79/Nâziât, 40-41
750] 2/Bakara, 187
751] 82/İnfitâr, 5
752] 91/Şems, 7-9
753] bk. 89/Fecr, 27
754] 2/Bakara, 155
755] S. Müslim ve Tercümesi, Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118
756] 29/Ankebût, 6
757] 11/Hûd, 21
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı." Ebû'd-Derdâ (r.a.) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları, "aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki bazı kimseler, Buda'nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu taklit eder olmuşlardır.
Kişinin kendi nefsini kötülüklerden bizzat korumasının "vâcip" olduğunu anlayan ve "müslümanım" diyen bir kimsenin kendisini, "köpek nefsim", "alçak nefsim", "kâfir nefsim" gibi gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini "en büyük düşman" zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, "mü'minim" deyişiyle açık bir çelişki teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü'min ve insan olduğunu iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin, köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak "İnsanın (bizzat) kendi nefsine karşı bir şâhit758 olduğunu haber veriyor. Bizlere, İbn Kuteybe'nin "Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır" vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi, insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler olmaktan korusun. 759
"De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? Deki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü'minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz." 760
"...Nefislerinizi ayıplamayın." 761
Nefs Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları
“Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı, onlara nefislerini (kendilerini) unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıklardır.”762 Bilindiği gibi, Kur’an, Allah’ın koruması altındadır. Kâinattaki her şey de Allah’ın denetimine tâbîdir. Ancak, Rabbimiz insanlara toplumsal alanda kısıtlı, denetli bir seçme özgürlüğü tanımıştır. O yüzden insanlar, Yaratıcısının râzı olmayacağı eylemler de ortaya koyabilmektedirler. Çünkü insanoğlunun nefsi (özü) iki eğilimlidir: Fücur ve takvâ.
İnsanoğlunun kötü eğilimleri; ekinin, neslin, İlâhî dengelerin bozulmasına yol açabilmektedir. Nankörlüğe, zâlimliğe meyilli olan nefis, nasıl ekolojik dengeyi bozuyorsa, toplumda adâletin ikamesinin teminatı olan İlâhî vahye karşı da haddini aşabiliyor.
Hayat tarzını fucûra dayalı olarak oluşturan insanlar, İlâhî vahye karşı iki şekilde tavır gösterebiliyor: 1- İlâhî bildirimi inkâr, 2- İlâhî bildirimi tahrif. Tahrif, nübüvvet kurumu kadar eski bir davranıştır. Kısaca vahyi, aslî özünden
758] 75/Kıyâmet, 14
759] M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkid, Sanih Y. s. 104-112
760] 7/A'râf, 32
761] 49/Hucurât, 11
762] 50/Haşr, 19
NEFS
- 163 -
uzaklaştırmak diyebileceğimiz tahrif de, iki şekilde günde gelebilir: 1- İlâhî vahyin kelimelere dökülmüş halini değiştirerek tahrif, 2- Tefsir ederek, yorumlayarak tahrif. Konumuz olan nefis kavramı, birçok Kur’an terimi gibi ikinci tür tahrife konu olmuştur. Bu Kur’ânî ıstılah üzerinde en çok felsefeciler ve tasavvufçular oynamışlardır. Yunan kültüründeki insanı parçacı olarak algılama eğiliminden doğan ruh-beden ikilemi şeklindeki tasavvur, müslüman zihinleri parçalamış, laik sapmalara yol açmıştır.
Kadim kültürleri ve Yunan kültürünü Arapça’ya çevirirken kelime, kavram karşılıkları arama çabaları bazen Kur’ânî terimlerin anlam kaymasına yol açmış, nihâyet tahrifine neden olmuştur. Tahrif edilen kavramlardan birisi de “nefs”dir. Latince, Grekçe “ruh” (sprit) kavramına Arapça’da karşılık olarak “nefs” kavramı kullanılmıştır. Bu yanlışlık yanında, tasavvufçuların da nefis kavramını tahrif ettikleri açıktır. Tasavvufçular, nefis kavramını sürekli olumsuz çağrışımlarla izah etmişlerdir. Oysa Kur’an’da bu ıstılah, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır; Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de.
Müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak için, Kur’ânî terimlerin aslından, özünden uzaklaştırılmasını önleme gayreti gerekmektedir.
Nefis terimi, başka bir anlama geldiğine ilişkin kesin bir delil olmadığı sürece, insanın bizzat kendisini ifâde eder. Bu terime izâfe edilen zamirler müennestir (dişil). Çünkü kelime, semâî müennestir. Buna rağmen, maalesef birçok mealde bu kavrama müzekker ifâdeler yüklendiğini görüyoruz. Örneğin, nefse Âdem anlamı verilmektedir. Oysa nefis, erkek, kadın bütün insan cinsi için kullanılması gereken bir muhtevâya sahiptir. Nefis kelimesi, insan için kullanıldığında insanın nefsi, onun benliği, özüdür. Yaşayan canlı varlık, hayat özü, şahsî kimlik, insanlık, insan niteliklerinin toplamı gibi tanımlamalar da nefsi anlatmaktadır. Kur’an’da nefis, insan için kullanıldığında; “benlik, kişilik, fıtrat, şâkile” anlamlarında değerlendirilmiştir; hem iyiliğin hem de kötülüğün taşıyıcısı olabilen bir vasfa sahiptir. Meselâ Secde sûresinde nefis, kadın-erkek bütün insanları ifade eden muhtevayla kullanılmıştır: “Eğer dileseydik, her insanı (nefsi), doğru yola ulaştırırdık.”763 Kur’an’da nefis, genellikle zât, şahıs, kişi anlamında kullanılmıştır.764 17/İsrâ sûresi 25. âyetinde de “içler, kalpler” anlamında kullanılmıştır. Bazı âyetlerde de can, canlar anlamında zikredilir. 765
Nisâ Sûresi 1. âyette geçen “nefs” terimine birçok müfessir, Âdem anlamını yüklemiştir. Nefs kavramının semâî müennes oluşunu da gözönünde tutarak Muhammed Abduh buradaki kullanımın insan soyunun ortak kökenini, ortak özelliklerini ifâde ettiğini söylemiştir. 766
Kur’an’daki ilgili âyetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür. Bu özün niteliklerini Şems Sûresi bize şu şekilde haber vermektedir: “Andolsun nefse, takvâsını ve fücûrunu ilham edene.”767 Bu âyetten Rabbimizin bütün
763] 32/Secde, 13
764] 18/Kehf, 74; 2/Bakara, 72, 286; 20/Tâhâ, 40; 28/Kasas, 19, 33
765] 6/En’âm, 93; 9/Tevbe, 55, 85
766] Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 323
767] 91/Şems, 8
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nefislere (İnsanlara) fücur ve takvâ ilham ettiğini öğreniyoruz. İlham vurgusu; şuur ve insan irâdesi dışında Yaratıcının iyi ve kötü eğilimler yerleştirdiğini ifâde eder.
İnsanlar kurdukları yaşam alanlarında esas itibarıyla ya kötüye dönük, ya da iyiye yönelik, kötülükten sakınan eylemler ortaya koyarlar. Bu eylemler iyiyi ve kötüyü temyiz yeteneği sâyesinde ortaya çıkmaktadır. Aynı konuya Beled ve insan Sûrelerinde de değinilmiştir: “Biz ona hayır ve şer olarak iki yol gösterdik.”768; “Biz ona yolu gösterdik; ya şükredici (şâkir) veya nankör (kâfir) olur.” 769
Bütün insan topluluklarının hayır ve şer tasavvurundan bütünüyle uzak olmaması evrensel bir gerçektir. İnsanlık tarihinin her döneminde belli doğrularda uzlaşılması, iyiye yönelik kabiliyetlerin insan fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. İnsan iyiye ve kötüye meyilli olarak yaratılmıştır. Ancak nefisten (kişiden) istenilen, takvâyı tercih ederek Allah’a kulluk etmektir. Nefis, Yaratanına bağlanmalı, sadece O’na ibâdet etmeli, yaratılanların önünde eğilerek kula kul olmamalıdır. Böylece Allah’a bağlılık, alçaltıcı kulluktan nefsi kurtarır. Allah nefse kendini temizleme eğilimini de, kirletme potansiyelini de vermiştir.770 “Nefsini temizleyen kurtulmuş, kirletip örten iflâs etmiştir.” 771
Kur’ân-ı Kerim’e göre nefsin tüm arzuları kötü değildir. Nefs, insan yapısındaki tabiî eğilimlerin toplamıdır. Nefsin hevâ ile ilgili istekleri önlenmelidir. Ölçüsüz isteklerde gündeme gelen hevâ, nefsin olumsuz yönüdür. Hevâsına uyanlar kendilerini müstağnî gören zâlim ve sapıklardır. Örneğin insanın cinsel arzu duyması kötü değildir. Ancak bu arzusunu zinâ ile doyurması fücurdur, yani kötüdür. 772
Kur’an’da nefis, insanın bireysel kişiliğini ifâde etmesinin yanında, 13/Ra’d Sûresi 11. âyetindde toplumsal kişilik anlamında da kullanılmıştır. Âyet-i kerîmeye göre tıpkı bireysel tekâmülde olduğu gibi, toplumsal tekâmülde de irâde etmek, özü harekete geçirmekle mümkün olabilmektedir. Burada kısaca fücurdan bahsetmekte fayda vardır.
Fücur, lügatte yarıp parçalamak demektir. Kur’an’da takvâ ile zıt anlamlı olarak kullanılmaktadır. Elmalılı, konuyla ilgili olarak şu bilgiyi vermektedir: “Fücur, haktan sapıp hak yolunu yarmak ve hak nizamından çıkıp fıska, isyâna düşmektir. Bilhassa zinâ, yalan vs. gibi edepsizlikler yoluyla şerre, isyâna düşmeye fücur denir.”773 Fücurun ism-i fâili olan fâcir, Kur’an’da küfür gibi nitelemelere tâbî tutulmaktadır. “Gerçekten eğer Sen onları bırakırsan, Senin kullarını sapıtırlar ve günahkâr (fâcir) nankör kâfirlerden başka doğurmazlar.”774 “Fâcir”, müttakî ve ebrârın (iyiler) zıddıdır.775 Kur’an’da fâcirin cehennemlik olduğu konusunda açık beyanlar bulunmaktadır. Kısaca fücur ve fâcir, insanların kişilik bozukluklarını, ruh kirliliklerini, kötüye olan eğilimlerini ifâde eder. Fücûrun zıddı takvâ ise fıtratta yer alan
768] 90/Beled, 10
769] 76/İnsan, 3
770] 75/Kıyâmet, 2; 79/Nâziât, 40; 80/Abese, 7; 87/A’lâ, 14
771] 91/Şems, 9-10
772] 4/Nisâ, 27; 28/Kasas, 50; 30/Rûm, 29; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16; 79/Nâziât, 40
773] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. s. 5857
774] 71/Nûh, 27
775] 38/Sâd, 28; 82/İnfitâr, 13-14
NEFS
- 165 -
iyiye yönelim yeteneğidir.
Nefis ve Ruh: Nefis ve ruh, Kur’an’da çokça kullanılan kavramlardandır. Ancak, bu kavramların Kur’an’ın inişinden sonraki anlamlandırılmalarına, ruhu insanlara, meleklere, ulûhiyete tatbik eden hıristiyanlar ile Yeni Eflâtuncuların çok büyük etkisi olmuştur.
Aristocular nefsi rûhiyat bakımından birçok tahlile tâbî tutmuşlardır. İslâm felsefe tarihinde el-Kindî, Yeni Eflâtunculuğun ruh telâkkisini İslâm dünyasına ilk taşıyan filozof olmuştur. Dâru’l-Hikme’deki çeviri faâliyetleri birçok müslüman zihnin İslâm’ın özgün terminolojisi ile ilgili olarak bulanmasına yol açmıştır. Plotinus’un Ennead’lar eserinin çevirisinden sonra müslümanlar insan ruhunun ilk önce nefis veya akıl vâsıtasıyla tek mutlak sebepten aktığı (tecellî) anlayışını almışlardır. Buna göre insan rûhu ezelî bir karaktere sahiptir. Ölmez, ebedîdir ve makul bir cevherdir. Buna göre ruhun kurtuluşu duygular âleminin bedenî arzulardan kurtulup, rûhî cevherin ebedî âlemine dönmekle mümkündür. Tasavvuf düşüncesinde de ruhun menşei, mâhiyet ve geleceği, ezeliyeti, ebediyetiyle ilgili birçok şey üretilmiştir.
Nefis kelimesiyle ilgili zihinsel bulanıklık, ruh terimiyle alâkalı olarak da sürdürülmüştür. Kur’an’a yabancı bir kültürle Kur’an’a yaklaşanlar, vahiy meleği anlamına gelen ruh’u bile insan ruhuyla alâkalandırmaya çalışmışlardır. Oysa Kur’an’da ruh kelimesiyle genellikle insan ruhu kast edilmemiştir. Eski Yunan kültüründeki ruh-beden karşılığı, modern çağlarda Descartes’in kartezyen felsefesiyle beslenmiş ve bugün ruh denince akla genellikle insandan ayrı, ezelî-ebedî bir varlık gelmektedir. Hâlbuki ruh terimiyle Kur’an’da genellikle vahiy, vahiy meleği kast edilmiştir. Meleklerle ilgili olarak Kur’an’da hiçbir zaman “nefis” kavramı kullanılmamıştır. Fakat nefsin çoğulu “enfüs”, insan ve cin topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır.
Kur’an’da Nefsin (Kişiliğin) Tekâmül Aşamaları:
Kur’an’da dört tür nefisten söz edilmektedir: Emmâre, levvâme, mutmainne, râdıye-mardıyye.
1- Nefs-i Emmâre: “Hiç kuşkusuz nefis, kötülüğü ve çirkinliği ısrarlı bir şekilde emreder.”776 âyetinde belirtildiği gibi “emmâre”, çok emreden anlamına gelir. Bedensel hazlara ölçüsüzce itibar eden, lezzet ve şehvet için ahlâkî sınırları çiğneyen kişiyi ifâde eder. Nefsin bu özellikleri mü’minlerde takvâ yeteneğiyle alt edilebilir. Takvâ gücünden yararlanamayan insanlarda ise, fücur faaldir.
Nefsin fücur boyutunu yukarıdaki âyet, emmâre kavramıyla tefsir ediyor. Âyetteki konu, şehevî arzuların fücur tarafından zinâ ile giderilmesine yönelik emmâre nefsin teşvikidir. Bu durumda her mü’min, Hz. Yusuf gibi nefsin olumsuz arzusunu kırmalı ki, kendi kendisini temize çıkarıp halini beğenip gurura kapılmasın; daha kötüsü günahlarını meşrûlaştırmasın. Takvâya ve tevbeye sarılmak emmâre nefisten kurtulmak, mutmainne, râdıye-mardıyye nefse sahip olmanın tek yoludur.
Emmâre kişiliğindeki insanlar, alabildiğine isteklerinin maddî, şehevî arzularının peşinden koşarlar. Günahlardan tevbe etmek yerine, isyanda ısrar ederler.
776] 12/Yusuf, 53
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunlar kendilerini nefis muhâsebesine (özeleştiriye) tâbi tutmazlar. İnsanın çalıştığından başkasına erişemeyeceğini unuturlar. 777
2- Nefs-i Levvâme: Kıyâme(t) Sûresi ikinci âyette geçer. Bu âyette levvâme nefse yemin edilmektedir. “Levvâme”, özünü eleştiren nefis (kişi)dir. Levvâme, levm kökünden türeyen bir sıfattır. Kendisini ısrarlı bir şekilde kınayan anlamına gelir. Özeleştirinin önemi hissettirilmektedir. Tevbe ile günahlara dönmemeyi, kalbin ışığının kaybolmaması için otokritiğin önemini ihsas ettirir. Mü’min, kendini sürekli özeleştiriye (levme) tâbî tutar; amellerini, eylemlerini gözden geçirir, ilâhî ilkelerin denetiminden geçirerek Rabbinin kulu olduğunu unutmaz. Günahkâr, zâlim, kâfir, fâcir kimseler ise, kendilerini Yaratıcılarından müstağnî görme eğilimindedirler. Nefsini (kendini) levmetmeyenler (kınamayanlar) özlerini eleştiremezler, tutturdukları yolda ilerleme, tüm arzularını giderip dünyadan kâm alma eğilimindedirler. Bu bağlamda Freud’un psikanalitik yönteminin tüm içgüdülerin sınırsızca doyurulması gerektiği esasına dayandığını hatırlanmalıdır. İnsanın hevâsını ilâh edinmesine yol açan bu anlayışla, arzu duyulan her içgüdünün, dürtünün doyurulması amaçlanmıştır.
Levmin, Kıyâme Sûresi bütünlüğündeki anlamı, yeniden diriliş günüyle alâkalıdır. İnsanlar kıyâmet günü “keşke, keşke şöyle yapsaydım...” diye kendilerini kınarlar. Nefs-i levvâme; iyilikler konusunda da kötülükler konusunda da kendisini kınayan, kaçırılan fırsatlar için kıyâmet günü pişmanlık duyan kimse demektir. Levvâme kişiliğindeki insanlar, fiilin kendilerine yüklediği ana görevleri yerine getiren, büyük günahlardan kaçınanlardır. Ancak, bazı etkiler altında bazı kusurlar işlemişlerse de, bir daha bu gibi hatalara dönmeme konusunda kararlılık gösterenlerdir. Mü’minlerin bile bütünüyle hatadan, kusurdan âzâde olması mümkün olmadığından dolayı, önemli olan, istikbârı ve istiğnâyı değil; tevbeyi tercih etmektir. 778
3- Nefs-i Mutmainne: Fecir Sûresi 27. âyette geçer. “Mutmainne”, “huzura erme, doygunluk” anlamlarına gelir. Mutmain nefis, Allah’a gönül bağlayan, itmînânı sadece Allah’a itaat, ibâdet ve zikirde bulan kişiyi ifâde eder. Yani hiçbir şüphe taşımadan Allah’ı rab, peygamberin getirdiği hak dini de hayat rehberi olarak benimseyendir. Başka bir ifâdeyle Allah’ın yasaklarından mecbûren değil; severek kaçınan, uzak durandır.
Elmalılı Hamdi Yazır, şöyle izah etmektedir: “Mutmainne nefis, kararsızlık ve ihtiyaç ifâde eden ve birbirini izleyen sebepler zincirinden kurtulup bunların arkasındaki gerçek etken olan Allah’a yükselmiş, O’nu tanıma gâyesinde karar kılmış, varlığında ve fiillerinde O’ndan başkasına eğilmeyi reddetmiş benlik demektir. Bunun anlamı da, emmâre nefsin aldatıcı isteklerinden, Allah dışındaki şeylere bağlılıktan kurtulup gerçek hürriyeti kazanmaktır.” 779
Mutmainne nefsin sahibi (mü’min kişi), Allah yolunda ne fedâkârlık gerekiyorsa yapan, bu yolda gelen eziyetlere tahammül eden hak dinin gerektirdiklerinden asla uzaklaşmayandır. Mevdûdî, 6/En’âm Sûresi 125. âyette geçen “şerhu sadr”ın (göğüs genişliği), mutmainne nefisle aynı keyfiyeti işaret ettiğini
777] bk. 53/Necm, 39
778] bk. 3/Âl-i İmrân, 135; 53/Necm, 32
779] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşr., c. 8, s. 5816
NEFS
- 167 -
söylemektedir.780 Mutmainne kişiliğindeki mü’minler, büyük günahlardan kaçındıkları gibi, küçük günahlardan da sakınırlar. Onlar hayatlarının her ânında Allah’ı zikreder/anar, O’nun ilkelerini gözönünde tutarak yaşarlar. “Öyle dönüş yapanlar ki, iman ederler ve Allah’ın zikriyle kalpleri mutmain olur. Şüphesiz kalpler, ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükûn bulurlar.” 781
4- Nefs-i Râdıye ve Mardıyye: Râdıyye, hoşnut olan, râzı gelen anlamına gelir. 89/Fecr 28. âyette de “Allah’tan râzı olan” nefis anlamında kullanılmıştır: “...Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön.” Tasavvufta, nefsin beşinci mertebesi olarak kabul edilmiştir.
Mardıyye, râzı ve hoşnut olunan demektir. 89/Fecr Sûresi 28. âyette Allah’ın kendisinden râzı olduğu kişi anlamında kullanılmıştır: “...Râzı edici ve râzı edilmiş olarak Rabbine dön.” (Tasavvufta mardıyye, nefsin altıncı aşaması olarak geçer. Yaratıcıyla yaratılmışın ortak niteliklerinin toplandığı ortaklığı ifâde eder.)
Tasavvufta Nefis: Kuşeyrî’ye göre nefis, kulun sıfatlarının, huylarının, davranışlarının kötülerine verilen isimdir.782 Nefis, tasavvufta bütünüyle yok edilmesi gereken bir şeydir. Nefis, tümüyle olumsuzdur ve öldürülmelidir. Tasavvufta nefsin ölümlü ve iğretiden ölümsüze doğru yükselişi şeklinde yorumlanan yedi aşama vardır. Nefsin mertebelerini mutasavvıflar şöyle sıralarlar: 1- Emmâre: Yabancılarla dolu karanlıklar mekânı, 2- Levvâme: Nurlar makamı, 3- Mülhime: Sırlara mazhariyet makamı, 4- Mutmainne: Kemal, olgunluk makamı, 5- Râdıye: Visal, Mevlâ’ya ulaşma makamı, 6- Mardıyye: Mevlâ’nın fiillerinin tecellî makamı, 7- Kâmile: Mevlâ’nın makam, isim ve sıfatlarının tecellî makamı. 783
Tasavvufçular bu kavramlardan beşini Kur’an’dan almış, ikisini ise kendileri eklemişlerdir. Mülhime ve kâmile kavramları Kur’an’da geçmemektedir. Mülhime ile velâyet vahyi almayı kast ederek yalancı peygamberliğe dâvetiye çıkarmışlar, kâmile ile ise, fenâ fillâhı kast ederek Allah’da yok olmayı, Allah gibi olmayı hedeflemişlerdir. Diğer beşini de, diledikleri gibi anlamlandırmışlardır. İmam Gazâlî, İhyâ’sında nefs-i Müsevvile diye bir kişilikten daha söz etmektedir. Ona göre nefs-i müsevvile günah işleyen, tevbe eden, tevbesinde bir müddet durduktan sonra yine günahlara dönen, keşke yapmasaydım diyen, ama tekrar tekrar isyana bulaşan kimselerdir. 784
Nefis Tezkiyesi: Tezkiye; temizlemek, arındırmak demektir. Nefsimizdeki kötü yönelimleri temizlemenin yollarını Rabbimiz bize öğretmiştir. Bunları özetleyecek olursak: Allah’ı çokça zikretmek/anmak; Biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğü bilinciyle hareket etmektir. Tezkiye, Allah’ın âyetleri üzerinde düşünüp taşınmak, O’nun rahmetini, büyüklüğünü, sonsuz lütfunu kabul etmek; tabiattaki ve toplumdaki olayların nasıl birer âyet olarak onların Yaratanına tanıklık ettiğini düşünmek; iyiliksever, şefkatli, öğütleyici, nasihat edici, eğitici olmak; kâfirlere karşı sert, mü’minlere karşı yumuşak olmak, helâl kazanmak, helâl yemek, Allah için nefret etmek, Allah için sevmektir.
780] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, insan Y. 1990, c. 7, s. 115
781] 13/Ra’d, 28
782] Kuşeyri, Risâle, I/305
783] Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, Âlem Tic. Y. İst. 1996, s. 556
784] Gazâlî, İhyâ, Bedir Y. İst, 1975, c. 4, s. 81
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefsi tezkiye etmek; içki, kumar, zinâ, rüşvet, yalan, iftira, haksız kazançtan kaçmak, fâiz yememek, gıybet etmemek, harama bakmamak, kötü zanda bulunmamak, tekelcilik ve karaborsacılık yapmamak, yalancı şâhitlikte bulunmamak, kötülüğe teşvik etmemekle olur.
Yoksa müridi şeyhe kul yapan, insanın hürriyetini mürşid lehine yok eden, miskinleştiren, irâdeyi yok eden, şeyhi yükseltip mâsumlaştıran tasavvuf anlayışıyla nefsin kötü eğiliminden kurtulmak mümkün değildir. Nefis tezkiyesi, ney ve kaval üfleyerek, şiş batırarak, sihirbaz ve canbazların yaptığı gibi ateş avuçlayıp kızgın demirler tutarak, râbıta yaparak ve silsile ezberleyerek, ibâdet yerine danslar yaparak, posta oturup el öptürerek olmaz. Nefis tezkiyesi, Allah’a gereğince kulluk yaparak olur.
Nefislerini tezkiye ettiklerini iddiâ eden bazı mutasavvıflar, ulûhiyete, rubûbiyete kalkışmakta, bazıları Allah’ın zâtını müşâhede ettiğini, kimisi öldükten sonra da dirilere tasarrufta bulunacağını iddia etmekte, kimi levh-i mahfûza hükmettiğini, oradaki yazıları değiştirdiğini, melekût âlemine çıktığını söyleyebilmektedir. Oysa nefsini tezkiye eden kula kulluk yapmaktan, hevâsına kulluk yapmaktan kurtulandır. Yoksa kendine kulluk yapmaya çağıran biri, nefsini tezkiye etmiş değil; şirkini arttırmış olur. Tezekkî, şahsiyetin kötülüklerden temizlenmesi, arındırılmasıdır. “(Nefsini/kendini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” 785
Soınuç: Nefis, insanın kendisidir. İnsan ise, iki yönlü bir varlıktır. İyiye de eğilimlidir, kötüye de. Kur’an’da nefis, felsefecilerin dediği gibi ruh demek değildir. Tasavvufçuların iddiâ ettikleri gibi de nefis, bütünüyle mücâdele edilmesi gereken bir şey değildir. Nefsin fücur boyutuna karşı fıtrî ve vahyî âyetlerle mücâdele etmeli, benliğimizi arındırarak takvâ eylemlerinin ortaya çıkmasını sağlamalıyız. 786
Nefs Kavramının Yozlaştırılması ve “Nefsin Merhaleleri” Tâbiri
"Kur’ân’ı Kerim’de nefsin çeşitli merhalelerinden bahsedilir mi, yoksa bunu tasavvuf mu böyle anlamıştır?" Merhale, hedefe ulaşmak için geçilmesi gereken konak yerine denir. Kur’ân-ı Kerim nefsin merhalelerinden bahsetmez. Ama tasavvufta nefsin yedi merhalesinden bahsedilir. Bunlar nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülheme, nefs-i mutmainne, nefs-i râdıye, nefs-i mardıye ve nefs-i kâmile’dir. Nefs-i kâmile dışındakilere Kur’an’dan delil getirilmeye çalışılır. Tasavvuf anlayışında bu konu şöyle değerlendirilir: “Nefsin mânevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmâre, levvâme, mülheme, mutmeinne, râdıye, mardıye ve kâmile gibi.” 787
Bunlar delili olmayan iddialardır. Nefsin mânevî yükselişini Allah’tan başka kim takip edebilir. Bu konuda kendini karar verme mevkiinde gören bir şeyh, bir münâfığı pek yüksek bir mertebede göremez mi? Nitekim Kur'ân-ı Kerim bize Hz. Peygamberin münâfıkları tanıyamadığını bildirmektedir. Âyet şöyledir:
785] 87/A’lâ, 14
786] Fevzi Zülaloğlu, “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Hak Söz
787] Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, s 554-556
NEFS
- 169 -
“Çevrenizdeki kimi çöl Arapları münâfıktır. Medine halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar vardır. Sen onları bilmezsin, onları Biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz; sonra da onlar büyük bir azâba itileceklerdir.” 788
Bazı münâfıklar Hz. Peygamber'in hoşuna giderdi. Eğer münâfık olduklarını bilse onlardan hoşlanır mıydı? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Münâfıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar dayalı odunlara benzerler. Her kopan gürültüyü kendilerine karşı sanırlar. İşte düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin, nasıl döndürülüyorlar.” 789
Şimdi nefsin merhaleleri ile ilgili ifadelere bakalım: Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Kur’an, Hz. Yusuf’un kendi nefsi ile ilgili sözlerini haber verir: “Ben nefsimi aklamam, çünkü nefis kötülüğü emreder durur. Ama Rabbimin esirgediği olursa o başka. Benim Rabbim çok bağışlar ve çok merhamet eder.”790 Nefs-i emmâre her insanda olur. Âyete göre Hz. Yusuf gibi büyük bir peygamberin nefsi de nefs-i emmâredir. Zaten insanın canı günahı çekmese ondan kaçınmanın ne anlamı olur?
Âyetin metni de önemlidir. “Nefis kötülüğü emreder durur" diye tercüme edilen, "İnne’n-nefse le emmâretun bi’s-sû'" isim cümlesidir. Arapça’da isim cümlesi sübût ve devam ifâde eder. Yani isim cümlesi ile ifade edilen hüküm bir zamanla sınırlı olmaz. Başına inne ve haberine "te’kid lâmı"nın gelmesi de bu konuda doğabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Yani âyet, nefsin, kötülüğü emredip durma özelliğinin kalıcı ve sürekli olduğunu ifade eder.
Tasavvuf, ikinci merhaleye nefs-i levvâmeyi koymuştur. "Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülâzemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temâyül gösteren nefstir. Adını Kur’an’daki: “Levvâme (pişmankâr) nefse and olsun.”791 âyetinden alır. İnsan zaman zaman nefsine uyar ve yanlış davranışlar yapar. Eğer bunlara üzülüyor ve sık sık pişmanlık duyuyorsa bu Allah’ın beğendiği bir durumdur.
Üçüncü merhaleye nefs-i mülheme konmuştur. Tasavvuf anlayışına göre; "Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan; neyin hayır, neyin şer olduğunu idrâk edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir." Adını “And olsun nefse isyânını ve itâatını ilhâm edene.”792 âyetinden alır.
Nefsin, bir noktadan sonra ilham ve keşfe mazhar olacağına inanmak insanı şeytanın oyuncağı yapar. Şeytanın vesvese ve saptırmaları ilham ve keşif sanılmaya başlar. Büyüklerin ağzından çıkan her söz, Allah’ın ona ilhamı sayılır ve tartışmasız kabul edilir. Nitekim bu inanç, Allah ve Resulüne iftiralarla dolu nice kitapların kutsallaştırılmasına yol açmıştır.
İlham, Allah’ın, kulunun kalbine bir şey doğurmasıdır.793 Allah’ın ilhamı olmasa insanoğlu ilerleyemez. Bütün ilmî gelişmeler ve keşifler Allah'ın ilhamıyla
788] 9/Tevbe, 101
789] 63/Münâfikûn, 4
790] 12/Yusuf, 53
791] 75/Kıyâmet, 2
792] 91/Şems, 8
793] Fahreddin Râzî, Tefsîru'l-Kebir, 7/583
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olur. Ama bu, Müslümanlara has değildir. Kâfirler de ilham alır. İlham, Kur'an'da yalnız bir yerde geçer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “(Nefse) isyankârlığını ve takvâsını ilham edenin hakkı için, onu arındıran gerçekten umduğuna kavuşmuş, kirletip karartan da kaybetmiş olur.” 794
İsyankârlık, kişinin Allah’a, insanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. Böyle biri, hem isyandan önce hem de sonra huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vicdan azabı denir. Günah karşısında insan önce irkilir, sonra, ya vazgeçer ya da günaha dalar. İşte insanı irkilten, Allah Teâlâ’nın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi”dir. Merhameti sonsuz olan Rabbimiz günah işleyecek olana son bir ihtarda bulunarak “isyana giriyorsun, dikkat et.” demiş olur. İsyandan sonra da kendine bir iç sıkıntısı vererek onu tevbeye teşvik eder.
Yusuf'u (a.s.) Züleyha’dan uzaklaştıran burhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi” olmalıdır. Yusuf sûresinin 24. âyetinde şöyle buyruluyor: “And olsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti...” Bu irkilme Müslüman olmayanlarda da olur. İşlediği bir cinâyetten sonra, vicdan azâbından kurtulmak için gidip teslim olan insan sayısı az değildir.
Müslümanlığa karşı olmak en büyük suçtur. Bu durumda olan herkes içten rahatsız olur ve sıkıntıya düşer. Bu yüzden “Zaman olur kâfirler, keşke müslüman olsalar, diye iç geçirirler.”795 Günahtan sonra devam eden vicdan rahatsızlığı da kişiyi pişmanlığa ve tevbeye yönelten ilhamdır. işte Allah’ın merhametinin büyüklüğü!
Takvâ, nefsi fenalıktan korumak demektir. Kişi, Allah’a karşı, insanlara karşı ve kendine karşı fenalık yapmamalıdır. Bu onu dünyada töhmet altına girmekten, âhirette de cehennem azâbından korur. İnsan, bu iyi davranışlarının neşesini içinde duyar. İşte bu neşe Allah’ın ilhamıdır. İyi davrananlarda görülen iç huzuru ve kararlılık bu ilhamla oluşur.
Vâbısa b. Mabed diyor ki, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gittim buyurdu ki; “iyilikten ve günahtan sormak için mi geldin? ” Evet, dedim. Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.”796 Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Seni işkillendiren şeyi bırak işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüt doğurur.” 797
İçe doğan şey, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü o, “İnsana vesvese veren, onların içini karıştıran”798 varlıktır. Bazıları şeytan vesvesesini keşif ve ilham zanneder de sapıtır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah bazısını yola getirdi, bazısı da sapıklığı hak etti. Çünkü onlar Allah’tan önce o şeytanları evliyâ edindiler. Üstelik kendilerini doğru yolu tutmuş sanırlar." 799
İlham ile vesveseyi ayırmak için içe gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denetlemek gerekir. İşte nefs-i mülheme budur. Mü’min-kâfir, herkesin
794] 91/Şems, 8-10
795] 15/Hicr, 2
796] Dârimî, Büyû' 2
797] Tirmizî, Kıyâmet 60
798] 114/Nâs, 5
799] 7/A'râf, 30
NEFS
- 171 -
nefsi nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankârlığını ve takvâsını ilham ettiği gibi başka şeyleri de ilham eder.
Dördüncü merhaleye nefs-i mutmainne, beşincisine nefs-i râdıye, altıncısına da nefs-i mardıye adı verilmiştir. Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar adlı kitabın konu ile ilgili ifadesi şöyledir: Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve inâyetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Muhammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı İlâhîye mazhar olur: “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs!” 800
Nefs-i râdıye: Kendisi hakkında tecellî eden kazâ hükümlerine tereddütsüz teslim olup rızâ gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Kur’an’daki: “Dön Rabbine, sen O’ndan râzı olarak.”801 âyeti bu makama işarettir. Nefs-i mardıye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır.
Fecr sûresinin bu son âyetleri, Kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın müslüman kuluna yapacağı hitâbı bildirir. Bunların öncesine bakan hiç kimse bu konuda şüphe edemez.802 Yedinci ve son merhaleye nefs-i kâmile konmuştur. Kitabın ifadesi şöyledir: Nefs-i kâmile: Bu makamda sâlik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşâd mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir."
Bu iddiaları iliştirecek bir âyet veya hadis bulunamaz. Allah'ın ve Rasulü’nün bildirmediği bu makamları kim nereden bilebilir?
Yukarıda belirtilen nefsin makamları ile ilgili tasavvufî açıklamalarda her bir makamla ilgili çok tehlikeli ifadeler vardır. Ama bir ifade geçti ki, hepsini gölgede bırakır. Deniyor ki: “Nefs-i mutmainne makamında beşeriyet fenâ bulup “Nûr-i Muhammedî” zuhur ettiğinden nefs, hitâb-ı İlâhî'ye mazhar olur.” Yani bu makamda kişinin etten kemikten oluşan beşer tarafı yok olur, Nur-i Muhammedî ortaya çıkar ve o Allah’ın muhâtabı olmaya, onunla ikili ilişkiye girmeye başlar. Bu ifadelerin ne kadar tehlikeli olduğunu izaha gerek yok.
Nur-i Muhammedî ile hakikat-i Muhammediye kastedilir. Ona insan-ı kâmil de denir. Bu, Muhyiddin-i Arabî’nin Hıristiyanlıktaki Allah’ın oğlu inancını Müslümanlığa uyarlamasıyla ortaya çıkmıştır. Konu ile ilgili tasavvufî bir yazıdan bazı alıntılar yapalım:
“İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve mânevî bütün kemâl mertebelerini kapsamaktadır.” “İnsan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Ancak onun tarihî şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık halindeyken Peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı Kâmil, varlığın ve hilkatin gâyesidir. Zira İlâhî irâde ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi.....” “İnsan-ı kâmil, cihânı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsâ, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, âb-ı hayat içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil âlemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcûdâtın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için
800] 89/Fecr, 27
801] 89/Fecr, 28
802] Bk.89/Fecr, 21-30
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir....” “... Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve sûretlerde peygamber ve veli olarak zâhir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hudâyî’nin şu beyti bu düşüncenin ifadesidir: "Âyînedir bu âlem her şey Hakk ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” “İnsân-ı kâmil, varlığın hakikatlarına tekabül eder. Meselâ onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lây’a, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya taalluk eder... ” 803
Buradaki vahâmeti anlamak için âlim olmak gerekmez. Bu, Kur’an’a aykırılığı tartışılamayacak bir inançtır. 804
Nefsin mertebeleri veya nefsi tanrılaştırma süreci: H. Kâmil Yılmaz diyor ki: “Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefistir. Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin arkasından zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini kötülüğe yapışmasından dolayı ayıplayan ve tevbeye eğilimi olan nefistir. Nefs-i mülheme: İlhâm ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Yani bu duruma gelmiş kişinin içine ilham gelir, perdelerin arkasındaki gerçekler görünmeye başlar, iyiyi kötüden ayırma özelliği kazanır ve kötü arzularına karşı az da olsa direnebilir.
Nefs-i mutmainne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile donanmış olan nefistir. Bu nefs, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği başarı ve yardım ile huzura kavuşur ve tam bir kanaate vararak ıstıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fenâ bulur, yani insan olma özelliği biter. “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkar ve nefis, hitâb-ı ilâhîye mazhar olur, yani Allah ile karşılıklı konuşabilir. Nefs-i râdıye: Kendisi hakkında gözüken kadere tereddütsüz teslim olup rızâ gösterir. Bu makam, sâlikin esrâr-ı ilâhiyyeye muttali olduğu makamdır. Nefs-i mardıye: Allah ile kul arasında rızânın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın kuldan râzı olduğu makamdır.”
Demek ki, nefs-i mülheme mertebesine gelen kişinin içine ilham gelmeye ve perdeler açılmaya, gizli şeyler görünmeye başlıyor. Nefs-i mutmainne mertebesine gelince beşer olma, yani insan olma özelliği bitiyor, “Nûr-i Muhammedî” ortaya çıkıyor. Yani kişi insan-ı kâmil haline geliyor ve Allah tarafından muhatap alınma yani Allah ile karşılıklı konuşma safhası başlıyor. İnsan-ı kâmil ile ne kastedildiği yukarıda geçmişti. Nefs-i râdıye mertebesinde ise kişi, esrâr-ı ilâhiyyeyi yani Allah’ın sırlarını öğreniyor. Nefs-i mardıye mertebesinde o, Allah’tan, Allah kuldan râzı oluyor, karşılıklı olarak birbirlerini memnun ediyorlar. Şimdi bunlar, nefsin ilahlaşma süreci değildir de ya nedir?
Burada M. Fuad Köprülü’ye hak vermemek elde değildir. O diyor ki; “Felsefe ile uğraşanlar, zındık ve mülhid (dinsiz) sayıldığından Kelâm üzerinde çalışanlar hâriç olmak üzere diğer felsefe ile meşgul olanlar, ya din, yahut daha fazla tasavvuf perdesi altında gizlenmeğe mecburiyet görüyorlardı.” 805. Birtakım tasavvufi kavramları din içinde göstermek için ilgisiz âyetlerin uluorta kullanılmasını
803] Hasan Kâmil Yılmaz, insan-ı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125, s. 31
804] Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 91-103
805] M. Fuad Köprülü, W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, 3. Bs., Ankara, 1973, s. 150 -Köprülü'ye âit izah kısmı-
NEFS
- 173 -
başka şekilde izah mümkün görülmüyor. 806
Nefsin İki Yönü (Nefse Fücûr ve Takvânın İlhâmı)
İnsanın yapısı hakkında Kuran'da verilen bilgileri incelerken, "nefs" kavramına oldukça sık rastlarız. Nefs Arapçada "İnsanın kendisi", anlamına gelir ve Türkçede tam bir karşılığı olmasa da "benlik" kelimesiyle bir derece tercüme edilebilir. Kuran'da haber verildiğine göre, "nefs" iki taraflıdır: İnsanın içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden bir taraf bulunmaktadır. Şems Sûresi'nde bu durum şöyle anlatılır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, Sonra ona fücûrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp temizleyen gerçekten felâh bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır." 807
Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona "fücûr" ilham etmiştir. Fücûr Arapçada, "doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması" anlamına gelir. Dinî terim olarak fücûrun anlamı ise şöyle verilir: "Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü..."
Şems Sûresi'ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücûrundan sakınmayı da ilham etmiştir. Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücûrunu kabul edip, Allah'ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah'ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücûrunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah'ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Bu noktada çok önemli bir sonuca varıyoruz: Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah'ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü'minlerle inkârcılar arasındaki en önemli farklardan biri bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm'ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. Dinin ve dolayısıyla dini tebliğ eden peygamberlerin en büyük özelliklerinden biri, insanların nefislerindeki kötülüğü ortaya çıkarmaları ve onu temizlemeleridir. Bu nedenle Kuran'da, inkârcı yahûdilere seslenilirken "...Size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?"808 denildiği bildirilmektedir.
Âyette bildirildiği gibi, inkârcılar nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle de nefislerine aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar. Bu durumdaki bir insan, Şems Sûresi'ndeki âyetlerde bildirildiği gibi, nefsini örter ve onun fücûruna esir olur. Buna karşılık mü'minler Allah'ın varlığının, birliğinin farkındadırlar; O'ndan korkar ve Rabbimizin hükümlerine karşı gelmekten sakınırlar. Bu nedenle de nefislerindeki fücûra teslim olmaz, onu örtmez, açığa çıkarır ve Allah'ın ilham ettiği şekilde
806] A. Bayındır, a.g.e., s. 187-189
807] 91/Şems, 7-10
808] 2/Bakara, 87
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan sakınırlar.
Kuran'da haber verilen Hz. Yusuf'un, "Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefs -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, merhametlidir."809 sözleri, mü'minlerin nasıl düşünmeleri gerektiğini göstermektedir. Mü'min, her ortamda nefsinin kendisini yanlış yola yöneltmek isteyeceğinin bilincinde ve uyanık olmalıdır.
Buraya kadar, ağırlıklı olarak nefsin iki zıt yönünden "fücûr" kısmını inceledik. Aynı âyetin devamından nefse fücûrunun yanı sıra bir de, bu fücûrdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham edildiğini öğrenmekteyiz. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin bu yönü, halk arasında "vicdan" olarak tanımlanır.
İşte, nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan, bir anlamda doğruya yönelten Allah'ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kuran'da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın ölçülerine göre belirlenmiş durumdadır. Ancak, Kuran'ın belirlediği vicdan ölçüleri, toplumda yerleşik olan "vicdan" ölçülerinden oldukça farklıdır. Toplumun vicdan anlayışı, yolda rastlanan bir fakire sadaka vermek ya da hayvanlara sevgi göstermek gibi son derece yüzeysel örneklerle sınırlıdır. Oysa mü'minin vicdanı, Kuran'ın tüm emirlerinin ve tavsiyelerinin yerine getirilmesini gerektirir. Hatta Kuran'da genel hatlarıyla belirtilen pek çok konunun ayrıntıları vicdan sâyesinde belirlenir ve uygulanır. Örneğin, Kuran'da iman edenlere ihtiyaçlarından arta kalanı infak etmeleri emredilir. Fakat ihtiyacının ne kadar olduğunu herkes kendi vicdanı ile belirler. Vicdanı yeterince güçlü olmayan bir insan ise, dinin hükümlerini Allah'ın rızâsına en uygun biçimde uygulayamaz.
Mü'min günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında seçim yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı seçenekler içinde, Allah'ın rızâsına en uygun olanını, dinin menfaatlerine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah'ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler fısıldayacaktır. Kur'an'da nefsin öne sürdüğü bu "mâzeret"lere sık sık dikkat çekilmektedir.
Mü'min, nefsin kendisine fısıldadığı tüm mâzeret ve bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği doğruyu uygulamalıdır. Kuran'da mü'minlerin vicdanına dair verilen örnekler, insanı bu konuda düşünmeye yöneltmelidir. Âyetlerde mü'minlerin savaşa çıkma şevklerinden şöyle söz edilmektedir: "Allah'a ve elçisine karşı içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, güçsüz zayıflara, hastalara ve infak etmek için bir şey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, merhametlidir. Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde 'sizi bindirecek bir
809] 12/Yusuf, 53
NEFS
- 175 -
şey bulamıyorum' dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur." 810
Savaşa çıkmak görünüşte son derece tehlikelidir. Savaşmaya giden bir insan, ölüme ya da yaralanmaya gittiğini bilir. Ancak buna karşın Peygamberimiz döneminde mü'minler Allah yolunda savaşmak için büyük bir istek duymuşlar, savaşa çıkamadıkları için de üzülmüşlerdir. Bu, Kuran'da kastedilen vicdanın çarpıcı bir örneğidir.
Nefis mü'mini bir anda dinden döndüremez ama küçük tâvizler koparmaya çalışır. Örneğin, mü'mini Allah yolunda yapması gereken bir işte tembelliğe yöneltmeye çalışır. Birtakım mâzeretler öne sürerek onu gevşekliğe sürüklemeyi dener. Eğer nefsin küçük isteklerine tâviz verilirse, nefsin insan üzerindeki etkisi gittikçe büyür ve sonuç, insanın imandan vazgeçmesi, yeniden nefsinin esiri olmasına kadar varabilir. İman eden her insan, her ne durumda olursa olsun, nefsine değil, Allah'ın hükmüne göre hareket etmekle, nefsini ezmek, bencil tutkularını dizginlemekle yükümlüdür. Bir âyette şöyle bildirilmektedir: "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup sakının, dinleyin ve itaat edin. Kendi nefsinize hayır (en büyük yarar) olmak üzere infakta bulunun. Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felâh (kurtuluş) bulanlardır." 811
Âyette, mü'minlere Allah'tan korkmaları, O'na itaat etmeleri, O'nun hükümlerini dinlemeleri ve infakta bulunmaları, yani mallarını Allah'ın rızâsına uygun olarak harcamaları emredilmektedir. Çünkü bunlar, insanın "nefsinin bencil tutkularından" korunmasına ve sonuçta felâha (büyük kurtuluş ve mutluluk) ulaşmasına neden olur. Aynı gerçek başka âyetlerde de şöyle vurgulanır: "Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir." 812
Nefsinin bencil tutkularından korunarak nefsini arındırıp temizlemiş, dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğuna ve cennetine kavuşmuş olan kişinin nefsi ise Kuran'da mutmain olmuş, yani tatmin bulmuş nefis olarak tanımlanır. Âyetlerde şöyle buyrulmaktadır: "Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici (râdıye) ve hoşnut edilmiş (mardıye) olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Gir Cennetime." 813
Nefsinin kötü isteklerine tâbi olup da onu temizleyip arındırmamış ve bu şekilde âhirete gitmiş bir kimsenin de pişmanlıktan başka bir nasibi yoktur. Gelmiş geçmiş milyarlarca inkârcının kıyâmet gününde yaşadıkları pişmanlık ve nefislerini kınamaları gerçekten çok dehşetli bir manzara oluşturur. Bu, kâfirleri bekleyen öyle büyük ve kaçınılmaz bir gerçektir ki, Allah âyetlerde kıyâmet gününün hemen ardından kendini kınayıp duran nefsin durumuna yemin etmektedir: "Hayır, kalkış (kıyâmet) gününe and ederim. Ve yine hayır; kendini kınayıp duran nefse de and ederim." 814
İstek ve Tutkularını İlâh Edinenler:
Nefsin iki taraflı olduğunu, Allah'ın nefse fücûru ve ondan sakınmayı ilham
810] 9/Tevbe Sûresi, 91-92
811] 64/Teğâbün, 16
812] 79/Nâziât, 40-41
813] 89/Fecr, 27-30
814] 75/Kıyâmet, 1-2
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiğini vurgulamıştık. Kuran'da, nefsin fücûrunu ifâde etmek için çoğu kez "hevâ" terimi de kullanılır. Hevâ sözlükte; "istek, tutku, nefsin arzu ve hevesi, şehvet, şehvete karşı şiddetli eğilim, insanın bozulmasına yol açan bütün olumsuz içsel etkenler" şeklinde tanımlanır.
İnkârcılar, nefsin bu negatif yönünü, yani hevâyı tek yol gösterici ve amaç edinirler. Tüm hayatlarını, hevâlarını tatmin etmek üzerine kurmuşlardır. Bu nedenle tüm zihinlerini hevânın tatminine yöneltirler ve dolayısıyla dinin insana öğrettiği gerçekleri kavrayamayacak hale gelirler. Allah, hevâlarının denetimine giren insanların, Kuran'ı ve peygamberin tebliğini kavrayamadıklarını şöyle bildirir: "Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından çıkıp gittikleri zaman, ilim verilenlere derler ki: 'O biraz önce ne söyledi?' İşte onlar; Allah, onların kalplerini mühürlemiştir ve onlar kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır." 815
Nefsini örten, nefsinin fücûruna teslim olan bir insan, her olayda ve yargıda hevâsının hakemliğine başvurur. Hevânın istek ve arzuları doğru ve yanlışta kıstas olur. Kişi artık kendi nefsine tapmaktadır. Kuran'da insanın bu duruma gelmesine, "kendi hevâsını ilâh edinme" adı verilir. 816
Hevâ ve hevesi doğrultusunda hareket ettiği için akledemez hale gelen kişi, aynı zamanda Kuran'da görmez ve işitmez olarak tanımlanmaktadır. Akleden mü'minler ise iyiyle kötüyü ayırt eden bir anlayışa (ferâsete) ve olaylara hâkim olan bir bakış açısına, kavrayışa (basîrete) sahip olurlar. Kuran'da, hevâlarına uydukları için akletme yeteneklerini yitiren ve sapan insanlar ve toplumlarla ilgili pek çok âyet vardır. 817
Hevâ insanı birtakım tutkulara kaptırır, onun gözlerini kör eder. Bu durumdaki insan da ebedî felâketine doğru hızla ilerler. Hevâ kelimesinin kökeni de anlamlıdır. Ruh, kökeni dolayısıyla aydınlık ve letâfet iken; hevâ, zulumât ve ateş niteliklidir.
Vicdan ve Ruh:
Nefsin iki ayrı yönü olduğu Kuran'da bildirilir ve nefsin bir kısmının "hevâ"dan, yani insanı Allah'ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğuna dikkat çekilir. Nefsin öteki kısmı olan vicdan ise, insanı Allah'a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki "fücûr"dan sakınmasını sağlar. Vicdan, insana Allah'ın üflediği "ruh"tan kaynak bulur.
Secde Sûresi'nde Allah'ın insana Kendi ruhundan "üflediği" şöyle haber verilir: "...O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülâle'den), basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi..." 818
İşte insanın sahip olduğu tüm güzel vasıflar, Allah'ın kendisine "üflemiş" olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücûruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, nice güzel sıfatları üstünde taşımaya başlar. Zâten
815] 47/Muhammed, 16
816] bk. 45/Câsiye, 23
817] Meselâ bk. 5/Mâide, 77; 6/En'âm, 119; 4/Nisâ, 135; 30/Rûm, 29; 23/Mü'minûn, 71; 5/Mâide, 48-49
818] 32/Secde, 7-9
NEFS
- 177 -
Kuran'ın tüm hükümleri, insanın içindeki vicdana uygun, o vicdanın gereklerine göre belirlenmiş durumdadır. Rum Sûresi'ndeki iki âyet, bu konuda açıklayıcıdır: "Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler." 819
Âyetlere göre, inkâr edenler nefislerinin fücûruna, yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü'minlerin yapması gereken, Allah'ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah'ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah'tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana en uygun yaşam şeklidir. 820
İntihar
“İntihar” kelimesi, “nahr” kökünden türemiştir. Nahr, gırtlak, boğaz anlamına gelir. Deve, göğsüne yakın yerden boğazına bıçak vurulup kesildiğinden deve kesmeye “nahr” denir 821. Tenâhur, boğaz boğaza, göğüs göğüse çarpışmak demektir. Aynı kökten intihar da, kendi boğazını kesmek, kendini öldürmek anlamındadır.
“Nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.”822 Âyette geçen “nefislerinizi öldürmeyin” ifadesi, “sizin kardeşleriniz olan mü’minleri, birbirinizi öldürmeyin” anlamına geldiği gibi, daha çok da, “kendinizi öldürmeyin, kendi canınıza kıyıp da intihar etmeyin” demektir.
Bir insanın canına kast etmek, hayat hakkını ortadan kaldırmak, insanın kendi hayatı için de benzer bir suçtur, haramdır. Hayatı veren de alan da Muhyî/hayat veren ve Mümît/öldüren isimlerine sahip Yaratan Allah’tır. İnsan, hayatını devam ettirmek için ne gerekiyorsa yapmaya izinlidir, hatta görevlidir. Fakat hayatı tehlikeye atmaya veya ortadan kaldırmaya, hayatın gerçek sahibi Allah izin vermez.823 İntihar, başkasının canına kıymak kadar büyük bir günahtır; bize canı veren Allah olduğundan, gerçek sahibinin hakkını ihlâl etmek ve emanete ihanettir.
Dünyada birçok insan, çeşitli nedenlerle; ticarette iflâs ettiğinden, aile geçimsizliğinden, yaptığı hatalardan bunalıma düşüp kurtuluş çaresini intiharda bulacağını sanır ve canına kıyar. Oysa intihar çare değildir. Ruh ölmez. Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra, insanın dünyada yaptığı hareketlere uygun bir yaşantı içine girer. Ölüm, ruhun yeni ve sürekli bir hayata başlamasıdır. İntihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. “Kim kendisini dağdan atıp öldürürse, o cehennem ateşinde sürekli olarak yuvarlanır durur. Kim zehir içip kendisini öldürürse cehennem ateşi içinde elindeki zehri sürekli olarak içer durur. Kim kendisini bıçak gibi bir demir parçasıyla öldürürse cehennem ateşi içinde sürekli olarak onu karnına
819] 30/Rûm, 29-30
820] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Y. İst. 1997, s. 36-48
821] 108/Kevser, 2
822] 4/Nisâ, 29
823] 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saplar.”824; “Kendini (ip ve benzeri şeyle) boğan kimse, cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran da cehennemde kendisini vurur durur (azabı böyle olur).” 825
Yine, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki insanlar arasında, vücudunda yarası bulunan bir adam vardı. Yaranın ağrısına dayanamadı, sızlandı, bir bıçak alıp elini kesti. Akan kan durmadı ve adam öldü. Yüce Allah; ‘Kulum canını Benden önce aldı, ona cenneti haram kıldım’ buyurdu.” 826 Bu hadis-i şeriflerde dikkat çeken husus, intihar edenlerin, intihar ânındaki acılarını, öteki âlemde, kendilerine sanki sonsuz zaman kadar gelecek uzun bir süre boyunca aynen yaşayacaklarıdır.
Hz. Peygamber’in Zâtu’s-Selâsil seferine komutan olarak gönderdiği Amr bin el-Âs (r.a.), ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber’e anlatırken, Nisâ sûresi, 29. âyete göre amel ettiğini söylemiş ve Rasûlullah (s.a.s.) Amr’ın bu yaptığını tasvip etmiştir. 827
Hayber gazvesi sırasında, İslâm askerleri arasında savaşan ve büyük fedâkârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine ashâb-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman’ı izlemiş ve onun, aldığı yaralara sabredemeyip kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür.828 Kuzman’ın ölüm şekli Allah Rasûlüne iletilince şöyle buyurmuştur: “İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; hâlbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, hâlbuki kendileri cennetliktir.” 829
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Haber Gazvesinde intihar eden Kuzman’ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü’min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna inanmamış olması da şarttır. 830
Hz. Peygamber’in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Câbir İbn Semûre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’a, intihar eden bir kimse haber verilmişti: “Ben üzerine namaz kılmıyorum!” buyurdular.831 Ancak, bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden men etmek amacına yöneliktir. Nitekim ashâb-ı kiram, bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır.832 İmam Ebû Yûsuf’a göre intihar, hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça intihar edenin cenaze namazı kılınmaz.
Beden, Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna verdiği en büyük emanetlerden biridir.
824] Buhârî, Tıb 7; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68
825] Buhârî, Cenâiz 84
826] Buhârî, Enbiyâ 50, hadis no: 720; Müslim, İman 47, hadis no: 180
827] Ebû Dâvud, Tahâret 124; Ahmed bin Hanbel, 4/203
828] Buhârî, Kader 5, Rikak 33, Megâzî 38, Cihad 77 –182-; Müslim, İman 178, 179
829] Buhârî, Kader 5, Rikak 33; Müslim, İman 179
830] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 10/270
831] Ebû Dâvud, Cenâiz 51
832] el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm Terc. 2/276-277
NEFS
- 179 -
Bu emaneti, kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ruh bedenden ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin ruhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslâm’ın emir ve tavsiyesidir. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabir ve daha sonra âhiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felâketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü ruh bedende kaldıkça Allah’tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah’a yönelmesi ve O’ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıç noktasını teşkil eder. Yüce Yaratıcı, umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. O’na dayanan da güç kazanır. 833
İzzet-i Nefs
Evet, bazılarınca hep "zillet"le ilgili vasıflar yüklenip zelil kılınan "nefs"in izzeti vardır, olmalıdır. Nefsin onurunu korumaya izzet-i nefs denilir. İzzet-i Nefs; insanın insanlık, şeref ve haysiyetini koruması demektir. İzzet kelimesi kuvvet, üstünlük, şeref ve gâlibiyet anlamlarını dile getirdiği gibi, insanı zillete düşmekten alıkoyan iyi nitelikler anlamına da gelir. İzzet'in zıddı zillettir. İnsan, nefsinin izzetini korumakla yükümlüdür. Bu ise ancak Allah'a iman etmek, hayatını O'nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle mümkün olabilir. Küfür, şirk, nifak, isyan ise insanı zillete düşürür. Mü’min, imanı ile izzet kazanır. Ne var ki kendisini küçültücü, izzetini zedeleyici her türlü davranıştan kaçınmalıdır.
Kur'an, "İzzet Allah'ın Rasûlünün ve mü’minlerindir."834 buyurur. Bu, Allah'ın kendilerini izzetli, Hz. Peygamber ve mü’minleri zelil gören münâfıklara cevabıdır. Buna göre gerçek mü’minler izzet, üstünlük ve şeref sahibidirler. Çünkü gerçek mü’minler geçici, değersiz şeylere bağlanmaz. Allah'tan başkasına boyun eğmezler. el-Münâfikûn Sûresinin yukarıdaki âyetini izleyen âyetlerinde, "Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır. Biriniz kendisine ölüm gelip de, 'Rabbim beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!' demeden önce size verdiğim rızıktan infak edin."835 buyrularak gerçek mü’minleri izzetli kılacak nitelikler açıklanır. Bunlar "zikrullah" ve "infak"tır.
Müfessirlere göre zikrullah, namaz gibi ibâdetlerle, bunların semeresi olarak Allah sevgisiyle yapılan kulluktur. Bu yorumla zikrullah emri, mü'minlere, evlât ve mallarınız ile uğraşmak yüzünden, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın ifadeleriyle, "Hak mâbud olan Allah Teâlâ'yı ve O'nun esmâsı, sıfatı, emirleri ve yasakları, sevap ve ikabı ile ahkâmı izzetini düşündürüp andıran, rızâsına vesile olan farz ve nâfile ibâdetlerden cuma ve cemaatten, namaz, oruç, zekât, hac, cihad, kıraat-ı Kur'an, vaaz ve nasihat, tehlil, tesbih, tahmid gibi sırf Allah'a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı hatırlatıp Allah için Allah'a lâyık güzel işler düşündürmeye alıştıran tâatlerden gaflet etmeyin" anlamına gelir.836 Bunlardan gaflete düşenler ziyan etmişlerdir. Çünkü mal, evlat ve dünya hayatı geçip gider; Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. İnsanı
833] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 166-167
834] 63/Münâfikûn, 8
835] 63/Münâfikûn, 9-10
836] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 5011
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
izzetli kılacak ikinci neden de infaktır. Gerçek mü’minler Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan Allah yolunda harcamak, infâk etmekle yükümlüdürler. Çünkü izzet yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlayıncaya dek yiyip Allah için yedirmekten kaçınanlar, yanı başındaki komşusunu, toplumdaki muhtaçlarını ihtiyaçlarını düşünmeyenlerin insanlık izzetiyle bir ilgileri olamaz. Böyle yapanlar, izzeti zilletle değiştirmiş olurlar.
Gerçek mü’min, izzetini korumak için küçültücü davranışlardan kaçınmak, ağırbaşlı, vakur olmak zorundadır. Fakat bu durum kibirle karıştırılmamalıdır. Şihâbuddîn Ömer el-Sühreverdî, "İnsanın nefsinin hakikatini bilmesi ve dünyevî istekleri sebebiyle zelil etmeden ona ikram etmesi" biçiminde tanımladığı izzetin, "İnsanın nefsini tanımayarak onu kendi yerinden daha yukarı koymaya çalışması" şeklinde tanımladığı kibirle karıştırılması tehlikesine dikkat çekerek ikisi arasındaki farkı şöyle belirtir: "Meskenet ve zillete düşmeden tevâzû sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. 837
Ben Kavramı
“Ben” (ego), ruhun bir sıfatıdır. Kendine has bir varlığı yoktur. Nasıl ki, sıfat ve isimlerin, vasıflandırdıkları ve isimlendirdikleri varlık ve şahıslardan ayrı vücutları yoktur. Aynen bunun gibi, ruhtan ayrı ben’in vücudu da yoktur. Yine, vicdanın (süperego) da ruhtan ayrı bir vücudu yoktur. Ruhun sıfatı veya bazı özellikleri bu isimler altında toplanmıştır.
Ben, insanın farklı yapılarını birbirine bağlayıp tek bir mâhiyet içinde toplayan bir bağdır. Böyle olmasaydı; insan kendinden bahsederken; hücre, doku ve organlarına sahibiyet duyamayacaktı. Ancak, burada derin bir aldatmaca vardır. Bir şeye sahip olmak için, onu yapmasını bilecek ilim, yapmayı tercih edecek irâde, yapımına lâzım olacak maddeye de yine bu yönleriyle sahip olma ve bu maddeleri bir araya getirme güç ve kudreti kendisinde bulunmalıdır. Söz gelimi, 50 yaşındaki bir insanın, 50 sene önce var olmayan ben’i, nasıl oluyor da, birçok ihtimaller içinde; kendi ruhuna uygun (tabii ki, ruhun varlığı ve onun yaratılması için de aynı şeyler geçerli) bir vücut, doku, organ, cinsiyet ve niceliğe sahip olduğunu düşündüğümüz varlığı yapmaya karar vermiş, sınırsız ihtimaller içinde, şu andaki en uygun bedeni seçmiş olsun, bunu yapmasını bilebilsin, yapısı için gerekli maddeye sahip olsun ve yapma kudretinde olsun ve yapsın ki, kendisinin sahibi olsun? Bunlar “benim” desin!
Sahip olması için bunlar da yetmiyor. Vücudunda, her cihaz tüm evrenle ilgilidir. Gözünün güneşle ve onun ışınlarıyla, dolayısıyla ozon tabakasının yapısıyla, diğer cihazlarının da her şeyle ilgisi vardır. Vücudunun kendi dışındaki en küçük bir olumsuzlukta dahi varlığını devam ettiremeyeceğinden, çevreye de hâkim olması gerekiyor. Olabilir mi? Varlık sahnesinde meselâ 50 sene önce hiç olmayan biri, bunlara nasıl sahip olabilir? Demek ki, egonun bu sahipliği, bir çeşit ön kabuldür; gerçekle alâkası yoktur. Bir çeşit sahip olmaya bir niyet ya da bir çeşit hayalî bir sahip olmaktır. Ben’in bu hayalî sahipliği, başkasının “verme” fiiline bağlı olduğundan, bir çeşit hürriyettir. Hürriyet başkasına bağlı ve başkası tarafından verilen bir sıfattır.
837] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ans. C. 5, s. 120-121
NEFS
- 181 -
Ego, ruhun kendine bir vücut ve kıymet verme sıfatıdır. Ego, bir ölçü âleti gibi kendi sınırlarını çizerek varlığının farkında olur. Çünkü sınırları çizilemeyen bir şeyin özellikleri tam anlaşılamaz. Ego, kendi dışındaki varlıkları anlayacak çok özel bir ölçü âletidir. Yani ego, kendinde olmayanı farazî kendinde olma durumuyla ölçer. Diğer ölçü âletleri, var olan bir maddeyi ölçmek için, ego ise kendinde olmayanı ölçmek için vardır. Böylece gereksinimlerinin farkında olur. İhtiyaçlara gücünün yetmediğini de, ölçtüğünün kendinde olmadığını anlarsa, bir teşekkür âletidir. Bir şeyi ölçme özellikle var-yok şeklinde ise, egonun tercih fonksiyonu vardır.
Ego; kâinatın her tarafında kendini gösteren kanunları, eşya ve evrenin anlamını açan bir anahtardır. Ancak, egonun kendi anlam ve özellikleri de çok gizli olan birer tılsımlardır. O, egonun gerçek anlamının bilinmesiyle, o garip muammâ, o enteresan tılsım açılır ve evrenin tılsımını ve evrenin niçin var edildiğini kavratan hikmetli Yaratıcı, insana emanet olarak, Rab’lığının sıfatlarını ve işlerinin anlamlarını gösterecek, ayrıca diğer insanlarla ilişkilerinin devamı için tanıttıracak, işaret ve örnekleri içine alan bir benlik vermiştir. Böylece benlik, karşılaştırmalarla ölçen bir ölçü âleti gibi, ölçeği, anlayacağı ve varlığının amacı olan; kendini yoktan var edenin yaratıcılığını ve O’nun işlerini bilir. Egonun yapısı; sınırsız bir ilmi, varlığı, sınırsız bir kuvvet ve irâdeyi anlamaya uygundur. “Ben” dünyayı yutsa doymaz bir sahiplik duygusuna sahiptir. Varlığı sonradandır. Öyleyse kendi dışında biri tarafından yaratılmıştır. Yaratanın yarattığı eşyada bir maksadı vardır. O yüzden, egonun sıfatı olan ruhun yaratılmaktan amacı, Cenâb-ı Hakk’ın hakkıyla bilinmesidir.
Mükemmel bir sanat eseri olan insana yaratıcının, egoyu vermesinin anlamı şu olmalıdır: Tüm tercihlerini eksiksiz ve sınırsız hikmete uygun yapan yaratıcı, bu yaratma sıfat, ilim, irâde ve kudretini ve işlerini bilecek bir cihaz olarak, insanın ruhuna benlik diye bir sıfat verdi. Zira sanatkârlık sıfatının en önemli gereği, sanatın sergilenip gösterilmesidir. Yaratıcının tüm bu sınırsız ilim, irâde ve kudretini göstereceği ve bunu tartıp anlayabilecek bir varlık yaratması, yaratma sıfatının gereğidir. İnsan ve kâinat çok ince ve her basit noktada sınırsız bir faydaya cevap verecek şekilde yaratıldığına göre, bunların yaratılmasındaki maksat, Yaratıcının kendisini onlara bildirmektir.
Bu sınırsızlığın anlaşılmasının gereği de, ona en azından hayalî bir sınırlama getirmektir. Çünkü, sınırsız ilim, irâde ve kudreti, ego anlayamaz. İşte bu hayalî sınırlamayı yapıp kendisini yaratanın ilim, irâde ve kudretini anlayan egodur. Yoksa insan bir robottan farksız olacaktı. “Ben” diyemeyecekti. Ben dese de sahiplik hissetmeyecekti. Öncelikle de, kendilik sınırları olmadan ilim yapamayacaktı. Müşâhede edeceği, inceleyeceği objeleri kendi varlık sınırlarından ayıramayacaktı. Kendine bir sınır çizemediğinden, diğer insanlara da bir sınır çizemeyecek, toplumsal iş bölümü, paylaşma ve sınır tanıma diye bir şey olmayacak, dolayısıyla sosyal hayat olmayacaktı. Egonun varlığı, kendinden değildir; çünkü bu bir sıfattır; insan ve kâinatın varlığı kendinden olmadığı gibi.
Öyleyse, kendinin sahip olduğunu sandığı ilim, vücut, irâde ve yapma fiili de gerçekte kendine ait değildir. Bu, geçici bir kabul sıfatıdır. Ego, aslında hiçbir şeye gerçek anlamıyla sahip değildir. Ben dediği vücudundan başlayalım. Acaba, ben dediği vücudunun hangi hücre zarını, çekirdeğini vb. o düşünüp karar verip
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmıştır? Her maddî varlığın yapıtaşı olan atomu, o mu kurmuştur? O zaman insan neye sahiptir? Demek ki ben’in de iddiası hayalîdir, ancak çok yararlı bir hayal, çok faydalı bir tasavvurdur.
Gerçeği değerlendirme yetisinin en kapsamlı tanımı da budur. Yani, ben sahibim derken de sahip olamadığımızı bilmek, sınırlarımızı doğru çizmek. Eğer böyle anlamazsak, hayalde düşündüğümüze sahip olduğumuzu zannedersek (hiç sahip olsak verir miydik kendimizi basit toprağa), ilimde olanla kudrette olanı karıştırırsak benlik sınırlarımız kaybolmuş demektir. Bu da, tam olarak ruhun dengesinin bozulup hastalanması demektir. Biz, insan olarak hepimiz sahip olmadığımız halde, sahip olduğumuza inanan mecnunlarız. Tüm varlıklara kendimize göre hatlar çiziyor, bizim olmayanı esas sahibinin râzı olmayacağı şekilde değerlendiriyor, kullanıyoruz. 838
Egonun Özellikleri
1- Ego, kâinat ve insanda görülen sıfat, isim ve fiilleri tartan ve ölçen bir ölçüm cihazıdır. Egonun en önemli özelliği budur. Bir örnekle bu özelliği özetleyelim: Sınırsız ve her şeyi kuşatan bir güzelliği, seyredenlerin kavrayabilmeleri için, ya o güzelliğin zıddı ile mukayese edecek (ki, bu gerçekte bir sınırlamadır; demek, o güzelliğin dışında kalanlar var), ya da kendisinde o güzellikten bir numune olacak ki; şöyledesin: “benim güzelliğim buraya kadar, bundan sonraki onundur.” İşte ego, her ikisini de yapar. Önce kendisinde bir sahiplik farz eder. Onunla kendi dışındakileri karşılaştırarak kendi sınırını anlar. Diğer taraftan kendi kusurlarını görerek, kendi dışındakilerin isim, sıfat ve kudretini anlar. Kendi sınırlılığını, noksanlığını fark ederek hem kendi türündeki insanları, hem diğer varlıkları ve hem de sınırsız olan Yaratıcıyı kavrar. Bu nedenle Allah’ı bilmenin esas şartı, kendini bilmektir.
Kendini bilemeyecek kadar benlik sınırları belirsiz bir kişi, Allah’ı bilemediği gibi, eski Yunan filozofları gibi, benliği şişen bir insan da, diğer insanlarla, canlılarla ve tüm evren içinde ne varsa onlarla herhangi bir uyum geliştiremez. Kendini onların sahibi sanır. Biraz daha ileri giderek, ilâh/tanrı yerine koyar tüm âcizliğiyle birlikte kendini. “Kendi hevâsını (kötü duygularını) ilâh/tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” 839
Benliğin bu yapısı nedeniyle, sınırsız ve mutlak olan bir varlığı anlamak için var olduğu anlaşılır. İlk çağlardan beri, insanoğlunun bir şeye muhakkak inanması ve bu inanma gereksiniminin kaynağı işte buradadır. Kâinatta, nesnelerin algılanma şartlarından biri, zıddının olmasıdır. Ya da zıt sıfatların birbirine müdahalesidir. Nisbiyet (rölavitive) Einstein tarafından fark edilen en önemli fizik kuralıdır. Gerçekten eşyanın kendini fark ettirmesinin en önemli şartı nisbiyettir. Ego, bu yönüyle ruhun bir nisbiyet cihazı gibidir. Nisbîliğin tersi mutlaklıktır ve sınırsızlıktır. Öyleyse egonun esas var oluş nedeni mutlak olan Allah’ı bilmektir.
İnsanoğlunun müşâhedeleri göstermiştir ki, kâinatta her şeyin zıddı vardır; nisbîliğin de zıddı vardır, o da mutlaktır. Mutlak olan, madde olamaz; öyleyse
838] Ramazan Özcankaya, Ruh, s. 87 vd.
839] 45/Câsiye, 23
NEFS
- 183 -
mutlak ve sınırsız varlık Allah’tır. Nisbiyet, eşyalar arasındaki bağlardır. Yani, iki eşya arasındaki nisbîlik, bir nesnenin diğerine karşı kendi kuralının dışına çıkmasıdır. Ona karşı durum almasıdır. Bu nedenle, evrendeki kurallar kadar da nisbiyet kuralları sözkonusudur. Bu nisbiyet kuralılıyla ego, insanları anlar, onların varlığını fark eder, diğer insanlarla ilişkilerini sağlar. Böylece insanlar arası sosyal bir sistem oluşur. Ego, aynı zamanda gerçeği değerlendirme ve ölçme cihazıdır.
2- Ego, kendini dünyada ebedî/sonsuz zanneder. Başkalarının başına gelen birçok ölüm olayının kendi başına gelebileceğini kendiliğinden düşünemez. Bunun sebebi, dikkatsizken ve ortalık sisliyken kendi sınırlarını aşırı genişletmesidir. Ancak, ruhun koruyucu kuvveti olan akıl, dikkatli bir incelemeyle bunun kavrar. Bu duruma ego itiraz edemez.
İnsan hayatına dikkat edildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşılır: Âdeta insan 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan, müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir. Bu idam ve ölüm kanununun dışına hiç kimse çıkamadı, çıkamaz. Bilimsel gelişmelerle -olması kesinlikle mümkün değildir ya- farz-ı muhal dünyada ölümsüzlüğün yolu bulunsa, o zaman da dünyanın zenginlikleri o nüfusa karşılık vermeyecek ve bazıları azla tatmin olmayacaktır. O yüzden, insanlar arasında çıkacak büyük savaşlarla yine hüküm aynı olacaktır. İnsan, akıl ve mantığıyla konuya dikkat ettiğinde, bu gerçeği kavrar. Ancak egonun rengiyle konuya bakıldığında, ego kendini ebedî sanır. Sonuçta bir çelişki doğar. Buna temel çatışma denir. Bu temel çatışma, birkaç yoldan çözülebilir, ya da kişinin inanç durumuna göre hiç çözülemez. Sonuçta, çözülemeyen bu çatışma, insanlarda temel bir mutsuzluğun nedenidir. Çatışmanın birinci ve en sağlam çözüm şekli, biyolojik ölümün gerçekte bir ölüm olmadığını kabul edip âhirete yakînî bir şekilde iman etmektir. İslâm, bu temel çatışmayı âhiret inancıyla tamamen çözmüştür.
Egonun kendini ebedî/sonsuz sanmasıyla, akıl kuvvetinin aksini (ölümü) kavraması sonucu doğan temel çatışmanın ikinci çözümü, akıl kuvvetini yok sayma yoludur. Bu ise, zevk ve eğlence ile ölümü hatırlamak istemeyip unutmak, alkol gibi sahte keyif veren ve bağımlılık yapan maddelerle aklı ortadan kaldırmakla yapılabilir. Zaten insanların bir kısmı da böyle yapmaktadır. Ancak, bu yol, maksadın aksine, azap ve elemlerle doludur. Çözmek için çabaladığı çatışma, çok daha kompleks hale gelip başka çatışmaları doğurur. En huzurlu ve doğru yol, egonun şu itirafıdır: “Ben, sonsuz ve ebedî değilim, başkasının varlık vermesiyle hayattayım. O, benim varlığımın ebedî olmasını isterse ancak o zaman sonsuz olurum. O, dünyada duyu ve algılarla koyduğu gereksinimlerimin hemen tamamanı karşıladığı gibi; içimdeki ebed arzusunu da âhirette karşılayacaktır.” İşte bu inanç ve itiraf, temel çatışmanın tek gerçek çözümüdür.
3- Egonun diğer bir özelliği; ego haz ve lezzetin kaynağıdır. Ego, yani bir şeye sahip olmayı ölçen cihaz olmasaydı; lezzet ve haz sadece bir bilgi olarak kalırdı. Bu haz bilgisi, lezzet alana ait olmazdı. Eğer insan, gereksinimi olan bir şeyi, tek Yaratıcı’dan bilmezse, hem ihtiyaçlarının kendine ulaşmasında cimrilik, yavaşlık, düzensizlik, zorluk, pahalılık ve karmaşa olacağı düşüncesini yaşayacaktır; hem de ihtiyaç maddelerini rahat kullanamayacaktır. Meselâ; bir meyve, insan teknolojisiyle yapılsaydı, siz onu zevk ve haz alarak yiyebilir miydiniz? Bunun imkânsız olduğunu, vitamin haplarından rahatlıkla anlayabiliriz. Bundan daha
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük haz, kalbin huzur ve mutluluğudur, o da Yaratıcı’nın kabulü ve O’na itaat edilmesiyle gerçekleşecektir. Ego, mutlak tek Yaratıcı’yı kabul ederek, sınırsız sayıda sahte tanrıya kul ve köle olmaktan kurtulup, huzur-ı kalbe ulaşır, gerçek mutluluğu yakalar. Ego, tek Allah’a inanmadan fıtratının istediği gerçek saâdeti yakalayamaz.
4- Egonun bir özelliği de, ödül gördüğü zaman “keşke ben de öyle yapsaydım, böyle olsaydım” demesidir. Ego, bu düşünceyle de yetinmeyip biraz daha ileri giderek o ödüle sahip çıkar. Hizmet ve ceza ile muhâtap olduğu zaman ise, hiç üzerine almaz, görmezlikten gelip “bana ne” deyip hizmetten kaçmak ister, cezayı üstüne almaz. Ödül dağıtılağında hemen hazır olduğu halde, hizmet zamanı yoktur. Ego, bu özelliğiyle sorumluluktan kaçar. Hem sorumlu olmasın; hem de bazı değer ve ödüllere sahip olsun ister. Yani ego, bencil ve benmerkezcidir. Egoya göre, başkaları hizmet için, kendisi ücret için vardır. Ego, iman ve akılla dizginlenmezse, onun şu istekleriyle yer fesada uğrayacaktır: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne?”, “Sen çalış, ben yiyeyim.”
5- Egonun kendine özel ve çok geniş bir dünyası vardır. Bu dünyanın esasını arzu ve emelleri, ümitleri, yakın çevresi ve ihtiyaçları oluşturur. İnsanın ihtiyaçlarının bitmesi demek, hayat ve dünya ilişkilerinin kesilmesi demektir. Her insanın hayalî dünyası kendine özeldir.
6- Ego, içte olanın hükümleriyle dışta olanın hükümlerini karıştırır. Egonun bu sıfatı, insanı haktan, gerçeklerden uzaklaştırır. Böylece hayalde olan ya da olduğu farz edilen ile dıştaki olaylar sübjektif şekilde bencillikle yorumlanmaya çalışılır ve hata edilir.
7- Ego, sabırsız ve acelecidir. Her şeyin ânında vukua gelmesini ister. Yer-zaman sınırlarını tanımaz.
8- Ego, kendine hiçbir yararı olmayan işlerle uğraşmayı sever. Bu nedenle de esas sorumluluklarına zaman bulamaz. Ego, yetenek yönünden tüm hayvanlardan üstün olduğu halde, gereksinimlerini karşılama yönünden en küçük bir kuştan dahi geridir. Çünkü kuşun ihtiyaç ve arzuları sınırlıdır. İnsanınki ise, sınırsızdır. İnsanoğlu, hayvanlardan farklı olarak terakki etmek, öğrenmek, olgunlaşmak zorundadır.
9- Ego, kendi zaafları yüzünden, gerçekleri kavramak istemez. İstemediğine ve işine gelmeyen doğrulara karşı kör ve sağırdır.
10- Ego, zayıf, âciz, fakir ve tembeldir. Ego, menfaatin kaynağıdır.
Ego, tasavvuf geleneğinin ve halkın “nefis” dediği, ruhun bir alt sıfatlar kümesi olarak tanımlanmaktadır. Egonun, bütün bu çelişki ve çatışmalardan kurtulması, yanlışlardan kaçınıp neticede kendisinin zarar göreceği hususlardan sakınması için; ilim, irâde ve kudreti sonsuz olan Allah’a inanıp güvenmesi ve O’nu sevmesi, sevdiğini göstermesi ve O’nun kendisini sevdiğini, merhametiyle davrandığını kabul etmesiyle mümkündür. Bu, ruhun bir görevidir. Nasıl ki, beyin, beş dış algı verilerini toplar; bunları işler ve bütünleştirir. Sonuçta net bir değerlendirme ortaya konulur. Burda, görme ya da işitme duyusunun bütünleyici, birleştirici ve uyum sağlayıcı rolünden bahsetmek mümkün olmaz.
Ego da içten ve dıştan verileri alır. Hatta bunları, çoğu zaman kendi zaafları
NEFS
- 185 -
istikametinde çarpıtarak ve ruhun gerçeği görmesini gölgeleyerek yapar. Bu veriler ruhun kendisinde toplanır. Fıtratının sağlamlığı veya bozulması ve imanı oranında ruh bu verileri değerlendirir; insanın mutluluğu ya da elemleri, ruhun tercihi doğrultusunda gerçekleşir. Nefis veya benlik de dediğimiz “ego”, ruhsal uyumları temsil eden bir özellikler bütünü değildir. Bu uyuma yarayan cevapları toplayıp dengeleyen ve faydalı bir âhenk meydana getiren, ruhun kendisidir. Ruh, bir taraftan ego kavramı altındaki sıfatları toplarken; diğer taraftan, fıtrat, vicdan ve iman kavramı altındaki özellikleri değerlendirir ve tümünden bir sonuca ulaşır. Şuur ve irâdesiyle davranışa hazır hale gelir. Bu analiz ve değerlendirme sonunda beyindeki davranış tuşlarına basılır: Böylece konuşulur, yürünür, uyunur, saldırılır, ya da kaçılır. Yani Allah’a teslim olmuş ve O’na her an kulluk içinde huzurlu bir hayat yaşanır veya egonun kulu veya egonun arzu ve seçimiyle başkasının kulu ve kölesi olunur. 840
Hayat: Yer ve gökteki yaratıklar, direkt veya dolaylı olarak insana hizmet etmekte. Ama insanın fâni maddesine değildir bu hizmet. Madde, asıl amaç değildir ki, varlık ona hizmet etsin ve ona tâbi olsun. Eğer öyle olsaydı, ölü ve meselâ 80 kg. olan insanın cesedi, 3 kg. olan bebekten daha önemli olurdu. Ama gerçek böyle değildir. Biz o cesedin önemli olmadığını, onu bir an önce toprağa vererek insanlık tarihi boyunca fiilen göstermekteyiz. Bu örnek, bize maddenin mânâya hizmet ettiğini, o mânânın da ruh ve ruhun ışığı olan hayat ve hayatın nuru olan şuur olduğunu; hayatı, ruhu, şuuru ve aklı olanlara açıkça gösteriyor. Madde, hayat ve ruhun gösterdiği yönde hareket eder.
Evrenin en önemli neticesi ve yaratılış hikmeti hayattır. Elbette bu hakikat, geçici, kısa, noksan, elemli dünya hayatına münhasır değildir. Olsa olsa, bu hayat ağacının gâyesi, neticesi ve o ağacın büyüklüğüne lâyık meyvesi, ebedî hayattır. Yoksa bu önemli cihazlarla techiz edilen hayat ağacı ve şuur sahibi insan; meyvesiz ve faydasız bir şekilde yokluğa karışacak ve belki mutluluk yönüyle bir serçeden daha aşağı olacak, zelîl ve bîçare yaşayıp yok olup gidecek. Hâlbuki insan, cihaz ve sermaye yönünden yeryüzünün halifesi/efendisi makamındadır. İşte bu dünyada başlayıp esas şekliyle âhirette yaşanacak hayat, ruhun bir çeşit görünümüdür.
Varlığın mükemmelliği hayat iledir. Esasen varlığın hakiki varlığı hayat iledir. Hayat, varlığın nurudur. Şuur, hayatın ışığıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi bir hayat sahibi olan şeye mal eder. Bir şeyi bütün eşyaya mülk ve sahip hükmüne geçirir. “Ey iman edenler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü’ne icâbet edin ve bilin ki Allah, gerçekten kişi ile kalbinin arasını açar ve siz O’na haşrolunacaksınız.” 841
Ruh, hayat kaynağı olduğu gibi, vahy/Kur’an da insanı ihyâ eden, mânen ölü durumundaki canlı cesetleri dirilten hayat menbaıdır.
Güdü: Eskiden “sevk-i tabiî” , yani sevk eden doğal kuvvet denilen güdü veya içgüdü, mekanik ve maddesel olmayan gereksinimlere doğru yönelen davranış demektir. İnsanın daima mazluma acıması, güvendiği ortama doğru meyletmesi ve haklıya sahip çıkma eğilimi, güdüye örnek verilebilir. Bu sebeple haklı olanlar,
840] R. Özcankaya, a.g.e., s. 90 vd.
841] 8/Enfâl, 24
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ümitli olmalıdırlar. Hal-i hazırda insanlar onu desteklemeseler, onu rencide etseler ve ona bir zâlim gibi davranıp zindanlarda dolaştırsalar da, bir zaman gelip insanlardaki doğruya ve hakka olan güdüleri nedeniyle onun saflarına geçeceklerdir.
Bu gerçeği bilen ve insanın fıtratını iyi tanıyan insanlığın zirveleri, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir. Dıştan onu gözleyen insanları da onların bu halleri şaşırtmıştır. O hal-i hazırda tektir, fakirdir, âcizdir ve tüm dünya onun karşısındadır. Ancak o şöyle söylemektedir: “Gecelerimiz çok karardı ve karanlık gecelerin sabaları pek yakın olur.”
Güdü, nice zamanlar, bulunduğumuz durum itibarıyla, farkında olmadan, esasen aksini istememiz gerekmesine rağmen, farklı tercihler yapmamızdır. Ancak, bu tercihlerin belki yıllar sonra en uygun yönelimler olduğunu kavrarız. Şöyle deriz: “Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Ancak, en güzelini yapmışım. Daha doğrusu bana yaptırıldı.”
Doğada itme ve çekme kanununun olmaması durumunda, hayat nasıl mümkün değilse, insanda da vicdana ait fiiller olmazsa, sosyal ve ferdî hayat mümkün değildir. Demek, davranışlarımızın en önemli kaynaklarından biri de, doğada olan itme ve çekme kanunlarının karşılığı olan sevme, sevdirme ve aşk gibi duygulardır. Vicdanda dört ana unsur vardır: İrâde, zihin (beyin aktivitelerini içermeyen), his ve latifeler, duyular üstü idrâk. Vicdan bu dört öğe ile mutlak mutluluk olan mutlak gerçeği arar.
Vicdan
Vicdan, hangi ırktan, hangi din ve mezhepten, hatta inançlı ya da inançsız, kadın-erkek, yaşlı ve küçük, hangi sosyoekonomik ve kültürel gruptan olursa olsun, insanlar arasındaki ortak değerlerin temsilcisidir. Eğer sosyokültürel çevreyle bağlantılı olsaydı, farklı çevrelerde birbirinden tümüyle farklı vicdanî değerler gelişecekti. Ancak vicdan, sosyal değerlerle şekillenmeyen ortak insanlık değerlerine neden olur. Vicdan, ayrı bir zatî varlığı olan bir yapı değildir. Ruhun mutlak gerçekliğe, Allah’a dönük sıfatlar manzûmesidir. Fıtratın sesidir. Sevgi, insan hakları ve haksızlığa tahammülsüzlük, mazluma acıma gibi değerlerde insanlar arasında fazla bir fark yoktur. Bunlar ruhun vicdan kavramı altında toplanan özellikleridir. Sosyokültürel ve biyolojik farklılıklardan etkilenmeden, hakka/mutlak doğruya yönelen vicdanın, ya da bu kavram altındaki sıfatların, vardığı sonuçlarda sebeplere ve verilere ihtiyacının olmadığı görülür. Vicdanın tüm insanlarda ortak değerleri doğuran bir özellik olması, tüm insanların yaratacısının tek olduğunu gösterir. Esasen, insanda sosyal hayatın kurulmasına öncülük eden de vicdandır. Çünkü bu, insanlar için ortak değer manzûmesidir.
Biz yokken, ya da dünyaya yeni geldiğimiz anda bir şeye karar vermemiz ve tercih etmemiz imkân dışı iken, yaratılmamıza karar veren Yaratıcıyı, vicdandaki dayanak ve medet noktası olarak belirtilen özellikler nedeniyle (yani fıtratla) bilmekte ve unutmamaktayız. Bu da Yaratıcının yaratılana danışmadan koyduğu, bir ressamın sanatı altındaki imzasına benzer şekilde bir imzadır. O ister istemez, O’nu gösterecektir. Zira, arzu ve gereksinimleri sonsuz olan insan için gerçek dayanak ve medet noktası, kudreti sonsuz bir Yaratıcıdır. İnsanoğlunun tüm arayışları vicdanın bu iki özelliğinin sonucudur. Sağlam, güvenilir, ezelî ve ebedî bir
NEFS
- 187 -
kurtarıcı bulmak. Çünkü insan ilmi, sanatı, siyaseti, hukuk ve adâleti... hep sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için yapmaktadır. İhtiyacın karşılığı ise, sonunda mutlak bir dayanak ve ihtiyaçlarının giderildiği bir hâcet kapısıdır. Acz ve yoksulluğu ise, her zaman ve her yerde karşısındadır. Vicdan, âdeta delil ve verilere ihtiyaç görmeden anlayabilen ve sezebilen biliş üstü bir bilinç ve şuurdur. 842
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücur ve takvâyı (kötülüklerini ve iyiliklerini) ilham edene yemin olsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”843 Kur’an’ın bildirdiğine göre nefsin iki ayrı yönü olduğunu, bir kısmının “hevâ”dan, yani insanı Allah’ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu biliyoruz. Nefsin öteki kısmı ise, insanı Allah’a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki “fücur”dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı, vicdandır. Vicdan, insana Allah tarafından üflenmiş ruhtan kaynak bulur. Kur’an’da Allah’ın insana kendi ruhundan “üflediği” haber verilir: “O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir sülâleden (özden), bayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi.” 844
İşte insanın sahip olduğu tüm güzel vasıflar, Allah’ın kendisine üflemiş olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücuruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, Allah’ın bazı sıfatlarını üstünde taşımaya, Peygamberimiz’in ifadesiyle “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya” başlar. Allah, sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mü’min de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa, O’nun ahlâkıyla daha çok ahlâklanır ve “yaratılmışların en hayırlısı” 845 olur.
Ruh, insanı vicdana yöneltir. Nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bu vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya, yani vicdana sahiptir. Allah, insana nefsinin fücurundan sakınmayı ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’ın gösterdiği temel prensipleri tam olarak özümsediği takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir. “Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü hanîf (Allah’ı birleyen) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak, insanların çoğu bilmez.” 846
Âyetlere göre, inkâr edenler nefislerinin fücuruna, yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü’minlerin yapması gereken, Allah’ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah’ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah’tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana uygun düşmektedir. Mü’min, günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında tercih yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı alternatifler içinde, Allah’ın rızâsına
842] R. Özcankaya, a.g.e., s. 131 vd.
843] 91/Şems, 7-10
844] 32/Secde, 7-9
845] 98/Beyyine, 7
846] 30/Rûm, 29-30
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
en uygun olanını, dinine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken önce Kur’an’ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır. Çoğunlukla, muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah’ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak, ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler (daha doğrusu bahaneler) fısıldar. Mü’min, nefsinin kendisine fısıldadığı şeytânî vesveselere, bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği ilk doğruyu uygulamalıdır.
Nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmet ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.
İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki önemli farklardan biri, bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm’ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. İnkârcılar, nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle nefislerine/hevâlarına aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar.
Âyette847 ifade edildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur. Bu, bilinçten yoksunluk, nefislerdeki kötülüğe teslimiyet, bir tür içgüdüsel yaşamdır. İnsana verilen akıl ve şuuru, iman ve takvâ fıtratını kullanmayıp içgüdülerine göre hayatlarını düzenleyenleri Kur’an’ın “hayvan”a benzetme hikmetlerinden biri budur. Bu yolun sonu, nefsi putlaştırmaya, hevâ ve arzuları ilâhlaştırmaya, insanın kendi nefsinin kulu haline gelmesine çıkar. 848
Nefse, aynı zamanda fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyet (takvâ) de ilham edilmiştir. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi kötüyü ayırdetmesini sağlayan nefsin/ruhun bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır.849 Halk arasında nefis, sadece olumsuzlukların, yani hevânın temsilcisi sayılması, yanlış, daha doğrusu eksik bir tanımlamadır. Kur’an’ın açık beyanına göre nefsin içindeki, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşı; onu daima iyiliğe çağıran vicdan da vardır. Dolayısıyla, insan, içinde, kendisini sürekli doğruya, mutlak hakikate çağıran şaşmaz bir pusulaya da sahiptir. Nefsin/ruhun sahip olduğu bu ses fıtratın, ilham edilen takvânın sesidir; Allah’ın üflediği ruhun ilâhî tecellîye ayna olmasıdır.
Nefs ve Ruh Aynı Şey midir?
“Nefs”: Öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve âhirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu,
847] 91/Şems, 10
848] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23. Ayrıca Bk. 5/Mâide, 48-49; 6/En’âm, 56, 119; 23/Mü’minûn, 71; 30/Rum, 29; 47/Muhammed, 16
849] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 47-48
NEFS
- 189 -
heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi, benlik demektir. “Nefs”, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Klâsik dinî literatürde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmiştir.
Nefs ve bazı türevlerinin anlamı “ruh” kelimesi ve türevlerinin anlamıyla çok yakındır. Her iki kavram arasında büyük bir yakınlık, hatta bazı kullanımlar için aynılık vardır. “Ruh” ile “nefs” terimlerinin aynı mı, yoksa farklı şeyler mi olduğu, üzerinde tartışılan konulardan biridir. “Nefs” ile “ruh”u İslâm âlimlerinin çoğu aynı kabul eder. Nefs ile ruhun birbirinden ayrı şeyler olduğunu söyleyenler, bu farklılığı hep sıfatlar yönünden açıklayabilmektedirler. Öyleyse nefs ile ruh arasındaki fark, zâtla ilgili olmayıp, sadece sıfat ve özellikler yönündendir. Aslında nefis ile ruh aynı varlıklar olduğu halde, klâsik İslâm geleneğinde nefs, mânevî varlığımızın daha dünyevî, hayvanî ve menfî yönünü; ruh ise daha ulvî, mânevî ve müsbet yönünü ifade eder. Kur’an, insandan söz ederken iki ifade kullanmaktadır: İnsan, topraktan yaratılmıştır ve insan Allah’tan bir nefha (üfleme) taşımaktadır. Sûfîlerin nefs anlayışlarıyla Kur’an’ın bu insan anlayışını birlikte düşünürsek; ruha, insanın Allah’tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefse de toprak kaynaklı vasıflarının tümü demek mümkün olur.
Nefs ve ruh arasındaki ayrımın zât, mâhiyet ve hakikat açısından değil; sadece sıfat ve özellikler yönünden yapıldığı anlaşılmaktadır. Yani nefs ile ruh aynı cevherdir. Ancak, ruh güzel ve övülmüş vasıfların yeri; nefs de kötü huy, davranış ve özelliklerin kaynağı kabul edilmiştir. Bu itibarla, ruh terbiye edilmiş nefs, nefs ise terbiye edilmemiş ruhtur denilebilir.
Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik
İnsandaki rûhî bunalımların, akıl hastalıklarının nedenleri arasında, ruhla, bazılarının nefis dediği hevâ (kötü duygu ve aşırı istekler) arasındaki dengesizlik ve ilişki bozukluğu gösterilir. İnsanı hayvandan ayıran ve metafizik âlemle ilişki kurmasını sağlayan üstün ruh hali ile yine ondaki içgüdüsel eğilimler arasında bir dengenin sağlanması zorunludur. Eğer bu denge bozulur, ruhun ihtiyaçları karşılanmazsa insan bunalıma düşer. İnsanı ele alan gayr-i müslim psikologlarda görüldüğü gibi, nefsin bir yönü ön plana çıkarılmış, insan ruhuna nüfuz edilmemiş ve onun ihtiyaçları bir bütünlük içerisinde ele alınmamış olur. Hâlbuki Kur’an, bedenin istek ve ihtiyaçlarını karşılamanın, nefsin isteklerini helâl yolla ve ölçülü tarzda tatmin etmenin meşrûluğu yanında; insanın Allah'a olan ruhî gereksiniminin de bir bütünlük içinde değerlendirilmesini öngörür.850 İçgüdü ve arzular, dünya hayatının gereklerini sağlamak ve Allah'a giden yolda vasıta olmak için verilmiş nimetlerdir. Bu eğilim ve arzulara aşırı ilgi göstermek, Allah’ı ve âhireti unutmak; âhiret saâdeti yanında, dünya mutluluğu için de zararı büyük yanlış tutumlardır.
Ruhun Yüce Allah ile olan ilişkisini kesmek, insanı sadece doymak bilmeyen içgüdüsel arzuların kucağına teslim etmek, sıkıntı ve bunalımların vücudun bütün hücrelerine yayılmasına yol açar. Hayat, o kimse için bir azap ve endişelerle dolu bir açmaz halini alır. Sebepsiz, gâyesiz, sahipsiz gördüğü bu âlem, onun için musibet, belâ ve cehennem kesilir. Din gidince fazilet anlayışı da kaybolur,
850] Bk. 3/Âl-i İmrân, 14
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüksek duygular adına kalpte ne varsa hepsi silinir gider, kalp bomboş kalır. Yerini bir kaos, sonu olmayan bir uçurum kaplar. Bu zindanda müthiş bir belirsizlik içinde olan insan, olaylar ve insanlar tarafından bilinçsizce sürüklenip gider.
Haram arzulara olan tutkunluğun ağır basmasıyla Yaratıcısıyla olan bağlarını zayıflatan insan, hayvanlar seviyesine düşer. Benliğini hissî bir katılık kaplar, mânevî duyarlılığını kaybeder. Şehvet ve arzularını ne kadar doyurursa doyursun, ruhu sürekli açlık çeker. 851
Nefsin Olumsuz Yönü; Hevâ
“Hevâ”; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelir. Uzay ve yer arasında bulunan atmosfer boşluğuna bundan dolayı hevâ (hava) denilmektedir. Hevâ, aynı zamanda düşüşe de denilir. Bu anlamından dolayı, istenilen güzel davranış seviyesinden düşüşle ilgili olarak, hevâsını tanrılaştıranların düşeceği cehennemin isimlerinden birisi olan ve “çukur”, “düşülen uçurum” anlamına gelen ve hevâ kelimesiyle aynı kökü paylaşan “hâviye” ile olan ilgisi dikkat çekicidir. Istılahta hevâ ise, bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık, arzu ve istek, nefsin tabiatında olan hislerinin icabına göre hareket ederek yükseklerden yüz çevirip süflî tarafa eğilim göstermesi, benliğin şehvet tarafına geçerek ruha sırt çevirmesidir. Bu saptırıcılığından dolayı nefsin bu türden süslü isteklerine tâbi olması, hevâ olarak isimlendirilmiştir.
Hevâ, nefsin şehvete meyli için kullanıldığı gibi, bizzat şehvete meyyal nefis için de kullanılır.852 Hevâ, nefsin, arzularını tatmin için şeriatın dışındaki şeylere meyletmesidir.853 Meselâ kişinin nikâhlısına ilgi duyması, meyletmesi ibâdet iken; nikâhlısı olmayana meyli kabahat olmaktadır. 854
Hevâ, aşağılık istek ve arzuların kaynağı olmasından dolayı, dalâletin başta gelen sebeplerinden biridir. Bu yüzden hevânın zıddı “hüdâ” (hidâyet) kabul edilir. Onun için hevâ kavramı, nefsin şehvete ve zevke düşkünlüğünü anlattığı gibi, ilim sahibi olmadan sahibine emir veren nefis anlamında da kullanılmaktadır. Böyle bir nefis, sahibini şehvete ve aşırı zevke düşürüp günaha sürükler, uçurumlara ve Cehenneme düşürür. Hevâ, nefsin şehvet denilen hayvanî ve aşırı istek ve arzulara meyletmesi anlamında kullanılır. Hevâ, keyfe uymak, boş ve zararlı tutkuların güdümüne girmek demektir. Bu şehvete meyleden nefis için hevâ denir. Sahibini dünyada çeşitli belâlara sokan, âhirette de onu cehenneme düşüren şey diye de tanımlanır.
Hevâ, insan nefsinin şehvetlerinden ve hayvanî iştihadan doğan doğal eğilimi olmakla beraber, aynı zamanda insanı her türlü isyana götüren zaafın itici gücüdür; her türlü belânın, rezilliğin ve kötülüğün kaynağıdır. Hevânın zan ve şehvet ile de yakın bir anlam bağı bulunmaktadır. Çünkü zan, kişinin bir şeyin müsbet veya menfîliği hakkında, tahminle kendi nefsine göre bir hüküm vermesidir. Yani sübjektif olarak dış dünyaya bakması, değerlendirmesidir. Hâlbuki sübjektif dünya, izâfî bir dünya olduğundan, her şahsa göre değişebilen bir âlemdir. Bundan dolayı hevâ, zanda olduğu gibi aldatıcı ve zevke göredir.
851] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 227-228
852] Râgıb, Müfredât, s. 769
853] Cürcânî, Ta’rîfât, s. 257
854] Elmalılı, Eser Y. 7/4570
NEFS
- 191 -
İnsanın aşırı isteklerine, Allah’tan gelen ilme yani vahye uymayan tutumlarına ‘hevâ’ denilmektedir. Nefsin sınırlı istekleri, meşrû arzuları normal ve helâl yoldan karşılandığı zaman hata değil, sevap bile olur. Nefis her zaman çeşitli isteklerde bulunur. Bu isteklerin bir kısmı insanın ihtiyacı değil, nefsin aşırı istekleridir. Kişi nefsinin meşrû isteklerini, inandığı Rabbin gönderdiği ölçüler içerisinde karşılayabilir. Aşırı isteklere uyulup yönelmesi; nefsin Allah'ın ölçülerine aldırmaması anlamına gelir. Bu, şüphesiz bir hatadır ve sahibine zarar veren bir durumdur. Eğer nefis Allah’tan gelen ilme, yani vahye uyarsa; görüşlerini, kararlarını, isteklerini bu ilme uygun bir şekilde ayarlarsa; o nefis doğru yolda olan nefistir. Fakat bir kimse Allah’tan gelen ilme/vahye kulak asmaz, yalnızca kendi görüşünü, zevkini, kararını, arzusunu ön plana çıkarırsa bu nefis doğru yoldan sapan azgın bir nefistir ve o kişi hevâsına uymuş olur.
Yeryüzündeki bütün günahların, bütün şirklerin, bütün kâfirliklerin sebebi, hevâya uymaktır. Bir iş yaparken, bir şeyin hakkında karar verirken, bir ibâdet yaparken, bir şey yanlış mı doğru mu diye düşünürken; kişi ya kendi aklına, ya da inandığı dinin ölçülerine uyar. Eğer akıl Allah’tan gelen ilme yani vahye uyuyorsa, o akıl isâbetli karar verir. Eğer bir akıl Allah’tan gelen haberlere inanmıyorsa, o akıl, sahibini yanıltacaktır ve o kişi hevâsına uymuş olacaktır.
Kurtubî, hevâyı şöyle açıklar: "Hevâya uymak insanın Hak'tan gayrısıyla şehâdet etmeye ve hükümde zulüm ve benzeri ile hüküm vermesine sebep olur." Hevâ, insan ruhunun şehvetlerden ve hayvanî iştiha ve arzulardan doğan doğal eğilimi anlamında kullanılır. Başka bir tanıma göre hevâ, delile dayanmadan sırf arzulardan kaynaklanan görüştür. Bu anlamından dolayı Kur'an, kelimenin karşıtı olarak Peygamberin dilinden, "beyyine" (delil, kanıt, ilim) kelimesini kullanır.
Hevâ kelimesinin bir anlamı da, iniş ve düşüş demektir.855 Aynı kökten türeyen "el-hâviye" kelimesi de düşüş anlamından dolayı Cehennem için kullanılmıştır.856 Çünkü hevâsına teslim olup onun kulu haline gelerek Allah'ın gazabına uğrayan kimse, büyük bir irtifâ kaybına uğrayıp halifelik makamından inerek hayvanlardan daha aşağı derekeye düştüğünden cehenneme de benzer şekilde yukarıdan aşağıya düşecektir. Arapça'da bir kimsenin üst makamdan daha aşağı bir yere düşüşü de hevâ terimiyle ifade edilmektedir. Kur'an'da kullanılan "hevâ" kökünden gelen bir diğer kelime "istihvâ"dır. Bu, şeytanın insanı hevâya uymaya zorlamasıdır. 857
Hevâsına Uyanların Özellikleri: Hevânın yerleştiği kalpte, başta şirk olmak üzere bütün olumsuz davranışlar, bütün kötülükler yerleşmeye başlar. Bu kimseler, hevânın bir benzeri olan zanlarının (boş kuruntularının) ve keyiflerinin peşinden giderler. Allah’ın gönderdiği hidâyet rehberine aldırmazlar bile.858 Kişinin kendi hevâsına uyması, Haktan yüz çevirmesi demektir. Nitekim Kur’an, "kendi hevâlarına uyanlara tâbi olmayın."859 demektedir. Böyle yapanlar zâlim olurlar. Zâlimler ise Hakk’tan yüz çevirenlerdir.860 Zaten onların Allah’ın hidâyetinden
855] 20/Tâhâ, 81
856] 101/Kaaria, 9-11
857] 6/En'âm, 71
858] 53/Necm, 23
859] 38/Sâd, 26; 5/Mâide, 77
860] 2/Bakara, 145
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüz çevirmelerinin, ya da âyetleri yalan saymalarının sebebi, vahyi bırakıp kendi hevâlarına uymalarıdır. 861
Şu âyet hevâya uymanın zararlarını göstermesi açısından ne kadar dikkat çekicidir: “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…”862 Hevâlarına uyanların özelliklerinden biri de istikbâr (kendini büyük görme) ve peygamberlerin getirdiği vahye karşı çıkmadır. Bu gün de keyiflerine göre yaşamak ve insanları kendi hevâlarına göre yönlendirmek isteyenler, hayata ve dünyaya kendi hevâları doğrultusunda yön vermeye kalkanlar, Kur’an mesajına, İslâm'ın güzelliklerine karşı çıkmaktadırlar. 863
Hevâlarına uyanlar, Allah’tan gelen ilmi/vahyi bilgisizce bir tarafa atarlar. Onlar gerçekten câhillerdir.864 Kur’an, Hz. Peygamber'i ve onun şahsında müslümanları uyararak: "Sana gelen bu ilimden (Kur’an ve hükümlerinden) sonra onların hevâsına uyarsan, senin için Allah’tan bir velî ve yardımcı yoktur."865; "Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların hevâsına uyma."866; "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların hevâsına uyma!"867 demektedir.
Kur’an, mü’minlere ayrıca "adâletten ayrılıp hevânıza uymayın" demektedir.868 Şüphesiz ki hevâya uymak, dengeyi bozar, hakları ihlâl eder, tarafgirliğe ve taassuba sebep olur, düşmanlığı körükler. İnsan, Allah’ın hidâyet kitabı olarak gönderdiği Kur’an’ı, yani vahyi dışlayarak, her şeyi kendi aklına, kendi hevâsına göre çözmeye, her şeyin hükmünü işine geldiği gibi vermeye kalkışırsa, insanın gönlünde de, yeryüzünde de huzurun olması mümkün değildir. Vahyi dışlayanlar hem kendilerine yeni ilâhlar bulurlar, hem de küçük, önemsiz ve kısır çekişmelerin içinde, ucuz çıkarların peşinde koşar dururlar. Hevâsına uyan kimselerin yön verdiği dünyada barış ve adâletin olması mümkün değildir. Bu gerçeğe hem tarih şâhittir, hem de içinde yaşadığımız şartlarda bunu açıkça görmekteyiz.
Mü’minler, sık sık hevâlarına uymamaları konusunda uyarılmaktadırlar. Yine yukarıda geçtiği gibi hevâlarına uyan veya hevâlarını tanrı haline getirenlerin peşinden gitmemelerini Kur'an ısrarla emretmektedir. Buna bağlı olarak da, en iyi barınma yeri Cennet’in Rabbinin makamından korkanlar ve nefsinin hevâsından sakınanlar için hazırlandığını Kur'an haber vermektedir.869 Kur’an, Allah’ın âyetlerine tâbi olanlar ile hevâlarına uyanların bir olmayacağını belirtir: “Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine ‘süslü ve çekici’ gösterilmiş ve kendi hevasına uyan kimse gibi midir?”870 Elbette bir olmaz. Birisi, Allah’tan gelen açık, sağlam, hak/mutlak doğru, hidâyet gösterici, iki dünyada da kurtuluşa götürücü, kişiyi adam yapan ilâhî belgelere, yani vahye (Allah’ın âyetlerine) uymakta; öbürü ise nefsinin aşırı isteklerine, kuruntulara,
861] 6/En’âm, 150; 18/Kehf, 28
862] 23/Mü’minûn, 71
863] 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
864] 30/Rûm, 29
865] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37
866] 5/Mâide, 48, 49
867] 42/Şûrâ, 15
868] 4/Nisâ, 135
869] 79/Nâziât, 40-41
870] 47/Muhammed, 14
NEFS
- 193 -
ilmî dayanağı olmayan zanlara, boş hayallere uymaktadır.
Hevâsına uyan insanların çok olduğu toplumlarda hata çok yapılır, suç çok işlenir, fitne ve fesat çok yaygınlaşır, insanî değerler rağbet görmez, adâletle hareket etme ahlâkı zayıflar. Bu bakımdan insanlara düşen hevâlarına uymak değil; kendi hevâsından konuşmayan bir peygambere 871 ve O’nunla beraber Allah’tan gelen ilme (vahye) tâbi olmaktır. 872
Hevânın Putlaştırılıp İlâh Haline Getirilmesi: Bir insan kendi görüşünden, kendi kararından başkasını beğenmiyorsa, kendi zevkinden daha üstün bir şey tanımıyorsa o insan kendi hevâsını, kendi nefsini tanrı haline getiriyor demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu şöyle açıklıyor: “Gördün mü hevâsını (arzularını, keyiflerini, isteklerini) tanrı haline getireni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” 873 Bu kimseler canlarının istediğinden başka kutsal bir şey bilmezler. Bunlarda hakseverlik yoktur. Bu gibiler bencil insanlardır. Peşine düştükleri arzuları da normal bir istek değil, canlarının istediği kuruntulardır. Böyleleri hak, hukuk, delil, âyet, şâhit tanımazlar, yalnız kendi isteklerini en üstün tutarlar. Onlara göre din de, insanların vicdanlarından gelen arzularıdır. Dolayısıyla kendi nefislerini doyurmaya, keyiflerini tatmin etmeye çalışırlar.
Bunlar, hakkı ve gerçeği kabul etmezler, ama keyfîliği hayat anlayışı olarak alırlar. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz yine öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” 874
Gazzâli, bu âyeti yorumlarken “ilâh” kelimesinin “ma’bûd” anlamına geldiğini, ma’bûdun da “emrine uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların hevâlarını ilâh edinmiş sayılmaları gerektiğini ifade eder.875 Hevâlarına uyanlar, tam bir sapıklığa düştükleri gibi;876 bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar.877 Mü’minler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâlarına ve hem de kâfir, zâlim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevâlarına uymaktan menedilmiştir.
İster nefsin hevâsına göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emrettirsin ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tatmin olmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu durumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır. (Mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hutanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçılar”, tanrı yapmak ve yaratmak gibi kavramları ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için “yıldız” ki bu tâbir, eskiden yıldızlara tapmanın hâtırasını saklamaktadır veya bir kısmı için
871] 53/Necm, 3-4
872] 2/Bakara, 120; Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 264-265
873] 25/Furkan, 43
874] 45/Câsiye, 23 ve yine Bk. 25/Furkan, 43; 53/Necm, 23
875] İhyâ, 3/28
876] 45/Câsiye, 23
877] 5/Mâide, 77; 6/En’âm, 56
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“seks tanrıçası” gibi deyimleri bol bol kullananlar vb. ile birlikte hatırlayalım.) Nefsin hevâsı, insanlığın bütün çağlarında görülerek dar ve geniş anlamındaki bir şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur. 878
Hevâya Allah’a bağlanır, O’na teslim olur gibi yapışmak, büyük bir şirk, çirkin bir suçtur. “Yüce Allah’ın yanında gök kubbe altında Allah’tan başka tapınılan tanrılar içinde, kendisine uyulan hevâ (aşırı istek ve tutkulardan) daha büyüğü yoktur.”879 insanın keyfi ne istiyorsa onu elde etmeye çalışması ve bu konuda ilâhî sınırları hiç önemsememesi, bu hevâ putuna tapmak demektir. Zaten eski câhiliyye dönemindeki müşriklerin puta tapmaları da, böyle hevâya tâbi olmalarının bir sonucu idi.880 Yine Lut kavminin yaptığı homoseksüellik gibi rezillik de, hevâ putunu yüceltip bütün şeytanî arzularına uymanın sonucu idi. 881
Kötü temâyüllere düşkün, şehevî arzularının kölesi haline gelmiş, her türlü günahla yoğrulmuş kimseler, Allah’tan kaçabilmek için, önce O’nun hakkında şüphelere kulak verir, giderek inkâra varırlar. Böylece “her günahta inkâra giden bir yol vardır” gerçeğini ortaya koymuş olurlar. 882
Mü’min; İlâhî nizama samimiyetle inanan, müslüman da o nizama teslim olan, uyan kimse demektir. Ferdiyetçi, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini yüceltip övmesi, kendi fikrinin üstünde bir şey görmemesi, kendi kanatlerine göre iyi-kötü, hayır-şer, güzel-çirkin hükümleri getirmesi, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kişinin hevâsını ilâhlaştırmasıdır. “Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” 883
Bu âyette geçen “bir ilim üzere”, yani “bilgisi olduğu halde” tâbiri, üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir. Hevâsını ilâhlaştıranlar, sıradan kimseler değil; “bilgisi olan” entelektüel kimselerdir. Yine âyette böyle sapıkların irşâdının çok zor olduğuna işaret edilmektedir. Öyleyse mutlak hakikatten/gerçek ve kesin bilgiden, Rabbânî ilimden/vahiyden uzaklaşarak, şeytanın kurulu dünyasındaki saltanatına râm olmuş modern zihniyeti, bu noktadan ele almalıyız. Tefsirlerde işaret edilen bu tip karakterle uygun kişilik sergileyen Bel’am bin Baura ve Umeyye bin Ebi’s-Salt ve her dönemdeki benzerleridir. Bel’am karakterlilerden olmamak için; hak ilme uymak ve dünyaya meyletmemek, hevâya kul olmamak gerekmektedir.
Bir başka âyette, hevâya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak, bir başka ifadeyle ferdiyetçilik, egoizm, bencillik, menfaatperestlik sapıklığın en büyüğü olarak vurgulanmaktadır: “Allah’tan bir yol gösterici olmadan hevâsına uyanlardan daha sapık kim vardır?”884 İbn Kesir’in dediği gibi, “kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini ve mezhebi
878] Suad Yıldırım., Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y. s. 289-290
879] Taberânî; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu’l-Lehefân, 2/148; Elmalılı, 6/70; Ş. İslâm Ansiklopedisi 2/397
880] 53/Necm, 23
881] 29/Ankebût, 28-29; 45/Câsiye, 23
882] Veli Ulutürk, Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, Çağlayan Y. s. 280
883] 45/Câsiye, 23
884] 28/Kasas, 50
NEFS
- 195 -
olmuştur.”885 “Bir ruh ki, sâbit ölçüleri yitirir, belli mikyasları kaybeder, mazbut değerlerden mahrum olursa arzu ve isteklerinin mahkûmu olur, kendisine tapılırsa artık o ruh, hiçbir ölçüyü kabul etmez, hiçbir ciddîliği benimsemez. Hiçbir mantık kaidesini dinlemez. Azgın heveslerini tanrılaştırmaktan ve onlara tapınmaktan başka bir şey yapmaz.” 886
Mevdûdî, Câsiye sûresi, 23. âyeti tefsir ederken şöyle der: “Hevâ ve hevesini tanrı edinmek” ifadesiyle bir kimsenin nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı, helâl mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse, nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şayet; o kimseleri, o kimselerin hevâlarını da tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, kendi keyfini ve o kimseleri ilâh ve mâbud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve diliyle onun ilâh olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfessirler de bu âyeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerîr, “Allah’ın koyduğu helâl ve haramı dikkate almadan hevâsına/nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilâh edinmiş olur” demektedir. Cessâs ise, “böyle bir kimse, mü’minlerin Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder” derken, Zemahşerî; ‘nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat edildiği gibi itaat etmektedir’ der.” 887
Her kötü iş ve söz, hevâdan, hevâsına tutsak olan kişinin cehâletinden ve zâlimliğinden kaynaklanır. İnsandaki her şerrin kaynağı odur. İnsan, hevânın kontrolüne girmek istemiyorsa, faydalı ilimle cehâleti, sâlih amelle zulmü bertaraf etmelidir. “Zulmedenler bilgisizce hevâlarına uydular.”888 Bilgisizlikle hevâya uymak birleşince zulüm ve küfür ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ, Dâvud (a.s.)’a şöyle tavsiyede bulunur: “Hevâna tâbi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır.”889 Çünkü hevâ cismânî lezzetlere dalmaya, ruhânî saâdeti elde etmeyle meşgul olmamaya dâvet eder. 890
İslâm’ın önemli hedeflerinden birisi, insanın arzu ve isteklerine boyun eğmesini engelleyip insanı olgunlaştırmak ve böylece yeryüzünü ıslah etmektir. Çünkü nefsin arzuları insanın fıtratını/doğal meyillerini bozar. İnsanın temâyüllerinin tabiatta özel bir düzen ve tertibi vardır. Bu âhenk ve nizam, itidal ve muvâzeneyi gerektirir. İnsan, hevâsına uyarsa bu itidal ve muvâzene, denge kaybolur, adâlet ölçüleri çiğnenir ve iş zulme varır. “Eğer hak, onların hevâlarına/arzularına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 891
Demek istiyoruz ki; lüzumsuzlarla meşgul olan, lüzumludan mahrum kalır.
885] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 11/6012
886] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Hikmet Y. c. 10, s. 533
887] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, insan Y. c. 5, s. 308-309
888] 30/Rûm, 29
889] 38/Sâd, 26
890] Fahreddin Râzi, Mefâtuhu’l Gayb, c. 12, s. 63
891] 23/Mü’minûn, 71
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’a tâbi olmayan mutlaka başka yollara düşer; Allah’a kul olmayan başkalarına kul köle olur. Rasûlullah’ın getirdiklerine teslim olmayan, mü’minlik sıfatını yitirir, hevâsını ilâhlaştırmış olur. Büyüklük/olgunluk, hevâya göre hareket değil; İslâm’a teslim olabilmektir. Firâsetli ve ihlâslı neslin yetişmesinden rahatsız olan bâtıl ideolojiler hep insanların hevâ ve heveslerine hoş gelecek işler yapmaktalar ve bu kanalla insanları kendilerine bağlamaktadırlar. Müslüman, Hakkın ölçüsüne uymak zorundadır. Hevâya uyanlar Hâviye’ye düşerler. Cehennem çukuru anlamındaki “hâviye”, “hevâ”dan gelmektedir. 892
Materyalist düzen ve tüketim toplumu olmak, piyasadaki anlayış doğrultusunda özgürlük fikri, reklâmlarla galeyana getirilen mala karşı aşırı istek, “dünyaya bir defa geldik, ne kadar zevk alırsak o kârdır” zihniyeti, moda, teşhircilik, vitrine/kaportaya/makyaja verilen değer gibi konuların tümü hep hevâ kavramıyla, arzuları putlaştırmayla çok yakından ilgilidir.
Aklın, Hevânın/Kötü Arzuların Güdümüne Girmesi: Hz. Peygamber, evrensel bir ahlâk, üstün bir hayat tarzına sahiptir.893 Çünkü o hevâsına, yani arzu ve heveslerine göre konuşmaz. Bundan dolayı da sapmış (dâl) ve aldatılmış (ğâvî) değildir.894 Zira kişi ancak aklını arzularının güdümüne teslim ederse, sapıtır ve dengenin en güzel ifadesi olan adâletten ayrılır. Bundan dolayı iman edenler hevâya uymaktan sakındırılmışlardır.895 Gerçekten de hevâya tâbi olmak, Allah'la karşılıklı ilişki ve davranış tarzı anlamındaki hidâyetin kalbe yerleşmesine ve kişinin davranışlarına yansıyan bir nitelik olmasına, tevhid nûrunun kalbi aydınlatmasına engel teşkil etmektedir. Fertlerin dengede bulunmalarının en büyük dayanaklarından birisi olan âhiret ve hesap şuurunun unutulmasının perde arkasında da, hevâya/arzu ve heveslere uyma davranışı vardır. 896
Şâtıbî'nin dediği gibi, iki düzen vardır. Biri, vahye dayalı düzen; diğeri de hevâ; üçüncüsü (bunun orta yolu) yoktur. Hevâ, insan hayatını düzenlemede dinin karşısına çıkışların genel adıdır. 897
Hevâya uymanın temelindeki hastalıklardan biri, Allah ve Rasûlü’nün emrini dinlemeyip kendi nefsinin hoşgördüğü, şehvetinin, yani haram tutku ve ihtiraslarının tatmin olacağı şekilde hareket etmektir. İmam Kurtubî, azgınlığın kaynağı olan bu duygu ve davranışa hevâ denilmesinin sebebi, “sahibini cehenneme götürdüğü içindir” der.898 Hevâ ile hâviye arasında kesin bir ilişki vardır; Hevâ, cehennem uçurumu anlamındaki hâviyeye düşüren şeydir.
Hevâ kavramını daha iyi tanıyabilmek için, “tuğyan”, “zulüm”, “istikbâr”, “ifsâd”, “ifsâd”, “fısk”, “zan” ve benzeri kavramları da çok iyi bilip anlamak gerekir. Zira bu ve benzeri kavramlar, hevânın ayrı ayrı tezâhürleridir. Hevâ, vahye karşı isyan edip Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyetine inanmayanların en büyük putlarıdır. Hevâ, sahibinin durumuna göre, belli aklî ve mantıkî silâhlarla silâhlanır. Bu silâhlar, “inkâr, câhil görme, şek/şüphe, te’vil, alaya ve hafife alma, kulak verir
892] Halil Atalay, Fikrî Tevhide Doğru, Ribat Neşriyat, s. 19-23
893] 68/Kalem, 4
894] 53/Necm, 2-3
895] 4/Nisâ, 135
896] 38/Sâd, 26; Yaşar Düzenli, Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve insan, İFAV Y., s. 265
897] Şâtıbî, el-İ'tisâm, 1/46
898] el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 19/208
NEFS
- 197 -
gibi görünüp ilgilenmeme, iftira ve en nihayet güç kullanarak Allah’ın emirlerine karşı koyma şeklinde ortaya çıkar.
Fitne ve şirkin temelinde hevâ yatmaktadır. Çünkü şirk ve küfür ehlinin, vahyin fıtrî akılla çatışmadığını kavrayamamaları sebebiyle ondan yüz çevirip istikbarda bulunmaları hevânın onların basîretlerini körleştirmesindendir. “Semûd (kavmine gelince), Biz onlara doğru yolu gösterdik. Ancak onlar körlüğü hidâyete (karşı tercihle) severek üstün tuttular.”899 Buradaki körlük, kalplerin körlüğüdür. İnsan, irâdesini hevâsının eline verdiğinde aldığı kararlar da, hevâsına uygun olacaktır. Hevânın irâdesinde; takvâ, adâlet, şefkat ve insaf yoktur. Çünkü Allah Kur’an’da; “Kendisinin yanında Allah’tan bir hidâyet olmaksızın, hevâsına uyandan daha dalâlete/sapıklığa düşmüş kim olabilir?”900 buyururken, hevâya uymanın, dindeki tüm bozuluşların başlangıcı olduğunu haber vermektedir.
Rasûlullah’ın, Kur’an’ın emrine uyarak “sadece vahye uyduğunu ve müşriklerin hevâlarına asla uymayacağını söylemesi”nin özünde, tevhid dini İslâm’ın büyük siyaseti bulunmaktadır. “Velâ” (Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlerin emîrine dostluk ve bağlılık) ve “berâ” (İslâmî olmayan her şeyden uzak olma ve onu inkâr) ancak hevâdan arınmakla mümkündür. İslâm’da hidâyetin ve imanın sıhhati, velâ ve berâ kavramlarının yerli yerince oturtulmasına bağlıdır.
İman ve şirki, hidâyet ve hevâyı Kur’an’a uygun tanımlayamayan bir topluluk, Kur’an’a bağlı bir topluluk olamaz. Çünkü iman, genel anlamda sadece kabul edilecek meselenin tasdiki değil; aynı zamanda “hüdâ”dır. Yani o, Allah’ın mü’minlerin kalbine koyduğu bir nurdur. “Bâtıl”ı tanımayan kişi, hakkı ve imanı da tanımamıştır. İşte bu bilgi, iman ve vahiy bilgisidir ki, insan ancak onunla hevâya uymaktan kendini kurtarabilir. 901
Hevâ ehlinin diğer bir özelliği de, Allah’ın zikrinden uzak olup kalplerinin mühürlü olmasıdır. Hevâlarına uyanlar, Allah’ı, âhireti hatırlayıp bir adları da zikir olan Kur’an ve namazdan uzak olan kimselerdir. Ya sürekli kendi hevâlarının çizdiği yoldan giderek kendi arzu, görüş ve düşüncelerini putlaştırırlar veya ezilmiş mustaz’aflardan ise, nefisleri/egoları zayıfsa, bu kez de daha kuvvetli nefis veya hevânın çekim alanına girerler, uydukları kişilerin hevâlarını putlaştırırlar. “Zikrimizden kalbini gâfil kıldığımız ve hevâsına uyup da işinde aşırı giden(ler)e itaat etme, boyun eğme.” 902; "... Doğrusu birçokları bilgisizce kendi hevâlarına/kötü arzularına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir." 903; "Ona (Kıyâmete) inanmayan ve nefsinin hevâsına/arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (Kıyâmete inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun!" 904
Hevânın Kişisel ve Toplumsal (Ahlâkî) Boyutu; Hevâî insanlar Topluluğu
Hevâ bir boşluktur. Kişinin herhangi bir iç dayanağa sahip olmamasıdır. Bu durum ise, kişinin her türlü etkiye açık olmasını, rüzgârın esişine göre vaziyet
899] 41/Fussılet, 17
900] 28/Kasas, 50
901] Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak s. 31-32
902] 18/Kehf, 28
903] 6/En'âm,119
904] 20/Tâhâ, 16
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
almasını doğurur. Kişiliksiz, hafif meşrep hale getirir. İşte bu tablo, dengesizliğe iten en müsait bir atmosferdir. Böylesine bir fert ve onlardan oluşmuş toplumlar, her türlü zulmü işleyebilir, haksızlık yapabilir. Nitekim Kabil'in, kardeşi Hâbil'i öldürmesi, "nefsinin kardeşini öldürmesini kendisine hoş göstermesi, onun da nefsine/hevâsına itaat etmesinin"905 sonucudur. 906
Takvâ giysisine bürünmeyen insan, çoğu zaman, nefsinin arzu ve irâdesini kendine rehber edinir. Arzu ettiğini elde etmek için nice zahmetlere katlanır, dolambaçlı yolları aşmaya çalışır. “Bu konuda İslâm’ın koyduğu hüküm nedir, bu arzum ve yaptığım Allah’ın rızâsına uygun mudur? Bunu Peygamberimiz’in huzurunda olsam yapabilir miyim? Yapmış olsam Efendimiz’in tavrı ne olurdu?...” gibi soruları ve cevaplarını hatırına bile getirmez. Hep kendi basit hesabını yapar ve planını kurar. Öbür âlemi unutur. Hâlbuki imanın insanı kurtaracak dereceye ulaşması için, insanın arzu ve irâdesini Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâmın peşine takması gerekir. 907
İnsanoğlu, ibâdet için yaratılmıştır.908 Fıtrat, nübüvvet ve Kitab gibi ilâhî yardımlara rağmen Allah’ı tanıyıp ibâdet/tapınma ihtiyacını O’na yönlendiremeyen hevâî tipler, her şeyden önce kendi arzularını, zanna dayanan bilgisizce görüşlerini, yanlış kanaatlerini, sapkın düşüncelerini, yani tek kelimeyle “hevâ”larını tanrılaştıracaklardır. Başka bütün putlar, hevâ putunun gölgesinde ortaya çıkacaktır. Hevâ putunu devirdiğinizde diğer putlar kendiliğinden devrilecektir.
Allah’a teslim olmayan kimsenin, bilinçsiz de olsa kendini (hevâsını) tanrılaştırdığı gibi; sadece Allah’ı en büyük kabul edip O’nu tekbir etmeyen kişi de kendini (nefsini, görüşünü, aklını...) en büyük görür. Her nimeti Allah’tan bilip sayısız nimetler için Allah’a şükür ve hamd etmeyen insan, bu fıtrî ihtiyacı, kendini övmekle, kendini methetmekle gidermeye çalışır.
Yine, hevâî şahıs, yaptığı sayısız hatayı kendi üzerine almaz da, nefsini yanlışlardan, kusurlardan, yanılgılardan uzak göstermek ister. Bunun da sebebi, ruhun Allah’ı tesbih etme ihtiyacını, gerçek hedefi olan Allah’a, O’nu tüm noksan sıfatlardan tenzih etmeye, tesbih etmeye yanaşmayan insanın hem kul hem tanrı olması gibi çelişkisidir bu. Hevâsı, yani kendisi bir taraftan tanrı rolünü üstlenirken, bir yandan da hevâ sahibi insan kulluk rolü oynar, arzusu neyi emrediyorsa ona teslim olup kendisi onun pespâye bir kulu ve kölesi olur. Bu iki zıt özelliğin (tanrılık-kulluk) aynı kişide bulunması ise tam bir anarşidir, kaostur, fitnedir, fesaddır, zulümdür, çelişkidir, karakter bozukluğu, şizofreni ve çifte standartlılıktır. Çünkü zıtlar birleşmediği halde, bu iki taban tabana zıt şeyi birleştirmeye kalkışmak, sadece küstahlık değil; sünnetullahın (Allah’ın yeryüzündeki yasalarının) çiğnenmek istenmesidir. Bu zulmün fecî cezasını, başta kendisi çekecek olan hevâî kişi, sonra ilişkide bulunduğu canlı cansız tüm çevresine hastalık bulaştırdığından cezasını topluma da çektirecektir. “Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) fesâda (bozulmaya) uğrardı…” 909
905] 5/Mâide, 30
906] Yaşar Düzenli, a.g.e., s. 267
907] Halil Atalay, a.g.e. s. 17
908] 51/Zâriyât, 56
909] 23/Mü’minûn, 71
NEFS
- 199 -
Yaratılış gayesini unutan insan, doymak bilmeyen canavar olan hevâsını tatmin etmek için hayat boyu çalışır, koşturur durur. Tüm enerjisini hevâsını doyurmak için harcayan, yine de onu tümüyle tatmin edemeyen zavallı, olumlu tüm cihazlarını, yani zihnini, bilgisini, sevgisini... tanrılaştırdığı bu canavarın hizmetine verdiğinden hakkı anlayamayacak, doğruları göremeyecek, işitemeyecek hale gelir. “Andolsun Biz cin ve insandan birçoğunu (sanki) cehennem için yaratmışız. Zira onların kalpleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar; gözleri vardır, lâkin onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.”910 Hevâlarının emrine, denetim ve kulluğuna giren insanların; hakkı, Kur’an’ı ve Peygamber’in tebliğini anlayıp kavrayamadıklarını Rabbimiz şu ifadelerle anlatır: “Onlardan kimi gelip seni dinler. Fakat senin yanından çıkıp gittikleri zaman, kendilerine bilgi verilenlere derler ki: ‘az önce ne demişti? (anlayamadık).’ Bunlar, Allah’ın kalplerini mühürlediği hevâlarına uyan kimselerdir.” 911
Hevâdan kurtulmak veya onun etkisine hiç girmemek için, hevânın zıddı hüdâya yönelmek gerekmektedir. Bunun için de hevânın, hedefini tersine çevirdiği, yozlaştırdığı tekbir, tesbih ve hamde sarılmak gerekiyor. Hevânın hoşlanmadığı gerçek tekbire, hamde, tesbihe ve bütün bunların en güzel şekilde içine serpildiği tevhid eylemi namaza sarılmak, hevâ zehrine panzehir olacaktır. Bütün bunlar, Allah'ın yardımıyla ve onun hüdâsı/hidâyetiyle olacaktır. Allah'ın hüdâsı ise, başta Kur'an olmak üzere, nübüvvet, yani Peygamber rehberliği/sünnet ve bu iki kaynağa bağlı olan selim akıl ve fıtrattır.
Hevâyı tanımak, hüdâya giden yolu açar. Çünkü inkârı inkâr etmek ispata götürür. Kötüyü kötüleyen iyiye ve iyiliğe ulaşır. Yanlışın yanlışlığını ortaya koymak kişiyi doğruya erdirir. Ters yönün tersine gitmek, insanı düze çıkarır. Kur’an, kötü tipleri (Nemrud, Firavun, Hâmân, Karun, Bel’am, İblis vb.) onların kötülükleri anlaşılıp onlar gibi olunmasın diye, o kötülerden yola çıkılıp iyiliğe yol açılsın diye anlatır. Kötü ahlâklı kimse, itici davranışlarıyla kendine ve kendi çirkin ahlâkına düşmanları çoğaltırken, farkında olmadan iyi ahlâkın güzelliklerini tebliğ etmiş olur.
Hevâ; şehvetin, hırs ve şeytanın emrine insanı teslim etmekle, ruhu aşağılara düşürmeye ve bayağılıkların hizmetine sokmaya çalışan İblis oyuncağıdır. Hevâsına kul olan kimse, kötülüğe âşık, harama düşkün, sefâhete hayran, nâhoş zevklerle sarhoş olur. Pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı biridir o. Hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan, bozuk bir karakter, tağyîr edilen bir fıtrat, tahrif edilen ölçü... Bunlar hep hevânın eseri ve hevâî insanın renksiz veya çok renkli, yüzsüz veya çok yüzlü yapısı, kişiliksiz veya çok değişken şahsiyetidir.
Hevâî tip, Allah’ın hükmüne ve hakemliğine başvuracağına, kendi hevâsının yargısına mürâcaat eder. Doğru ve yanlışın, güzel ve çirkinin ölçüsü kendi hevâsı (arzusu, menfaati, görüşü, beşerî ideolojisi) dır. Bu, şehvet denilen şiddetli ve çirkin eğilimlerin kıble edinilmesidir. Hevâlîler, yaratılış amaçlarını akıllarıyla düşünmezler. İnsan ülkesinde ins ve cin şeytanlarının yardım ve hileleriyle, kalp adlı kralın da gafletinden yararlanarak yönetimi ele geçiren hevâ, egemenliğini
910] 7/A’râf, 179
911] 47/Muhammed, 16
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pekiştirmek için, kendine karşı devrim yapabilecek düşman olan kalbi, selim aklı, fıtratı, vicdanı, haram-helâl, ayıp-günah duygusunu zincirlere bağlar, prangalara vurur. Artık ilâhlaşan ego, insan ülkesindeki fıtrî düzeni sarsmakta, dengeyi bozmakta, her şeyi altüst etmektedir. Kalp yerine nefsin tek egemen olduğu hevâî insan, sadece gözüyle düşünmekte, doymak bilmeyen midesine/aç gözüne hizmet etmekte, gücünün ve imkânının yettiği her istediğini yapmayı özgürlük saymaktadır.
Hevâsının gösterdiği istikamette imkân ve gücünden başka hiçbir hudut/sınır tanımayan insandır hevâsını tanrı edinen. Hiçbir dâvânın adamı olamayan, günü birlik yaşayan, tek dünyalı, tek gözlü, aç gözlü, at gözlüklü, dolayısıyla hakka karşı kör gözlü biridir o. Nefsinin zaafları, yani hevâsı doğrultusunda hareket eden, hoppa, hafifmeşrep, hayvanî zevkler peşinde koşan, heves ve arzularına düşkün ve düşük kişilere halk arasında “havâî” denir ki, aslı “hevâî”dir; hevâî, yani hevâsına uyan. Boşvermiş bir tiptir hevâî insan; top kafalı, top gibi içi boş (yani hava/hevâ ile dolu) kafa, top gibi boş şeyleri endâd edinerek, hevâ putuna ortak tanrılar arayan Hak’tan gâfil insancık... Allah’a ibâdete zamanı yoktur bu hevâî kişinin; ama faydasız bilgilere, magazin denilen âdî dedikodulara, muzır uğraşlara, geyik muhabbetlerine ve de çeşit çeşit haramlara hem vakit, hem fırsat, hem para ayırabilir. Eğlencede “ayıp”, hele hele “haram” diye bir engel tanımaz. Müzik tutkunu, tv. tutsağı, ilim yerine filmi tercih eden, haram-helâl diye bir ölçüyü unutan, nefsinin kulu kölesi bir tiptir hevâî. Ve bunların oluşturduğu insanat bahçesidir hevâ düzeninin oluşturduğu hevâî toplum.
Haram modayı mubaha, kumarı helâl ticarete, dünya rahatını âhiret saâdetine bilinçsizce tercih eden hevâî kimseler, nefis ve hevâlarına kulluk yapmayı Allah'a kulluğa, O'na teslim olmaya yeğlemiş insanlardır. “Özgürlüğüme kimseyi karıştırmam, memlekette demokrasi var, ben istediğimi yaparım” diyen, buna rağmen nefsinin kulu, kölesi olup arzuları tarafından yönlendirilen ve onun için de hevâsına tapınan, kendini tanrılaştıran azgın bir karakter, dejenere olmuş bir kişilik, menfaatperest bir tip... Yararlı-zararlı, helâl-haram demeden imkânının elverdiği her türlü gıda ile midesini doldurur, hatta bunu yaşama gayesi edinirken; ruhunun hemen hiçbir ihtiyacını giderip tatmin etmeye çalışmayan, süflî arzularının elinde oyuncak bir zavallı...
Bütün bunlar, kızılmaktan ziyade acınacak, çevre ve düzen kurbanlarıdır. Bizim yitik çocuklarımızdır bunlar. Kendilerine gelmeleri, benliklerini bulmaları, bayağı esâretten kurtulmaları için bize çok şey düştüğünü değerlendirmek içindir bu ifadeler. Yoksa bu tiplerin özelliklerini anlatıp kendimizi onlarla mukayese ederek temize çıkarmak için anlaşılmamalı. Ve daha önemlisi, farkında olmayarak da olsa bu özelliklerin en küçüğü bizde, sorumluluğunu yüklendiğimiz yakınlarımızda var mıdır? Akrabalarımızda, komşularımızda, iş yerlerimizde, çevremizde, kısaca bizim ulaşabileceğimiz yerlerde hiç bulunmadığını iddia edebilir miyiz bu tiplerin? Bu konuda bize neler düşüyor? Bu sorulara, boş verirsek, ya da bu hastalıkları tedâvi için doktor rolünü üstlenmez, yakın çevremize kadar gelen bu hevâî ateşin tutuşturduğu yangını, havayı kaplayan ateşleri söndürmek için itfaiyecilik yapmaya çalışmazsak, bu tipler, dünyada değilse bile âhirette yakamıza yapışabilirler, bulduğumuz güzellikleri niye kendilerine ulaştırmadığımızın hesabını sorabilirler.
NEFS
- 201 -
Hevâî tipin nasıl oluştuğu, sebepleri iyi değerlendirilmeli, sivrisinekle mücâdele için bataklığın kurutulmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Hevâî düzen ve onun kurumları, düzenin oluşturduğu toplum yapısı ve çevre şartları değişmeden, ürünlerin değişmesini beklemek doğru olmaz. Düzen, müslüman gencin oluşmasını her taraftan engellerken, kurum ve kurallarıyla hevâî insanın ihtiyacı olacak, nefse hoş gelen her çeşit fitne ve fesadı, fuhuş ve kumarı... desteklemekte, hevâî insan, bu sistemin mücâdele ettiği değil; oluşturmayı hedeflediği tip olmaktadır. Darbe ile ele geçirdiği İspanya’yı kırk sene yöneten Franco, "nasıl halk ayaklanmadan bu kadar uzun süre iktidarda kaldın?” diye soranlara şöyle diyordu: “Futbol, müzik, kumar ve uyuşturucu sâyesinde!” insanları bunlarla meşgul edince, başka şeylere ayıracak zamanları kalmayacaktır. Bir de buna hayat pahalılığı, işsizlik, particilik, tv. hastalığı, kahvehane hayatını da eklerseniz, hevâî düzeninizi değil kırk, yüz kırk sene de sürdürürsünüz. Ama unutmamalı ki, onların hevâî düzenlerini sürdürmeleri için hesabı varsa, Allah’ın da; sadece Allah’a kulluk yapan mü’minlerin de bir hesabı vardır: “Zâlimler, hangi inkılâbla devrileceklerini, nasıl bir dönüşe (âkıbete) döndürüleceklerini yakında bilecekler (ve görecekler).” 912
İfrat ve tefrit; Kur’an referanslı düşünüp yaşamayanların en temel problemi... Kimi boşvermişlik, kimi de takvâ adına aşırılıklar sırât-ı müstakîmin önünde engel olmaktadır. Nefis konusunda da, nefsin oyununa gelip aşırılıklardan birini seçme durumunda kalıyor insanlar. Nefsin emmâre özelliğini, kötü arzularını, yani Kur’an’ın tâbiriyle hevâyı alabildiğine tatmin etme arzusuyla yanıp tutuşan halk yığınlarının bu tavrına Kur’an hevâyı putlaştırma diyor.913 Buna tepki de, nefsi öldürülesi bir canavar görme şeklinde tarihten bu yana ortaya çıkmış. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah; “...Nefislerinizi öldürmeyin.”914 diye emrettiği halde.
Allah, nefsi insana zulüm olsun diye yaratmamış. Tam tersine insanın olgunlaşması ve derecesinin yükselme için bir araç olarak ihsan etmiş. Zâten nefis olmadan, insanın imtihana tâbi tutulması, yaratıkların en güzeli ve en hayırlısı olmasına da imkân yoktur. Kur’an, insana kendi kusurlarını ve nefsin problemlerini sayarak nasıl tedbir alınması gerektiğini belirtir. Nefsin isteklerine mubah istikametler çizmesi ve arzularına sınır koyması gerektiği halde, nefisten şikâyet edip onu yok etmeye (ki, bu mümkün de değildir) çalışıp olmayacak işlerle uğraşır nice insan.
Kur’an’ın beyanlarına göre “nefsine zulmetmek”, günahkârların ve daha çok da kâfirlerin özelliğidir. Peygamberimiz’in ifâde ettiği gibi, cesedinin/nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.915 Hadis-i şeriflerde nefsini müdâfaa için öldürülenin şehid olduğu vurgulanır.916 Kur’an’da “...Nefislerinizi ayıplamayın...”917 diye emredildiği halde, nefisler suçlanır hep. Hâlbuki nefis, insanın kendisidir. Suç ve günah varsa, insan kendisi işlemiştir onu. Ve suçu yükleyecek bir yer arayacağına kendi hatasını kabul ve itiraf edip hemen tevbeye sarılmalı, Allah’ın affına mürâcaat etmelidir. Şeytanın bir oyunu da, kişinin yaptığı suçu kabullenmesini
912] 26/Şuarâ, 277
913] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
914] 4/Nisâ, 29
915] Müslim, Sıyâm 193
916] Bk. S. Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, Sönmez Y. c. 2, s. 7
917] 49/Hucurât, 11
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
engelleyip bir günah keçisi aratmasıdır. Bir günah veya bir dinî görevi ihmal varsa, suçlu “ya yahûdidir, ya düzendir, veya çevre, ya da nefis.” Böyle düşünen kimse tevbe kapısına yaklaşamayacak ve temiz bir sayfa açıp olgunlaşamayacaktır; kısır döngü içinde suçu bir yerlere yamayıp rahat edecektir... Ve kolaycılık bu konuda da kendini gösterecektir: “Nefis merhale merhaledir, sınıf sistemi gibi basamak basamaktır. En alttaki nefis, emmâre olan nefistir...” Bazı yaptırımlarla (ki, bunların en kolayı bir şeyhe bağlanıp, her şeyi ona havâle etmektir) insan, nefsine sınıf atlattıracak, râdıye, mardıye, kâmile gibi zirvelere tırmandıracaktır. O durumdaki nefis de kötülüğü artık hiç emretmeyeceğinden iş otomatiğe bağlanmış, kendiliğinden kurtulma yolu sonuna kadar açılmış olacaktır.
Hâlbuki nefsin ilk ve en alttaki basamağı sayılan emmâre vasfı, Hz. Yusuf tarafından dillendirilmiştir.918 Bu mantığa göre Yusuf (a.s.), hem de först leydinin isteğine olumsuz cevap verdiği halde, insan duygularının, yani nefsin kötülüğü şiddetle emrettiğini, günahlardan hevânın zevk alacağını vurgular. Âyetin başında da nefsin tümüyle tebrie edilip temize çıkartılmasının yanlış olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Çünkü nefsin doğasında kötülüğü emretme vardır. Bu, tevhid şuuru ve Kur’an ahlâkıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar insanda bulunan nefis, fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır.
Nefis altı-yedi tane değil; bir tanedir. İnsan nefsi, zaman zaman uysallaşır, kendisine ilham edilen takvâ ağır basar; zaman zaman azgınlaşır, kendine ilham edilmiş fücur isteği ile dolar. “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücûru (kötülükleri) ve takvâyı (iyilikleri) ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”919 Nefis, devamlı terbiye ve ıslah edilmeye ihtiyaç hissettirir. İnsan hangi yaşta ve hangi seviyede bulunursa bulunsun, yine insandır, beşerdir. Hata yapma ihtimali ve meyli hâlâ olacaktır. Hevâsının bazı kötülük ve günahlardan zevk alması devam edecektir. Kur’an talebesi müslümana düşen görev, ibâdet ve ihsan çizgisini sürekli yaşayarak, takvâya da meyilli olan nefsini ölünceye kadar ıslah etmeye ve onun isteklerine karşı uyanık ve dikkatli olmaya gayret etmektir. Nefsini, hevâsını aklının ve imanının kontrolünde tutmaktır. Bu dikkat gösterilmezse, hangi yaş ve hangi seviyede olursa olsun hevâ insanı mahvedebilecek, hatta insanın tanrısı olabilecektir. Nefsine hâkim olan, kimseye mahkûm olmaz. İnsan gâlibiyeti içinde kazanır veya mağlûbiyet, onu kendi içinde yakalar.
Tasavvufun etkisiyle insanlarımıza hâkim olan yanlış nefis anlayışının Kur’an’daki nefis kavramıyla sağlaması yapılmalı, ifrat ve tefritten kaçınılarak hayat boyu bize kötülüğü emredecek olan nefsin oyununa gelmeden ona hâkim olmaya gayret edilmelidir. Hevânın hâkim olduğu kalp, her türlü bireysel ahlâksızlığın, toplumsal fesâdın, her çeşit pislik, kötülük ve zulmün kaynağı olan şirkin bulaşıcı mikroplarının toplandığı yerdir. Bunun yanında, nefse karşı da âdil olmak, nefsimizin de bizim üzerimizde hakkının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Müslümana yakışan, nefis kaynaklı hevâya değil; İlâhî kaynaklı hüdâya, tâbi olmaktır. Başkalarının hevâsına değil; ilme/vahye sarılmaktır. Nefsin
918] 12/Yusuf, 53
919] 91/Şems, 7-10
NEFS
- 203 -
kötülüğü emreden özelliğine iman ve takvânın imkânlarıyla cevap verebilmektir. Esselâmu alâ men ittebea'l-hüdâ. Hevâya değil; hüdâya tâbi olanlara selâm olsun!
"Rabbinizden size indirilene uyun. O'ndan başka evliyânın ardına düşmeyin. Siz ne kadar az hatırınıza getiriyorsunuz?" 920; “Tuğyân edene/azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbinın makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır."921; “Ey huzura kavuşmuş nefs/ruh! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl. Gir Cennetime!” 922
920] 7/A'râf, 3
921] 79/Nâziât, 40-41
922] 89/Fecr, 27-30
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefis Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Nefis ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (Toplam 298 Yerde): 2/Bakara, 9, 44, 48, 48, 54, 54, 57, 72, 84, 85, 87, 90, 102, 109, 110, 123, 123, 130, 155, 187, 207, 223, 228, 231, 233, 234, 234, 235, 235, 240, 265, 272, 281, 284, 286; 3/Âl-i İmrân, 25, 28, 30, 30, 61, 61, 69, 93, 117, 117, 135, 145, 154, 154, 161, 164, 165, 168, 178, 185, 186; 4/Nisâ, 1, 4, 29, 49, 63, 64, 65, 66, 79, 84, 95, 95, 97, 107, 110, 111, 113, 128, 135; 5/Mâide, 25, 30, 32, 32, 45, 45, 52, 70, 80, 105, 116, 116; ; 6/En'âm, 12, 12, 20, 24, 26, 54, 70, 93, 98, 104, 123, 130, 130; 151, 152, 158, 164; 7/A'râf, 9, 23, 37, 42, 53, 160, 172, 177, 188, 189, 192, 197, 205; 8/Enfâl, 53, 72; 9/Tevbe, 17, 20, 35, 36, 41, 42, 44, 55, 70, 81, 85, 88, 111, 118, 120, 120, 128; 10/Yûnus, 15, 23, 30, 44, 49, 54, 100, 108; 11/Hûd, 21, 31, 101, 105; 12/Yûsuf, 18, 23, 26, 30, 32, 51, 51, 53, 53, 54, 68, 77, 83; 13/Ra'd, 11, 16, 23, 42; 14/İbrâhim, 22, 45, 51; 16/Nahl, 7, 28, 32, 72, 89, 111, 111, 111, 118; 17/İsrâ, 7, 14, 15, 25, 33; 18/Kehf, 6, 28, 35, 51, 74, 74; 20/Tâhâ, 15, 40, 41, 67, 96; 21/Enbiyâ, 35, 43, 47, 64, 102; 23/Mü'minûn, 62, 103; 24/Nûr, 6, 12, 61, 61; 25/Furkan, 3, 21, 68; 26/Şuarâ, 3; 27/Neml, 14, 40, 44, 92; 28/Kasas, 16, 19, 33; 29/Ankebût, 6, 40, 57; 30/Rûm, 8, 9, 21, 28, 28, 44; 31/Lokman, 12, 28, 34, 34; 32/Secde, 13, 17, 27; 33/Ahzâb, 6, 37, 50; 34/Sebe', 19, 50; 35/Fâtır, 8, 18, 32; 36/Yâsin, 36, 54; 37/Sâffât, 13; 39/Zümer, 6, 15, 41, 42, 53, 56, 70; 40/Mü'min, 10, 17; 41/Fussılet, 31, 46, 53; 42/Şûrâ, 11, 45; 43/Zuhruf, 71, 45/Câsiye, 15, 22; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 10; 49/Hucurât, 11, 15; 50/Kaf, 16, 21; 51/Zâriyât, 21; 53/Necm, 23, 32; 57/Hadîd, 14, 22; 58/Mücâdele, 8; 59/Haşr, 9, 9, 18, 19; 61/Saff, 11; 63/Münâfıkun, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talâk, 1, 7; 66/Tahrîm, 6; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 38; 75/Kıyâme, 2, 14; 79/Nâziât, 40; 81/Tekvîr, 7, 14, 18; 82/İnfitâr, 5, 19, 19; 83/Mutaffifîn, 26, 26; 86/Târık, 4; 89/Fecr, 27; 91/Şems, 7.
B- Kur’ân-ı Kerim’de Hevâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (38 yerde): 2/Bakara, 87, 120, 145; 4/Nisâ, 135; 5/Mâide, 48, 49, 70, 77; 6/En’âm, 56, 71, 119, 150; 7/A’râf, 176; 13/Ra’d, 37; 14/İbrâhim, 37, 43; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 16, 81; 22/Hacc, 31; 23/Mü’minûn, 71; 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50, 50; 30/Rûm, 29; 38/Sâd, 26; 42/şûrâ, 15; 45/Câsiye, 18, 23; 47/Muhammed, 14, 16; 53/Necm, 1, 3, 23, 53; 54/Kamer, 3; 79/Nâziât, 40; 101/Karia, 9.
C- Nefis Konusuyla İlgili Âyet-i KerimelerNefis, Kötülüğü Emreder: 12/Yûsuf, 53Nefsin İsteklerini Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23; 91/Şems, 10Nefis Islahı: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 48; 7/A’râf, 35; 91/Şems, 9.Nefis Mücâdelesi: 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41.
Nefse Hâkimiyet: 3/Âl-i İmrân, 39.
Nefs-i Emmâre: 12/Yusuf, 53
Nefs-i Levvâme: 75/Kıyâmet, 2.
Nefs-i Râdıye ve Mardıyye: 89/Fecr, 27-30.
Nefs-i Mutmainne: 89/Fecr, 27-30
Nefsi ve Âileyi Ateşten Koruma Sorumluluğu: 66/Tahrîm, 6.
Nefis Konusuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'an'da Nefs Kavramı, Ahmet Ögke, insan Y.
2. Nefs Risalesi, Ömer Yıldız, Umran Y.
3. Nefis Tezkiyesi, İmam Humeyni, Çev. Kadri Çelik, İkbal Y.
4. Nefs Terbiyesi, İmam Humeyni, Objektif Y.
5. Nefs-i Mutmainne, A. Hüseyin Destgayb, Çev. Aziz Çınar, Şefik Onar, insan Y.
6. Nefsin Ayıpları ve Terbiye Yolları (Uyûbu’n-Nefs), Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Çev. S. Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
7. Nefsin Terbiyesi, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
8. Mîzânü’n-Nüfûs, Hafız H. Hulûsi, Esma Y.
9. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 72-74 (Ahmet Özalp), Nefs-i Emmâre, 5/74 (Ömer Tellioğlu), Nefs-i Levvâme 74-75 (Ö. Tellioğlu), N. Mutmainne 75 (Nureddin Turgay), Râdıye, 75-76 (Muhiddin Bağçeci)
10. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 16, s. 71-78
11. İslâm Ansiklopedisi, E. E. Calverley, Nefis maddesi, IX, M. Eğitim Basımevi, İst. 1964
12. Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 141-166
13. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 205-207
14. Elmalılı Tefsirinde Kur’anî Terimler ve Deyimler, Mehmet Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 253-254
15. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 492-494
NEFS
- 205 -
16. TDV. İslâm Ansiklopedisi, (M. Çağrıcı), TDV Y. c. 17, s. 274-276; (Y. Ş. Yavuz), c. 10, s. 505-507
17. Kur’anda Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 190-193
18. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 254-255
19. Kur'an'da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, Akçağ Y. s. 145-150
20. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s. 84
21. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 90-91
22. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 17-23
23. Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 420-423
24. Kur'an Işığında Evrensel Dengeler ve insan, Yaşar Düzenli, s. 265-268
25. Fıtratın Dirilişi, Sadık Kılıç, İnkılab Y. s. 74-84
26. Kur'an'da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, s. 203-206
27. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 43-46
28. Kur’an’da insan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 203-207
29. Kur'an'da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 289-290
30. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı, s. 30-31
31. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 17-23
32. İhyâi Ulûmi'd-Din, İmam Gazzâli, Bedir Y. c. 3
33. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 30-35
34. Tetkiklerde Metod ve Tenkid, M. Said Çekmegil, Sanih Y. s. 104-112
35. Kur'an'da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 227-228
36. Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 102-105
37. İnsan Bilinmezi, Haluk Nurbaki, Hilâl Y. s. 117-152
38. İnsan ve insanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y. s. 169-181
39. Ruh, İçimizdeki Biz, Ramazan Özcankaya, Hayat Y.
40. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber Y. s. 545-549
41. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
42. Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, Abdülbâki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka Y.
43. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivâyetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y.
44. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T. Diyanet Vakfı Y.
45. Şeyh Efendilerle Görüşme, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
46. Duâda Evliyayı Aracı Kılma ve Şirk, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
47. Tasavvuf ve İslâm (Dün-Bugün), İbrahim Sarmış, Yöneliş Y.
48. Tasavvuf ve İslâm, Ercümed Özkan, Anlam Y.
49. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Ekin Y.
50. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 404
51. Nefsin Yedi Mertebesine Dair Risâle, Anonim Eser, El yazma, İst. Süleymaniye Kütüphanesi, Kasideci Zâde, No: 703/6
52. Kur'an'da Hevâ Kavramı, Muhammed Emin, Misak Dergisi, s. 31-32
53. “Nefs” Kavramı Çerçevesinde Kur’an’da Kişiliğin Tekâmül Aşamaları, Fevzi Zülaloğlu, Hak Söz, sayı 69, Aralık 1996
54. Nefis Kelimesinin Kur’an’da Kullanılışı Hakkında Bazı Notlar, Regis Blachere, At. Üniv. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 5, Erzurum, 1982

Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:14

NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ


- 103 -
Kavram no 136
Görevlerimiz 26
Bk. İbâdet; İtaat-İsyan
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ


• Salât; Anlam ve Mâhiyeti
• Namazın İkamesi (Namazı Ayakta Tutmak, Ayağa Kaldırmak)
• Namaz, ibâdetlerin Bir Sentezidir
• Tevhidden Sonra En Önemli Emir: Namaz
• En Faziletli Amel
• Mü'min ile Kâfir Arasında Ölçü
• Namazın Sürekliliği
• Namazın Korunması
• Namaz ve Ruh Eğitimi
• Namaz Kötülüklerden Arındırır
Salât
“Salât” kelimesi, Arapçada genellikle “duâ” mânâsına kullanılır. Ayrıca “sallâ” fiili, “salveynini hareket ettirdi” mânâsına gelir ki; -rükû ve sücudda yaptığımız gibi- beli bükmek sûretiyle salveyn denilen oylukların başındaki iki tümsek kemiği hareket ettirmek demek olur. Salât kelimesinin “salâ” kökünden türediği, bunun da “patlama”, “parlama” ve “tutuşma” anlamına geldiği şeklinde bir başka görüş daha vardır.
Terim anlamda “salât” ; İslâm dininin temel rükünlerinden biri olan, Allah tarafından emredilip Rasûlullah tarafından ayrıntılı olarak ve fiilen gösterilen namaz ibâdetinin adı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de namaz anlamındaki “salât (sallâ)” kelimesi ve türevleri, toplam 99 yerde kullanılır; “es-Salât” kelimesi ise toplam 67 yerde geçer.
Lugatler, sa-le-ve kökünden türeyen 'salât' kelimesi için, duâ, istiğfar, niyaz, rica, övgü, kutsama, saygı sunma, şükretme, ardınca yürüme, bağlanma, gözetme, koruyup kollama ve destekleme anlamları vermektedirler. Ancak bütün bu lügavî mânâların 'salât' kelimesinin anlamı olarak ayrı ayrı verilebilmeleri mümkün olmadığı için, burada yapılması gereken, 'kök-anlam' üzerinden hareket etmektir. Salât kelimesinin kök-anlamı ise, bir yere veya yöne doğru gitme eylemini karşılaşacak şekilde 'meyletme' veya 'yönelme'dir. 'Sa-le-ve' kökünden türeyen bütün kelimelerde bu 'ortak/sabit' anlam arandığında, lügatlerde yer alan birçok anlamın 'salât' kelimesiyle ilgisi kurulabilecektir. Nitekim kulun Allah'tan istemesi, niyazda bulunması hali olan 'duâ', kişinin önce Allah'a 'yönelmesi' ile gerçekleşir. Yardım isteme, saygı sunma, şükretme, bağışlanma talep etme, destekleme, gözetme gibi eylemler de bu ilk 'yönelme' eyleminden sonra gerçekleşirler.
Bu husus, Kur'an âyetleri titiz bir gözle incelendiğinde net olarak görülebilecektir. Kur'an'da, suçlu-günahkârların cehenneme gireceklerinin beyan edildiği
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetlerde 'sa-le-ve' kökünden türeyen kelimeler kullanılmıştır. Mealler, söz konusu âyetlerde bu kelimeyi 'girme', 'yollama', 'atılma' 'iletilme', 'gönderilme' şeklinde tercüme etmiş olsalar da, asıl mânâ, 'yönelme' veya 'yöneltilme'dir. Meallerin, "Kızgın ateşe girerler",406 "Alevli ateşe girecektir",407 "Cehennem'e yollanırlar",408 "Sonra onu cehenneme atın",409 "Onu cehenneme sokacağız"410 şeklinde tercüme ettiği âyetlerde, 'sa-le-ve' kökünden türeyen kelimeler hep 'yöneltilme' mânâsında kullanılmıştır.411 Bu mânâyı en iyi veren pasajlardan biri Kıyamet Sûresi 31 ve 32. âyetleridir. Burada hakikati yalanlayan bir kişinin vasfı anlatılırken, "ne sadaka verdi ne de yöneldi (sallâ); fakat yalanladı, döndü (tevellâ)" buyrulmaktadır. Mealler buradaki 'salla' ifadesini çoğunlukla bildik mânâda 'namaz kılmak' olarak tercüme etmektedirler ki bu, yanlıştır. Çünkü bu âyetteki 'salla' kelimesi, 'tevella'nın zıddı olarak kullanılmıştır ve 'tevellâ' yönelmeme anlamında 'geri durma', 'salla' ise "yönünü Allah'a dönme" ve gereğini yapma anlamındadır. Namaz kılma, bu mânâda 'yönelme'ye karşılık gelir. Bundan başka, 'sa-le-ve' fiilinin mezkur âyetlerde hep 'ateş' mânâsında cehennem için kullanılmış olması da, bazı lügatçileri, 'ateş' kelimesinin de fiilin kök-anlamında yer aldığı sonucuna götürmüştür ki, bu da yanlıştır. Nitekim Ragıp el-İsfehani, Müfredat'ında benzeri bir kanaati serd etmektedir. Ona göre, bu kelimenin asıl anlamı, "ateş ile tutuşturmak"tır. "Saliye bin-nar", ateşte yandı; "hiye masliyetun", o kuzuyu kızarttım demektir. Hâlbuki "ateşte yandı" ifadesindeki 'saliye', yanma eylemini değil, 'ateşe yöneltilme', 'ateşe sunulma' eylemine karşılık gelir. Yine "kuzuyu kızarttım" cümlesindeki 'masliyetun' de, kuzunun ateşte kızartılmasına değil, "ateşe tutulması" eylemine karşılık gelir. Her ikisinde de, 'yanma' eylemi, 'yöneltilme' ve 'iletilme' eyleminden sonra gerçekleşir.
Görüldüğü üzere, 'sa-le-ve' fiilinin doğru anlamını 'kök-anlamlılık' yöntemiyle teşhis edebilmek ve buradan hareketle, aynı fiil kökünden türetilmiş kelimeleri de doğru anlamlandırmak mümkündür. Kur'an, 121 âyette, aynı kökten türemiş 31 farklı form kullanmıştır. Bunlar, salla, yusalli, yusallu, yusallune, yusalli, salli, sallu, salâte/salâtu/salâti, salâtuke, salâtehu, salâtuhum/salâtihim, salâti, salevâtu, salevâtihim, musallin/musallun, musalla, tasla, yasla, yaslaha, yaslevne, yaslevneha, aslevha, sallûhu, seaslihi, nuslihi, nusliihi, muslihin, sali, salu, siliyyen, tasliyehu'dur. Bütün bu kullanımlarda 'yönelme' kök-anlamı içkindir. Bu formların içerisinde en çok kullanılanlar ise, 'salât' ve 'salevât' kelimeleridir. Her ikisinin de anlam içerikleri üzerinde çokça tartışmalar yapılmış ve farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu nedenle, bu iki kelimenin 'anlam alanı'nı doğru tespit edebilmek önemlidir.
'Salât' kelimesi, esas itibarıyla 'yönelme' eyleminin çokluğunu, içtenliğini ve mutlaklığını ifade eder. Aynı mânâ, mesela 'zekât' kavramı için de söz konusudur. Burada 'tezkiye edilen şey' maldır ve zekâtı verilmesi durumunda, malın (hakkıyla ve gereğince) temizlenmiş olduğu ifade edilmiş olur. Buna göre, 'sa-le-ve' kökünden türeyen 'salât' kelimesi, özel bir anlam kazanır ve kulun Allah'a karşı "içten yönelişini" karşılar. Kişi, namaz kıldığında, Allah'a yönelmiş olmaktadır ve bu
406] 88/Ğâşiye, 4
407] 84/İnşikak, 12
408] 14/İbrahim, 29
409] 69/Haakka, 31
410] 4/Nisâ, 110
411] A'la:12; İsra:18; Leyl:15; Nisa:10; Sa'd:56; İnfitar:15; Yasin:64; Tur:16; Müddessir:26; Nisa:30, 56; Saffat:123; Sad:59; Mutaffifin:16; Meryem:70; Vakıa:94
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 105 -
yönelişin doğal sonucu olarak da, O'nu yüceltmekte, O'ndan yardım dilemekte, O'nu övmekte, O'na bağlanmakta ve O'ndan yardım istemektedir. İşte Kur'an'da 'salât' kelimesinin geçtiği her yerde bu mânâlar vardır.412 'Musalli' (namaz kılan) de, yönelişini bu şekilde gerçekleştiren kişidir. Fakat burada önemli bir husus vardır ki o da şudur: her 'salât' (yani 'yönelme') eylemi, olumlu bir yöneliş mânâsı taşımaz. Nitekim 8/Enfâl, 35. âyette: "onların (müşriklerin) Beyt önündeki namazları (salâtuhum), ıslık çalmak ve el çırpmaktan başkası değildir" denilmektedir. Bu âyet, müşriklerin ibâdet kasdı ile yaptıkları yönelişlerin (salâtuhum) onay alamadığını açıkça kanıtlamaktadır. 'Salât' eyleminin onay alabilmesi için, yönelişin 'ihlas'la, 'istenilen biçimde' ve bu eylemden beklenen 'sonuçları' hasıl edecek şekilde olması gerekir. İşte bu noktada bazı önemli hususlara değinmek gerekmektedir.
Bunların ilki, namazın/salât'ın bütün çağlar boyunca, Allah'ın kullarına farz kılınan bir ibâdet olmasıdır.413 Bütün kullardan bu 'yönelme'nin istenmesinin sebebi ise çok açıktır. Kul, ancak Allah'a yönelirse ve bu yönelmenin sonuçlarına uygun bir hayat yaşarsa, kalben mutmain olur. Çünkü bu yönelmenin olmadığı her durum, kulun Allah ile irtibatının zarar görmesi veya kopması anlamına gelecektir. Hatta bu irtibat öylesine önemlidir ki, Kur'an'ın beyanına göre, Yaratıcı, bu 'yöneliş'i sadece insanlardan değil, 'bütün varlıklar'dan istemiştir. Nitekim Nur:4. âyette şöyle buyrulmaktadır: "Görmedin mi ki göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçmakta olan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedirler. Hepsi kendi salâtlarını (salâtehu) ve tesbihlerini hiç şüphesiz bilmiştir…"
İkincisi, bu 'yönelme'nin 'şekil' şartı ile ilgilidir. Bizler, geçmiş ümmetlerin hangi şekil şartlarını yerine getirerek namazlarını kıldıklarını bilemiyoruz. Bildiğimiz şey, onların da Allah'a yönelerek 'salât' ibâdetini yerine getirdikleridir. Fakat Kur'an'ın inzal oluşundan sonra, "namazların vakitlerinin tayin edildiğini",414 rukû, sücûd, kıraat gibi farzlarının Kur'an âyetleriyle sabit olduğunu415 biliyoruz. Ayrıca Hz. Peygamberin 'salât' ibâdetini icra ediş şeklini de sahih sünnetten biliyoruz. Buradan şu sonuç çıkar ki, 'namaz' olarak bildiğimiz 'salât' ibâdeti, bir 'özel yöneliş'tir. Şekil şartları vardır ve bunlara riâyet edilmelidir. Aksi taktirde, bu yönelişin beklenen sonucu hasıl etmesi mümkün olmayacaktır. Nitekim Enfal Sûresi 35. âyeti, bunun açık kanıtıdır.
Fakat şekil şartının ötesinde bir de 'içerik' şartı vardır ki, bu daha da önemlidir. Çünkü 'salât' ibâdetinden asıl beklenen, kulun Allah'ın istediği doğrultuda yaşamasıdır. Eğer kişi şekil şartlarını yerine getirdiği halde, kendisinden beklenen diğer sorumlulukları yerine getirmiyorsa, orada bir 'riya' (veya 'münâfıklık') yahut da 'ihmal' durumu vardır. Yani kişi ya inanmadığı halde namaz kılıyordur (veya kılıyor gibi yapıyordur) yahut da namaz kılmakla kendisinden beklenen şeylerden gâfildir. Nitekim Mâûn Sûresi ilk duruma işaret etmektedir. Burada "vay o namaz kılanların (musallin) haline" denilerek, namazın şekil şartlarını getiren bazıları kınanmaktadır. Çünkü bu kişiler, namazlarından (salâtihim) gâfildir; ikiyüzlülük yapıp, yetim malı yemektedirler. O halde, namaz kılanın (yani Allah'a
412] 20/Tâhâ, 132; 24/Nûr, 58; 29/Ankebût, 45; 62/Cum’a, 9, 10; 2/Bakara, 45, 153, 238; 4/Nisâ, 43, 103, 5/Mâide, 58, 9; 9/Tevbe, 54 vd.
413] 74/Müddessir, 43; 75/Kıyâmet, 31; 22/Hacc, 40; 11/Hûd, 87; 19/Meryem, 31, 55, 59; 21/Enbiyâ, 73
414] 4/Nisâ, 103; 11/Hûd, 114; 17/İsrâ, 78; 24/Nûr, 58
415] 2/Bakara, 125; 9/Tevbe, 112; 15/Hicr, 98; 22/Hacc, 26; 26/Şuarâ, 217, 218, 219, vd.
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yönelmiş birinin) yerilen bu eylemleri yapmaması gerekmektedir. Aynı vurgu, 11/Hûd, 87 âyetinde de vardır. Burada kavmi, Şuayb’e (a.s.) hitaben şöyle demektedir: "Senin namazın mı (salâtuke), babalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor?..." Görüldüğü gibi, bu âyet, salât (yönelme) eyleminden beklenen sonucu gâyet net ifade etmektedir. Çünkü eğer Şuayb (a.s) bütün varlığıyla Allah'a 'yönelmişse', o zaman elbette ki kavminin taptığı putları reddedecek ve o 'put düzeni'nin doğal sonucu olarak hasıl olan 'ekonomik adaletsizliğe' de karşı çıkacaktır. İşte bu âyette geçen 'salât' ifadesini böyle algılamak gerekir. Yoksa kavmi, Hz. Şuayb'ı şeklen namaz kılarken gördüğü için bu sözü söylemiş değildir. Burada, Hz. Şuayb'ın 'kıldığı namaz'ın işlevi ile ilgili bir husus vardır ve âyet de buna işaret etmektedir. Müddessir Sûresi 43. âyette de yakıcı ateşe girecek olan suçluların: "biz namaz kılanlardan (musallin) değildik" itirafından bulundukları bildirilmekte ve dünya hayatında 'yoksula yedirmedikleri', 'boş şeylere daldıkları' ve 'ceza gününü yalanladıkları' beyan edilmektedir. Şu halde, 'musalli' olmak demek, aynı zamanda diğer ibadi veya ahlaki sorumlulukları da yerine getirmek demektir. Ankebut:45'te bu durum açıkça ifade edilmiştir. Buna göre namaz, kişiyi "hayasızlıklardan (fahşa) ve kötülüklerden (münker) alıkoyar." Eğer yapılan eylem ('yöneliş'), bu işlevini icra etmiyorsa, bir değeri yoktur. Özetle namaz, bir 'yaşam biçimi'nin kopmaz bir parçasıdır. O yaşam biçiminin bilinen adı İslâm'dır ve namaz da bu yaşam biçiminin en önemli rükûnlarından/ilkelerinden biridir. Nitekim En'âm sûresinin 162. âyeti bu gerçeği en açık şekilde ifade etmektedir: "De ki: benim namazım (salât), ibâdetlerim (nüsuk), hayatım (mahya) ve ölümüm (memat) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir."
Ayrıca, mü'min kulun Rabbine içten yönelişin ifadesi olan 'salât', sonuçlarını ancak onu 'gereğince' yerine getiren kişide gösterir. Bu nedenle namazın 'kılınması', 'dosdoğru' kılınması anlamındadır. Nitekim namaz kılmanın övüldüğü veya onu teşvik eden her yerde 'akim'us-salât' terkibi kullanılır ki, bu âyetlerde sadece 'şekil' şartlarının değil, bütün bağlantılı ameli sonuçlarının da kast edildiği açıktır.416 Burada namaz ibâdeti ile diğer ibâdetler arasındaki ilişkinin de vurgulanması gerekmektedir. Her ne kadar, Kur'an:"namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan verirler";417 "namazı kılın ve O'ndan korkup-sakının";418 "sabır ve namazla yardım isteyin"419 gibi âyetlerde, namazla birlikte, başka bir sorumluluğu da zikretmişse de, tıpkı "iman edip sâlih amel işleyenler" ifadesinde olduğu gibi "namaz kılan ve zekât verenler" terkibini daha sıklıkla kullanır ki, bu önemlidir.420 Buradan, ibâdetlerin İslâmi yaşam biçiminde birbiriyle bağlantılı oldukları sonucu çıkarılabileceği gibi, namaz ve zekât ibâdetlerinin 'önemi'ne dair de bir neticeye ulaşılabilir. Nitekim her iki ibâdet de, İslâm'ın temel şiarlarının başında sıralanmışlardır. Ancak namazın farklı bir boyutu daha vardır ki o
416] 2/Bakara, 3, 43, 83, 110, 177, 277; 4/Nisâ, 77, 102, 142, 162; 5/Mâide, 6, 16, 55; 6/En'âm, 72; 7/A'râf, 170; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 71; 10/Yunus, 87; 11/Hûd, 114; 13/Ra'd, 22; 14/İbrahim, 31, 37, 40; 17/İsrâ, 78; 20/Tâhâ, 14; 21/Enbiyâ, 73; 22/Hacc, 35, 31, 78; 24/Nûr, 37, 56; 29/Ankebût, 45; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 4, 17; 33/Ahzâb, 33; 35/Fâtır, 18, 29; 42/Şûrâ, 38; 58/Mücâdele, 13; 73/Müzzemmil, 20; 98/Beyyine, 5.
417] 22/Hacc, 35
418] 6/En'âm, 72
419] 2/Bakara, 45, 153
420] 2/Bakara, 110, 177; 5/Mâide, 12, 55; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 71; 19/Meryem, 31, 55; 22/Hacc, 41, 78; 24/Nûr, 56; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb, 33; 58/Mücadele, 13; 73/Müzzemmil, 20
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 107 -
da şudur: diğer ibâdetler, yılın veya ömrün belirli zamanlarında eda edilirlerken, namaz her gün yapılan bir ibâdettir. Duâ, niyaz, övgü ve istiğfar boyutları itibarıyla da, bilincin sürekli canlı tutulmasını sağlayıcı bir özelliği vardır.
Namazın 'dosdoğru' kılınmasının bir diğer şartı da, onun vakitlerinde,421 aksatılmadan, düzenli olarak422 ve huşû içinde ifa edilmesi423 gereklidir. Mü'min mâzeret halleri hâriç, namazında daim olan kişidir. Bugün İslâm dünyasının farklı bölgelerinde görülen ve sadece Cuma ve Bayram günlerinde namaz kılma pratiği, İslâm'ın değil, geleneğin ürettiği biçimlerdir ve Kur'an'ın tarif ettiği dosdoğru namaz kılma eylemine karşılık gelmemektedir.
'Sa-le-ve' kökünden türeyen 'salevât' kelimesi ise, aslında 'salât'ın (yani 'yönelme' eyleminin) çoğul ifadesidir;424 ancak ifa edilen namazın sayıca çokluğu mânâsına da kullanılır. Bu mânâda, Allah'ın,425 Rasûlü'nün,426 Meleklerin427 ve kulların 'salât'ı (veya 'salevât'ı) vardır. Hatta Kur'an, ilk dönem Hıristiyanlarının ibâdet ettikleri mekânlar anlamında 'kiliseler' için dahi 'salevât' kelimesini kullanmıştır.428 Denilmiştir ki, Allah'ın salevâtı, müminleri tezkiye etmesi; Peygamberin salevâtı, müminlere duâ etmesi; meleklerin salevâtı, tıpkı insanlarınki gibi duâ ve istiğfar anlamındadır. Bunlar, 'salevât'ın anlamını, tek bir noktaya hasredici yaklaşımlardır ve eksiktir. Hâlbuki, Allah'ın salevât'ı, kuluna yönelmesi, onu 'görüp kollaması', bağışlaması, tezkiye etmesi vb; Peygamberin salevâtı, ondan kendilerine yönelmesini isteyenlerin davetine icabet edip, onların yaptıklarına onay vermesi, onlara destek olması, onların sâlih kişiler olduklarına şahitlik etmesi, onların bağışlanmalarını dilemesi, vb; Meleklerin salevât'ı, yöneldikleri kişinin söz ve eylemlerini tasdik etmeleri, ona destek olmaları, onun için mağfiret dilemeleri vb; kulun salevâtı da, Allah'a yöneliyorsa, duâ, istiğfar, övgü, niyaz; başka bir şeye yöneliyorsa, o şeyin zati özellikleriyle bağlantılı bir yöneliş eylemidir (örneğin: tasle'n-nar, ateşe yönelip, girme mânâsındadır). Hal böyle olunca Ahzab Sûresi 56. âyetinde emir sigasıyla gelen: "Ey iman edenler! Siz de ona (peygambere) salât edin ve tam bir teslimiyetle ona teslim olun" ifadesinin mânâsı, gelenekte olduğu gibi, "dil ile salevât getirmek"ten çok farklı olmaktadır. Yani bu âyet, Hz. Peygamberin isminin anıldığı her yerde, müminlerden "salât-u selam getirmelerini ve başka bir şey yapmamalarını" istememekte, bilakis (hitabın doğrudan ve ilk muhataplarının sahabe olduğu da düşünüldüğünde) müminlerden Peygamber'e (yani O'nun davetine) yönelmelerini, O'na destek olmalarını, O'nunla birlikte cihad etmelerini vb. istemektedir. Âyetin Hz. Peygamberden sonra gelen müminlerden istediği de aynı şeydir. Bu müminler de, Hz. Peygamberin getirdiği mesaja/vahye yönelecekler; ona destek olacaklar, onun uğrunda cihad edeceklerdir. İşte müminlerin asıl 'salevât'ı budur. Elbette ki Hz. Peygamberin adı anıldığı zaman, onu gıyaben de olsa selamlamak ve onun için duâ etmek de güzel bir davranıştır. Fakat bu, tabir-i caizse, gelenekte olduğu gibi,
421] 4/Nisâ, 103
422] 70/Meâric, 23
423] 23/Mü'minun, 2, 9
424] 23/Mü'minun, 9
425] 2/Bakara, 157
426] 9/Tevbe, 99
427] 33/Ahzâb, 56
428] 22/Hacc, 40
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
'kuru kuruya' bir selamlama ve duâ olmamalıdır. Asıl 'salevât', O'nun Kur'an'ı ahlak edinmişliğini örnek almaktır. Buradan hareketle, namazlarda okunan Tahiyyat ve Salli-Barik'lerdeki 'salli' ve 'salevât' ifadelerini doğru anlamak da mümkün olabilecektir. Bir övgü ifadesi olan, 'tahiyyat'taki 'salevâtu lillah' ifadesi, ihlaslı bütün yönelişlerin Allah'a olduğunu ifade eder. "Allahumme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed" ifadesinde ise, Allah'tan Muhammed’e (s.a.s.) ve onun ümmetine yönelip, her mânâda onları desteklemesi, bağışlaması vb. niyazında bulunulur (ve tabii ki bu niyazın kabulü için gerekli olan diğer mükellefiyetlerin yerine getirileceği sözü verilmiş olur). Yoksa 'salli-bârik'ler, asla sadece dil ile ve kolay yoldan sevap kazanma kasdıyla söylenilen cümleler değildirler. Namazın/salât'ın 'anlam'ını yakalamanın bir diğer (ve önemli) yolu da rükünlerinin künhüne vakıf olmaktır. 'Tekbir' ile başlayıp 'selamlama' ile biten bu ibâdette, kulun, kul oluşunun bütün veçheleri en net şekilde görülür. Kul, "Allahu Ekber" diyerek "en büyük" olanın huzurunda durur ('Kıyam'). Bu kulun bir nevi 'saygı duruşu'dur. Akıl ve kalp, tam bir teslimiyetle Rabbine yönelir. Ardından kul, bir tesbihat, övgü, yüceltme ve bir tasdik beyanı olan Subhâneke duâsını okur. Bu duâdan sonra, musalli, namazın her rekatında okunan Fâtiha Sûresi'ne geçer. Burada kul, önce Rabbini över; O'nun kullarına çok acıyan, merhametli bir ilah olduğunu tasdik eder ve Rahman ve Rahim sıfatıyla hayatı ve ölümü yaratanın, Ceza Günü'nde bütün insanlardan soracağının bilincinde olduğunu ikrar eder. Ve bu ikrarını, kendisiyle aynı inancı paylaşanlarla birlikte, ilahi mesajın en merkezi kavramlarından biriyle izhar eder: "yalnız sana ibâdet ederiz." Evet, bu ikrar, aynı zamanda, başka mabudların, ilahların, önderlerin ve efendilerin reddidir. İkrarın devamında gelen: "yalnız Senden yardım isteriz" cümlesi de, musalli'nin, 'isteme'nin 'boyun eğmek', 'üst otorite kabul etmek', yani Rab edinmekle bağlantılı olduğunun bilincinde oluşuna delalet eder. Ve kul, ardından, "istenecek şeylerin en değerlisini" ister: "Bizi doğru yola ilet." İşte bu, musalli'nin namaz içinde Rabbinden ilk isteğidir. Kul, en değerli şeyi, en önce istemektedir. Çünkü bilmektedir ki, "bu yol" her şeyin anlamını bulduğu yoldur; ancak o yola girenler hedefe ve 'nimet'e ulaşabilirler. O yoldan uzak duranlar ise ya sapıtırlar ya da gazaba uğrarlar. Hidâyet duâsı ile biten niyazdan sonra, kul, dilerse hakikat beyan eden (uzun-kısa) pasajları okur, dilerse vahyin duâ içerikli pasajlarından okuyarak niyazına devam eder. Sonra bütün rükünler arasında söyleyeceği 'tekbir' kelimesini getirerek, Rüku'ya gider. Rüku, Rabbin (yani 'efendi'nin) önünde saygı ve itaat ifade eden muazzam bir eylemdir. Ve kul bu itaatini: "azametli Rabbimi tesbih ederim" sözleriyle gösterir. Rukû'dan kalkarken de, Rabbinin kendisini görüp-gözetlediğinin bilincinde olarak: "Allah, kendisini öveni işitir" diyerek doğrulur. Rüku'nun ardından, saygı ve itaatin zirvesi olan 'Secde' eylemi gelir. Kulun alnı, secde halinde yerdedir; burada gâyet güzel bir kinaye vardır ki o da şudur: kulun başı en aşağı noktada iken, kendisi manen en yüksek mertebededir! İşte tam bu halde iken, kul, "yüce Rabbini tesbih eder." Gerçekten de, secde halindeki kul için, Rabbi 'en yüce' mertebededir. Sonra, bu zirve halinden ayrılan kul, ikrar, övgü, tesbîhât, yüceltme ve tasdik içeren eylemlerini (Kıraat, Rukû ve Sücud) bir kez daha ('te'yiden') tekrar eder. Sonra oturur. Oturuş saygı içinde gerçekleşir ve kul, Tahiyyat duâsı ile bu hürmetini gösterir. Tahiyyat, namazın rükünleri arasında değildir; fakat güzel anlamlarla yüklü olması nedeniyle müminlerin tekrarladıkları bir duâdır. Kul, burada önce Rabbini över, sonra O'nun Resulü'nü selamlar, Allah'ın rahmet ve bereketinin onun üzerine
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 109 -
olmasını diler; ardından Allah'ın sâlih kullarını da selamlar ve nihâyet Tevhid'e şahitlik eder. Muhammed’in (s.a.s.) Allah'ın önce kulu, sonra Resulü olduğunu ikrar eden musalli, iki rekatlı namazlarda tahiyyat'tan sonra, dilerse önce sağa sonra sola selam vererek, dilerse de 'Salli-Bârik' ve 'Rabbenâ' duâlarını okuyarak namazını bitirir. Bu duâlarda da kul, Rabbine yakarışta bulunur ve O'ndan, tıpkı Hz. İbrahim'e ve âline yaptığı gibi, Hz. Muhammed'e ve aline (ümmetine) 'yönelip', yardım etmesini, onları bağışlamasını, bereketlendirmesini ister. Sonra 'Rabbenâ' duâlarıyla, O'ndan kendisine "dünyada ve ahirette iyilik ve güzellik vermesini, ahrette de ateşin azâbından korumasını" diler. Yetinmez; kendisinin, anne-babasının ve bütün müminlerin, Hesap Günü'nde mağfiret edilmesini niyaz eder. Nihâyet sağına ve soluna (Kirâmen Kâtibin'i ve diğer sâlih kulları düşünerek) selâm verir ve namazdan çıkar.
Görüldüğü gibi, namaz, bir kulun Rabbine karşı "en mükemmel şekilde" yönelişinin ifadesidir. Bir ilaha, bir mabuda, bir efendiye bağlılık bundan daha kusursuz bir şekilde yapılamaz. Ve bir kulun, niyazları, yakarışları ve duâları da bundan daha samimi bir eda ile dile getirilemez. İşte bu nedenledir ki, namazı 'gereği gibi', 'dosdoğru' kılanlar, yönelmenin en asli mânâsıyla Allah'a yöneliyor ve kulluklarını da hakkıyla yerine getiriyorlar demektir.
Salât, öylesine kapsamlı bir 'eylem'dir ki, mü'minin Rabbine 'tek başına' yönelişini ifade ettiği gibi, Ümmet'in Rablerine topluca yönelişlerini de karşılar. Bu yönelişlerin en bilinenleri, Cuma ve Bayram Namazları'dır. Her iki namaz da, müminlerin bağımsız siyasi varlıklarının ifadesi olarak ve kendi aralarındaki meselelerini tartışıp, Allah'a bağlılıklarını bildirdikleri ibâdetlerdir. Bundan başka, müminlerin, 'özel' anlarda icra ettikleri 'yöneliş'ler de vardır ki, Küsuf ve Husuf namazları, Cenaze Namazı, Şükür Namazı, Teravih Namazı ve Nafile namazlar bunlar arasındadır. Bu böyledir, çünkü mü'minin her işinde, her anında Allah'a yönelmesinden daha doğal bir şey olamaz. Mü'minler topluluğunun 'diri' bir toplum oluşunun nedeni de zaten budur. 429
Namaz; fiilî bir duâ ve niyaz, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Allah’ın huzurunda huşû ve hudû dolu bir boyun eğiş ve Allah’ın düşmanlarına karşı nefret dolu bir kıyam ve başkaldırıdır. Allah’ı tekbir ederken Tâğut’u tekfir etmek, Rabbimiz’in “â’lâ” (yüce) ve “azim” (büyük) ismini eğilerek ve yere kapanarak tekrar etmek sûretiyle O’na bağlılığımızı ifâde ederken, kendisinden korkulmasını ve emrine râm olunmasını isteyen sahte ilâhlara karşı savaş ilân etmek için konulmuş ilâhî bir farîzadır. Allah’tan başka ilâh olmadığını, büyüklük sıfatının yalnızca O’na ait olduğunu, hamd, şükür ve övgünün sadece O’na yapılacağını, ibâdet edilmeye ve yardım dilenmeye lâyık yegâne ilâhın âlemlerin meliki ve mâliki Allah olduğunu ilân eden bir savaş bildirisidir namaz. Mihrab’da -harb meydanında- okunan bir bildiri ve bir patlamadır namaz. Tüm tâğîlere (Allah’a isyan edip haddi aşanlara), cebbar (zorba) ve müstekbir (böbürlenen)lere, şeytana ve azgınlaşan nefsimize, kalplere vesvese veren Hannâs’a karşı amansız bir patlama ve nefret ilânı. Bir ahd ü misak. Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğimize, itaatte bulunmayacağımıza, O’ndan başka hiç kimseden yardım dilemeyeceğimize, Allah’ın hakkını gasbeden, O’na kafa tutan fâcir (isyancı) ve zorbaları alaşağı edip terkedeceğimize dair Allah’la yapılan ilâhî bir sözleşme.
429] İktibas Dergisi, Haziran 2007
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namaz, Allah adına yapılan bir kıyâm, hudû dolu bir rükû, tezellül dolu bir secde... Allah için kıyâm! Küfrün ve şirkin her türlüsüne, tapınmanın ve bağlılıkların her çeşidine, nefsin ve şeytanın tüm istek ve arzularına karşı Allah adına kıyâm! Karşılarında saygıyla el-pençe divan durulmasını isteyen yeryüzünün hâkim ve müstekbirlerine karşı kıyâm! Sonra... Kahhâr ve Cebbâr olan Rabbül-âlemin’in huzurunda huşû ve tevazû hisleriyle dolu bir baş eğiş; rükû’... O’nun büyüklüğü, azameti ve yüceliği karşısında haşyetle yere kapanıp hamd ile tesbih ve tenzih etmek; secde...
Kalbî bir yöneliş ve şuurlu bir hatırlama; tezekkür... Günahlarından ve isyanlarından dolayı kesin bir pişmanlık duyuş; tevbe ve istiğfar... Yalvarmak, yakarmak, samimiyetle ve iç çekerek duâ etmek...
Namaz, bunlardan biri değil; hepsi... Tekbir, ta’zim, zikir, tesbih, tahmid, istiğfar, tevbe, tazarru, teevvüh, inâbe, ihbât, kunut, huşû, tevazû, temekkün, tenâdüm ve duâ... Bütün bunlar, namazın bir parçası, özelliği veya öğesi.
Namazın İkamesi (Namazı Ayakta Tutmak)
İkame/Dosdoğru Kılmak
Kur’an’da namaz kılmayı emreden âyetlerde “kaame” fiilinden türeyen “ekıymu’s-salâte” ve bu âyette olduğu gibi “yukıymûne’s-salâte” gibi ifâdelerin kullanılması oldukça dikkat çekicidir. Allah Teâlâ, namazı ikame lafzından başkasıyla emretmemiş, ondan başkasıyla da insanı övmemiştir. İkame kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da toplam 60 yerde geçer. “Kaame” fiilinde, yine namaz kılmayı ifâde eden “sallâ-yusallûne”den farklı olarak birtakım ilâve anlamlar vardır. “İkaame”; bir şeyi kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak, dosdoğru yapmak, özenle ve şartlarına riâyet ederek uygulamak, devamlı ve itibarlı hale getirmek anlamlarına gelir.
Dolayısıyla, “namazı ikaame etmek”; onu ta’dîl-i erkân ile -rükûnlarının hakkını vererek-huşû ve hudû içinde, dosdoğru bir şekilde kılmak ve hatta kıldırmak demek olur. Namaz için emr-i bil-ma’rufta bulunmak, ona engel olacak engelleri ortadan kaldırmak, başkalarına namazı hatırlatmak, emretmek ve öğretmek de namazı ikaame kapsamına girer. “Ehline, ailene namazı emret; kendin de ona devam edip sabret.”430 Namazı itibarlı ve devamlı hale getirmek, insanları namazdan alıkoyan her türlü psikolojik ve fiilî baskıya karşı direnmek, mücâdele etmek ve namazı sürekli koruyup muhâfaza etmek de yine namazın ikamesi ile alâkalıdır. İkame etmek, namazı ayağa kaldırmak demektir; namazın başını dik tutmak, ölü gibi yerde sürünmesine ve kılanların izzetsiz şekilde yerlerde sürünmesine engel olacak şekilde namazın başını dik tutmak demektir.
Namazı Ayağa Kaldırmak: "Namazı ikame edin" ibâresinin anlam çağrışımlarından biri, belki de birincisi; "namazı ayağa kaldırın!"dır. Çünkü namazlar ölü gibi, yerde sürünüyor. Namazların başı dik değil, başı eğik. Namaz, insanın Allah karşısındaki esas duruşunu sembolize eden muhteşem bir simge. Ama Allah'a karşı esas duruşu olmayanların başını nasıl dik tutsun namaz? Namazın başını dik tutmayanların başını neden dik tutsun namaz?
430] 20/Tâhâ, 132
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 111 -
“Namaz, Din’in direğidir; onu terkeden şüphesiz dini yıkmış olur.”431 hadisi açısından konuya bakarsak, namazı ikaame etmek, dinin bu temel direğini, yani sütununu inşâ edip dikmek, sapasağlam hale getirmek şeklinde de yorumlanabilir. Bir çadırın ayakta kalabilmesi için temel direğin, bir binânın yükselebilmesi için temel sütunların önemi ne ise, İslâm dini için de namaz odur. İslâm binâsının temeli imanla atılacak, direk ve sütunları da namazla dikilecektir. Bu yüzdendir ki, Kur’an ve sünnet, tevhid’den sonra ilk olarak namazı emretmiştir.
Aşağıdaki âyetlerde, tevhid çizgisinde olanları namaz konusundaki hassasiyetleri vurgulanırken; daha sonraki sapıtan topluluğun en belirgin vasfı olarak da “namazı zâyi etmeleri” zikredilir:
“İşte bunlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerden, Âdem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail (Yakub) neslinden yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Onlara Rahman’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zâyi ettiler ve şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır.” 432
Şu âyette ise, namazı ikame etmeyenlerin, nasıl dinlerini helak edip cehenneme sürüklendikleri açıkça ortaya konulur: “Suçlulara sorarlar: ‘Sizi cehenneme sürükleyen nedir?’ Onlar derler ki: ‘Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula da yedirmezdik. Zevke dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü de yalanlardık. Sonunda bu halde iken ölüm bize gelip çattı.”433
Kısacası; Namazı ikaame etmek, Din’i ikaame etmektir. Namazı terketmek ise, Din’i helak edip yıkmaktır. Dolayısıyla namazı İslâm dininin “olmazsa olmaz” birincil ibâdeti olarak bilmeli ve onu hakkıyla ikaame etmeliyiz.
Namazın hakkıyla kılınması konusunda ölçü, Rasûlullah’ın; “Namaz kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılın”434 hadisi olmalıdır. Dosdoğru namaz; Rasûlullah’ın kıldığı, onun tanımladığı ve onun uygulama olarak gösterdiği namazdır. Allah’a lisanen ve bedenen tâatte bulunmanın ötesinde; kalben ve rûhen ibâdet etmek, namaz sâyesinde imanı güçlendirmek, imanı tazelemek, dinamizmini artırmaya ve kulluk bilincini hatırlamaya yönelik seviye kazanmak namazın ikame edilmesi için vazgeçilmez şartlardır. Bütün bunların yanında, namazın dosdoğru ve makbul olabilmesi için şekle yönelik bazı şartların da titizlikle yerine getirilmesi gerekir.
Esasen, namazın derûnî ve ruhî boyutu, bir bakıma şeklî boyutu olmadan gerçekleşemez. Kıyam, rükû, sücud, kuûd gibi temel bedensel eylemler, hiç kuşkusuz derin rûhî ve psikolojik anlamlar içeren sembolik hareketlerdir. Bu bakımdan, Rasûl-i Ekrem, namazın şekli ile alâkalı çok önemli uyarılarda bulunmuştur. “Namaza durduğunda, önce tekbir al. Sonra Kur’an’dan kolayına geleni oku. Sonra rükûya var, eklemlerin yerli yerinde (mutmain) oluncaya kadar dur. Sonra başını kaldır, ayakta büsbütün doğruluncaya kadar dur. Sonra secdeye var, mutmain oluncaya kadar kal. Sonra başını kaldır, mutmain oluncaya kadar otur. Bunu namazının bütününde böyle yap.” 435
431] Beyhakî
432] 19/Meryem, 58-59
433] 74/Müddessir, 41-47
434] Buhârî, Ezan 18/60, Edeb 27; Ahmed bin Hanbel; V/53, Dârimî, Salât 42
435] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. II/ 735 hadis no: 423
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hadiste sözü edilen her hareketin mutmain olarak yapılması; o hareketler sırasında yapılan duâ ve zikirlerin anlam kazanması bakımından elzemdir. Acele ile daha rükûya tam varmadan doğrulmak, tam doğrulmadan secdeye gitmek ve hemen secdeden kalkmak, daha oturmadan tekrar secdeye gitmek... Bütün bunlar, namazın şekli ve aslı olan bedensel unsurları eksik bıraktığı gibi, namazın mânâsını ve ruhunu da zedeler. Nitekim Rasûlullah, namazda “horozun gagalaması gibi gagalamayı, köpek oturuşu gibi oturmayı ve tilki bakışı gibi sağa sola bakınmayı” yasaklamıştır. 436
Her konuda bize örnek olan Peygamberimiz’in, namaz konusundaki titizliği ve dikkati de bizim için yegâne örnek olmalıdır: Âişe annemiz şöyle dedi: “Rasûlullah aleyhisselâm rükûya vardığı zaman başını ne yukarıya kaldırır, ne de aşağıya indirir; ikisinin arasında tutardı. Rükûdan başını kaldırdığı zaman, iyice doğrulup ayakta durmadıkça secdeye gitmezdi. Secde edip başını kaldırdığı zaman da, iyice doğrulup oturmadıkça (ikinci) secdeye gitmezdi.” 437
Namaz, ibâdetlerin Bir Sentezidir
İslâm'da, tevhid akidesine imandan sonra, ikinci olarak namaz emri gelir. Çünkü namaz, "dinin direği", "mü'minin mi'racı" ve "cennetin anahtarı"dır. Allah katında en sevgili amel odur. Peygamberimizin "gözümün nuru" dediği ibâdet yine namazdır.
Kur’ân-ı Kerim, namaza çok önem vermiş, namazla ilgili değişik hususlara açıklık getirmiş ve ciddi uyarılarda bulunmuştur.
Günde beş vakit Allah'ı birlemenin, yani tevhid'in eyleme dönüşmesinin adıdır namaz. Allah'ı tesbih, tekbir ve ta'zim eylemek, O'na hamd, şükür ve senâda bulunmak, O'ndan yardım dilemek ve duâlarımızın kabulünü istemek, günahlarımız için tevbe ve istiğfar etmek, duâ, niyaz, yalvarma, tevazu, huşû, hudû, zikir, tefekkür... hepsi namazın birer parçası ve temel unsurudur. Namaz, iman ile küfür arasındaki perde, mü'mini fahşâdan ve münkerden alıkoyan en önemli engel ve müslümanı müslüman olmayandan ayıran en belirgin bir ölçüdür.
Namaz, tüm mahlûkatın ibâdet biçimlerini kendisinde toplayan bir hülâsâdır. Kıyam eden, rükû ve secde eden meleklerin ibâdetleriyle, canlı ve cansız bütün varlıkların ibâdetleri, tesbih ve tenzihleri namazda toplanmıştır. "O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur."438; "Görmedin mi, göklerde ve yerde bulunan her şey; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a hakikaten secde ediyorlar. " 439
Namaz, Allah'ın yaratıklarının O'na yaptığı tüm ibâdet şekillerinin bir sentezidir. Yıldızlar, devamlı olarak belli hareketleri tekrar ederler; namazda belli hareketler sürekli tekrarlanır. Dağlar ayakta dururlar; namaza ayakta dikilerek, kıyâmla başlanır. Hayvanlar sürekli olarak eğilmiş durumda bulunurlar; namazda ikinci hareket eğilmek, yani rükûdur. Ağaçlar gıdalarını ağız vazifesi gören kökleriyle alırlar, yani devamlı secde halindedirler; namazda üçüncü hareket,
436] Muham. Nâsıruddin el-Albânî, Sıfatu Salâti’n-Nebî, Mektebetu’l-İslâmî, s. 70; Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, Pınar Y., I/ 175
437] İbn Mâce, K. Salât 869, 880
438] 17/İsrâ, 44
439] 22/Hacc, 18
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 113 -
alnını toprağa koyarak secde etmektir. Akan su devamlı sûrette yıkar ve temizler; namazdan önce abdest alınır... vs. 440
Namaz, sadece şekilden ibâret bir hareketler bütünü değildir. O, cismin, aklın ve kalbin iştirakiyle gerçekleştirilen mükemmel bir ameldir. Bu üç unsurun her biri adaletli bir şekilde ve yerli yerinde namazda temsil olunurlar: Cisim için kıyâm, rükû, sücûd; dil için kıraat, tesbih, zikir ve duâ; akıl için düşünme ve anlama; kalb için de huşû ve manevî lezzet vardır. 441
Ayrıca bütün semavî dinlerde kıyam, rükû, secde ve ka'de gibi tapınma şekilleri vardır ve kuşkusuz bunlar tevhidî kaynaklıdır. İşte İslâm, tüm bu tevhidî ibâdet şekillerini namazda birleştirmiştir.
Tevhidden Sonra En Önemli Emir: Namaz
İslâm'ın ilk farzı "iman", ikinci farzı da "namaz"dır. Rasûlullah'a gelen ilk hüküm, tevhid'den sonra namaz olmuştur. "Oku" şeklinde başlayan ilk vahiy, 96/Alak sûresinin birinci âyetidir. Sûrenin sonu ise "Secde"yi emreder. İlk vahiyden sonra, ikinci olarak inzâl olunan Müddessir sûresinin ilk beş âyetinden üçüncüsü "ve Rabbeke fe-kebbir" emridir. Bu; "Rabbini tekbir et, yani O'nu büyük tanı ve büyüklüğünü bildir, söyle" demektir. İşte namazın temeli ve esası bu cümledir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Onlar ki, Kitab'a sımsıkı sarılırlar ve namazı dosdoğru kılarlar; elbette Biz, sâlih olanların ecrini zayi etmeyiz."442 Tevbe edip mü'min olanlar için şöyle denilir: "Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler." 443 "İman eden kullarıma söyle: Namazı kılsınlar." 444
Kur’ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde ve yine çoğu hadis-i şeriflerde, mü'mine; tevhidin ardından ilk önce namaz, sonra zekât ve daha sonra da diğerleri emredilmiştir: "İslâm beş şey üzerine binâ edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı ikame etmek, zekâtı vermek, Beyt'i haccetmek ve Ramazan orucu." 445
"Tevhid'den sonra, namazdan daha sevimli bir ibâdeti Allah Teâlâ kullarına farz kılmamıştır. Eğer namazdan daha çok sevdiği bir ibâdet olsaydı, şüphesiz melekler onunla ibâdet ederlerdi. Hâlbuki, meleklerin kimisi râki' (rükû edici), kimisi sâcid (secde edici), kimisi kaaim (kıyam edici), kimisi kaaiddir (ka'dede durucudur)."
Rasûlü Ekrem, ashabından, önce "namazı ikame etmeleri", sonra "zekâtı vermeleri", daha sonra da "bütün müslümanlara nasihat etmeleri" konusunda biat almıştı. Âyet ve hadislerde, tevhid'den hemen sonra namazın emredilmesinin hikmeti üzerinde iyice düşünmek lâzımdır. Namaz, tevhid'in pratiğidir. İmandan aksiyona geçiştir. Tevhid'in temel ilkelerini hem dilimizle, hem kalbimizle ve hem de hareketlerimizle tekrar edip iman ve ikrarımızı tazelemektir. Namaz, imanın varlığını kanıtlayan en önemli belirtidir.
440] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, c. 2, s. 54
441] Ebu'l-Hasen Ali el-Hasenî En-Nedvî, Dört Rükûn, İslâmî Neşriyat, s. 38-39
442] 7/A'râf, 170
443] 9/Tevbe, 11
444] 14/İbrahim, 31
445] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
En Faziletli Amel
Allah'ın Rasûlü'ne soruldu: "Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir?" "Vakti gelince kılınan namazdır" buyurdu.446 Birisi Rasûlullah'a "İslâm nedir?" diye sordu. Peygamberimiz; "Bir gündüz ve gecede beş vakit namazdır" buyurdu (daha sonra oruç ve zekâtı anlattı).447 Bir başka hadis de şöyledir: "Kim emrolunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu gibi namazları kılarsa, onun geçmişteki günahları bağışlanır."448 Namaz, cennetin anahtarı olduğu gibi; namazı terketmek de cehenneme girme sebebidir: "Cennetin anahtarı namazdır."449 "Sizi cehenneme sevkeden nedir?’ ‘Namaz kılanlardan değildik’ derler."450 Yine bir hadiste şöyle buyrulur: "Beş vakit namazı Allah, kullarına farz kılmıştır. Eksiksiz olarak, erkân ve âdâbına riâyetle o namazlarını kılan kimseyi, Allah Teâlâ'nın, cennete koyacağına dair va'di vardır. İstenildiği o namazları kılmayan kimseye ise Allah'ın va'di yoktur. Dilerse onu azaplandırır, dilerse de cennete koyar." 451 Yine Rasûlullah, namaz hakkında şu tanımlamalarda bulunmuştur: "Namaz, gözümün nurudur." "Namaz, mü'minin mi'racıdır."
Namaz, sürekli bir yükseliş ve yüceliştir. Münker'den ma'ruf'a, kötülüklerden iyiliklere, zulumâttan nur'a, tekebbür'den tezellül'e, dünyevîlikten uhrevîliğe, nefsin ve şeytanın esâretinden ilâhî hürriyete ve özgürlüğe doğru bir yüceliş, bir geçiş ve bir inkılabtır. Namaz, münker'e ve fahşâ'ya, küfre ve şirke, nefse ve şeytana, dünyevî sevgi ve korkulara karşı büyük bir engel ve sağlam bir kalkandır. Allah adına tâğuta karşı, rüşd adına ğayy'a karşı, iman adına küfre karşı ve Hakk adına batıla karşı kuşanılan çelikten bir bir zırhtır o. "Muhakkak ki namaz, fahşâ (iğrenç şeyler) ve münker (kötülükler)den vazgeçirir." 452
Mü’min ile Kâfir Arasında Ölçü
Namaz; iman ile küfür arasında bir perde, mü'min ile kâfiri birbirinden ayıran alâmet-i fârika (ayırıcı özellik), cennete ya da cehenneme girme konusunda tayin edici faktördür. Kısaca namaz, dinin olmazsa olmaz en birincil amelidir.
"Yalnız O'na yönelin ve O'na karşı gelmekten sakının; namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın."453 "Sizi cehenneme sokan nedir?’ ‘Biz namaz kılanlardan değildik’ derler."454; "Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Sonra onların arkasından öyle bir nesil geldi ki, namazı zâyi ettiler, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır."455 Bu âyetlerde, namaz kılmamak müşrik olmanın, cehenneme girmenin ve azgınlaşıp bağy etmenin sebebi olarak zikredilmiştir. Allah'ın Rasûlü, konuyla ilgili hadislerinde şöyle buyurur: "Muhakkak ki namaz, insan ile küfür ve şirk arasında bir perdedir. Namazı terketmek bu perdeyi kaldırmaktır."456 Nitekim bazı rivâyetlerde, namazı bilerek terkedenin kâfir olacağı,
446] Buhârî, Namaz Vakitleri 6; Tirmizî, Salât 173
447] Buhârî, İman 39; Müslim, İman 8
448] İbn Mâce, İkametu's-Salâh 1396
449] Müslim, İman10; Tirmizî, Zekât 2; Nesâi, Salât 4
450] 74/Müddessir, 42-43
451] Nesâî, Salât 6
452] 29/Ankebût, 45
453] 30/Rûm, 31
454] 74/Müddessir, 42-43
455] 19/Meryem, 58-59
456] Müslim, İman 134
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 115 -
bazı rivâyetlerde ise "Allah'ın zimmetinden uzaklaşacağı"457 ifâde edilmiştir. Aşağıdaki hadis ve âyet, iman ile küfür arasındaki bu kesin çizgiyi belirlemede namazın ifâde ettiği anlamı apaçık ortaya koyuyor: "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet edinceye, namazlarını kılıp zekâtlarını verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum."458; "Eğer tevbe ederler, namaz kılarlar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın." 459
Şu halde; mü'min ile kâfiri, müşriği veya münafığı birbirinden ayıran en önemli alâmet-i fârika (ayırıcı özellik) namazdır. Kişinin "inandım" demesi, meseleyi halletmemektedir. Bu imanını eyleme dönüştürmesi ve ilk olarak da namazla işe başlaması gerekmektedir. Aksi halde, mü'minlerin safına dâhil olamayacak ve kendisiyle savaşılması gerekecektir. Tâ ki, namazını kılıncaya kadar. "Onlarla bizim aramızda alâmet-i fârika namazdır. Binâenaleyh namazı terk eden kâfirlere benzemiştir."460; "Namaz dinin direğidir. Onu terk eden şüphesiz dini yıkmış olur."461 İşte ölçü budur. Kişi nasıl ki, imanını namaz biçiminde eyleme dönüştürmeden dinini ayakta tutamıyorsa; namazını terk eden kişi de, dinini yıkmaya başlamış demektir.
Namazın Sürekliliği
“Amellerin Allah’a en sevimli geleni, az da olsa sürekli ve devamlı olanıdır.”462 Namazı ikame edebilmek; ancak onu sürekli, kesintisiz ve devamlı kılmakla mümkündür. Yüce Rabbimiz’in namazla murad ettiği hikmet ve faydaların ortaya çıkması ve bunların bir ömür boyu kulun hayatını süslemesi için namaza kesintisiz devam etmek şarttır. Hiçbir şey, onun kılınması için bir engel teşkil etmez: Ne meşgale, ne iş, ne eş, ne aş ve ne de savaş!
Namaz; her halde, her ortamda ve her durumda terk edilmemelidir:
Darlıkta da, bollukta da namaz!
Meşguliyette de, boşlukta da namaz!
Savaşta da, barışta da namaz!
Fakirlikte de, zenginlikte de namaz!
Yolculukta da, evindeyken de namaz!
İhtiyarlıkta da, gençlikte de namaz!
Özetle, hiçbir bahane ve hiçbir gerekçe namazı terketmeyi gerektirmez. Su mu bulamadınız? O halde teyemmüm edeceksiniz. Cami veya mescid mi bulamadınız? İşte tüm yeryüzü! Yolculukta mısınız? O halde namazı kısaltacak ve iki vakti birleştirebileceksiniz. Savaşta mısınız? O halde binekte, taşıtta veya yaya yahut da nöbetleşe namaz kılacaksınız. Hasta mısınız? O halde oturarak yahut başınızla, ya da gözünüzle namaz kılacaksınız.
457] Ahmed b. Hanbel, V/238; İbn Mace, 4034
458] Buhârî ve Müslim
459] 9/Tevbe, 5
460] Tirmizî, 2623; Nesâi, I/231; İbn Mâce, 1079
461] Beyhakî
462] Buhârî, İman 32; Müslim, Müsâfirîn 216, 217, Münâfıkıyn 78
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özetle; bütün bu olumsuz durumlarda; Rabbimizi unutmamak, O’nu zikretmek, O’na şükretmek, duâ ve niyazda bulunmak ancak namazla mümkündür. Böylesi anlarda namaza devam edebilmek elbette bir sabır ve sebat işidir. Bu sebepledir ki Yüce Allah sadece namazı emretmekle yetinmemiş; ona devam etmeyi, onu muhafaza etmeyi ve onun güçlüklerine sabredip göğüs germeyi de emretmiştir. Şu âyetler, namazla sabır arasındaki ilişkiyi ortaya koyması bakımından dikkate şayandır:
“Ehline, ailene namazı emret, kendin de o(nun güçlükleri)ne sabret.”463; “(Lokman, oğluna) ‘Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve (bu hususlarda) başına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.”464; “Sabırla ve namazla yardım dileyin; şüphesiz bu, huşû duyanlardan başkasına ağır gelir.” 465
Namaz; bir anlamda irade ve sabır eğitimidir. Bitmeden, tükenmeden, bir ömür boyu, her türlü psikolojik hal ve ortamda namaza devam edebilmek, Allah’tan hakkıyla korkan sâlih kulların vasfıdır. İşte böylesine kesintisiz bir namaz; mü’mini sabırlı, irâdeli, azim ve sebat sahibi bir insan haline getirecektir.
Namaza devam etmek, sadece zor ve güç anlarda önem kazanan bir husus değildir. Huzur ve refah ortamında da namaza devam edebilmek, şüphesiz bir sabır ve sebat işidir. Hatta diyebiliriz ki; rahat, huzurlu ve imkânların bol olduğu ortam ve zamanlarda namazı muhâfaza edebilmek, sıkıntılı ve meşakkatli anlarda namaza devam etmekten daha güç bir iştir. Aşağıdaki âyetler, böylesi ortamlarda mü’minin namaz konusunda gösterebileceği gevşekliğe dikkatimizi çeker:
“Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleşik kılıp iktidar sahibi yaptığımız takdirde, namazı ikaame ederler.”466 “Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, Allah’ı anmak, namazı ikaame etmek ve zekâtı vermekten kendilerini alıkoymaz.”467 Allah Teâlâ, kullarının hangi hallerde gevşeyip namazı ihmal edebileceklerini en iyi bilendir. İşte bu âyetlerde, iktidar sahibi olmanın, maddî olarak kuvvetli olmanın, alışveriş ve ticaretle meşgul olmanın, Allah’ı anmayı unutturabileceğine ve namazı ihmale sebep olabileceğine işaret vardır. Bu yüzdendir ki, Allah böyle ortada kalma ihtimali olan namazlara özellikle titizlik gösterilmesini istemiştir:
“Namazların hepsini ve hele ‘salât-ı vustâ’yı muhafaza ediniz.”468 Âyette geçen “salât-ı vustâ”nın, ikindi namazı olduğu yolundaki görüş ve rivâyetler kuvvetlidir. Bu da, meşgalelerin daha çok ikindi vaktine denk gelmesi ve böylece bu namazın ortada kalma ihtimalinin daha fazla olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak, “salât-ı vustâ”nın ikindi namazı olduğu kesin değildir. Kaldı ki, meşgûliyet ve engeller diğer namazlara da denk gelebilir. Dolayısıyla denebîlir ki; her şahıs için, engellerin çokluğu sebebiyle kılınması müşkil olan ve ortada kalan namaz hangisi ise, onun hakkında en efdal olan namaz ve “salât-ı vustâ” da odur. Üstelik, ikindi dışındaki namazların da salât-ı vustâ olabileceği yolundaki rivâyetlerin varlığı bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Şu halde salât-ı vustâ, beş vakit namazdan biridir
463] 20/Tâhâ, 132
464] 31/Lokman,
465] 2/Bakara, 45
466] 22/Hacc, 41
467] 24/Nur, 37
468] 2/Bakara, 238
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 117 -
ve namaza itinayı temin için kesin olarak belirtilmemiştir.469 Sözgelişi, sabah namazını en çok terkedip ortada bırakan birisi için, en efdal olan ve en fazla itina gösterilmesi gereken namaz, yani “salât-ı vustâ” sabah namazıdır.
Namazın Korunması
70/Meâric, 34; 23/Mü’minûn, 9 ve 6/En’âm, 92. âyetlerde mü’minlerin en belirgin vasıflarından biri olarak “onlar namazlarını korurlar” ifâdesi geçer. Namazın dosdoğru kılınması, ayakta tutulması ve devamlılığına ilave olarak bir de “muhafaza”sı söz konusudur. Meâric sûresi bu bakımdan ilgi çekicidir: Namaz kılanlar; ki onlar namazlarında devamlıdırlar... Namazlarını koruyanlar; işte bunlar cennetlerde ikramlara mazhar kılınırlar.”470 Dikkat edilirse; “Mûsâllîn”in (namaz kılanlar) ilk vasfı olarak namaza devamlılık zikredildiği halde, son vasfı olarak bu kez namazı korumak yer almıştır. Demek ki, namazın korunması; devamlılığından çok daha farklı ve değişik anlamlar içermektedir.
23/Mü’minûn sûresinin 9. âyetinde ise namazlarını koruyan mü’minlerin Firdevs cennetlerine vâris olacakları anlatılmaktadır. Namazın devamlılığı, vakit açısındandır. Yani namazı terk etmemeyi ifâde eder. “Namazın korunması” ise; namazdan önce, namaz esnasında ve namazdan sonra, hal ve hareketlere dikkat etmek sûretiyle onu mükemmel hale getirmeye özen göstermektir.
Namaz öncesinde: Namaz vaktini dikkat ve hasretle beklemek, abdest, elbise ve yer temizliği, cemaat ve cami konusunda özenli olmak gibi hazırlıklara ilâve olarak; kalbi dolduran dünyevî ve şeytanî vesveseleri, dürtüleri bir kenara bırakmak, Allah’tan gayrı sevgi ve saygı duyulan her türlü canlı ve cansız varlığa itibar etmemek, tâğuta karşı isyanı tazelemek, kalbi bütün İslâm dışı düşünce ve fikirlerden arındırmak, namaz için alınacak ilk koruma tedbirleridir.
Namaz esnâsında: Namazın, insanı Allah’ın huzuruna yükselten bir mirac olduğunu düşünerek, onun hikmetinin farkına vararak, başka düşünce ve duygulara iltifat etmeyerek, okunan âyetlerin ve duâların anlam derinliklerinde yaşayarak, Allah’ı zikrederken kalbi titreyerek, kıyam, rükû ve sücudun ifâde ettiği derin manaların farkına vararak namaz kılmak da, namazı muhafaza etmenin ikinci ve en önemli basamağıdır.
Namazdan sonra: Namazla gerçekleştirilen bu muazzam ruhî inkılâbı canlı ve diri tutabilmek için; Allah’ı tesbih ve zikretmek, O’nun emir ve yasaklarını sürekli hatırda tutup emirlerini yerine getirmek için gayret sarfetmek, yasaklarından kaçınmak konusunda sabırlı ve sebatlı olmak da namazı koruma tedbirlerinin sonuncusudur.
Bütün bunların dışında, namazı korumak; namazı hakkıyla kılmaya mani olacak engelleri, etkenleri ve güçleri bertaraf etmek anlamını da içerir. Ortadan kaldırılması gereken şeyler; cami ve mescidlere gidilmesine veya fiilen namazın kılınmasına engel olan çeşitli kuvvetler olabileceği gibi, namazın huşû ve hudû içinde yalnızca Allah için ikaame edilmesine imkân vermeyen her türlü düşünce, anlayış, duygu, psikolojik hal ve maddî faktör de olabilir. İşte bu engellerle mücâdele edip onları ortadan kaldırmak da namazı muhafaza için şarttır.
469] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, Bakara, 238. âyetin tefsiri
470] 70/Meâric, 22-23, 34-35
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasına mâni olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?” 471
İşte bu zâlimleri ve engelleri ortadan kaldırmak, “korku namazı” halinde kalmamak için; emin bir belde ve bir “dâr-ı İslâm” oluşturuncaya kadar cihad etmek gerekir. Namazın muhafazasını emreden âyetin, ilk Mekkî sûrelerden birinde (Meâric) yer alması ilginçtir. Dikkat edilirse; henüz kıtale, yani silâhlı mücâdeleye izin verilmemişken namazın muhâfazası emrediliyor. Dolayısıyla Meâric sûresinin bu 34. âyeti; iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve emin bir İslâm Yurdu oluşuncaya kadar cihad etmeye hazır bir cemaatin kurulmasını da gerekli ve şart koşmaktadır. İşte bu cemaat, namazı koruma önlemlerini alacak ve daha uygun şartlar oluşuncaya kadar mücâdelesine devam edecektir. Sonuç olarak, namazı korumak için gösterilecek çabaların hiç biri cihadın dışında düşünülemez.
Namaz ve Ruh Eğitimi
“Şüphesiz namaz; ancak ağırbaşlılık, alçak gönüllülük, yalvarma, yakarma ve pişmanlık duymadır. Elini kor: ‘Allah’ım, Allah’ım’ dersin. Kim böyle yapmazsa o bir eksikliktir.”472 Namaz; mü’mini ruhen yücelten, onu maddî-manevî kir ve paslardan arındıran, fahşâ ve münkerden alıkoyan, nefsin ve şeytanın esaretinden kurtaran, kibir, gurur ve bencillik gibi hastalıkları tedavi eden, vakar ve tevazu duygularını artıran mükemmel bir ibâdetttir.
Namaz; mü’mini Allah katına yükseltip O’na kavuşturan bir miractır. Namaz; kalbi pekiştiren ona kuvvet ve metanet kazandıran bir nurdur. Namaz; gönülleri ferahlatan, ruhları aydınlatan bir şifadır. Namaz, fani ve fena olan şu dünyadan, ebedî olan ilâhî âleme açılan bir penceredir. Namaz; mü’mini gerçek özgürlüğüne kavuşturan ruhî bir inkılâptır.
Namaz; ömür boyu, her türlü hal ve ortamda sürekli devam eden bir sabır eğitimidir. Namaz; günlük hayatın akışını beş kez durdurup düzenleyen, vakti en verimli ve en yararlı bir biçimde kullanmayı sağlayan bir hayat nizamnamesidir. Namaz; mü’minin günlük faaliyetleri hakkında, düzenli olarak Rabbi'ne hesap vermesini sağlayan bir otokontrol mekanizmasıdır. Namaz; duâ, tevbe, istiğfar, zikir, şükür, hamd, tesbih, tenzih gibi öğeleriyle mü’mini manen eğiten ve olgunlaştıran bir ibâdetler bütünüdür.
Namaz Kötülüklerden Arındırır
Namazın, bir mü’minin hayatındaki en önemli etkisi; onu çirkin, fena ve kötü olan şeylerden, nâhoş ve yüz kızartıcı davranışlardan uzak tutmasıdır. "Muhakkak namaz, fahşâ ve münkerden (kötü ve iğrenç şeylerden) vazgeçirir." 473
Yalnızca Allah için namaz kılan bir mü'min, Allah'ın haram kıldığı ve münker saydığı şeylerden uzak durmaya ve onlara yaklaşmamaya çalışacaktır. Çünkü namazla bu tür olumsuzlukları bağdaştırmak mümkün değildir; ateşle barutu bir arada tutmak nasıl imkânsızsa, namazla fahşâ ve münkerin arasını telif etmek de öylesine imkânsızdır. Namaz kılan bir kimse, en azından namaz kıldığı süre
471] 2/Bakara, 114
472] Gazâlî, İhyâ, c. 1, s. 410
473] 29/Ankebût, 45
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 119 -
içinde bu tür kötülük ve çirkinliklerden uzak kalacak demektir. Bu da, fahşâ ve münkeri tamamen terk etmek için ilk adım sayılır.
Namaz; mü'minin, o zamana kadar işlediği hata ve günahların farkına varması ve bunlardan dolayı tevbe-istiğfarda bulunması için ele geçmez bir fırsattır. Böylece, kendi kendini hesaba çekecek, Rabbindan af ve bağışlanma dileyecektir: "Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve birr (iyilik ve ihsan) sahipleriyle beraber canımızı al." 474
Namaz kılan bir mü'min, bir yandan namazını mükemmel hale getirmeye çalışırken, öte yandan da sâlih amellerde, iyilik ve ihsanlarda bulunarak kötülüklerini örtmeye çalışacaktır: "Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü hasenât (iyilikler), kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür." 475
Rasûlullah (s.a.s.) de, namazın günahlara bir keffaret olduğunu ve onları yıkayıp temizlediğini ifâde buyurmaktadır: "Hiçbir kimse yoktur ki, abdest alsın ve abdestini güzel yapsın. Sonra namazı kılsın da, o abdest ile kıldığı namazı takip edecek namaz arasındaki günahları onun için mağfiret olunmasın."476 Bir keresinde Nebî aleyhisselâm: "Beş vakit namaz kılan, evinin önünde bol miktarda akan tatlı bir suya günde beş defa dalıp yıkanan gibidir. Bu adamda kir namına bir şey kalır mı?" dedi. "Hayır, bir şey kalmaz" dediler. Rasûlullah: "Suyun kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları yok eder."477 buyurdu. Namaz, insandaki birtakım olumsuz özellikleri yıkayıp temizlemekle kalmaz; ayrıca ona olumlu ve güzel nitelikler kazandırır. Namaz; mü'mini birr, takvâ ve ihsan sahibi yapar. Onu sabırlı, olgun, ağırbaşlı ve alçakgönüllü bir insan haline getirir.
Özetleyecek olursak; İslâm, insanın yalnızca Allah'a kulluk etmek için yaratıldığını beyan eder ve onu Allah'ın varlığını ve birliğini tanımaya çağırır. Kur'an'ın tevhid'den sonra ikinci çağrısı namazdır. Çünkü namaz; dinin direği ve olmazsa olmaz kuralıdır. Namaz; imanla küfür arasında bir perdedir ve amellerin en faziletlisidir. Namaz; cennetin anahtarı; mü'minin mi'racı ve ayırıcı özelliğidir.
Bu yüzdendir ki; "namaz kılın" emri, Kur’ân-ı Kerim'de en sık tekrarlanan emirlerdendir. Kur'an, sadece bu ifâde ile değil; "Allah'ı tekbir edin", "O'nu hamd ile tesbih edin", "O'na duâ edin", "O'nun için kıyâm edin", "rükû edin", "secde edin" gibi ifâdelerle de sürekli namazı emreder ve hatırlatır. Zira namazda; duâ, zikir, hamd, tesbih, tekbir, tevbe, istiğfar gibi kalbî ve lisanî ibâdetler bulunduğu gibi; kıyâm, rükû, sücûd ve kuûd gibi fiilî ibâdetler de yer alır.
Namaz; iftitah tekbirinden selâm'a kadar bir dizi bedenî, fikrî, lisanî ve kalbî ibâdet seramonisi olup tüm ibâdetlerden öğeler taşıyan bir sentezdir: Namaz öncesinde yapılan hazırlıklar, namaz eylemi ile doğrudan alakalı olup, namazın hakkıyla eda edilebilmesine ortam hazırlar. Eğer bu hazırlıklar eksik ve şuursuz olursa, namazın da eksik ve huşûdan yoksun olma tehlikesi vardır. Şu halde, namaza hazırlanan bir mü'min; abdest, örtünme, kıble'ye yöneliş, tebettül ve niyet konularında oldukça titiz olmalıdır. Böylece kılacağı namaz; tekbiriyle, başlangıç
474] 3/Âl-i İmran, 193
475] 11/Hûd, 114
476] Müslim, Tahâret 227
477] Nesâi, Salât 7
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâlarıyla, şeytandan Allah'a sığınıp okumaya ve düşünmeye başlayacağı Kur'an âyetleriyle, tesbihiyle, tenzihiyle, rükû ve secdeleriyle tam bir tevhid eylemi olacaktır. O, yalnızca Allah'ı büyük tanıyacak, sadece O'na kulluk edip, sadece O'ndan yardım dileyecek, yalnız ve yalnız O'nun karşısında el-pençe divan durup O'nun karşısında eğilecek ve yere kapanacaktır. Bütün bunlar; iman ettiği tevhid akîdesinin teoriden pratiğe aktarılmasından ibârettir.
Şuurla ve huşû ile kılınan böyle bir namazın, mü'min üzerinde elbette çok önemli etkileri olacaktır. İşte bu namaz; mü'mini ruhen yüceltecek, onu maddî ve manevî kir ve paslardan arındıracak, fahşâ ve münkerden alıkoyacak, nefsin ve şeytanın esaretinden kurtaracak, kibir, gurur ve bencillikten uzaklaştıracaktır. Namaz; mü'minin kalbini pekiştirir, ona kuvvet ve metanet kazandırır. Namaz; ömür boyu tekrarlanan bir sabır eğitimidir. Namaz; mü'mini gerçek özgürlüğüne kavuşturan bir ruhî inkılâptır.
Namaz sadece kişiyi değil; toplumu da baştan ayağa değiştiren, tevhide doğru geliştiren bir ibâdettir. O ferdî bir inkılâp olduğu kadar sosyal bir inkılâptır da. Günde beş kez cemaat namazlarıyla bir araya gelen dünyevî ve maddî endişelerden uzaklaşarak aynı manevî atmosferi teneffüs eden mü'minler topluluğu; sürekli birbiriyle yardımlaşarak, birbirinden güç ve kuvvet alarak, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, hep iyiye doğru ilerleyerek tevhidî çizgide bütünleşir. Camiler, mü'minlerin eğitim ve öğretimini, birlik ve dayanışmasını, istişare ve organizasyonunu sağlayan mekânlardır. İslâmî hayatın mihveridir.
Ezanlar bir inkılâp çağrısı olarak algılandığı zaman, namazlar bir tevhid eylemi olarak hakkıyla ikame edildiği zaman, cami ve cemaatler gerçek fonksiyonunu icrâ ettiği zaman; işte o zaman İslâm ümmeti yeniden dirilecek, mü'minler felâh bulacaktır. 478
Namazlar dirilmedikçe, ölü canlara ruh üflenmeyecektir. Canlanmak için, diriliş, uyanış ve ayağa kalkmak için namazı ikame etmek/ayakta tutmak şarttır.
478] Bk. Abdullah Yıldız, Namaz Bir Tevhid Eylemi, Pınar Y. (Bu konu, yer yer adı geçen bu eserden yararlanılıp kısmen özetlenerek oluşturulmuştur.)
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 121 -
Namazla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Namaz Anlamındaki Salât (Sallâ) Kelimesi ve Türevlerini Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 99 Yerde; es-Salât 67 Yerde):
2/Bakara, 3, 43, 45, 83, 110, 125, 153, 157, 177, 238, 238, 277; 3/Âl-i İmrân, 39; 4/Nisâ, 43, 77, 101, 102, 102, 102, 103, 103, 142, 162; 5/Mâide, 6, 12, 55, 58, 91, 106; 6/En’âm, 72, 92, 162; 7/A’râf, 170; 8/enfâl, 3, 35; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 54, 71, 84, 99, 103, 103; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 87, 114; 13/Ra’d, 22; 14/İbrâhim, 31, 37, 40; 17/isrâ, 78, 110; 19/Meryem, 31, 55, 59; 20/Tâhâ, 14, 132; 21/Enbiyâ, 73; 22/Hacc, 35, 40, 41, 78; 23/Mü’minûn, 2, 9; 24/Nûr, 37, 41, 56, 58, 58; 27/Neml, 3; 29/Ankebût, 45, 45; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 4, 17; 33/Ahzâb, 33, 43, 56, 56; 35/Fâtır, 18, 29; 42/Şûrâ, 38; 58/Mücâdele, 13; 62/Cum’a, 9, 10; 70/Meâric, 22, 23, 34; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 43; 75/Kıyâme, 31; 87/A’lâ, 15; 96/Alak, 10; 98/Beyyine, 5; 107/Mâun, 4, 5; 108/Kevser, 2. (Yukarıdaki âyetlerdeki salât kelimesi, birkaç yerde namaz dışında anlamda kullanılır. Duâ anlamında: 9/Tevbe, 99, 103, 103. Rahmet anlamında: 2/Bakara, 157; Allah’ın rahmeti, meleklerin duâsı anlamında: 33/Ahzâb, 43, 56; Rasûlullah’a salevat getirmek, duâ etmek: 33/Ahzâb, 56; Havra veya namaz: 22/Hacc, 40)
B- Namazların Dosdoğru Kılınması Anlamındaki İkame Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde):
2/Bakara, 3, 20, 43, 83, 110, 177, 238, 277; 3/Âl-i İmrân, 39; 4/Nisâ, 77, 102, 102, 103, 142, 142, 162; 5/Mâide, 6, 12, 55; 6/En’âm, 72; 7/A’râf, 29, 170; 8/Enfâl, 3; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 71, 84, 108, 108; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 114; 13/Ra’d, 22; 14/İbrâhim, 31, 37; 17/İsrâ, 78; 18/Kehf, 14; 20/Tâhâ, 14; 22/Hacc, 26, 35, 41, 78; 24/Nûr, 56; 25/Furkan, 64; 27/Neml, 3; 29/Ankebût, 45; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 4, 17; 33/Ahzâb, 33; 35/Fâtır, 18, 29; 39/Zümer, 9; 42/Şûrâ, 13, 38; 52/Tûr, 48; 55/Rahmân, 9; 58/Mücâdele, 13; 72/Cinn, 19; 73/Müzzemmil, 2, 20, 20; 74/Müddessir, 2; 98/Beyine, 5.
C- Namaz ve Namaz Kılmak Hakkında Âyet-i Kerimeler
Namazın Farziyeti: Nisa, 103.Namaz Kılmak: Bakara, 3, 43, 238; En'am, 72, 92; Hacc, 77, Mü'minun, 9; Lokman, 4; Meâric, 22-23; A'lâ, 15, 18-19.Önceki Şeriatlarda Namaz: A'lâ, 15, 18-19.Namaz İle Allah'tan Yardım İstemek: Bakara, 45, 153.Namazı Dosdoğru Kılmak: Bakara, 83, 110, 177, 277; Nisa, 103; Maide, 55; Enfal, 3; Tevbe, 71; İbrahim, 31, Hacc, 35, 41, 78; Nur, 37, 56; Neml, 3; AnkEbût, 45; Rûm, 31, Lokman, 17; Fâtır, 29-30; Şura, 38; Mücâdele, 13; Meâric, 34; Müzzemmil, 20. Namaz, Allah İçindir: En'am, 162.Namaz, Günahları Giderir: Hûd, 114.Namaz Kılanların Mükâfatı: Tevbe, 112.Namazı Emretmek: Taha, 132.Namaz, Her Türlü Kötülükten Alıkor: AnkEbût, 45.Namaz, En Büyük Zikirdir: AnkEbût, 45.Namaza Engel Olanlar: Maide, 91.Namazı Yasaklayanlar: Alak, 9-19.Beş Vakit Namaz Kılmak: Hûd, 114; İsra, 78; Taha, 130; Rûm, 17-18.
D- Beş Vakit Namaz
Sabah Namazı: İsra, 78; Rûm, 17; Kaf, 39, Tûr, 49.Öğle Namazı: Rûm, 18; Kaf, 39.İkindi Namazı: Bakara, 238; Rûm, 18; Kaf, 39.Akşam Namazı: Rûm, 17; Kaf, 40; Tûr, 49; insan, 26.Yatsı Namazı: Rûm, 17; Kaf, 40; Tûr, 49; insan, 26.
E- Namaz Vakitleri
Sabah, Öğle, İkindi, Akşam ve Yatsı Namazlarının Vakti: Hûd, 111; İsra, 78; Taha, 130.
Cuma Namazının Vakti: Cum'a, 9
F- Namazın Farzları
Abdest ve Gusül Abdesti Almak: Maide, 6
Teyemmüm Yapmak: Nisa, 43; Maide, 6
Necasetten (Maddî Pisliklerden) Temizlenmek: Müddessir. 4
Setr-i Avret (Örtünmek): A'raf, 31
İstikbal-i Kıble (Kıbleye Dönmek): A'raf, 29; Bakara, 144
Vakit (Namazı Vaktinde Kılmak): Nisa, 103
İftitah (Başlangıç) Tekbiri: A'lâ, 15
Kıraat (Kur'an Okumak): İsra, 110; Müzzemmil, 20Rükû: Bakara, 43; Al-i İmran, 43
G- Cemaat
Cemaata Devam Etmek: Bakara, 43; Al-i İmran, 43
İmamın Namazı Kısa Tutması: Müzzemmil, 20
H- Namaz Âdâbı
Namazı Dosdoğru Kılmak: Bakara, 83, 110, 177, 277; Nisa, 103; Maide, 55; Enfal, 3, Tevbe, 71;
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İbrahim, 31; Hacc, 35, 41, 78; Nur, 37, 56; Neml, 3; AnkEbût, 45; Rûm, 31; Lokman, 17; Fâtır, 29-30; Şura, 38; Mücâdele, 13; Meâric, 34; Müzzemmil, 20.
Namazda Huşû (Kalp Huzuru ve Tevazu): Bakara, 238; Mü'minun, 2.
Namazda Gafil Bulunmaktan Sakınmak: Mâun, 4-6
Okuma Sırasında Ses Tonu: İsra, 110
Ta'dil-i Erkân: Meâric, 34
Münâfıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar: Nisa, 142; Tevbe, 54; Mâun, 4-6
Namazda Sübhaneke Okumak: Tûr, 48
Namazdan Sonra Tesbih Etmek: Bakara, 45, 153.
I- Cuma Namazı
Cuma Namazının Farziyeti: Cum'a, 9
Cuma Vaktinde Alışverişi ve Her Türlü İşi Bırakmak: Cum'a, 9-11
Cum'a Gününün Fazileti: Bürûc, 3.
J- Diğer Namazlar
Teheccüd Namazı (Gece Namazı): İsra, 79-80; Furkan, 64; Secde, 16; Zâriyat, 17-18.
Korku Namazı (Savaşta Namaz): Bakara, 239; Nisa, 101-103.
Yolcu (Misafir) Namazı: Nisa, 101
Bayram Namazı: Kevser, 2
Cenaze Namazı: Tevbe, 84
Duha (Kuşluk) Namazı: Sâd, 18
Namazla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. –İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
Namaz Bölümü: 8, 206; 16, 623-624
Namaz Hakkında Umumi Açıklama: 8, 207; 9, 360
Namazın Fazileti: 8, 212
Namaz Ne Demek: 8, 207-208
Namazın Kadrinin Yüceliği: 13, 248-249; 17, 100
Namaz Allah İle Meşguliyettir: 8, 552
Namazda Kişi Allah İle Yüz Yüzedir: 17, 43
Namazın Bedene de Faydası Vardır: 17, 444
Namazın Göz Sağlığı Açısından Ehemmiyeti: 11, 396-397
Namaza Düşkünlük Misali: 8, 223
Namazın Ehemmiyeti ve Üstünlüğü: 12, 264
Namaz Beş Vakittir: 8, 229
Namaz Devletin Meselesidir: 8, 263
Namaz Dışındaki ibâdetleri Yerine Getirmemenin Cezası: 8, 252
Namaz Elli Vakitten Beş Vakte Nasıl İnmiştir: 8, 225; 17, 101
Namaz Günaha Keffarettir: 17, 100
Namazı İnkâr Edenle Savaşmak: 7, 343
Namaz, ibâdet, insanı Dinlendirir: 9, 415
Namazları Makbul Olmayan Üç Kişi: 9, 129-131
Namaz, Önceki Peygamber ve Ümmetlerine de Farzdı: 8, 260
Namaz Şifadır: 17, 444
Aile Fertleri Namaz İçin Birbirlerini Uyandırır. İmtina Edenin Yüzüne Su Serpilir: 9, 309-310
Namazla Zekât Bir Bütündür, Ayrılmazlar: 7, 340-343
Ashab'ın Ok Darbelerine Galebe Çaldığı Namazdan Aldıkları Haz: 10, 456-458
Beş Vakit Namaza Devam Etmek: 8, 231
Beş Vakit Namazın Farz Oluşu: 17, 100
Beş Vakit Namaz Mirac'da Farz Kılınmıştı: 8, 229
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 123 -
Cibril (a.s.)'ın Namaz Vakitlerini Peygamber'e Tatbikî Olarak Öğretmesi: 8, 260; 444-446
Kişinin Allah'a Borçları Arasında En Mühimi Namazdır: 14, 372
Müşterilerine Güven Duygusu Vermek İçin Namaz Kılmak veya ibâdet Etmek: 7, 313
Şeytanın Namaz Kılana Mûsâllat Olması: 8, 320
Namazı Terkeden: 17, 48
Namazı Terketmenin Tehlikesi: 8, 249-251; 17, 48
Tadil-i Erkânın Hükmü: 8, 441
Namaz Vakitleri: 8, 256
Fatiha'sız Namaz Olur mu: 8, 404-406
Namazda Selâmdan Sonra Üç Kere Estağfirullah Demek: 7, 41
Namazı Bitirdikten Sonra Rasûlullah'ın Okuduğu Duâ: 7, 41
Namazların Her Birinin Arkasından Muavvizeteyn Okumak: 7, 44
Rükû ve Secdede Beli Tam Doğrultmak: 8, 441
Secdenin Hikmetleri: 8, 456
Yatsıdan Önce Yatılmaz, Sonra Konuşulmaz: 16, 625-626
Sabah ve Yatsıyı Cemaatle Kılan Geceyi İhya Etmiştir: 13, 232-233
Sabah Namazına Kalkamayan Kimsenin Kulağına Şeytan İşemiştir: 9, 313-314
Namazı İlk Giriş Vaktinde ve Son Çıkış Vaktinde Kılmak: 8, 256-257
Namazı Geciktirenin Durumu: 8, 314
Namaz Kılınan Yerler: 8, 532
Namaz Her Yerde Kılınabilir: 8, 544
Namaz Kılınan Yer Temiz Olmalıdır: 8, 532
Namaz, Kılındığı Yere Göre Sevabı Artar: 17, 104
Camide Namaz: 17, 103
İşyerinde Namaz Kılmak: 8, 548
Nafile Namazlar: 9, 257-258; 13, 229-230
Nafilenin Önemi: 13, 245-246
Evde Kılınan Nafile Namaz Nurdur: 17, 95-96
Gece Namazı İçin Rasûlullah Ne Zaman Kalkardı: 9, 316
Gece Namazı İçin Karı-Koca Birbirlerini Teşvik Etmelidirler: 9, 309-310
Gece Namazı İkişer İkişer Kılınır: 9, 278
Gece Namazının Üzerinde Niçin Çok Israr Ediliyor: 9, 325
Gece Namazını Peygamber'in Kılması ve Bunun Ümmete Farz Olmasından Korktuğu: 9, 161-162
Rasûlullah, Teheccüd Namazını Hiç Terketmedi: 9, 309
Rasûlullah'ın Teheccüd Namazının Uzunluğu: 8, 508
Rasûllah'ın Teheccüd Namazına Kalktığı Zaman Okuduğu Duâ: 7, 45
Kıyamu'l-Leyl: 17, 88
Kıyamu'l-Leyl'den Maksat: 9, 323
Kıyamu'l-Leylin Müddeti: 9, 321
Kıyamu'l-Leyl ve Aile: 9, 324
Kıyamu'l-Leyl ve Ehemmiyeti: 9, 318
Teravih Hz. Ömer Zamanında Cemaatle Kılınmaya Başlamıştır: 9, 334
Teravih Rasûlullah Zamanında Cemaatle Hiç Kılındı mı: 9, 338-339
Teravihi Rasûlullah'ın Cemaatle Kılmamasındaki Hikmet: 9, 336-337
Teravih Namazının Uzun Olması: 8, 399
Teravihi Rasûlullah kaç Rekât Kılardı: 9, 339-341
Yemek ve Abdest İhtiyaçlarının Namazdan Önceye Alınması: 9, 47-48
Namazda Bakınmak Helak Olmaktır: 9, 19
Namazda namazla İlgili Olmayan Şeyleri Tefekkür Etmek: 8, 10
Namazda Riâyet Edilmesi Gereken Hususlar: 8, 443-445
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namazda Sağa Sola ve Semaya Bakmak: 9, 18-20
Namazda, Şehadet Parmağını Kaldırmanın Hükmü: 8, 495
Namazda Uyanan Kimselerin Uyanamayanları Kaldırması: 8, 364
Namazdan Çalmak: 8, 442
Namazdan Sonra Cemaat Sesli Zikir Yapabilir mi: 9, 408
Namazı Alelacele Kılmak: 8, 392
Namazı Alelacele Kılan Kimseye Rasûlullah'ın Yaptığı İhtar: 8, 504-505
Namazı Çabuk Kılanların Teşbihi: 8, 314
Namazları Beklemenin Mükâfatı: 17, 16
Namazı Faydasız Olan Üç Kişi: 17, 36
Namazın Uzunluğu ve Kısalığı Hakkında: 8, 507
Namazı Uzun Kılmanın Fazileti: 8, 508
Namazı Fazla Uzatmak: 12, 300
Namazı Görsünler Diye Güzel Kılmak: 17, 587
Namazı Ta'dil-i Erkân İle Kılmak: 8, 451
Namazın Rekâtlarında Şüpheye Düşen Kimse İçin Taharri: 9, 57-58
Rasûlullah'ın Namazı Öğretme Şekli: 8. 454-455
Rasûllah, Araya Zikir Gibi Bir Şeyle Fâsıla Koymadan Peşpeşe Namazı Hoş Karşılamadı: 9, 408-409
Rasûlullah'ın Ashabını Namaza Kaldırma Şekli: 8, 364
Rasûlullah'ın Çok Namaz Kılması: 17, 105
Rasûlullah'ın Üzüldüğü Zaman Namaz Kılması: 8. 222
Rasûlullah'ın Namaz İle İlgili Üç Âdâbı ikaz Etmesi: 8, 453
Rasûlullah'ın Namaz Kılış Şekli: 8, 503
Rasûlullah'ın Namazının Uzunluğu: 8, 508-509
Rasûlullah'ın Namazını Kılmadığı Kimseleri Vasfı: 7, 336
Rasûlullah'ın Namaz ve Hutbesinin Vasatlığı: 9, 205-209
Önceden Namazını Kılan Birinin Cemaate Rastladığında Tekrar Kılmasının Mubahlığı: 9, 168-169
Fatihasız Namaz Olur mu: 8, 404-406
Namaz Esnasında Elbiseyi Bol Giymek: 8, 378-380
Tembellikle Namazı Terkedenlerin Tekfiri Mümkün müdür: 10, 456
Kul ile Küfür Arasında Namazın Terki Vardır Hadisinin Te'vili: 8, 252
Müslüman ile Şirk Arasındaki Fark, Namazı Terketmesidir: 8, 249
Namaz Kılmayan Küfre Düşer: 8, 250
Namaz Kılmayan Kâfir midir: 8, 251
Namaz Kılmayan Öldürülür mü: 8, 251
Namazı Terk Eden: 17, 48
Namazı Terk Etmenin Tehlikesi: 8, 249-251; 17, 48
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Gece Yolcuları, Seyyid bin Hüseyin el Affânî, Polen Y.
2. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı M. Hamdi Yazır, Azim Y. s. 175-179
3. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 80-81
4. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 459-461
5. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 171-172
6. Tefhimü'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1 s. 49
7. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 83-85
8. Min Vahyi'l Kur'an Tefsir Dersleri, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 44-45
9. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 17-49
10. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırk Ambarlar y.455-459
NAMAZ (SALÂT) VE İKAMESİ
- 125 -
11. İbâdetlerde Şekil ve Mana İlişkisi, Ruhi Özcan, Ravza Y. s. 23-64
12. Dört Rükûn (Namaz, Zekât, Oruç, Hac), Ebûl Hasen En-Nedvi, İslâmi Neş. s. 9-101
13. İbâdet mi Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 65-107
14. Hak Yolda Yürürken (Davet İçin Yol Azığı), Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 85-93
15. Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. s. 186-204
16. Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 105-108
17. Emanet ve Ehliyet, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. c. 1 s. 191-193
18. İlmihal İSAM Y. c.1 s. 219-223
19. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 86-88
20. Akaid ve Şeriat, Mahmut Şeltut, Yöneliş Y. c. 1 s. 185-204
21. Dini Hayâtın Psiko - Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 91-116
22. Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 185-193
23. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 50-55
24. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c1, s. 20-29; c. 3, s. 289-294
25. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 360-363
26. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 98-100
27. Hadislerle Hz. Peygamber’in Namaz Kılma Şekli, Muhammed Nâsıruddin el-Albânî, Beka Y.
28. Namazda Huşûya Götüren 33 Etken, M. Salih el-Müneccid, Karınca Y.
29. İslâm’da Namazı Terketmenin Hükmü, Muhammed Ebû Said el-Yarbuzi, S. Arabistan
30. Sabah Namazına Nasıl Kalkılır? Cemil Tokpınar, Nesil Y.
31. Namaz Gözaydınlığım, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
32. Namaz Duâları ve Sûreleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 80-81
33. Namaz (Bir Tevhid Eylemi) Abdullah Yıldız, Pınar Y.
34. Namaz (Fert ve Toplum Hayâtındaki Etkileri) Hasan Turabi, Risale Y.
35. Namazın Maddi Manevi Faydaları, Mehmet Bayrak, Abdullah Işıklar Kitabevi
36. Namaz (Hikmeti, Manası ve Kaideleriyle), Abdullah Büyük ve Heyet, Ribat Neşriyat
37. Namazı Dosdoğru Kılmak, Mehmed Şevket Eygi, Bedir Y.
38. Namazın Sırları, Haluk Nurbaki, Damla Y.
39. Namaz Bilinci, İhsan Kebir, Denge Y.
40. Namaz, İzzetullah Radmeneş, Endişe Y.
41. Namaz, Akılları Durduran Mucize, Kerim Buladı, Kayıhan Y.
42. Namaz, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat
43. Namaz, Nurullah Abalı, İklim Y.
44. Namaz Dinin Direğidir, Ahmed bin Zeyni Dahlan, Bedir Y.
45. Namaz Konusunda Müslümanlara Uyarı, Muhammed Raşid Halebi, Bedir Y.
46. Namaz Rehberi, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
47. Namazın Hikmeti, Muhsin Kıraati, Kevser Y.
48. Namaza İlk Adım, Feridun Fazıl Yüceler, Akçağ Y.
49. Namazın Fazileti, Heyet, Ankara Fazilet Y.
50. Namazın Fazileti ve Terk Etmenin Cezası, Yusuf bin İsmail Nebhani, Pamuk Y.
51. Namazla Dirilme, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
52. Namazla Kıyam Etmek, Abdullah Büyük, Suffe Y.
53. Namaz Cenneti, Medine Balcı, Ebrar Y.
54. Namazı Yaşayanlar, Sait Demirtaş, Nesil Y.
55. Namaz Benim Huzurum, Nurullah Çölek, Timaş Y.
56. Namaz ve Hikmetleri, B. Said Nursi, Yeni Asya Y.
57. Namazın Hayatî Özellikleri, S. Arif Emre, Kitap Dünyası Y.
58. Hadislerin Diliyle Namaz, Veysel Akkaya, Muştu Y.
59. Namaz Konusunda Müslümanlara Uyarı, Muhammed Raşid Halebi, Bedir Y.
60. Niçin Namaz, Vehbi Karakaş, Timaş Y.
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
61. Nasıl Namaz, Vehbi Karakaş, Timaş Y.
62. Niçin Namaz Kılıyoruz? M. Ahmed İsmail el-Mukaddem, Polen Y.
63. Namaz ve Karakter Gelişimi, Esma Sayın Ekerim, insan Y.
64. Haydi Namaza, Abdullah Yıldız, Pınar Y.
65. Gençlik ve Namaz, Yusuf Özcan, Türdav A. Ş.
66. Mü’minin Mi’racı Namaz, Süleyman Kösmene, Yeni Asya Y.
67. Namaz Rehberi, Münib Engin Noyan, Mim Y.
68. Gözümün Nuru Namaz, Osman Ersan, Erkam Y.
69. Gözümün Nuru Namaz, - Nurs Basım Yayın
70. Müslümanım Diyen Bir insan Niçin Namaz Kılmak İstemez, Feyzullah Birışık, Polen Y.
71. Karınca Kitap Ruhu's-Salat ve Tercümesi, Yusuf bin Zeynüddin, Fazilet Neşriyat
72. Ruhu's-Salat Aynu'l-Hayât, Yusuf bin Zeynüddin, Fazilet Neşriyat
73. Ruhun Miracı Namaz, Büşra Cırık, Miraç Y.
74. İslâm'a Göre Namazı Terketmenin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidi Çekirdek Y.
75. Gece İbadeti, Abdülhakim Yüce, Nil Y.
76. Cemaat, İsmail Çetin, Dilara Y.
77. En Büyük Saadet Kaynağı Namaz, Ekrem Doğanay, Eminelbirliği Y.
78. Ezan, Cami ve Namaz, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
79. Hadislerle Peygamberimiz'in Namaz Kılma Şekli, M. Nasıruddin El-Bani, Aksa Y.
80. İbâdet, Yaşar İşcan, D. İ. B. Y.
81. İbâdet, Yusuf El Kardavi
82. Psikolojik ve Sıhhi Açıdan ibâdet, Abdullah Aymaz, Çağlayan Y.
83. Kur'an'da ibâdet Kavramı, İsmail Karagöz
84. Kıble Şuuru, Mustafa Çelik, Fütüvvet Y.
85. Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
86. Kulluk, İmam İbni Teymiyye, İhyâ Y.
87. Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Recep Çetintaş, Usul Y.
88. Türkiye'de Cuma Namazı Sahih midir? Ahmet Yılmaz, Sivas Şura Y./ Furkan Kitabevi

Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:12

MÛSÂ (A.S.)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MÛSÂ (A.S.)


- 75 -
Kavram no 135
Peygamberler 6
Bk. Peygamberlik; Yahûdiler;
Ehl-i Kitab; Firavun
MÛSÂ (A.S.)


• Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
• Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
• Hz. Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
• Hz. Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları
a- Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)
b- İşinin Kolaylaştırılması
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi
• Hz. Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler
"Kırk gece (söyleşmek) için Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, kendilerine kötülük edenler olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz." 298
“Doğru yolu bulursunuz ümidiyle Mûsâ’ya Kitab’ı ve hak ile bâtılı ayıran (hükümleri) verdik.” 299
Mûsâ; Kelime Anlamı ve Hz. Mûsâ'nın Kimliği
"Mûsâ" kelimesi, İbrânîce olan iki kelimeden meydana gelmiş bir bileşik isimdir. Su manasına gelen "mû" ve ağaç anlamına gelen "sâ" kelimesinin birleşmesinden oluşmuştur. O, bu isimle isimlendirilmiştir. Çünkü annesi onu Firavun'un öldürülmesinden korktuğu zaman bir sandukaya koymuş ve denize atmıştı. Sonra denizin dalgaları, Firavun'un sarayı yanındaki ağaçların arasına sokuncaya kadar sürüklemişti. Firavun'un hanımı Asiye'nin câriyeleri yıkanmak için dışarı çıktıklarında sandukayı bulup onu almışlar ve ona, onu buldukları yere göre ad vermişlerdi. Bulunduğu yer ise, ağaç ve su idi. 300
Hz. Mûsâ'nın babası, İmran'dır. Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Sonra Lâvî ve babası Yâkub. Bu silsile ile nesebi Yâkub (a.s.)'a ulaşır ki, onun babası Hz. İshak, onun da babası Hz. İbrahim’dir (a.s.). Hz. Mûsâ'nın yanında gördüğümüz Hârun (a.s.), onun kardeşidir. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ'yı Firavun'a imana dâvet için gönderdiğinde, Hz. Hârun'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ'ya şöyle duâ ederek, kardeşi Hârun'u kendisine yardımcı istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir (yardımcı) ver. Kardeşim
298] 2/Bakara, 51
299] 2/Bakara, 53
300] Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebir, II/538
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hârun'u (ver)." 301
Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip hâkim kılmak için gönderdiği ulu'l-azm peygamberlerden biridir. Hz. İbrahim'in soyundan olup, İsrâil oğullarının akidelerini ıslah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti.
Hz. Âdem'den, Rasulullah’a (s.a.s.) kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah'a iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hakaretlere uğramışlar ve hatta öldürülmüşlerdir. Mûsâ (a.s.) da, Allah tarafından İsrâiloğullarına gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücâhede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek amacıyla kovalandı.
Hz. Mûsâ'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı surelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrâil oğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir. Mûsâ’nın (a.s.) Firavun ile olan Tevhid mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile aralarında geçen basit bir hadiseden ibaret değildir. Aksine, her vakit ve her an ortaya çıkabilen, her zaman ve her coğrafyada tekrar edebilen gerçekçi olaylardandır. Bu, hak ile bâtılın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yaratılışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir. Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca bâtıl, hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima hak olmuştur. "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin şâhid olacağı günde muzaffer kılacağız."302 Hz. Mûsâ da gönderildiği kavmi cehâlet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları hakka dâvet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah'ın izniyle kazandı.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Mûsâ'nın Hayatı ve Mücadelesi
Hz. Mûsâ ve onun küfür ve şirkle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de, özellikle A’râf, Tâhâ ve Kasas surelerinde olmak üzere birçok surede uzun uzun anlatılmaktadır. Mûsâ (a.s.) ismi Kur'an'da 136 yerde geçmektedir. Hz. Mûsâ, Kur’an’da en çok zikri geçen peygamberdir. 34 sûre, 131 âyet ve 136 yerde kendisinden doğrudan bahsedilir. Bu konuda Kur'an'da ismi en çok geçen peygamberler içerisinde ikinci sırada yer alan Hz. İbrahim’in yalnız 69, üçüncü sırada yer alan Hz. Nûh'un 43 yerde zikredilmesi, Hz. Mûsâ’nın Kur’an’da önemli bir yer tuttuğunu mukayeseli olarak ortaya koyar. Hz. Mûsâ ile dolaylı olarak ilgili âyetlerin de dikkate alınması halinde âyet sayısının 502’ye ulaştığı görülmektedir. Allah, Kur'an'da Hz. Mûsâ'dan şöyle bahsediyor: "Kur'an'da Mûsâ'yı da an. Çünkü o ihlâs
301] 20/Tâhâ, 29-30
302] 40/Mü'min, 51
MÛSÂ (A.S.)
- 77 -
sahibi idi ve İsrâil oğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi."303 Hayatını ve mücadelesini Kur’an-ı Kerim’den izleyelim:
"İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana dosdoğru nakledeceğiz.
Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi (İsrâil oğullarını) güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o, fesatçılardan / bozgunculardandı.
Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım.
Ve o yerde onları hâkim kılalım, Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim.
Mûsâ'nın anasına, 'Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü Biz onu tekrar sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız' diye bildirdik.
Nihayet Firavun ailesi O'nu yitik olarak aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavun ile Hâmân ve askerleri yanılıyorlardı.
Firavun'un karısı (sepetin içinden çocuk çıkınca kocasına), 'İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlât ediniriz' dedi. Hâlbuki onlar (işin sonunu) sezemiyorlardı.
Mûsâ'nın anasının yüreği (tasadan) bomboş kalıverdi. Eğer Biz, (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi meydana çıkaracaktı.
Annesi Mûsâ'nın ablasına, 'Onun izini takip et' dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.
Biz (annesine geri vermezden) daha önce onun sütanalarının sütünü kabulüne müsaade etmedik. Bunun üzerine ablası, 'Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile göstereyim mi?' dedi.
Böylelikle Biz onu, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu bilsin diye anasına geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.
Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları Biz böylece mükâfatlandırırız.
Mûsâ, ahâlisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle dövüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Mûsâ da ötekine bir yumruk indirip onun ölümüne sebep oldu. 'Bu, şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman' dedi.
Mûsâ, 'Rabbim! Doğrusu kendimi ziyana uğrattım. Beni bağışla!' dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O'dur.
Mûsâ, 'Rabbim! Bana lutfettiğin nimetlere andolsun ki, artık suçlulara asla arka olmayacağım' dedi.
Şehirde korku içinde, (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün, dün
303] 19/Meryem, 51
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisinden yardım isteyen kimse, feryad ederek yine ondan imdad istiyor. Mûsâ ona dedi ki: 'Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın!'
Mûsâ, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, o adam dedi ki: 'Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyorsun? Demek, arabuluculardan olmak istemiyor da, bu yerde yaman bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!'
Şehrin öbür ucundan bir adam geldi ve şöyle dedi: 'Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal (buradan) çık! İnan ki ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.'
Mûsâ korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar' dedi.
Medyen'e doğru yöneldiğinde, 'umarım, Rabbim beni doğru yola iletir' dedi.
Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de, (hayvanlarını suyun olduğu yerden) geri çeken iki kadın gördü. Onlara, 'derdiniz nedir?' dedi. Şöyle cevap verdiler: 'Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine sokulup hayvanlarımızı) sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.'
Bunun üzerine Mûsâ, onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi ve 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım' dedi.
Derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi, 'Babam, dedi, bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için seni çağırıyor' Mûsâ ona (Hz.Şuayb'a) gelip başından geçeni anlatınca o, 'Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun' dedi.
(Şuayb'ın) iki kızından biri, 'Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut. Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır' dedi.
(Şuayb) dedi ki: Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan artık o kendinden; yoksa sana ağırlık vermek istemem. İnşaallah beni sâlihlerden/iyi kimselerden bulacaksın.
Mûsâ şöyle cevap verdi: 'Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, demek ki bana karşı husumet yok. Söylediklerimize Allah vekildir.
Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle yola çıkınca, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine 'Siz (burada) bekleyin; ben bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber yahut ısınmanız için bir ateş parçası getiririm' dedi.
Oraya gelince, o mübarek yerdeki vâdinin sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: 'Ey Mûsâ! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.
Ve 'Asânı at!' (denildi). Mûsâ (attığı) asâyı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette olanlardansın' (buyruldu).
'Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Korkudan (açılan) kollarını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kat'i delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır' (diye seslenildi).
Mûsâ dedi ki: 'Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.
MÛSÂ (A.S.)
- 79 -
Kardeşim Hârun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum.'
Allah buyurdu: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size öyle bir kudret vereceğiz ki, âyetlerimiz sayesinde onlar size erişemeyecekler. Siz ve size tâbi olanlar üstün geleceksiniz." 304
(Rasulüm!) Mûsâ'nın haberi sana ulaştı mı?
Hani o, bir ateş görmüş ve ailesine: 'Bekleyin. Eminim ki bir ateş gördüm. Belki ondan size bir parça kor getiririm, veya ateşin yanında bir rehber bulurum' demişti.
Oraya vardığında kendisine: 'Ey Mûsâ!' diye seslendik:
'Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabbinim! Hemen nalınlarını /ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen, kutsal vâdi Tuvâ'dasın!
Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.
Muhakkak ki Ben kendim Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Öyle ise Bana ibâdet/kulluk et; Beni anmak için namaz kıl.
Kıyâmet zamanı mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu açıklayacağım.
Ona inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyâmete inanmaktan) alıkoymasınlar!
Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?'
'O, benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.'
Allah: 'Yere at onu, ey Mûsâ!' dedi.
Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.
Allah buyurdu: 'Al onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.
Bir de elini koltuğunun altına sok ki, bir başka mûcize olmak üzere, o, kusursuz ve lekesiz beyazlıkta çıksın.
Ta ki sana, en büyük âyetlerimizden birini gösterelim.
Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı.'
Mûsâ: 'Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver.
İşimi bana kolaylaştır.
Dilimin bağını çöz.
Ki sözümü anlasınlar.
Bana ailemden bir de vezir ver.
Kardeşim Hârun'u.
304] 28/Kasas, 3-35
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir.
Ve onu işime ortak kıl.
Böylece Seni bol bol tesbih edelim.
Ve bol bol zikredelim / analım Seni.
Şüphesiz Sen bizi görmektesin.'
Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.
Andolsun Biz sana bir defa daha lutufta bulunmuştuk.
Bir zaman, annene vahyedilecek şeyi şöyle vahyetmiştik:
'Mûsâ'yı sandığa koy; sonra denize at ki, deniz onu kıyıya atsın da, Benim ve senin düşmanlarımız olan biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Sevilmen) ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendi sevgimi lutfettim.
Hani, kız kardeşin gidip ‘Ona bakacak birini size bulayım mı?’ diyordu. Bu yüzden seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bu yüzden Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra sen, takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!
Seni, kendim için seçtim.
Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi (Firavuna) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin.
Firavuna gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı.
Ona tatlı dille, yumuşak üslûpla konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.'
Dediler ki: ‘Rabbimiz! Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz.’
Buyurdu ki, ‘Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, (her şeyi) işitir ve görürüm.
Haydi, gidin de ona deyin ki: ‘Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâil oğullarını hemen bizimle birlikte bırak; onlara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir âyet (mûcize) getirdik. Kurtuluş, hidâyete uyanlarındır.
Hakikaten bize vahyolundu ki; Azap, (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.'
Firavun, ‘Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?’ dedi.
O da, ‘Bizim Rabbimiz, her şeye hılkatini veren, sonra da hidayete yöneltendir’ dedi.
‘Öyle ise, önceki milletlerin hali ne olacak?’ dedi.
Mûsâ: ‘Onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne yanılır, ne de unutur.
O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir.’ Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.
Yiyiniz; hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah’ın kudretine alâmetler vardır.
MÛSÂ (A.S.)
- 81 -
Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Andolsun Biz ona (Firavun’a) delillerimizin hepsini gösterdik; yine de yalanladı ve diretti.
Dedi ki: ‘Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize, ey Mûsâ?
Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.’
Mûsâ: ‘Buluşma zamanınız, bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplanması (zamanı) olsun’ dedi.
Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi.
Mûsâ onlara: ‘Yazık size!’ dedi, Allah hakkında yalan uydurmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur.’
Bunun üzerine onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.
‘Bu ikisi muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece’ dediler.
‘Öyle ise, hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kurtulmuştur.’
Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’
‘Hayır, siz atın’ dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor.
Mûsâ, birden içinde bir korku duydu.
‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan kesinlikle sensin.
Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflâh olmaz.’
Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.
(Firavun) Şöyle dedi: ‘Ben size izin vermeden ona inandınız ha! Hakikat şu ki o, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece, hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.’
Dediler ki: ‘Seni, bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapacağını yap! Sen, ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin.
Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükâfatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır.’
Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir.
Kim de sâlih amellerde / iyi davranışlarda bulunmuş bir mü’min olarak varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir.
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İçinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükâfatı budur.
Andolsun ki Biz Mûsâ’ya, ‘kullarımla birlikte geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç’ diye vahyetmiştik.
Bunun üzerine o, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları öyle bir kapladı ki, boğuverdi onları.
Firavun, kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi.
Ey İsrâil oğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık; Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size, kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.
Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra size gazabım çarpar. Her kim ki kendisine gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.
Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, iman eden ve sâlih amel işleyen, sonra (böylece) hidâyette / doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.
‘Seni acele ile kavminden ayırmaya sevkeden nedir, ey Mûsâ?’
‘İşte, dedi, onlar da benim peşimdeler. Ben, râzı (memnun) olasın diye Sana acele ile geldim Rabbim.’
Allah buyurdu: ‘Senden sonra Biz, kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.’
Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. ‘Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vaadinizden döndünüz?’
Dediler ki: ‘Biz sana olan vaadimizden kendi kudret ve irâdemizle (kendiliğimizden) dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.’
Bu adam, onlar için, böğürme kabiliyeti olan bir buzağı (heykeli) icad etti. Bunun üzerine, ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.’
O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine bir zarar, veya fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi?
Hakikaten Hârun, onlara daha önce, ‘Ey kavmim, demişti, siz, bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz, şüphesiz, çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz.”
‘Biz, dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’
(Mûsâ döndüğünde) ‘Ey Hârun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsî mi oldun?’
(Hârun:) ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı başımı yolma! Ben,senin: ‘İsrâil oğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’ demenden korktum.’
MÛSÂ (A.S.)
- 83 -
‘Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî?’ dedi.
O da, ‘Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle bana nefsim hoş gösterdi’ dedi.
Mûsâ, ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen: ‘Bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize atacağız.
Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi, her şeyi kuşatmıştır.” 305
Hz. Mûsâ’nın Tevhid Mücadelesinden Alınacak Bazı İbretler
Firavun gibi günahkâr, büyüklük taslayan,306 yoldan çıkmış bir fâsık,307 zâlim308 ve tanrılık iddia edecek kadar azgın309 bir müşrik ile mücadele etme görevi Hz. Mûsâ’ya verildi. Hz. Mûsâ’nın isteği ile kardeşi Hârun da tevhid mücadelesinde kendisine yardım etmek üzere ve peygamber olarak görevlendirildi.310 Allah bu kardeş peygamberlere şu emri verdi: “Firavun’a gidin! Doğrusu o tuğyan etmiş/azmıştır.” 311
Hz. Mûsâ, Firavun ile karşılaşmaktan endişe duyuyordu. Çünkü o, daha önce Firavun’un memleketi olan Mısır sokaklarında gezerken iki adamın kavga ettiğini, birbirlerine girerek vuruştuklarını, birinin diğerine baskın gelerek ezdiğini görmüş, ezilen kişiyi ezenin zulmünden kurtarmak için güçlü olana bir tokat atmış, fakat niyeti öldürmek olmadığı halde, adam, eceli dolmuş olduğu için cansız yere düşerek ölmüştü. Ne var ki, Hz. Mûsâ’nın attığı tokat yüzünden ölen kişi Firavun’un avanesinden bir kıptî idi. Haber Firavun'a intikal edince, onu öldürmek için asker ve polislerine, yakalayıp kendisine getirmelerini emretmişti. Durumun ciddiyetinin farkına varan Hz. Mûsâ da Firavun’un zulmünden kaçmış, şehri terketmiş ve Medyen’e gitmişti.
Bu olaydan dolayı, Hz. Mûsâ, Firavun’a tevhid dâvetini götürmekten çekiniyordu. Çünkü onun kendilerine karşı taşkınlık etmesinden korkuyordu. “İkisi (Mûsâ ve Hârun) dediler ki: ‘Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.”312 Ve Allah’ın cevabı: “(Allah) Buyurdu ki: ‘Korkmayın; Ben sizinle beraberim, (her şeyi) görür ve işitirim.”313 Burada yüce Allah, peygamberleri Mûsâ ve Hârun’a tevhid dâvetinin metodunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu hususu üç maddede özetlemek mümkün:
1- Öncelikle yüce Allah, tevhid dâvetine muhatap olan şahıslar, güçler, otoriteler vs. ne kadar güçlü olursa olsunlar, ne kadar tuğyankârlık/azgınlık yaparlarsa yapsınlar, ne kadar zâlim olurlarsa olsunlar... Tevhid erlerinin onlardan
305] 20/Tâhâ, 9-98
306] 10/Yûnus, 75
307] 28/Kasas, 32
308] 28/Kasas, 38
309] 79/Nâziât, 24; 66/Tahrim, 11
310] 28/Kasas, 33-34
311] 20/Tâhâ, 43
312] 20/Tâhâ, 45
313] 20/Tâhâ, 46
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkmamaları, çekinmemeleri gerektiğini belirtiyor. Çünkü o kuvvet, kudret sahibi, yüce ve büyük, cebbâr, zü’l-celâl ve’l-kemâl, kulları üzerinde kahredici güce sahip olan, bütün evreni, canlıları, eşyayı bir tek “ol” emriyle yaratan, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla donanmış olan... Yüce Allah her an onlarla beraber... Her şeyi hem gören ve hem de işiten, her şeyden haberdar olan, sonunda her şeyin kendisine döneceği Allah onlarla beraber olduktan sonra, bu dünyada güçlü gözükse bile ne yapabilir Firavun? Kızsa, azgınlık etse, köpürse de ne gelir elinden? 314
2- Tevhid dâvetçisi öncelikle kendi akîdelerinin temellerini izah etmelidir. Nitekim Hz. Mûsâ ve Hârun kendi akîdelerinin temellerini izah etmekle emrolunmuşlardır: “Haydi varın ona deyin ki: ‘Biz senin Rabbinin elçileriyiz.”315 Dâvetçi, daha ilk anda tevhid akîdesini sunmalıdır muhatabına. Kendisinin ve tüm kâinatın bir Rabbinin olduğunu, O’ndan başka ilâh bulunmadığını, yeryüzünde yegâne hâkim ve mutasarrıf olduğunu belirtmek zorundadır. Nitekim Hz. Mûsâ da, Firavun’a daha ilk anda kâinatın bir rabbinin olduğunu ve O’nun hem kendisinin, hem de bütün insanların Rabbi olduğunu belirtmiş, böylece de onun rablik iddiasının sahte ve bâtıl olduğunu açıklamıştır. Bu sahne Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilir: “O (Firavun), ‘ey Mûsâ, Rabbiniz kimdir sizin?' dedi. Mûsâ da ona: ‘Rabbimiz her şeye varlık veren, sonra doğru yola eriştirendir’ dedi.” 316
Mûsâ (a.s.), Firavun’un sorduğu soruya Allah’ın sıfatlarından “yaratıcı” ve idare edici” sıfatlarını sayarak cevap veriyor. Çünkü bu sıfatlar, Rabbimizin bütün mevcûdâta varlığını verip ve onu bugünkü şekliyle yarattığını, ayrıca bu yarattığı şeylere neler yapmaları gerektiği fikrini öğrettiğini belirtirler. Aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in Mûsâ’dan (a.s.) söz ederek anlattığı Allah’ın bu vasıfları, kâinatı idare eden Yüce Yaratıcı’nın ulûhiyet eserlerini de en mükemmel şekilde özetlemektedir. Bütün varlıklara varlığını verip, bütün yaratıkları yarattığı şekilde halkederek yaratılış gayesini gösteren vazifelerini bilmeyi de ihsan etmesi ulûhiyetin eserlerinin en mükemmel ifadesidir. İnsanoğlu dikkatini toplayarak gücü yettiği nisbette çevresindeki şu büyük mevcûdâta atf-ı nazar ettiği zaman, büyük-küçük her varlıkta, en küçük zerreden en büyük kürreye kadar, en basit hücreden en gelişmiş hayat şekline kadar bütün canlı varlıklarda ibdâ edici kudretin eserlerini bütün açıklığıyla görür. 317
Hz. Mûsâ, her şeyden önce bu perspektiften bakarak Firavun’a Tevhid akîdesini sunmayı bir gereklilik olarak görmüştü. Çünkü Firavun: “Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?”318 sözüyle her ne kadar kendisinin halkının tek ilâhı olduğunu veya Mısır’da başka hiçbir şeye tapılmadığını kasdetmemiş, bu sözü ile Allah’ın elçiler göndererek emirler vermesi ve yeryüzündeki siyasî hükümranlığına müdahale etmesi olayını reddetmeyi319 kasdetmiş ise de, o kendisinin sadece Mısır’ın değil; teoride bütün insanlığın siyasî anlamda yeryüzündeki rabbi, yani hâkimi olduğunu iddia ediyordu. İşte bu iddianın önüne geçmek için Hz. Mûsâ ona, kendisine itaat etmesi için bir elçi gönderen başka bir varlığın, yani Allah’ın her varlığı
314] S. Kutub, Fî Zılâl, c. 10, s. 44
315] 20/Tâhâ, 47
316] 20/Tâhâ, 49-50
317] Seyyid Kutub, a.g.e., c. 10, s. 46
318] 20/Tâhâ, 49
319] Mevdudi, Tefhim, c. 3, s. 227
MÛSÂ (A.S.)
- 85 -
yarattığını, her varlığa varlığını veren ve onu bulunduğu şekilde halk edenin Allah olduğunu belirtmiştir. Ayrıca yüce Allah’ın insanı yaratarak, yapması gereken görevi bildirdiğini tebliğ etmiştir. Kısacası, bu tebliğin özü şu idi: Bir tek ilâh vardır, o da Allah’tır. Allah ki, her şeyi yaratan, sonra da doğru yola götüren Rabbimizdir.
3- Tevhid önderleri, kendi öğretilerinin, yahut müslümanların selâmeti için yapmak istedikleri fiillerin mâhiyetini, kısacası ortaya koymak istedikleri işlerin ana gayesini açıklamak zorundadırlar. Hz. Mûsâ ve Hârun, Firavun’a gittikleri vakit, ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında Allah’ın birliğini belirttikten, kısaca Tevhid akîdesini özetledikten sonra kendi risâletlerinin mâhiyetini açıklamışlardır: “Artık İsrâil oğullarını bizimle gönder ve onlara azap etme!”320 Diyebiliriz ki, Hz. Mûsâ, Firavun’un önüne iki mesajla çıktı: Birincisi, Allah’a itaat etsin, İslâm’ı ve İslâm’ın özü olan Tevhid akîdesini kabul etsin; ikincisi, eskiden müslüman olan İsrâil oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun, Allah Teâlâ’dan aldıkları görev, tâlimat ve usûlle Firavun’a gittiler. Ona gerçek ilâh, gerçek Rab ve gerçek ma’budlarından mesajlar sundular: “Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim. Bana Allah’a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder.”321 Bunun üzerine Firavun, Hz. Mûsâ’ya: “Âlemlerin rabbi de nedir? dedi.”322 Hz. Mûsâ: “Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz, bilin ki, O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulananların Rabbidir.”323 dedi. Firavun, saltanatı ayakta tutmak ve Hz. Mûsâ’yı da halkının yani İsrâil oğullarının gözünden düşürmek, onun peşinden gitmelerini engellemek için çeşitli hile ve desiselere başvurma yoluna gitti. Bu hile ve desiselerin tabii sonucu olarak çevresindekilere şöyle hitap etti: “Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir.”324 Hz. Mûsâ’ya da: “Benden başka tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindanlık ederim.”325; “Sen bizi, babalarımızdan bulduğumuz yol üzerinden çevirmek için mi geldin? Yeryüzünde saltanat ikinize mi ait olacak? Biz ikinize de iman etmeyiz.”326 Ve “Ey Mûsâ! Ben seni büyülenmiş sanıyorum”327 dedi.
Firavun, kendi mevki, makam ve düzenini korumak için İsrâil oğullarına Hz. Mûsâ’yı sihirbaz olarak tanıtmaya başladı. Kendi meşhur sihirbazlarını çağırdı. Onlardan Hz. Mûsâ ile bir yarışma düzenlemelerini ve onu yenmelerini istedi. Bununla Hz. Mûsâ’yı ve onun Tevhid dâvetini halkın gözünde küçük düşürmek istedi. Ne var ki sihirbazlar Mûsâ’nın (a.s.) Allah’tan aldığı mûcizeler karşısında yenilerek secdeye kapandılar ve şöyle dediler: “Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Hârun’un Rabbine iman ettik.”328 Sihirbazların büyük bir topluluk içinde, kalabalık bir grup halinde Mûsâ’ya (a.s.) inanmaları Firavun’un hâkimiyetini, tanrılık iddiasını sarsmış ve halkın Firavun korkusunu azaltmıştı. Bunun farkına varan Firavun, durumu kurtarmak için mü’minlere kızdı, hiddetle çıkıştı, onlara ceza
320] 20/Tâhâ, 47
321] 7/A’râf, 104-105
322] 26/Şuarâ, 23
323] 26/Şuarâ. 24
324] 26/Şuarâ, 27
325] 26/Şuarâ, 29
326] 10/Yûnus, 78
327] 17/İsrâ, 101
328] 26/Şuarâ, 47-48
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermeye kalkıştı, Yerinden fırladı ve bağırdı: “Ben size izin vermeden ona inandınız ha?!”329; “Andolsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sizi hurma kütüklerine asacağım. Hangimizin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu bileceksiniz.!” 330
Firavun’un bu açık ve korkunç tehdidi Hz. Mûsâ, Hz. Hârun ve onlarla beraber olan mü’minleri yıldırmadı. Bilakis bu tehditler onların imanlarını kuvvetlendirdi. Çünkü Tevhid inancı, Allah'tan başka hiçbir otoriteyi tanımamak, hiçbir güçten korkmamak ve hiçbir tehditten dolayı yılmamaktır. Bu şuuru taşıyan muvahhid mü’minler Firavun’un karşısında şöyle haykırdılar: “Biz seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap; sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin!”331 “Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimiz’e döneceğiz. İman edenlerin ilki olmamızdan ötürü Rabbimiz’in kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız.”332
Hem sihirbazların ve hem de halkın Tevhid akîdesine yönelmeleri Firavun’u iyiden iyiye çileden çıkardı ve onu fena şekilde azdırdı: “Bırakın beni de Mûsâ’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvara dursun. O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesad/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.”333 Hz. Mûsâ, Firavun ve yandaşlarının ıslah olmaz hallerini görünce Rabbine yöneldi. Suçlu bir millet karşısında kendilerine yardım elini uzatması için Rabbine yakardı.334 Allah, Mûsâ’nın (a.s.) bu yakarışına şöyle cevap verdi: “Kullarımı geceleyin yürüt! Şüphesiz takip edileceksiniz.”335; "Denizden onlara kuru bir yol aç; batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endişelenme!” 336
Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarını bir gece topluca Filistin’e doğru yola çıkardı. O, mü’minleri Firavun’un zulmünden uzaklaştırmak için çaba sarfediyordu. Fakat Firavun, Hz. Mûsâ’nın milletini Mısır’dan çıkarmak üzere yola çıkardığını haber alınca, ordusuyla derhal onları takip etmeye başladı. “Güneş üzerlerine doğarken onların ardına düştüler.”337 “Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla (Hz. Mûsâ ve milletinin) ardına düştüler.”338 Bunun üzerine vahiy geldi Mûsâ’ya: “Asanla/ deyneğinle denize vur!”339 Hz. Mûsâ emre uydu. Bastonuyla denize vurdu. “Hemen deniz ikiye bölündü. Her parçası yüce bir dağ gibiydi sanki.”340 Mûsâ (a.s.) Allah’tan şu emri aldı: “Denizi de açık bırak. Çünkü onlar bir ordu halinde boğulmuş olacaklardır.”341 Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış! 342
Firavun ve ordusu denizde boğulmaktaydı. Firavun boğulacağını anlayınca şöyle bağırmaya başladı: “İsrâil oğullarının iman ettiğinden başka ilâh olmadığına
329] 7/A’râf, 123
330] 20/Tâhâ, 71; 7/A’râf, 124; 26/Şuarâ, 49
331] 20/Tâhâ, 72
332] 26/Şuarâ, 50-51
333] 40/Mü’min, 26
334] 44/Duhân, 22
335] 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23
336] 20/Tâhâ, 77
337] 26/Şuarâ, 60
338] 10/Yûnus, 90
339] 26/Şuarâ, 63
340] 26/Şuarâ, 63
341] 44/Duhân, 24
342] 20/Tâhâ, 78
MÛSÂ (A.S.)
- 87 -
inandım. Artık ben O’na teslim olanlardanım.”343 Bu âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, Firavun’un daha önce “...Ey ileri gelenler, ben sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum”344 ve Mûsâ’ya (a.s.) hitaben: “Andolsun, eğer benden başka bir ilâh edinirsen seni muhakkak ve kesinlikle zindana girenlerden ederim.”345 şeklinde söylediği sözlerle kastı, kendinden başka bütün ilâhları, özellikle de Allah’ı inkâr etmek değil; gerçek maksadı Hz. Mûsâ’nın dâvâsını red ve iptal etmektir. Mûsâ (a.s.) rubûbiyetini sadece tabiat üstüne inhisar ettirmekle kalmayıp emretme ve nehyetme gücüne sahip medenî ve siyasî manaları ile üstün hüküm ve kuvvet sahibi bir ilâha dâvet edince, Firavun kavmine: “Ey kavmim, sizin için bu türden bir ilâh olarak benden başkasını bilmiyorum” dedi ve Hz. Mûsâ’yı kendisinden başkasını ilâh edinirse hapse atmakla tehdit etti. 346
Evet, Firavun ve ordusu denizde boğuldu. Firavun, bu hengâmede dalgalar arasında, boğulmakla yüz yüze, ölümle burun buruna gelince iman ettiğini, yani Allah’a inanarak Tevhid akîdesini kabul ettiğini ilân etti. Fakat imanı ve tevbesi ona fayda vermedi:“Şimdi mi inandın? Oysa daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin!”347 Rabbimiz, çaresizlik içerisinde, başka tutunacak dalın kalmadığı bir anda başvurulan iman etme olayını kabul etmedi. Çünkü yeis/ümitsizlik halinde iman etme makbul olamazdı. Bunca zulüm ve fesâdı böylesi bir anda, boğulurken söylenen “inandım” sözü nasıl silerdi? Firavun ve yandaşları ilâhî tokadı yedi. Hz. Mûsâ ve beraberindekiler kurtuldu. Firavun ve yandaşları ise suda boğuldu. Zira bu değişmeyen ve değişmeyecek olan ilâhî kanundur. Mü’minler kurtulur; kâfirler helâk olur. Fakat bir şartla: Tevhid dâvetinin açık-seçik, bütün netliğiyle insanlara sunulması. Bu şart yerine getirilmeden mü’minlerin galip gelmesi ve kâfirlerin de helâk olması beklenemez.
“Mûsâ’yı ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri boğduk.”348 Mûsâ (a.s.) bunca eziyetlere katlanarak milletiyle birlikte denizden geçmiş ve Mısır’a nisbetle daha tehlikesiz bir toprağa ayak basmıştı. Mûsâ’nın (a.s.) mücadelesi, bundan böyle kendi öz kavmi İsrâil oğullarıyla olacaktı. Mûsâ (a.s.) ve İsrâil oğulları Filistin’e doğru ilerlerken “kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine ‘Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!” dediler.”349 Mûsâ (a.s.) asıl Tevhid mücadelesinin daha yeni başladığını hissetti. Olacak şey miydi Firavun belâsından yeni kurtulmuş bir toplumun Rabbinin öğretileriyle kuşanmış bir peygamberden, bir Tevhid önderinden kendilerine put yapmalarını istemesi? Bu yüzden toplumuna döndü ve onlara şöyle hitabetti Hz. Mûsâ: “Doğrusu siz koyu câhil bir toplumsunuz.”350 Putlara tapan Amalika kavmine işaret ederek: “Şunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır ve yaptıkları şeyler bâtıldır/boşa çıkmıştır. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken size Allah’tan başka bir ilâh/ tanrı mı arayayım?” 351
343] 10/Yûnus, 90
344] 28/Kasas, 38
345] 29/Şuarâ, 29
346] Bkz. Mevdûdi, Kur’an’da Dört Terim, s. 68
347] 10/Yûnus, 91
348] 26/Şuarâ, 66
349] 7/A’râf, 138
350] 7/A’râf, 138
351] 7/A’râf, 139-140
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber put yapar mıydı? Peygamber ancak put kırardı. Kişileri putlara tapmaktan alıkoyardı. Allah’a kulluk yapmaya çağırırdı. Çünkü put, Allah düşüncesinin ve tevhidin karşıtıdır. Allah ve tevhid düşüncesi insanın içine dolmadan kişinin kendi kendisini aşması mümkün olmaz; kendi kendisini aşmadan da bunalımlardan kurtulma imkânı yoktur insanın. Hem put nedir ki? Taş. Taş, insandan üstün olamaz ki! Hatırlamanın, saygı duymanın taşla hiçbir ilgisi de yoktur. Heykel, saçmalığın taşlaşmasıdır; ilkelliğin de simgesi. 352
Bundan sonra Mûsâ (a.s.) Mikat’a dâvet edildi. Orada kendisine Tevhid dininin esasları öğretilecekti: “Mûsâ ile otuz gece (için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb’in tâyin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.”353 Mûsâ (a.s.), kırk gün sürecek olan Mikat yolculuğuna çıkmadan önce kardeşi Hârun’u (a.s.) yerine vekil tâyin etti. Ve ona: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et; bozguncuların yoluna uyma!”354 dedi. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya Mikat’ta öğütte bulundu: “Mûsâ için nasihat ve her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini levhalarda yazdık (ve dedik ki): ‘Bunları kuvvetle tut, kavmine de onu en güzel tutmalarını (gereği ile amel etmelerini) emret. Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu (nasıl harâbeye çevirdiğimi) göstereceğim.”355; "Mûsâ’nın ardından kavmi, zînet takımlarından, böğüren bir buzağı heykelini (yapıp tanrı) edindiler.”356 Onlar buzağıya tapınırken Hârun (a.s.) onların yanında bulunuyordu. Ne var ki onları bu kötü ve çirkin sapıklıktan alıkoyamadı. “Mûsâ, kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?’ dedi. (Tevrat’ın yazılı olduğu) levhaları yere attı ve kardeşinin (Hârun’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi,) ‘Annemin oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!’ dedi.” 357
Mûsâ (a.s.) şiddetli bir şekilde öfkelendi. Çünkü kavmi kendisinden sonra Tevhid’i bırakıp şirke düşmüştü. Allah’ı bırakıp buzağıya ibâdet etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ levhaları atıp kardeşinin başından tutarak kendine doğru çekti. Bu hareket, Hz. Mûsâ’nın kapıldığı infialin şiddetini ifade ediyor. Attığı bu levhalarda Rabbi’nin kelimeleri vardı. Atamazdı onları, ama kızınca kendisini kaybetti.358 Anlaşılıyor ki Hz. Mûsâ, asıl din olan Tevhid’in ihlâli karşısında esas meseleyi şiddet ve öncelikle halletmek için tafsilâta ait olan, muhtevâ olarak insanlara hidâyet ve rahmet prensiplerini içeren levhaları muvakkaten (geçici bir süreyle) bir tarafa bırakmış ve ilk iş olarak Tevhid’e taalluk eden büyük bir ihtilâl karşısında teferruatla uğraşmanın yanlış olacağı kanaatine varmıştır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmemekle beraber,359 şirk koşanların amellerinin de boşa gideceğini açıkça beyan etmiştir.360 Zira şirk, iyi işleri yok eden çok çirkin bir günahtır. Bu gerçeğin farkında olan Hz. Mûsâ da kavminin öncelikle i’tikadını düzeltmeyi, daha sonra da bu sağlam i’tikad/inanç ve düşünce gereği
352] Nuri Pakdil, Batı Notları, Edebiyat Y. s. 22
353] 7/A’râf, 142; 2/Bakara, 51
354] 7/A’râf, 142
355] 7/A’râf, 145
356] 7/A’râf, 148
357] 7/A’râf, 150
358] S. Kutub, Fî Zılâl, 6/265
359] 4/Nisâ, 48; 5/Mâide, 72
360] 6/En’âm, 88; 7/A’râf, 147
MÛSÂ (A.S.)
- 89 -
amel etmelerini sağlamayı amaç edinmiştir. Zaten bütün peygamberler aynı noktadan, yani “iman”dan başlamışlardır işe. İnsanların kafalarındaki câhiliyye tortularını, küfür pisliklerini ve şirk artıklarını temizledikten sonra amele taalluk eden konulardan bahsetmişlerdir.
Demek ki, buzağı putu meselesi Mûsâ’nın (a.s.) Tevhid mücadelesinde büyük karşı ihtilâl/devrim, Elmalılı merhumun deyimiyle Tevhid’in ihlâli; tevhidin ihtilâli/karşı devrimiydi. Ancak Hz. Mûsâ, gerek kendi döneminde ve gerekse de kendisinden sonraki bütün dönemlerde şirke karşı mücadele verecek Tevhid erlerine bir örnek, bir numûne-i imtisal olarak bu vahim olay karşısında teferruatla kendisini oyalamadı, şirkin üzerine gitti ve kavmini öncelikle bu kötü durumdan kurtarma yolunu seçti. Bu yüzden levhaları muvakkaten (geçici kısa bir süre) bir kenara bıraktı. Yeniden Tevhid dinine dâvet etmeye başladı kendi kavmini. Benî İsrâil’in tarihinden çıkarılacak en büyük ders, budur. 361
Hz. Mûsâ’nın Dâvet Konusuyla İlgili Duâları
a-Sadrının Şerhi (Ruhuna genişlik Verilmesi)
“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Mûsâ: Rabbim! dedi, göğsüme (ruhuma) genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir ver. Kardeşim Hârun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece Seni bol bol tesbih edelim. Ve bol bol zikredelim/analım Seni. Şüphesiz Sen bizi görmektesin.' Allah: 'Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” 362
Peygamber yolunun vârisi olmaya çalışan her dâvetçi ve tebliğcinin bu konulardaki kendi eksikliklerini fark etmeleridir bu duâlardan yansıyanlar. Ve Allah’tan bu konuda destek ve yardım isteyeceği hususlardır bu duâlarda istenenler. Hz. Mûsâ, dâvet ve tebliğ emrini aldıktan sonra, Rabbinden ilk adımda “sadrını şerh etmesini” (genişletmesini) istemiştir.363 Bunun, kendisinde eksikliğini hissettiği bir niteliğin talebi anlamına geldiği anlaşılıyor. Bunun ne olduğuna yine Kur’an, “sadrın dayk olması” yani göğsün daralması âyetiyle364 işaret etmektedir. Bazı müfessirler, bunun izahını; “onlara götürdüklerinin yalanlanmasından dolayı infiâle kapılarak kalbin daralması, ruhun sıkılması” olarak açıklıyorlar.365 Hâlbuki infiâle kapılmak, bir sonuçtur. Bunun temelindeki asıl neden, olaylara; sebeplere dayalı olarak değil de; iman gözüyle bakılmasıdır. Nitekim Hz. Mûsâ da kendisinin bu özelliğini bildiğini, dünyevî destek olarak hemen ilk planda sadrının şerh edilmesini talep ettiğini Kur’an bize haber veriyor.
Hz. Mûsâ’da böyle bir psikolojinin oluşumunun, yalan ve fesada dayalı bir ortamda uzun süre kalmasıyla bağlantılı olduğu söylenebilir: Bebekliğinden itibaren birkaç kez Firavun tarafından öldürülmek istenmiştir. Firavun’un sarayında çocukluğunun geçmesiyle, onun nice zulümlerine şahit olmuştur. Hz. Mûsâ, sadrının şerhi duâsıyla, göğsünün genişletilmesini, gelecek yüklere tahammüllü olması ve tebliğ yolunda meşakkatlere sabredebilmesi için kalbine genişlik verilmesini, böylece Hak’tan başka hiç kimseden korkmayan ve Allah’ın izni
361] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 90-100
362] 20/Tâhâ, 24-36
363] 20/Tâhâ, 25
364] 26/Şuarâ, 13
365] Beydavî, Envâr, IV/465
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadıkça hiç kimsenin kendisine zarar vermeyeceğini bilen bir kimse haline gelmesini istediği anlaşılıyor.
b- İşinin Kolaylaştırılması
Hz. Mûsâ’nın tebliğe başlama emrinden sonra duâsındaki ikinci isteği “emrinin teysîri”, yani işinin kolaylaştırılmasıdır.366 Bununla da, Firavun’a İslâm’ı tebliğinde, gerekli sebeplerin oluşması ve engellerin kaldırılması suretiyle işinin kolaylaştırılmasını talep ettiği anlaşılıyor. Zira kendisine gönderildiği kral, yeryüzünün en güçlü, en ceberut, küfür konusunda en şiddetli, asker olarak en büyük orduya sahip ve tuğyanda/azgınlıkta en ileri gitmiş, kendi halkı için kendisinden başka ilâh tanımayan bir kraldır. Hz. Mûsâ, büyüme dönemini onların yanında, hatta yer yer Firavun’un odasında tamamlamış, sonra onlardan birini öldürmüş, onların da kendisini öldüreceğinden korkarak kaçmış, sonra Rabbi onu onlara, tevhide, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete dâvet için göndermişti. Bu nedenle işi son derece zordu. Bu sebeple Hz. Mûsâ’nın Rabbine “Sen yardımcım ve destekçim olmazsan buna, gücüm yetmez” anlamında “Rabbim, işimi kolaylaştır.”367 dediği anlaşılıyor.
c- Dilindeki Düğümün Çözülmesi
Peygamberlerin temel görevlerinin tebliğ olduğunu biliyoruz. Bu konuda onların sahip olmaları gereken en etkin güçleri dilleri, konuşma yetenekleridir. Zira insanlara ulaştırılması istenen hakikatler, kelimeler, cümleler halinde ve öncelikle konuşma yoluyla ulaştırılabilir. Hz. Mûsâ’nın bu konuda sıkıntısı olduğunu Kur’an, “Dilimdeki ukdeyi/dilimin bağını çöz.”368 “Lisan olarak benden daha fasih kardeşim Hârun’u benimle gönder.”369 âyetleriyle bildirmektedir. Bu durumun, yani Hz. Mûsâ tarafından yapılan talebin “Sözünün fıkhedilmesi/anlaşılması”370 amacına yönelik olduğu hemen takip eden âyetten anlaşılmaktadır.
Hz. Mûsâ’nın dilinde meydana gelen ukdenin, bebekken Firavun’a karşı yaptığı hareketin, Firavun tarafından öldürülerek cezalandırılmak istenmesi üzerine, bunu bilinçli bir şekilde yapmadığını ispat için altın veya yakutla, kor ateşten birini seçme imtihanından geçirilmesi olayında onun ateşi seçerek alıp ağzına atması üzerine meydana geldiği nakl olunmaktadır.371 Bazı rivayetlerde de Cebrâil’in Mûsâ’nın (a.s.) madene uzanan elini ateşe yönlendirdiği belirtilir. 372
İbn Abbas, İbn Mes’ûd ve sahabenin bazı ileri gelenlerinden rivâyet edilen nakle göre olayın tafsilâtı şöyledir: Hz. Mûsâ, bebekliğini geçirdiği Firavun’un sarayında, yürüyüp koşacak hale gelip biraz palazlanınca, annesi onu oynatıyor, eğlendiriyordu. Bir gün onu Firavun’un kucağına vererek: “Bu göz nurunu ve ciğerpâreni al, sev!” dedi. Firavun: “Bu çocuk benim için değil; senin için göz aydınlığıdır” karşılığını verdi. Kucağına aldığında, Mûsâ, Firavun’un sakalını tutup çekti. (Adam/Mûsâ olacak çocuk, zâlim Firavun'un düşman olduğunu bilerek,
366] 20/Tâhâ, 26
367] 20/Tâhâ, 26
368] 20/Tâhâ, 27
369] 28/Kasas, 34
370] 20/Tâhâ, 28
371] Hâkim, el-Müstedrek, II/575; Taberî, Tefsir, 16/163, Beydavî, Envâr, 4/194; nakl. A.g.e. s. 89
372] Taberî Tefsir, 16/159; Sa’lebî, Arâis, 152, nakl. A.g.e. s. 90
MÛSÂ (A.S.)
- 91 -
sakalından tutup çekmesinden belli olur.) Bunun üzerine canı yanan Firavun: “Cellatlar gelsin!” diye bağırdı. Maksadı çocuğu öldürtmekti. Karısı Asiye, hemen atılarak, yalvarıp yakardı ve öldürülmesini engelledi. 373
Asiye, şöylece idare-i kelâm etti: “(Efendimiz!) Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur veya onu evlât ediniriz. Çünkü o çocuktur, ne yaptığını bilmez. Sen, Mısır halkı arasında, zînet ve süs eşyası bakımından benden daha zengin bir kadın bulunmadığını bilirsin; ben şimdi onun için yakuttan yapılmış bir süs eşyası getireceğim; aynı anda bir de kor alıp ikisini aynı yere, yan yana koyacağım. Eğer çocuk, elini uzatıp yakutu alırsa, akıllı ve zekî biri olduğu anlaşılır, bu takdirde onu boğazlatırsın; eğer yakut ortada dururken ateş parçasını kavrarsa, çocuk olduğu ve aklının gelişmediği ortaya çıkar” dedi.
Asiye bu iş için bahis konusu ettiği yakutu getirdi ve bir de tas içine kor ateş koydu. Bu sırada Cebrail gelerek Mûsâ’nın eline ateş parçasını verdi. Mûsâ, eline aldığı koru derhal ağzına götürdü ve dilini yaktı. 374
Bu korla dili yanan Hz. Mûsâ, bu yüzden dilinde meydana gelen peltekliğe benzer bir ârıza sebebiyle çok iyi konuşamıyordu. Onun için Allah’tan kardeşinin yanına verilmesini istedi.
Birçok tefsirde yer alan bu rivâyetler doğru mudur? İşin aslını elbette Allah bilir. Bu rivâyetin İsrâiliyât olduğu, İbn Abbas’ın yahudi çevrelerinden duyup naklettiği mevkuf bir rivayet olduğu değerlendirmesi yapılır.375 Bizim tercihimiz de bu rivâyetlerin İsrâiliyât kokuyor olduğu yönündedir.
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği üzere, Hz. Mûsâ, gerçekleri Firavun’a anlatmakla görevlendirildiğinde, dilindeki pürüzün/peltekliğin giderilmesini Cenâb-ı Hak’tan dilemiştir.376 Hz. Mûsâ’nın bu konudaki istekleri hakkında, devam eden âyette şöyle buyrulur: “Allah, ‘Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.”377 Bu âyetle Hz. Mûsâ’nın bu isteklerinin kabul edildiği beyan edildiğine göre, peltekliğin de son bulduğu anlaşılmaktadır.
Firavun’un, fikrî mücadele ile yenemediği Hz. Mûsâ’nın bu insanî zaafını yüzüne vurarak onunla alay ettiğini de görüyoruz: “Firavun kavmine seslendi ve dedi: ‘Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?”378
Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluk hakkında Mevdûdî’nin tercih ettiği görüş ise daha farklıdır. Aslında bu, bir dil/lisan meselesidir. Zira Mûsâ (a.s.) İsrâil oğullarından bir İbrânî idi ve dili de Kıptîlerinkinden farklıydı. Firavun’un evinde büyümesi dolayısıyla Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbrânîce gibi konuşamıyordu. Kur’an’dan anlaşıldığı üzere, Mûsâ’nın (a.s.) anası Firavun sarayında (süt annesi ve) mürebbiye olarak bulunuyordu ve çocuğunu kendisi
373] Bkz. 28/Kasas, 9
374] Taberî, Tarih, 1/ 549-550
375] İbn Kesir, Tefsir, IV/ 515; İbn Kesir, el-Bidâye, I/307; el-Kasımî, Tefsir, I/43; nakl. A. Aydemir, Peygamberler, s. 130
376] 20/Tâhâ, 26
377] 20/Tâhâ, 36
378] 43/Zuhruf, 51-52
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyütmüştü. Mürebbiyelerin/dadıların da çocukların dili üzerinde büyük etkisi olduğu bir gerçek. Dolayısıyla annesi O’na kendi dillerini öğretmiştir.
Mûsâ (a.s.) Medyen’e kaçıncaya kadar annesiyle beraber yaşamışlardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de onun belli bir süre sonra öldüğüne veya Firavun sarayında belli süre çalışıp da sonra ayrıldığına dair herhangi bir açıklama yok. Mûsâ (a.s.) kaçınca Kıptî dilinden tümüyle uzak kaldı. Ayrıca İbrânîce konuşulan bölgeden bir hanımla evlendi. Daha sonra da Kıptî dilini konuşan Firavun’a hitap etmek üzere görevlendirildi. Bu nedenle pekiyi konuşamadığı yabancı dille mesajını iletmeye çalışmasında bu durum garipsenemez. İşte Firavun, “neredeyse söz anlatamayacak durumda” derken bunu kastediyordu. 379
d- Hârun’un Vezir/Yardımcı Olarak Verilmesi
Hz. Mûsâ’nın burada yaptığı bir diğer talebin, ailesinden, kardeşi Hârun’un kendisine vezir/yardımcı kılınması380 olduğu anlaşılıyor. Hz. Mûsâ’nın bu talebi, Hârun’un “kendisinden lisan olarak daha fasih”381 olması, “tasdik eden/doğrulayan bir yardımcı”382 ve “beraberce Rabbi bol bol tesbih ve tezekkür etmeleri/anmaları”383, “sırtının/arkasının güçlenmesi ve işine iştirak etmesi/ortak olması”384 için istediği Kur’an tarafından bildirilmektedir.
Hz. Mûsâ’nın fiilî tebliğ hareketinde Hârun’un gerek İsrâil oğulları, gerekse Firavun nezdindeki etkinliğinden yararlanmak istediği anlaşılıyor. Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın Hârun’u yardımcı olarak istemesinde bir diğer sebep olarak, en az on yıldır Mısır’dan uzak kalması da gösterilebilir.
Peygamberlerin, tebliğ faâliyetlerinin sürekli insanlarla uğraşma zorunluluğu, onların dünyevî problemleri; Rabbin zikri ve tesbihi süresinde kısıtlamalar yapılmasını gerektirebilir. Bu konuda peygambere yapılacak yardım, zikre rağbeti artırabileceği gibi, ilmin çoğalması sonucunu da sağlar. Bu bakımdan âyette zikrolunan “Böylece Seni bol bol tesbih edelim, bolca analım.”385 âyeti “Onu işimde ortak kıl. Onunla arkamı güçlendir.”386 âyetlerinin nihâî varmak istediği hedefi olmaktadır. Ve Hz. Mûsâ’ya bu talep ettiklerinin verildiğini Kur’an açıkça belirtir. 387
Hz. Mûsâ’nın Tâğutla Mücadelesinden Dâvetçiler İçin Çıkarılacak Bazı Dersler
Dâvâ adamı dâvetçinin Kur'an prensiplerini çok iyi bilmesi ve bunların pratik modelleri olan peygamberlerin hayatlarından ve mücadelelerinden örnek almaları, olmazsa olmaz bir şarttır. "O peygamberler ki Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter."388
379] Mevdûdi, Kur’an’da Firavun, s. 246-247
380] 20/Tâhâ, 29-30
381] 28/Kasas, 34
382] 28/Kasas, 34
383] 20/Tâhâ, 33-34
384] 20/Tâhâ, 31-32
385] 20/Tâhâ, 33-34
386] 20/Tâhâ, 31-32
387] 20/Tâhâ, 36; Ali Sayı, Hz. Mûsâ, 86-92
388] 33/Ahzâb, 39
MÛSÂ (A.S.)
- 93 -
"Allah dilerse bu dini fâcir/sapık bir adamla da kuvvetlendirir." Allah, Firavun'un iktidar ve saltanatını yıkmakla görevli düşmanını sarayında elleriyle besletip büyüttü. Zâlim ve tâğut, kendisi farkında olmasa da Allah isterse, onun vasıtasıyla da hakkı ortaya çıkarır veya hâkim kılar. Her fabrikadan zaman zaman imalât hataları çıkar, marangoz hatası olarak zâlimin kucağında âlim, tâğutun sarayında o saltanatı yıkacak bir peygamber yetişebilir.
Allah, dâvâ adamı elçilerini özel şartlarda yetiştirir, olgunlaştırır. Onların peygamberlik dönemleri olduğu kadar, nübüvvet öncesi hayatları, yetişme ve olgunlaşmaları da dersler çıkartılacak alanlardır. Onların izini takip eden tebliğ ve dâvet adamına, mücahid ve devrimciye peygamberler çocukluklarından vefatlarına kadar daima yol göstermektedir. Hz. Mûsâ'nın yetişme ve hazırlık devresi de bizim için büyük örnekler ve dersler taşımaktadır. O, düşmanını tanıma yönünden daha çocukluğundan itibaren hazırlandı. Saray hayatını tanıdı, yönetim ve egemenlik işlerini, bürokrasiyi yakından gördü. Sosyal statü olarak en üst sınıf olan saray hayatından çobanlık gibi o toplum için en altta kabul edilen sınıfa kaderin cilvesi olarak muhâtap oldu. Dolayısıyla her grubun, her sınıfın problemlerini yakından öğrendi. Rahatlıkla da zorlukla da imtihan oldu.
Hemen her peygamberin çobanlık yaptığını biliyoruz. Mûsâ (a.s.) da, Hz. Şuayb'ın yanında geçen 8-10 yıl, çobanlıkla meşgul olmuş, doğayı, arzı ve gökleri yakından inceleme fırsatı bulmuş, tefekkür için müsait ortam içinde yaşamıştır. Medyen'de sâlih bir kişinin yanında yaşadı. Bu hayatı, Firavun'la girişeceği zorlu mücadelenin sıkıntılarını göğüsleyebilme hazırlığıydı. Hayat mektebinde sâlih ve olgun bir öğretmenin özel eğiticiliğinde eğitildi. Bu eğitim ve hazırlık, öncülerin hayatın içinde eğitilmelerinin önemine işarettir. Sarayda yaşadığı zamanda da hak tarafını tutuyor, ezilmiş mazlum insanlara yardım etmeyi kendine görev biliyordu. Kavga eden iki kişiden mazlum olanın yanında yer alması ve hayatını bu konuda riske atması da bunun bir örneğidir. O her zaman hak tarafında ve ıslah edici idi.
Allah Teâlâ, Mûsâ’dan (a.s.) elçisi olarak Firavun’a gitmesini istemiştir. Hz. Mûsâ ile Firavun ve kavmi arasında bir sorun vardı. Mûsâ (a.s.) konuşurken kekeliyor, bazen zorlanıyordu. Mûsâ (a.s.) Rabbinin kendisine bu görevi vermesi üzerine O’ndan kardeşini de risâlet tebliği görevine katmasını istedi. Allah da onun bu isteğini olumlu karşıladı ve iki kardeşten Firavun’a giderek onunla yumuşak bir üslûpla, tatlı dille konuşmalarını istedi. Ve Firavun’a gittiler. O ikisiyle Firavun arasındaki diyaloglar çok çeşitli ve renkli geçmiştir. Firavun, diyaloglarında sürekli konu değiştirmek istemiş ama Mûsâ (a.s.) zekâ ve ferâsetiyle onu engellemiştir. Aralarındaki diyalog, uzun süre devam etmiştir. Biz bu diyaloglardan dâvet üslûbumuzda yararlanabileceğimiz şu noktaları çıkartabiliriz:
1- Dâvetçi, nebevî bir sorumluluğa çağrıldığında olumlu karşılık vermelidir. Psikolojik durumu ne olursa olsun -korkulu, kaygılı- bunu gerekçe göstererek sorumluluktan kaçma cihetine gitmemelidir. Aksine sorumluluk konusunu Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi iyi düşünmeli ve Rabbine yakararak gücünün nelere yetebileceğini samimi olarak itiraf etmelidir. Allah’tan eksikliklerini gidermesi ve kendisini takviye etmesini niyaz etmelidir. Rabbine ve O’nun yardımına karşı sürekli mânevî bir güven duygusu içinde olabilmesi için bunu yapmalıdır. Sonra Allah’tan tebliğde kendisine yardımcı olabilecek birilerini kendisiyle beraber
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görevlendirmesini istemelidir. Biz bu âyetlerden şu dersleri çıkartmaktayız: Müslüman dâvetçi, faâliyetinde başkalarından yardım istemesini engelleyecek derecede bireysel ve kişisel düşünmemelidir. Böyle bir teklif, başkalarından geldiğinde iyice düşünerek bunu kabul edebilmelidir. Kesinlikle bağımsız hareket etme övüncünü hesaba katarak aksi şekilde davranmamalıdır. Başkalarıyla birlikte çalışmanın kendi eksikliğine yorumlanacağını da düşünmemelidir.
Bunun sebeplerine indiğimizde şunu görürüz: Tebliğ faâliyetinde mesele, belli kişileri ilgilendiren özel bir mesele değildir. Dolayısıyla tebliğle ilgili sorumlulukların, özel ve kişisel hesaplar dairesine sokulması mümkün değildir. Burada temel mesele, inanılan ve düşünce ve sorumluluğu yüklenilen dâvâ meselesidir. Başarı veya başarısızlık, kişileri değil; ümmeti ilgilendiren konulardır. Bu yüzden dâvetçiye düşen; dâvet sorumluluğuyla ilgili hesap yaparken hedefe ulaşmada katkısı olacak bütün unsurları devreye sokmasıdır. Bu unsurlar, yardımlaşabileceği şahıslar olabileceği gibi, çeşitli fiziksel araçlar da olabilir. Mûsâ’nın (a.s.) Rabbiyle diyalogundaki konumu ve Hârun’un (a.s.) kendisiyle birlikte gönderilmesi isteği, ondaki sorumluluk bilincinin ne derece yüksek olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir. O, Allah’a karşı öyle samimi ve açıktır ki kardeşinin de bu sorumluluğa ortak edilmesi isteğini dile getirmekten çekinmemektedir. Unutmayalım ki, Allah’ın peygamberi dahi eksiklik hissederek bunu açıkça ifade etmektedir.
İslâmî tebliğ faâliyetini kişisel itibarlar ve bencillikleri açısından düşünen kimseler için Hz. Mûsâ’nın bu davranışında büyük bir ders vardır. Bencillik ve kişisel düşünce, insanı, kim olursa olsun diğerleriyle yardımlaşmaktan ve yardım istemekten alıkoyar.
2- Allah dâvetçiden daima şunun bilincinden olmasını istemektedir. Allah kendisini işitmekte, görmekte; düşmanlarının da tehditlerini duymakta ve yaptıklarını da görmektedir.389 Bu bilinç, müslüman dâvetçinin tavırlarında güçlü olmasını sağlayacak, düşmanlarının tehditleri karşısında zayıflama eğilimine girer girmez bunu hatırlayıp güçlenecektir. Bu bilinçle hareket eden dâvetçi, yalnızlık duygusuna kapılmayacak ve ne suretle olursa olsun çözülmeyecektir.
3- Dâvetçi, dâvetinde muhataplarının kalplerini ve düşüncelerini Allah’ın kelâmına açacak bir üslûp izlemeli, konuşurken netlik, kararlılık ve şefkat içeren sözcükleri özellikle seçmelidir.390 Ağır ve karmaşık kelimelerden mümkün olduğunca kaçınmalı, kaygı ve tehdit duygusu uyandıracak zıtlaşma üslûbundan uzaklaşmalıdır.
Bunun sebeplerine indiğimizde peygamberî tebliğ çizgisinin temelde iki gerçekten hareket ettiğini görürüz:
a- Dâvetçiler, dâvet ettikleri kimselerin önüne hakla buluşup onu anlamalarına mâni olacak psikolojik veya düşünsel engeller koymamalıdırlar. Böyle yaparak onların inkâr ve inatları için gerekçe sahibi olmalarına mâni olmalıdırlar. Deliller açıkça ortaya konduktan ve hak açıkça tebliğ edildikten sonra, onların hiçbir hüccetleri kalmayacaktır: “Ta ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra helâk
389] 20/Tâhâ, 46
390] Bkz. 20/Tâhâ, 44; 3/Âl-i İmran, 159
MÛSÂ (A.S.)
- 95 -
olsun; Sağ kalan da bu açık delilden sonra yaşasın.”391
b- Şuna inanmak gerekir ki, insan Rabbine ne kadar başkaldırsa, isyan ve azgınlıkta bulunsa da hak çağrılarına ve iyilik olgusuna daima sıcak yaklaşır. Bu, Allah’ın insan üzerine yarattığı fıtratın bir gereğidir. Bu boyut, her insanın derinliklerinde vardır. İyilik ve tatlı sözler duyduğu bazı anlarda ise uyanır. Bu nedenle bize düşen, sapıklığı ve yoldan çıkmışlığı hangi boyutta olursa olsun her insana güzel söz söylemek ve sevgiyle dolu iyiliklerden bahsetmektir. Sevgi ve iyilik faktörlerinin onun derinliklerinde yatan mânevî ve rûhî özelliklerle buluşup hidâyete açılmasını sağlaması hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a.s.) ile Hârun’a (a.s.) Firavun’u uyarma sorumluluğunu yüklemesinin sırrı da bu olsa gerektir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ ile kardeşinden Firavun’a karşı yumuşak konuşmalarını istemektedir. Belki de iyilik olgusunu hatırlayarak ibret alabilir ve yaşadığı karanlık hayatın sonunda Allah’ın katında karşılaşacağı acı azabı düşünerek doğru yola gelebilirdi. 392
Tur’daki birinci mükâleme akabinde Hz. Mûsâ’ya, Firavun ve meleine gittiklerinde hangi usulle ve hangi amaca hizmet etmek için hareket edecekleri “ona kavl-i leyyinle (yumuşak üslûpla ve tatlı dille) konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.”393 âyetiyle öğretilmiştir. Bu âyet, bazı şeylerin duyurulmasının yanında, ondan çok, bu ifade olunacakların usûl ve üslûbunu belirtmektedir. Müfessirler, “kavl-i leyyin”le ifade edilen bu emrin; incelikli, yumuşak, yaklaştırıcı kelâm olduğunu belirtmektedirler. Zira nefislerde etkili ve beliğ olanın da bu olduğu açıktır. Yine bu konuda “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”394 âyeti benzer üslûbu emretmektedir.
“Kavl-i leyyin”, yani yumuşak üslûptan amacın, Firavun’un tezekkür etmesi, aklını başına alması, nasihat ve öğüt alması, iz’ana gelmesi, ve haşyet etmesi, yani inkârının onu helâke ve felâkete götüreceğini anlayarak korkması ve teslim olması olduğu anlaşılıyor.
Burada, tezekkür ve haşyet etmeyeceği, aklını başına alıp korkmayacağı ve dolayısıyla teslim olmayacağı Allah’ın ilminde belli olan Firavun gibi bir kimsenin nasıl bunları yapabileceği sorusu akla gelebilir. Buna, Allah’ın kazâsının ancak gerekenler yapıldıktan sonra tecellî edeceği ve ancak bu şekilde karşı tarafın mâzeretinin ortadan kalkacağı görüşüyle cevap verilebilir. Nitekim bu durumu, “Eğer onları senden önce azab ile helâk etseydik onlar, “ey Rabbimiz, bize bir rasul/peygamber gönderseydin de, senin âyetlerine ittibâ etseydik’ derlerdi.”395 âyeti açıkça ortaya koymaktadır.
Yine Hz. Mûsâ’dan Firavun’un tezkiyesi, Rabbine yönelmesi ve ulaşması, ona rehberlik yapması, onu bu yöne irşâd etmesi de istenmiştir. “Firavun’a git! Çünkü o tuğyân etti. De ki: ‘Tezkiyeye/arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu hidâyet edeyim/göstereyim de, O’ndan kork.”396 Hz. Mûsâ’nın Firavun’a karşı, diğer görev391]
8/Enfâl, 42
392] M. Hüseyin Fadlullah, Kuram ve Eylem, c. 2, s.141-144
393] 20/Tâhâ, 44
394] 16/Nahl, 125
395] 20/Tâhâ, 134
396] 79/Nâziât, 17-19
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
leri yanında âdeta onu irşâd etmekle yükümlü hale geldiği görülüyor. Bu, bir insanda hakka gelmek konusunda hiçbir ümit olmasa dahi, onun hakkında yapılması gereken dâvet ve tebliğin yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. 397
4- Dâvetçi, düşmanların diyalog ortamını asıl hedefinden uzaklaştırmaya yönelik kullandıkları bütün yolları kavramalı ve onları ısrarla asıl konuya çekmelidir. Bunu da zekâ ve ferâsetini kullanarak yapmalıdır. Tıpkı Mûsâ’nın (a.s.) yaptığı gibi.
5- Büyücülerin Hz. Mûsâ’ya inandıktan sonra Firavun’la yaptıkları konuşmalara gelince; Bildiğimiz gibi Firavun kendi izni olmaksızın Hz. Mûsâ’ya ve getirdiklerine iman ettikleri için büyücülere kızmıştır. Sanki iman olayı, günlük hayat veya idarî meseleler gibi Firavun’un iznini gerektiren bir olguymuşçasına Firavun, kendisine danışmadan iman eden sihirbazlara yaptıklarından dolayı ağır tehditler savurmuştur.
Bu, her yer ve zamanda tâğutların ortak düşünce ve kafa yapısının bir uzantısıdır. Onlar, insanların sadece bedenlerine değil; akıl ve düşüncelerine, inançlarına ve tercihlerine de sahip olmak isterler. Onlara göre insanlar, ancak onların istediği gibi düşünmeli, istediklerine ve izin verdiklerine inanmalıdır. Halklarının düşünmesi yasaktır. Resmî izin olmaksızın iman etmek ve inandığını yaşamak yasaktır. Firavun, bu tâğutî tepkisinden sonra, yaşadığı şoku hafifletmek, düştüğü sıkıntılı durumu gidermek ve otoritesindeki zaafı kapatmak istemiştir. Çünkü Mûsâ’ya (a.s.) inananlar, onun en yakın adamlarıydı. Bu bağlamda o, meseleyi hem kendisine hem de çevresindekilere sonradan gelişen bir olay olarak değil; önceden planlanmış bir komplo olarak kabul ettirme yoluna gitmiştir. Sihirbazların Hz. Mûsâ’ya mağlup olmaları ve sihirle uğraştıklarından neyin sihir, neyin mûcize olduğunu hemen anladıklarından dolayı, Hz. Mûsâ’ya kamu oyu önünde iman etmeleri Firavun’u endişeye sevketti. Bu olayın halk vicdanında Hz. Mûsâ lehinde güçlü bir delil olacağından korktuğu için, buna bir çare düşünmek gereğini duydu. Derhal bir şeytanlık ve kurnazlık ortaya attı. Halkın kafasına bazı şüpheler sokarak fikirlerini bulandırmak, zihinlerini karıştırmak niyetiyle, sihirbazları, itham ve tehdit etti.
Firavun’un tezine (daha doğrusu, iftira atarak suçlamasına) göre Hz. Mûsâ, onların en büyük hocasıydı ve büyüyü onlara o öğretmişti. Firavun, sihirbazlara geri adım atmaları için ağır tehditler savurdu. Ama onlar, bu tehditlere kulak asmadılar. Firavun’un suratına şunu açıkça haykırdılar: Biz seni gördüğümüz apaçık delillere asla tercih etmeyiz. Bizim hakkımızda ne istiyorsan yap, ama bizi döndüremezsin. Bizi susturmak için hepimizi yok etmen gerekecek. Bu, bizi asla üzmez; aksine sevindirir. Çünkü senin bizi öldürmenle büyük bir saâdete, Allah yolunda şehâdete ulaşacağız. Her hâlükârda sen de bir gün ölüp gidecek fâni bir insansın. Sahip olduğun şeyler, gerçekte basittir ve bunlara güvenilmez. Ama Allah, ezelî ve bâkî olandır. O, devamlı teminattır/güvendir. Zira O, kâinattaki her şeyin, hatta senin yegâne sahibidir. O, bizim için hayattaki her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır.
Bu tavır, azgın küfür güçleri karşısında ve kanlı mücadelelerin, baskı ve işkencelerin en korkunç aşamasında gösterilen gerçekten eşsiz ve sarsılmaz bir
397] Ali Sayı, a.g.e., s. 93-95
MÛSÂ (A.S.)
- 97 -
mü’min tavrıdır. Bizim bu tavırdan çıkarmamız gereken önemli dersler vardır. Öncelikle tâğutların tehdit, ambargo ve yasaklarına aldırmamamız gerekmektedir. Onlar, İslâm düşüncesinin ve onu benimseyenlerin özgürce hareket etmelerine kendi çıkarlarının gerektirdiği ölçüde ve lütfen izin vermek istemektedirler. Böylelikle İslâm, ardında türlü sapıklık ve çarpıklıkların gizli olduğu bir düzenin vitrini ve koltuk değneği olacak ve o düzene kutsallık ve dokunulmazlık izafe edilecektir. Yine şehidliği seve seve göze alan bu mü’mince tavır, bize şu Kur’anî sloganı çok daha candan benimsetmektedir: Allah, iman edip sâlih ameller yapanlar için, her şeyden daha hayırlı ve daha kalıcı olandır. 398
Kalpleri Allah ve peygamber sevgisiyle dolu olan insanlara, gerçekten inanmışlara tehdit fayda eder mi? Onları azim ve kararlarından döndürmek mümkün mü? Onları kanaatlerinden vazgeçirmek şöyle dursun, bilakis azimleri bilenir, kuvvet kazanır. İmanın yürekten olup olmadığı böyle zamanlarda belli olur. Elmasla kömür böyle ateşten bir denemeyle ortaya çıkar. Firavun’un itham ve iftira olarak söylediği gibi şikeye dayanan anlaşmalı sözde inanç ile gerçek iman, yani nifakla ihlâs, bu tür işkence ve ölüm imtihanlarıyla ortaya çıkar. Sihirbazlar daha önce sihir konusunda uzman ve mâhir kişiler olduklarından dolayı, imanları acaba bir plan ve tuzak olabilir mi, diye hatıra bir şüphe gelebilirdi. Hatıra gelebilecek böyle bir şüpheyi de, bu türlü bir sınav silebilirdi. Öldürülme, asılıp kesilme sınavı.
Allah’ın hikmetinin bir eseri olarak, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizenin sihir olmadığını, her türlü şüpheden uzak bir surette ortaya koymak için, rekabet meydanında, secdelere kapanarak hakkı tasdik eden sihirbazların imanı akla gelebilecek bütün endişe ve şüpheleri silmiş ve Firavun’un tehdidine samimiyet ve metânetle: “(‘Eğer bizim ellerimizi ve ayaklarımızı keser ve bizi asarsan o zaman) biz doğrusu, ancak Rabbimize döneriz’ dediler.”399 Bu cümle, birkaç anlama gelebilir:
Biz nasıl olsa öleceğiz. Sen istesen de öleceğiz, istemesen de. Başımıza gelmesi kesin olan ölüm, ölüm olmak yönünden, ha senin tarafından olmuş, ha olmamış bizce birdir, fark etmez. Sebepleri değişik olsa da ölüm, ölümdür. Zamanı gelince senin bizi ölümden kurtaramayacağın da bir gerçek. Sonuç olarak senin bu tehdidin önemsiz ve anlamsızdır. Sen bizi kesip asarsan, şehid olur ve Rabbimizin sevabına kavuşuruz. Cennet’e gireriz. O yüzden bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, Hak uğrunda can vermeyi canımıza minnet biliriz.
Biz ölünce sen sağ kalacak, ebedî hayatta kalacak değilsin. Sen de, biz de öleceğiz ve gerçek mâbud olan Yüce Rabbimizin katına varacağız. Aramızda hükmü O verecek. Haklıyı haksızı seçecek. Zâlim kim, mazlum kim belli edecek.400 O mü’minler, bundan sonra şunu ekledi: “(Şimdi sen)sadece Rabbimizin âyetlerine, bize geldikleri zaman iman ettiğimizden dolayı intikama kalkıyorsun.”401
Hak ve gerçek ortaya çıkınca, bâtılı bırakıp hakkı kabul etmek kızılacak, tehditle karşı durulacak bir şey değildir. Üstelik bu övülecek, takdir edilecek bir fazilettir. Sen ise bize bir suçluya kızar gibi kızıyorsun, intikam almaya kalkıyorsun. Bilesin ki bu, büyük bir zulümdür. Mûsâ’yı mağlup ettiğimizde bize büyük
398] M. Hüseyin Fadlullah, a.g.e. s. 144-146
399] 7/A’râf, 126
400] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2255
401] 7/A’râf, 126
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
makamlar, mevkiler vaad ediyordun. Şimdi gerçeği gördük, inandık diye bizi asıp kesmeye kalkıyorsun. Bu ne büyük bir haksızlık! Bunları söyleyen sihirbazlar, Allah’a yönelip: “Ey Rabbimiz! Bize sabır ver ve canımızı müslüman olarak al!”402 diye duâ edip yalvardılar. Samimiyetlerini, ölümü hiçe sayarak ispatladılar, Allah için imtihanlarını kazandılar.
Acaba Firavun dediğini/tehdidini yaptı mı, yapmadı mı? Bunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbas’tan nakledildiğine göre: “sabahleyin imansız sihirbazlar iken, akşam üzeri şehid oldular.” Denilmiştir.403 Tehdidin yerini bulmadığını söyleyen de olmuştur. Kıssanın Kur’an’daki anlatılış biçimi, tehdidin yerini bulduğunu andırmaktadır. 404
Bu kişiler, imanlarında sebat ederek ölmeyi canlarına minnet bilmişler ve hak yolunda şehid olmuşlardır. Tabiatiyle bu işin sonu Firavun’un aleyhine çıkmıştır. Tarih şahittir ki her zaman, kan kılıcı boğar; mazlumun âhı zâlimi kahreder. En usta sihirbazların imana gelmiş olmaları ve imanlarını (büyük bir ihtimalle) şehâdetle kanıtlamaları, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği şeylerin gerçekliğini ve Firavun’un iddia ettiği gibi sihir olmadığını ortaya koymuştur.405 Hak gelmiş, bâtıl zâil olmuştur.
Hz. Mûsâ’nın ve mü’min sihirbazların tâğutla mücadelesi de gösteriyor ki, kimin gönlünde Allah varsa, her iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır; kimin gönlünde de Allah’ın dışında başka şey (endâd) hâkimse, onun dostu sadece o fânî şey ve her iki cihanda da hasmı Allah’tır.
Selâm olsun Mûsâ’ya ve Mûsâların yolunu izleyen mü’minlere... Yuh olsun, yazıklar olsun Firavunlara, Karunlara, Hâmânlara, Sâmirî ve Bel’amlara ve de onların izinden gidenlere...
402] 7/A’râf, 126
403] İbn Cevzî, Tefsir, c. 3, s. 241
404] Bkz. Elmalılı, 4/2255
405] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 139-140
MÛSÂ (A.S.)
- 99 -
Hz. Mûsâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Mûsâ İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 136 Yerde): 2/Bakara, 51, 53, 54, 55, 60, 61, 67, 87, 92, 108, 136, 246, 248; 3/Âl-i İmrân, 84; 4/Nisâ, 153, 153, 164; 5/Mâide, 20, 22, 24; 6/En’âm, 84, 91, 154; 7/A’râf, 103, 104, 115, 117, 122, 127, 128, 131, 134, 138, 142, 142, 143, 143, 144, 148, 150, 154, 155, 159, 160; 10/Yûnus, 75, 77, 80, 81, 83, 84, 87, 88; 11/Hûd, 17, 96, 110; 14/İbrâhim, 5, 6, 8; 17/İsrâ, 2, 101, 101; 18/Kehf, 60, 66; 19/Meryem, 51; 20/Tâhâ, 9, 11, 17, 19, 36, 40, 49, 57, 61, 65, 67, 70, 77, 83, 86, 88, 91; 21/Enbiyâ, 48; 22/Hacc, 44; 23/Mü’minûn, 45, 49; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10, 43, 45, 48, 52, 61, 63, 65; 27/Neml, 7, 9, 10; 28/Kasas, 3, 7, 10, 15, 18 19, 20, 29, 30, 31, 36, 37, 38, 43, 44, 48, 48, 76; 29/Ankebût, 39; 32/Secde, 23; 33/Ahzâb, 7, 69; 37/Sâffât, 114, 120; 40/Mü’min, 23, 26, 27, 37, 53; 41/Fussılet, 45; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 46; 46/Ahkaf, 12, 30; 51/Zâriyât, 38; 53/Necm, 36; 61/Saff, 5; 79/Nâziât, 15; 87/A’lâ, 19.
Hz. Mûsâ Konusuyla İlgili Âyetler
Mûsâ’nın (a.s.) Kavmi İsrâiloğullarıyla ve Firavun'la Mücadelelerini Anlatan Âyetler: 7/A'râf, 103-156; 10/Yûnus, 75-92; 20/Tâhâ, 47-79; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 7-14; 28/Kasas, 3-43; 37/Saffat, 114-121; 40/Mü'min, 23-46; 43/Zuhruf, 46-56; 44/Duhan, 17-33; 79/Nâziât, 15-24
Firavun’un İsrâiloğullarına Zulmü: 2/Bakara, 49; 7/A’râf, 127; 28/Kasas, 4-6; 40/Mü’min, 25; 89/Fecr, 10.
Hz. Mûsâ'nın Annesinin, Onu Nehire Bırakması, Firavun’un Karısının Mûsâ’yı (a.s.) Nil Nehrinde Bulması ve Hz. Mûsâ’nın Firavun Sarayında Büyümesi: 20/Tâhâ, 37-40; 28/Kasas, 3, 7-14
Firavun’un Karısının Teslimiyeti (Müslümanlığı): 66/Tahrim, 11.
Hz. Mûsâ'nın Hata ile Bir Kıptiyi Öldürmesi, Tevbesi ve Kaçması: 28/Kasas, 14-22.
Hz. Mûsâ'nın Öldürme Olayından Sonra Kaçarak Şuayb (a.s.)'ın Ülkesi Medyen'e Varışı ve Orada Evlenerek Sekiz Yıl Kalışı: 28/Kasas, 22-28.
Hz. Mûsâ'nın Medyen'den Ailesiyle Tekrar Mısır'a Dönerken Tur Dağında Kendisine Mucizeler Verilmesi: 28/Kasas, 29-35.
Tur Dağı: 2/Bakara, 63, 93; 4/Nisâ, 154; 19/Meryem, 52; 20/Tâhâ, 80; 23/Mü'minûn, 20; 28/Kasas, 44, 46; 52/Tûr, 1; 95/Tîn, 2.
Hz. Mûsâ'nın Çocukluğundan, Kardeşi Harun (a.s.) ile Birlikte Firavun'a Gönderilmesine Kadar Geçen Olayları Anlatan Âyetler: 28/Kasas, 3-35.
Hz. Mûsâ'ya Peygamberlik Verilmiştir: 6/En'âm, 84; 19/Meryem, 51; 37/Saffat, 114
Hz. Mûsâ'nın Tuvâ Vâdisinde Allah'ın Vahyine Mazhar Olması: 20/Tâhâ, 9-23, 41; 79/Nâziât, 15-19.
Hz. Mûsâ'nın Tuvâ'da İlk Vahyi Aldığı Zaman Allah ile Aralarındaki Konuşmalar: 20/Tâhâ, 9-46.
Hz. Mûsâ ile Allah Teâlâ Vasıtasız Konuşmuştur: 2/Bakara, 253; 4/Nisâ, 164; 7/A'râf, 143-145, 154; 19/Meryem, 52.
Hz. Mûsâ Firavun'a ve Onun Kavmine Gönderilmiştir: 7/A'râf, 103; 10/Yûnus, 75-76; 11/Hûd, 96-97; 20/Tâhâ, 24; 23/Mü'minûn, 45-46; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 10-11; 43/Zuhruf, 46; 44/Duhan, 17; 79/Nâziât, 15-19.
Hz. Mûsâ, Firavun'a, Hâmân'a ve Karun'a Gönderilmiştir: 40/Mü'min, 23-24: 51/Zâriyât, 38.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 32/Secde, 23.
Hz. Mûsâ'ya Tevrat Verilmiştir: 2/Bakara, 51, 53, 87; 6/En'âm, 154; 11/Hûd, 110; 17/İsrâ, 2; 21/Enbiyâ, 48; 23/Mü'minûn, 49; 25/Furkan, 35; 28/Kasas, 43-44; 32/Secde, 23; 37/Saffat, 117-118; 40/Mü'min, 53-54; 41/Fussılet, 45; 46/Ahkaf, 12.
Hz. Mûsâ ve Hârun'un Nesillerinden Peygamberler Gelmiştir: 37/Saffat, 119-122;
Hz. Mûsâ'nın, Kendisine Hikmet Verilen Bir Kul'la Kıssası: 18/Kehf, 60, 82.
Hz. Mûsâ 'nın Şeriatiyle Amel Eden Diğer Peygamberler: 2/Bakara, 87.
Mûsâ’ya (a.s.) Firavun’a Karşı Davet Görevinin Verilmesi: 20/Tâhâ, 24, 41-48; 26/Şuarâ, 16-17.
Hz. Mûsâ'nın Firavun'a Karşı Dâvet Görevini Aldığı Zaman Duâsı ve Allah'tan İstekleri: 20/Tâhâ, 24-36.
Hz. Mûsâ'nın Kardeşi Harun'un, Kendisine Yardımcı Olarak Verilmesi: 19/Meryem, 53; 20/Tâhâ, 29-36, 42; 25/Furkan, 35; 26/Şuarâ, 10-17; 28/Kasas, 33-35.
Hz. Mûsâ'nın, Etkili Söz İçin Allah'a Duâsı: 20/Tâhâ, 24-28.
Firavun’un Tanrılık İddiası: 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 29; 28/Kasas, 4, 38; 79/Nâziât, 20-24.
Firavun’un Halka Zulmü: 89/Fecr, 10.
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mûsâ’nın (a.s.) Firavun’a Daveti ve Firavun’un Tepkisi: 7/A’râf, 103-128; 10/Yûnus, 77-83; 17/İsrâ, 101-102; 20/Tâhâ, 47-79; 23/Mü’minun, 47; 26/Şuarâ, 10-68; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36-39; 43/Zuhruf, 46-47; 44/Duhân, 17-21; 51/Zâriyât, 38-39; 79?Nâziât, 16-24.
Hz. Mûsâ'nın Mucizeleri: 2/Bakara, 53, 60; 7/A'râf, 106-108, 115-122, 132, 160; 20/Tâhâ, 17-23, 65-70; 26/Şuarâ, 29-33, 60-63; 27?Neml, 7-12; 28/Kasas, 29-32.
Hz. Mûsâ'ya Verilen Dokuz Mucize: 17/İsrâ101; 27/Neml, 12.
Firavun’un Sihirbazları: 7/A’râf, 115-126; 10/Yûnus, 79-82; 20/Tâhâ, 57-73; 26/Şuarâ, 36-51.
Firavun ve Taraftarları Hz. Mûsâ’nın Mucizelerini Kibir ve Zulümlerinden Dolayı İnkâr Ettiler: 27/Neml, 13-14; 73/Müzzemmil, 16.
Firavun’un Tanrıya Yükselmek İçin Kule Yaptırması: 40/Mü’min, 36-37.
Firavun’un Müstekbirliği: 43/Zuhruf, 51-55; 44/Duhân, 30-31; 73/Müzzemmil, 16.
Firavun’un Hz. Mûsâ’yı Öldürmek İstemesi ve Bir Mü’min Tarafından Firavun’un Uyarılıp Korkutulması: 40/Mü’min, 26-46.
Hz. Mûsâ’nın Firavun ve Taraftarları İçin Bedduâsı: 10/Yûnus, 87-89; 44/Duhân, 22-23.
Firavun ve Meleinin Kuraklık, Kıtlık vb.Belâlarla Cezalandırılması: 7/A’râf, 130-135;50/Kaf,13-14.
Firavun ve Taraftarlarının Yok Oluşu: 2/Bakara, 50; 7/A’râf, 136-137; 8/Enfâl, 52-54; 10/Yûnus, 90-91; 17/İsrâ, 103-104; 20/Tâhâ, 77-79; 23/Mü’minun, 48; 25/Furkan, 36; 26/Şuarâ, 60-66; 27/Neml, 14; 28/Kasas, 40-41; 29/Ankebut, 39-40; 43/Zuhruf, 48-50, 55-56; 44/Duhân, 22-29; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 40; 54/Kamer, 41-42; 69/Hakka, 9-10; 79/Nâziât, 23-26; 89/Fecr, 10-13.
Hz. Mûsâ’nın ve İsrailoğullarının Firavun’dan Kurtulması: 7/A’râf, 136-138; 10/Yûnus, 90; 20/Tâhâ, 77-78, 80; 26/Şuarâ, 60-66; 37/Saffât, 115-116; 44/Duhân, 22-24, 30-31.Firavun’un Boğulurken İman Etmesi: 10/Yûnus,90-92; 51/Zâriyât, 40.
Firavun, Kavmini Âhirette Ateşe Götürecektir: 11/Hûd, 98-99; 28/Kasas, 40-42; 40/Mü’min, 46:
Firavun’un Veziri Hâmân: 28/Kasas, 6, 8, 38; 29/Ankebut, 39.
Hz. Mûsâ’yı Yalanlayanların Kötü Sonları: 22/Hac, 42-44.
Hz. Mûsâ'nın, İsrâiloğullarına Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 2/Bakara, 68-71; 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 128-129; 10/Yûnus, 84-86; 14/İbrâhim, 5-8; 20/Tâhâ, 85-87; 26/Şuarâ, 65-67; 61/Saff, 5.
Hz. Mûsâ'nın, Kavmini Kardeşi Hârun'a Bırakması: 7/A'râf, 142, 150-151; 20/Tâhâ, 92-94.
İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
İsrâiloğullarının, Buzağıya Tapmalarından Sonra Tevbesi: 7/A'râf, 155-156.
Hz. Mûsâ'nın Kavminden Karun: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebut, 39-40.yy- Sina: 95/Tîn, 2.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 296-298
2- Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 148-149
3- Mefâtihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 2, s. 537-539
4- Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 136-137
5- Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 339-341
6- El-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubî, c. 2, s. 89-93
7- Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 125-126
8- Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 49-51
9- Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 212-213
10- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 4, s. S. 281-285
11- Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
12- Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
13- Mûsâ'nın Kıyâmında Yol Arkadaşı, Zehra Rahneverd, Endişe Y
14- Hızır'ı Arayan Peygamber, A. Cemil Akıncı, Sinan Y.
15- Kur'an'da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 120-128
16- İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 63-72
17- Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 89-100
18- Kuram ve Eylem , M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. II, s. 141-151
MÛSÂ (A.S.)
- 101 -
19- Kötülük Odakları, Firavun, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
20- Kur'an'da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
21- Firavun, Hâmân ve Karun Karşısında Hz. Mûsâ, Ali Sayı, İz Y.
22- Kur’an’a Göre Hz. Mûsâ, Firavun ve Yahudiler, Necati Kara
23- Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş.Y.
24- Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
25- Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
26- Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
27- Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın
28- Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
29- Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
30- Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
31- Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
32- Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.
33- Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
34- Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
35- Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
36- Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
37- Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
38- Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
39- Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
40- Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar
41- Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
42- Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
43- Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
44- Kur'an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
45- Kur'an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
46- Kur'an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
47- Kur'an Kıssaları Üzerine Bir Araştırma, Mehmet Faruk Bayraktar, Mar. Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Y.
48- Mûsâ ve Zorba Fir’avn, Murat Kayacan, Haksöz sayı, 31 (Ekim 93), s. 33-38
49- Mûsâ ve Karşıt Güçler, Yusuf Aydın, Haksöz sayı, 58 (Ocak 96), s. 41-47
50- Mısır Medeniyeti ve Hz. Mûsâ, Bahadır Kurbanoğlu, Haksöz, 67-68 (Ekim-Kasım 96)
51- Üç Bin Yıllık Mucize, Celâl Ediz, Gerçeğe Doğru, 2, 1984
52- Kazıklar Sahibi Firavun, Sargon Erdem, Zafer, sayı 114

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:03

MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER


- 1 -
Kavram no 134
Kitap 7
Bk. Kur’an; Tefsir-Te’vil;
Din; Hüküm-Hâkimiyet
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER


• Muhkem; Anlam ve Mâhiyeti
• Müteşâbih; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve Müteşâbih Kavramı
• Müteşâbih Âyetleri Kim Bilir?
• Müteşâbih Âyetlere Uyanlar
• Muhkem ve Müteşâbihin Mâhiyeti Hakkında Çeşitli Görüşler
• Âyetlerde Allah'ın Zâtı ve Sıfatları İçin Kullanılan Müteşâbih Örnekleri
• Hadis-i Şerifler Açısından Müteşâbih
• Tefsirlerden iktibaslar
“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” 1
Muhkem; Anlam ve Mâhiyeti
Muhkem; Sağlam, anlamı açık, yorum götürmez, şüphe kabul etmez anlamında "if'âl" vezninde, Arapça ism-i mef’ul bir kelime; âyet ve hadislerde bulunan ve sevk edildiği maksada delâlet eden lafız mânâsına gelen bir fıkıh usûlü terimidir. Mânâsı, te’vil ve tahsis kabul etmeyecek derecede açıktır. Usûl ilminde anlamı açık olan lafızlar dörttür: Zâhir, nass, müfesser ve muhkem. Bu sıralamada muhkem, mânâsı en açık olan lafızdır. Bunun zıddı olan müteşâbih ise; mânâsı kapalı, yorum isteyen kelimelerdir. Mânâsı kapalı olan lafızlar dört olup; hafî, müşkil, mücmel ve müteşâbih olmak üzere, az kapalıdan çok kapalıya doğru sıralanmışlardır.2 Müteşâbih; mânâsı kapalı olan, anlaşılması için akılca bir yol bulunmayan, Kitap ve Sünnet'te tefsirine rastlanılmayan ve anlamı Allah'a havâle edilen nassdır (âyet-hadis metnidir).
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz
1] 3/Âl-i İmrân, 7
2] M. Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire t.y, s. 119 vd.
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.”3 Bu âyette sözü edilen te'vil, bir âyet veya hadisi açık (zâhirî) anlamından çıkarıp muhtemel bulunduğu başka bir anlama yüklemektir. Böylece Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Müteşâbihler te'vil ve tahsisi kabul ederken; muhkem lafızlar bunları kabul etmeyecek derecede açık anlamlıdır. Hattâ bazen âyet veya hadis metninde, bu hükmün yürürlükten kaldırılmayı kabul etmeyeceğine delâlet eden bir ifade bulunur. Meselâ; "Cihâd kıyâmete kadar devam edecektir." 4 hadisi ile zinâ iftirâsı (kazf) cezâsına uğrayanlarla ilgili olarak inen: "Onların şâhitliklerini ebedî olarak kabul etmeyin; onlar fâsıkların tâ kendileridir." 5 âyeti buna örnek verilebilir. Bunlardaki "kıyâmete kadar" veya "ebedi olarak" ifâdeleri, bu hükümlerin sonsuza kadar bu şekilde devam edeceği anlamına gelir. Bu da nass'ın muhkem olduğunu gösterir. Âyetin devamında; "Ancak bu iftira günahından sonra tevbe edip, kendini düzelterek İlâhî yola dönenler müstesnâdır."6 buyrulur. Hanefîler bu son nass'ın (âyet) istisnâyı da kabul etmediğini, kazf cezasına uğrayan kimsenin, tevbe etse, durumunu düzeltse bile şâhitliğinin kabul edilmeyeceğini söylerler. Çünkü onlara göre, şâhitliğin kabul edilmeyişi dinî bir cezâdır. İmam Şâfiî ise, bu istisnayı âyetin bütünü içinde değerlendirir ve tevbe edenlerin şâhitliğinin kabul edilebileceğini belirtir. Hanefîler, istisnâyı bir önceki cümlede yer alan "onlar fâsıkların ta kendileridir" kısmı ile bağlantılı kabul eder ve iftirâcının tevbe edince yalnız fâsıklık ithamından kurtulabileceğini belirtirler. Bu İlâhî hükümler, insanın hak, şeref, iffet ve haysiyetini korumayı amaçlamaktadır. 7
Muhkem'in neshi kabul etmeyişi nass'ın kendisinden ise, ona "muhkem li zâtihi" denir. Yukarıdaki örnekler bu niteliktedir. Nesheden başka bir nass bulunmaması yüzünden ise, buna da "muhkem li gayrihî" denir.
Muhkem lafız, kendinden daha az açık olan zâhir, nass veya müfesser bir lafızla çatışırsa, muhkem tercih edilir. Şu âyetler arasında bir çatışma görülür: "Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce nikâhınız altında tutun veya onlardan güzellikle ayrılın. İçinizden, adalet sahibi iki kişiyi yaptıklarınıza şâhit tutun." 8 Bu âyetteki iki şahit, "'adâletle" tefsir edilmiştir. Yani, şahit lafzı müfesserdir. Adalet ise, günah işlenmesi halinde ortadan kalkar. Bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz, iffetli kadına zina iftirası atan kimse hakkındaki "ebediyyen onların şahitliğini kabul etmeyin" âyeti ile çelişir. Sonsuza kadar ifadesi, bu âyeti muhkem kılmakta ve tevbe etse bile şahitliğinin kabul edilmeyeceğini ifade etmektedir. Mânâ muhkem olunca da, Hanefilere göre, müfessere tercih edilmiştir. 9
Muhkem'e, şu prensipler örnek verilebilir: Kur'ân'da zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel hükümlere delâlet eden âyetler. Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve âhiret gününe iman gibi. "Mü'minlerin hepsi, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti."10 Yine fazilet ve ahlâk
3] 3/Âl-i İmrân, 7
4] Ebû Dâvud, Cihad 33
5] 24/Nûr, 4
6] 24/Nûr, 5
7] M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 123, 124
8] 65/Talâk, 2
9] Fethi ed-Derînî, el-Menâhicü'l-Usûliyye, Dimaşk 1395/1975, s., 66, 67; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır, t.y, II, 72, 73
10] 2/Bakara, 285
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 3 -
esaslarını bildiren ve selîm fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm, hıyanet, yalan, sözde durmama, ana babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk) gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir. 11
Müteşâbih; Anlam ve Mâhiyeti
Müteşâbih: Birbirine benzeyen birey ve cüzleri bulunan şeyler, kendisinde karışıklık ve iltibas bulunan şey; Kur'ân-ı Kerim'de mânâsı kapalı, birçok anlama gelebilen, tefsirinde güçlük çekilen âyet veya kelimelerdir. Bunlara müteşâbihât denir. Bunların hangi mânâya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka hâricî bir delile ihtiyaç gösterirler. "Müteşâbih"in karşıtı "muhkem"dir. Allah'ın sıfatları, kıyâmetin durumu, Cennet nimetleri, Cehennem azâbı vs. hakkındaki lafızlar müteşâbihtir.
Bir âyette; "Allah, sözün en güzelini müteşâbih ikişerli, bir kitap halinde indirdi." 12 buyrularak Kur'ân'ın tamamının müteşâbih olduğu belirtilmektedir. Burada müteşâbih, benzeşme anlamında kullanılmıştır.13 Kur'ân'ın baştan sona lafızları, anlatım üslûbu ve mânâları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir âyeti, başka bir âyetiyle çelişmez.
Başka bir âyette ise, Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.”14 Bu âyette müteşâbih, muhkem'in karşıtı olarak kullanılmıştır. Muhkem, mânâsı apaçık anlaşılan âyetlerdir. Ayrıca "kitabın anası -ummu'l kitab-” olarak vasıflandırılmaları Arap dili açısından diğerlerinin anlaşılmasında başvurulacak kaynak anlamına gelir ve diğerlerinden sayıca daha çok olduklarını gösterir. 15
Müteşâbihler ise, birden fazla anlama gelebilen veya mânâsında kapalılık bulunan âyetlerdir. Müteşâbihlik ya lafız yönünden, ya mânâ yönünden ya da her ikisi yönünden olur. Lafızda müteşâbihlik ya kelimede, ya da cümlede olur. Kelimenin garip bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-te’hîr gibi cümlenin üslûbundan kaynaklanan durumdur.
Mânâ yönünden müteşâbihlik; Allah'ın sıfatları, kıyâmet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne varmaktan âciz olduğu hususlardır. Hem mânâ, hem de lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-hâs, nâsih-mensûh ve mübhematu'l-Kur'ân'ı ilgilendiren hususlardır. 16
Geniş anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah'ın sıfatlarını
11] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 261-262
12] 39/Zümer, 23
13] Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, Tahran (t.y), VII, 17
14] 3/Âl-i İmrân, 7
15] Ebû İshak eş-Şâtibî, el-Muvâfakat, Beyrut 1975, III, 86
16] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Ğaribu'l-Kur'an, Beyrut (t.y), s. 254
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konu alan âyetlerdir. Kur'ân-ı Kerim Allah hakkında istivâ, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zâhirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa te'vil mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.
Selef âlimleri bu sıfatları zâhirleri üzere kabul eder, te'vil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te'vil etmek, meselâ "istivâ"ya "istilâ" demek "vech"e Allah'ın zâtı; "yed"e Allah'ın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları ta’tîl (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.
Selef âlimleri bunu söylerken, Allah'ın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah'ın cisim olduğunu kasdetmezler. “Nasıl Allah'ın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz” derler. İmam Mâlik'in, "istivâ"nın ne olduğunu soran birine; "İstivânın keyfiyeti akıl ile bilinemez. İstivâ'nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vâcip, hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklindeki cevabı meşhurdur. 17
Bu sıfatları ilk te'vil eden fırka, Mu'tezile olmuştur. Daha sonra Müteahhirûn diye bilinen Ehl-i Sünnet kelâmcıları, Mûtezileye uyarak bu sıfatları te'vil etmiş ve "onları zâhirleri üzere kabul edersek, bu bizi teşbih ve tecsime götürür" demişlerdir. 18
Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve Müteşâbih Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “muhkemetun” kelimesi Muhammed sûresi, 20. âyette; “muhkemât” şeklinde çoğul olarak da Âl-i İmrân sûresi 7. âyette geçmektedir. “Muhkem” kelimesinin türediği h-k-m (hukm) ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de tam 210 yerde geçer. “Müteşâbih” ve çoğulu ise toplam 5 yerde,19 bu kelimenin türediği ş-b-h ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de toplam 12 yerde kullanılır.
Muhkem ve müteşâbih kelimeleri Kur’an’da değişik anlamlarda kullanılmıştır. Buna göre:
1) Kur’an’ın tamamı muhkemdir. “Elif, Lâm, Râ. Bu kitap öyle bir kitap ki, onun âyetleri muhkem kılınmıştır.”20 Bu âyete göre Kur’an’ın bütün âyetleri muhkemdir. Bundan kasıt; onun hak kitap olduğunu, onda bir eksiklik bulunmadığını, lafızlarının fasih, mânâlarının sahih, bütün âyetlerinin ise hikmetle dolu olduğunu bildirmektir.
2) Kur’an’ın tamamı müteşâbihtir. “Allah en güzel sözü indirmiştir. O müteşâbih bir kitaptır.”21 Bu âyete göre Kur’an’ın hepsi müteşâbihtir. Müteşâbih kelimesi birbirine benzer mânâsındadır. Buna göre bu âyetteki müteşâbihten kasıt; Kur’an’ın bütün âyetleri güzellik, doğruluk ve hidâyeti gösterme bakımından birbirine benziyor demektir. Her âyetin bir mânâsı vardır. Fakat bu mânâlar hiç bir zaman birbirine zıt değildir.
17] Beyhakî, Kitabu'l-Esmâ ve's-Sıfât, Mısır 1358, s. 408
18] M. Said Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 402
19] 2/Bakara, 25; 3/Âl-i İmrân, 7; 6/En’âm, 99, 141; 39/Zümer, 23
20] 11/Hud, 1
21] 39/Zümer, 23
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 5 -
3) Kur’an’ın bir kısmı muhkem, bir kısmı ise müteşâbihtir. “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşâbihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” 22
Yani Ey Muhammed! Kur’an’ı sana Allah indirdi. Hiç kimsenin bu konuda şüphesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir hüküm yoktur. Âyetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur’an’daki âyetlerin bir kısmı muhkemdir ki onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar mânâsı ve tefsiri bilinen, tek mânâ ifâde eden, başka anlam verilemeyen, mânâsı tahrif edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan anlaşılan, haramı, helâli, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezaları, öğütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen âyetlerdir. Kur’an’ın çok az bir kısmı da müteşâbihtir. Bunlar gerçek mânâsını Allah’tan başka kimsenin bilmediği, birkaç mânâya gelen, anlamı tahrif edilmeye, değişik mânâlar verilmeye müsait olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulan, Kur’an’ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen âyetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için müteşâbih âyetleri hevâ ve heveslerine göre te’vil ederler. Hâlbuki müteşâbih âyetlerin gerçek te’vilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olan kimseler ancak Allah’ın dilediği oranda cüz’î bilgiye sahip olurlar. Onlar şöyle derler: "Biz, muhkemiyle müteşâbihiyle Kur’an âyetlerinin tamamına iman ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl sahiplerinden başkası böyle düşünmez."
“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” 23
“Elif, Lâm, Râ. Bu kitap öyle bir kitap ki, onun âyetleri muhkem kılınmıştır.” 24
"Allah, sözün en güzelini müteşâbih, ikişerli bir kitap halinde indirdi." 25
“İman etmiş olanlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık (‘muhkemetun’ müteşâbih olmayan, muhkem) bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin!” 26
“İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildiği vakit, ‘bu, bundan önce dünyada bize verilenlerdendir’ derler. Ve bu rızık onlara bazı yönlerden dünyadakine
22] 3/Âl-i İmrân, 7
23] 3/Âl-i İmrân, 7
24] 11/Hud, 1
25] 39/Zümer, 23
26] 47/Muhammed, 20
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benzer olarak (müteşâbih) verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklar.” 27
“O gökten suyu indirendir. İşte Biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir yeşillik çıkardık ki, ondan birbiri üzerine binmiş dâneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan sarkan, (koparmak isteyene yakın) salkımlar; üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen (müteşabih) bir kısmı da benzemeyen (ğayru müteşâbih) zeytin ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verilirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda iman eden bir toplum için âyetler/ibretler vardır.” 28
“Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde (müteşâbih ve ğayru müteşâbih) zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” 29
“Bilmeyenler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri (akılları) birbirine benzedi (teşâbehet). Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.” 30
“Yâ Mûsâ! Rabbine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, zira o, bizce karıştı (Başka ineklere benzer oldu, ‘teşâbehe’). Biz, inşâallah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.” 31
“De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? De ki: Allah’tır. O halde, O’nu bırakıp da bizzat kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz? De ki: Körle, gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi (teşâbehe) göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, güçlüdür ve kahredicidir.” 32
Müteşâbih Âyetleri Kim Bilir?
Âlimlerin çoğunluğuna göre, müteşâbih âyetlerin te’vilini, Allah’tan başka kimse bilemez. Bunlara göre 3/Âl-i İmran, 7’deki vakf/durak, bu anlamı verecek biçimde gerçekleştirilir. Müteşâbih âyetler olduğu gibi kabul edilir, üzerinde durulmaz. Rasûlullah’ın ve sahâbînin anlayışı ve uygulaması bu yönde olmuş, müteşabihlerin kurcalanmaması istenmiştir.33 Ebû’l-Hasan el-Eş’arî ise âyetteki vakfın “Ve’r-rasihune fi’l-ilmi”de olması lâzım geldiğini ve râsihlerin de müteşâbih âyetlerin te’vilini bilebileceklerini söyler.34 Bu görüşü Ebû İshak eş-Şirâzî daha vâzıh bir şekilde açıklamıştır.35 Selef Mezhebi görüşü olarak da tanımlanan anlayışın yanı sıra Halef Mezhebi diye bilinen ve çoğunlukla kelâmcıların savunduğu görüşe göre müteşabihler tevil edilebilir. Gerek Allah’ın müteşâbih sıfatları, gerekse hurûfu’l-mukattaa te’vil edilebilir. Üstelik yapılacak te’villerin çeşitli yönlerden faydaları mevcuttur. Bu faydaları şöyle sıralamak mümkündür:
27] 2/Bakara, 25
28] 6/En’âm, 99
29] 6/En’âm, 141
30] 2/Bakara, 118
31] 2/Bakara, 70
32] 13/Ra’d, 16
33] Mebâhis, 322-325; El-İtkan, 2/6
34] Mebâhis, 282
35] Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, s. 129
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 7 -
1) Bu âyetler sâyesinde insan fikri dondurulmamış, geniş bir fikir hürriyetine izin verilmiş olmaktadır. Böylece insanın şerefi yükseltilmektedir.
2) Müslümanlar daha çok öğrenmeye ve başka bilgiler edinmeye sevkedilmiştir.
3) Dinin tebliğ ve tesisine engel olmak için sorulan suallere susturucu cevaplar verilmek sûretiyle, meydana gelecek fesatların önüne ilk günden set çekilmiştir.
4) Müteşâbihler insanoğlu için bir deneme olmuş, onların iman veya inkâr etmelerinin bir ölçüsü kabul edilmiştir.
5) Müteşâbihler insanoğlunun güç ve yeteneği, ilim ve irfanı ne olursa olsun âciz bir yaratık olduğunun canlı delilidir.
6) Müteşâbih lafızlar, Kur’an’ın ciltler dolusu kalın kitaplardan oluşmasını önlemiş, mevcut haliyle ezberlenmesi ve korunması kolay bir kitap olmasını sağlamıştır. Üstelik bu durum çeşitli dil bilimlerinin öğrenilmesine de âmil olmuştur. 36
Müteşâbih Âyetlere Uyanlar
İlk devirlerde müteşâbih âyetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Zira Kur’an bu gibi âyetleri kurcalayanların kalpleri hasta olduğunu beyan etmektedir. Rasûlullah da müteşâbih âyetlere tâbi olanlardan sakınmayı emretmektedir. Hz. Âişe’den (r.a.) rivâyetle Rasûlullah (s.a.s.) 3/Âl-i İmrân, 7. âyetini okudu ve şöyle buyurdu: “Onun müteşabih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah’ın isimlerini koyduğu kimselerdir, onlardan sakınınız.” 37 Bu işi Ömer (r.a.) de sıkı tutmuştur. İbn Subeyg adında biri, bir gün Medine’ye gelip Kur’an’ın müteşâbihâtı hakkında sualler soruyormuş, bunu haber alan Ömer (r.a.) onu çağırtıp yaş hurma dallarıyla başını kanatıncaya kadar dövmüş ve onu Medine’den memleketine göndermiş, bu şahısla hiç kimsenin görüşmemesini Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye emretmişti. 38
Muhkem ve Müteşâbihin Mâhiyeti Hakkında Çeşitli Görüşler
Kur’an ile ilgili kavramsal inceleme ve tartışma konularının en önemlilerinden birisini müteşâbih kavramı oluşturmuştur. Gerek Kur’an ilimlerinin bir bölümü olarak, gerekse tefsirlerde -özellikle Âl-i İmrân, 7. âyetinin yorumu münâsebetiyle- üzerinde geniş olarak durulmuş olan bu kavrama dair elimizde oldukça zengin bir malzeme bulunmaktadır. İlgili âyette 39 açıkça görüldüğü üzere, Kur’an’ın âyetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Muhkem ve müteşâbih ile ne kastedildiğine gelince, İslâm âlimleri bu konuda birbirinden farklı pekçok görüş serdetmişlerdir. Reşid Rızâ, el-Menâr’da bu
36] Menâhil, 2/282-286; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132-133; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, s. 149-150
37] Buhârî, Tefsir 3. sûre 1; Müslim, İlim 1; Ebû Dâvud, Sünnet 2; Tirmizî, Tefsir 3. sûre 2; İbn Mâce, Mukaddime 7; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/48, 124, 132, 256
38] El-İtkan, 2/4; Tefsiru’l-Kasımî 1/99
39] 3/Âl-i İmrân, 7
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşleri on madde halinde özetle sunar:
1. İbn Abbas’tan da rivâyet edildiği söylenen bu görüşe göre muhkemden kastedilen 6/En’âm, 151-152. âyetleridir ki, bu âyetlerde yahûdilerin uymakla yükümlü oldukları ve On Emir diye bilinen hususlara işaret edilmektedir. Müteşâbihler ise, sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaadır. Zira yahûdiler bu harflere ebced hesabını uygulayarak İslâm ümmetinin ömrünü belirlemek istemişlerdir.
2. Muhkem nâsih, müteşâbih ise mensuh âyetlerdir. Bu görüş, İbn Abbas ve İbn Mes’ud’dan rivâyet edilmiştir.
3. Muhkem -Allah’ın birliği, kudreti ve hikmeti gibi- delili açık olan hususlardır. Müteşâbih ise mânâsını anlamak için tedebbür ve teemmüle gerek duyulan hususlardır.
4. Muhkem açık veya kapalı olsun, herhangi bir delile dayanılarak bilinebilecek hususlardır. Müteşâbih ise, -kıyâmetin ne zaman kopacağı ve amellere ne kadar sevap veya günah terettüb edeceği gibi- bilinmesi mümkün olmayan hususlardır.
5. Muhkem, helâl ve haramlarla ilgili âyetlerdir; bunların dışandakiler ise müteşâbihi oluştururlar. Bu görüş Mücâhid’den nakledilmiştir.
6. Muhkem, tek bir yoruma müsâit olan âyetler, müteşâbih ise birden fazla yoruma müsâit olan âyetlerdir. Bu da Muhammed bin Câfer bin ez-Zübeyr’den nakledilmiştir. Burada muhkem “nass” anlamında, müteşâbih ise onun mukabilinde kullanılmıştır.
7. Muhkem ve müteşâbih ayrımı, kıssalarla ilgilidir. Muhkem, tafsilâtlı olarak anlatılan kıssalardır. Müteşâbih ise sûreler içerisinde tekrar edilen kıssaların lafızlarındaki muğlaklıktır.
8. Muhkem, açıklamaya ihtiyacı olmayan âyetler; müteşâbih ise, bunun aksi özellikteki âyetlerdir. Bu görüş ise Ahmed bin Hanbel’den nakledilmiştir.
9. Muhkem, amele konu olan âyetler, müteşâbih ise amelle değil; imanla ilgili olan âyetlerdir. Bunu İbn Teymiyye zikretmiştir.
10. Müteşâbihten kastedilen Allah’ın sıfatlarıyla ilgili âyetlerdir. Bunu da İbn Teymiyye zikretmiştir. 40
Bu görüşlere ilâve olarak, müteşâbihler konusunu sistemli bir biçimde ele almaya özen göstermiş olan Râgıb el-İsfehânî (502/1108) şöyle der: “Kur’ân-ı Kerim’de müteşâbih ya lafız, ya da mânâ yönünden başkasına benzemesi sebebiyle tefsiri müşkil olandır.” Fukahâ, müteşâbihi, “kendisinden zâhirî mânâsı kastedilmeyen” diye tanımlamışlardır. Bunun hakikati şudur: Âyetler, birbirlerine karşı durumları açısından üç çeşittir:
Mutlak olarak muhkem olanlar,
Mutlak olarak müteşâbih olanlar,
40] Reşid Rızâ, el-Menâr, 1. Baskı, Ofset, Beyrut, c. 3, s. 163-165
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 9 -
Bir yönden muhkem ve bir yönden müteşâbih olanlar.
Müteşâbihler de üç çeşittir:
Sadece lafız yönünden müteşâbih olanlar,
Sadece mânâ yönünden müteşâbih olanlar,
Her iki yönden müteşâbih olanlar.
Lafız yönünden müteşâbih olanlar da iki çeşittir. Bunlardan biri, müfred lafızlarla ilgili olup bu, ya “el-eb” ve “yunzefûn” kelimelerinde olduğu gibi lafzın garip oluşu yönünden müteşâbihtir. Ya da, “el-yed” ve “el-ayn” kelimelerinde olduğu gibi lafzın birden fazla mânâya kullanılması yönünden müteşâbihtir.
Lafız yönünden müteşâbihliğin diğer çeşidi ise, cümle ve terkiple ilgilidir. Bu nevi müteşâbih de üç çeşittir:
a- Sözün muhtasar -kısa- oluşundan kaynaklanan müteşâbih: “Şayet yetimler hakkında adâleti yerine getirme husûsunda endişe ediyorsanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...” 41 âyetinde olduğu gibi.
b- Sözün uzatılmasından kaynaklanan müteşâbih: “Leyse kemislihî şey’un -(Allah’ın) benzeri hiçbir şey yoktur-.”42 âyetinde olduğu gibi. Çünkü “leyse mislehû şey’un” denilmiş olsaydı, muhâtap açısından mânâ daha açık olurdu.
c- Sözün dizilişinden (takdim-te’hirden) kaynaklanan müteşâbih: “El-hamdu lillâhi’llezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe ve lem yec’al lehû ıvecen kayyimen -Hamd Allah’adır ki O, kuluna Kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı, dosdoğru (bir kitap) olarak...-”43 âyeti buna misal olarak verilebilir. Âyetin takdiri (takdim-te’hirsiz şekli) şöyledir: “... el-kitâbe kayyimen ve lem yec’al lehû ıvecen”
Mânâ yönünden müteşâbihler ise, Allah’ın sıfatlarıyla kıyâmet gününün vasıflarından bahseden âyetlerdir. Çünkü duyularımızla algıladıklarımızın cinsinden olmayan şeyleri tasavvur edemeyiz. Allah’ın sıfatlarıyla âhiret tavsifleri de bu cinsten olup, bizce tasavvur edilmeleri mümkün değildir.
Hem mânâ, hem de lafız yönünden müteşâbih olanlara gelince, beş çeşittir:
a- Âmm ve hâss lafızlarda olduğu gibi, kemiyet yönünden müteşâbih olanlar. “Ve kaatilu’l-müşrikîne (müşrikleri öldürün)”44 âyetinde olduğu gibi. (Müşriklerden maksat, bütün müşriklerin mi, yoksa belli bir kısmının mı öldürülmesinin emredildiği meselesi müteşâbihtir. -Müşriklerin tamamı değil; antlaşmalara riâyet etmemiş bazı müşriklerin öldürülmesi emredilmektedir-)
b- Vücub ve nedb ifâde edenlerde olduğu gibi, keyfiyet yönünden müteşâbih olanlar: “...Size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...”45 âyeti böyledir. (Burada müteşâbihlik, “evlenin” emriyle vücûbun mu, nedbin mi, yani evlenmenin vâcip/farz mı, yoksa tavsiye edilen bir mendub mu olduğunun anlaşılması gerektiği meselesidir.)
41] 4/Nisâ, 3
42] 42/Şûrâ, 11
43] 18/Kehf, 1
44] 9/Tevbe, 36
45] 4/Nisâ, 3
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c- Nâsih ve mensuhta olduğu gibi, zaman yönünden müteşâbih olanlar. Meselâ: “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun...”46 âyeti böyledir.
d- İndiği mekân hakkında, indiği meseleler açısından müteşâbih olanlar. Meselâ: “Evlere arkalarından girmek iyilik değildir...”47 âyetiyle, “Nesî/ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir.”48 âyeti böyledir. (3/Âl-i İmrân, 102. âyetinin nüzul sebebi konusunda Buhârî ve Müslim’in naklettikleri bir habere göre Ensâr, haccedip Medine’ye döndükleri zaman, evlerine kapılarından değil de arka tarafından girerlerdi. Âyette bu geleneğin bir yararının bulunmadığı ifâde edilmiştir.49 Son âyetle ilgili olarak şu bilgilere ihtiyaç vardır: Araplar, câhiliyye döneminde kimi çıkarlarını korumak için haram ayların yerlerini değiştirirlerdi). Arapların câhiliyye dönemindeki bu gelenekleri bilinmeden bu âyetler anlaşılamaz.
e- Fiilin, kendileriyle sıhhat bulduğu ya da bâtıl olduğu şartlar açısından müteşâbih olanlar. Namaz ve nikâhın şartlarında olduğu gibi.
El-İsfehânî, anlaşılıp anlaşılmamaları açısından da müteşâbihleri üç kısma ayırır:
a- Bir kısmını bilmeye imkân yoktur. Kıyâmetin kopma zamanı, Dâbbetu’l-Arz’ın çıkış zamanı, Dâbbenin keyfiyeti vs. gibi hususlar bunlardandır.
b- Bir kısmının insanlar tarafından bilinmesi mümkündür. Garîb lafızlarla, kapalı hükümler böyledir.
c- Üçüncü kısmı da iki grup arasındadır. İlimde derinlik sahibi olanlardan sadece bazıları onların hakikatini bilebilirler, başkaları bilemezler. Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hz. Ali için söylediği: “Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl ve ona te’vili öğret” sözüyle, İbn Abbas için söylediği benzeri sözü, bu çeşit müteşâbihe işaret etmektedir. 50
Râgıb’ın bu anlattıklarından şunu çıkarıyoruz: Bazı müteşâbihlerin müteşâbihlikleri geçicidir. Durumları açıklığa kavuştuktan sonra, müteşâbih olmaktan çıkarlar. Bir kısmı da sürekli müteşâbihtir. Geleceğe dâir haberler bunlardandır.
Müteşâbihin Kısımları: Râgıb el-İsfehani’nin yukarıdaki tasnifi dışında da müteşâbihleri farklı tasnife tâbi tutanlar olmuştur. Genel olarak usûl ulemâsı müteşâbihleri iki kısma ayırmışlardır:
1) Muhkemle mukayese edildiğinde mânâsı bilinebilen âyetler.
2) Hakikatini bilmeye imkân bulunmayan âyetler.51 Mücâhid bunları şöyle târif eder: “Muhkem âyetler helâl ve harama dâir olan âyetlerdir. Müteşâbihler ise, bazısı bazısını tasdik ve tefsir eden ayetlerdir.”52 İbn Ebi Hatim de Ali b. Ebi Talha tarikiyle İbn Abbas’dan şöyle rivayet etmektedir: “Muhkemler nâsih, helâl, haram, hudud, ferâiz, iman edip amel edilen hususlardır. Müteşâbihler
46] 3/Âl-i İmrân, 102
47] 2/Bakara, 189
48] 9/Tevbe, 37
49] Bk. Buhârî, Umre 18; Müslim, Tefsir 23
50] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 254
51] Lisanu’l-Arab, 13/505
52] Buhârî, 6/41
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 11 -
ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler ve iman edilip sâlih amel edilmeyen hususlardır. 53
Müteşâbihteki Gizliliğin Belirdiği Yönler: Müteşâbihteki gizlilik şu yönlerde belirebilir:
1) Müteşâbihliğin Sadece Lafızda Olması: Müteşâbih olan lafız ya müfred veya mürekkeb olabilir. Müfreddeki gizlilik ise kelimenin garabetinden veya müşterek olmasından ileri gelebilir. Mürekkebdeki gizlilik ise mürekkebin muhtasar olmasından, itnab veya tertib cihetlerinden olabilir. Şimdi bunlara birer örnek verelim: Garabeti ve az kullanılması sebebiyle müfred lafızdaki teşâbühe örnek: 80/Abese, 31. âyetteki “Ebben” kelimesi bu âyeti tâkip eden âyet yardımıyla hayvanların otladığı merâ mânâsına kullanıldığı anlaşılmaktadır. Müşterek olması sebebiyle teşâbühe örnek; 37/Sâffât, 93. âyetindeki “yemîn” kelimesi sağ el, kuvvet ve kasem mânâları arasında müşterektir. Bu üç mânâdan hangisi verilirse verilsin mânâsı câiz olur. Mürekkebdeki teşâbühe örnek: “Elhamdu lillâhillezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe ve lem yec’al lehû ıvecen kayyimen”54 Bu âyetteki gizlilik “ıvecen” kelimesiyle “kayyimen” kelimelerindeki tertibdedir. Eğer bu tertib şöyle olsaydı daha zâhir olurdu: “Elhamdu lillâhillezî enzele alâ abdihi’l-kitâbe kayyimen velem yec’al lehû ıvecen.” 55
2) Müteşâbihliğin Sadece Mânâda Olması: Bu kısmın açık örneklerini, Allah’ın sıfatları, kıyâmetin ahvâli, cennet nimetleri, cehennem azabı gibi hususlar teşkil eder. Çünkü insan aklı, Yaratanın sıfatlarının hakikatını ve diğer hususların durumunu ihâta edemez. 56
3) Müteşâbihin Hem Lafız Hem de Mânâda Oluşu: Bunun için de pek çok örnekler vardır. Meselâ: “İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir.”57 Eğer bir kimse Arapların câhiliyye dönemindeki âdetlerini bilmezse Kur’an’ın bu nassını anlamaya muvaffak olamaz. Bu gibi âyetlerin anlaşılması hem lafızlara hem de mânâlara ait tarihi, ictimaî, ahlâkî vs. gibi birçok şeyin bilinmesine bağlıdır. Câhiliyye devrinde Araplar ihrama girdiklerinde evlerine kapılarından girmezler, duvardan bir delik açıp oradan girip çıkarlardı. Cenâb-ı Hak bunun için bu âyeti inzal etti. Bu âyetin hem lafzında ihtisardan dolayı bir teşâbüh, hem de mânâsında bir teşâbüh vardır. Eğer lafız “İyilik hac veya umre ihramında olduğunuz halde evlere arkalarından gelmeniz değildir.” şeklinde olsaydı daha açık olurdu. Câhilî Arap âdetini bilmezsek bu âyete bir mânâ verme imkânına da sahip olamayız. 58
Müteşâbih olan sıfatlar konusunda ulemâ iki görüşe ayrılmıştır.
1) Selef Mezhebi: Allah’ın isim ve sıfatlarını teşbih, te’vil, ta’tiyl, tekyif ve temsil etmeden, olduğu gibi iman ederler. Bu konuda hiçbir yorum yapmazlar. Onlara göre Allah’ın isim ve sıfatları zâtına bağlıdır. Allah’ın zâtının mâhiyetini bilemeyeceğimiz için bu isim ve sıfatların mâhiyetini de bilemeyiz. İmam Mâlik b.
53] El-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, 2/2
54] 18/Kehf, 1
55] Menâhil, 175
56] Menâhil: 175
57] 2/Bakara, 189
58] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Enes’e istivâ hakkında sorulduğunda şöyle demiştir: “İstivâ mâlumdur, keyfiyeti meçhuldür, ondan sual etmek bid’attir. Senin kötü bir insan olduğunu zannediyorum, onu benden uzaklaştırın.”
2) Halef Mezhebi: Allah’ın isim ve sıfatlarını Arap dil kaidelerine uygun olarak zâtına lâyık bir şekilde te’vil ederler. Halef mezhebinin öncüleri İmamu’l-Harameyn, Abdu’l-Melik b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cüveynî eş-Şâfiî, Ebû’l-Meâlî (478/1085) ve ona tâbi olanlardır.
Âyetlerde Allah'ın Zâtı ve Sıfatları
İçin Kullanılan Müteşâbih Örnekleri
Her iki mezhebi vuzuha kavuşturmak için müteşabih sıfatlarla ilgili bazı âyetleri zikredelim:
"Er-Rahmânu ale'l-arşi'stevâ" “Rahman Arş’a istivâ etti/oturdu.” 59
"Ve huve'l-kaahiru fevka ibâdihî" “O, kulları üzerinde kahredici (hâkim) olandır.” 60
"Ve câe rabbuke ve'lmelekü saffen saffâ" “Rabbin geldi(ği zaman) ve melekler de saf saf olarak.” 61
"En tekuule nefsun yâ hasratâ alâ mâ ferrattü fî cenbillâh" “(O gün günahkâr) nefsin şöyle demesinden sakının: 'Allah yanında (O'na kullukta) işlediğim kusurlardan dolayı vay halime!” 62
"Ve yebkaa vechu rabbike zü'l-celâli ve'l-ikrâm" “(Yalnız) Celâl ve ikram sahibi Rabbinin vechi/yüzü bâki kalacaktır.” 63
"Ve li tusnea alâ aynî" “Gözümün önünde (Benim nezâretimde) yetiştirilmen için.” 64
"Yedullahi fevka eydîhim" “Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” 65
"Yehâfûne rabbehum min fevkıhim ve yef'alûne mâ yu'merûn" "Üstlerinde (Yüce kudretiyle duran) Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredilenleri yaparlar." 66
"Ve yuhazzirukümullahu nefseh" “Allah size kendi nefsinden korkmanızı emrediyor.” 67
Hadis-i Şerifler Açısından Müteşâbih
Hz. Peygamber'den rivâyet edilen hadisler arasında Kur'an'a uygun olarak Yüce Allah için vech (yüz), ayn (göz), yed (el), isba' (parmak) ve kademden (ayak) bahseden, bununla beraber bu kelimelerin hakiki veya mecâzî anlamda kullanıldığına dâir en küçük bir işaret taşımayan haberler oldukça fazladır. Aşağıda belirteceğimiz hadisler bu konudaki bâriz örneklerdir:
"Fe innallahe kad harrame ale'n-nâri men kaale lâ ilâhe illâllahu yenbeğî bizâlike
59] 20/Tâhâ, 5
60] 6/En’âm, 61
61] 89/Fecr, 22
62] 39/Zümer, 56
63] 55/Rahmân, 27
64] 20/Tâhâ, 39
65] 48/Fetih, 10
66] 16/Nahl, 50
67] 3/Âl-i İmrân, 28
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 13 -
vech'allah" "Allah, 'lâ ilâhe illâllah' diyen ve bununla Allah'ın vechini (yüzünü) talep eden kimseyi cehenneme haram kılmıştır." 68
"Zükira'ddeccâlu ınde'n-nebî (s.a.s.) fekaale innallahe lâ yahfâ aleykum innallahe leyse bia'vera ve eşâra biyedihî ilâ aynihî ve innelmesîha'ddeccâle a'veru ayni'l-yümnâ." "...Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yanında Deccâl zikredildiği zaman O, şöyle demiştir: 'Siz bilirsiniz ki, Allah'ın gözü şaşı değildir (Eliyle gözünü işaret ederek), fakat Mesih Deccal'ın sağ gözü şaşıdır." 69
“... Halegake'llahu bi-yedihî..." "Kıyâmet günü mü'minler toplanırlar. Bulundukları yerde rahat etmeleri için, 'Rabbimizden şefaat dileyelim' diyerek Âdem'e (a.s.) gelirler ve ona: 'Ey Âdem! Sen insanların babasısın, Allah seni eliyle yarattı' derler...” 70
"İnnallahe yakbidu yevme'l-kıyâmeti'l-arza ve tekûnu's-semâvâtu bi-yemînihî sümme yekuulü ene'l-melikü." "Allah, kıyâmet günü arzı tutar, gökler sağ elindedir ve der ki: 'Melik Benim." 71
"Kaale'llahu azze ve celle yu'zînî ibn âdeme yekuulü: Yâ haybete'd-dehri fe innî ene'd-dehru ukallibu leylete ve nehârehû." "Yüce Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur: 'Dehr/zaman Ben olduğum halde, Âdemoğlunun dehre sövmesi Bana ezâ verir. (Her) İş Benim elimdedir. Gece ve gündüzü Ben değiştiririm." 72
"... Ve tekuulü hel min mezîdin hattâ yasnea fîhâ rabbu'l-âlemîne kademehû feyenzevî ba'duhâ ilâ ba'dın sümme tekuulü kaddun kaddun." "...Âlemlerin Rabbi, ayağını üzerine koyuncaya kadar cehennem: 'Daha başka atılacak yok mu?' diye soracak. Allah ayağını üzerine koyunca, 'yeter, yeter' der." 73
"Peygamber (s.a.s.) Ali bin Ebî Tâlib'in Yemen'den gönderdiği altın parçasını ashâbından dört kişi arasında taksim ettiği vakit, diğer bir sahâbi: 'biz buna diğerlerinden daha lâyıktık' deyince Peygamber (s.a.s.): 'elâ te'menûnî? ve ene emînun men fi's-semâ'..." "Ben semâda olan Allah'ın emîni olduğum halde, siz benden emîn değil misiniz? (beni güvenilir bulmuyor musunuz?)' demiştir." 74
Uzunca bir hadiste Peygamber (s.a.s.) ile bir câriye arasında şu konuşma geçmektedir: "...Fekaale lehâ 'eyne'llah? Kaalet: Fi'ssemâ'. Kaale: Men ene? Kaalet: ente Rasûlullah. Kaale: A'tıkhâ, feinnehâ mü'minetun" "Hz. Peygamber ona şöyle sordu: 'Allah nerededir?' Câriye, şöyle cevap verdi: 'Allah göktedir.' Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) ona tekrar şöyle sordu: 'Ben kimim?' Câriye bu soruya: 'Sen Allah'ın Rasûlüsün' diye cevap verince Nebî (s.a.s.) onun için şöyle dedi: 'Bu câriyeyi âzâd edin, çünkü o bir mü'minedir." 75
Ebû'd-Derdâ (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerife göre Allah'ın Rasûlü, yaptığı bir duâsına şöyle başlamıştır: "Rabbunallahi'llezî fi's-semâi..." "Göklerde olan Rabbimiz!..." 76
68] Buhârî, Salât 46
69] Buhârî, Tevhid 17; Müslim, Fiten 20
70] Buhârî, Tevhid 19
71] Buhârî, tevhid 19
72] Müslim, Elfâz 1
73] Buhârî, Tevhid 19; Müslim, Cennet 13
74] Müslim, Zekât 47
75] Müslim, Mesâcid 7
76] Ebû Dâvud, Tıb 19
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Yenzilu rabbunâ tebârake ve teâlâ külle leyletin ile's-semâi'd-dünyâ..." "Allah her gece en yakın semâya iner..." 77
Metin ve meallerini yazdığımız bu hadisleri incelediğimiz zaman onların ifâdeleri arasında müteşâbih olarak sayabileceğimiz şu kelimeleri görürüz: "Allah'ın yüzü, Allah'ın eli, Allah'ın ayağı." Ayrıca, bu hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın gökte olduğunu söyleyen bir câriyenin bu şekilde konuşmasına Hz. Peygamber'in herhangi bir itirazda bulunmadığı, üstelik onun bir mü'mine olduğuna şâhitlik ettiğini görmekteyiz. Tabiatıyla bütün bu kelimeler müteşâbih birer ifâdedirler. Bunlar tıpkı Kur'ân-ı Kerim'in bu meyandaki ifâdelerinin birer tekrarı gibidirler. Bu gerçek de Kur'an ile hadisin ifâde bakımından bir paralellik arzettiğinin açık göstergesidir. Hatta müteşâbih ifâdelerden bazılarını Arap dilindeki kullanıma da bağlayabiliriz. Tıpkı yukarıda sözünü ettiğimiz câriyenin, "Allah'ın göklerde" olduğunu söylemesi örneğinde olduğu gibi. Biz Allah'ın mekândan münezzeh olduğunu biliriz ve böyle inanırız. Ancak O Yüce bir varlık olduğu için, câriye ve onunla aynı düşünce yapısına sahip olanlar göklere tanıdıkları kutsallığı ve erişilmezliği Cenâb-ı Hak için bir saygı unsuru olarak kabul etmiş olabilirler. Tabii ki, bu düşüncemiz sadece câriyenin bu ifâdeyi niçin kullanmış olması açısından bir yorum olabilir.
Selef Allah’ı kendisi için mümtenî olan bu gibi zâhir şeylerden tenzih eder ve gayb âleminde, Allah’ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatlerinin ilmini O’na havâle eder. Sonraki alimler ise, İslâmiyet’i ifsat etmek isteyen kimselerin müteşâbih âyetleri gelişi güzel tefsir etmeleri üzerine halef âlimleri devreye girmişler istivâ’ya, istikrar, istevlâ, suûd, i’tidâl; Allah’ın gelişini, Allah’ın emrinin gelişi; Allah’ın fevkiyyetinin yücelik yönünden olduğu, cihet yönünden olmadığı; Cenbden maksat haktır, Vechi zâtıdır, Aynı inâyetidir; yed kudretidir; nefs ukubetidir gibi mânâlar vermişlerdir.78 Bu âlimlere göre müteşâbih âyetlerin te’vil edilmesi câiz görülmezse de, Kur’an’da işaret buyrulduğu vecihle, câiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak amacıyla yapmak istedikleri te’villerdir. Yoksa iyi niyetle, akla, muhâkemeye, dinin esaslarına uygun olarak yapılan te’viller makbul ve lâzımdır. Çünkü ilk devirlerdeki sağlam iman kaybolmuş, meydana gelen tereddütleri ma’kul bir şekilde ortadan kaldırmak icap etmiştir. 79
Muhkem, dili bilenin, kendisinden ancak bir tek mânâ anladığı kelâmdır. Bu anlama da mu’teber olan ise ilk Arab nesillerinin anlamasıdır, yoksa zamanımızın tetkikçilerinin anlaması değildir. Çünkü boş tedkik, şifâsı pek müşkil öyle bir hastalıktır ki, muhkemi müteşâbih, ma’lumu da meçhul yapar.
Müteşâbih ise, zamirin iki mercide dönmesi ihtimalinden dolayı iki mânâya ihtimali olan kelâmdır. Bir şahıs: “Dikkat edin! Emîr bana filan kimseye lânet etmemi emretti. Allah ona lânet etsin” dediği zaman bu sözde olduğu gibi (Lâneti emîre mi, diğer kimseye mi diliyor, belli değil).
Yahut da müteşâbihlik, bir kelimenin iki mânâda müşterek olmasından ileri gelir. 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6 âyetindeki “lâmestümü’n-nisâ’ (kadınlara dokunma)”
77] Buhârî, Teheccüd 14; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 24
78] Zerkeşi-El-Burhan: 2/80-83; Suyûtî-El-İtkan, 2/6-7; Subhi es-Sâlih-Mebâhis, 226
79] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 132
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 15 -
ifâdesinde olduğu gibi. Bu tâbir, hem kadınla cinsi münâsebet, hem de kadına el ile dokunma mânâsında müşterektir. Yahut da müteşâbihlik, atfın yakına ve uzağa ihtimali olmasından ileri gelir: 5/Mâide, 6, abdest alma âyetinde “ercül” kelimesinin uzağa ve yakına atfedilmek sûretiyle hem üstünlü, hem esreli (ercüleküm, ercüliküm şeklinde) okunmasında olduğu gibi.
Müteşâbihlik, atıf ve isti’naf, yani bir evvelki üzerine atfedilmek yahut yeniden başlatılan bir cümle olmak ihtimalinden ileri gelir: 3/Âl-i İmran, 7. âyetinde geçen “râsihûne”nin başındaki “vav” ın bu ikiye ihtimali bulunması gibi.
Kinâye, hükümlerden bir hükmün sâbit olmasıdır, bununla hükmün kendisinin sâbit olması kast olunmaz, fakat maksud muhâtabın zihninin onu âdi yahut aklî bir lüzumla lâzım gelen şeye intikalidir. “Azîmu’r ramad = külü büyük” tâbirinde olduğu gibi. Çünkü bu sözün mânâsı ziyâfet çokluğudur.
5/Mâide, 64. âyetinden anlaşılan da kerem ve cömertlik mânâsıdır. Murad edilen mânânın hissedilen bir sûrette tasvir edilmesi de bu kabildendir. Bu, Arap şiirlerinde ve Arapların hutbelerinde geniş bir babdır. Kur’an-ı Azıym ve Peygamberimizin sünneti de bununla doludur.
“Onların içinden gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat. Onlara karşı süvârilerinle, piyâdelerinle yaygara çıkar. Mallarına, evlâtlarına ortak ol. Onlara vaad et. Şeytan bu! Onlara bir aldatıştan başka ne vaad eder o.”80 Şeytan burada, arkadaşlarına nidâ edip: ‘Bu cihetten gelin! Ve bu yönden girin!’ diye bağıran hırsızlar başkanına benzetilmiştir.
“Biz hem önlerinden bir set, hem arkalarından bir set çektik, böylece onları her taraflarından sarıp kuşatıverdik, artık görmezler.”81 Burada onların âyetleri iyice düşünmekten yüz çevirmeleri, iki eli boynuna kelepçelenmiş yahut her cihetten bütün etrafına bir set bina edilmiş de artık asla görmeğe muktedir olamayan kimseye benzetilmiştir.
“Korkudan (kanat gibi açılan) ellerini kendine kavuştur. (Korkma) Yani hatırını, zihnini dağınıklıktan topla.” Bunun örfteki nazîri/benzeri şudur: Onlar bir kimsenin yiğitliğini takrir ettikleri zaman, kılıçla, o şöyle vurur diye işaret ederler yahut onu hiç kimse kast edemez, derler.
Dehrden bir kere eline kılıç almış olmasa da onun ufuklar ahalisine galebesi ancak yiğitlik sıfatıyla olur. Şöyle demeleri de böyledir: Filan kimse; ben yeryüzünde bana karşı çıkacak hiç kimse görmüyorum, der. Yahut falan kimse şöyle yapar, derler ve bu şahıs o fiili yapmaz olsa da ve ondan bu söz çıkmamış olsa da dövüşçünün hasmını yenmesi vaktindeki dövüşme ehlinin heyetine işaret ederler. Ve filan beni boğdu ve boğazımın içinden lokmayı çekti, derler.
Ta’riz, umûmî bir hüküm yahut istenmeyen, inkâr edilen bir şeyi zikredip bununla özel bir şahsın halini takrir etmeyi kasd etmek yahut muayyen bir kimsenin haline tenbih eylemektir. Bazen söz esnâsında bu şahsın hususiyetlerinden bir kısmı gelir, muhatab ise bu şahsa muttali olmaz. İşte Kur’an okuyucusu bu gibi yerlerde hayrete düşer, kıssayı bekler ve ona muhtaç olur. Peygamber (s.a.s.) bir şahsın bir davranışını reddettiği zaman: “şöyle şöyle yapan kavimlerin hali nedir?”
80] 17/İsrâ, 64
81] 36/Yâsin, 9
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diye hitap ederdi. Nitekim Yüce Allah’ın şu kavlinde de böyledir: “Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için (ona aykırı olacak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne isyan ederse muhakkak ki o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.”82 Bu âyet Zeyneb kıssasına ta’rizdir.
“Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullarına, vermelerinde kusur etmesin...”83 âyeti, Ebû Bekir es-Sıddîk’a ta’rizdir. İşte bu sûrette o kıssaya muttalî olamadıkları müddetçe o kelâmın isteğine erişemezler.
el-Mecâzu’l-Aklî: Aralarındaki benzeşme alâkasından dolayı fiilin fâilden başkasına isnad edilmesi yahut da mef’ûlün bih’in, mef’ûlün bih olmayan şeyin yerine ikame edilmesi ve mütekellimin bu cinsten biri olduğu halde onun topluluğunda dâhil olduğunu iddia etmesidir. Nitekim bina eden emir değil de bina edicilerden biri olmakla beraber “Emîr, köşkü binâ etti” denilir, hâlbuki o ancak bina etmeyi emredendir. Bahar mevsiminde bitkiyi bitiren Yüce Allah olmakla beraber “bahar, sebzeyi bitirdi” denilir. Ve Allah doğruyu en bilendir.
Müteşâbihlerin ne anlama geldiğine dair ileri sürülen görüşler içerisinde doğruya en yakın olanı, “anlaşılması zor ve mânâsı kapalı olan hususların müteşâbihler kapsamına girdiğini belirten” görüşlerdir. Bu görüş sahipleri, müteşâbihin önemli bir özelliğinin “mânâdaki kapalılık ve anlamdaki zorluk” olduğu noktasını yakalarken, iyi bir başlangıç yapmışlardır. Ancak, buradaki kapalılık ve anlaşmazlığın her türlü kapalılık ve anlaşmazlığı kapsadığını zannetmişler ve böylece müteşâbihlerin gerçek anlamına ulaşma çabaları yarım kalmıştır.
Bu konuda doğruyu yakalamak için müteşâbih kelimesinin yapısını tahlil etmek gerekmektedir. Müteşâbih kelimesinin mâzîsi olan “teşâbehe” fiilinin iki mânâsı vardır: Birisi iki şeyin birbirine benzemesi; diğeri ise, birbirine benzemesi dolayısıyla iki şeyin birbirinden ayırt edilemeyip birbirine karıştırılması. 2/Bakara, 70 ile 13/Ra’d, 16 âyetlerindeki “teşâbehe” kelimeleri “birbirine karıştırmak, ayırt edememek” anlamında kullanılmıştır. 2/Bakara, 118 ve 6/En’âm, 141 âyetlerindeki “teşâbehe” ve “müteşâbih” kelimeleri ise; “birbirine benzemek, birbirine benzeyen iki şey” anlamında kullanılmıştır.
İslâm âlimleri, müfessir ve mealcilerinden çoğu, 3/Âl-i İmrân Sûresinde geçen “müteşâbihât” kelimesinin “muhkemin aksi, ne kast edildiğini anlamak zor olan, muğlak-kapalı” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Müteşâbihâtla ilgili bu yorumda teşâbehe fiilinin yukarıda zikredilen iki mânâsından sadece birisi göz önüne alınmış, diğerine ise iltifat edilmemiştir. Hâlbuki bu kavramla ilgili olarak esas üzerinde durulması gereken nokta, “iki şeyin birbirine benzemesi” olmalıydı. Zira kelimenin esas kök anlamı budur. Kelimenin asıl anlamını bırakıp onun sonucu olan ikinci derecedeki anlamlar üzerinde yoğunlaşmak, elbette doğru değildir. Bu sebeple müteşâbihât kelimesinin ne anlama geldiğini anlayabilmek için, öncelikle teşâbehe fiilinin asıl anlamı olan “benzeşme” üzerinde durmak gerekir.
Konuya bu açıdan yaklaşılacak olursa, şu sorunun sorulması kaçınılmaz olur: 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde sözü edilen "müteşâbihât âyetler"de benzeşen; daha açık bir ifâdeyle benzeyen ile benzetilen nedir? Bu sorunun cevabı şudur:
82] 33/Ahzâb, 36
83] 24/Nûr, 22
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 17 -
Müteşâbihât probleminin kaynağında insan idrâkini aşan birtakım metafizik konuların, insanın ürünü ve bu dünya ile ilgili kavramlarla ifâde edilmesi zorunluluğu yatmaktadır. Özellikle klasik literatürde "Allah'ın sıfatları" başlığı altında ele alınan konular başta olmak üzere, âhiret ile ilgili birtakım anlatımlarda kullanılan kavramlar bu dünyaya âit kavramlardır. Meselâ Allah'ın yed (el)inden, ayn (göz)ünden, vech (yüz)ünden; O'na izâfe edilen ityân (gelme), istivâ (kurulma, yerleşme); fevk (üstte olma); kurb (yakın olma); maiyye (beraber olma) gibi niteliklerden Kur'an'da sık sık sözedilmektedir. Bu dünyaya, hatta öncelikle insana âit olan bu kavramların, idrâkimizin ötesinde bir başka varlık ve bir başka âlem için kullanılması karşısında, bu kelimelerin bizim bildiğimiz gerçek anlamda kullanılmış olması düşünülebilir mi? Dolayısıyla "Allah'ın bizim gibi bir eli, gözü, yüzü var mıdır? O'nun gelmesi, yaklaşması da bizimki gibi midir?" soruları müteşâbih probleminin temelini oluşturmaktadır.
Kısaca, müteşâbihât bu dünyadaki varlıklar için kullanılan birtakım kavramların ya da nitelendirmelerin metafizik konularda ve özellikle Allah ile ilgili olarak kullanılmasından kaynaklanan ve bu benzerliğin doğurduğu problemin adıdır. Bu problemin sebebi "dil"den başka bir şey değildir. İnsan dili, duyuların konusu olan objelerle yola koyulur. Onu, duyularla algılanamayan gerçeklere uygulayınca, bu gerçekler ile algılanabilen fenomenler arasında gizli veya açık birtakım benzetmelerin/teşbihlerin yapılması gerekir. Şiir dilinin her çeşidinde görülen bu ortak özelliğe, câhiliyye devri Arap şiiri de yabancı değildi. Şair, can sıkıcı geceyi, ağır ağır ayakları üstüne doğrulan bir hayvana benzetir. Burada herhangi bir karışıklığın ortaya çıkma tehlikesi sözkonusu değildir; çünkü gecenin ne olduğunu ve onun bir hayvan olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Fakat hakkında konuşulan şey, insanın alışageldiği anlamda duyunun konusu olmaktan uzak ise, yani duyu tecrübesinden elde edilen çıkarımların dışında kalan bir şey olursa, o zaman güçlük kendisini hissettirir. Sözgelişi insan "Allah'ın yed (el)i şeklindeki sözleri nasıl anlayacaktır? Başka bir ifâdeyle, insan zihninin geçmiş tecrübelere, yani zihne daha önce kaydedilmiş algı ve idrâklere dayanmaksızın faâliyet göstermediğini göz önünde bulunduracak olursak, çok önemli bir soru ile karşı karşıya geliriz: "Mademki dinin metafizik kavramları, tabiatının özelliğinden dolayı, insanın müşâhede ve tecrübelerinin sınırları ötesindeki bir âlemle ilgilidir, o halde bu fikirler bize başarıyla nasıl aktarılabilirler? Tecrübeye dayalı olarak ulaşmış olduğumuz algılar alanımızdan kısmen bile olsa, karşılığını bulamadığımız fikirlerin ihâtası bizden nasıl umulabilir?" Bunun cevabı bellidir: İğreti tasvir (istiâre)lerle. Veya Zemahşeri'nin 13/Ra'd, 35. âyetinin tefsirinde ifâde ettiği gibi "sembolik bir tasvir" yoluyla: Müşâhede sahamızın dışında kalanları, müşâhede edebildiklerimizle temsil ederek (temsîlen limâ ğâbe annâ bimâ nüşâhidu) ve işte Kur'an'da kullanıldığı şekliyle müteşâbihât kavramının hakiki mânâsı da budur. 84
Böylece Kur'an bize, birçok kavram ve ifâdelerinin, beşere kavratılması murâd edildiği halde, başka herhangi bir yolla buna imkân bulunmadığından -sırf bu temel nedenle- mecâzî tarzda anlaşılması gereğini açıkça ifâde eder. Dolayısıyla, eğer biz, Kur'an'ın her ifâde, cümle ve ibâresini, zâhirî mânâsıyla alarak onun bir mecaz, bir istiâre, bir temsil olması ihtimalini gözardı edersek, İlâhî vahyin gerçek rûhuna aykırı hareket etmiş oluruz. Örnek olarak, Allah'ın zâtına
84] Muhammed Esed, Kur'an'da Sembolizm ve Mecaz, Kelime Dergisi, 6/86 (1), s. 40
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işaret eden bazı âyetleri düşünelim: Tanımlanamayan, zaman ve mekânda sınırsız ve beşer kavrayışının tamamen ötesinde bir varlık. O'nu tasavvur etmenin imkânsızlığı karşısında biz ancak O'nun ne olmadığını kavrayabiliriz. Yani, zaman ve mekânla sınırlanamayan, birtakım benzetmelerle tasvir edilemeyen, beşer düşüncesinin hiçbir türü ile çevrelenemeyen... Bu nedenle, O'nun varlığı ve etkinliği, çok yetersiz kalmakla beraber, ancak oldukça genelleştirilmiş mecazlarla bize aktarılabilir.
Bunun gibi, Kur'an O'ndan bahsederken "semâlarda" olduğunu, "arşı üzerine yerleştiği"ni bize bildiriyorsa, biz bu ifâdeleri zâhirî mânâlarıyla alamayız. Çünkü aksi takdirde, farkına varılmadan "Allah'ın mekân içinde sonlu olduğu" ifâde edilmiş olur. Böyle bir sınırlılık sonsuz bir varlıkla bağdaşmayacağından, en küçük bir kuşkuya kapılmadan anlarız ki, Allah'ın "semâlarda" oluşu, "arş"ı, onun üzerine "yerleşmesi", beşer tecrübelerinin tamamen dışında kalan bir kavramın, yani "Allah'ın her şeye gücü yeter ve bütün varlıkların mutlak hükümrânı olduğu" kavramının, sadece lisanî vâsıtalarıdır. Aynı şekilde O, "her şeyi bilen", "her şeyi gören", "her şeyden haberdar" olarak nitelendiğinde, bu tasvirlerin, maddî bir "görme" ve "işitme" olayı ile meydana gelen şeyler olmadığını, ancak var olan ve vuku bulan her şeyde Allah'ın ebedî mevcûdiyetinin, beşerin anlayacağı terimlerle basit anlatımları olduğunu anlarız. Ve "hiçbir beşerî görüş O'nu idrâk edemeyeceğinden",85 yaratmış olduğu evren içinde ve üzerinde kesintisiz etkinliğini müşâhede etmenin ötesinde, insanın O'nu kavraması umulamaz. 86
İnsan lisanının yetersizlikleri içerisinde -ki bu yetersizlikler insan dimağının fıtrî sınırlılığının zarûrî neticeleridirler- bu etkinlik, ancak çevrelenebilir, fakat gerçek şekliyle asla târif edilemez. Bizim için Allah’ın zâtını tasavvur ve tâyin etmek imkânsız olduğu gibi, O’nun “yaratma eylemi”nin -ve dolayısıyla yaratma planının- gerçek mâhiyetinin tasavvur ve tâyini de ihâtamızın dışında bulunmalıdır. Ancak Kur’an, kesin olarak Allah’ın “hikmetli” yaratıcılığı kavramına binâ edilen ahlâkî bir öğretiyi bize aktarmayı hedeflediğinden, ikinci husus (O’nun yaratma eylemi ve planı) insanın kavrayabileceği düşünce tarzlarına indirgenebilmelidir, nitekim indirgenmiştir.
Bu nedenle, ilk bakışta antropomorfik (teşbîhî-tecsîmî) görünen Allah’ın “gazab etmesi” veya “cezalandırması”, sâlih amellerden “hoşlanması”, yaratıklarını “sevmesi”, kendine bîgâne kalan günahkârlara “bîgâne kalması”, mahşer günü günahkârları “hesaba çekmesi”... gibi Allah’ın etkinliğinin beşer terminolojisine yapılan lafzî aktarımları; bize vahyolunan ahlâkî prensiplerin beşer lisanı yoluyla uygulanmasını umduğumuz sürece, kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Ancak, kaçınılmaz olan bu aktarımlarla tanımlanamaz olanı tanımlayabildiğimiz inancı içine girersek en büyük hatayı işlemiş oluruz.
Ve Kur’an’ın Âl-i İmrân Sûresinin yedinci âyetinde açıklandığı gibi, ancak “kalplerinde haktan sapma eğilimi olanlar” mecâzî olarak ifâde olunan âyetlere uyarlar; (sınırlanmış olanın dışına taşıp) karışıklık çıkarmaya ve (keyfî bir şekilde) onun nihâî mânâsını anlamaya çalışırsak... Fakat Allah’tan başka onun nihâî mânâsını kimse bilemez.” 87
85] 6/En'âm, 103
86] Muhammed Esed, a.g. makale, s. 40-41
87] Muhammed Esed, a.g. makale, s. 43
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 19 -
Müteşâbihât probleminin, metafizik konuları anlatmak için zorunlu olarak insan dilinin kullanılmasından kaynaklanan bir problem olduğu dikkatlerden kaçınca, bunun doğal bir sonucu olarak, Kur’an’da müteşâbihâtın niçin yer aldığı sorusuna İslâm âlimlerinin vermiş oldukları cevaplar da genellikle isâbetsiz olmuştur. Bu konuda “müteşâbihâtın hikmeti” olarak sunulan gerekçeler özetle şunlardır:
1. Müteşâbihât gaybla ilgili olduğu için “Kişi bunlara inanacak mıdır?” diye bir imtihan amacıyla müteşâbihâta yer verilmiştir. 88
2. Kur’an’da müteşâbihin mevcut olması, insanın taklidi terkederek, düşünmesi, fikir imal etmesi, Kur’an’ın inceliklerini anlamak için daha çok ilim elde etmesine bir sebeptir. 89
3. Müteşâbihler dolayısıyla âlimlerin Kur’an üzerinde düşünmeleri sağlanmıştır. Onlar müteşâbihleri düşünecek, araştıracak ve Kur’an’ın kapalılıklarını ortaya koyacaktır. Faziletçe diğer insanlardan üstün olma hakkını elde edeceklerdir. Kur’an’ın tamamı muhkem olup, mânâsı apaçık anlaşılsaydı, onu anlama konusunda âlim de câhil de aynı seviyede olurdu. 90
4. Gelecekte vuku bulacak şeylerin ne zaman vuku bulacaklarının gizli tutulması, insanın yararınadır. Bu durum, insanın gevşemesine engel olduğu gibi, korku ve telâşa kapılmasına da engeldir.
5. Kur’ân-ı Kerim, Arap diliyle inmiştir ve Arap dilinin ifâde üslûpları bunu gerektirmektedir. 91
Müteşâbihâta dâir bu söylediklerimiz gözönünde bulundurulacak olursa, sonuncu hâriç, diğerlerinin müteşâbihâta Kur’an’da yer verilmesinin hikmeti olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağı açıkça görülmektedir.
Müteşâbihât konusuyla ilgili olarak yapılması gereken son bir değerlendirme de şudur: Sadece Kur’an’ın değil; diğer mukaddes kitapların da anlaşılmasıyla ilgili en önemli konulardan biri olan meteşâbihât kavramının çözümü son derece önemlidir. Hıristiyanların İncil’de geçen ve mecâzî bir anlamda kullanıldığı açık olan, Allah için “Baba”, Hz. İsa için “Oğul” nitelendirmeleri lafzî anlamda alınmış ve sonuçtan “teslis” ortaya çıkmıştır. Hem Yahûdilikte ve hem de İslâm’da en çok tartışılan konulardan olan “teşbih ve tecsîm” tartışmalarının Kelâm’ın en önemli konularından olduğu, hatta “müşebbihe-mücessime” adlı mezheplerin ortaya çıktıkları mâlumdur. Bu konudaki tartışmalar bazen o kadar iki zıt kutupta ve öylesine aşırı bir biçimde tartışılmıştır ki, hadisçi İbn Huzeyme’nin gerçek tevhid inancını ortaya koyduğuna inandığı hadisleri derlediği Kitabu’t-Tevhid adlı eserini, meşhur müfessir ve kelâmcı Fahruddin er-Râzî, Kitabu’ş-Şirk olarak nitelendirmekte tereddüt etmemiştir. Bu konudaki tartışmaların olumsuz birtakım toplumsal etkilerinin olduğu da muhakkaktır. Bu bakımdan müteşâbihât konusunun sağlıklı bir yoruma kavuşturulması son derece önemlidir. Ancak bundan da önemli olan ve eleştirilmesi gereken bir husus vardır ki, o da şudur: Bu incelemenin konusu olan 3/Âl-i İmrân, 7. âyetinde de ifâde edildiği üzere,
88] ez-Zerkanî
89] Kadı Abdülcebbar
90] İbn Kuteybe
91] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 49
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinin “ana”sı, yani büyük kısmı, müteşâbih değil; “muhkem” âyetlerdir. Mütteşâbihlere gelince, bunların gerçek anlamını bilmek, insan aklı için mümkün olmadığından, Kur’ân-ı Kerim bu konunun yanlış anlaşılmasının birtakım mahzurlara yol açacağı konusunda bizleri uyarmıştır. Nitekim İslâm düşüncesindeki konuyla ilgili tartışmaların da Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde gerçekleştirilmesi amacına pek de hizmet ettiği söylenemez. Durum bu olduğu halde, müslümanların tarih boyunca müteşâbihât konusunda sert, sonuçsuz ve bazen de faydasız tartışmalara girmiş olmaları, Kur’an’ın esas üzerinde durulması gereken “muhkem” âyetlerinin aleyhine olmuştur.
Kur’an’ın muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılması son derece önemli bir nokta olduğu halde, eski olsun, yeni olsun geniş tefsir yazanların çoğu, bu noktayı yeterince kavrayamamışlardır. Bunun sonucu olarak da muhkem âyetlerden çok, müteşâbih âyetlerle veya aracı ve destekleyici nitelikteki konular üzerinde durmuşlardır. O kadar ki âdetâ âyet tersine çevrilmiş ve bu hususlar temel konular haline gelmiştir. Bu da birtakım problemlere, çelişkilere, zihinlerin karışmasına, Kur’an’ın tartışmalara mâruz bırakılmasına, kudsiyet ve amacı dâvet, nasihat, doğru yolu gösterme ve yaşama dışına çıkarılmasına; onun bir tarih ve sanat kitabı gibi, çelişkilerin ortaya konması ve karşı çıkılması mümkün olan birtakım nazariyeler kitabı haline sokulmasına yol açmıştır ki, bunun ne faydası vardır, ne de böyle yapmakta zorunluluk sözkonusudur. 92
Bu sebeple bizce günümüz müslüman aydınına düşen, onun “muhkem” âyetler üzerinde yoğunlaşması, bu âyetlerde bize sunulan öğretilerden hareketle, İslâm’ı ahlâk merkezli bir toplum projesi, bir hayat tarzı, bir dünya görüşü olarak insanlığa sunmaya çalışmasıdır. Böyle yapılmayıp da âdeta Kur’an’ı entelektüel tatmin aracı olarak gören bir yaklaşımla “müteşâbihât”a ağırlık verilir, esas üzerinde durulması gereken “muhkemât” ikinci plana itilirse, tarihte başımıza gelenleri tekrar yaşamamız kaçınılmaz olur. “Müslüman bir delikten iki defa sokulmaz.” (Bir defa işlediği hatayı tekrar işlememelidir) kuralı uyarınca, geçmişteki hatalara düşmekten sakınarak, insanlığa İslâm’ın mesajını sunma yolunda bıkıp usanmadan hummalı bir çaba içerisinde olmamız gerektiğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Kur’an’da müteşâbihatın varlığı, yaratılmışlarla Yaratıcı arasındaki diyalogun getirdiği bir zorunluluktur ve Allah kendisi hakkında bilgi verirken bizim dilimizi kullanmayı irâde etmiştir. Bizim dilimizi kullanınca birtakım istifhamlar kafada oluşuyor: “Eli var” denilince, acaba nasıldır, bizimki gibi mi? diye sorular akla gelebiliyor. Meselâ “Rahmân arş’a istivâ etti”93 Buradaki harfî anlamı: “Allah tahta kuruldu”dur. Kur’an’ın indiği dönemde gücün sembolü kraldı. En güçlü insan o zaman kraldı; tahtı olur, kralın yardımcıları olur, ne derse aynen yapılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, gücü bu şekil bir benzetme ile sembolize ediyor. Yani Kur’ân-ı Kerim’e göre Melik, Mâlik ve Melik-i yevmi’d-din olan Allah’ın melekleri vardır. Burada gerçekten bir taht var, Allah da bu tahta kuruluyor anlamı verilmesi gerekmez. Gerçekte ne taht, ne de kurulma vardır. Sadece burada Allah’ın hâkimiyeti sembollerle anlatılmaktadır. Bu şekilde anlamamız gerekmektedir.
92] Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, Mısır, 1962, c. 1, s. 7
93] 20/Tâhâ, 5
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 21 -
“Yedullahi fevka eydîhim”94 âyetinde, yani “Allah’ın te’yîdi, yardımı onlarla beraberdir” anlamı vermek daha doğru olur. Yoksa ortada bir el olup da Allah’ın elinin de elimiz üzerinde bulunması anlamı gerekmez. Bu da sembolik anlatımdır. Onun için dil felsefesini ilgilendirmesi bu yüzdendir. Arap dili bu tür kullanışa çok yatkındır. Belki de Arapça bu iş için seçildi. Diller içerisinde sembolik anlatıma en yatkın dillerden bir tanesi Arapçadır. O yüzden konuyu daha fazla deşeleyebilmek için Arap dilinin de çok ileri düzeyde bilinmesi, buna ilâveten dil felsefesi ve diğer benzeri disiplinlerde de belli bir düzeyde bulunulması gerekir. Allah, hâşâ âcizlikten değil; bize kendisini bizim dilimizle anlatmak istediği için bu dili, müteşâbihleri kullanıyor. Biz bu konunun, problemin farkında olursak o zaman Kur’an’ın genel ilkeleri ışığında “Leyse kemislihî şey’un”95 âyetinde olduğu gibi; O hiçbir şeye benzemeyeceği veya İhlâs Sûresinde olduğu gibi, O birdir, tektir, O doğmamıştır, baba da değildir, ihtiyacı yoktur, herhangi bir şeye benzemez. Bu genel çerçeve içinde değerlendirir, konunun dille ilgili olduğunu da bilirsek, problemi bir ölçüde atlatmış oluruz. “Allah’ın eşi, benzeri yoktur” genel ilkesinden hareketle müteşâbihleri bir anlamda dil felsefesi ve dille ilgili izahlarla anlayabiliriz. Ama kastedildiği te’vil’i, yani nihâî yorumu “gerçekten Allah’ın zâtı nasıl bir şeydir?” gibi soruların cevabını bulmak, hiçbir zaman insan için, insan aklı için mümkün olmayacaktır. Çünkü ontolojik varlık düzeyleri farklı olduğu için, hiçbir zaman cevap bulabilmek mümkün olmayacaktır. 96
Muhkem ve müteşâbih konusu, İslâm tarihi boyunca çeşitli disiplinlerin, özellikle de Kur’an ilimlerinin temel bir problemi olarak ortaya çıkmıştır. Konunun çeşitli meselelerle olan yakın irtibatı ve bu sebeple de birçok İslâmî disiplinle (tefsir, kelâm, fıkıh gibi) temas halinde bulunması, konuyla ilgili geniş bir literatürün de varlığını mümkün kılmış ve kılmaya da devam etmektedir. Bununla birlikte gerek metodik, gerekse düşünsel bir netlik ve arınmanın oluşturulamaması sonucu klasik dönemden itibaren devralınan mirasta konuyla ilgili geliştirilen açıklama ve tahliller diğer Kur’an ilimleri problemleri gibi, tam vuzûha kavuşturulamamış; bundan da öte barındırdığı tutarsızlıklarla birlikte Kur’an mesajının anlaşılması konusunda olumsuz bir etkiye de zemin hazırlamıştır. Bu nedenle gerek usûl konusunda ve gerekse o usûle dayanılarak geliştirilen “ilimler” ve “düşünceler” konusunda eleştirel bir tutum içerisinde; yalnızca vahyin dokunulmaz ve tek ölçü olduğu bilincinden hareketle problemi yeniden ele almak ve çözümüne çalışmak, muhkem ve müteşâbih konusuna getirilen yeni yaklaşımlara katkıda bulunmak gereği hâsıl olmaktadır.
Müteşâbih kelimesinin kökeninde “benzeme” ve “şüphelenme” anlamları vardır. Nitekim “şüphe”, “şibh” ve “şebih” bu anlamlara gelmektedir. Kelimenin asıl mânâsını “benzeme”ye indirgemek mümkün görülmektedir. Zira “şüphelenmek”, “kuşkuya düşmek”, “benzeme” olayının sonucunda ortaya çıkan bir hâdise olarak kendini belli etmektedir. Zaten “teşâbehe” fiilinin de biri, “iki şeyin birbirine benzemesi”, diğeri de “iki şeyin birbirine benzemesinden dolayı ayırt edilemeyip o iki şeyin birbirine karıştırılması” olmak üzere iki anlamı vardır. O halde müteşâbih “birbirine benzeyen/benzeşen” anlamına gelmektedir. Ama
94] 48/Fetih, 10
95] 42/Şûrâ, 11
96] Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, Müteşabihat Konusundaki Yaklaşımların Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Yaklaşım Önerisi, 1. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. Ank. 1994
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şunu da kaydetmek gerekir ki, bu benzeşmede benzeşenleri birbirine karıştırma ve bunun sonucunda bir kapalılığın ve şüphenin ortaya çıkması anlamı da kendini gösterebilmektedir. 97
Kur’an’da Muhkem ve Müteşâbih: Kur’ân-ı Kerim, 47/Muhammed, 20. âyette “muhkem bir sûre” deyimini kullanmakta ve bunun gerek lafzan ve gerekse mânâ olarak “verilmek istenenin” ve “amaçlananın” hilâfına olabilecek bir duruma “engel olunmuş” bir bildirim olduğuna dikkat çekilmektedir. Yani, ortaya konmuş, indirilmiş bir sûre, gerek lafız, gerekse mânâ yönünden öyle sağlam ve kesindir ki, sağa-sola çekilmesine, üzerine ekleme ve çıkarma yapılarak oynanmasına, başka taraflara yönlendirilmesine mâni olunmuştur. “İman edenler ‘(savaş hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?’ derler. Fakat muhkem bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Onlara ölüm gerekir.”98 Bir başka yerde ise Allah Teâlâ, âyetlerini şeytanın atmalarına karşı muhkem kıldığını (şeytanın “atmalarıyla” İlâhî mesaja sızmasına, onları bulandırmasına engel olduğunu) bildirmekte;99 Hûd Sûresinde ise Kitab’ın tamamının muhkem olduğu ortaya konulmaktadır: Elif, Lâm, Râ. (Bu,) Bir Kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri muhkem kılınmış (uhkimet) ve güzelce açıklanmıştır.”100 O halde Kur’ân-ı Kerim’in tüm âyetleri muhkemdir. Bu demektir ki Kur’an âyetleri, gerek lafzan, gerekse anlam olarak onları yıkmaya çalışacak, aslını tahrif edip ortadan kaldıracak her türlü dış etkiye engel olucu bir yapı arzetmektedir. Bu, Kur’ân âyetlerini lafız ve mânâ yönünden “yerinden oynatmaya” teşebbüs edilemeyeceği anlamına gelmektedir. Bu denenebilir. Fakat bu deneme yalnızca bireysel planda kalacak ve Kur’an’ın aslına nüfuz edip onun kesinliğine ve sağlamlığına halel getiremeyecektir. Bu muhkem Kitab’ın nûrunu örtmeye çalışanlar olabilecek; ama onun ışığını tâkip ederek kendisine ulaşan kimse onun ilk dönem parlaklığından hiçbir şey kaybetmediğini görecektir.
Müteşâbih kavramına gelince, bu kavram, muhkem kavramına göre daha sık kullanılmakla birlikte ve Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde “benzeşmek/benzer gelmek” ve “benzeşen/benzeyen” anlamlarında kullanılmaktadır. “Yâ Mûsâ! Rabbine duâ et de onun nasıl bir sığır olduğunu bize açıklasın, zira o, bizce karıştı (Başka ineklere benzer oldu, ‘teşâbehe’). Biz, inşâallah emredileni yapmaya yol buluruz’ dediler.”101 Dikkat edilirse burada benzeşmeden kaynaklanan bir ayırt edememe zorluğu da kendisini hissettirmektedir. Ama, bu zorluğun temeli “benzeşme”dir. Dolayısıyla kelime “benzeşme/benzeme” anlamına sahiptir. Diğer bir âyette: “Bilmeyenler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı, ya da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri (akılları) birbirine benzedi (teşâbehet). Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik.” 102
Kur’an’ın bir yerinde ise Kitab’ın tamamının müteşâbih olduğu ifâde edilmektedir: "Allah, sözün en güzelini müteşâbih, ikişerli bir kitap halinde indirdi."103
97] Râgıb el-İsfehânî, Müfredat, s. 443; İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c. 13, s. 503 vd.
98] 47/Muhammed, 20
99] 22/Hacc, 52
100] 11/Hud, 1
101] 2/Bakara, 70
102] 2/Bakara, 118
103] 39/Zümer, 23
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 23 -
Burada da Allah Teâlâ’nın Kur’an’ın tamamının mâhiyet itibarıyla birbirine benzediğini; arada zıtlığın, ilişkisizliğin ve tutarsızlığın bulunmadığını; vahyin tamamının aynı kaynaktan geldiğini ifâde etmekte olduğu görülmektedir.
O halde, yukarıdaki âyetlerden anlaşıldığı gibi Kur’an’ın bütünü hem muhkem, hem de müteşâbih bir Kitaptır. Yani bir bütün olarak Kur’an’ın hem muhkem olma, hem de müteşâbih olma gibi iki vasfı bulunmaktadır. Fakat öte yandan 3/Âl-i İmrân, 7. âyeti Kitab’ın âyetlerini muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
Şimdi muhkem ve müteşâbih kavramlarını barındıran temel âyete geçebiliriz: “Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” 104
Anahtar Bir Kavram Olarak Te’vil: Buradaki muhkem ve müteşâbih kavramlarıyla ilgili klasik kaynaklarda pek çok yorum yapılmıştır. Buna rağmen, yer yer birbiriyle çelişen veya birbirinin tekrarı durumundaki bu yorumlar, konuya tam bir netlik kazandıramamıştır. Konunun netliğe kavuşturulmasının kanaatimizce “te’vil” kelimesinin aydınlatılması ve doğru anlaşılmasıyla yakın ilgisi vardır.
Te’vil kelimesi süreç içerisinde “anlamak/yorumlamak” ve “lafzı, başka bir mânâya delâlet ettiğine dâir bir delilden dolayı, asıl mânâsından, gerektirmediği bir mânâya hamletmektir” şeklinde de anlaşılmış olsa da, ilk dönem lügat kitaplarında bu kelimeye “âkıbet” mânâsı verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımında da te’vil kelimesinin bu çerçeveye oturmuş olduğu görülmektedir.
Kur’an’da te’vil kelimesi 17 yerde kullanılmaktadır ve “işlerin âkıbeti”, “varacağı yeri” mânâsına gelmektedir. Nitekim Yûsuf Sûresinde Yusuf’a rüyada görülenlerin te’vilinin (te’vîlu’l-ehâdîs) öğretildiğinden bahsedilmesi,105 ona rüyada görülen şeylerin “âkıbetinin ne olacağını” kestirmenin ve o görülen şeylerin “gelecekte yaşanacak vâkıa olarak” neye tekabül edeceğini bilmenin öğretilmesi demektir. Zaten yine aynı sûrede anlatılan kralın bir rüya görmesi ve bunu Yusuf’un te’vil etmesi olayı da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Kral bir rüya görmüştür.106 Ve kimse bu rüyayı te’vil edememiş,107 dolayısıyla te’vil etme işi Yusuf’a bırakılmıştır.108 Yusuf da bu rüyayı te’vil etmiş, onun âkıbetini bildirmiş, yani o rüyada görülenlerin ileride nasıl gerçekleşeceğini ve bu gerçekleşecek olanın nasıl olacağını onlara bildirerek tedbir almalarını söylemiştir. 109
Kehf Sûresinde ise Mûsâ (a.s.) ile “Allah’ın katından rahmet verdiği ve bir ilim öğrettiği kullarından bir kul”un kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssada o “kul”un birtakım olayları gerçekleştirdiği anlatılmakta ve Hz. Mûsâ’nın bu yapılan işleri
104] 3/Âl-i İmrân, 7
105] 12/Yûsuf, 6
106] 12/Yusuf, 43
107] 12/Yusuf, 44
108] 12/Yusuf, 45
109] 12/Yusuf, 46-48
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamlandıramadığından, şaşkına döndüğünden bahsedilmektedir.110 Tüm yaşanan olaylardan sonra Hz. Mûsâ’nın sözel bir müdâhalede bulunmasının111 ardından o “kul”un şöyle dediğine şâhit olunmaktadır: “İşte, dedi; bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te’vilini haber vereceğim.”112 Âyetlerin devamına bakıldığında o kulun te’vilini haber verdiği şeylerin gelecekte olacak olan hâdiselerle ilgili olduğu görülmektedir. Âyetler o kulun yaptığı işlerin ileride ne gibi bir sonuçla, âkıbetle bağlantılı olduğunu ortaya koyup anlattıktan sonra şöyle demektedir: “İşte senin sabredemediğin şeylerin te’vili (âkıbeti) budur.”113 Görüldüğü gibi bu sûredeki te’vil kavramının da gelecekle ve gelecekteki âkıbet ve sonuçla yakın bir irtibâtı vardır.
Kur’an’da114 en güzel te’vilin (ahsenu te’vîlâ), yani en güzel âkıbet ve sonucun müslümanların olacağı kaydedilmektedir. Yine bir âyette115 ise inanmayanların “bilgisini kavrayamadıkları ve te’vili kendilerine gelmemiş olan şey”i yalanladıkları bildirilmektedir. Burada da inanmayanların Kur’an’ın bildirdiklerini (ilmi) yalanladıkları, bu bilgiyi kavramadıkları ve bundan da öte, bilgisi bildirilen şeylerin sonucu, gerçekleşmesi (te’vili) oluşmadığı halde, o kimselerin bunu yalanlamış olduğu ifâde edilmektedir ki, yine te’vili ile ileriye dönük, ileride sonuç bulacak şeyler arasındaki yakın alâka göze çarpmaktadır.
O halde, bu âyet-i kerimede iki olgudan söz edilmemektedir:
1. Bilgisi kavranılmayan şey, yani İlâhî bildirimler, âyetler,
2. Te’vili gelmeyen şey, yani İlâhî bildirimlerin âkıbeti, sonucu ile ilgili şeyler.
Gerek te’vil kavramına, gerekse te’vilin müteşâbih âyetlerle ilgisine doğrudan açıklık getirecek bir başka âyet ise şöyledir: “Gerçekten onlara bilgiye göre açıkladığımız, iman eden bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik. İlle onun te’vilini mi gözetiyorlar? Onun te’vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki şefaat etsinler, yahut tekrar geri dönmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım?’ Onlar kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler, kendilerinden saptı.”116 Görüldüğü gibi âyette Kitap unsuru ile te’vil unsuru ayrı ayrı zikredilmektedir. Âyet, bir bütün olarak ele alındığında te’vil ile Kitap’ta bildirilenlerin ya da Kitap ile bildirilen bazı bilgilerin kıyâmet gününde açığa çıkması olayını kasdettiği açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki burada da te’vil kelimesi, verilen bilgilerin ileride gerçekleşmesi, sonuçlanması ve ortaya çıkmasıdır ki, bu da ancak kıyâmetle vuku bulacaktır. Zâten âyette bahsedilen iman etmeyenlerin te’vil geldiğindeki pişmanlıkları Kur’an’da kıyâmetin kopmasıyla ilgili diğer âyetlerde de bildirilmektedir.
Te’vil kavramının Kur’an’da her şeyin âkıbeti ve sonucu, şu anda belirtilen şeylerin gelecekte neye tekabül edeceği ve dahası “Kitab’ın te’vilinin” şu anda
110] 18/Kehf, 65-77
111] 18/Kehf, 77
112] 18/Kehf, 78
113] 18/Kehf, 82
114] 4/Nisâ 59 ve 17/İsrâ, 35. âyetlerde
115] 10/Yûnus 39
116] 7/A’râf, 52-53
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 25 -
muhâtap olunan bazı İlâhî gerçeklerin ileride kıyâmetle birlikte aynen ortaya çıkıp kesinleşeceği olduğu anlaşıldıktan sonra, Âl-i İmrân, 7. âyete dönülebilir.
Yukarıda Kur’an’ın tümünün hem muhkem, hem de müteşâbih olduğu zikredilmişti. Oysa Âl-i İmrân, 7. âyette Kitab’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu zikredilmektedir. Bu durum nasıl izah edilecektir? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, müteşâbih âyetlerin “anlaşılıp anlaşılmaması” sorunu ile hiçbir ilgisi sözkonusu değildir. Te’vil kelimesini “tefsir ve anlamın açıklanması” olarak anlayan kimi müfessirler Kur’an’daki müteşâbih âyetlerin anlaşılamayacağı üzerinde durmuşlardır ki, bu iki açıdan yanlış bir anlayıştır.
Birincisi, te’vil kavramına yanlış bir anlam verilmesi sebebiyle Kur’ânî bir kavramın yerinden edilmesi; ikincisi ise Kur’an’ın kendisini ısrarla “apaçık ve anlaşılır” 117 diye ortaya koymasına rağmen, Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin anlaşılamayacağı iddiâsında ve zannında bulunulması nedeniyledir. O halde Kur’an’ın tamamı açık ve anlaşılır; yani muhkem kavramıyla irtibatlı olarak, lafzan ve mânen çarpıtılmaya, tahrif edilmeye ve sağa sola kaydırılmaya nihâî anlamda müsâit olmayan ve buna asla izin vermeyen bir Kitaptır. Kur’an’ın tamamının muhkem olması demek, böylece Kitab’ın tüm âyetlerinin lafzan ve mânen sağlam bir biçimde, açık ve kesin olarak yerli yerinde durması demektir ki, bu da onun anlaşılırlığı ile yakından alâkalıdır. Peki, bu durumda Kur’an’ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu gerçeği nereye oturacaktır? Burada hemen şunu kaydetmek gerekir ki, Kur’an’ın tamamı muhkem/apaçık anlaşılır olmakla birlikte, bazı muhkem âyetlerin gaybî boyutla bir ilişkisi sözkonusudur.
İşte gayble ilgili “bazı” muhkem âyetler, anlaşıldığı kadarıyla müteşâbih olarak zikredilmektedir. Yani bir âyet, aynı zamanda hem muhkem, hem de müteşâbih olabilmektedir. Ama muhkem bir âyetin müteşâbih olması için gaybî bir boyutunun da olması gerekmektedir. Zira müteşâbih deyimi bir şey hakkında duyuların veri elde edememesi, yani gayb alanıyla ilgili olması sebebiyle ve o konuda kesin bir bilgiye sahip olamama sonucu o şey hakkındaki düşünce ve yorumların benzer olması ve neyin kesin doğru olduğunun bilinememesi dolayısıyladır. Başka bir ifâdeyle müteşâbih kelimesi, gaybî gerçeklere -kisin bilgimizin olmaması sonucu- zihnimizde bazı benzerlikler kurmamızı ifâde etmektedir. Bununla birlikte şunu da söylemek gerekir ki, muhkem âyetlerin gaybla ilgili olanların tümü müteşâbih kapsamına girmemektedir. Bunun böyle olması te'vil kavramının anlamıyla irtibatlıdır. Gerek Kur'an'ın diğer âyetlerinde, gerekse Âl-i İmrân, 7. âyetteki te'vil kavramının gelecekle ilgili bir içeriğinin olması, yani "gelecekte vâki olacak bir âkıbet ve sonuç"la ilişkilenmesi açıkça müteşâbihin gelecekle alâkalı olmasını gerekli kılmaktadır. Müteşâbih, muhkem âyetlerin gaybla ilgili boyutlarıdır, ama bu gaybî boyut da ileride sonuçlanacak ve gerçekleşecek bir yön taşımaktadır. Bu durumda, te'vil kavramından hareketle müteşâbihâtı, sonucu/âkıbeti ileride (kıyâmet gününde) açığa çıkacak ve gerçekleşecek olan âyetler olarak gerekecektir. Zâten Kur'ân-ı Kerim, "Kitab'ın te'vilinin gelmesini", Kitab'ın önceden bildirdiklerinin kıyâmet gününde açıkça ortaya çıkması şeklinde tanımlamaktadır.118 O halde müteşâbihât, Allah'ın kısmen bilgisini verdiği, ama tamamıyla kuşatamadığımız kıyâmet günü, cennet, cehennem ve bunların
117] Bk. 2/Bakara, 118; 6/En’âm, 52, 126; 16/Nahl, 89; 54/Necm, 17; 57/Hadîd, 9 vd.
118] 7/A'râf, 52-53
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahvâline dâir ileride vukuu gerçekleşip âkıbeti ortaya çıkacak âyetleri kapsamaktadır. Nitekim el-İsfehânî, müteşâbihâta giren konular arasında kıyâmet gününün niteliklerini zikretmiş, bunun nedeni olarak da "duyuların bu nitelikleri tasavvur etmedeki çâresizliği"ni kaydetmiştir.119 Yine, birtakım eksiklikler ve bulanıklık taşısa da vaad ve vaid (cennet ve cehennem) ile kıyâmet âyetlerini müteşâbihât kapsamında değerlendiren görüşlere İslâm tarihinde rastlanılmaktadır. 120
Durum böyle olunca Âl-i İmrân, 7. âyette niçin müteşâbihâtın te'vilinin peşine düşmenin kınandığı ve niçin bu tutumun "kalplerinde eğrilik olanlar"ın tutumu olarak zikredildiği de anlaşılmış olmaktadır. Çünkü müteşâbihâtın te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle bilememektedir. Onun te'vilini (nasıl sonuçlanacağını ve âkıbetini) ancak Allah bilebilir. O halde mü'minlere düşecek olan, müteşâbih âyetlerde bildirilen hakikatlerin âkıbetini bilmeseler de, hepsine birden iman etmiş olmaktır. Zira gerçek mü'min, gelecekteki vuku bulacak olayları tümüyle görmese ve bilmese de sırf "Allah'tan indirildiği" için ona iman edendir. İşte bundan dolayı âyette "ilimde râsih olanlar ise, 'o kitaba inandık, onun tamamı Allah katındandır' derler" buyrulmaktadır.
Konuyla ilgili bir başka tartışma da Âl-i İmrân, 7. âyetteki "durak"ın "lafza-i celâl"de mi, yoksa "el-ılm"de mi olacağı tartışmasıdır. "Te'vil" kelimesinin "tefsir" ve "mânânın açıklanması" olarak anlaşılması sonucu ortaya çıktığını düşündüğümüz bu tartışmanın müteşâbihâtın anlaşılıp anlaşılamayacağı tartışmasıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Selefin büyük çoğunluğu, durağın lafza-i celâl üzerinde olması gerektiği (yani te'vili yalnızca Allah bilir, başkası değil) ve âyetin sonrasının ayrı bir cümle olduğu görüşündedirler. İbn Abbas, Ubeyy ve İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen kıraat budur. Durağın "ve'r-râsihûne fi'l-ılm"deki "ılm" üzerinde olacağını söyleyenler (yani te'vili Allah ve ilimde râsih olanlar bilir); Mücâhid'den nakledilen rivâyete dayanmaktadırlar. Mücâhid'den başka, seleften bazılarının da bu görüşte olduğunu nakledenler var ise de, büyük çoğunluğun aksi görüşte olduğunu kabul etmeyen yoktur. 121
Te'vil kelimesinin sonraki dönemlerde tefsir ve mânânın açıklanması olarak anlaşılması Kur'an'da "anlaşılmaz" âyetlerin varlığı problemini ortaya çıkarmış ve bu nedenle buna karşı çıkan ulemâ, durağı "el-ılm" kelimesine alarak "müteşâbihin yorumunun ve anlaşılmasının" ilimde râsih olanlar tarafından gerçekleştirilebileceğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bizce bu bir zorlamadır. Zira te'vili, yani âkıbeti Allah'tan başka kimse bilmemektedir. Zâten te'vilin tefsir ve anlaşılmayla ilgili olmadığı bilindiğinde böyle bir zorlamaya da gerek kalmayacaktır. O halde mânâya uygun olarak durağın "Allah" lafzında olması gerekmektedir. Zira gaybı yalnız O bilebilir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Kur'ân-ı Kerim bütün âyetleriyle muhkem bir kitaptır. Kitabın muhkem olması lafzan ve mânen nihâî anlamda kendisine karşı herhangi bir dahlin, çarpıtmanın, tahrifin olamayacağı ve bu yüzden de Kitab'ın tümünün açık ve anlaşılır olduğu, kesin bir hüküm taşıdığı anlamına gelmektedir. Bu böyle olmakla birlikte muhkem âyetlerin gelecekle ilgili gaybî boyut
119] Râgıb el-İsfehânî, a. g. e. s. 44
120] Reşid Rızâ, Tefsiru'l-Menâr, c. 3, s. 164, Beyrut, tarihsiz
121] M. Said Şimşek, Kur'an'da İki Mesele, s. 43
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 27 -
taşımaları (kıyâmet gününün zamanı ve nitelikleri, cennet-cehennem ve bunların tam olarak keyfiyetleri gibi) insan idrâkinin bunları kavrayamaması nedeniyle bu âyetleri müteşâbihât kapsamına sokmaktadır. Müteşâbihâtın konusuna Allah'ın zâtı ve sıfatları ile Allah'ın eli, yüzü, istivâ etmesi gibi ifâdeleri sokmak doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Zira Allah'ın bu tür ifâdelerle nitelendirilmesi tamamen mecâzî ifâdeler olup hakiki mânâyla bir ilgisi sözkonusu olamaz. O halde bunlar mecazlı ifâdeler olup müteşâbih değildirler. Müteşâbihâtın konusunu tâyin etmede te'vil kavramı anahtar bir rol üstlenmektedir. Te'vil bir şeyin âkıbeti, sonucu ileride/gelecekte nasıl gerçekleşeceği ve neye tekabül edeceği gibi mânâlara geldiğinden müteşâbihâtın ileride gerçekleşecek ve sonuçlanacak esaslı bir yönünün olması gerekmektedir. Bu da genel olarak bu dünya hayatından sonraki dönemle ilgili âyetlere karşılık gelmektedir. 122
Müteşâbihler: Kur’ân’ın üslubu, önceki mukaddes kitaplarda olduğu gibi, teknik ve teknolojik bilgilendirmeden kesinlikle uzaktır. Kitabın, asıl amacı bazı belirlemeler yapmak olsa da, önce, toplumu gösterilen hedefe hazırlamak için bu uyaran sözleri kullanması gerekmektedir. Kur’ân, bunları; benzer, ayrıntılı, güzel ve benzeşen diye nitelemektedir;
“Bir âyetin yerine benzerini getirmeden...” 123
“Sonra ayrıntılandırılmıştır.” 124
“En güzeline uyun. 125
‘Diğerleri benzeşenlerdir’ 126
Kur’ân’daki ikinci söz türü ise belirleyenlerdir.127 Belirleyen sözler, daha önce hakkında ayrıntı verilen konularda, son noktayı kor. Uyaran sözlerle eğitilen ruhlara, nihâî maksadı anlatır, asıl amacı belirler. İyi ya da kötü olduğu daha önce uyaran sözlerle anlatılan bir şeyin helâl mi, haram mı olduğu hükmünü verir. Bizce, Kur’ân-ı Kerimin, ikili anlatışlı (mesânî) sözler diye bahis açtığı durum budur. Mesânî teriminin kullanıldığı âyet Zümer sûresindedir; “... mesânî bir kitap halinde indirdi.” 128
Meselâ içki hakkında inen ilk âyetler, onu kesin bir dille yasaklamaz. Çünkü bunlar uyaran sözlerdir. Fakat Kur’ân, içkinin zararlarını ayrıntılı olarak anlattıktan sonra, belirleyen sözünü söyler. O konuda son hükmünü verir. İşte, bir konudaki nihâî maksadı belirleyen bu söz türü, Kur’ân’ın kendi nitelemesiyle; en güzel, daha hayırlı ve ana diye adlandırılır; “Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun”129; “Bir âyetin daha iyisini...”130; “Ondandır muhkem âyetler -ki onlar kitabın anasıdır-.” 131
122] Ömer Mahir Alper, Kur’ân-ı Kerim’de Muhkem ve Müteşabih, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36
123] 2/Bakara, 106
124] 11/Hûd, 1
125] 39/Zümer, 55
126] 3/Âl-i İmrân, 7
127] 39/Zümer, 23
128] 39/Zümer, 23
129] 39/Zümer, 55
130] 2/Bakara, 106
131] 3/Âl-i İmrân, 7
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müteşâbih Âyetler
Klasik dönemdeki bilimsel tefsir yanlısı yorumcuların gizli (bâtınî) dedikleri bu ikinci anlama, bilimsel tefsir yanlısı çağdaş yorumcular, mecâzî, remzî, işârî veya lâzımî de demektedirler. Şeyh Tantâvî Cevherî, Muhammed b. Ahmed el-İskenderâni, Şeyh Abdurrahman el-Kevâkibî ve Mustafa Sadık er-Râfii bu hareketin öncüleridir. Doktor Abdulaziz İsmail, Muhammed Ahmed el-Gamrâvî ve Haluk Nurbâki gibi, Tıb, Fizik ve Kimya alanlarında ihtisaslaşmış daha pek çoğu da vardır. Onlar, insanın ve kâinatın yaratılması ve mahiyeti hakkındaki ilmin en son buluş ve icatlarının, zaten Kur’ân’da mevcut olduğu, fakat gizli bir şekilde ifade edildiği inancındadırlar. İşte bu gizliliğin tefsir ve yorumlarla açıklanması gerektiğini öne sürerler. 132
Bilimsel tefsir yanlısı çağdaş yorumcuların çok kullandığı, gizli, mecazî, remzî, işârî ve lâzımî kelimeleri -yüklenilen bu anlamlarıyla- Kur’ân’da bulunmaz. Ancak kimi açık sözlü yorumcular, bilimsel anlam yüklenebilecek âyetlerin aslında, Kur’ânın müteşâbihler diye nitelediği sözler olduğunu açıkça belirtirler.133 İşte bu son terim Kur’ân’da şöyle geçmektedir; “Ondandır muhkem âyetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri müteşâbihlerdir...” 134
Şimdi bu kelimenin Türkçeye nasıl çevrildiğine bakalım. Âyette geçen müteşâbih kelimesine birçok mealde, anlam verilmez. Bazılarında ise yakın olduğu düşünülen bir mânâ parantez içine alınır. Bir kısmında da, metnin dışında uzunca açıklamalar yapılır. Müteşâbih kelimesi için yapılan bütün bu tercihleri, şu dört grupta mütâlaa edebiliriz:
Müteşâbih âyetler, lafız ve anlam yönünden bir başkasına benzediği için anlamları ortaya çıkarılmada zorluk çekilen âyetlerdir.
Müteşâbih âyetler, her biri murat olunabilecek gibi görünmekte birbirlerine benzediği için, çeşitli anlamlara ihtimalli olan, birkaç şekilde tefsir edilebilen âyetlerdir.
Müteşâbih âyetler, ince mecâzî mânâları olan istiâre yoluyla işaret edilen anlamı yansıtan âyetlerdir.
Müteşâbih âyetler, mânâsı tam olarak anlaşılması mümkün görülmeyen, hiçbir şey anlaşılmayan veya mânâsı akla aykırı olduğu için iradesi mümkün olmayan âyetlerdir.
“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” 135
132] Fethullah Han, Kur’ân ve Kâinat Âyetleri, İstanbu1, 1998
133] Cemâleddin el-Kâsımî, Tefsir İlminin Temel Meseleleri, İz Y., İstanbul, 1990, S. 286. Dr. Muhammed Şehrur, el-Kitab ve’l-Kur’an -Kırâe Muâsıra-. (Türkçe Özeti: Mustafa Ünver, Lügavî Kuran Okumaları, Sidre Y., Samsun 2001)
134] 3/Âl-i İmrân, 7
135] 3/Âl-i İmrân, 7
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 29 -
Şimdi bu âyet üzerinde biraz düşünelim. Burada kast edilen kitap Kur’ân mıdır? Eğer Kur’ân ise, Peygambere inişinden önceki, Allah katında korunan durumu mu, yoksa Mushaf haline gelişinden sonraki hali mi kast edilmiştir? İkinci durumda; sadece Kur’ân kast edilmiş olur. Birinci durumda ise levh-i mahfuz kast edilmiş olur ki bu anlam Kur’ân’la birlikte Tevrat ve İncil gibi diğer mukaddes kitapları da kapsamış olur. Ayrıca kitap terimi bu âyette iki defa geçmektedir. Bunlar, iki ayrı kitap mıdır, yoksa tek kitap mıdır?
Bir başka soru da şudur. Kur’ân birçok âyetten bahseder. Varlıkların olağan ve olağandışı seyirlerine âyet der. Bu durumda yer ve gökte ne varsa hepsi birer âyettir. Bir de Peygamberlere indirilen sözlere âyet der. Kur’ân, üçüncü tür âyetten daha söz eder. Bunun mâhiyetini ancak Allah ve peygamberler bilir. Hz. Peygambere, semâvî bir yerdeki el-Mescidu’l-Aksâ’da gösterilen âyetler böyledir. Acaba muhkem ve müteşâbihlik bu âyetlerin hangisindedir?
Tabii cevaplandırılması gereken en önemli soru da, Müteşâbih’in ne olduğudur? Muhkem ve müteşâbih zıt anlamlı mıdırlar? Yoksa bu ikisi, birbirini kısmen kapsayan kelimeler midir? Yani muhkem bir âyet aynı zamanda müteşâbih de olabilir mi? Yoksa muhkem olmayan her âyet ya da bazı âyetler mi müteşâbihtir? Kitabın ne kadarı müteşâbihtir? Kitabın bir kısmı mı yaksa tamamı mı muhkem ve müteşâbih biçiminde iki kategori oluşturuyor? Başka bir ifade ile kitapta bu ayrıma sokulamayacak âyetler var mıdır? Her iki durumda da Kur’ân’ın ne kadarı muhkem, ne kadarı müteşâbihtir?
Muhkem ve müteşâbihe bağlı olan bir başka soru daha cevap beklemektedir. Kur’ân-ı Kerîm kendisini ‘Hakîm’ bir kitap olarak tanıtır. Bu kelime muhkemle aynı köktendir. Yani Kurân, sadece âyetlerinin bir kısmına değil, bir anlamda tamamına muhkem demektedir. Kaldı ki Hûd sûresinde de âyetlerinin tamamı muhkem bir kitaptan bahis açılmaktadır. “İşte bu sana okuduğumuz, o âyetlerden ve o hakîm Zikirdendir.”136; “Elif-lâm-râ, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.”137; “Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, hikmetli (el-Hakîm) Kitabın âyetleridir.” 138
Bununla birlikte Zümer Sûresinde Peygambere indirilen kitabın tümünün müteşâbih olduğu söylenmektedir: “Allah, sözün en güzelini müteşâbih ikişerli bir kitap halinde indirmiştir.” 139
Şimdi, tamamı muhkem olan kitap hangisidir? Eğer Kur’ân ise, tamamı müteşâbih olan kitap hangisidir? Kur’ân’ın tamamı muhkem midir, müteşâbih midir? Yoksa hem muhkem, hem de müteşâbih midir? Eğer tamamı muhkem ise müteşâbihten, şâyet tamamı müteşâbih ise muhkemden söz edilebilir mi?
Yukarıdaki âyette cevap isteyen bir soru da şudur. Alimler müteşâbihlerin tevilini bilir mi? Müteşâbihlerin tevilini Allah bilir. Fakat acaba ilimde derinleşenler de bilirler mi? Bu açık değildir. Eğer bilirlerse, bu âyetlerin anlam ve sayıları üzerinde ittifak edebiliyorlar mı? Böyle bir ittifak yoksa o bilmenin sıhhati nasıl anlaşılacak? Doğruluğundan nasıl emin olacağız? Ayrıca, üzerinde derinleşme yapılan ilimdir. Kast edilen dinî (naklî) ilimler mi, yoksa fizîkî (aklî) bilimler midir?
136] 3/Âl-i İmrân, 58; Ayrıca bkz; 10/Yunus, 1; 36/Yâsin, 1-2
137] 11/Hûd, 1
138] 10/Yunus, 1
139] 39/Zümer, 23
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberin yaşadığı asırda sözü edilen ilim ne olabilir? Buradaki ilimden maksat, vahye dayalı ilimler midir? Yoksa fizîkî bilimler midir? Yahut her ikisi de kast edilmiş olabilir mi?
Âyette, dikkat edilmesi gereken bir husus da; kalplerinde eğrilik bulunanların kimler olduğudur. Gerçekten inanmayanlar, münâfıklar veya kitap ehli midir bunlar? İlgili âyette, onların Hz. Muhammed’i izlemeyen kimselerden olduğu açık değildir. O zaman sahâbeden midir? Peygamber henüz hayatta iken onu izleyen kimseler arasında eğri kalpliler var mıdır? Ya da onlar ileride ashâbın arasından, yolundan ayrılacak kimselerden midirler? Yoksa bu sözün muhatabı bütün insanlar mıdır?
Âyetle ilgili olarak, akla gelebilecek muhtemel bir soru da şudur. Eğer müteşâbih âyetleri de Allah indirdi ise, onları izlemek neden fitne aramakla eşitlensin ki? Bu âyetler birkaç mânâya ihtimalli, yahut kapalı ve anlamak zor ise, kötülük aramayan kimseler de farkına varmadan fitneye düşmezler mi? Bu durum; insana gücünün yetmediği şeyin yüklenmiş olması anlamına gelmez mi? Şimdi, bu soruların cevaplarını ilgili âyete yakından bakarak arayalım.
Kitabın Anası: “Sana kitabı indiren O’dur.” Kur’ân, mâhiyetleri itibarıyla iki tür kitaptan söz eder. Bunlardan biri indirilen kitaplar, diğeri korunan kitaptır. İndirilen kitaplar, her peygambere kendi diliyle indirilen kitaplardır; “Ondan önce önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın kitabı vardır. 140; “Bu da Arap diliyle indirilmiş doğrulayan kitaptır.” 141
Korunan kitap ise, peygamberlere indirilen bütün kitapların anasıdır. Kur’ân da onda saklanmaktadır. O bir anlamda Allah’ın bilgisi ve takdiridir. Ona, ancak arındırılanlar dokunabilir, korunmaktadır, gizlidir ve ana bir kitaptır;
“O, katımızdaki ana Kitaptadır.” 142
“Levh-i Mahfuzdadır.” 143
“Titizlikle saklanan bir kitaptadır.” 144
“...Ondan daha küçüğü de daha büyüğü de Rabbindan gizli kalmaz; tümü apaçık bir kitaptadır.” 145
Şimdi yedinci âyette anılan kitap bunların hangisidir? İndirilen midir korunan mıdır? Ayrıca, âyette iki kitaptan söz edilmektedir. Bunlar aynı mıdır, birbirinden farklı mıdır? Kur’ân yorumcularının hemen hepsine göre yedinci âyette anılan kitapların her ikisi de aynıdır. Bu da elbette Kur’ân-ı Kerîmdir. Dolayısıyla muhkem de müteşâbih de onda aranmalıdır.
Bir başka görüşe göre de; her ikisi ile kast edilen aynı kitaptır. Fakat, o Kur’ân değil, onunla aynı kaynaktan olan Tevrat ve İncil’in asıllarıdır. Fitne aramak için söz konusu müteşâbihlerin ardına düşenler de Peygamberin arkadaşları değil,
140] 46/Ahkaf, 12
141] 43/Zuhruf, 3-4
142] 85/Burûc, 21-22
143] 56/Vâkıa, 77-78
144] 10/Yûnus, 61
145] 10/Yûnus, 61
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 31 -
Kitap ehlinden eğri kalpli kimselerdir. Dolayısıyla yanlış yorumdan kaçınanlar da yine onların âlimleridir. 146
Kimi yorumculara göre ise; âyette ilk geçen kitap Kur’ân’dır. Fakat ikincisi, korunan kitaptır. Olay ve varlıkların meydana gelmesini sağlayan özel kararnamelerin bulunduğu ana yerdir. 147
Eğer Kur’ân’ın parça parça indirildiği, Hz. Peygamber hayatta iken bir Mushaf olarak değil de aksine ilâhî vahiy biçiminde algılandığı, ancak Peygamberin vefatından yıllar sonra iki kapak arasında bir ciltte toplandığı düşünülürse; âyetteki her iki kitap kelimesinin de ‘Vahiy’ biçiminde anlaşılması da yanlış olmayacaktır. 148
Aslına bakılırsa Kur’ân-ı Kerim, bütün bu kitapların aralarında bir fark görmez. Bu nedenle de çoğu zaman onları birbirinden ayırmadan kitap der. Bu durumda yedinci âyette kast edilen sadece Kur’ân değil; Tevrat, İncil ve Kur’ân gibi, indirilmiş bütün kitaplar olur.
Onda Muhkem Âyetler Vardır: Âyet kelimesi doğduğu dilde; alâmet, işâret, nişan, ipucu, emâre, elçilik, topluluk, yüksek bina, delil ve ibret anlamlarında kullanılmıştır. Sözcüğün Türkçe’mizde yaygın kullanılan anlamı ise mukaddes kitaplardaki, özellikle de Kur’ân’daki cümlelerdir. Kur'ân’a baktığımızda kelimenin şu anlamlarda kullanıldığını görürüz: Evrende süregelen olağan ve olağan dışı vaka ve varlıklar. İnsanın kendisinde bulunan; aklî deliller. Korunan kitaptaki âyetler. Mukaddes kitaplarda, okunduğunda anlam ifâde eden her bir bölüm.
Muhkem ise H-K-M kök harflerindendir. Binici, atın muhalefet etmesini engellemek için ona gem vurması bu kök ile anlamlandırılır. Hâkim ve mahkeme de bu kökten gelir. Hâkim, zulme gem vuran kimse, mahkeme ise zulme gem vurulan yerdir. Adâlete uygun olmayanı engelleyen ahkâm ve bu işin felsefesi olan hikmet de aynı köktendir. Eğer muhkem şey bir bina ise o dayanıklı demektir. Şâyet bir söz ise; farklı bir hüküm çıkarmayı engelleyen nihâî bir hüküm bildiriyor demektir. Nitekim bu sebeple muhkem âyetler ana âyetler olarak nitelenmiştir; “Ki onlar kitabın anasıdır.”
Ana kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı ümmdür. Ümm bir şeyin merkezidir. Ümmü’l-Kurâ,149 kentlerin bağlı olduğu anakent demektir. Bir şeyin büyük çoğunluğuna da ümm denir. Ümmü’t-Tarîk, yolun büyük bir kısmı demektir. Bir şeye kendisiyle başlanılana da ümm denir. Nitekim Kur’ân’a Fatiha sûresiyle başlanır. Ayrıca yirmi beş kelime ile Kur’ân’ın tamamını özetler. Bu nedenle Fâtiha Sûresine Kur’ân’ın anası denmiştir. Bu isimlendirme; “el-Hamdü lillah’, Kur’ân’ın ve Kitabın anasıdır”, “Allah, İncil, Tevrat ve Zebûr’da Kur’ân’ın anası (Fatiha kast ediliyor) gibi bir şey indirmedi...” gibi bazı hadislerle de teyit edilmektedir. 150
Şimdi bu detaydan sonra şunu anlamamız her halde yanlış olmayacaktır. Muhkem âyetler, ana diye nitelendirildiğine göre; bunlar Kur’ân’da gâyet az
146] Bkz; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1989, ilgili âyetin tefsîri.
147] M. Hamîdullah, Le Saint Coran, Amana Corporation, 1989, ilgili âyetin dipnotu
148] Bkz; Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Önsöz
149] 42/Şûrâ, 7
150] Hadisler için Bk. Tirmizî, Fezailu’l-Kur’ân, Hadis no: 2800; Dârimî, Fezailu’l-Kur’ân, Hadis no: 3239. Bu adlandırma için ayrıca Bk. Ebu Davud, es-Salât, no: 702
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunur. Çok özlü ifadelidirler. Kitaptaki diğer âyetlerin anlam merkezi durumundadırlar. Bir hüküm için başlama noktası oluştururlar. Bir anlamda ilk örnektirler.
Diğerleri Müteşâbihlerdir: Klasik dönemin en çok tartışılan konularından birisi müteşâbihtir. Tefsir kitaplarında, bu terim için yapılan şu tanımlarla karşılaşıyoruz.
Muhkemler; Yahudilerin uymakla yükümlü oldukları ve “On emir” diye bilinen hususlara işaret edilen Kur’ân’daki üç âyettir.151 Müteşâbihler ise, Yahûdîlerin tevil yaptığı bazı sûre başlarındaki mukattaa harfleridir. (Mukattaa harfleri, yirmi dokuz sûrenin başında yer alan on dört farklı harftir. İki, üç, dört ve beş harfli formlarla on üç tür oluştururlar. Çoğunluğu Mekkî sûrelerdedir. Yahudiler, ebced sistemiyle onlardan hesap yaparak İslâm mesajına ömür biçerlerdi). Bu durumda Kur’ân’ın büyük bir bölümü muhkem-müteşâbih kategorilerinin dışında kalmaktadır.
Muhkemler nâsih, müteşâbihler ise, mensuh âyetlerdir. Bu tanım esas itibariyle ihtilaflı olan başka bir konu üzerine oturmaktadır. Klasik anlamda nâsihler hüküm kaldıran, mensuhlar ise hükmü kaldırılan âyetlerdir. İşte kimi yorumcular, hüküm kaldıran âyetlere muhkem, hükmü kaldırılan âyetlere de müteşâbih demişlerdir. Bu durumda her âyet muhkem-müteşâbih katagorisine girmemektedir.
Muhkemler, açık olsun kapalı olsun, herhangi bir delile dayanılarak bilinebilecek hususlardır. Müteşâbihler ise, bilinmesi aslâ mümkün olmayacak, bilgisini Allah’ın kendisine sakladığı hususlardır. Bu görüş, Kur’ânın bir kısmının anlaşılamaz olduğunu kabul etme esasına dayanır. Kıyâmetin zamanı gibi, yalnız Allah’ın bileceği şeyler ise müteşâbih olarak gösterilemez. Çünkü zaten Kur’ân’ın kendisi bu gibi şeylerin bilinemeyeceğini tembih etmektedir.
Muhkemler, üzerinde tek bir yorum yapılabilen, müteşâbihler ise, birden çok yoruma müsait âyetlerdir. Bu yoruma göre, muhkemler tahrife uğratılamazlar. Fakat müteşâbihlerin anlamında ihtilaf olacağı için tahrif edilebilir. Böyle olması da İlâhî bir imtihan vesîlesi sayılır. Zamanın tümü kullanılmadan yapılan bu yorum da bizce tutarlı değildir. Çünkü bugüne kadar tek bir yorum üzerinde birlik sağlanan bir âyetin, bundan sonra birkaç yorumu daha yapılmayacağını kimse söyleyemez.
Muhkemler, detaylı olarak anlatılan kıssalar, müteşâbihler ise, tekrar edilen kıssaların lafızlarındaki muğlaklıktır. Yahut, anlamları bir lafızları farklı, veya anlamları farklı lafızları bir biçimde tekrar edilen kıssalar müteşâbih, diğer âyetler ise muhkemdir. Kur’ân kıssalarının müteşâbih sayılmasının birçok sebebi vardır. Kıssaların gaybî konularda olması, tarih ve mekân seyri gözetilmeden anlatılmış olması ve bu kıssalara farklı sûrelerde farklı kelimelerle temas edilmiş olması bunlardan bazılarıdır. Ancak yukarıdaki tanım da kıssalar dışındaki âyetleri kategori dışında bıraktığından yeterli görülmemektedir.
Muhkemler, delâleti açık olan, üzerinde düşünmeden, herhangi bir itiraza mahal bırakmadan, kolay anlaşılabilen âyetlerdir. Geçmiş toplumların kıssalarını nakleden âyetlerle Allah’ın yaratma kudretini ve birliğini dile getiren âyetler
151] 6/En’âm, 151, 152, 153
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 33 -
böyledir. Müteşâbihler ise, öldükten sonra dirilme, kıyâmet ve azap gibi, anlaşılması için derin düşünmeye ve tefekküre gerek duyulan, mâhiyetlerinde kapalılık bulunan konulardan haber veren âyetlerdir. Bu tanım, ahkâm âyetlerini iki katagorinin de dışında bıraktığı gerekçesiyle eksik görülmektedir.
Hakîkate delâlet edenler muhkem, araştırmayı gerektirenler müteşâbihtir. Bu tanım bir öncekine çok benzemektedir.
Müteşâbihler, figüratif tarzda ifade edilen ve doğrudan birçok kelime ile anlatılma yerine mecâzî olarak işaret edilen bir anlam taşıyan Kur’ân pasajları, muhkemler ise "İlâhî kelâmın özü"dür. Çünkü bunlar, mesajın temelini teşkil eden ana prensipleri ve özellikle ahlakî ve sosyal öğretileri kapsar. 152
Muhkemler bir eylemi konu edinen âyetler, müteşâbihler ise imanla ilgili âyetlerdir.
Müteşâbihler Allah’ın sıfatlarıyla ilgili âyetler, diğerleri de Muhkemlerdir.
Muhkemler herkesin bilebilecekleri, müteşâbihler ise ancak ilimde derinleşenlerin bilebilecekleridir.
Muhkemler, tevilinde ittifak edilenler; müteşâbihler ise, tevilinde ihtilaf edilenlerdir.
Muhkemler, Fâtiha sûresindeki âyetlerdir. Diğer sûrelerdeki âyetler müteşâbihtir.
Muhkem, İhlas sûresidir. Çünkü onda sadece tevhid vardır. Bu durumda diğer sûrelerdeki âyetler müteşâbihtir.
Bu yorumların bir kısmı, muhkem ve müteşabih kavramlarının tarifinden çok, bu iki grupta mütâlaa edilebilecek âyetlerin özelliklerini yansıtmaktadır. Yorumların bir kısmı ise, Âl-i İmrân sûresindekindeki teşâbehe formunu, diğerlerinden, ayrı tutmuştur. Hepsine benzeşme anlamı verildiği hâlde, Âl-i İmrân sûresindekine bu anlam verilmemiştir. Belki de benzeşmeden hareketle, kapalı ya da bilinemez anlamına ulaşılmıştır.
Farklı Bir Tanım: Müteşâbih kelimesi, benzeme anlamı veren ‘Ş-B-H’ kök harflerindendir. Benzetmek, yerine koymak anlamındaki teşbîh ve benzeşmek anlamındaki müşâbehet de bu köktendir. Eğer iki şey, biri diğerinden ayrılamayacak kadar birbirine benziyorsa onları tanımada bir kuşku oluşur. Bu kuşku, şübhe kelimesi ile ifade edilir. Nitekim Hz. İsâ’nın mâhiyeti kuşkulu olan ölümü ile ilgili bir âyette bu kökten bir kelime kullanılmıştır. Yahûdîler onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemedikleri halde; ‘Îsâ Mesîh’i biz öldürdük!’ derler. Hıristiyanlar da İsâ’nın ölümü hususunda tam bir kuşku içindedirler. “Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat kendilerine, benzer gösterildi (şbh).” 153
Kelimenin müteşâbih formu, ortaklık ifade etmektedir. Yani, birden fazla şeyler arasındaki birbirine benzeşmeyi anlamlandırır. Bunun için de benzeyen ve kendisine benzetilen en az iki şey gereklidir. Nitekim kelimenin bu formu, Kur’ân’da iki ve daha fazla şeyin birbirine benzeşmesi anlamında kullanılmıştır.
152] Bk. Muhammed Esed Kur’ân Mesajı, Âl-i İmrân 3/7. âyetin dipnotu
153] 4/Nisâ, 157
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnançsızların kalpleri, cehâlet ve taşkınlık açısından, kendilerinden önceki inançsızların kalpleri ile benzeşir; “Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi (teşâbehe).” 154
Bu hayatta, birbirine benzer ve benzemez meyveler bulunmaktadır. İnananlara, ikinci hayatta verilecekler de buradakilerle benzeşir; “...zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez (teşâbehe) şekilde yaratan O'dur.”155; “Birbirine benzeyen ve benzemeyen (teşâbehe) yığın yığın taneler...” 156; “Onlara benzer (teşâbehe) verilmiştir.” 157
İnekler birbirleriyle benzeşirler; "Çünkü inekler birbirine benzer (teşâbehe).” 158
Kitabın bazı bölümleri, diğer bölümleri ile benzeşir. “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer (teşâbehe), ikişerli bir kitap halinde indirdi.” 159
Kalpler kalplere, meyveler meyvelere, inekler ineklere benzer. Kitabın bölümleri de diğer bölümlerine benzer. Bunlar tamam. Peki, Üçüncü sûrenin yedinci âyetinde geçen müteşâbih kelimesinin yukarıdakilerle bir anlam ilişkisi var mı? Orada müteşâbih âyetlerden söz ediliyor. Acaba, kitabın bölümleri birbirine benzer demek, âyetlerin bir kısmı diğer kısmına benzer anlamına gelir mi? Yoksa üçüncü sûrenin yedinci âyetindeki müteşâbih kelimesi, daha farklı bir âyet grubuna mı işaret etmektedir?
Klasik döneme ait bir görüş, Âl-i İmrân sûresinin yedinci âyetindeki teşâbehe formuna verilen anlamı, bu formun kullanıldığı diğer âyetlerden ayırmaz. Bu görüş aynen şöyledir: “Helâl ve harama dair olanlar muhkem, bazısı bazısını tasdik eden diğer âyetler de müteşâbihlerdir.” 160
Bu yorum, hicretin yüz ikinci yılında vefat eden tâbiîn neslinden Mücâhid bin Cübyr el-Mahzûmî’ye aittir. Bu görüş, gerçekten usûl âlimlerinin yukarıda naklettiğimiz izahlarının bir özeti gibidir.161 Bizce isâbetli olan yorum budur. Buna göre; bir şeyin haramlığını belirleyen âyet muhkemdir. Fakat o şeyin haramlığını belirlemediği halde, kötülemede onu teyit ve tasdik eden başka âyetler vardır. Ki bunlar muhkemlerle ve kendi aralarında birbirleriyle benzeşirler. İşte Kur’ân bunlara da müteşâbihler demektedir. Kısaca, müteşâbihler, bazısı bazısını tasdik eden, bu yönüyle birbiriyle benzeşen âyetlerdir.
Meselâ içki konusundaki beyanlara bakalım. İçkiye temas eden ilk vahiy pasajında açık bir hüküm belirlenmez. Sadece, onun güzel bir içecek olmadığına işaret edilir. Daha sonra indirilen bir âyet helâl ve haramlık hususunda açık bir hüküm yine belirtmez. Ama içkinin zararlarının çokluğundan bahseder. İçkinin kötü olduğunu belirtmede yukarıdaki ile benzeşir. Daha sonra indirilen bir âyet ise, ne söylediğini bilemeyecek kadar içkili olan kimsenin namaza yaklaşmamasını tenbih eder. Belli ki bu âyet de yasaklık hususunda nihâî bir hüküm belirtmemektedir.
154] 2/Bakara, 118
155] 6/En’âm, 141
156] 6/En’âm, 99
157] 2/Bakara, 25
158] 2/Bakara, 67-73
159] 39/Zümer, 23
160] Bkz; Buhârî, Kitabu’t-Tefsir
161] Bkz, ez-Zebîdî, et-Tecrîdu’s-Sarîh, 1684. hadisin şerhi
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 35 -
“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden içki ve güzel rızk elde edersiniz.”162; “Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki; "İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür.” 163; “Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın.”164 Bu âyetler içkiyi kötülemede birbirleriyle benzeşirler. İçki konusunda Kur’ân’ın son uyarısı, onun şeytan işi pislik olduğu, inananların ondan uzak durması gerektiği biçimindedir.
“Ey İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir...” 165 İşte nihâî hüküm budur. Buradan Kur’ân açısından içkinin yasal olmadığını öğreniyoruz. İşte bu son âyet muhkemdir. Başka bir açıdan da, önceki âyetler içkiyi kötülemede birbirleriyle ve bu son âyetle benzeşmektedirler. O halde bu konudaki bütün âyetler müteşâbih sayılırlar.
Bu tanıma göre, müteşabihlik, anlamda müteşabih olan kelimelerin kullanıldığı âyetleri içine almaz. Meselâ, "Doğruların doğruluğunu sormak için..."166 âyeti ile "Çünkü Allah, doğruları, doğrulukları yüzünden mükafatlandıracak..." 167 gibi âyetlerde müteşâbihlik kelimeler arasındadır. Oysa müteşabih âyette, kelimeler birbirine benzemese de âyetlerin hükmü birbirine benzer.
Şimdi bir de, Hz. Mûsâ ile toplumu arasında geçen şu konuşmaya dikkat edelim;
Hz. Mûsâ: Allah bir inek kesmenizi emrediyor.
Toplumu: Bizimle alay mı ediyorsun?
Hz. Mûsâ: Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım.
Toplumu: Duâ et Rabbine o ineğin ne olduğunu bize açıklasın.
Hz. Mûsâ: Allah diyor ki; o ne yaşlı ne genç, ikisi ortası dinç bir inektir.
Toplumu: Rabbine duâ et, rengi nasıl olacak bize açıklasın.
Hz Mûsâ: Diyor ki; seyredenlere ferahlık verecek, sarı bir inektir.
Toplumu: Rabbine duâ et, nedir o bize açıklasın. Çünkü inekler birbirine benzer.
Hz. Mûsâ: Rabbim buyuruyor ki; o çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış, alacası olmayan, salma bir inektir.
Toplumu: İşte şimdi gerçeği getirdin. 168
Yahudiler, inek kesme emrinde bir gayrı muayyenlik olduğunu düşünüyorlar. Bu durum İlâhî buyruktan kaytarmalarına kapı açıyor. Bu nedenle Hz. Mûsâ’ya dört kere itiraz ediyorlar. Fakat toplumun her itirazına, gittikçe nihâî maksada
162] 16/Nahl, 67
163] 2/Bakara, 219
164] 4/Nisâ, 43
165] 5/Mâide, 90
166] 33/Ahzâb, 8
167] 33/Ahzâb, 24
168] 2/Bakara, 67-73
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaklaştıran bir açıklama ile cevap veriliyor. Bu tafsilatlı sözler insanları İlâhî emre yöneltmede birbirine benzeşiyor. Sonunda itiraza mahal bırakmayacak, nihâî maksadı belirleyen muhkem söz gelince de itirazları bitiyor. Eğri kalpliler artık kaytaramıyorlar. İşte o zaman ineği boğazlıyorlar. Son açıklama olmasa, az kalsın yapmayacaklardır.
Yukarıdaki Kur’ân pasajında açıkça görüyoruz ki; kalbinde eğrilik olanların, işaret ettiği hükümden kaytarabildikleri bir söz, anlayamadıkları bir söz değildir. Onlar, özün açıklamasını değil de, son hükmün ne olduğunun açıklanma (beyan) sını istiyorlar. Zaten onlar yakarışlarında, bizzat açıklama kelimesini kullanmaktadırlar. Şöyle diyorlar; ‘Nedir o bize açıklasın?’
Üçüncü sûrenin yedinci âyetine göre, bir âyet okuyucuya ya muhkem görünür, ya da müteşâbih. Öyle ise, müteşâbihin ne olduğunu, muhkemin ne olduğuna bakarak da anlayabiliriz. Muhkem müteşâbihle karşılaştırmalı olarak Kur’ân’da başka bir yerde kullanılmaktadır. Ancak, muhkemin mukabili olarak müteşâbihin anlamı hissettirilmektedir. Hz. Peygamberin arkadaşları, savaş konusunda İlâhî muradı kesin olarak belirleyen, bir sûre inmesini isterler. Bu durumdan bahseden âyet şöyle devam eder; “Derken muhkem bir sûre indirilip...” 169
İnen sûre, savaşmanın nihâî hükmünü üstü kapalı bir biçimde değil de, doğrudan belirleyen bir sûredir. Bu, içinde savaş hükmünün bulunduğu, Muhammed, Enfal ve Berâe sûrelerinden birisi olmalıdır. Âyette geçen muhkem sûre formunun; ‘Nihâî hükmü belirleyen sûre’ anlamında olduğunu görüyoruz. Yukarıdaki âyet, bir başka açıdan da dikkat çekmektedir. Âyetin devamında münâfıkların tepkilerinden söz ediliyor. “Muhkem bir sûre indirilip onda kıtal zikredilince, kalplerinde hastalık bulunanları görüyorsun, sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı...” 170
Kalplerinde hastalık bulunanlar savaş emrini belirleyen sûreden hoşlanmıyorlar. Demek ki onlar bu konuda hüküm belirlemeyen bir sûre bekliyorlardı. Yani sadece savaş iyidir ve yararlıdır gibi şeyler söyleyen ama kesin hükmü belirlemeyen müteşâbih bir sûre istiyorlardı. Ki onu tevil edip istedikleri gibi bir anlamın peşine düşebilsinler. Savaştan kaytarabilsinler.
Bunlardan üçüncü sûrenin yedinci âyetine geçersek şunu söyleyebiliriz. Muhkem âyet kuşkuyu ortadan kaldıran, nihâî hükmü açıklayan âyettir. Bu nedenle böyle bir âyet kalbinde hastalık olanların hoşuna gitmez. Onlar, kesin hüküm belirlemeyen, hüküm konusunda kuşkuya sebep olan âyetlerin ardına düşmek isterler. İşte onların ardına düştüğü böyle âyetler de müteşâbih âyetlerdir.
Müteşâbihler Niçin Kuşkuya Sebep Olur? Helâl ve haram açıktır. Arada kalanlar, ya helâle ya da harama benzer. Yani bu ikisinden birine müteşâbihtir. Halkın çoğu da bunları bilemez. 171 İşte müteşâbih âyetler de tıpkı böyledir. Onların maksadını tâyin ve tespit etmede bir tereddüt oluşabilir. Çünkü nihâî hükümleri muayyen değildir. Yerel kültüre ve muayyen bir zamana çözüm sunar. İşte
169] 47/Muhammed, 20-21
170] 47/Muhammed, 20-21
171] Bu anlamda merfû bir hadis için Bk. Sünen ed-Darimi, Kitabu’l-Büyu’, Hadis no; 2419. Ayrıca Bk. Müslim, Musâkat, no 107. Aynı anlamdaki bir başka rivâyette ise; müteşâbih kelimesi yerine müşebbihat, müşebbehat ve müştebihat biçiminde üç farklı okuyuş vardır. Bk. Buhârî, K. İman
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 37 -
kalbinde eğrilik bulunan kimseler, bu beyanların arasındaki benzeşmeyi önemsemezler. Aksine her birini ayrı birer muhkemmiş gibi ele alırlar. Bundan sonra da artık istediklerine uyarak keyfî bir yol izlerler.
Meselâ içki konusunda benzeşen âyetlerden birisi, ‘Sarhoş iken namaza yaklaşmayın’ diyordu. Eğriliği arayan kimse, bu âyetin beyanına göre, sarhoş etmeyecek miktarda içip, namazlarına da devam etmeyi düşünebilir. Bir türlü, ‘Şeytan işi bir pislik’ olduğu hükmüne gelemez. Böylece de o konudaki gerçek hüküm kendisine örtülür. Oysa Kur’ân her konuda olduğu gibi, bu konuda da âyetlerinin benzeştiğini, böyle durumlarda kitabın anası olarak gösterilen, nihâî hükmün belirlendiği muhkem âyetin izlenmesi gerektiğini söyler.
Bu durumda Kur’ân’ın bütünlüğü açısından şu netice hâsıl olmaktadır. İçki ile ilgili dört âyet çelişkisizdir. Aralarında, -klasik anlamda- bir nâsih mensuh olma durumu da yoktur. Aksine içkinin kötülüğünü beyan etmede birbirini tasdik etmekte, yani benzeşmektedirler. Nitekim ilk üç âyette, içkiyi kötüleme derecesi gittikçe artmakta, bu durum dördüncü âyette son noktaya varmaktadır.
Aslında bu dört beyanda da derin anlayışlı kimseler (er-râsihûn) için yasak hükmü belirlidir. Bu durumda âyetlerin bu vurgusunu anlayan kimselere, dördü de muhkem olmuştur.
O zaman şunu söyleyebiliriz. Kur’an’ın bütün âyetleri, konularındaki nihâî hükmü daha açık görülen diğerlerine benzer bilinmelidir. Yani nihâî hüküm bildirmeyen âyetler, helâl ve haramdan kaytarmak maksadıyla yalnız başlarına ele alınmamalı, o konudaki ‘ana’ya bakarak yorumlanmalıdır.
Çocuklar Anaya Benzer: Akla şöyle bir soru gelebilir. Eğer müteşâbih âyetler, muhkem âyetlere benziyorsa, müteşâbihler de izlenebilir. Onlara uymak neden kınanıyor? Muhkem olana uymak iyi bir şey ise, ona benzeyene uymak da iyi sayılmalıdır? Oysa aynaya bakan kimse kendisini görür. Gördüğü kendisine tam benzer. Fakat işitmede, görmede, konuşmada kendisi değildir. Kaldı ki, kahkaha sarayındaki ışıkları farklı kıran aynalara bakan kimse, onlarca farklı suretle karşılaşır. Ama onların kimi şişman, kimi kısa, kimi ip gibi incedir. Bunlar resmedilse, sahibine benziyor diye kimliklere yapıştırılabilir mi?
Yukarıdaki sorunun cevabı, ana kelimesinde saklıdır. Kur’ân’ın âyetlerini gruplaması, aslında muhkem-müteşâbih değil, ana ve müteşâbih biçimindedir. Çünkü, ilgili âyette, muhkemlere ana dendikten sonra, diğerleri müteşâbihlerdir deniyor. Ana ise, kendisinden öncekini değil, daima kendisinden sonrakini çağrıştırır. Bir yerde anadan söz edilmişse, ardından ondan sonra gelenlar, yani çocukları akla gelir. Çocuklar ise, ondan neşet ettiği için, ona benzeyenlerdir. Bu sebeple, kitabın bir kısım âyetleri ana ise, diğerlerinin onlara benzeyenler olması kaçınılmaz olur. Çocuklar anaya benzerse, doğal olarak analar da çocuklara benzeyeceklerdir. Fakat, analar çocuklara benzer denemez. Çünkü temel olan analardır.
Emir ve yasaklarda, birey tarafından son hükmün kabullenilmesi dâima zordur. Bunları toplum bazında uygulamak ise daha da zorlaşır. Bu nedenle nihâî hükmü belirleyen ana sözlerin, diğer bazı sözlerle açıklanması gerekir. Yani muhkem bir söz, tafsîlat ister. Bu durumda benzeyen sözler, ana sözlerin tafsilâtı sayılır. Bu ikili adlandırma şu âyette açıkça belirtilmiştir: “Bir kitaptır ki, hikmet
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sâhibi, her şeyden haberi olan tarafından âyetleri muhkem kılınmış (hkm) ve ayrıca açıklanmıştır (fsl).” 172
Ana âyetlerden sonra ayrıca neden açıklama yapılıyor? Kur’ân-ı Kerim, bu açıklamaların gerekçesini de belirtmektedir. Anaya benzer olarak getirilen bu âyetler; düşünmeye, aklı kullanmaya ve bilmeye mesnet olması içindir; “İşte Biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş açıklarız.”173; “İşte Biz, aklını kullanan bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 174; “İşte Biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 175
Ancak bilinmelidir ki, bu açıklamalar, muhkem bir sözün maksada götüren parçalarıdır. Bu nedenle onlar tek tek ele alındığında anlamsız görülebilir. Üzerinde düşünülmezse yanlışa iletebilirler.
Başka bir açıdan bakıldığında, şöyle bir tanım da yanlış olmayacaktır. Muhkem âyetler, ana kitapta bulunanlardır. Oradakiler ilk ve son tecellilerdir. İlk örneklerdir. Müteşâbihler ise bunlardan nüsha (nesh bu köktendir) edilen, yani çoğaltılan âyetlerdir.
Bu anlamda mukaddes kitapların tamamı, ana kitaba (ümmü’l-Kitab/ilk örneğe) benzediği için müteşâbih sayılırlar. Allah ilk örneği devamlı (yüsbitu) kılar, onlara benzeyenleri ise yok (yemhû) edebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, birbirinden nakledilen, yahut inişi diğerlerinden sonraya bırakılan, öncekilerin benzeri veya daha iyisi olan âyetlerden söz eder. “Biz bir âyeti nakleder yahut ertelersek, ondan daha iyisini, ya da benzerini getiririz.”176 Peki bir âyetin benzeri ya da daha iyisi, başka bir deyişle güzeli ve daha güzeli var mıdır? Kur’ândan anladığımıza göre sözün güzeli ve en güzeli vardır. Bunu da ancak ‘ulu’l-elbâb’ olan kimseler anlar.
Mücmel ve Mufassal ya da Güzel ve En Güzel: Kur’ân’ın muhkem âyetleri, ana ilke oldukları için tafsilâtsız olup kısa ve özlüdür, başka bir ifâde ile mücmeldir. Bu kısa ve özlü ilkelerin açıklanması gerekir. Açıklama ise; sözü uzatmayı, benzer ifâdelerle çoğaltmayı gereklı kılar. Kur’an, muhkem sözlerini beyan ve tafsil eden bu çok âyetlerine mufassal der; “Âyetleri muhkem, sonra da mufassal kılınmış bir kitaptır.” 177
Mufassal, bölünmüş, belli ve farklı bölümlere ayrılmış demektir. Beyan edilmiş ve açıklanmış anlamına da gelir. Bundan dolayı, tafsil, özet söylenen bir sözü çoğaltarak açıklamak anlamına kullanılmıştır.
Üzerinde durduğumuz üçüncü sûrenin yedinci âyeti, ‘ulu’l-elbâb’ tamlaması ile son buluyor. Bu terkip, sağduyu sâhibi, aklı ve gönlü işleyen kimseler anlamındadır. Âyetin bu biçimde son buluşu, elbette muhtevâsına uygundur. Çünkü âyette ilimden ve bilmekten söz edilmektedir. Bu da ancak sağduyulu, aklı ve gönlü işleyen kimselerin yapabileceği bir iştir. Ulu’l-elbâb terkibi, Kur’ân-ı Kerimde altı yerde daha özne olarak geçmektedir. Bunlar yedinci âyetin anlaşılmasına
172] 11/Hûd, 1
173] 10/Yûnus, 24
174] 30/Rûm, 24
175] 7/A’râf, 32
176] 2/Bakara, 106. Âyete verilen bu anlam ve tartışmalar için Bk. Kurtubî, adı geçen eser, ilgili âyetin tefsiri
177] 121/Hûd, 1
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 39 -
ışık tutacak niteliktedir. Onların üçünde açıkça Kitabı anlamaya vurgu yapılmaktadır.
“Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi olur mu? Ancak ulu’l-elbâb öğüt alır.”178; “Bu, insanlara bir tebliğdir. Bununla uyarılsınlar; O'nun tek tanrı olduğunu bilsinler ve ulu’l-elbâb öğüt alsınlar diye.”179; “Sana mübarek kitabı indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve ulu’l-elbâb öğüt alsınlar.” 180
Ulu’l-elbâb, birinci âyette Kitaba karşı kör olanlara mukabil anılıyor. Sonraki âyetlerde ise onların öğüt alma ve düşünme özellikleri vurgulanıyor. Aşağıdaki âyetler bizi deyimin vurgusuna daha da yaklaştırmaktadır; Hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak ulu’l-elbâb düşünüp anlar.”181; "Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak ulu’l-elbâb öğüt alır.” 182
Ulu’l-elbâb, ilk âyette hikmet verilenlerle birlikte anılıyor. Hikmet kelimesinin muhkemle aynı kökten olduğunu hatırlayalım. Deyim ikinci âyette ise bilenlerle birlikte anılıyor. Üzerinde durduğumuz yedinci âyette ise ilimde derinleşenlerle anılmıştı. İşte bütün bunlar bir anlamda ulu’l-elbâb’ın tanımıdır. Ayrıca, müteşâbih sözler karşısındaki fonksiyonlarının da özetidir. Demek ki, onlar hikmeti kavrarlar ve bilirler.
‘Ulu’l-elbâb’la tamamlanan şu âyet, durumu müteşâbihlere doğru daha da özelleştirmektedir; “Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar ulu’l-elbâbdır.” 183
Bir önceki âyette tâğuttan bahsedilmektedir. Tâğutun sözünün kötü, Allah’ın sözünün güzel olduğundan söz edildiği sanılabilir. Fakat bu âyette anlatılan, kötü sözü bırakıp güzel sözü almak değildir. Çünkü söz konusu olan; kötü ve en güzel değil, sadece güzel ve daha güzeldir. Yani bu seçimin, tâğut’un sözleri ile Allah’ın sözleri arasında değil, Kur’ân’ın âyetleri arasında yapılması istenmektedir. Bu durum şu iki âyette daha da açık değil midir? “...kavmine de emret, bunların en güzelini tutsunlar.”184; “Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun." 185
Bellidir ki, bununla da akıl yürütme ve muhâkeme önerilmektedir. Zira sözün güzeli ile daha güzelinin hangisi olduğuna ancak muhâkeme ile ulaşılır. Peki, sözün en güzeli nasıl bilinir? Maksadını iyi anlatan bir yazıyı beğeniriz. Yazı bütünüyle güzeldir. Fakat özellikle bir bölümünü alıntı yapacak değerde görürüz. Çünkü o bölümü, maksadı anlatması açısından daha güzeldir. Bir kitabı okurken, bir konuşmayı dinlerken de farkında olmadan bunu hep yaparız. Sözün maksada götürenini ararız.
Kur’ân’ın güzel ve en güzel sözüne gelince. O bir hidâyet kitabıdır. Maksadı da kulluk bilinci öğütlemektir. Bunu yaparken, elbette iyi olan şeyin yasalını da, gerekli olanını da belirtir. Kötünün, çirkinini de yasadışı olanını da belirtir.
178] 13/Ra’d, 19
179] 14/İbrâhim, 52
180] 38/Sâd, 29
181] 2/Bakara, 269
182] 39/Zümer, 9
183] 39/Zümer, 18
184] 7/A’râf, 145
185] 39/Zümer, 55
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Eğer bir konuda; ruhsat ve azimete götüren iki farklı yol öğütlemişse, sağduyulu kimse için ilki güzel, ama ikincisi daha güzeldir. Akıl sâhipleri ikincisine uyarlar. Sözlerin birisi menduba diğeri vâcibe götürüyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri vâcibe uyarlar. Sözlerin birisi suçlunun cezalandırılmasını, diğeri bağışlanmasını istiyorsa, ilki güzel ama ikincisi en güzeldir. Akıl sahipleri bağışlamayı öneren söze uyarlar.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim, cinâyet probleminin çözümü için, öldürülenin yakınlarına üç teklifte bulunur. Bunlar; ya katile kısas uygulanması ya diyet ödettirilmesi ya da suçunun bağışlanmasıdır. Fakat Kur’ân, katili bağışlamanın daha iyi olacağını da gösterir.186 İşte bu sözlerin ilk ikisi güzeldir. İlâhî bir tekliftir. Üçüncüsü ise daha güzeldir. Çünkü diğerleri arasından seçilerek tavsiye edilmiştir.
Daha önce, üzerinde durduğumuz üçüncü sûrenin yedinci âyetinden şunu anlamıştık. Kalbinde eğrilik bulunanlar, hükmü belirleyen muhkem söz kendilerine geldikten sonra bile dönüp nihâî bir hüküm belirlemeyen müteşâbihlere uyarlar. Şu son âyetlerden ise şunu anlıyoruz. Ulu’l-elbâb olanlar, sözün en güzeline uyarlar. Bu durumda sözün güzeli müteşâbihler, en güzeli ise muhkemler olmaktadır.
Sözün İki Tevili: Tevil kelimesi, asla dönmek anlamındaki ‘e-v-l’ kökündendir. Kitabın maksadını anlamak için yapılan bir çeviriye bu kökten meal diyoruz. Te’vil ise, döndürmek, çevirmek, tâbir etmek, kaynağa vardırmak anlamındadır. Kur’ân’da ise bir işin veya sözün varacağı son nokta anlamında kullanılmaktadır. Bu durumda kelime, ‘beyan’la eşitlenmiş olur. Bu da kendisiyle kast edilen amacın ve son durumun açığa çıkması anlamındadır. “Bu daha iyidir, tevilen de daha güzeldir.” 187; “Onun tevilini mi gözetiyorlar, onun tevili geldiği gün...” 188; “Rabbin, sana rüyaların tevilini öğretecek.” 189
Bu âyetlerin söz olarak beyanları açıktır. Bu açıdan tevile ihtiyaç yoktur. Fakat haberi verilen olaylar yönünden açık değildir. Tevil edilmesi gerekmektedir. Birinci âyette iyi denen şey, ölçüyü tam yapmanın ve doğru terazi ile tartmanın sonucudur. Bu sonuç öteki hayatta açığa çıkacaktır. İkinci âyetin konusu da kıyâmettir. Kıyâmetin varacağı son nokta ise kopmasıdır. Kıyametin kopmasını gözetmek, onun tevilini gözetmektir. Üçüncü âyette ise rüyadan söz ediliyor. Görülen bir rüyâ hatırlanabilir. Ama hatırlananlar ancak birtakım sembollerdir. Gerçek sonucu bilinemez. Allah’ın Hz. Yusuf’a öğrettiği de işte o sembollerin nasıl açığa çıkacağı ve gerçek olacağıdır.
Üçüncü sûrenin yedinci âyetinde durum bunlardan daha farklıdır. Orada, indirilen kitabın âyetlerine, yani sözlerin teviline dikkat çekilmektedir. Bu durumda şunu söyleyebiliriz. Bir sözün iki tevili olabilir. Birincisi, anlamı murat olunan son noktaya vardırmak, beyan etmektir.190 Bu anlam da o sözü muhkem bir bilgiye benzeterek elde edilebilir. Yani müteşâbih bir âyet, te’vil eden indinde muhkem olur. İlimde derinleşenlerin bileceği tevil işte budur. İkinci tevil ise, anlamın vaki oluşudur. Bu da ancak haber verilen şeyin meydana gelmesiyle bilinecektir.
186] Bk. Fahruddin Râzî, Tefsîru Kebir, 7/A’râf, 145 âyetinin tefsiri
187] 17/İsrâ, 35
188] 7/A’râf, 53
189] 12/Yûsuf, 6
190] Kelimenin bu anlamda kullanıldığını görüyoruz. Bk. Râgıb, Müfredât, E-v-l kökü
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 41 -
Ancak Allah’ın bildiği tevil de budur. “Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler...”
Türkçe’ye ‘derinleşenler’ diye çevrilen kelimenin Kur’ân’daki karşılığı ‘râsihûn’dur. Bu kelime, bir şeyin belli bir yerde istikrara kavuşmasını anlamlandırır. İlimde râsih olanlar, bir şeyi kesin delillerle bilen, bilmede istikrara kavuşmuş, tutarlı kimseler demektir. Onlar, bildiği şeylerle bilemediklerine ulaşabilen gerçek âlimlerdir. Yani, çok mâlûmat sahibi olduğu halde, bildikleri çelişkili olan kimseler râsihûndan sayılmazlar.
Üçüncü sûrenin yedinci âyetinin bu kısmında yapılacak bir noktalama önemlidir. Eğer ‘Allah bilir’ dedikten sonra, bir nokta konursa, sözün sonrası yeni bir cümle olarak başlar. Bu durumda, ilimde derinleşenlerin müteşâbihlerin tevilini bilemeyecekleri anlaşılır. Fakat, oraya nokta konmaz da ‘ve’ bağlacıyla devam edilirse; o zaman müteşâbihin anlamını Allah ve ilimde derinleşenler bilir biçiminde anlaşılır.
Göğün yarılacağını, yerin dümdüz edileceğini,191 yıldızların dağılacağını, denizlerin kaynatılacağını,192 Güneş’in söneceğini, dağların yürütülerek193 atılmış pamuk gibi olacaklarını ve insanların pervâne gibi döneceklerini bildiren âyetlerin anlamlarını ilimde derinleşenler bilirler. Fakat bütün bunların zamanını194 kim bilebilir? Alışageldiğimiz âdetlerin dışında seyredecek bu olayları kim deneyebilir? Kim laboratuara sokup inceleyebilir? Nitekim onları Peygamber (s.a.s.) de bilemiyordu: “Sana Saat’ten/Kıyâmetten soruyorlar: Demir atması ne zaman diye. Sen nerede, onu söylemek nerede?!” 195
Kıyâmetin kopma zamanı, kesin bir bilinmeyendir. Böyle bir gaybı âlimler de bilemezler. Onlar ancak haberin anlamını tevil etmeyi bilirler. Yoksa o haberin sonucunu tevil etmeyi değil. Nitekim yukarıdaki âyetin anlamı, kıyâmetin kopacağı saatin kesinlikle bilinemez olduğudur. Bunu da ilimde derinleşenler bilir ve ona inanırlar. Fakat kıyâmetin vâki oluş zamanını bilemezler. Mesele kısaca şudur: Müteşâbih sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini ulemâ yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise o anlamın vukuuna ilişkin olduğundan, onu elbette sadece Allah bilir.
Eğer üzerinde durduğumuz yedinci âyette, benzeşen sözler karşısında dikkat çekilen şey sadece inanmak olsaydı, meselâ mü’minler ya da muhsinler denebilirdi. Oysa burada, bilme özelliği ön plana çıkarılıyor. İlimde derinleşenler anılıyor. Onların özelliği de şüphesiz düşünme ve bilmeleridir. Hz. Peygamberin ellerini İbn Abbas’ın omuzlarına koyarak onun için şöyle duâ ettiği söylenir: “Allah’ım ona tevil ilmini öğret.”196 Bu bilmede de sadece naklî değil, aynı zamanda aklî bir tarz söz konusu olmalıdır. Yani açıkça benzeşenler üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’in kınadığı da üzerinde düşünmeden ve o konudaki
191] 84/İnşikak, 1-5
192] 82/İnfitâr, 1-3
193] 81/Tekvîr, 1-3
194] 101/Karia, 4-5
195] 79/Nâziât, 42-43
196] Bk. Ahmed bin Hanbel, Müsnedu Benî Hâşim, Hadis no: 2274 ve 2731, ayrıca bkz; aynı eser: 2296, 2875 ve 2937 numaralı hadisler. İbn Abbas’ın da şöyle söylediği nakledilir: ‘Müteşâbihleri Allah ve bir de ilimde derinleşenler anlar. Ben de onlardanım.’
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diğer benzeşenlerle irtibatını araştırmadan keyfince bir anlama uymaktır.
Benzeşenler, inceden inceye düşünülmedikçe, ilk planda muhkem âyetlerle uyumsuz görülebilirler. Zâten eğrilik arayanlar, bu gerekçeyle keyiflerine göre bir anlama uyarlar. Benzeşenlerin anlamını istikrara kavuşturmak için düşünmekle, fitne çıkarmak için onlara keyfince uymak ise elbette farklı şeylerdir. Âyetin olumsuz gördüğü kuşkusuz ikinci durumdur. Yoksa anlamak için araştırmak ve üzerinde tefekkür etmek kınanmıyor. Kaldı ki âyetin son kısmı, benzeşenler üzerinde inceden inceye bir düşünme yapılması gerektiğini tenbih etmektedir: “Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.” Ayrıca, Kur’ân’ın ilk muhâtapları arasında, müteşâbihleri diğerlerinden ayıran ve ‘Bu âyet müteşâbih olduğu için anlamayız, bunu geçelim’ biçiminde bir söz nakleden rivâyet de mevcut değildir. 197
İlimde derinleşenler ve kitabın anası deyimlerinin birbirine yakınlığı da bize şunları hatırlatmaktadır. Demek ki müteşâbihlerden, ana kaynak muhkemlere doğru bir seyir izlenecektir. Bunu da ancak bu işin ehli, yani ilimde derinleşenler yapabilirler. Ne var ki, âlimlerin bildikleri ve bilecekleri tevil sadece anlam üzerindedir. Bir ya da birkaç yöndendir. Bunlar Allah’ın bilmesi yanında dâima az kalacaktır. Çünkü Allah, sadece anlamın değil, hâdisenin de tevilini bilir. Bu nedenle âlimler son sınıra vardıklarında hemen imana sarılacaklardır. Âyetin devamında şöyle demeleri istenmektedir: "Ona inandık, hepsi Rabbimizın katındandır."
Sonuç: Âdem ve Havva, ilk örnektir. Bütün insanlara göre muhkemdirler. Bütün insanlar da onlara nispetle müteşâbihtirler. Çünkü onlar birbirine ve ilk örneklerine benzeyen nesillerdir. ‘Allah’a şükür’ muhkem bir hükümdür. Anneye babaya şükür ise müteşâbihtir. Allah şöyle buyurur; “Bana ve ebeveynine şükret!” 198
Muhkem, her konuda ilk ve tek örnektir, asıldır. Bu, kitap yani cem makamıdır. Bu nedenle onlara ümmül kitap dendi. Tekil bir kalıpla nitelendi. Oysa müteşâbihler, onlara benzerler. Bu fark makamıdır. Bu nedenle, onlar tafsilât veren çoğul kalıbıyla nitelendi. Zaten, benzeşme ancak tafsilâtta ve çoklukta olur.
Her şeyde bir amaç, bir de o amaca ulaştıracak araçlar olur. Amaç ve araç konular olduğu gibi, amaç ve araç sözler de vardır. Amaç sözler anadır, araç sözler ise onlara benzerler. Araç sözler, zihni bir maksat için uyarır. Amaç sözler ise, yönlendirilen o maksadı belirler. Araç sözler güzel, amaç sözler ise daha güzeldir. Araç sözler mufassal, fakat amaç sözler muhkemdir. Araç sözün maksadını ancak ustaları bilir. Fakat amaç sözlerin maksadını herkes bilebilir.
Kısaca, amaç sözler, yasal ve yasadışı olanı tâyin eder. Ama araç sözler, onlara hazırlar. Amaç sözlerin çevresinde dolanır. Amaç ve araç sözlerin hedefi aynıdır. Birbiriyle benzeşirler. Ama araç söz kesinlik taşımaz. Bu nedenle, kalbinde eğrilik olanlar, bu iki tür sözün arasını ayırabilirler. Bazı kişisel yorumlarla, amacı gözardı ederek araç sözleri izleyebilirler.
197] Müteşâbihler hakkında sorular soran Sabiğ adında Iraklı birisini Hz. Ömer çağırtıp döver. Sonra da memleketine gönderir. Ancak ilgili rivâyetlerden anlaşılmaktadır ki, olay Hz. Ömer devrindedir ve bu zat sağda solda konuşan kötü niyetli birisidir. Bak; Dr. M. Said Şimşek, Kur’ân’da İki Mesele, Konya, 1987, S. 41-42
198] 31/Lokman, 14
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 43 -
Benzeşenler
Tarihî Arka Plan: Ebced sistemini tarihte ilk kullananların Yahûdiler olduğunu biliyoruz. Bu sistemle yapılan şey, bazı harflerin sayısal karşılıklarının toplanmasından ibârettir. Kur’ân’ın inişi henüz tamamlanmamıştır. Yahûdiler, bazı sûrelerin başındaki mukattaa harflerinin sayısal değerlerini ebced sistemi üzere toplarlar. Buldukları rakamdan da, İslâm ümmetinin çok kısa bir süre yaşayacağı sonucuna varırlar. Daha sonra da Hz. Peygamber’e gelerek bu konuyu tartışırlar. İşte bu olay üzerine, Âl-i İmran Sûresinin ilk bölümü indirildiği söylenir. Ancak bu rivâyet otoritelerce zayıf görülmektedir. Bu konuda sağlam görülen bir rivâyet vardır. O da Hıristiyanlarla alâkalıdır. Kuzey Yemen’in verimli topraklarında büyük bir medeniyet yükselmiştir. Burası Hıristiyan Necran’dır. Bütün Yemen bölgesine Hıristiyanlığı yayanlar işte bu Necranlı ticaret adamlarıdır.
Necran’da, nüfusun çoğunluğunu Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Altmış kadar binitli bir heyet; eşraf, yönetici, piskopos ve âlimleri ile birlikte Medîne’ye gelirler. Bunlar inançlarına o kadar bağlıdırlar ki âlimlerinden birinin adı Abdu’l-Mesîh’tir. Yani, İsâ’nın Kulu. Bu heyette Hıristiyanlığın üç farklı görüşü temsil edilmektedir. Bu görüşlerin temsilcileri (Bunlar; Ebû Hârise, Abdu’l-Mesîh ve el-Ayhem’dir.) Hz. Peygamberle tartışmak isterler. Konuları, kendi Tanrı anlayışlarının, sonuçta Kur’ân-ı Kerîm tarafından da onaylandığı yolundaki iddialarıdır.
Necranlılar derler ki; Hz. İsâ, yeryüzündeki kimselerden herhangi birisi gibi değildi. Çünkü onun bilinen bir babası yoktu. Ayrıca daha beşikte bir bebek iken de konuşmuştu. Bütün bunları, Kur’ân’da da görüyoruz.199 Bu nedenle, onun Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmeniz gerekir. Oysa Kur’ân’a göre, babasız yaratılan sadece İsâ değildir. Onun durumu, ilk insanın yaratılışına benzetilir: “Allah katında İsa'nın durumu kendisini topraktan yaratıp sonra ol demesiyle olmuş Adem'in durumu gibidir.” 200
Necranlı heyetin bir başka iddiaları da şudur. Kur’ân, Tanrının eylemlerini bazen; ‘Yaptık, yarattık, indirdik...”; “Nitekim Biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey inananlar! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.201 gibi çoğul fiillerle anlatmaktadır.202 Eğer Tanrı tek olsaydı, böyle çoğul değil, ‘Yaptım, yarattım, indirdim...” gibi tekil ifadeler kullanılırdı. Kur’ân’da; Melik/Kral olarak nitelenen Allah’ın zâtının kast edildiği zamirler; O, Ben ve Biz biçiminde üç ayrı kullanım gösterir. İlâhî nimet, itaat, ibâdet, hidâyet, duâ, küfür, kibir ve fısk gibi; ulûhiyet, ubûdiyet ve tevhidin vurgulandığı yerlerde tekil olan ‘O’ ve ‘Ben’ zamirleri kullanılır. “Allah, O'ndan başka tanrı olmayan,
199] “Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun.” 5/Mâide, 110. “Beşikte ve yetişkinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” 3/Âl-i İmrân, 46; ayrıca Bk. 19/Meryem, 29.
200] 3/Âl-i İmrân, 59
201] 2/Bakara, 151-153
202] Bu anlatımlar, bir kralın elçisini huzuruna çağırıp ona talimat verirken kullandığı çoğul ifadelere benzer. Krallar sıradan insanlar gibi konuşmazlar. ‘Ben diyorum ki” biçiminde söz söylerken, aniden üslup değiştirerek; “Biz diyoruz ki”, yahut “Kral diyor ki” biçiminde devam ederler. Kralın yanındakiler bu durumu anlar. Diğerleri de zaten her şeyi bilmek ihtiyacında değillerdir. Bkz; M. Hamidullah, adı geçen eser, Introductıon, Beyrut, 1973.
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır.”203 Ama, yaratma, inşâ etme, diriltme, yaşatma, indirme, okuma ve gönderme gibi olaylar ve bu olayların sebepleri kast ediliyorsa, çoğul olan ‘Biz’ zamiri kullanılır. “Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz.”204 Fakat eğer bu tür âyetlerde itaat, ibâdet, tevhid ve imana dikkat çekiliyorsa yine tekil olan ‘Ben’ zamiri kullanılır. “Elinizde bulunan Tevrat'ı tasdik ederek indirdiğim Kuran'a inanın.”205 Bu hususta bir mukayese açısından şu bölüm ilginçtir. Art arda gelen üç âyette her üç zamir de yukarıda yapılan tespitle uyumlu kullanılmıştır: “Nitekim Biz size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik. Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.”206 Yine; bir âyet indirilmesini anlatan şu ifade çoğul zamirle, fakat devamında ıkâb kelimesiyle öteki hayattaki azabı hatırlatan bölüm tekil zamirle gelmiştir. “Onlar da âyetlerimizi yalanladılar. Allâh da onları günâhlarıyla yakaladı. Allah’ın ıkâbı çetindir”207 Oysa aynı anlamdaki ve hemen hemen aynı kelimelerden oluşan şu âyette, aynı zamanda bu hayattaki azap da mevzû bahis olduğundan, helâk durumunu bildiren zamir çoğul getirilmiştir. “Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı; Biz de onları günahlarıyla mahvetmiştik ve Firavun âilesini boğmuştuk.”208 Demek ki Hz. İsâ’nın üçün üçüncüsü yani Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs gibi üç uknumdan birisi olduğunu Kur’ân da onaylamış bulunuyor. (Oysa Kur’ân, onların bu inancını bir küfür olarak niteler; “Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Yalnız bir tek ilâh/tanrı vardır, başka tanrı yoktur.”209; “Ey Kitap ehli, dîninizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu Îsâ Mesîh, sadece Allah’ın elçisi, O’nun Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve elçilerine inanın, (Allah) ‘üçtür’ demeyin. Kendi yararınıza olarak buna son verin.” 210
Necranlılar, bundan daha da ileri giderek şunu söylerler; “Kur’ân’da, Hz. İsâ’nın Allah’ın kelimesi211 ve ondan bir rûh212 olarak nitelendiğini, körleri ve alaca hastalarını iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, çamurdan kuş yaparak ona can verdiğini ve gaybı bildiğini 213 görüyoruz. Böyle bir kimse de Allah’tan başka birisi olamaz.”
Hz. Peygamber Necran heyetini dinler ve onları cevaplandırır. Tartışmada karşılıklı konuşmalar olmuştur. Bu diyologun son bölümü şöyledir;
Sözcü: Sen İsâ’nın, Allah’ın kelimesi olduğunu bilmiyor musun?
Hz. Peygamber: Evet, öyle biliyorum.
203] 2/Bakara, 255; ayrıca Bk. 7/A’râf, 6, 29, 45
204] 80/Abese, 26; ayrıca Bk. 15/Hicr, 9, 26, 66
205] 2/Bakara, 41; ayrıca Bk. 5/Mâide, 11; 2/Bakara, 33
206] 2/Bakara, 151-153
207] 3/Âl-i İmrân, 11
208] 8/Enfâl, 54
209] 5/Mâide, 73
210] 4/Nisâ, 171
211] 3/Âl-i İmrân, 45
212] 4/Nisâ, 171
213] 3/Âl-i İmrân, 49; 5/Mâide, 110
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 45 -
Sözcü: Allah’tan bir ruh olduğunu zannetmiyor musun?
Hz. Peygamber: Evet, öyle biliyorum.
Sözcü: Eh bu da bize yeter.
İşte bu olay ve bu konuşmalar üzerine, üçüncü sûrenin yedinci âyeti Peygambere nâzil olur.214 Bu durumda, Sûrenin ilk bölümündeki bu âyetin ilk muhâtapları, Yahûdîler de Necran heyeti de olmayabilir. Eğer bu rivâyetlerde anlatılanlar, Sûrenin bu ilk bölümü nâzil olduktan daha sonra meydana gelmiş olaylar ise, bu durumda yedinci âyetin kitabın bir kısmını alıp bir kısmını terk etmede Yahûdi ve Hıristiyanlara benzeyen başkaları için inmiş olduğunu düşünebiliriz. Rivâyetçiler de daha sonra bu olaylara tanık olunca onları nüzul sebebi kapsamına almış olabilirler. O zaman yukarıda nüzul sebebi diye anılan olaylara bir çeşit tefsir olarak bakabiliriz.)
Görülüyor ki Hıristiyanlar, İncil’deki Hz. İsâ ile ilgili pasajlarla benzeşen Kur’ân âyetlerini ele alarak sadece onlara inanıyorlar. Bu bize yeter diyerek çekip gidiyorlar. İncil’deki bazı sözlerle benzeşen Kur’ân âyetleri şunlardır; “Mesih, Allah'ın elçisi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.”215; "Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi müjdeler..." 216
Fakat Hıristiyanlar, bu konudaki şu muhkem âyete bakmıyorlar; “Îsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı, sonra ona ‘ol!’ dedi, artık olur...”217 Bizim muhkem gördüğümüz bu âyet, yedinci âyetle birlikte, aynı sûrede ve aynı bölümde nâzil olmuştur. Bunun anlamı şudur. İsâ peygamberin yaratılışı ile ilgili bu muhkem hükme bakmadan, fitne için sadece İncil’deki sözlerle benzeşenlere uyanlar kalplerinde eğrilik bulunanlardır. Bilinmelidir ki, bütün oluş Allah’ın ‘Ol’ kelimesine bağlıdır. Yani her oluş bir kelime iledir. Hz. İsâ da Allah’ın diğer kelimelerinden biridir.
Ayrıca şu da bilinmelidir ki bütün insanların yaratılışında Allah’ın ruhu bulunmaktadır. Yani sadece İsâ’da değil, her insanda Allah’ın rûhu vardır. Şu âyetler bu hususu açıklamaktadır; "Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce deniz tükenir.”218; “Ona (İnsana) kendi ruhundan üfledi.” 219
Mukaddes Kitaplar Benzeşirler: Üçüncü sûrenin yedinci âyetinde, kınanan kimselerden, kalplerinde eğrilik bulunanlar biçiminde söz ediliyordu. Eğrilik kelimesinin Kur’ân dilindeki karşılığı zeyğdir. Bu kelime, bir kimsenin önce istikamet
214] F. er-Râzî a.g.e. Âl-i İmrân Sûresi ikinci âyetin tefsiri. Rivâyet için bkz; es-Sîratü’n-Nebeviyye, İbn’u Hişâm (Mütercim; Yusuf Velişah Urulgiray) Riyad 1985, Cilt II. S. 287-296. et-Taberî Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân. Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr ilgili âyet. Burada bir hususu belirtmekte yarar vardır. Üçüncü Sûrenin nüzûlü, doksan dördüncü sıradadır. Bu da yaklaşık olarak Hz. Peygamberin Medîne’deki ilk yıllarına tekabül eder. Necranlı heyetin Medîne’ye gelişi ise heyetler yılı denilen dokuzuncu yılında olmalıdır. (Bu duruma dikkat çeken Seyyid Kutup, yukarıdaki rivâyete ihtiyatla yaklaşır. Bk. Fî Zilâli’l-Kur’ân, 3/Âl-i İmrân, 7. âyetin tefsîri.
215] 4/Nisâ, 171
216] 3/Âl-i İmrân, 45
217] 3/Âl-i İmrân, 59
218] 18/Kehf, 109
219] 32/Secde, 9
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzere iken, daha sonra ondan ayrılma ve sapma durumunu anlamlandırır.220 Nitekim aynı kök, yedinci âyetten hemen sonra, bu anlamı belirleyen bir söz dizisinde yer almaktadır; “Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme (zeyğ).” 221
Demek ki, yedinci âyette kınanan kimseler, kendilerini Hak yola nispet ettiği halde, gerçekte sapmaya meyilli olan, Kitapla ilişkisini kesmemiş olan kimselerdir. Zâten, “Müteşâbihlere uyarlar” ifadesinden de bu durum anlaşılmaktadır. Bu niteleme, “Kitabın bir kısmına inanırlar” Kitap ehlinin durumunu açıklayan bir âyette şöyle denir; “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”222 demek gibidir.
Bireysel değişimler, birbirinin açılımı olan hükümler silsilesi üzerine oturur. Eğitilecek olan eğer toplum ise, bu durum daha da bir önem arz eder. Kemikleşmiş inanç ve alışkanlıkların yerine, yeni bir şey öğretebilmenin temel şartı, adım adım ilerleme (tedrîc) yolunu izlemektir. Bu ise ancak derece derece öğretme (kerteleme) ile başarılabilir. Bunun için de nassı sâbit, ama anlamı son söylenecek söze doğru hareketli olan, daha doğrusu onunla benzeşen söz gereklidir.
İsâ peygamberin; Tanrının oğlu ve hatta Tanrı olduğuna inanan bireylerden oluşmuş toplumu düşünelim. Onlar bu inançlarını Kutsal Kitap İncil’e dayandırıyorlar. Bu durumda, Kur’ân-ı Kerim, Tevrat ve İncil’e asla yanlış isnat etmiyor. Önceki kitapların söylediklerini -Kitap ehlinin yanlış anlama ve tahriflerine işaret ederek- kesin bir dille teyit ve tasdik ediyor. İşte bu beyana, üçüncü sûrenin yedinci âyetinin hemen öncesinde rastlanmaktadır: “Sana kitabı gerçek ile ve kendisinden öncekini doğrulayıcı olarak indirdi.”
Kur’ân-ı Kerim’in, Kitab-ı Mukaddesi teyit ve tasdik etmesi, âyetlerinin onun âyetleriyle benzeşmesi anlamına gelir (Muhammed Hamidullah, Kur’ân’ın bu durumu onayladığına işaret eder; “Allah, sözün en güzelini, benzeşen ve sık sık tekrar edilen bir Kitap olarak indirdi” “Buradaki benzeşen” ifadesi, muhtemelen Kur’ân’ın, Kitab-ı Mukaddes gibi eski İlâhî kitaplara benzediğine işaret ediyor.” Bk; Aziz Kur’an, Le Saint Coran, Zümer Sûresinin 23. âyetinin açıklaması). Bu nedenle Kur’ân, Kitap ehlini bilgilendirmeye onların, Tevrat ve İncil’den anladıklarına benzeşen âyetlerle başlıyor. Anne Meryem’in seçilmişliğini ve temizliğini onaylıyor. Oğul İsa’nın doğumundaki olağandışılığı tasdik ediyor. Onu “Allah’ın ruhu” olarak niteliyor. Peygamber İsâ’nın çamurdan kuş yapıp onu canlandırmasına değiniyor. Fakat bütün bunların arkasından da tanrının bir olduğunu, oğul ve kızları olmadığını belirtiyor. Hz. İsâ’nın ikinci hayatta yargıçlık yapacağı inancına karşı da, orada tek yargıcın Allah olduğunu, asla adam kayırma ve torpil yapılamayacağını, adâletin mutlaka tecellî edeceğini söylüyor.
İşte görülüyor ki bu eğitim ve öğretim seyridir. Kur’ân önceki kitapları onaylar. Onların öğrettiklerinin üzerine, yeni şeyler bina eder. Arkasından da yanlış anlamalara temas ederek doğruları açıklar. Ama kalbinde sapma meyli olan kimseler, kendilerine doğrular geldikten sonra bile geriye dönmek isterler. Bunun için en uygun yöntem, aşama aşama öğreten âyetlerden bir kapı aralamaktır.
220] Bkz, Râgıb el-Isfehânî, Müfredât, İstanbul, 1986, ‘Zyğ’ kökü. Kelimenin Kur’ân’daki kullanımı için Bk. 61/Saff, 5, 9/Tevbe, 117
221] 3/Âl-i İmrân, 8
222] 2/Bakara, 85
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 47 -
Şefaat Konusunda Benzeşenler: Hıristiyanlıktaki ruhbanlık kurumunu ayakta tutan şey şefaat (aracılık) inancıdır. Katolik Hıristiyanlığın âmentüsü sayılan inanç esaslarına göre; İsâ’nın göklere çıkıp Kadir olan Baba Tanrının sağına oturduğuna, oradan gelip ölüleri ve dirileri hesaba çekeceğine, azizlerin cemaatine, günahların affedileceğine inanılması gerekmektedir. Günah çıkarma merasiminde kullanılan resmî üslup da şudur: “... Hata ile çok günah işledim (üç kere). Bunun içindir ki, hâlâ bâkire olan mesut Meryem’e, Mîkâil’e, Saint Jean-Babtist’e, havârîlerden Saint Pierre ve Saint Paul’a, bütün azizlere ve siz pederime benim için Tanrıma duâ etmeniz için yalvarıyorum.’ 223
Hıristiyanlar, Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmeyi kabul etmesiyle, bütün insanlara şefaatçi olmayı üstlendiğine inanırlar. Bir dînî bölgenin başına getirilen başpiskoposa, iki tarafın arasında geçiş sağlayan anlamında ‘Köprü’ demeleri de bundandır. O, günahkârlarla Tanrı arasında aracılık edecek bir köprüdür.
Muhâtaplarının bir kısmı Hıristiyan olan Kur’ân-ı Kerim, doğal olarak bu inancı gündemine alır. Otuz kadar âyetinde şefaatten açıkça söz eder. Bu âyetlerin bir bölümü, kâfirler için şefaatçi olmadığını bildirir. Onlar öteki hayatta şöyle diyeceklerdir; “Şimdi artık bizim ne şefâatçilerimiz var, ne de samimi bir dostumuz.” 224
Şimdi bunu dinleyen Hıristiyanlar, “biz inanan kimseleriz. Kâfir değiliz. Bu nedenle âyet bize konuşmuyor” diyebilirler. Oysa Kur’ân, bizzat iman edenlere de seslenerek Allah’tan başka şefaatçi olmadığını ilân eder: “Rablerine toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O’ndan başka dostları da, şefaatçileri de yoktur.” 225; “Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımız şeyden hayra sarf edin.” 226
Hıristiyanlar, bu sefer, “Hz. İsâ sıradan bir şefaatçi değil ki” diyebilirler. Oysa, Kur’ân, Allah izin vermedikçe kimsenin şefaat edemeyeceğini bildirir; “Rahmân’ın huzûrunda söz almış olanlardan başkaları şefâat edemezler.”227; “İzni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz Allah budur.” 228
Bu dafa Hıristiyanlar, “o bir Tanrıdır” diyebilirler. Oysa, başka bir grup âyet, tanrı yerine konulanların da şefaat edemeyeceklerini gerekçesiyle belirtir: “Allah'ı bırakıp kendilerine zarar da, yarar da veremeyen şeylere tapıyorlar ve: ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!’ diyorlar. De ki: ‘Göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?”229; "O'nu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramaz da.” 230
Belli ki Kur’ân’da şefaat konusundaki bazı âyetlerde nihâî hüküm yoktur. Bu elbette konuyu kavratmak için böyledir. O zaman bu konuda nihâî hüküm bulundurmayan âyetler, aşağıdaki şu âyetlere müteşâbih, yani benzer bilinmelidir;
223] Bk. Doç. Dr. İ. Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık, Beyan Y., İstanbul, 1980, S. 34
224] 26/Şuarâ, 96-101
225] 6/En’âm, 51
226] 2/Bakara, 254
227] 19/Meryem, 87
228] 10/Yûnus, 3
229] 10/Yûnus, 18
230] 36/Yâsin, 23
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezâsını çekmez; kimseden şefâat kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.”231; “Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezâsını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefâat fayda vermez.”232; “De ki: "Şefaat tamamen Allâh'ındır.” 233
Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse, bu âyetler arasında bir irtibat aramadan istediğine uymak isteyebilir. Şefaatçiler edinmeye devam edebilir. Ama inanan bir kimse için gerçek hüküm önemlidir. Peki, gerçek hüküm nedir? Gerçeği arayanlar, âyetlerin çelişkisiz olmadığını bilir. Nâsihi mensuhu olmadığını anlar. Hepsinde de, şefaat fikrinin ve bir şefaatçi edinmenin olumsuzluğunu görür. Âyetlerdeki farklı üslûbun, şefaatçi edinenlerle dolu bir toplumun terbiye seyrini hikâye etmekte olduğunu fark eder. Bu durumda, derin anlayışlı kimseler (er-râsihûn) için bu âyetlerin hepsi de muhkem olur.
Örtünme Konusunda Benzeşenler: Klâsik dönem müfessirlerinin bir kısmı, pratik konulardaki muhkem âyetlere nâsih, müteşâbihlere de mensuh deyimini kullanmışlardır. Bazı tefsir tartışmalarında, ‘Bu âyet mensuh değil, muhkemdir’ ibâresini görmek mümkündür. Yani; nihâî hükmü açıkça görülen bir âyetin, nâsih olduğu söylenir. Nâsih görülen âyetlere muhkem denir. Bu durumda; mensuh olarak nitelenen âyetler de, muhkemin mukabili olan müteşâbihle eşitlenmiş olmaktadır.
Kölelik ile ilgili hükümler böyledir. Kur’ân, bir boynu kölelik zincirinden çözmeyi, insanın aşması gereken bir engel olarak gösteriyor; “Fakat (İnsan) o, sarp yokuşa aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? Bir boynu çözmektir.” 234
Şimdi hiç kimse çıkıp da, tarihte çözüm öneren diğer bazı müteşâbih âyetlere bakarak, Kur’ân’ın köleliği teşvik, hatta tecviz ettiğini iddia edemez. Kur’ân’ın fakirlere zekât verilmesini emretmesi, nasıl her toplumda fakir bulundurmayı istediği ile yorumlanamazsa, kölelerin hürriyete kavuşturulmasını teşvik etmesi de köle edinmeyi onayladığını göstermez. Bu konudaki âyetlerin hepsi yukarıdaki muhkem söze bağlanarak okunmalıdır.
Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz örtünme konusudur. Örtünme ile ilgili âyetler, pratik konularda benzeşenler için güzel bir örnek oluşturur. Bu konudaki âyetler nihâî hükmü, dört kademede vuzûha kavuşturur. Kur’ân, birinci kademede kadın erkek ayırımı yapmadan, Allah’ın bütün insanlara elbise (yapma bilgisi) indirdiğini belirtir. Fakat, örtünmeye yönelik sorumluluk ve korunma bilincinin (takvâ elbisesinin) daha iyi olduğunu söyler: “Ey Âdem oğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ/korunma elbisesi, en iyisidir.” 235
Bu âyet, takvâ/korunma bilincini, elbiseden iyi göstermekle, elbise ile örtünmeyi elbette önemsiz kılmamakta, aksine onun örtünme ile birlikte de gereğine vurgu yapmaktadır. Nitekim, Kur’ân rızk konusunda da sorumluluk ve korunma
231] 2/Bakara, 48
232] 2/Bakara, 123
233] 39/Zümer, 43-44
234] 98/Beled, 11-13
235] 7/A’râf, 26
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 49 -
bilincinin daha iyi olduğunu söyler. 236 Ama böyledir diye kimse, yeme içmeyi önemsiz görmez. Kaldı ki daha sonra nâzil olan bir âyette, kadınların bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman, tanınmadıkları durumlarda eziyete uğramasınlar diye bir elbise ile örtünmelerinden söz eder; “Örtülerini üstlerine salsınlar; onların tanınıp incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” 237
Bundan sonra nâzil olan bir âyet de yakın akrabalarla, cinsellik konusunda problem oluşturmayacak erkeklerin ve erkek çocukların dışındaki kimselere karşı kadınların örtünmelerinden söz eder; “Mü’min kadınlara da söyle: ‘Bazı bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hâriç. Başörtülerini (göğüs) yırtmaçlarının/yakalarının üstüne koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız kocalarına yahut babalarına yahut kocalarının babalarına yahut oğullarına yahut kocalarının oğullarına yahut kardeşlerine yahut kardeşlerinin oğullarına yahut kız kardeşlerinin oğullarına yahut kadınlarına yahut ellerinin altında bulunan (köle)lerine yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkek tâbilerine yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilir. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allah'a tevbe edin ki felâha eresiniz.” 238
Bütün bunlardan sonra nâzil olan bir âyette ise, evlenemeyecek kadar yaşlı olan kadınların dışarı çıkarken, -kasten süs gösterme amacı olmaksızın- bir dış örtü ile örtünmeyebilecekleri, fakat örtünmelerinin daha iyi olacağı belirtilir; “Evlenme arzusu kalmamış, oturan kadınların, kasten süs göstermeğe çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günâh yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırlıdır.” 239
Bütün bu âyetlerden, örtünmede nihâî maksadın kadın-erkek ilişkilerindeki muhtemel problemleri önlemek olduğu anlaşılmaktadır. Bu iş için en uygun şey de tesettür/örtünme olarak gösterilmiştir. Demek ki bu âyetler, birbiri ile çelişkili değil, birbirinin nâsih mensûhu değil, örtünmenin gereği konusunda birbirine benzeşmektedir.
İkinci Hayat Konusunda Benzeşenler: İnsanın bilgi edinmesi için iki alan vardır. Birincisi ‘Şehâdet’ alanıdır. Biz burayı müşahede eder, işitir, görür dokunur ve kavrayabiliriz. Böylece muhkem bilgiler elde ederiz. Bu bilgilerden, evrensel yasalara dayanan fiziksel bilimler doğar. Bilgi edinilebilecek ikinci alan ise, metafizik olan ‘gayb’dır. Fakat duyu organlarımız bu alanı kavramakta yetersiz kalır. Her iki terim de şu âyette kullanılmıştır; “O, görülen (şehâdet)i de görülmeyen (gayb)ı da bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır.” 240
Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekmektedir. Gayb; sadece “görülmeyen” demek değildir. Aynı zamanda ‘Şu anda hazırda bulunmayan’ demektir. Bu nedenle, o anda hazırda bulunmayan kimsenin onu üzecek biçimde anılmasına ‘gıybet’ denmektedir. Kelime bazen, bilinenin mukabili olarak da kullanılır. Kur’ân’da daha çok insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan hakikati nitelemek için kullanılmıştır.
236] Hac’dan bahseden bir âyette şöyle denir; “Yanınıza azık alın, azığın en iyisi takvâdır.” -2/Bakara, 197-
237] 33/Ahzâb, 59
238] 24/Nûr, 31
239] 24/Nûr, 60
240] 59/Haşr, 22
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oysa sadece görülmeyen niteliğindeki bir şey, şehâdet alanında bulunan, fakat duyularımızdan uzak kalan, yahut zihnimizde gelecek biçiminde algılanan eşya, haber ve hâdiseler olabilir. Bunlar bilinebilirlik açısından gayba benzer. Fakat mutlak bilinmez değildir. Meselâ çocuk, annesine misafir geldiğini duymuştur. O bir misafirin geldiğini muhkem olarak bilmektedir. Ancak tanımadığı için misafirin kimliği ve ne zaman döneceği ona gayb gibidir. Fakat bunları her an bilme imkânı olduğundan tam bir gayb da değildir. İşte şehâdet alanında bulunup da, gayba benzeyen bu tür haber ve olayları gayb dışında bir isimle adlandırmamız gerekmektedir. Hiç bilinemeyecek olana Kur’ân’da ‘el-gayb’ denmektedir. Biz bundan hareketle; zamanla bilinebilir olana aynı kökten bir kelimeyle ‘gâib’ diyebiliriz. Böylece mutlak gayb ile şu anda bize gayb gelen şeyi birbirinden ayırmış oluruz.
Meselâ Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmek bizim için mutlak anlamda bir gaybdır. Çünkü onun zamanını sadece Allah bilir; “Sâat’in/Kıyâmetin bilgisi ancak Allah'a mahsustur.”241; “Ben size, Allâh’ın hazîneleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.”242; "Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyacaktır, bilmem. Gaybı bilen O'dur.” 243
Fakat yağmurun ne zaman, nereye ve ne kadar yağacağını takdir eden bilgi mutlak gayb olsa da, onun yağacağı yer, zaman ve miktarı bilmek gayb değil gâibdir. Çünkü, bulutların cinsi, yoğunluğu ve rüzgârın seyri gibi emâreler, onun zamanını ve yerini bize haber vermektedir. Nitekim yukarıdaki âyet, kıyâmetin zamanını bilmeyi Allah’a tahsis ettikten sonra şöyle devam eder; “Yağmuru indirir, rahimlerde bulunanı bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.”
Allah, sadece bunları değil, her şeyi bilir. Ama, hiç kimsenin bilemeyeceği, sâdece Allah’ın bileceği başka şeyler de vardır. Bu âyette vurgulanan şudur. Yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyen kimse, kıyâmetin saatini nasıl bilsin? Fakat, yağmurun ne zaman yağacağı, ana rahminde ne olduğu, ne zaman şiddetli bir depremin olacağı mutlak gayb ile sınırlanmamıştır. Bunlar sadece bilemeyene gâibdir. İlk ikisinin şu anda bilim adamları için gâib olmaktan çıktığını da biliyoruz.
İkinci hayata gelince. O mutlak anlamda bir gaybdır. Doğal olarak oradaki nimet ve azâbın mâhiyeti de insan için gayb kalacaktır. Fakat din koyucusu, kulların iman ve inkârına karşılık onlara vereceği nimet ve azâbın niteliklerini anlatacaktır. Bu anlatış da elbette muhâtaplarının diline yani onların nimet ve azap kültürlerine uygun düşmesi gerekir. Aksi taktirde, sözün ruhlara bir etkisi olamaz.
Kur’ân’ın ilk seslenişi, döneminin büyük bir kentinde, köleleri ve hizmetçileri bulunan zengin bir halka olmuştur. Bu halkın yoksulları genelde ona uymuşlar, zenginleri karşı koymuşlardır. Bu nedenle, Kur’ân vaat ettiği nimetleri doğal olarak o yoksulların hoşlanacağı, kendisiyle tehdit ettiği azâbı da o şımarık zenginlerin kaygılanıp korkacağı niteliklerle anlatmıştır.
241] 31/Lokman, 34
242] 6/E’nâm, 50
243] 72/Cinn, 25-26
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 51 -
Üzerinde durulan coğrafya Arabistan, uyarılan toplum Arap, aralarından seçilen elçi Arap, onlara cehennemi ve cenneti tanıtan da Arapça bir Kur’ân’dır. Buradan şu noktaya ulaşmamamız zor olmasa gerekir. Kur’ânın kendi dilini Arapça ile sınırlaması, aynı zamanda o günkü Arap kültürüyle de sınırlandırması anlamına gelir. Yani Arapça Kur’ân, aynı zamanda gününün Arap kültürüyle konuşan Kur'ân demektir.
Bu durumda, yukarıdaki ifâdelerden şunlar anlaşılırsa yanlış olmayacaktır. Mutlak gayb alanını anlamak için iki benzetmeye ihtiyaç olacaktır. Birincisi gaybdan haber vermedeki zorluktandır. Bu zorluk, haber verilen yerle o haberi alanın saha ayrılığından kaynaklanır. Bu nedenle Kur’ân ikinci hayattaki meyveleri bu hayattaki meyvelere benzetir. “İnananlar ve yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara bir ürün rızk olarak verildiğinde, ‘bu daha önce de bahşedilenin aynısıymış’ derler. Bunlar, müteşâbih olarak sunulmuştur.” 244
Benzetme gereğinin ikincisi, verilen haberin, zihinlerde algılanış biçimindendir. Bu haberi veren toplumla, alan toplumun kültür farkı bu gereği arttırır. Âyetlerde cennet; huzur verici gölgeler, tarifsiz güzellikte eşler, üzüm, nar, hurma, kuş eti, girift ağaçlar, zencebîl, kâfûr, misk, ipekler, atlaslar, kanepeler, divanlar, yastıklar, dolaşıp hizmet eden sürekli aynı yaşta, güzel kız ve oğlanların bulunduğu, içinden ırmaklar akan bahçeler şeklinde tasvir edilir.
İnananlara; ağzı mühürlü bir testiden, gümüşten sırça kadehlerde, içine kâfur ve zencefil karıştırılmış tertemiz, güzel kokulu bir şarap sunulur. Zencefil, güzel kokusuyla içkiye lezzet katan bir baharattır. Kâfûr soğukluk, zencefîl ısı verir. İçildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır. İçenleri sarhoş edip salyalarını akıtmaz. Öyle bir iki kadeh içmekle tükenecek gibi de değildir. Çünkü Tesnim ve Selsebîl denen bir pınardan beslenir. Tesnim, Allah’a yaklaştırılanların içki pınarıdır. Selsebîl ise içimi gâyet lezzetli, tatlı, boğazdan çok rahat geçen bir içkidir.
Altın ve gümüş kaplara konulmuş leziz yemekleri ve temiz içkileri dolaştıranlar, ihtiyarlamazlar, tazelikleri bozulmaz. Ölümsüz gençlerdir onlar. Etrafa saçılmış inci tâneleri gibidirler. İnci tâneleri düz yerde dağınık olursa ışığı birbirine vurduğu için güzel bir görünüm verir. O kadar güzeldirler. Onlar süreklidirler. 245
Nankörlüğe karşılık olarak verilecek cehennem için de tasvirler yapar Kur’ân. Özellikle ateş bunların başında gelir. Düşünün ki şımarık bir zengin; kavurucu bir sıcakta çölde kalmış. Açlık gidermeyen dikenli otlardan başka bir yiyeceği yok. Şiddetli bir susuzluk içinde, fakat kaynamış ve kirlenmiş içeceklerden başka içeceği de yok. Yaşamanın ve ölmenin bulunmadığı bir çaresizlik ortamında. “Cehennem bir gözetleme yeri olmuştur. Azgınlar için bir barınak. Devirlerce kalacaklardır içinde. Ne bir serinlik tadacaklar ne de bir içecek. Sadece; kaynar ve atık bir su.” 246
Şimdi cennet ve cehennemle ilgili şu tasvirler bize bir şeyler hatırlatıyor. Çünkü bu kavramlara yabancı değiliz. İşte inananlara verilen cennet nimetleri, bu hayatta tanıdığımız nimetlere böyle benzer. Nankörlere verilecek karşılık da bu
244] 2/Bakara, 25
245] Kur’ân’ın sürekli anlamında kullandığı kelime ‘Huld’dur. Uzun zaman kalıcı olmaya da ‘Hulûd’ denilir. Kelime, hem uzun zaman için, hem de sonsuzluk için kullanılır. Yaşlandığı halde saçları ağarmayan, dişleri dökülmeyen kimseye de ‘Muhlid’ denir.
246] 78/Nebe’, 21-25
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilk hayattaki mahrumiyetlere benzer. Fakat aynen böyle midir? Buna rahatlıkla “hayır” diyebiliriz. Gerçekte bunlardan çok farklı olmalıdır; zira iki hayatın oluşu birbirinden farklıdır. Orada zaman algısı bildiğimizden farklıdır; “Göklerle yer genişliğindeki cennet.”247; “Müttakîlere/sakınanlara vaat olunan cennetin meseli şöyledir: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet sunan bir şaraptan nehirler, süzme bir baldan oluşan nehirler var.” 248
Bu hayatta; tadı bozulmayan su ve lezzeti bozulmayan süt bulunur mu? Süzme baldan bir nehir nasıl olur? Ayrıca, herkes sütü ve balı sevmeyebilir de. Şarap, hiç tatmamış kimseye de lezzetli gelir mi? Bu nedenle cennette bunların da ne işi var diyen çıkabilir.
Bu son âyetlerden anlıyoruz ki cennet ve cehennem tasvirleri muhkem değildir. Çünkü cennet ve cehennem sadece vaad ve vaidden ibaret değildir. Zaten âyette bunların bir ‘mesel’ olduğu söylenmektedir. Nitekim bu sayılanları ödül ve ceza olarak algılayışlar da farklıdır. Bunlar kalplerinde hastalık olanların hastalığını arttırabilir.
Allah’ın Zâtı Konusunda Benzeşenler: Kur’ân’da, Allah’ın antlarda bulunduğu görülür. Oysa Kur’ân’ın tanımladığı Allah aşkındır. Yemin etmek de insanbiçimci bir iştir. Arapların sosyal hayatta yaygın biçimde ant etmeleri, Allah beyânında da bulunabilmesi için yeterli bir izah tarzı sayılabilir mi? Acaba Allah, kitabında daha fazla aklî ve mantıkî deliller sunmak yerine, neden ant etmek yolunu seçmiştir? Kur’ân’daki antların maksadı sadece hitâbet gücüyle insanları iknâ etmek midir? Söylevsel etkisi dışında, bir değeri yok mudur? Onlar âyetlerde birer süs müdür? Ayrıca ant, delil getirmede çaresiz kalan, belki de sinirlenip kızan kimselerin başvurduğu yollardan biridir. Her şeye gücü yeten Allah’ı kim sıkıştırıp delil getirmeye zorlayabilir ve kızdırabilir ki, ant etmeğe sığınmaktadır?
Bu konuda akla gelebilecek bir başka soru da şudur. Allah, ant etmese de bir mü’min zâten O’na inanırdı. Fakat defalarca ant etmiş olsa bile kâfir yine O’na inanmayacaktı. Öyleyse İlâhî kelâmda ant edilmiş olmasının pratikte ne gibi faydaları olabilir? Ayrıca Hadis-i şeriflerde Allah’tan başkasının ismiyle ant edilmesi yasaklanmaktadır. Oysa Allah ‘Güneş, Ay ve Yıldızlar’ gibi kendinden başka, hem de yarattığı varlıklarla ant etmektedir. Bir şeye ant edilmiş olması onu yüceltiyorsa, Araplar zaten gök cisimlerini yüceltip onlara ibâdet ederlerken, Kur’ân’ın tutup da yine de onlarla ant etmesinin anlamı ne olabilir?
Problem sadece ant değildir. Kur’ân-ı Kerîm, Yaratıcıyı, bu hayattakilere benzeyen isim ve fiillerle tanıtmaktadır. Bu isim ve fiillere göre Yaratıcı, intikam alan, lânet eden, tuzak kuran, öfkelenen, gökte sekiz köşeli tahtta oturan bir sultandır;
“O intikam alandır.” 249
“Allah, en iyi tuzak kurandır.” 250
247] 3/Âl-i İmrân, 133
248] 47/Muhammed, 15
249] 3/Âl-i İmrân, 4
250] 3/Âl-i İmrân, 54
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 53 -
“Allah, onlara gazap etmiş, onları lânetlemiştir.” 251
“O gün Rabbinin tahtını, üstlerinde sekiz taşır.” 252
“Güneşe ve onun aydın sabahına ant olsun.” 253
“Din gününün Sultanı...” 254
Bunların beşerî nitelikler olduğu tartışılmaz. İnsan da ‘İntikam alır, tuzak kurar, öfkelenir ve yemin eder. Yüce Allah’ın isim ve fiillerinin, böyle beşer terminolojisiyle ifade edilmesi, insan zihninde problemler oluşturabilir. Eğer; belli bir yerde oturan, ant eden, hoşlanan, sevmeyen, öfkelenen, tuzak kuran, hesaba çeken, cezalandıran ifâdeleri Allah için muhkem görülürse, tekrar bir İsâ-Tanrı modeline dönülmüş olur. Kalplerinde eğrilik olanlar da bunu izler ki, bu putperestlikten başka bir şey değildir.
Eğer biz, yukarıdaki âyetlere, bu varlık alanında algılanan biçimiyle uyarsak, farkına varmadan, Kur’ân’ın diğer bazı hükümleri ile çelişkiye düşmüş oluruz. (Nitekim, müşebbihe fırkası bu çelişkiye düşmüştür). Çünkü Kur’ân’a göre Allah, kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur. Var olduğu âşikâr, fakat varlığının mâhiyeti gizlidir. Evvel, fakat aynı zamanda âhir, zâhir fakat aynı zamanda bâtındır. Her yerde bizimledir; “O öncedir; sondur; âşikârdır; gizlidir. O her şeyi bilir.”255; “Nerede olursanız O sizinledir.” 256
Kur’an dilinde; öz, mâhiyet ve cevherde benzerlik için ‘ndd’,257 nicelik, kemmiyet ve seviyede benzerlik için ‘svy’,258 ölçü, miktar ve hacimde benzerlik için ‘şkl’259 kökleri kullanılır. ‘Şbh’ kökü ise; nitelik, keyfiyet, oluş ve sıfatta benzerlik için kullanılmaktadır.260 Örnek, benzer ve ... gibi olma’yı anlamlandıran en kapsamlı kelime ise ‘msl’ kökündendir. Bir şeyin tam benzeri olması amacıyla yapılan timsal (heykel) bu kökten yapılır. “Ona dilediği gibi kaleler, heykeller (timsal’in çoğulu) havuzlar kadar leğenler, sâbit kazanlar yaparlardı.” 261
‘Msl’ kökünün kullanıldığı bir söz dizisinde, eğer anlam bir kayıtla sınırlanmışsa, tam benzerlik sadece o kayıtlanan yönde düşünülebilir. Meselâ şu âyette iki şeyin birbirine benzemesi, ancak benzetme noktasında tamdır; “Allah'tan başka velîler edinenler, bir ev edinen örümceğe benzerler (msl). Evlerin en gevşeği örümcek evidir.” 262
Allah’tan başka koruyucu edinen kimse, örümceğe benzetilir. Benzeme noktası ise, örümcek sığınağının basitliği ve gevşekliği ile koruyucu edinilen kimsenin basitliğidir. Allah’tan başkasını dost edinenin dostu, örümcek evi gibi
251] 48/Fetih, 6
252] 68/Haakka, 17
253] 91/Şems, 1
254] 1/Fâtiha, 4
255] 57/Hadîd, 3
256] 57/Hadîd, 4
257] 2/Bakara, 22
258] 5/Mâide, 100
259] 38/Sâd, 58
260] 4/Nisâ, 157
261] 34/Sebe’, 13
262] 29/Ankebût, 41
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dayanıksızdır.
Fakat eğer benzetmede, sözü sınırlayan bir kayıt yoksa. Ayrıca benzerlik de olumsuz gösteriliyorsa, o zaman, ‘msl’ kökü yukarıdaki dört benzeme yönünü de kapsar. Bir âyette şöyle denir; “O'na benzer (msl) şey yoktur. O işitendir, görendir.”263 Yani, öz, nitelik, nicelik ve hacim yönüyle Allah’ın misli düşünülemez. Bu durumda; Allah’ın meseli en üstün olmalıdır.264 Öyleyse O’na mesel getirilmemelidir.265 Ama O, mesel getirir.266 Çünkü her mesel, bir açıklama ve tavzih için getirilir. Bu nedenle onu ancak bilen verir. “Allah'a meseller vermeğe kalkmayın! Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz!” 267
Allah’ın insanlar düşünsünler diye268 verdiği bu meselleri de ancak âlimler düşünürler. “Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz ama onları, âlimlerden başkası düşünüp anlamaz.” 269
Zaten müteşâbihleri de ancak âlimlerin kavrayabileceğine yukarıda temas edilmişti. Bu sebeple deriz ki; O’nu, gökte arşı üzerine yerleşmiş, gören, işiten, bilen, öfkelenen, elleri bulunan ve yemin eden sultan olarak tanımlayan ifadeler, beşer tecrübe ve idrâkinin üstünde kalan bir kudreti, beşerin seviyesine indiren kavramlardır. Bu ifadelerle, Allah’ın yüceliği, her şeye gücü yettiği, bütün varlıkların mutlak hâkimi olduğu anlatılmıştır.
Sonuç: Çoğu kimse, Kur’an’ın ‘müteşâbih’ diye nitelediği ayetlerin sadece sembolik anlatım içerikli ayetler olduğunu düşünür. Oysa müteşâbih sözcüğü lügatte ve Kur’an’daki kullanımlarında benzeşmeyi ifade eder. Bu benzeşme de elbette âyetler arasında aranmalıdır. Yani bir söz, sembolik anlam taşısa da taşımasa da, müteşâbih diye nitelenebilir. Bu, bir âyetin nihai bir hüküm bildirmediği, o sözün muhkem olmadığı anlamındadır. Bu sözün, bir anlamsal ve bir de varlıksal tevili yapılabilir. Anlamsal tevilini ulemâ yaparak muhkeme ulaşır. Varlıksal tevili ise anlamın vukuuna ilişkin olduğundan onu, elbette, sadece Allah bilir.
O hâlde, müteşâbihlik, anlatım problematiğinden ziyade, sözdeki maksadın sınırıyla ilgili bir adlandırmadır. Oysa dolaylı anlatım, kıssa, mecaz ve sembollerle yapılır. Bu da sözün maksadı değil, mâhiyetiyle ilgilidir. Burada, benzeşme yoktur, çünkü söylenen lafız başka, anlaşılması gereken başkadır. Ayrıca, Kur’an’ın söz söyleme biçimi eğer anlamla ilgili bir sorun oluşturuyorsa, bu asla tevili gerekli kılmaz. Çünkü sözün muhâtabı ulemâ değil, nüzul atmosferini teneffüs eden herkestir. Yani bu sorun, olsa olsa lisânî ve kültüreldir. Bu da ulemânın değil, ona muhâtap olan herkesin sorunudur. Bu nedenle diyebiliriz ki, mecaz ifade eden her sembolik söz, bir anlamda müteşabihtir. Ama müteşabih her söz, sembolik anlam taşımayabilir.
Hem Muhkem, Hem Müteşâbih Kitap
Yorumlar Üzerine: Klâsik dönem müfessirlerinin ‘müteşâbih’ üzerine
263] 42/Şûrâ, 11
264] 16/Nahl, 60
265] 16/Nahl, 74
266] 2/Bakara, 24
267] 16/Nahl, 74
268] 59/Haşr, 21
269] 29/Ankebût, 43
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 55 -
yaptıkları yorumlar; ilk bakışta, delilsiz, tutarsız ve çelişkili görülebilir. Oysa, verilen örneklere bakıldığında, biz bu yorumların hemen tamamının bir noktada birleştiğini düşünüyoruz. Bu durum, konuyu dikkatle inceleyen kimseye asla uzak kalmayacaktır.
Ancak, konunun daha iyi anlaşılması için, iki hususu hatırlamamız gerekecektir. İlk husus, Âl-i İmran sûresinin yedinci âyetinde geçen, kitap ve âyet kavramlarının en geniş delâletiyle düşünülmesidir. O zaman; hem indirilen, hem de korunan kitapların âyetlerinde muhkem ve müteşâbih kategorisinden söz edebiliriz. Hatırlatmak istediğimiz ikinci husus da şudur. Sadece gerçekliği bilinemez olan değil, aynı zamanda, nihâî maksadı bilinmez olan her âyet de müteşâbih sayılmalıdır. Bu yaklaşım, ifade tarzı tamamıyla teşbihî olan âyetler ile tedrîcî bir öğretim yapan âyetleri de müteşâbih kapsamına alacaktır. Bu bakış asla yanlış olmayacaktır. Çünkü, aşama aşama anlatma yolunda ve mecaz ifadelerinde, nihâî hüküm açısından elbette bir çeşit belirsizlik söz konusudur.
O zaman, müteşâbih konusu, mutlak gayb içerikli âyetlerle sınırlandırılmamış olacaktır. Zaten bir şeyi, başka bir şeye benzer kılma gereği, sadece beşer dilinin, ilâhiyat konuları için kullanılmasından doğmaz. Aynı zamanda sözün muhâtaplarının, farklı zaman, idrâk, kültür, sezgi, ilgi ve bilgi seviyelerinden de kaynaklanabilir.
Son iki paragraftan anlaşılması gereken şudur. Nihâî amacı, -bir anlamda tevili- ilk plânda, beş duyudan birisiyle veya akılla anlaşılan her âyet muhkemdir. Bunlar, ana âyetlerdir. Nihâî amacı belirsiz olan diğer âyetler bu analara benzer bilinmelidir. Nihâî amacı belirsiz olanlar, hem birbirleriyle, hem de o konudaki analarla benzeşirler. Bu âyetler ancak açıklayıcı bir söz, yol gösterici bir bilgi, tanıtıcı bir kültür veya kuvvetli bir sezgi ile kavranabilirler.
Âyetler arasındaki benzeşmeyi ifade eden, ‘Şbh’ kökü; nitelik, oluş ve sıfatta benzerlik için kullanılmaktadır.270 Bundan hareketle şunu söyleyebiliriz. Yalnız başına nihâî bir hüküm belirlemeyen, yahut elde edilen anlamda bir istikrarsızlık bulunan âyetler, hâricî bir bilgi, derin bir düşünme veya kuvvetli bir sezgi yoluyla, o konudaki ana âyetlere benzetilerek; nitelik, oluş ve sıfattaki bilgi netlik kazanacaktır.
Yorum Noktaları: Bir âyet aklın muhkem verisine, başka bir âyet, tarihin muhkem bilgisine, bir başka âyet de doğal bir olaydan çıkarılan evrensel bilgiye benzer kılınabilir. Bu da ancak ‘sağ duyulu ve bilmede derinlik sahibi’ kimselerin yapabileceği bir iştir.
Şimdi bu farklı durumları, birkaç örnekle açıklayalım; “Bakmıyorlar mı deveye, nasıl yaratıldı!” 271
270] Râğıb el-Isfehânî, Müfredat, ‘m-s-l’ maddesi, Örnek olarak bkz; 4/Nisâ, 157
271] 88/Ğâşiye, 17. Muhammed Esed şöyle diyor; "Âyette ‘develer" anlamına gelen kelime ‘ibil’dir. Ama bu ismin aynı zamanda "yağmur taşıyan bulutlar"ı anlattığı da unutulmamalıdır. Eğer bu terim âyette "develer" anlamında kullanılmış olsaydı, ona yapılan atıf, öncelikle devenin, dikkat çekici dayanıklılığı, binme, yük taşıma, süt, et ve yün elde etme gibi çok çeşitli işlerde kullanılabilmesi ve çöl ortasında yaşayan insanlar için taşıdığı vazgeçilmezlik gibi sebeplerden dolayı kendileri için daima hayranlık duyulan bir nesne olarak Peygamber’in çağdaşı Araplara hitap etmiş olurdu. Ama "develer"e yapılan atıf, anlamını, belirli bir çevrenin ve belirli bir zamanın insanları ile sınırlamış olacağından, burada
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şimdi, gökdelenlerde çalışan, akaryakıtlı araçlardan başka bir ulaşım ve nakil aracı göremeyen çağımızdaki insanlar için bu ‘deve’ örneği ne ifade eder? Hatta, vahyin indiği coğrafyada bugün yaşayan bazı kimseler için bile ‘deve’ uygun bir örnek midir acaba? Oysa, deve vahyin ilk muhâtaplarının hayatını dolduran bir hayvandı. Onlar için çok itaatkâr bir arkadaştı. Kocaman cüssesine rağmen bir çocuğa bile diz çökebilirdi. Kanaatkâr, tasarruflu ve sabırlı bir yardımcıydı. Çölde bulduğu bakır bir teli bile yiyebilir, on beş gün su içmeden durabilir, rutubet kaybetmemek için dilini çıkarmadan dudaklarıyla yayılabilirdi.
Gözünü dünyaya açan her Mekkeli, nakil vasıtası olarak deveyi görmüş, sonra da hayatını ondan kazanmıştı. Çölde onu kılavuz edinmiş, yolculukta eşyasını onun üzerinde taşımış, sırtına binmiş, sütünü içmiş, etini yemiş, derisini giyinmiş, kemiklerini kullanmıştı. Cinâyetlerde, diyeti onun üzerinden hesaplamıştı. Onun için şiirler yazmış, şarkılar bestelemiş, darb-ı meseller söylemişti. Kur’ân, bu nedenle ilk muhâtabının dikkatini ona çekiyordu. Bu nedenle, yukarıdaki âyet, deveyle birlikte yaşayan kimse için, elbette muhkemdi.
Bir başka örnek de sivrisinekle ilgili âyettir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Allah, bir sivrisineği ve onun da üstündekini örnek göstermekten çekinmez.”272 Âyetin kelime kelime anlamı; ‘Sivrisineği ve onun da üstündekini’ biçimindedir. Bazıları, bu anlamı kısmen yorumlayarak, ‘cüsse itibariyle onun üstündekini’ biçiminde Türkçeleştirirler. O zaman, fil ve manda gibi iri hayvanların kastedilmiş olacağını düşünürüz. Bazı yorumcular da, ‘Küçüklükte onun üstündeki’ biçiminde anlam verirler. O zaman vurgulanan küçüklük vasfının üst derecesi olur. Birisinin, “Filan şahıs, insanların en alçağıdır, hatta ondan da fazla” demesi gibi. Bu kez kastedilen hayvanlar farklılaşır. Sivrisinekten daha küçük böcekler gelir akla. Âyet şöyle devam eder: “İnananlar, bilirler ki o, Rablerinden bir gerçektir.”
Bu örneğin anlaşılamayacak bir tarafı yoktur. Ancak doğal âyetler üzerinde kafa yormayan, şartlanmış kimselere bu ifade basit gelebilir. Hatta Kur’ân’ın muhâtapları, bu sözde ilk planda bir derinlik de bulamamış olabilirlerdi. Bu nedenle âyette; kimilerinin “Allah, bir böcekle uğraşıyor” diye, akıllarınca temsili alaya alarak sapkınlıklarını artırdıklarından söz eder; “İnkâra sapmışlar ise ‘Allah bu örnekle ne muradetti?’ derler. Allah birçoğunu onunla saptırır.” 273
Çünkü âyet üzerinde düşünmüyorlar. Sivrisinek örneğini basit buluyorlar. Anlamı bir muhkeme ircâ etmiyorlar. Hatırlanacağı üzere, müteşâbihler kalplerinde eğrilik bulunanların fitne kapılarıydı. Sivrisinekle ilgili âyet şöyle sona erer; “Birçoğunu da onunla doğruya kılavuzlar.”
Bilgi çağı günümüzde, ilgili âyeti, laboratuar tahlilleriyle okuyan kimsenin algısı daha hızlı olabilir. Bu nedenle, “sivrisinek” örneği müteşâbih bilinmesi hiç dikkate alınmamalıdır. Çünkü Kur’ânda, Allah’ın yarattığı evrenin olağanüstülüklerini gözlemlemek için yapılan çağrı, bütün zamanların ve bütün toplumların insanlarına yöneliktir. Bu nedenle, ibil teriminin burada "develer" için değil, ama "su ile yüklü bulutlar" için kullanıldığını varsaymak için birçok neden vardır: Ayrıca, burada suyun buharlaşması, buharın göğe yükselmesi, yoğunlaşması ve sonunda yere düşmesi şeklindeki olağanüstü devrevî sürece işaret edilmiş olması, ne kadar hayranlık verici ve faydalı olsalar da "develer"e yapılan atıftan çok, daha sonraki âyetlerde gökyüzü, dağlar ve yeryüzünün anılması ile daha fazla uyumludur. Bk. Kur’ân Mesajı, Gâşiye Sûresi, ilgili âyetin dipnotu.
272] 2/Bakara, 26
273] 2/Bakara, 26
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 57 -
gerekirken, bu bilgilere ulaşan kimse için muhkem olabilir.
Kitabın Tamamı Muhkemdir: Kitabın tamamı, indirene göre muhkemdir. Âyetler, nihâî ve gerçek maksadını anlayana göre de muhkemdir. Kitaplar, elçinin kalbine indirilirken şeytanın tahrifine karşı da muhkemdir. Ona, temiz meleklerden başkası müdâhale edemez, bâtıl karışamaz. Bu sebeple Kur’ân kendisini ‘hakîm’ yani korunmuş olarak nitelemiştir; “Allah, şeytanın attığını siler, sonra kendi âyetlerini muhkemleştirir.” 274
Kitaplar peygamberlerden sonra, bugüne kadar da korunmuşluğu ile muhkemdirler. Çünkü onlar birbirini zikir olarak korumuşlardır.275 Kitap, çelişkisizliği ve anlam bütünlüğü ile de hakîm yani sağlam ve muhkemdir; “Hakîm Kur'ân'a ant olsun...” 276
Kitabın Tamamı Müteşâbihtir: Kendisini muhkem olarak niteleyen Kur’ân, aynı zamanda tamamını müteşâbih olarak da niteler; “Allah, sözün en güzelini, müteşâbih, ikişerli bir Kitap halinde indirdi.”277 Çünkü çelişkisizdir. Yani, bütün âyetler o konudaki ana âyetlere benzeşirler. Anlam itibarıyla olduğu gibi, lafzan da birbiri ile benzeşir. Bunlar lafzî benzerlik taşıyan (müştebih) âyetlerdir. Söz ya aynen, ya aynı lafızların yer değiştirmesi ile ya da kıssalarda olduğu gibi kısmî lafız değişimleriyle tekrar edilir.278 Benzetimli, ikiz bölümlerden oluşur.
Ayrıca, Fâthâ Sûresini ümmü’l-Kitâb olarak görürsek, geriye kalan yüz on üç sûreyi de ona benzer bilmek yanlış olmayacaktır. Kitabın tamamı, hiç anlamayan için de müteşâbih bilinmelidir. Nitekim bir çocuk okuduğu her şeyi anlayamaz. Bu nedenle rüşt çağına kadar, Kur’ân onu ahkâmından sorumlu tutmaz. Çünkü rüştünden önce, okuduklarının pek azını anlayacaktır. Kur’ân’ın hepsini müteşâbih bilmesi gerekli olacaktır. Fakat idrâki geliştikçe, onun için muhkemleşenler artacaktır. Âyetler muhkem hâle geldikçe de zaten ahkâmla ilgili sorumluluğu artacaktır.
Kitabın tamamı, kendi dilinden okumayan kimse için de müteşâbih bilinmelidir. Bu durumda benzeteceği muhkemler, fıtratındaki muhkem bilgilerdir. Okuduğu şeyin adâleti isteyeceğini, zulmü kınayacağını bilmelidir. Kitabın bazı bölümleri kimi dinleyenlere muhkem gelmeyebilir. Bu durumun akla gelen ilk sebebi, okuyucunun kendisinde, diğeri de sözde olmasıdır. Okuyanın anlama düzeyi ve kültür farklılığı, sözün de tedrîcî, mücmel, temsîlî, tarihî, gaybî vs. olması hüküm çıkarmayı zorlaştırır. Toplumlar da böyledir. Onların çocukluk ve adamlık dönemleri olur. Elçiler, özellikle son elçi, müteşâbihlerle sapan bir toplumu uyarmıştır. Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz. Makulat âlemindeki, başka bir ifadeyle levh-i mahfuzdaki, muhkem âyetler, mahsûsât âlemine inince, zaman ve mekân probleminden dolayı müteşâbih olarak ayrışır. Bunlar birbirine benzediği halde, pek anlamayanlara nâsih mensuh görünür. Makulat âlemindeki te’vilini bilenler, hepsini de muhkem görürler.
Kitap Hem Muhkem Hem Müteşâbihtir: Bütün bunlar bize gösterir ki, bugün
274] 22/Hacc, 52
275] 15/Hıcr, 9
276] 36/Yâsin, 2
277] 39/Zümer, 23
278] Bk. 55/Rahmân, 10-77; 2/Bakara, 58; 7/A’râf, 161
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilinemediği için, müteşâbih görülmesi gereken bir söz, yarın bilinirse muhkem olabilir. Artık Kur’ân’da birbirine benzeştiğinden dolayı hükmü belirsiz gelen âyetleri saymak anlamsız olur. Çünkü onlar bugün çok, yarın az olabilir.
Kalplerinde Hak’tan sapma eğilimi bulunanlar, rölatif gördükleri âyetlerin muhkemlere benzerliğini kopararak onlara uyarlar. Müteşabihi muhkemden, kendi içlerindeki belgelerde koparanlar, psikolojik dengelerini bozarak huzurlarını yitirirler. Evrendeki eşyâ ve oluş üzerindeki müteşabihi muhkemden koparanlar, dünya hâkimiyetlerini kaybederler. Mukaddes kitaplardaki müteşabihi muhkemden koparanlar ise öteki hayatlarını kazanamazlar.
Bu bakış açısıyla, akaid, din ve şeriat konularında dahi fayda elde etmemiz mümkündür. Allah, hiçbir şeye benzemez diyerek Onu her şeyden tenzih ederiz. Ama ardından, O işitir diyerek, işiten canlılara teşbih ederiz. İşitir hükmü müteşabih, ama benzemez hükmü muhkemdir. Bütün İlâhî isimler müteşâbih, Ama Allah’ın zâtı muhkemdir. İsimleri tek tek zâtın kendisi sanmak, onları muhkem bilmek demektir ki bu şirk olur. Tevhid, işte bu teşbih ve tenzih arasında bulunmaktadır. O halde Allah’ın isimleri, muhkem zâtına müteşâbih bilinmelidir.
Bireysel değişimlerin, birbirinin açılımı olan hükümler silsilesi üzerine oturduğunu, yeni bir şey öğretebilmenin temel şartının, adım adım ilerleme, kerteleme (tedrîc, ta’lim) yolunu izlemek olduğunu söylemiştik. Şimdi, insan prototipi olan Ademe isimlerin (el-Esmâ) talim (alleme) ile öğretilmesini 279 daha net anlayabiliriz. Buradan hareketle de, müteşabihin gerekçesinin öğrenme, ama muhkemin gerekçesinin de iman ve bağlanma olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle, şeriatler müteşabihlere, ama din muhkeme dayanır. Önceki toplumlarda iyi ve kötü için farklı hükümler konmuş olsa da, netice itibarıyla bütün peygamberlerin tebliğ ettiği şeriatler aynı dine müteşabihtir. Sözlerin ve işlerin bütün yönleriyle tevilini bilen Allah’tır. 280
Tefsirlerden iktibaslar
“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan bir kısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.” 281
Ey Muhammed! Kur’an’ı sana Allah indirdi. Hiç kimsenin bu konuda şüphesi olmasın. Bu kitabın içerisinde birbirine zıt hiçbir hüküm yoktur. Âyetleri birbirleriyle çelişkili değildir. Kur’an’daki âyetlerin bir kısmı muhkemdir ki, onlar kitabın temeli ve esasıdır. Bunlar mânâsı ve tefsiri bilinen, tek mânâ ifâde eden, başka anlam verilemeyen, mânâsı tahrif edilip saptırılamayan, başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulmadan anlaşılan, haramı, helâli, emirleri, nehiyleri, vaadi, tehdidi, cezâları, öğütleri ve ibretleri belirten, nesheden, kendisiyle amel edilen âyetlerdir. Kur’an’ın çok az bir kısmı da müteşâbihtir. Bunlar gerçek
279] 2/Bakara, 30
280] Ahmet Baydar, Modernleşme Sürecinde Kur’an ve Müteşâbihler, Beyan Y.
281] 3/Âl-i İmrân, 7
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 59 -
mânâsını Allah’tan başka kimsenin bilmediği, birkaç anlama gelen, mânâsı tahrif edilmeye, değişik mânâlar verilmeye müsâit olan, anlaşılması için başka delillere ve açıklamalara ihtiyaç duyulan, Kur’an’ın yeminlerini ve misallerini anlatan, neshedilen ve kendisiyle pratik hayatta amel edilmeyen âyetlerdir. Kalplerinde şüphe hastalığı bulunan, hakkı istemeyen kimseler, müslümanlar arasında fitne çıkarmak için müteşâbih âyetleri hevâ ve heveslerine göre te’vil ederler. Hâlbuki müteşâbih âyetlerin gerçek te’vilini Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olan kimseler ancak Allah’ın dilediği oranda cüz’î bilgiye sahip olurlar. Onlar şöyle derler: "Biz, muhkemiyle müteşâbihiyle Kur’an âyetlerinin tamamına iman ettik; hepsi Rabbimizin katındandır. Aralarında hiçbir çelişki yoktur. Akıl sahiplerinden başkası böyle düşünmez."
Elmalılı diyor ki: Ey Muhammed! O eşi ve benzeri olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lâzım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemâttır. Mânâsı ve murada delâletleri kesin, kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile bâtılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidâyet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara ircâ ve havâle edilir. Tevrat'ın İncil'e, İncil'in Kur'ân'a ircâ olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lâzım geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemât esastır. Üstelik bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Her bir muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve hükümleri yakından tâyin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisnâ veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delâlet ettiklerinde ve maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zâhir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkemâtın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. Bunu hesaba katmayan, yani muhkemâtın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikrâ yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemât, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşâbihattır. Yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafî) veya müşkil veya mücmel veya mümteni' (imkânsız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları muhkemât ile mukayeseleri sâyesinde giderilebilir. Zâhir karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşâbih vardır. Binâenaleyh kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslûp ile müteşâbihâtın muhkemâta dönüşmesi bakımından, o asla ircâ edilmesi
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından hepsi muhkem demektir: "Bunda (bu Kitapta) hiç şüphe yoktur."282 ve "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır."283 âyetleri bunu açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşâbihât kitabın anası farzedilir de muhkem olan âyetler müteşâbihat ile te'vil edilirse, yani müteşâbih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşâbih olmuş olur. "Allah kelâmın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." 284 hükmü açığa çıkar.
"Muhkem" kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşâbüh, benzeyenlerden her birine de müteşâbih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten âciz kalır. Teşbih ve müşâbehet, (yani benzetme ve benzeme) tâbirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşâbühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü oldu."285; "Kalpleri teşâbühlü oldu."286; "Ve onun müteşâbihi kendilerine verilecek."287 âyetlerinde geçtiği gibi. Demek ki teşâbüh, seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırt etmeye yol bulamadığı bir şeye dahi müteşâbih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkâmı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fâsılaları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşâbüh ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşâbih kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat nazmın bu âyet içindeki delâleti itibarıyla muhkem ile müteşâbih zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşâbih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karînesi de mânâya aittir ki, tefsir usûlü ilminde de muhkem ile müteşâbih böyle ele alınmıştır. Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zâhir" denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile tahsîse veya neshe ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar karîneye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zâhirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyâkı olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. Nihâyet nesih ihtimali yoksa ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle te’yîd edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli ise o tercih edilir.
282] 2/Bakara, 2
283] 11/Hûd, 1
284] 39/Zümer, 23
285] 2/Bakara, 70
286] 2/Bakara, 118
287] 2/Bakara, 25
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 61 -
Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de, başka bir ârızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de mânânın haddizâtında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrayamayacağı derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız müteşâbih olur.
Kur'ân'ın müteşâbih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delâlet içerdiğinden dolayı icmal veya işkâl ve kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşâbih, müteşâbihin yanında muhkem de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinâye ve ta'rîz şeklinde daha belâğatlı ve daha etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nispetlerde ve gerek tasavvurların hudûdunda beşeriyet dillerinin henüz lügatı ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşâbih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da Allah'tan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşâbih işte budur. Âhiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. Hâsılı, müteşâbihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşâbihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup sığınmadır.
Bu muhkemât ile müteşâbihât tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemât tâbiri ilk dörde, müteşâbihât tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbâta ilişkin en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usûl ilmi, en zarûrî bilgi şartlarındandır.
Müteşâbihât için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müteşâbih, mânâ cihetinden müteşâbih, her iki cihetten müteşâbih. Lafız cihetinden müteşâbih, ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşâbih
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meselâ, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşâbih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım zarûretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ bakımından müteşâbih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla âhiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkânımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşâbih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nâsih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekân ve âyetin nâzil olduğu toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir."288 âyetinde olduğu gibi. Bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
İşte Kitabın âyetleri böyle muhkemât ve müteşâbihât şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da müteşâbihât olanlar değil, muhkemâttır. Amma kalplerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkemâtı bırakırlar da Kitabın müteşâbih olan âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikati karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak sûretiyle doğru yoldan çıkartmak ve belâya uğratmak isterler ve onu kendi gönüllerine ve keyiflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Hâlbuki onun te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah'tan başka kimse bilmez. Genel anlamda müteşâbihât içinde, özel anlamda müteşâbih olan bir kısım vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı, bütün müteşâbihâtın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan İlâhî Kitapta da hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar."289; "Allah bilir, siz ise bilmezsiniz."290 Zira meçhul meçhul ile şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller bilgi ile ve o bilgilerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmeyenleri bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenâb-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihâta edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük mârifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü
288] 2/Bakara, 189
289] 2/Bakara, 255
290] 2/Bakara, 232
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 63 -
sezmek ise müteşâbihât karşısında bulunduğunu bilmektir.
Daha doğrusu, geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşerî ilim, müteşâbih olmak konumundan kurtulamaz. Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şâhit olduğu ve müşâhede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşâbihlik ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zarûrî bir gerekçe değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da İlâhî irâdeye dayanmaktadır. Binâen aleyh beşer ilminin müteşâbihâttan kurtulması mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın irâdesini gösterecek hidâyet için bir İlâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan İlâhî kitaplar, tamamen bu gidişata, yani, İlâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemât ve onun karşılığında müteşâbihât ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve İncil'in de muhkemâtı ve müteşâbihâtı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemât idi. Fakat Tevrat'ta pek çok olan müteşâbihâtın bir kısmı, İncil'de muhkemlere ircâ edildikten başka, daha diğer müteşâbihât gösterildiği gibi, Kur'ân'da da bütün geçmiş kitapların müteşâbihleri muhkemâta ircâ edildi. Ayrıca derin birtakım müteşâbihât daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına düşülmekten sakındırılarak, muhkemâta ircâ metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de çözülemeyen ve Allah'ın bilgisine havâle edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini, muhkemâttan sonra bile gerçek anlamda müteşâbihlerin var olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve matematik ölçüsünde ona zarûrî bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir özellik aramak çelişkidir.
Bunun için, İlâhî kitaplarda müteşâbihât bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer ilmini, belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere, noksandan olgunluğa ve kemâle doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine engel olması geleceğini iddia etmek, hâsılı İlâhî feyizde cimrilik istemek demek olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha alınması gereken mesâfe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemeyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdirmeyip birçok yönden gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan âhiret için istifade ettirmemesi nasıl olur da İlâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun hikmete uygun olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı her şeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında bulunan ve müteşâbihâtın bütün bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi, teşâbühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik ve ispatçılık iddiası cehâletten başka
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir şey değildir. Buna karşılık, muhkemâtı esas alan güçlü ve aydınlık bir ispat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip, doğrudan müteşâbihâta sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'tan başka kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi, hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve İlâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu kalplerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar yaparlar.
Hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'ân'daki "O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur."291 müteşâbih âyetine, Allah'tan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve bâri-i Mûsâvvir bulunduğu hakkındaki muhkemâta bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahûdilerin “Elif, lâm, mîm” gibi hurûf-ı mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyâmetin kopacağı zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya hevâ ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan ispat yoluna yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve sembollerde, muammâ ve müteşâbihâtta boş ve havaî şeyler ararlar; müteşâbihâtı, şüpheye basamak yapmak için muhkemâta üstün tutarlar. Yine bunun gibi, birtakım mülhidler (dinsizler) de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkemâtı müteşâbihâta ircâ etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acâyip şeylerden bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsâne gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen yolda yürümekten hoşlanmazlar. Diğer bir kısmı da kendi bilgileri her şeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve şimdiki halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik bir şey yokmuş gibi, müteşâbihâtın hakikatini kökünden ret ve inkâr eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurâfe, efsâne, esâtir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sâyesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbâbı da şöyle der: ‘Biz bu Kitaba inandık, muhkemi ve müteşâbihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir.’ Hakikaten böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkıyla düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez, muhkemâtı esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşâbihâtı bile doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının değil, muhkemâtın mertebeleri ile müteşâbihâtın mertebelerini seçebilen, te'vili câiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve
291] 4/Nisa, 171
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 65 -
herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, İlâhî bilgiye havâle edilmesi gerekenleri O'na havâle eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş râsih âlimlerin hakkı vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşâbih hepsinin hakikatine iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler. 292
Mevdûdi diyor ki: “Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri de benzeşen (müteşabih)lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır.’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.”
“Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir...” Muhkem açık, kesin, yalın ve kat'î demektir. Muhkemât ise, hiçbir belirsizlik gölgesine düşürmeksizin anlamlarını çok açık olarak ifade eden Kur'an âyetleridir. Bu ayetler yanlış anlamaya çok az meydan bırakacak şekilde anlamlarının çok açık ve kesin olması için böyle ifade edilmişlerdir. Bu ayetler Kitab'ın ana prensiplerini oluştururlar; yani, Kur'an'ın gerçekleştirmek için indirdiği amacı ancak ve ancak bu ayetler belirler. Bunlar dünyayı İslâm'a çağırır, öğütler verir ve uyarılarda bulunur. Yanlış inanç ve uygulamaları reddedip doğru hayat nizamını bu ayetler ortaya koyar.
Dinin esaslarını açıklayıp, inançla ibâdetleri, görevle sorumlulukları, emir ve yasakları bunlar bildirir. Bu nedenle Hakk'ı arayan bir kimse, kendi ihtiyaçlarına ancak bunlar cevap verebileceği için bu ayetlere başvurmalıdır. Doğal olarak böyle bir kimse bu âyetler üzerinde duracak ve bunlardan en fazla faydayı elde etmeye gayret edecektir.
“... diğerleri de benzeşen (müteşâbih)lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşâbih olanına uyarlar.” Müteşâbihât, birden fazla anlama gelebilen ayetlerdir. Bu ayetlerin amacı evren hakkında, onun başlangıcı ve sonu, insanın evrendeki konumu gibi konularda bir miktar bilgi vermektir. Çünkü bu tip bilgiler, herhangi bir hayat sistemini formüle etmede esas teşkil ederler. Hiçbir dilin, henüz insan duyuları tarafından algılanmamış, hiçbir insan tarafından duyulmamış, koklanmamış dokunulmamış ve tadılmamış bu doğa-üstü şeyleri ifade edecek kelime, ifade, deyim vs. sahip olmadığı bilinen bir şeydir. Bu doğa-üstü şeylerin, insan hayatı söz konusu edilerek anlatılmasının nedeni işte budur. Kur'an'ın insan dilinde birden çok anlama gelebilecek müphem ifadeler kullanmasının nedeni de budur.
O halde bu ayetlerin en önemli faydasının, kişinin gerçekliğe yaklaşmasının ve onun bu gerçekliği bu şekilde kavramasını sağlamak olduğu söylenebilir. Bu nedenle bu ayetlerin asıl manalarını belirlemek için ne denli çaba sarf edilirse, o denli şüphe ve belirsizlik içine düşülür. Bunun bir sonucu olarak kişi, gerçekliği (realite) bulmayı hiçbir zaman başaramaz, hatta ondan uzaklaşır ve sapıklığa düşer. Bu yüzden Hakk'ı arayanlar ve gereksiz şeylerin peşinde koşmayanlar, bu müphem ayetlerden aldıkları yalın gerçeklik anlayışıyla yetinirler ve bu da onların Kur'an'ı anlamalarını sağlar. Bu tür kişiler tüm dikkatlerini anlamları açık
292] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kesin ayetleri anlamakta kullanırlar. Diğer taraftan gereksiz şeylerden hoşlanan ve fitne peşinde koşanlar, zamanlarını ve enerjilerini bu anlamı belirsiz olan ayetleri yorumlamada harcarlar.
“...Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır." derler.” Bu şöyle bir soruya neden olabilir: Kişi müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını bilmediği halde nasıl onların hak olduğuna inanabilir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Müteşâbih (müphem) âyetler yorumlandığında değil, muhkem (anlamı açık ve kesin) ayetler iyice incelendiğinde, bu inceleme, anlayışlı bir kişiyi Kur'an'ın gerçekten Allah'ın kelâmı olduğu inancına götürür. Muhkem âyetleri inceleme, kişiyi bir kez Kitab'ın gerçekten Allah'tan olduğu inancına götürdükten sonra, müteşâbih âyetler onun zihninde şüphelere yol açmaz ve kişi bu ayetlerden anladığı en basit anlamı kabul edip, ayet anlamlarında karmaşıklıklara rastlandığında ise, bunları bir tarafa bırakır. Kılı kırk yarıp onları araştıracağına Allah'ın Kelâmı'na bütün olarak inanır ve dikkatini daha faydalı işlere yöneltir. 293
Seyyid Kutub diyor ki: Rivâyet edildiğine göre, Necran hıristiyanları Peygamber Efendimiz’e; "Sen Hz. İsa hakkında; ‘O, Allah'ın kelimesi ve ruhudur’ demiyor musun?” demişlerdi. Bu ifade ile onun insan olmayıp Allah'ın ruhu olduğu şeklindeki kendi inançlarına destek bulmaya çalışıyorlardı. Bu hıristiyanlar, Allah'ın mutlak birliğini ifâde eden, O'na şekil, ortaklar ve oğullar yakıştıran her türlü düşünceyi reddeden kesin ve muhkem âyetleri bırakıp mecâzî ve te'vile müsâit âyetleri kendi yanlış inançlarına dayanak yapmak üzere kullandıkları için uyarılıyorlardı.
Yalnız, âyetin kapsamı bu belirli olayla sınırlı değildir. Aynı zamanda Allah'ın Hz. Peygamber'e gönderdiği inançla ilgili düşüncenin gerçeklerini ve İslâm'ın hayat tarzını içeren, bu Kitap karşısında insanların benimsedikleri farklı tutumların yanında insan aklının kendi özel vasıtalarıyla kavrama imkânı olmayan ve nassların açıkladığının dışında hiçbir şekilde doğru olarak anlaşılma imkânı bulunmayan gayb ile ilgili meseleler de bu âyetin kapsamı içinde yer alıyor.
Akide ve Şeriatın hassas ilkeleri ise içerik ve kapsam açısından anlaşılır ve kesindir. Bunlarla ilgili amaçlar kavranabilir türdendir ve kitabın temelini bunlar oluşturur. Hz. İsa'nın doğumu ve yaratılışı gibi sem'iyâta ve gaybe ait konulara gelince ayeti kerime bu tür konularda bize Allah'tan gelen bilgiyle yetinmemizi ve ileriye gitmememizi, sadece tasdik etmemizi hatırlatmaktadır. Çünkü bu tür ayetler de "Hakk" olan aynı kaynaktan gelmiştir. Onların mâhiyetini ve keyfiyetini kavramak insan tabiatının sınırlı olan düşünce alanı ve kavrayış vâsıtaları ile mümkün değildir.
İşte bu aşamada insanlar, fıtratlarının sağlamlık veya bozulmuşluk durumuna göre bu "muhkem" ve "müteşâbih" âyetleri farklı şekilde karşılıyorlar. Kalplerinde eğrilik, saf fıtratında sapma ve bozukluk meydana gelenler; inanç, şeriat ve pratik hayat tarzının üzerine binâ edildiği apaçık muhkem âyetlerdeki ilkeleri gözardı ederek, farklı anlamlar yüklenebilecek müteşâbih âyetlerin ardına düşerler. Hâlbuki bu âyetleri tasdik etmede temel dayanak onların geldiği kaynağın doğruluğuna inanmak ve onların tümünün "Hakk"tan geldiğini bilmeyi
293] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 67 -
teslim etmektir. Bununla beraber insanın algılama gücü gerçekten çok sınırlı ve alam da hayli dardır. Bu âyetleri anlamada başlıca dayanaklardan biri de bu Kitabın tamamının doğru olduğunu, ne önce ve ne de geldikten sonra ona bâtılın karışamayacağı, Hakk ile indiğini doğrudan ilham ile kavrayabilme yeteneğine sahip olan fıtratın dürüstlüğüdür... O art niyetliler, müteşâbih âyetlerin peşine düşüyorlar. Çünkü müteşâbih âyetlerde, inancı sarsıcı te'viller ve normal akılla yorumlanması mümkün olmayan sahaya girmiş olmanın tabii bir sonucu olarak birbirine aykırı düşüncelerden kaynaklanan fitneyi körükleme zemini bulabiliyorlar... "Hâlbuki bu tür müteşâbih âyetlerin gerçek anlamını Allah'tan başka hiç kimse bilemez."
İlimde derinleşmiş olanlara gelince, bunlar; elde ettikleri bilgileri kullanarak aklın sahasını ve beşerî düşüncenin yapısını kavradıkları gibi, kendisine bahşedilen vâsıtalarla üzerinde çalışma yapabileceği zeminin şartlarını idrâk etmiş kimselerdir. İşte bunlar gönül huzuru ve güven içinde derler ki: "Biz ona inandık; hepsi Rabbimizin katındandır."
Kitabın, Rableri katından indiğine inanmaları, onları bu gönül huzuruna iletmektedir. Öyleyse o Haktır ve doğrudur. Allah'ın bildirdiği şey mutlak anlamda doğrudur. Onun nedenlerini ve illetlerini araştırma insan aklının görevi olmadığı gibi, onun güç yetireceği bir şey de değildir. Yine insan onun mâhiyetini ve arka-plandaki gizli illetlerin yapısını kavrayabilecek güce de sahip değildir.
Bilgide derinleşmiş bulunanlar Allah katından kendilerine gelen her şeyin doğru olduğunu daha baştan gönül huzuru ile kabul etmişlerdir. Onlar bu huzura dürüst ve üretken fıtratları sayesinde varabilmişlerdir... Sonra, akılları da bu konuda, hiçbir kuşkuya kapılmaz. Çünkü onlar ilmin sahasına girmeyen, insanın araç-gereç ve vâsıtalarla bilgisini elde edemeyeceği konulara aklın girişmemesi gerektiğini bilirler.
İşte bu, bilgide derinleşmiş olanların gerçek bir tasviridir... Büyüklük kompleksine kapılıp inkâra kalkışmak, ancak bilginin dış yüzeyine aldanan ve meseleye yüzeysel olarak yaklaşanların işidir. Onlar bu halleriyle var olan her şeyi kavradıklarını, kavramadıkları şeylerin de yok olduğunu zannederler. Ya da kendi kavrayışlarını gerçeğin ölçüsü olarak kabul ederler ve kendilerinin kavradıkları sahanın dışında kalan gerçeklerin varlığına izin vermek istemezler. Bu nedenledir ki Allah'ın mutlak kelâmını da kendi aklî ölçüleriyle(!) değerlendirmeye kalkarlar! Gerçek bilgi sahiplerine gelince, onlar çok mütevâzîdirler. Beşer aklının gücünü aşan ve çerçevesi dışına taşan pek çok gerçeği kavramada âciz kaldığını kabul etmeye daha yatkın oldukları gibi, fıtratları da daha dürüsttür. Ve çok geçmeden dürüst fıtratları Hak ile temasa geçer ve gönül huzuru ile onu kabul ederler.
"Bunu ancak akıl sahipleri bilebilir." Akıl sahipleriyle Hakkı kabullenme arasında yalnızca bir hatırlama vardır sanki... O anda Allah'a bağlı olanların bozulmamış fıtratlarına yerleştirilmiş bulunan Hak, birden harekete geçip ortaya çıkar ve düşünceye yerleşir.
İşte o anda dilleriyle ve kalpleriyle sükûnet dolu bir duâya, samimiyet dolu bir niyâza yönelerek, Allah'ın kendilerini Hak'tan ayırmaması, hidâyete erdikten sonra tekrar kalplerini eğriliğe bulaşmaktan koruması, rahmet ve iyiliğini
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerinden esirgememesi için yalvarırlar… Herkesi bir araya getirecek olan, kuşku götürmeyen günü ve asla değişmesi düşünülemeyecek olan verilmiş vaadi (sözü) hatırlarlar: "Böyleleri şöyle der: ‘Ey Rabbimiz, bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma, bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz Sen bağışı bol olansın." "Ey Rabbimiz, sen geleceği kuşkusuz olan bir günde insanları kesinlikle bir araya getireceksin. Hiç şüphesiz Allah sözünden caymaz." 294
İşte bilgide derinleşmiş olanların Rablerine karşı tavırları budur ve zâten imanla uyum içinde olan da bu tavırdır. Bu tavır, kişinin Allah'ın sözüne ve vaadine gönül huzuru ile bağlılığından, O'nun sözüne ve vaadine güveninden, O'nun rahmetini ve iyiliğini tanımasından, aynı zamanda O'nun değişmez kazasından ve gözle görülmez kaderinden korkmasından, imanın bir sonucu olan kalpteki takvâdan, duyarlılıktan ve uyanıklıktan kaynaklanır. Artık böyle bir gönülde ne gece ne de gündüz dalgınlığa, duyarsızlığa ve unutkanlığa yer yoktur.
İmanlı bir gönül, sapıklıktan sonra ulaştığı hidâyetin, karanlıktan sonra net olarak görmenin, yolunu şaşırdıktan sonra doğru yolu bulmanın, geçirdiği depresyondan sonra gönül huzuru ile Hakk'a varmanın, kullara kulluktan kurtulup yalnız Allah'a kulluğun ve basit uğraşlarla bir süre vaktini öldürdükten sonra yüce ve üstün uğraşlara kavuşmanın değerini idrâk eder...
Bu olgunluğa eren kişi, tüm bu nimetlerin iman sâyesinde Allah'tan geldiğini kavrar. Aydınlık, dosdoğru bir yolda yürümekte olan bir yolcu, nasıl karanlık, dolambaçlı yollara düşmekten korkar; gölgenin serinliğini tadan biri nasıl tekrar kavurucu, kızgın çöllerde öğle sıcağında yola çıkmaktan kaçınırsa, bu kişi de tekrar sapıklığa dönüş yapmaktan böyle korkar. İmanın güzelliğinde öyle bir tatlılık vardır ki, sapıklığın çilesini ve acı bedbahtlığını tadanlardan başkası onu kavrayamaz. İmanın verdiği gönül huzurunda öyle bir haz var ki, azgınlık ve sapıklık batağında sürünmüş olandan başkası onu algılayamaz!
İşte mü’minler şu sükûnet dolu duâ ile Rablerine yönelirler: "Ey Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma." Sapıklıktan sonra birden hidâyet ile kendilerine yönelen ve böyle iman gibi paha biçilmez bağışta bulunan Allah'ın rahmetine tâlip olurlar: "Bize katından rahmet bağışla, kuşkusuz Sen bağışı bol olansın."
Onlar, imanlarının ilhamı ile Allah'ın rahmeti ve iyiliği olmadan kendilerinin hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini bilirler. Hatta onlar kendi kalplerine bile hâkim olamazlar; o kalpler de Allah'ın elindedir. Bundan dolayı duâ ile O'na yönelerek kurtuluş ve yardımını esirgememesini talep ederler. Hz. Âişe, bir rivâyette diyor ki: “Rasûlullah (s.a.s.) çoğu zaman şöyle duâ ederdi; ‘Ey kalpleri (istediği yöne) çeviren (Allah'ım), kalbimi kendi dinin üzere sağlamlaştır.’ ‘Ey Allah'ın elçisi bu duâyı ne de çok yapıyorsun?’ dedim. ‘Her kalp, Rahman'ın parmaklarından iki parmak arasındadır. O kalbi doğrultmayı dilerse doğrultur, saptırmak isterse saptırır’ buyurdu.”
Allah'ın dilemesini bu ölçüde kavrayabilmiş bir kalp, ısrarla Allah'ın himâyesine girmek ve ona tutunmak için çabalar, kendisine bağışlanan iman nimetinin elinden çıkmaması için O'na yönelip duâ etmekten başka çaresi
294] 3/Âl-i İmrân, 8-9
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 69 -
olmadığının bilincine varır! 295
Muhkem âyetler Kur’an’da inanılıp amele dönüştürülmeleri istenen âyetlerdir. Müteşâbihler de inanılan ama o konuda amel istenmeyen âyetlerdir. İmanla ilgili ama amelle ilgili olmayan, imanın konusu ama amelin konusu olmayan ayetlerdir. Meselâ, namazı anlatan âyet bizden iki şey ister. İman ve amel. Namaza iman edeceğiz ve namazı ikame edeceğiz. Ama meselâ Cennet, Cehennem, Melek, Cin, Ruh, Âhiret, Sırat, Arş, Kürsi, Yedullah, İstivâ, Allah’ın sıfatları gibi sınırlarını çizme imkânımız olmayan, hafsalamızın almayacağı konuları anlatan âyetler bizden sadece iman isterler, amel istemezler. Bizden sadece iman etmemiz istenen kitabımızın bu müteşâbihlerini muhkemlere havâle ederek anlamak durumundayız. Muhkemler müteşâbihlerin müfessiridirler. Muhkemler müteşâbihler için bize bir çerçeve çizerler, biz onları bu çerçeve içinde anlamaya çalışırız ve de anlayabildiğimiz kadarıyla iman ederiz.
Veya bir başka mânâyla, muhkem bir kitabın âyetleridir bu âyetler. Semâvât gibi, yıldızlar gibi tahkim edilmiş, Allah tarafından sağlamlaştırılmış, asla birileri tarafından yıkılamayacak muhkem varlıklar gibi bu kitabın âyetleri de tahkim edilmiş sağlamlaştırılmıştır. Hiç kimse ona müdâhale edemez, hiç kimse onu iptal edemez, hiç kimse onun âyetlerini kaldıramaz, hiç kimse onun yasalarını iptal edecek, ondan daha muhkem, ondan daha güzel bir yasa koyamaz. Böyle Allah tarafından tahkim edilmiş sağlamlaştırılmış kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz’dan dünyaya yansıyan bir kitabın âyetleridir bunlar.
Veya, bir başka mânâsıyla; hayata hâkim olan, hayata hükmeden, hayatın tümünde söz sahibi olan bir kitabın âyetleridir bunlar. Zira Kur’an hangi konuda ne diyorsa bu değişmeyen bir yasadır. İyi-kötü konusunda, hayır-şer konusunda, hak-bâtıl konusunda, adâlet-zulüm konusunda, iman-küfür konusunda, Cennet-Cehennem konusunda, hayat-ölüm konusunda tek hâkim, tek kıstas bu kitaptır. Kâinatta neler olacağı, insanların başlarına nelerin geleceği gibi konularda bu kitap ne demişse, nelerden haber vermişse, onlar mutlaka gerçekleşecektir. Çünkü bu kitap hayatın sahibi ve hayatı programlayan bir makamdan gelmektedir. Bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan bir Allah’tan gelme bir kitaptır bu. İşte böyle sözü söz olan, dediği dedik olan ve hayata hâkim olan bir kitaptır bu kitap.
Aynı zamanda, zaman içinde değeri, hükümleri, yasaları pörsüyüp eskiyip aşınıp değerini kaybetmeyecek bir kitaptır bu kitap. Çünkü bu kitabın yasaları zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zamanın kendisini eskitemeyeceği, üzerinden yağmurlar, karlar, boralar geçse de tek yasasına, tek harfine bile halel getiremeyeceği, asla hiçbir gücün ezip bozamayacağı, kalpte olan, kabulde olan, Levh-i Mahfuz’dan dünya âlemine yansıyan bir yazgının âyetleridir bunlar. Kıyâmete kadar eskimeden tüm insanlığın problemlerini çözebilecek bir kitabın muhkem ve müteşâbih âyetleridir bunlar. Ama kalplerinde eğrilik bulunanlar, kalpleri yamuk olanlar aslında kul olarak Allah’ın kitabının muhkemlerine, müteşâbihlerine, “inanın” dediklerine, “amel edin” dediklerine, “iman edin” denilene, “amele dönüştürün” denilene, “kabul edin” denilene, “uygulayın” denilene, tümüyle kitabın âyetlerine, Allah’ın buyruklarına hemen boyun büküp teslim olmaları gerekirken, “tamam yâ Rabbi! Anladım yâ Rabbi! İnandım yâ Rabbi! Teslim oldum
295] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yâ Rabbi! Uygulamaya başlıyorum yâ Rabbi! Başüstüne yâ Rabbi! Dediğin gibi ya Rabbi!” diyecek yerde; alçaklar, fitne çıkarmak, Allah’ın âyetlerini kendilerine göre yorumlamak, dini kendi hevâ ve heveslerine uydurmak, Allah’ın dinini din olmaktan çıkarmak için onların çeşitli anlamlı olanlarına, birden çok yorumlanma imkânı olanlarına uyarlar, müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Hâlbuki Allah’ın âyetleri çok açıktır. Böyle yamukluğa yönelmeden samimiyetle, kulluk ve teslimiyet mantığı içinde ona başvuran herkese Allah’ın kitabı “hüden”dir, açıktır. Ama Kur’an’ın başka yerlerinde görüyoruz ki, Rabbimizin bir hikmeti ve biz kulların da imtihanı sebebiyle, Rabbimiz kitabında öyle âyetler indirmiş ki, o âyetleri bizim hafsalamızın alması, duyularımızla algılamamız mümkün değildir. Tabii ilmi tam olan, ilmi eksiksiz olan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olan Allah’tan gelme bir kitabın âyetlerinin tamamının künhüne vâkıf olmamız mümkün olmayacaktır. Onun içindir ki, bizi bizden daha iyi bilen Rabbimiz zâten bu âyetlerin künhüne ulaşmamızı da istemiyor bizden. Sadece “böylece iman edin” diyor. İşte Cennet, İşte Cehennem, işte Zülkarneyn (a.s.), işte Nuh (a.s.), işte Ye’cüc ve Me’cüc... Bunları bilmeniz mümkün değildir; bildiniz mi zâten imtihanın mânâsı kalmaz. Ama işte size bir namaz, işte abdest, işte oruç, işte zinâ yasağı, işte fâiz yasağı. Bunları bilin, anlayın, iman edin ve amele dönüştürün diyor. İşte, Rabbimiz böylece âyetlerinin kimilerini sadece imanın konusu olarak, kimilerini amelin konusu olarak, kimilerini kabulün konusu olarak, kimilerini uygulamanın, pratiğin konusu olarak kabul edin, diyor. Bizler kul olarak, bilgisi sınırlı varlıklar olarak hiçbir fitne yoluna yönelmeyerek, hiçbir eğriliğe, sapıklığa, yamukluğa meyletmeyerek Rabbimizin kitabındaki bu âyetlerinin tamamını kabullenmek tamamına inanıp teslim olmak zorundayız. Hal böyleyken kimileri Allah’ın dinini bozmak için, Allah’ın âyetlerini tahrif etmek için, kitabın âyetlerini kendi hevâ ve heveslerine göre yorumlayarak kendisini, kendi anlayışını, kendi hayatını din haline getirmek istiyorlar. Farklı anlamlara gelebilecek, yani şu anda somut olarak insanların gözleri önüne konulabilmeleri mümkün olmayan, gayba ait olan, bilinmesi mümkün olmayan, sadece imanın konusu olan âyetleri, o âyetlere bir çerçeve çizen, o âyetlerin anlaşılmasında temel kriter olan öteki muhkemleri aşarak, Allah’ın murâdını taşarak Allah’ın istemediği bir hayata ruhsat çıkarmak üzerine farklı yorumlama kavgası veriyorlar. Bunların bu tür âyetleri tefsirde söz sahibi olan muhkemlerden nasipleri yoktur. Ya da kimileri bile bile yapıyorlar bu işi.
Yani Kur’an’ın amele yönelik âyetlerini, muhkemlerini insanlar düz anlamak zorundadırlar. Başkası olmaz çünkü. Abdest abdesttir, namaz namazdır zâten. Ama bunun dışındaki konuları öyle karıştırıyorlar ki, hep fitne arıyorlar. Veya başka durumlar bulmaya çalışıyorlar. Meselâ, kimileri önce kendilerini Allah bana önce şunu anlatmalıdır diye şartlandırırlar ve onun cevabını aramak üzere Kur’an’a başvururlar. Yani şartlı, sınırlı, tahditli özel bir yaklaşım modelidir bu. Peki, niye yaparlar insanlar bunu? Yani neyi hedeflerler bununla? Ya kendi anlayışlarını, kendi dünya görüşlerini desteklemek için yaparlar bunu, Veya aradıkları sorunun cevabını o tahditte bulmaya çalıştıkları için böyle yaparlar. Meselâ, adam demokratiktir, laiktir, ama müslümanlığı da elden bırakmamak çabasındadır. Veya feministtir, ırkçıdır, pragmatisttir, faydacıdır veya hümanisttir, insancıldır. “Aman insan hakları! insan sevgisi!” filan diyordur. Bunu temel kabul etmiştir adam. Ama bunu Kur'an’ın da desteklemesi gerekmektedir. Öyle ya Tanrı bundan başkasını emredecek değildir elbette, diyordur ve Kur’an’a işte bu
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 71 -
duyguyla mürâcaat etmektedir ve Allah’ın âyetlerine kendi fikrini söyletmek istemektedir. Yani âyetleri kendi hevâ ve hevesine göre yorumlamaktadır. Hâlbuki “Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir.” Evet, evet, bu kitabın haber verdiği geçmişle ilgili, gelecekle ilgili, yarınlarla ilgili, gaybla ilgili her şeyi bilen Allah’tır. Her şeyin arka planını, perde arkasını bilen sadece Allah’tır. Her şeyin künhünü bilen sadece Allah’tır. Evveli, evvelin evvelini, ezeli, ezelin ezelini, Cenneti, Cennet hayatını, Cennetteki hûrileri, gılmanları, ırmakları, köşkleri, Cehennemi, Cehenemdeki azâbı, Cehennemin zebânîlerini, Cehennemin Ğassâkını, Hamîmini, Arşı, Arşı taşıyan, Arşı yüklenen Melekleri, Kürsiyi, yedi kat semâyı... biz nereden bilebileceğiz? Bunları bilen sadece Allah’tır. Bütün bu konularda kim ne söz edebilecek? Evet, bütün bunları bilen sadece Allah’tır.
İlimde derinleşmiş olanlar, vahiy bilgisine, kitap ve sünnet bilgisine sahip olanlar, Allah’ın kendilerine açtığı vahiy bilgisini kullukta kullananlar, Allah bilgisiyle kulluk bilincine erenler, kitap bilgisiyle Rablerini tanıyanlar, Rableri karşısında acziyetlerinin şuûruna erenler de derler ki: Biz O'na inandık. Biz Allah’a ve Ondan gelen kulluk programımız kitaba inandık. Bu kitabın, bu âyetlerin hepsi Rabbimizin katındandır. Bu kitabın muhkem-müteşâbih tüm âyetlerinin, olduğu gibi Rabbimiz katından geldiğini kabul ettik. Kabul ettik ve ona sahiplendik. Bu kitap bizim kitabımız dedik, bağrımıza, başımıza bastık ve gücümüz nisbetinde onu okumaya, anlamaya, anlatmaya ve uygulamaya çalışıyoruz. Rabbimizin bu kitap içinde inanın dediklerine iman ediyor, anlayın dediklerini anlamaya çalışıyor, uygulayın dediklerini uygulamaya gayret ediyor, kaçının dediklerinden kaçınıyor, haramlarını haram, helâllerini helâl biliyor, ama bunları sadece söz planında bırakmayarak helâllerini yapmak ve haramlarından da kaçınmak üzere biz bu kitaba iman ediyoruz, derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler. Ve işte mü’minlerin özellikleri de bunlardır. Böyle bir özelliğe de ancak akıl sahipleri ulaşabilir. Bakın Rabbimizin “râsihûn” diye târif buyurduğu, vahiy bilgisine sahip olan, Allah’la yol bulan, Allah bilgisiyle hidâyete ulaşan bu akıllılar Rablerine şöyle duâ edip yalvarırlar: “Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.”
Rabbimiz, ey bizim Rabbimiz, bize hidâyet ettikten sonra, bizi hidâyete ulaştırdıktan, bize hidâyet yolunu gösterdikten, bizim hidâyetmizi onayladıktan sonra kalplerimizi eğriltme. Yâ Rabbi, kitabınla, kitabının pratiği olan peygamberinin örnekliliğiyle bizi sırât-ı müstakîme ilettikten sonra, biz müslüman olduktan sonra, bizim ayaklarımızı kaydırıp kalplerimizi eğriltip yamultma.
Evet, burada, mü’minlerin tıpkı günde en az kırk defa Fâtiha’daki yaptıkları duânın aynısını tekrarladıkları anlatılıyor. Fâtiha’da da öyle diyorduk, değil mi? Yâ Rabbi bize dosdoğru yolunu göster. Bizi İslâm yoluna, sırât-ı müstakîme hidâyet et. O yolu bulamamışsak bize göster, bulmuşsak o yolda sâbit kadem kıl. Sakın bizi bizden önceki Hıristiyan ve Yahûdilerin, şu veya bu şekilde Senin dosdoğru yolundan sapıp gidenlerin küfürlerine, şirklerine meylettirme yâ Rabbi. Bizi onların durumuna düşürme yâ Rabbi. Yani kitabını, hidâyetini dinlemek, anlamak ve tâbî olmak için kendilerine verdiğin kalplerini, kulaklarını, gözlerini kullanmadan yana olmadıkları için kalplerine mühür vurduklarından eyleme bizi yâ Rabbi. Kendi bâtıl tercihlerini onayladıklarından eyleme bizi. Ayaklarımızı kaydırma, kalplerimizi yamultma.
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ve katından bize rahmet ver ey Rabbimiz. Bize katından rahmet gönder ve bizi Senin katından gelen rahmetten mahrum bırakma. Bizi dininden, bizi kitabından, bizi peygamberinden mahrum etme yâ Rabbi. Çünkü Senden gelen rahmet bunlardır. Evet, kitap rahmettir, din rahmettir, peygamber rahmettir. Kur’an Rabbimizin rahmetidir. Rahman olan Allah bize rahmeti gereği Kur’an’ı göndermiştir. Kitabın indirilmesi mahzâ Rabbimizin rahmetinin eseridir. Peygamberlerin gönderilmesi mahzâ Rabbimizin rahmetidir. Rabbimiz kullarını karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak istemediği için kitabını göndermiştir. Hakkı-bâtılı, hidâyeti-dalâleti, doğruyu-yanlışı anlayabilmeleri için kullarına bu kitabı göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını bilgilendirmiştir. Allah bu elçilerini seçip bize göndermeseydi, onları kendi bilgisiyle bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz ne yapardık?
Öyleyse Kur’anla beraber olan, Kur’anla hareket eden kişi rahmete hak kazanmış demektir. Rasûlullah rahmeten li’l-âlemîndir. Tüm âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Öyleyse böyle rahmet kaynağı bir elçiyle beraber olan, o elçiyi kendisine örnek alan, o rahmetten istifâde etmesini bilen kişilere Allah merhamet edecektir. Yani, anlıyoruz ki, sadece Allah’ın merhamet buyurdukları kurtuluşa ereceklerdir. Peki, acaba Allah kimlere merhamet eder? Şunu Kur’an’dan kesin olarak biliyoruz ki, Allah kâfirlere ve müşriklere merhamet etmeyecektir. Yeryüzünde Allah’ın rahmetinden istifâde etmeyi istemeyenlere Allah rahmet etmeyecektir. Allah’ın mü’min kulları bu kapılardan istifâde etmişler, ama kâfirler, müşrikler Rablerinin kendileri için açtığı bu rahmet kapılarından istifâde etmeyi istememişlerdir. İşte Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapılarından istifâde edip Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşayarak bu rahmete hak kazanan mü’minlere merhamet ederken, Rabbimiz bu rahmete karşı nötr davranan kâfirlere de merhamet etmeyecektir. 296
Metafizik konularla ilgili olmadıkları halde, kasdı ve ifâde tarzı tamamıyla teşbihi (allegorical) olan birçok Kur’an pasajını da dikkate almak gerekir. Bu şekildeki müteşâbihatın (allegory) mâhiyeti ve fonksiyonuna gerekli dikkat gösterilmeden müteşâbih konusunun doğru şekilde anlaşılması mümkün olamaz. Gerçek bir müteşâbihat, -doğrudan terimlerle aynı kolaylıkla anlatılabilecek olan bir şeyin bambaşka renkli ifadelerle tasvirinden farklı olarak- karmaşıklığından dolayı, doğrudan terimler yahut önermelerle yeterli biçimde ifâde edilemeyen ve bu karmaşıklık sebebiyle, detaylı bir "ifâdeler" serisi olarak değil de, genel bir zihinsel imaj olarak ancak sezgi yoluyla kavranabilen şeyleri mecâzî bir şekilde ifâde etmeyi kapsar. "Allah'tan başka kimse müteşâbihin nihâî anlamını bilemez" ibâresinin anlamı da budur. 297
296] Ali Küçük
297] Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı
MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER
- 73 -
Muhkem, Müteşâbih ve Te'vil Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “Muhkemetun” Kelimesi 1 Âyette Geçer: Muhammed Sûresi, Âyet: 20. Bunun çoğulu “Muhkemât” da 1 Âyette kullanılır: Âl-i İmrân Sûresi Âyet: 7. “Müteşâbih” ve Çoğulu "Müteşâbihât" Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 25; 3/Âl-i İmrân, 7; 6/En’âm, 99, 141; 39/Zümer, 23. Müteşâbih Kelimesinin Türediği "Ş-b-h" ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 yerde): 2/Bakara, 25, 70, 118; 3/Âl-i İmrân, 7, 7; 4/Nisâ, 157; 6/En'âm, 99, 99, 141, 141; 13/Ra'd, 16; 39/Zümer, 23. Te’vil Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (17 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 7, 7; 4/Nisâ, 59; 7/A’râf, 53, 53, 10/Yûnus, 39; 12/Yusuf, 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; 17/İsrâ, 35; 18/Kehf, 78, 82.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve Müteşâbih, M. Fatih Kesler, Osmanlı Y.
2. Kur’an’ın Müteşabihleri Üzerine, Muhsin Demirci, Birleşik Y.
3. Kur’ân-ı Kerim’de Lafzî Müteşâbihler, Muhammed Aydın, Nûn Y.
4. Modernleşme Sürecinde Kur’an ve Müteşâbihler, Ahmet Baydar, Beyan Y.
5. Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
6. Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1985, s. 128-134
7. Ulûmu'l Kur'an, Kur'an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y. s. 298-306
8. Kur'an'ın insan-Biçimci Dili, Nadim Macit, Beyan Y.
9. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 15, s. 13-39
10. Şamil İslâm Ans., Muhkem: H. Döndüren, c. 4, s. 261-262
11. Müteşâbih: M. Said Şimşek, 4/402
12. İslâm'da Kur'an, Allame M. H. Tabatabaî, Bir Y. s. 34-41
13. Kur'an'ı Anlamada Temel İlkeler, Yusuf Işıcık, Esra Y. s. 109-121
14. Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat, s. 44-51
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 39-43, Kırk Ambar Y. s. 55-59
16. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 371-373, 389-394
17. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 256-261
18. Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 47-50, 67-72, 103-130
19. Kur'an'a Muhatap Olmak ve Engelleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. s. 78-97
20. Kur'an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 86-146
21. Kur'an-ı Kerim'i Tanımanın Temel İlkeleri, Özden Y. s. 60-62
22. Elmalılı Tefsirinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 231, 243-245
23. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Bîr, İnkılâb Y. s. 122
24. Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y. s. 135-137
25. Kur’ân-ı Kerim’de Muhkem ve Müteşabih, Ö. Mahir Alper, Haksöz, S. 52, Temmuz 95, s. 32-36
26. Müteşabihat Konusundaki Yaklaşımların Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Yaklaşım Önerisi, Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, 1. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. Ank. 1994
27. Kur’an’da Müteşâbih ve Te’vili, Yusuf Işıcık, I. Kur’an Haftası, Kur’an Sempozyumu, Tebliğ, Ank. 95