Ahmed Kalkan
ANA-BABAYA İHSAN
ANA-BABAYA İHSAN
• Vâlideyne İhsân; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Ana-Babaya İhsan Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Anne Babaya İyilik
• Ana-Babaya İtaatin Sınırı
• Allah’ın Hakkı, Her Hakkın Üzerindedir
• Babaya Karşı İbrahimî Tavır
• Bazı Genç Müslümanların Üslûp ve Yöntem Yanlışlıkları
• Ana-Babaların Çocuklar Üzerindeki Hakları
“Vaktiyle Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnızca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’ diye mîsak/söz almış ve ‘insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesnâ, yüz çevirerek dönüp gittiniz.” 2657
Vâlideyne İhsân; Anlam ve Mâhiyeti
Vâlideyn: “Vâlid”, çocuk kendisinden olan erkek, yani baba anlamındadır. “Vâlide” ise doğuran, anne demektir. “Vâlideyn” ana baba demektir. Ana ile baba için kullanılır; her ikisini birlikte ifade eder.
Vâlideyn yerine “ebeveyn” kelimesi de kullanılır. “Eb”, baba demektir. Aynı zamanda herhangi bir şeyin meydana gelmesine veya düzelmesine sebep olan kişi anlamına da gelir. Ebeveyn ise ana baba demektir.
İhsân: “İhsân” kelimesi, ‘hasene’ kelimesinden türemiştir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lutuf, bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya gerekenden fazla verip, gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir. 1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ, ana baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı emreder.
Kur’an’da kendilerine ihsânın emredildiği sınıflar şunlardır:
a- Ebeveyne İhsân: Kur’an’da, tek olan Allah’a ibâdet edip O’na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra, ana babaya itaat etme ve onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir. Şöyle ki: “Rabbin sadece kendisine kulluk
2657] 2/Bakara, 83
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmenizi, ana babanıza ihsanda bulunmanızı (onlara iyi davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..”2658 Bu âyetten, ana babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “De ki, gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin...”2659 Burada Allah, ana babaya itaati terketmenin kötülüğünü beyan için haram kılınanlar arasında zikretti. O halde ana babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.
Ana babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında onlara gereğince infak etmek sûretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın yokluk âleminden varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için, onlara ihsân etmek gerekir. Allah’ın, ebeveyne ihsânı kendi tevhidi ve ibâdeti yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne işarettir. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... ihsânda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”2660 Buradaki ebeveyne ihsân, evlatların onların hizmetlerini yapması, onlara nâzik konuşması ve onların meşrû isteklerini gerçekleştirmesi için çalışmasıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün.” ‘Kimin yâ Rasûlallah?’ denildi. Hz. Peygamber: “Yaşlandıklarında ana babasına, onlardan birine yahut her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen kimsenin...” 2661
Ana baba, çocuğunu Allah’a isyana teşvik etmedikçe, evlâtların onların meşrû her emrine uyması gerekir. Ana baba için mağfiret talebinde bulunmak, iyiliklerine duâ etmek, bizzat Kur’ân’ın emridir. “Ey Rabbimiz! Hesaba çekileceği gün beni, ana babamı ve (bütün) mü’minleri bağışla!”2662 Ebeveyne yapılan her iyilik ve ihsân, aslında insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki mükâfatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana baba, -Allah korusun- müşrik de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz, müşrik anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda bulunmayı emretmiştir. 2663
b- Akrabaya İhsân: Sağlam akîde üzerine bina edilen bir toplumda yaşayan bireylerin karşılıklı hak ve hukuklarına riâyet edilmesi doğaldır. Akrabaya ihsân da böyledir. Akraba, insanın içinde doğup büyüdüğü ailenin biraz daha genişletilmiş yelpazesidir. Bu yakınlık hem ana, hem baba tarafından olabilir. Akrabaya ihsân demek, akrabalık bağı olan herkese sıla-yı rahim yapmak (zaman zaman onları ziyaret ederek, onlarla akrabalık ilişkilerini kesmemek) ve başka meşrû yollarla ikramda bulunmaktır.
Akrabalık bağlarını kesmek, şu âyette ifade edildiği gibi yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlarla birlikte zikredilmiştir. “(İslâm’dan yüz çevirip) geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz
2658] 17/İsrâ, 23
2659] 6/En’âm, 151
2660] 4/Nisâ, 36
2661] Müslim, Birr 10
2662] 14/İbrahim, 41
2663] Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34
ANA-BABAYA İHSAN
- 735 -
mısınız?”2664 Bu âyette akrabalık bağlarının kesilmesi, bir çeşit İslâm dışı âdet olarak ifade edilmiştir. Akrabalara iyilik ve ihsânda bulunmak, İslâm’ın bir emridir. “Muhakkak ki Allah adâleti, ihsânı ve akrabaya yardım etmeyi emreder...” 2665
Yakınları ile akrabalık bağlarını korumaya itina göstererek, onlara gücü nisbetinde ihsânda/iyilikte bulunmak, her kâmil mü’minin aslî görevlerindendir. İslâm’ın temelinde iyilik yapma işi, ailenin özünden başlayıp dışa doğru genişleyerek devam eder.
Son âyette geçen adâlet ve ihsân kavramlarının içinde akrabaya iyilik etmek ihtiva ettiği halde, önemine binaen ayrıca zikredilmiştir. “Sana (Allah yolunda) ne infak edeceklerini/harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Hayırdan harcadığınız şey, ebeveyn, akrabalar/yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.” 2666
Ebeveyne bakmak ilk görevimizdir. Diğer akrabalarımız onları takip eder ve bu şekilde “yakın olanlar, başkalarından daha yakındır” kuralınca infak ve ihsan vacip olur. Muhsin bir mü’mine yakışan; akraba ile güzel ilgiyi meşrû ölçüler içinde devam ettirmek, onlarla ilişkiyi kesmemektir. “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkek ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden korkun. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” 2667
c- Yetimlere İhsân: Yetim, çocuğun büluğ çağından önce babasından ayrı kalmasıdır. Rasûlullah (s.a.s.), şehâdet parmağı ile orta parmağını işaret ederek; “Ben ve bir yetimin geçimini üstüne alan kimse, cennette böyleyiz.”2668 buyurmuş, yetimi koruyup ona ihsân etmenin ne derece önemli olduğunu ifade etmiştir.
“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O zor geçit nedir bilir misin? Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi veya aç açık bir yoksulu doyurmaktır.” 2669
“O, seni yetim bulup barındırmadı mı? ... O halde yetimi sakın ezme, ona kâhiretme, El açıp isteyeni de sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an.” 2670
“Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakar; yoksulu doyurmaya teşvik etmez.” 2671
d- Fakir ve Miskine İhsân: Fakir, çalışabilir durumda olup çalışan, ama herhangi bir sebeple çocuklarının geçimini temin edemeyen kimsedir. Miskin ise, çalışmaya gücü ve tâkatı olmayan fakir kimsedir. Bu durum, Kur’an’da şöyle açıklanır: “(Yapacağınız ihsânlar/hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan (muhâcir) fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler
2664] 47/Muhammed, 22
2665] 16/Nahl, 90
2666] 2/Bakara, 215
2667] 4/Nisâ, 1
2668] Buhâri, Talâk 25, Edeb 24; Müslim, Zühd 42; Tirmizî, Birr 14
2669] 90/Beled, 8-16
2670] 93/Duhâ, 6, 9-11
2671] 107/Mâûn, 1-3
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmalarından tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” 2672
Kur’ân-ı Kerim’de Ana Babaya İhsan Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de anne anlamına gelen “ümm” kelimesi, 35 yerde geçer. Baba anlamına gelen “eb” ise, ekleriyle birlikte 120 yerde kullanılır. Anne baba anlamına gelen “vâlideyn” ise 7 yerde zikredilir. Vâlid, vâlide veled, kelimelerinin türediği “v-l-d”, isim ve fiil halinde toplam 102 yerde geçmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, ana babaya ihsan konusuna büyük önem vermiştir. Evlâdın görevlerini, ana-babaya karşı ne yapması gerektiğini anlatan âyetler çoktur. Sadece konularını ayırarak âyetleri sayarsak, şöyle bir liste oluşur:
a- Ana-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek. 2673
b- Ana-babaya vermek. 2674
c- Ana-babaya karşı iyi niyetli olmak. 2675
d- Ana-babaya kötü söz söylemekten sakınmak ve güzel söz söylemek. 2676
e- Ana-babaya itaat (onlara şükretmek/teşekkür etmek ve iyi davranmak). 2677
f- Hesap gününde anne ve babasının bağışlanması için duâ örneği. 2678
Bunun yanında, kâfir bir babayı ve kardeşi, küfrü imana tercih ediyorlarsa, velî (dost) edinmenin yasaklığı;2679 anne-baba, evlâdını Allah’a şirk koşmak için zorlarlarsa, onlara itaat edilmemesi, ama, onlarla (şirke zorlayan ebeveynle) dünyada iyi geçinilmesi gerektiği 2680 emredilir. İbrahim’in (a.s.) putperest babasına karşı konuşmasına “babacığım” diye hitap ederek başladığını ve bu “babacığım” ifadelerinin konuşmada sürekli her cümlede tekrarlandığını2681 Kur’an, ders alınsın diye belirtir.
17/İsrâ sûresi 23. âyetinde, ana-babaya “of!” demenin yasaklığı vurgulanırken, 46/Ahkaf sûresi, 17’de ana-babasına “of be size!” diyen kâfir evlâttan örnekler verilir. “Of!” ifadesinin, her türlü kaba ve yakışıksız söz için örnek olduğu tüm tefsirlerin ortak açıklaması olarak belirir.
“Vaktiyle Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnızca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’ diye mîsak/söz almış ve ‘insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin’ diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesnâ, yüz çevirerek dönüp gittiniz.” 2682
2672] 2/Bakara, 273; Metin Ocak, Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, s. 65 vd.
2673] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23-24; 29/Ankebût, 8; 46/Ahkaf, 15
2674] 2/Bakara, 215
2675] 17/İsrâ, 25
2676] 17/İsrâ, 23
2677] 31/Lokman, 14
2678] 14/İbrâhim, 41
2679] 9/Tevbe, 23
2680] 31/Lokman, 35
2681] 19/Meryem, 42-45
2682] 2/Bakara, 83
ANA-BABAYA İHSAN
- 737 -
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızâsını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Anlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.” 2683
“Sana (Allah yolunda) ne infak edeceklerini/harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, akrabalar/yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah yapacağınız her hayrı bilir.” 2684
“...Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” 2685
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” 2686
“De ki: ‘Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını Biz veririz; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 2687
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı/iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” 2688
“Rabbin, sadece kendisine kulluk/ibâdet etmenizi, ana-babanıza da ihsân etmenizi/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et!’ diyerek duâ et.” 2689
“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma.” 2690
“Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 2691
“O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 2692
2683] 2/Bakara, 177
2684] 2/Bakara, 215
2685] 4/Nisâ, 1
2686] 4/Nisâ, 36
2687] 6/En’âm, 151
2688] 16/Nahl, 90
2689] 17/İsrâ, 23-24
2690] 17/İsrâ, 26
2691] 29/Ankebût, 8
2692] 30/Rûm, 38
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 2693
“Biz insana, ana-babasına ihsan/iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihâyet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: ‘Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın sâlih amel/yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben Sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım. İşte, yaptıklarının iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadır. Bu, kendilerine verilen doğru bir sözdür. Ana ve babasına: ‘Öf be size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni mi tekrar dirilmekle tehdit ediyorsunuz?’ diyen kimseye, ana ve babası, Allah’ın yardımına sığınarak: ‘Yazıklar olsun sana! İman et. Allah’ın vaadi gerçektir’ dedikleri halde o: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ der. İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azâbın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.” 2694
Ana Babaya İhsanı Emreden Âyetlerde Dikkat Çeken Hususlar: Bakara sûresi, 83. âyetten anlaşılıyor ki, Allah’a kulluk ve ana babaya iyilik, sadece Muhammed ümmetinin değil; aynı zamanda eski şeriatlerin de ortak yasasıdır. Benî İsrâilden de bu konuda mîsak/söz alınmıştır. İlâhî Kitaplarda Allah’a kulluk emrinden sonra ana babaya iyiliğin vurgulanması, ana baba hakkının önemini gösterir. Ana babaya itaat, yahûdilikteki temel emirleri içeren meşhur “on emir”den biridir. Bunların içerisinde, Allah’a şirk koşmanın yasaklanmasından hemen sonra ikinci olarak emredilmiştir. Çıkış 20/1-17’de on emir sayılırken şöyle denir: “Babana ve anana hürmet et. Tâ ki Allah’ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.” Allah’tan sonra insanın üzerinde en çok hakkı olanlar, ana babasıdır. Allah’ı bir bilip sadece O’na ibâdet ve kulluk nasıl önemliyse, ana babaya ihsanla muâmele etmek de öyle önemlidir. Çünkü Allah insanın yaratıcısı, ana baba da yaratmanın sebepleridir. İnsanı besleyen, rızıklandıran Allah; yetiştiren, eğiten, şefkatle koruyup büyüten ana babadır. Bu bakımdan her şeyin başında Allah’ın birliğini tanıyıp sadece O’na ibâdet ve kulluk etmek, sonra da ana babaya iyilik etmek şarttır.
Kur’an’da ve hadislerde Allah’a ibâdetten hemen sonra ana babaya iyilik görevinin zikredilmesinin sebepleri şunlardır:
a) İnsanın maddî ve mânevî gelişmesi için en değerli katkı, Allah’ın nimetlerinden sonra ana babanın fedâkârlıklarıdır. Çünkü ana baba, çocuğun hem varlık sahnesine çıkmasının sebebidirler, hem de yetiştirilip terbiye edilmesini, eğitimini sağlayan kişilerdir.
b) Çocuğun varlık alanına çıkmasının asıl ve gerçek sebebi Allah, zâhirî ve
2693] 31/Lokman, 14-15
2694] 46/Ahkaf, 15-18
ANA-BABAYA İHSAN
- 739 -
hukukî sebebi ise ana babadır.
c) Allah nimetlerini karşılıksız verdiği gibi; ana baba da çocuklarının ihtiyaçlarını hiçbir karşılık beklemeden seve seve yerine getirirler.
d) Allah kuluna günahkâr bile olsa nimetler verdiği gibi; ana baba da âsi bile olsa çocuklarına desteklerini sürdürürler.
e) Allah, kullarının iyiliklerinden râzı olduğu, karşılığını fazlasıyla verdiği gibi; ana baba da çocuklarının sahip olduğu imkân ve değerleri korumaya ve geliştirmeye çalışırlar.
İsrâ sûresinin 23-24. âyetlerinde Allah’a ibâdetle yan yana emredilen ana babaya ihsanın/iyiliğin, hiçbir şarta bağlanmadığı dikkat çekmektedir. Bundan da, ana babanın müslüman veya gayr-i müslim, faziletli veya fâsık/günahkâr olup olmadığına bakılmaksızın onlara itaat etmenin gerekli olduğu sonucuna varılır. Nitekim Mümtehıne sûresinin 8 ve 9. âyetleri de bunu desteklemektedir.
İsrâ sûresinin 23. âyetinde, ana babaya karşı saygısızlığın en basit ifadesi olmak üzere, “onlara öf bile demeyin” buyurulmuştur. Tefsir âlimleri, iç sıkıntısını ifade eden bu kelimenin, her türlü kabalık, saygısızlık ve isyankârlığı içerdiğini belirtirler. 24. âyette, merhamet duygusundan kaynaklanan bir tevâzu anlayışıyla ebeveynin himaye altına alınması istenmiş ve “De ki: Rabbim! Onlar bana küçükken nasıl şefkat ve merhamet gösterdilerse Sen de onlara merhamet et” buyurulmuştur. Burada ana babaya saygının en temel sebebi olarak merhametten söz edilmesi ve böylece ebeveyn ile çocuklar arasındaki duygusal bağın öneminin vurgulanmış olması hayli anlamlıdır. Çünkü merhamet duygusu, çocuklarla ana baba arasında bulunan maddî ve mânevî ilginin temelidir. Allah’ın nimet ve ikramları da O’nun merhametine bağlı olduğu için, Allah’tan ana babaya merhamet dilemek, diğer bütün İlâhî lütufları dilemek anlamına gelir.
Lokman sûresinin 14. âyetinin sonunda ana babaya iyilik etmeyenin, Allah huzurunda sorumlu olacağını belirtmek için “Dönüş Banadır!” buyuruluyor. Yani dünyada Allah’a ve ebeveynine karşı yanlış davrananların, Allah huzurunda hesaba çekilecekleri hatırlatılıyor. Aynı şekilde 15. âyetin sonunda da benzer ifade tekrar ediliyor ve dünyada yapılan her şeyin kendilerine âhirette haber verileceği belirtiliyor. Böylece insan, âhiret hesap ve sorumluluğunu düşünerek Allah’a ve ana babasına karşı davranışlarına dikkat etmesi için uyarılıyor.
Hadis-i Şeriflerde Anne Babaya İyilik
Hadis-i şeriflerde evlâdın ana-babaya nasıl davranması gerektiği, haklarını nasıl ödeyip ödeyemeyeceği, onları rencide eden evlâdın cezasının dünyada verilmeye başlanacağı gibi ayrıntılar vardır.
“Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en çok kim hak sahibidir? Güzel geçinmeme, güzel bakmama en lâyık olan kimdir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.): ‘Annen!’ diye cevap verdi. Adam: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ‘Annen’ diye cevap verdi. Adam tekrar: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) yine: ‘Annen!’ diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: ‘Sonra kim?’ Rasûlullah (s.a.s.) bu dördüncüyü: ‘Baban!’ diye cevapladı.2695
2695] Buhâri, Edeb 2; Müslim, Birr 1; K. Sitte, 2/478
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buhâri ve Müslim’deki diğer rivâyette Rasûlullah şöyle cevap vermiştir: “Annene, yine annene, sonra babana, daha sonra da bunları takip eden tedricî yakınlarına.”
Küleyb el-Hanefî (r.a.), Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek sormuştur: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, kime karşı iyilik yapayım?’ Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir: ‘Annene, babana, kız kardeşine, oğlan kardeşine, bunu takip eden âzadlına. Bu iyiliği de, (nâfile olarak değil) üzerine vâcib olan bir hakkın ödenmesi, yani sıla-i rahmin yerine getirilmesi olarak yapacaksın.” 2696
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Peygamberimiz bir gün: “Burnu sürtülsün, burnu sürtülsün, burnu sürtülsün!’ dedi. ‘Kimin burnu sürtülsün ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorulunca şu açıklamada bulundu: ‘Ebeveyninden her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cennete giremeyenin.” 2697
“Hiçbir evlât, babasının hakkını, bir istisnâ durumu dışında ödeyemez. O durum da şudur: Babasını köle olarak bulur, satın alır ve âzâd eder.” 2698
“Allah size annelerinize itaatsizliği... haram kıldı.” 2699
“Allah’ın rızâsı babanın rızâsından geçer. Allah’ın memnuniyetsizliği de babanın memnuniyetsizliğinden geçer.” 2700
Abdullah bin Amr (r.a.) anlatıyor: ‘Bir adam, cihada iştirak etmek için Hz. Peygamber (s.a.s.)’den izin istedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Annen baban sağ mı?” diye sordu. Adam: ‘Evet’ deyince: “Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap.” buyurdu.2701 Müslim’in diğer rivâyetinde adam: ‘...Sana, hicret ve cihad etmek, ecrini de Allah’tan istemek şartı üzerine biat ediyorum’ der. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Anne ve babandan sağ olan var mı?” diye sorar. Adam: ‘Evet, her ikisi de sağ’ deyince: “Yani sen Allah’tan ecir istiyorsun?” der. Adamın ‘evet’i üzerine: “Öyleyse vâlideynin (ana-babanın) yanına dön. Onlara iyi bak, (Allah’ın rızâsı ondadır)” diye emreder. Ebû Dâvud ve Nesâî’den gelen bir diğer rivâyette adam: ‘Ağlamakta olan ebeveynimi de geride bıraktım’ der. Rasûlullah (s.a.s.): “Öyleyse onların yanına dön, onları nasıl ağlattıysan öyle güldür, (Allah’ın rızâsı bundadır)” buyurur.2702 Ebû Dâvud’un Ebû Said’den yaptığı bir başka rivâyetinde ise şöyle denir: ‘Yemen ahâlisinden bir adam, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hicret ederek geldi. Rasûlullah ona: “Yemen’de bir kimsen var mı?” diye sordu. Adam: ‘Ebeveynim var’ deyince; “Peki, onlar sana izin verdiler mi?” diye tekrar sordu. ‘Hayır’ cevabı üzerine: “Öyleyse onlara geri dön, onlardan izin iste. Şâyet izin verirlerse cihada katıl, vermezlerse onlara hizmet et!” diye emretti. 2703
Câhime (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelir ve: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ben gazveye (cihad) katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişâre etmeye geldim’ der. Rasûlullah (s.a.s.): “Annen var mı?” diye sorar. ‘Evet’ deyince, “Öyleyse ondan
2696] Ebû Dâvud, Edeb 129; K. Sitte, 2/481
2697] Müslim, Birr 9; Tirmizî Deavât 110; K. Sitte, 2/483
2698] Müslim, Itk 25; Ebû Dâvud, Edeb 129; Tirmizî, Birr 8; İbn Mâce, Edeb 1; K. Sitte, 2/484
2699] Buhârî, Edeb 4
2700] Tirmizî, Birr 3; K. Sitte, 2/484
2701] Buhâri, Cihad 138; Edeb 3; Müslim, Birr 5; Ebû Dâvud, Cihad 33; Nesâî, Cihad 5; Tirmizî, Cihad 2; K. Sitte, 2/485
2702] Kütüb-i Sitte, 2/485
2703] K. Sitte, 2/485
ANA-BABAYA İHSAN
- 741 -
ayrılma; zira cennet onun ayağının altındadır.” buyurur. 2704
Abdullah bin Ömer (r.a.) anlatıyor: ‘Nikâhım altında bir kadın vardı ve onu seviyordum da. Babam Ömer ise, onu sevmiyordu. Bana: ‘Boşa onu’ dedi. Ben itiraz ettim ve boşamadım. Babam Ömer Hz. Peygamber’e gelerek durumu arzetti. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Boşa onu” dedi. 2705
“Baba cennetin orta kapısıdır. Dilersen bu kapıyı terket, dilersen muhâfaza et.” 2706
Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ (r.a.) anlatıyor: ‘Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. (Nasıl davranmam gerekeceği hususunda) Hz. Peygamber’den (s.a.s.)n sorarak: ‘Annem yanıma geldi, benimle (görüşüp konuşmak) arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?” dedim. ‘Evet’ dedi, “ona gereken hürmeti göster.” 2707
Bir gün peygamberimiz (s.a.s.) ashâbına: “Size büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi?” diye üç defa sordu. Üç defasında da: ‘evet, bildir ey Allah’ın rasûlü’ diyen ashâb-ı kirâma, bunların sırasıyla; “Allah’a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek” olduğunu belirtti. 2708
“Kebâir (büyük günahlar): Allah’a şirk/ortak koşmak, ebeveyne âsi olmak ve yalan şâhitlik yapmaktır.” 2709
“En yüce el annesine, babasına, kız kardeşine ve erkek kardeşine veren eldir, sonra en yakın olanadır.” 2710
“Ana babasına iyilik edene cennet olsun; Aziz ve Celil olan Allah onun ömrüne bereket versin.” 2711
“Bağy, yani âdil ve müslüman idareciye karşı çıkmak, akrabalarla ilgiyi kesmek günahından daha çok dünyada cezası peşin verilmeye lâyık hiçbir günah yoktur; âhirette bu günah sahibi için hazırlanmış olan azab olmakla beraber.” 2712
“Zina, şarap içmek ve çalmak hakkında ne dersiniz?” Hz. Peygamber’in bu sorusuna karşı ashâb: ‘En iyi bilen Allah ve Rasûlüdür’ dedi. Rasûlullah: “Onlar çok çirkin şeylerdir ve onlarda (öldürmek, dövmek ve el kesmek gibi) cezalar var. Dikkat edin! Ben, size büyük günahların en büyüğünü bildireyim mi? Aziz ve Yüce olan Allah’a ortak koşmak (müşrik olmak), ana babaya âsi olmak ve yalan söylemek.” 2713
“Üç kimsenin duâsı, makbul duâlardır; bunların kabul edilişinde şüphe yoktur: Zulme uğrayanın duâsı, yolcunun (misafirin) duâsı, ana babanın çocuklarına duâsı.” 2714
“Kul vefât edince, bütün amellerinin sevabı kesilir; üç ameli müstesnâdır: Sadaka-i
2704] Nesâî, Cihad 6; K. Sitte, 2/486
2705] Ebû Dâvud, Edeb 129; Tirmizî, Talâk 13; K. Sitte, 2/486
2706] Tirmizî, Birr 3; K. Sitte, 2/486
2707] Buhârî, Hîbe 28, Edeb 8; Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34; K. Sitte, 2/488
2708] Buhârî, Edeb 6
2709] Buhârî, Edeb 1; Müslim, İman 143, 144
2710] İbn Kesir, 9/4722
2711] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/30; et-Terğîb ve’t-Terhîb, Birr ve’s-Sıla, c. 3, s. 317, hadis no: 17
2712] Ebû Dâvud, Edeb 43; Tirmizî, Kıyâmet 57; İbn Mâce, Zühd 23, no: 4211
2713] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/40; Taberî; Beyhakî
2714] Ebû Dâvud, Salât 29; Tirmizî, Birr 7; İbn Mâce, Duâ 11
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câriye, kendisi ile faydalanılan şerefli bir ilim, kendisine duâ eden sâlih çocuk.” 2715
Sahâbeden bir adam Rasûlullah’a şöyle sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Benim annem vefât etti ve vasiyette bulunmadı. Onun adına sadaka vermem, kendisine fayda verir mi?” Peygamber: “Evet” dedi. 2716
“Babanın dostunu gözet (ona ikram et ve sevgi göster). Onunla ilgiyi kesme, yoksa Allah (iman) nurunu söndürür.” 2717
“İyiliklerin en iyisi, babasının dostu olanlara, kişinin iyilik etmesidir.” 2718
“Sevgi verâset yolu ile kazanılır.” 2719
Bir adam: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, anne ve babamın vefâtlarından sonra da onlara iyilik yapma imkânı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Evet vardır” dedi ve açıkladı: “Onlara hayır duâda bulunmak, onlar için Allah’tan istiğfâr (günahlarının affedilmesini taleb etmek), onlardan sonra vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babanın akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, onların dostlarıyla ilişkiyi devam ettirip onlara ikramda bulunmak; Akrabalarıyla ilişkiyi devam ettirmek ki, senin bütün akrabaların ancak onlar vasıtasıyla var olmuştur.” 2720
“Kişinin yapacağı en üstün iyiliklerden biri, ölümünden sonra babasının dostlarına sıla-i rahimde bulunmasıdır.” 2721
“Babalarınızdan nefret etmeyin. Bu, Rabbinize karşı bir küfr(ân-ı nimet)dir.” 2722
“...Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sayesinde cennete giremeyen kimsenin burnu sürtülsün...” 2723
“Allah Teâlâ size annelerinizin haklarına riâyeti tavsiye etmektedir. –Bunu üç kere tekrarladı- Allah size babalarınızın haklarına riâyet etmenizi tavsiye etmektedir. Allah size akrabalarınızın haklarına yakınlık derecesine göre riâyet etmenizi tavsiye etmektedir.” 2724
Ashabdan biri: ‘Ya Rasûlallah, kime iyilik edeyim diye sorduğunda, Allah Rasûlü şöyle buyurdu: “Annene, sonra annene, sonra annene; sonra babana, sonra derece derece yakın olanlara.” 2725
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) diyor ki: Allah’ın Elçisine sordum: ‘Hangi eylem (Allah katında) daha üstündür?’ “Vaktinde kılınan namaz” dedi. ‘Sonra hangisi?’ dedim. “Ana babaya ihsan/iyilik” dedi. ‘Sonra hangisi?’ dedim. “Allah yolunda cihad” buyurdu. Allah’ın Rasûlü bunları bana söyledi. Eğer sormağa devam etseydim, daha da söyleyecekti.’ 2726
2715] Müslim, Vesâyâ, 14; Ebû Dâvud, Vesâyâ 18; Tirmizî, Ahkâm
2716] Buhârî, Vesâyâ, 55; Tirmizî, Zekât 5; Ebû Dâvud, Vesâyâ 18; Nesâî, Vesâyâ 30
2717] Müslim, Birr ve’s-Sıla, 45, no: 11, 12, 13
2718] Müslim, Birr 45 hadis no: 11
2719] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/53; Beyhakî, Hâkim
2720] Ebû Dâvud, Edeb, 129; İbn Mâce, Edeb 2; K. Sitte, 2/490
2721] Müslim, Birr 11-13; Tirmizî, Birr 5; Ebû Dâvud, Edeb 129; K. Sitte, 2/490
2722] Kütüb-i Sitte, 15/123
2723] Tirmizî, Deavât, 110; K. Sitte, 16/339
2724] K. Sitte, 17/471
2725] Tirmizî, Birr 1; Buhârî, Edeb 2; Müslim, Edeb 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb 120; İbn Mâce, Edeb 1
2726] Buhârî, Mevâkît 5, Edeb 1; Müslim, Müsâfirîn 216; Tirmizî, Kur’an 11; Nesâî, Mevâkît 51
ANA-BABAYA İHSAN
- 743 -
“Cennet annelerin ayakları altındadır.” 2727
“Allah’ın rızâsı, babanın rızâsında, gadabı da babanın gadabındadır.” 2728
Muâviye bin Câhime es-Sülemî diyor ki: Allah Rasûlüne geldim: ‘Ey Allah’ın Elçisi, ben sırf Allah rızâsını ve âhireti kazanmak için seninle beraber cihada katılmak istiyorum’ dedim. Bunu ayrı ayrı yerlerden gelerek üç kez tekrarladım. Her defasında şöyle buyurdu: Yazık sana! Annene dön, ona iyilik et” buyurdu. Üçüncüsünde “Yazık sana, onun ayağına sarıl; cennet oradadır” dedi. 2729
“Üç şey var ki, kimde bulunsa Allah onu korur ve cennetine sokar: Zayıfa acımak, ana babaya şefkat ve merhamet, el altında bulunanlara (işçilere, hizmetçilere) iyilik.” 2730
Bir adam: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, anne ve babanın çocukları üzerinde hakları nedir?’ diye sormuştu. Rasûlullah (s.a.s.): “Onlar senin cennet ve cehennemindir.” buyurdu. 2731
“Babanın duâsı, perdeyi deler (kabul makamına ulaşır).” 2732
Buhâri’nin kaydettiği uzunca bir hadiste, insanların zor durumdayken (mağarada mahsur kaldıklarında) yaptıkları duânın kabul edilmesini sağlayan iyiliklerin başında ana babaya saygı ve ikramın geldiği görülmektedir. 2733
“Dünyada iyilik işleyenler, âhirette iyiliğe kavuşanlardır. Kimler de dünyada kötülük işlerse, işte onlar, âhirette kötülüğe kavuşanlardır.” 2734
“Her iyilik bir sadakadır.” 2735
Peygamberimiz, Allah’ın dilediği birçok günahın cezasını kıyâmet gününe kadar erteleyeceğini, ancak, ana babalarına âsi olanların cezasını dünyada başlatacağını belirtmiştir.2736 Ayrıca, Allah’a arz edilip de geri çevrilmeyecek duâ ve dilekler arasında ana babaların beddualarını da saymıştır. 2737
İbn Ömer’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Ana babayı ağlatmak, (onlara) isyan etmektir ve büyük günahlardandır.” 2738
Ebû Hüreyre, iki adam gördü: Bunlardan birine sordu: ‘Bu, senin neyindir?’ Adam: ‘Babamdır’ dedi. Ebû Hüreyre dedi ki: ‘O halde onu ismi ile çağırma, önünde yürüme, ondan önce de oturma.” 2739
İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, o şöyle demiştir: “Müslüman ana babaya sahip olan bir müslüman, Allah’tan sevap bekleyerek onların hizmetinde
2727] Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce
2728] Tirmizî, Birr 3; Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/4
2729] İbn Mâce, Cihad 12; Ahmed bin Hanbel, 2/197
2730] Tirmizî, Kıyâmet 48
2731] K. Sitte, 17/471
2732] K. Sitte, 17/509
2733] Bk. Buhârî, Edeb 5; Ahmed bin Hanbel, 2/116
2734] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/234
2735] Buhârî, Edeb 78, hadis no: 33
2736] Zehebî, s. 44
2737] Bk. Buhârî, Edeb 5
2738] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/41
2739] Buhâri, Edebu’l Müfred Terc. 1/54
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunursa, Allah ona muhakkak cennette iki kapı açar. Eğer ana babadan biri bulunursa, bir kapı açar. Eğer onlardan birini kızdırırsa, onun rızâsını kazanmadıkça, Allah o çocuktan râzı olmaz.” 2740
Abdullah bin Ömer (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, o, Taysele bin Meyyas’a şöyle sordu: “Cehennemden korkar, cennete girmek ister misin?” Ben: “Evet, vallahi!” dedim. Bana sordu: “Ana-baban hayatta mı?” “Yanımda yalnız annem var” dedim. “Allah’a yemin ederim ki, eğer annene yumuşak ve güzel söz söylersen, ona yemek yedirirsen, büyük günahlardan sakındıkça, muhakkak cennete girersin.” dedi. 2741
Her namazda kişinin “Rabbenâ âtinâ...” âyet ve duâsıyla anne ve babasının bağışlanması için duâ etmesi sünnet kabul edilir.
Akrabaya iyilik ve sıla-i rahim: “...Ey Abdulmuttalib oğulları! Canlarınızı ateşten kurtarınız. Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Canını ateşten kurtar; çünkü ben, senin için Allah’tan hiçbir şeye sahip değilim. Ancak size akrabalığım var, ondan dolayı (size) ihsanda bulunurum (dünyada iyilik ederim).” 2742
Peygamber’in (s.a.s.) bir yolculuğunda, bir bedevî Rasûlullah’ın karşısına çıkıp sordu: ‘Beni cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak şeyi, bana bildir.’ Peygamber: “Allah’a ibâdet edersin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılarsın, zekâtı verirsin, akrabaya iyilik edersin.” buyurdu. 2743
“Allah (azze ve celle) buyurdu ki, Ben Rahman’ım ve akrabalığı/Rahimi ben yarattım ve ismim olan Rahman’dan ona isim diye rahim koydum. Kim akrabaya iyilik ederse, Ben de ona iyilik ederim. Kim de ondan ilgiyi keserse, Ben de ondan iyiliği keserim.” 2744
“Rahim, Allah’ın rahmetinin eserlerindendir. Kim onun hakkını yerine getirirse (sıla-i rahim ve iyilik ederse), Allah ona ihsan eder. Kim de ondan ilgiyi keserse, Allah ondan ihsan ve rahmetini keser.” 2745
“Kim rızkının bol olmasını ve ömrünün uzamasını severse, sıla-i rahim yapsın.” 2746
“Sıla-i rahmi terk eden cennete girmez.” 2747
“Sıla-i rahmi terk etme ile azgınlık günahını işleyenin -âhirette ona hazırlanan azabla beraber- dünyada Allah’ın acele olarak cezasını vermeğe bunlardan daha lâyık bir günah yoktur.” 2748
Bir adam: ‘Ya Rasûlallah, dedi, benim akrabalarım var, ben onları ziyaret ediyorum; onlar beni ziyaret etmiyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum; onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara yumuşak davranıyorum; onlar bana câhil (öfkeli, kaba) davranıyorlar. Allah’ın Rasûlü buyurdu ki: “Eğer dediğin gibiyse, sen onlara sıcak kül yedirir gibi olursun. (Sana yaptıkları kötülükten ötürü onlar sıcak kül yiyenin
2740] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/9
2741] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/12; Taberî Tefsiri
2742] Buhârî, Vesâyâ 11; Müslim, İman, hadis no: 348
2743] Buhârî, Zekât 24 -1-; Müslim, İman 1, hadis no: 12
2744] Ebû Dâvud, Zekât 45; Tirmizî Birr 25; Ahmed bin Hanbel, hadis no: 1680, 1681, 1686
2745] Müslim, Birr 17
2746] Buhârî, Edeb 78 -12-; Müslim, 45, Hadis no: 20; Ebû Dâvud, Zekât 9, hadis no: 45
2747] Buhârî, Edeb 78 -11-; Müslim Birr 45, hadis no: 18, 19; Ebû Dâvud, Zekât 9, hadis no: 45
2748] Ebû Dâvud, Edeb 40 -43-; Tirmizî, Kıyâmet 35 -57-; İbn Mâce, Zühd 37 -23-
ANA-BABAYA İHSAN
- 745 -
çektiği eziyet gibi bir vicdan azâbına ve işkenceye mâruz kalırlar.) Sen böyle kaldığın sürece Allah, onlara karşı sana yardım eder.” 2749
“Yapılan sılaya, aynı ile mukabelede bulunan, sıla-i rahim eden değildir. Fakat sıla yapan o kimsedir ki, akrabalık bağları kesildiği zaman, sıla-i rahimi yerine getirmiştir.” 2750
“Allah, annelerinize iyilik etmenizi emrediyor, sonra annelerinize iyilik etmenizi emrediyor; sonra babalarınıza iyilik etmenizi emrediyor. Sonra en yakın akrabaya, ondan sonra en yakınlık sırasına göre iyilik etmeyi size emrediyor.” 2751
Yetimlere Yardım: Rasûlullah (s.a.s.) orta parmağı ile baş parmağını yan yana getirip aralarını açıp kapayarak işaret etti ve şöyle buyurdu: “Ben ve yetime bakan kimse, cennette şöyleyiz.” 2752
“Kim müslümanlar arasından bir yetim alarak yiyecek ve içeceğini üzerine alırsa, affedilmez bir günah (şirk) işlememişse, Allah onu mutlaka cennete koyacaktır.” 2753
“Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içerisinde yetim olan ve yetime de iyi muâmele yapılan evdir. En kötü ev de, içinde yetim bulunup da ona kötü muâmele yapılan evdir.” 2754
“Allah’ım! Ben şu iki zayıfın hakkının çiğnenmesinden cidden sakındırırım: Yetim ve kadın.” 2755
“Müslümanlar içinde en hayırlı ev kendisine iyilik yapılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de kendisine kötülük yapılan bir yetimin bulunduğu evdir.” 2756
“Dul ve kimsesizler için çalışan, Allah yolunda cihad eden veya gündüzleri oruç tutup geceleri de ibâdet eden kimse gibidir.” 2757
Ana Babaya İtaatin Sınırı
Allah’a şirk konusunda ailelerin bir zorlaması oluyorsa, duygusal bağlardan dolayı, tevhidin çiğnenmesine Kur’an kesinlikle müsaade etmez. Bu yüzden olmalı ki, ana babaya ihsanı emreden âyetlerin çoğunda, ilk emir olarak, Allah’a ibâdet/kulluk hatırlatılır.2758 Ana babaya itaat, Allah’a rağmen değildir; İtaat konusunda herhangi bir kimse Allah’a tercih edilirse, kişi şirk bataklığına dalmış olur. Ya Allah’a ya başkasına itaat etme seçeneklerinden biri karşısında tercih, imanla küfür arasında bir tercihtir. “Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.”2759; “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını
2749] Müslim, Birr 22, Ahmed bin Hanbel, 2/300
2750] Buhârî, Edeb 78 -15-; Ebû Dâvud, Zekât 9 -45-; Ahmed bin Hanbel, hadis no: 6524, 6817
2751] İbn Mâce, Edeb 1, hadis no: 3661; Ahmed bin Hanbel, 4/132
2752] Buhârî, Talak 14, Edeb 24; Tirmizî, Birr 14; Ebû Dâvud, Edeb 131; K. Sitte, 2/517
2753] Tirmizî, Birr 14; K. Sitte, 2/517
2754] İbn Mâce, Edeb 6; K. Sitte, 2/521
2755] K. Sitte, 17/474
2756] K. Sitte, 17/474
2757] Buhârî, Nafakat, 1, Edeb 25, 26; Nesâî, Zekât 78; Müslim, Zühd 41; Tirmizî, Birr 44; K. Sitte, 2/541
2758] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 2/Bakara, 177; 4/Nisâ, 1
2759] 29/Ankebût, 8
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tavsiye etmişizdir... Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 2760
Bu âyetlerde ana babaya ihsanla/iyilikle davranma emredilmekle birlikte, şirk koşma, İslâm’dan uzaklaşma gibi Allah’a açık isyan konusunda onlara itaat edilmemesi istenir. Ama putperest ve müşrik ana babayla, dünyevî ilişkiler konusunda yine iyi geçinilmesi emredilir.
Allah’ın Hakkı, Her Hakkın Üzerindedir
“(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) şirk koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de mü’minlere. (Çünkü Allah müşrikleri bağışlamaz.) İbrahim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Yoksa onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, (af dilemekten vazgeçip) ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” 2761
Sa’d bin Ebî Vakkas, 17 yaşında bir gençken müslüman olmuştur. İslâm’a girdiği ilk günlerde annesiyle yaşadığı bir mâcerâyı şöyle anlatır: “Ben anneme karşı çok saygılı bir kimseydim. Müslüman olduğum zaman annem bu saygımdan istifade ile beni İslâm’dan döndürmek istedi ve: ‘Ey Sa’d! Bu yaşamaya başladığın yeni din de ne? Ya bu dinini terk edeceksin yahut açlık grevi yapacağım, ölene dek yiyip içmeyi bırakacağım!’ dedi. Ben kendisine: ‘Anneciğim sakın böyle bir şey yapma. Zira ben kesinlikle dinimi bırakmam!’ dedim. Yine de o yemeyi içmeyi bıraktı, ölüm orucuna başladı. Bu hal bir gün bir gece devam etti (diğer bir rivâyette üç gün sürdü). Sa’d’ın bütün ısrarına rağmen annesi, ağzına bir şey koymadığından yıpranmağa başlamış, gittikçe erimiş, bitkin düşmüştü. Kendisine: ‘Anne, Allah’a yemin olsun ki, senin yüz tane canın olsa, her gün birer birer çıkmaya başlasa, ben bu dinimi terk etmem!’ dedim. Benim bu azmimi, kesin kararımı görünce, protestosunu bırakarak yiyip içmeye başladı. Bu olay üzerine şu âyet indi: “Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.”2762 Sa’d bu âyetin kendisiyle ilgili olarak nâzil olduğunu söylerdi.2763 Tabii ki, nüzul sebebi bu hâdise olsa da, âyetin hükmü geneldir, her müslümanı kapsar.
İslâm, tevhid gibi temel ilkeler söz konusu olduğunda, hiçbir ilişki biçimini, bu ilkelerin çiğnenmesi konusunda mâzeret olarak kabul etmez. “Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah
2760] 31/Lokman, 14-15
2761] 9/Tevbe, 113-114
2762] 31/Lokman, 15
2763] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, 12/477; S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. 12/121
ANA-BABAYA İHSAN
- 747 -
emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2764
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin...” 2765
Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Ashâb-ı Kirâm, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdi. Meselâ Ebû Ubeyde bin Cerrah, Uhud savaşında babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Hz. Ömer bin Hattab, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde, amcazâdeleri, Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
Babaya Karşı İbrahimî Tavır
Hz. İbrâhim’in bir istisnâ ile tüm davranışları ve bu arada babasına karşı tavrı, bütün müslümanlar için emredilen bir tavırdır. “Sonra sana hanîf olan İbrâhim’in dinine tâbi olmanı vahyettik.”2766 Kur’an, örnek alınması gereken şahsiyet olarak Hz. Muhammed (s.a.s.) 2767 dışında, isim olarak sadece Hz. İbrâhim (a.s.) ve onunla beraber olanlardan bahseder: “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Yalnız, İbrahim’in babasına, ‘Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez’ demesi hâriç, ‘Rabbimiz!’ dediler, ‘Sana dayandık, Sana yöneldik. Dönüş Sanadır... Andolsun, onlarda sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah, zengindir, hamde lâyık olandır.” 2768
Bu âyetler, Hz. İbrahim’in her konuda ve özellikle kâfirlere karşı sert tavrında örnek alınması gerektiğini vurgularken, bir konuyu örneklik konusunda hâriç tutar. O da, Hz. İbrâhim, iman etmemiş babasına, onun için istiğfar edeceğini, bağışlanma dileyeceğini söylemesi,2769 imanı için mühlet vermesidir. Kur’an’ın çok yumuşak huylu ve pek sabırlı olarak vasfettiği İbrahim (a.s.)’in, babası için af dileme vaadini eleştirir Kur’an. İbrahim (a.s.), müşrik babası için istiğfardan men edilmişti. Çünkü kâfirler için istiğfar câiz değildir. Zaten babasının Allah’ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, bundan vazgeçti ve babasından uzaklaştı. 2770
“Kitapta İbrahim’i an. Zira o, sıddîk/sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir zaman o, babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Öyleyse bana
2764] 9/Tevbe, 23-24
2765] 58/Haşr, 22
2766] 16/Nahl, 123
2767] 33/Ahzâb, 21
2768] 60/Mümtahine, 4, 6
2769] 19/Meryem, 47
2770] 9/Tevbe, 114
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu. Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum. (Babası:) ‘Ey İbrahim! dedi, ‘sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur.’ İbrahim: ‘Selâm sana, dedi. Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana çok lütufkârdır. Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht olmam.’ Nihâyet onlardan ve Allah’ın dışında taptıkları şeylerden uzaklaşıp bir tarafa çekildiği zaman Biz ona İshak ve Yâkub’u bağışladık ve her birini peygamber yaptık.” 2771
Evlat-baba ilişkilerinde (müşrik babanın mağfireti için duâ hâriç) örnek gösterilen Hz. İbrâhim’le ilgili bu âyetlerde iki şey dikkatimizi çekmektedir. Birincisi, Hz. İbrâhim’in babası ile konuşur ve ona İslâm’ı tebliğ ederken üslûbun yumuşaklığı. Öyle ki, her cümlenin başında “babacığım!” kelimeleri tekrar edilir. Kelimeler, özenle seçilir ve kırıcı ya da kaba kabul edilecek en küçük bir hitap görülmez. Babasının taşa tutma tehdidine karşı bile; selâmla, duâ vaadi ile, tatlılıkla cevap verir. İkincisi, babasına yumuşak hitabı, mesajın içeriğini değiştirmemektedir. Hz. İbrahim’in çok yumuşak huylu olması,2772 babasına karşı da olsa, dâvânın net bir şekilde tebliğinden tâviz vermesini gerektirmemiştir. Üslûbun yumuşaklığı ve sözün güzel söylenmesi, mesajı aktarırken muhâtabın nefsini galeyana getirmemek, kaba ve yanlış üslûpla mesajın güzelliğini gölgelememek içindir. Dolayısıyla tevhidî doğruları saklamak, ya da bulandırmak, dâvâdan veya dâvânın içeriğini gerektiği netlikte tebliğden tâviz vererek anlatmak, ne İbrâhimî bir tavırdır, ne de güzel üslûptur.
İbrahim (a.s.)’le babası arasındaki diyalog örneği, oğlunu kendi bâtıl dinine girmeye çağıran puperest bir müşrikle bir müslüman evlat arasındaki konuşma tarzıdır. Açık bir şirk içinde olmayan, hele müslüman bir anne babayla ilişkilerin nasıl olması gerektiğini kolaylıkla değerlendirebiliriz. Müslüman bir anne babayla, müslüman bir evladın ilişkisi, istenilen güzellikte değilse, suçun büyüğünün evlada ait olduğunu; kültürü sınırlı anne babanın mâzur görülebilecek çok yönleri bulunabileceğini söyleyebiliriz. İstisnaların da elbette olabileceğini düşünebiliriz. Aile ilişkilerinde herkesi bağlayıcı, genel geçer formüller sunmak, pek kolay değildir. Ama ana babaya ihsan, iyilik, “of!” bile demeyen tahammül ve kibarlık evlat için Kur’an’ın emrettiği genel tavırlardır. Bunlarla birlikte ailesini en iyi tanıyan, kişinin kendisidir. Nerede, nasıl tavır alınacağını, ailesinin yapısını da gözönüne alarak ailenin ferdi belirleyecektir. İfrat, ihsanla davranmamak; tefrit ise, ana babaya -isyanı emretseler bile- mutlak itaat ve gerektiğinde aileye karşılık Allah ve Rasûlünün tercih edilmemesidir. Müslüman genç ise orta yolu, i’tidali/dengeyi bulmak zorundadır. Zor da olsa, bu denge olmadan dünyada huzur, âhirette ödül beklemek yanlıştır.
Bu konudaki âyetlerde dikkat çeken şey, müşrik ana babaya itaatin yasaklanması değil; şirk konusundaki emirlerine itaatin yasaklanmasıdır. Müşrik anne babası insanı Allah’a ortak koşmaya sevk etmek istedikleri takdirde Kur’an bu konuda onlara itaati yasaklarken, müşrik de olsalar dünya işlerinde onlarla iyi geçinmeyi emretmektedir. Yani onların meşrû emirlerine itaat edilmeli, Allah’a
2771] 19/Meryem, 41-49
2772] 9/Tevbe, 114
ANA-BABAYA İHSAN
- 749 -
isyanı emreden hususlarda itaat edilmemelidir. Ebeveyne itaat gerekir. Ancak, ana babanın emirleri, Allah’ın emirlerine ters düşerse bu konuda onlara itaat gerekmez. Çünkü Yaratan’a isyan olacak işlerde yaratılmışlara itaat edilmez. “Allah’a isyan sayılan bir konuda kula itaat edilemez.”2773 Yaratan’ın hakkı, ana babanın hakkından elbette üstündür.
Bazı Genç Müslümanların Üslûp ve Yöntem Yanlışlıkları
Geleneksel anlayışı sorgulama sürecine giren müslümanlardan belki de ilk nasiplerini aileleri alır. Kur’an’la tanışan, müşrik-mü’min kavramlarının ne anlama geldiğini öğrenen, ama henüz yeterli birikimi olmadığından Kur’an’a bütüncül yaklaşamayan müslümanlar, aileleriyle girdikleri tevhidî mücadelede çok kırıcı ve tedrîcîlikten ve ahlâkîlikten uzak bir söylem geliştirebilmektedirler. Kişinin en az çevresiyle ilgilendiği kadar ailesi ile diyaloga girmesi gerekliliği gözardı edilerek, İbrâhimî tavır alma gerekçesiyle, İbrâhimî üslûp gözetilmediği için bazen ailelerle bütün ilişkiler koparılır. Hatta bazı müslümanlar, aileleriyle aralarındaki problemin büyüklüğü oranında kendilerine İslâmîlikten (daha doğrusu radikallikten) pay biçmektedir.
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet edip çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”2774; “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi.”2775; “İnsanlara güzel söyleyin.”2776 Bu âyetler, kim olursa olsun, hangi inanca sahip bulunursa bulunsun; muhâtaplarına karşı müslümanların dâvet usûl ve üslûplarını belirler. Bırakın hatalı müslümanlara veya İslâm’a karşı savaşmadığı halde cehaletinden dolayı bazı şirk davranışlarında bulunanlara nasıl güzel üslûp kullanılmasını; en azılı tâğut ve kâfirlerden biri olan Firavun’a tebliğ için gönderilen Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a, üslûplarının nasıl olması gerektiğini Kur’an şöyle emreder: “Firavun’a gidin. Çünkü o, tuğyân etti/azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” 2777
Muhâtabımız olan her insana, İslâm’ı sunarken, Kur’an’ın emrettiği güzel üslûp özellikleriyle hitap etmek zorunda olduğumuzu unutmamalıyız. Özellikle, bizden yaşlı akrabalarımıza, hele ana babamıza karşı daha hassas, daha tatlı ve yumuşak üslûplu, daha sevgi ve saygı dolu olmalı, bu nezâketimizi muhâtabımızın da anlayacağı şekilde, kelimeleri özenle seçip kullanmalıyız. Hz. İbrâhim’in örnek alınması bunu gerektirir. Allah’a açıkça düşman olan bilinçli müşrikler hariç; ana babalar, hatta yakın akrabalar, insanın doğal müttefikleridir, yardımcıları ve dostlarıdır. Kur’an, “Kötülüğü en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, seninle sanki yakın bir dost olur.”2778 buyurur. Bazı genç müslümanlar ise, âyetteki ifadenin tam tersini uygulayıp, aralarında dostluk bulunan kimseleri düşman etmek için kötülüğü güzel olmayan bir tavırla önlemeye çalışıyorlar. Tabii, böylece olaya nefisler karışıyor, iş inada biniyor, hayra giden yol, -iyi niyetle de söylenmiş olsa- yanlış üslûptan
2773] Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 8; Müslim, İmâre 39
2774] 16/Nahl, 125
2775] 3/Al-i İmran, 159
2776] 2/Bakara, 83
2777] 20/Tâhâ, 43-44
2778] 41/Fussılet, 34
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dolayı tıkanmış oluyor.
Eğer ailelerimizin hayra doğru değişimleri, dalâlette iseler hidâyetleri isteniyorsa, tedrîcîlik, zamana yayılmış uzun ve samimi diyalog ve de en önemlisi, psikolojik gerginlik oluşturmaktan şiddetle kaçınan tatlı ve saygı dolu üslûp esas alınmalıdır. Fikirlerin uygun ve güzel olmayan şekilde ve kırıcı ifade tarzıyla sunulması, çoğu zaman, kaş yaparken göz çıkarma ile sonuçlanmaktadır. Çoğu ana baba, yaşlarını ve tecrübelerini fazla önemsediklerinden, kendi çocuklarının didaktik, vaaza veya derse benzeyen hitapla kendilerine direkt yolla hatalarını söylemelerini hoş karşılamaz, hatta nefis meselesi yapar, tersler. Bu gibi psikolojik çatışmaları aşmadan tebliğ ve dâvet, fayda yerine çoğu zaman zararla sonuçlanır. Muhâtabın, ıslah yerine daha büyük ifsadına sebep olunarak, vebalden kurtulayım derken daha büyük günah yüklenilmiş olur.
Kur’an, bir babayla oğul arasındaki ilişkiler konusunda din/dâvâ farkı ile Hz. Nuh’un oğlunu “kendi ehlinden saymaması” gerektiğini ifade eder.2779 Ama bir oğul olan Hz. İbrahim’in putperest babasıyla ilişkileri, daha farklı gündeme gelir. Yani, hidâyeti beklenmeyen kâfir bir evlât, gerektiğinde babası tarafından evlâtlıktan reddedilip, ehlinden sayılmaması istenirken; müslüman bir oğulun müşrik ve putperest bir babaya karşı münâsebeti çok yumuşak ve nâzik olmalıdır. Tabii, bunların yanında örnek baba-oğul ilişkileri verilir. İbrahim-İsmail gibi. İsmail’le (a.s.) babası arasındaki ilişkiler uzunca ve birkaç değişik durumla ilgili anlatılır. Kur’an, anne babaya ve evlâda görevlerini hatırlatır.
Kur’an, müslüman bir kocayla karısı arasında olabilecek anlaşmazlıklar konusunda ise, müslüman kocaya itaati tavsiye eder.2780 Geçimsiz ve itaatsiz bir kadına karşı nasıl davranılması gerektiği belirtilir. Eğer araları bu tedbirlerle de düzelmezse, hakem tayin edilmesini tavsiye eder.2781 Hemen bu âyetin devamında toplum ve ailenin huzuru için iyi ilişkilerde bulunulması gerekli olanlar sayılır. Allah’a kulluktan sonra ana-babaya iyi davranılması emredilir.2782 Bu âyetin zımnen ifade ettiği insan ilişkilerinin olumsuzluğu konusunda genel tavrın ne olması gerektiğini, genel anlaşmazlıklar konusunda yine aynı sûrenin 59. âyeti açıklık getirir. Bu âyet, iki müslüman arasındaki anlaşmazlıkların halli için Kur’an ve sünnetin hakemliğine müracaat, imanın şartı olarak ifade edilir.
Kur’ân-ı Kerim’de “anne-babaya iyi davranmak”, hem de dört âyette “sadece Allah’a ibâdet etme”, ya da “O’na şirk koşmama”nın emredilmesiyle birlikte zikredilmektedir:
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... iyi davranın....”2783; “De ki: ‘Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin...”2784; “Rabbin, sadece kendisine kulluk/ibâdet etmenizi, ana-babanıza da ihsân etmenizi/iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti...”2785; “Vaktiyle Biz, İsrâiloğullarından; ‘yalnız2779]
11/Hûd, 44, 45
2780] 4/Nisâ, 34
2781] 4/Nisâ, 35
2782] 4/Nisâ, 36
2783] 4/Nisâ, 36
2784] 6/En’âm, 151
2785] 17/İsrâ, 23-24
ANA-BABAYA İHSAN
- 751 -
ca Allah’a kulluk/ibâdet edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara ihsân/iyilik edeceksiniz’ diye mîsak/söz almıştık....” 2786
Bu anlatım özelliği, ana babaya ihsanın, Kur’an tarafından ahlâkî bir görev olmaktan çıkarılıp imanî/tevhidî bir vecîbe gibi algılandığını düşündürür. Zaten tevhid peygamberi Hz. İbrâhim’in babasıyla ilişkileri de detaylarıyla vurgulanır. Aslında tevhidin hayata, aileye, davranışlara ve tabii ki ahlâka yansımaması düşünülemez. Dolayısıyla “tevhid ahlâkı”, “lâ ilâhe illâllah ahlâkı” diye adlandırabiliriz; Kur’an’ın emrettiği, Rasûlün uyguladığı ve tavsiye ettiği ahlâkı. Ve ahlâkı imandan ayıramayız. İnanç, amel, muâmelât, siyaset, ahlâk arasında bazılarının zannettiği gibi kesin ayrımlar yoktur; kolay anlaşılsın diye ayrı başlıklar altında incelenebilir; yoksa hepsi bir bütündür. O bütüne İslâm demekteyiz.
Ahlâkı tevhidden bağımsız ve olmazsa olabilir zannettiği için kimi radikal gençler, çevrelerinde örnek gösterilememekte, hatta bazen en yakın çevrelerinde, ailelerinde bile itici bulunabilmekteler. Hâlbuki İslâm’ı yaşamaya ve hele tebliğe çabalayan bir gencin, toplum içinde ahlâkî zaaflarla değerlendirilmesinin vebali, diğer insanların vebalinden daha büyüktür. Onlar, davranışlarıyla güzel örnek oluşturamamaları ve göze batan ciddî ahlâkî zaaflarından dolayı; temsil ettikleri tevhid dâvâsına ve savundukları Kur’anî hakikatlere -iyi niyetle ve farkında olmadan da olsa- düşman kazanmanın suçuyla yargılanabilecekleri endişesi taşımalıdır. Tevhid ahlâkı bunu gerektirir. İşte bu endişeyi taşıyan bir muvahhid genç, tüm insanlarla, tabii önce ailesi ve yakınlarıyla hastalıklı bir ilişki veya ilişkisizlik içinde olamayacak; “en yüce ahlâk üzere olan”2787 Rasûlullah’ı örnek alacak, çevresine ihsan ve ıslahı çiçek çiçek yayacak, toplumun diğer fertlerince örnek gösterilecektir.
Ana Babaların Çocuklar Üzerindeki Hakları
(Evlâtların Ebeveynlerine Karşı Görevleri)
İslâm ahlâkçıları, her insanın ve müslümanın sahip olduğu haklara ilâve olarak, çocukların ana babalarına karşı yerine getirmeleri gereken daha başka özel görevler de sıralamışlardır. Bunların başlıcaları, ebeveynin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya, huzurlu bir hayat yaşamalarını sağlamaya çalışmak, istemeden vermek, kendilerinden aşırı fedâkârlıklar beklememek, haklarında şikâyetçi olmamak, kusurlarını saklamak ve iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumak, dinî bakımdan ciddî olmayan kusurlarını görmezlikten gelmek, uyarılmaları dinî bir zarûret olan konularda bile ikazları incitmeden yapmak, hayatta iken ve öldükten sonra haklarında duâcı olmak, haram olmayan konularda isteklerini yerine getirmek, hayır ve ibâdetlerine yardımcı olmak gibi dinin ve örfün belirlediği ahlâk kurallarıdır. Bu konuda hadislerde yer alan bir önemli husus da ebeveynin ölümlerinden sonra hâtıralarını yaşatmak üzere onların dostlarıyla ilişkiyi devam ettirme gereğidir ki, bu da evlâda düşen bir vefâ ve kadir bilirlik borcudur. 2788
İtaat: Evlâtların ana babalarına karşı en önemli görevleri onlara itaat etmek, yapılması haram olmayan isteklerini yerine getirmektir. Kur’an, ana babaya
2786] 2/Bakara, 83
2787] 68/Kalem, 4
2788] T. D. Vakfı İslâm Ans. 3/104
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihsan/iyilik yapmayı emreder ve şirki emrettiklerinde onlara itaat edilmemesi gerektiğini belirtir.2789 Şirkin ve Allah’a isyanın dışındaki hususlarda onlara itaat edilmesi gerektiğini dolaylı yoldan Kur’an emretmiş olur. Hadis-i şeriflerde bu konu, daha belirgindir. “Allah size annelerinize itaatsizliği... haram kıldı.”2790 Âyet ve hadislerden anlaşılacağı gibi, ana babaların meşrû istek ve arzularını yerine getirmek, onlara karşı çıkmamak dinin önemli emirlerindendir. Allah’a şirk koşmayı, Allah’ın emrettiği/farz kıldığı bir şeyi yapmamasını, haram kıldığı şeyleri yapmasını emrederse, onların bu istekleri yerine getirilmez. Kesin haram olmayan, şüpheli konularda ise, çoğu âlime göre ana babaya itaat tavsiye edilir. İmam Gazâli şöyle der: Haram veya helâl oluşu kesin olmayan şüpheli işlerde ana babaya itaat lâzımdır; haramlığı kesin olan işlerde ise onlara itaat icab etmez. Âlimlerin çoğu bu görüştedir. Çünkü şüpheden kaçınmak takvâdır, ana babaya itaat ise kesin bir emirdir. 2791
Şöyle bir soru hatıra gelebilir: Ana ve babadan her ikisinin hakkını gözetmek mümkün olmazsa, yani birini gözetirken diğeri bundan rahatsız olursa, ne yapmak gerekir? Buna şöyle cevap verilir: Hürmet ve tâzim icab eden işte babanın hakkı tercih edilir. Hizmet ve nafakaya dair işlerde ise anne tercih edilir. Meselâ, anne ve baba ikisi beraberce çocuklarının yanına gelseler, çocuk baba için ayağa kalkar. Evlâdından bir şey istediklerinde önce annesine verir. Evlatta, ana babadan yalnız birine yetecek kadar bir nafaka bulunmuş olsa; anne, babaya tercih edilir. Çünkü anne, çocuk için daha çok zahmet çekmiştir, ona karşı şefkati daha fazladır, onu karnında taşımış ve emzirmiştir, fedâkârlığı daha fazladır. Hadis-i şeriflerden rahatlıkla anlaşılacağı gibi annenin hakkı üç, babanın hakkı bir’dir.
Ana Babaya İyi Davranmak: Allah Kur’an’da ana babaya iyilik yapmayı defaatla emretmiş, kaba ve saygısızca davranışı yasaklamıştır. Ana baba çocuklarına yeteri kadar iyilik yapmamış olsalar, hatta bazı zararları dokunmuş olsa da, çocuklar, onlara yine de iyi davranmak zorundadır. Çünkü insanlar yaşlandıkça çocuklaşır. Çocukluğumuzdaki yanlış ve zararlı davranışlarımızı güler yüzle karşılayanlar bize muhtaç duruma gelince onlara, bize yaptıkları gibi iyi davranmamız, aynı zamanda bir şükran borcudur.
Maddî İhtiyaçlarını Gidermek: Yaşlanıp kendi ihtiyaçlarını temin edemez hale gelince, ana ve babaların bütün ihtiyaçlarını temin etmek çocukların görevidir. Bu vazife, sadece ahlâkî değil; aynı zamanda hukuken de yükümlülüktür. Bu görevini yerine getirmeyen kimse, İslâmî yönetim tarafından buna zorlanır. Allah bu görevi evlâtlara yüklemektedir: “Sana neyi (Allah yolunda) infak edeceklerini/harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Hayırdan harcadığınız şey, ebeveyn, akrabalar/yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular içindir. Hayır/iyilik olarak ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.”2792 Ashâb-ı Kiram’dan Ebû’d-Derdâ, Hz. Peygamber’in kendisine dokuz önemli şey tavsiye ettiğini, bunlardan birinin de; ana-baba başta olmak üzere aile fertlerinin ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu belirtir.2793 Yine, Peygamberimiz (s.a.s.) cihada katılmak isteyen bazı sahâbeyi, ihtiyaçlarından dolayı, ana
2789] 29/Ankebût, 8
2790] Buhârî, Edeb 4
2791] Edebu’l Müfred, Ahlâk Hadisleri, c. 1, s. 20
2792] 2/Bakara, 215
2793] Bk. Buhâri, Edebu’l Müfred Terc. 1/25-26
ANA-BABAYA İHSAN
- 753 -
babasının yanına göndermiştir.
Saygısızlık Etmemek: İslâm ümmetinin prensibi, büyüklere saygı, küçüklere sevgidir. Saygıya en lâyık olanlar, saygıda kusur etmeyi aklımızdan geçirmememiz gerekenler de ana ve babalarımızdır. Peygamberimiz, ashâbına büyük günahları sırasıyla şöyle sayıyordu: “Allah’a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemek.” 2794
Rızâlarını Almak: İnsanın dünyadaki en büyük görevi, şüphesiz ki Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bundan hemen sonra, rızâsını almamız gerekenler ise, ana babalarımızdır. Çünkü Kur’an’da Allah, kendisine ibâdetten hemen sonra ebeveyne iyiliği emretmiştir.2795 Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Allah’ın rızâsı, babanın rızâsında, gadabı da babanın gadabındadır.”2796 buyurmuştur. İyilik yapılmada hakkı babadan önce gelen annenin durumu da, tabii ki böyledir. O yüzden Peygamberimiz, çok öfkeli bir şekilde ve üç defa tekrar ederek “Yazıklar olsun o kimseye!” dediğinde, ashâb-ı kirâm; ‘kimdir o ey Allah’ın rasûlü?’ diye sorunca; “Ana babası veya bunlardan birisi yanında ihtiyarladığı halde, cennete giremeyip cehennemi boylayan kimse.” der. 2797
Kötü Söz Söylememek: Onları incitecek her tür kötü söz ve davranıştan kaçınmak gerekir. Bu kötü davranışların ebeveyne doğrudan yapılması haram olduğu gibi, onlara kötü söz söylenmesine sebep olmak da haramdır. Kur’an’ın “onlara öf bile demeyin”2798 diye her çeşit kaba ve kötü sözün sembolü olarak bunu yasaklaması yanında, peygamberimizin şu hadis-i şerifi de çok dikkat çekicidir: “Bir kimsenin ana babasına sövmesi büyük günahlardandır.” Ashâb-ı kirâm: ‘Bir kimse ebeveynine nasıl sövebilir?’ diye hayretle sorunca, Efendimiz (s.a.s.): “Biri başkasına kötü söz söyler, o da tutar bunun ebeveynine söver” diye cevapladı. 2799
Öldüklerinde Hayırla Anmak, Duâ Etmek: Ana babanın ölmesiyle evlâdın onlara karşı sorumlulukları bitmez. Onların temiz hâtıralarını devam ettirmek, hayırlı evlât olarak onların öldükten sonra da amel defterlerine sevaplar yazdırmak gerekir. İnsanları insan yapan, bir bakıma, nesilden nesile miras olarak ulaşan bu güzel duygular ve hâtıralardır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Sevgi, verâset yoluyla kazanılır.”2800 Mü’min ana babayı hayırla anmak, bağışlanmaları için duâ etmek, Allah’ın Kur’an’da bize öğrettiği duâlardandır: “Ey Rabbimiz! İnsanların hesaba çekileceği kıyâmet gününde beni, annemi, babamı ve bütün mü’minleri bağışla.” 2801
Ashabdan biri, ‘Ölümlerinden sonra da ebeveynim için yapmam gereken bir iyilik var mı?’ diye Rasûlullah’tan sorunca, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Evet, dört haslet vardır: Onlara hayır duâda bulunmak; Allah’tan bağışlanmalarını dilemek; Varsa vasiyetlerini yerine getirmek; Dostlarıyla ilişkiyi devam ettirip ikramda bulunmak; Akrabalarıyla ilişkiyi devam ettirmek ki, senin bütün akrabaların ancak onlar
2794] Buhârî, Edeb 6
2795] 17/İsrâ, 23; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151
2796] Tirmizî, Birr 3; Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/4
2797] Müslim, Birr 9
2798] 17/İsrâ, 3
2799] Buhârî, Edeb 4
2800] Buhâri, Edebu’l Müfred, 22
2801] 14/İbrâhim, 41
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vasıtasıyla var olmuştur.”2802 Ölümlerinden sonra yapılacak duânın ebeveyne faydasını Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle dile getirir: “İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak, şu üç şeyle sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, insanların faydalanacağı bir ilim ve arkasından hayır duâ eden bir evlât.” 2803
Anne babaya karşı iyi, güzel olan her davranışı yapmaya gayret etmek; kötü, çirkin her hareket ve sözden sakınmak onlara karşı evlâdın görevlerindendir. Hayatta ve öldükten sonra ebeveynlerine karşı görevlerini yerine getiren, onları memnun edip hayır duâlarını alan kimse, dünya ve âhiretin en büyük mutluluklarından birini kazanmış olur. Çünkü Peygamberimiz, bu kimselerin bereketli ve uzun bir ömre sahip olacaklarını, ebeveynin kendileri için yapacakları duâların Allah tarafından mutlaka kabul edileceğini ve cenneti kazanacaklarını müjdelemektedir.
“Evlât, hiçbir iyilikle babanın hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olmuş bir vaziyette bulur da satın alarak hürriyetine kavuşturursa hakkını ödeyebilir.”2804 Üzerimizde bu kadar çok emek ve hakları olan anne ve babalarımızı sevmek ve onların sevgisini ve duâsını kazanmak en önemli ahlâkî görevlerimizdendir. Bu vazife, hayatta iken onlara karşı hürmet, şefkat ve merhamet göstermekle kendilerini hoşnut etmeye çalışmakla yerine getirilir. Anne babayı gerçekten sevmenin, “onları seviyorum” demekten ibaret olmadığını, sevginin bir bedeli olduğunu, onlara karşı maddî-mânevî her türlü görevin yerine getirilerek bu sevginin ispat edileceğini unutmamamız gerekir. Anne ve babaya her türlü ikram ve ihsanda bulunmak, onların ihtiyacı olduğu takdirde ihtiyaçlarını gidermek, onlara kırıcı sözler söylemeyip daima tatlı dilli olmak, en güzel tavır ve davranışlarla karşılık verip onları üzmemek dinimizin tavsiyelerindendir. Yaşlandıklarında her türlü hizmetlerine koşmak, ihtiyaçları varsa onları yedirip giydirmek, hastalık anlarında tedavi ve bakımlarını yaptırmak, her müslüman evlâdın görevidir. 2805
Evlât/yavru sevgisi, bütün hayvanlarda da görülen bir içgüdüdür, Allah’ın onların yaratılışlarına yerleştirdiği bir sünneti, kanunudur. İnsanda da evlât sevgisi, yaratılıştan gelen fıtrî bir sevgidir.2806 Hz. Âdem ve Havvâ’dan itibaren tüm anne babalardaki bu fıtrî meyilden dolayı, çocuklarının bakım ve geçimini hemen her ana baba yerine getirir. O yüzden “evlatlarınızı sevin, onlara merhametle muâmele edin” gibi emir Kur’an’da yer almaz, zaten fıtratta olduğundan sevmemesi, ilgisiz kalması pek düşünülemez. Hz. Âdem’le Havva’nın ana babası olmadığından olsa gerek, insanın ana babasına sevgi ve saygısı fıtratın mecbur ettiği hususlardan değildir. Fıtrattaki güzelliklere ters düşmediği ve vicdanın, mantığın, kadir bilmenin, teşekkür etme ihtiyacının gereği olan sevgi ve saygıyı, ihsanı, aynı zamanda tüm kutsal kitaplar gibi Kur’an da ısrarla emretmiştir.
Ana babaya ihsan, dünyada huzur ve güzelliklerin kaynağı, âhirette cennetin sebebi olacaktır. Aksi ise, huzursuzluk ve azab...
2802] Buhârî, Edebu’l Müfred, 19
2803] Buhârî, Edebu’l Müfred, 19
2804] Buhârî, Edebu’l Müfred Terc. 1/14
2805] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 139 vd.
2806] 3/Âl-i İmrân, 14
ANA-BABAYA İHSAN
- 755 -
Ana-Babaya İhsan Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- İhsân Kelimesinin Kökü Olan Husn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 187 Yerde): 2/Bakara, 58, 83, 83, 112, 138, 178, 195, 195, 201, 201, 229, 236, 245; 3/Âl-i İmrân, 14, 37, 37, 120, 134, 148, 148, 172, 195; 4/Nisâ, 36, 40, 59, 62, 69, 78, 79, 85, 86, 95, 125, 125, 128; 5/Mâide, 12, 13, 50, 85, 93, 93; 6/En’âm, 84, 151, 152, 154, 160; 7/A’râf, 56, 95, 145, 168, 131, 137, 156, 161, 180; 8/Enfâl, 17; 9/Tevbe, 50, 52, 91, 100, 107, 120, 121; 10/Yûnus, 26, 26; 11/Hûd, 3, 7, 88, 114, 115; 12/Yûsuf, 3, 22, 23, 36, 56, 78, 90, 100; 13/Ra’d, 6, 18, 22, 29; 16/Nahl, 30, 30, 41, 62, 67, 75, 90, 96, 97, 122, 125, 125, 128; 17/İsrâ, 7, 7, 23, 34, 35, 53, 110; 18/Kehf, 2, 7, 30, 31, 86, 88, 104; 19/Meryem, 73, 74; 20/Tâhâ, 8, 86; 21/Enbiyâ, 101; 22/Hacc, 37, 58; 23/Mü’minûn, 14, 96; 24/Nûr, 38; 25/Furkan, 24, 33, 70, 76; 27/Neml, 11, 46, 89, ; 28/Kasas, 14, 54, 61, 77, 77, 84; 29/Ankebût, 7, 8, 46, 69; 31/Lokman, 3, 22; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 21, 29, 52; 35/Fâtır, 8; 37/Sâffât, 80, 113, 105, 110, 121, 125, 131; 38/Sâd, 25, 40, 49; 39/Zümer, 10, 10, 18, 23, 34, 35, 55, 58; 40/Mü’min, 64; 41/Fussılet, 33, 34, 34, 50; 42/Şûrâ, 23, 23; 46/Ahkaf, 12, 15, 16; 48/Fetih, 16; 51/Zâriyât, 16; 53/Necm, 31, 31; 55/Rahmân, 60, 60, 76; 57/Hadîd, 10, 11, 18; 59/Haşr, 24; 60/Mümtehine, 4, 6; 64/Teğâbün, 3, 17; 65/Talâk, 11; 67/Mülk, 2; 73/Müzzemmil, 20; 77/Mürselât, 44; 92/Leyl, 6, 9; 95/Tîn, 4.
B- İhsân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 83, 178, 229; 4/Nisâ, 36, 62; 6/En’âm, 151; 9/Tevbe, 100; 16/Nahl, 90; 17/İsr3a, 23; 46/Ahkaf, 15; 55/Rahmân, 60, 60.
C- İhsan Sahibi Anlamındaki Muhsin ve Çoğulu Muhsinûn/Muhsinîn (ve Muhsinât) Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 58, 112, 195, 236; 3/Âl-i İmrân, 134, 148; 4/Nisâ, 125; 5/Mâide, 13, 85, 93; 6/En’âm, 84; 7/A’râf, 56, 161; 9/Tevbe, 91, 120; 11/Hûd, 115; 12/Yûsuf, 22, 36, 56, 78, 90; 16/Nahl, 128; 22/Hacc, 37; 28/Kasas, 14; 29/Ankebût, 69; 31/Lokman, 3, 22; 33/Ahzâb, 29; 37/Sâffât, 80, 105, 110, 113, 121, 131; 39/Zümer, 34, 58; 46/Ahkaf, 12; 51/Zâriyât, 16; 77/Mürselât, 44.
D- Ana-Babaya İhsân ve Onlara Karşı Davranış Konusundaki Âyetler
a- Ana Babaya İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23-24; 29/Ankebût, 8; 46/Ahkaf, 15.
b- Ana Babaya Vermek: 2/Bakara, 215.
c- Ana Babaya Karşı İyi Niyetli Olmak: 17/İsrâ, 25.
d- Ana Babaya Kötü Söz Söylemekten Sakınmak: 17/İsrâ, 23.
e- Ana Babaya Güzel Söz Söylemek: 17/İsrâ, 23.
f- Ana Hakkı: 31/Lokman, 14; 46/Ahkaf, 15.
g- Ana Babaya İtaat: 31/Lokman, 14.
h- Ana Babanın İman Dâvetine katılmayanlar: 46/Ahkaf, 17-18.
i- Allah’a Şirk Koşma Konusunda Ana Babaya İtaat Yoktur: 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15.
j- Ana Babayı ve Akrabayı Allah’tan ve Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24.
k- Kâfir Ana Babanın Dostluğu: 9/Tevbe, 31/Lokman, 15.
l- Ana Baba İçin Duâ: 14/İbrâhim, 41.
E- Akrabaya İhsan Konusunda Âyetler
a- Akrabaya İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36.
b- Akrabaya Vermek: 2/Bakara, 177, 215; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 26; 24/Nûr, 22; 30/Rûm, 38.
c- Akrabalık Bağlarını Korumak: 4/Nisâ, 1; 13/Ra’d, 21, 25.
d- Münâfıklar, Akrabalık Bağlarını Keserler: 47/Muhammed, 22.
e- Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47.
F- Sıla-i Rahim (Akrabayı Ziyaret)
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Akrabayı Ziyaret Etmek: 30/Rûm, 38.
b- Sıla-i Rahmi Kesmekten Sakınmak: 47/Muhammed, 22.
c- Akrabalık Bağlarını Korumak: 4/Nisâ, 1; 13/Ra’d, 21, 25; 47/Muhammed, 22.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 404-406
2. El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 195-200
3. El-Mîzan Fî Tefsîri’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. s. 1, s. 307-309
4. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 164-165
5. Kur’ân-ı KerimŞifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 174-177
6. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 179-185
7. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 103-104
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 139-141, 91-92; c. 4, s. 217-218; c. 6, s. 402-403
9. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 3, s. 101-105
10. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 90-104
11. Edebu’l Müfred, Ahlâk Hadisleri, Buhâri, Sönmez Y. c. 1, s. 1-160
12. Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılâb Y. s. 65-73
13. Ana Baba Hakları, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat
14. Ana Baba Hakları, M. Cemal Öğüt, Salah Bilici Kitabevi
15. Ana Baba Hakları, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
16. Ana Baba Haklarının Fazileti, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
17. Ana Baba ve Komşu Hakları, Naim Erdoğan, Alioğlu Y.
18. Anne-Baba Biz Suçluyuz, Ali Şeriati, Seçkin Y.
19. Ana Baba ve Çocuk, Haluk Yavuzer, Remzi Kitabevi
20. Çocuk ve Anne Baba İlişkileri, Aydın Demirsar, Redhouse Y.
21. Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. 2/478-549, 16/339, 17/470, 509.
ALLAH (C. C.)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ALLAH (C. C.)
• Allah Lafzı; Anlam ve Mâhiyeti
• Allah’ın Sıfatları
• Allah’a İnanmak
• “Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
• Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak
• Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a İman ve O’nun Bazı İsim ve Sıfatları
• Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Bazıları
• Ru’yetullah; Allah’ın Görülmesi
• Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri (Esmâu’l-Husnâ)
• Allah Lafzı Yerine “Tanrı” Kavramı
• Allah Teâlâ’nın Birliği
• Allah Sevgisi
• Allah’ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
• Allah’ı İnkar Etmede Önemli Olan Üç Etken
• Allah’sız Bir Dünyayı Kimler İster?
• Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
• Allah’ı Düşündüren Kâinat Âyetleri
• Yegâne Yaratıcı Allah’ı İnkâr Edenleri Düşünmeye Dâvet
• Allah’ı İnkâra Dayalı Felsefî Akımlar
• Allah Nerede?
• Tesadüf Nedir? Bu Kâinat, Tesadüf Eseri Olarak Oluşabilir mi?
• Allah Lafzıyla Yapılan Kavram ve Deyimler Sözlüğü
• Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları
• Elfâz-ı Küfür ve Allah Lafzı
• Allah’la İlgili Yakışıksız Sözler
“Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, Hayy ve Kayyûmdur. Kendisini ne uyku yakalar, ne de uyuklama. Semâvât ve arzda bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan katında hiçbir kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.). O’nun dilemesi hâriç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, yücedir, büyüktür.” 1994
1994] 2/Bakara, 255
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Lafzı; Anlam ve Mâhiyeti
Allah; Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Hüdâ’ya ait özel isimdir. Allah; En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma’buddur. Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da.
Allah ismi, ifâde ettiği İlâhî mânâsıyla yalnız Allah’a aittir ve hiçbir kelime bu ismin anlamını ve muhtevâsını ifâde gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz.1995 İsmin, ait olduğu yaratıcı, bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda “şehirler” denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için “İstanbullar” denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah Teâlâ’nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe’de Tanrı, Farsça’da Hudâ, İngilizce’de God, Fransızca’da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler “Allah” gibi özel isim değildir. İlâh, rab, ma’bud gibi cins isimdirler. Arapça’da ilâhın çoğuluna “âlihe”, Rabbin çoğuluna “erbâb” denildiği gibi Farsça’da Hudâ’nın çoğulu da “hudâyân” ve lisanımızda da “tanrılar”, rablar, ilâhlar, ma’budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma’bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah’ın dışında gerçek olmayan bir nice ma’bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar’da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Hâlbuki “Allahlar” denilmemiş ve denilemez. Mânâsındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.
İlâh, Diyö, God, Tanrı gibi tercümeler Allah lafzı yerine kullanıldığında; İslâm’ın temel ilkesi olan “Lâ ilâhe illâllah” tevhid kelimesi, meselâ Fransızca’ya tercüme edildiği zaman “Diyö’den başka Diyö yok” Türkçe’ye aktarılmasında “İlâhtan başka ilâh yoktur.” denir. O zaman da Allah kelimesi “ilâh” kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid “tanrı” kelimesiyle Türkçe’ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. “Allah” kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, her şeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibâdet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibâdete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi
1995] 19/Meryem, 65
ALLAH (C. C.)
- 533 -
‘zat’ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah’ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibâdet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibâdete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.
İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dini inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlerine göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz. Âdem’in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı1996 ve bu konuşmada Âdem’in -insanın- yeryüzünde halife olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah’a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah’a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Her doğan insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar, onu Mecûsi, Hristiyan veya Yahûdi yapan ana ve babasıdır.” 1997 hadisi ve “Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah’a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler).”1998 âyeti de keza Allah inancının -her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.
Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl da olsa bir dine, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden, merhamet eden bir varlığın mevcûdiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir. “Biz, bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 1999 derler. Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, din fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah’a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah’ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah’a îmanla mükelleftirler.
Akıl ile Allah’ın bilinebileceğine, birçok âyet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim’in daha çocukluk dönemlerinde iken
1996] 2/Bakara, 30
1997] Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17
1998] 10/Yûnus, 23
1999] 39/Zümer, 3
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek “...Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O’na şirk/ortak koşanlardan değilim.”2000 âyetidir. Mâturîdiyye mezhebine göre Allah’a iman, insan fıtratının icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. “Akıl ve nazar ‘marifetullah’da kâfidir” derler. “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın varlığında şüphe mi vardır?”2001 âyetini delil gösterirler. Eş’ariye imamları ise “akıl ve nazar ‘marifetullah’da kâfi değildir” derler ve “Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz.”2002 âyetini delîl gösterirler. Netice olarak, semâvât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah’ın varlığını ispat eden delîller vardır. 2003
Allah’ın zâtı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. Çünkü Allah’ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O’na denk değildir.2004 Gözler Onu idrak edemez.2005 Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah’ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah’ın varlığına, birliğine, yani, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mü’min, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah’ın varlığına inanması gerekir. Allah’ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah’ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir.
Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
a) Vâcibu’l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ’dır.
b) Mümkinu’l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah’ın dışında tüm yaratıklar böyledir .
c) Mümteniu’l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah’ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah’ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah’tır. Kur’an’da Allah hakkında vârid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecâzî vasıflamalardır.2006 Bu sıfatlarla Allah’ı cisimlendirme veya
2000] 6/En’âm, 79
2001] 14/İbrâhim, 10
2002] 17/İsrâ, 15
2003] 2/Bakara, 164
2004] 112/İhlâs, 1-5
2005] 6/En’âm, 103
2006] Bk. 5/Mâide, 69; 38/Sâd, 75; 39/Zümer, 67; 54/Kamer, 14; 2/Bakara, 109, 274; 6/En’âm, 52; 18/Kehf, 27. âyetler
ALLAH (C. C.)
- 535 -
bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir.
Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O rahmân ve rahîmdir. 2007 Üç yüz altmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini duyunca hayret etmişler, “Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir.” demişlerdi. Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip Allah’ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde ta, sıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine) delîller vardır. “ 2008
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanması için o konuda ispat edici deliller aranır. Allah’ın varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller vardır.
Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.
A) Aklî deliller
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah’ın varlığını ispat. Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu’l-vücud olması gerekir. Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ’dır. bu halde bu âlem vâcibu’l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, sûretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah’tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir. Söyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere “ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi. Hâlbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır.
2007] 2/Bakara, 163
2008] 2/Bakara, 164
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu’l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ’dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu’l Vücud değilse Mümkiniu’l-Vücud’tur. Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır. Şâyet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah’tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah’tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, her şeyi bilen ve her şeye güç yetiren Allah ‘tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir. Teselsül ise bâtıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da, Vâcibu’l-Vücud olan Allah’tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah’tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah’tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-tercih eden ise Allah’tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da her şeyin yaratıcısı olan Allah’tır.
ALLAH (C. C.)
- 537 -
3- İbdâ’ ve İllet-i Gâiyye Delîli
İçinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah’ı bilmek, tanımak ve O’na ibâdet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu’l-Vücud olan Yüce Allah’tır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu delîli dile getiren birçok âyet vardır. 2009
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah’ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur’an’ın birçok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir. Aklı delillere ilâveten Allah’ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastımız, Allah’ın varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi isteyen Kur’an âyetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu âyetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
1- “Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik.” 2010
2- “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.” 2011
3- “Allah’ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay’a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.” 2012
4- “Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi? Siz mi onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir. (Size
2009] 2/Bakara, 22; 78/Nebe’, 6-16, ...
2010] 78/Nebe’, 6-16
2011] 2/Bakara, 164
2012] 71/Nûh, 15-18
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, hayret ederdiniz. ‘biz borçlandık, doğrusu biz yoksun bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. , Şükretmeniz gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık. Öyleyse Ulu Rabb’inin adını yücelt.” 2013
5- “Yer ve gökleri yaratan Allah Teâlâ’nın varlığında şüphe edilir mi?” 2014
6- “Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka “Allah” derler, “Hamd Allah’a lâyıktır” de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” 2015
7- “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. işte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 2016
Allah Teâlâ’nın Sıfatları
İslâm’da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı Allah’a imandır. Allah’a iman ise; yalnız Allah’ın mücerret zat-ı İlâhîsine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı hakkında vaâip olan “Kemâl sıfatlarıyla”, yüce zâtına vasfedilmesi mümkün olmayan “noksan sıfatlar”a ve zat-ı İlâhîsi hakkında inanılması câiz olan sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur. Allah’ın sıfatları; zâtî ve sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınır.
Allah’a iman etmek için Allah’ı bilmek lâzımdır. Fakat Allah’ın zâtı ve mâhiyeti bilinemez. İnsanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. Allah ancak isimleri, sıfatları ve fiilleri (yaratmak, rızık vermek gibi) ile bilinir. O halde Allah’a iman O’nda bulunması ve bulunmaması gereken sıfatları ve O’na mahsus isimleri bilmek ve inanmaktır. Allah Teâlâ’ya doğru olarak inanmak ve yüce varlığını iyi tanıyabilmek için O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilmek gerekir.
Meşhur sınıflamaya göre Allah Teâlâ’nın 14 tane sıfatı vardır. Bunlardan 6 tanesi zati, 8 tanesi ise subuti sıfatlarıdır. Zati sıfatlar sadece ve sadece Allah Teâlâ’da bulunan, O’nun haricinde hiç bir varlıkta bulunmayan sıfatlardır. Ama subuti sıfatları ise, Allah’tan başka bazı varlıklarda da sınırlı bir şekilde bulunabilen sıfatlardır.
a) Zâtî Sıfatlar (Sıfat-ı Selbiyye)
Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatları 6 tanedir.
1- Vücut: Var olmak demektir. Bütün bu kâinatı yaratan ve düzenleyen Allah vardır. Bu sıfat, Allah’ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en büyük varlık O’dur. O’nun varlığı, her şeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın varlığı O’nun varlığına en büyük şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var
2013] 56/Vâkıa, 58-74
2014] 14/İbrâhim, 10
2015] 31/Lokman, 25
2016] 30/Rûm, 30
ALLAH (C. C.)
- 539 -
olabilir, ne de yok olabilir. Hâlbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir .
Allah’ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; İlâhî vücudu, zatının gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah’a “Vâcibu’l Vücud” denmiştir. Allah’ın zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah’ın İlâhî vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah’ın var olduğuna inanmaktır. O’nun varlığına inanmamızı gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik.
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir. Allah’ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür.
2- Kıdem: Allah’ın varlığının öncesinin olmamasıdır. Yani, önceden yok iken sonradan yaratılmış değildir. Her yaratılan şeyin muhakkak evveli vardır. Allah Teâlâ tek yaratıcı olduğundan O’nun evveli yoktur. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “O ilktir (kendinden önce hiçbir varlık yoktur.), sondur (kendinden sonra bir varlık yoktur, her şey yok olurken O kalacaktır.), O zâhirdir, bâtındır.” 2017
Allah Teâlâ, varlığı, zâtının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah’ın var olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır. Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Hâlbuki Allah’ın vücudu, zatının icabıdır. Yani varlığı kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.
Kıdem sıfatının zıddı “Hudûs -sonradan var olma-” sıfatıdır. Allah kadîm olduğu için O’nun hâdis olması aklen mümkün değildir.
3- Beka: Allah’ın varlığının sonu olmaması demekıir. Allah Teâlâ ebedidir. O’nun ne geçmişte ne gelecekte var olmadığı ve var olmayacağı bir zaman düşünülemez. Tek yaratıcı olan Allah’tan başka bütün her şey yok olmaya mahkumdur ve yok olacaktır.
Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur. O daima vardır. Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadîm ve ezelî; hem de bâkî ve ebedîdir. “O, evvel ve ahirdir.”2018; “Kâinattaki her şey fânîdir/yok olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb’imin zâtı bâkî’dir, ebedî’dir.”2019 Bu âyet-i kerimeler, Allah’ın bâkî olduğunun delilleridir. Allah’ın
2017] 57/Hadid, 3
2018] 57/Hadîd, 3
2019] 55/Rahmân, 27
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah’ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez. Zira vacibü’ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam ettirememe âcizliktir. Âcizlik ise noksanlıktır. Allah noksanlıktan münezzehtir. O’nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bâkîdir, varlığının sonu yoktur.
Beka’nın zıddı “fenâ (bir sonu olmak)”dır. Allah’ın fânî olması ise aklen muhaldir.
4- Vahdâniyet: Bir olmak demektir. Allah zatında, sıfatlarında ve fiilerinde eşi, dengi ve benzeri olmayan birdir. Allah Teâlâ mutlak birdir. Bir kağıdı veya tebeşiri ikiye, üçe, dörde veya daha fazla parçaya bölebilirsiniz. Alahü Teâlâ iki veya daha fazla olması düşünülemeyen birdir. Hıristiyanlar Allah’ın; kutsal ruh, oğul, ve babadan meydana geldiği inancı yüzünden sapıtmışlar ve şirke düşmüşlerdir.
Allah Teâlâ sıfatlarında da birdir. Allah’tan başka hiçbir varlık sıfatlarında bir değildir. Mutlaka bir veya bir kaç sıfatıyla diğer varlıklarla ortak durumdadır. Mesela, güneş ve ay bir tanedir. Fakat onlar gibi parlak ve yuvarlak başka gök cisimleri vardır ve onlara benziyordur. Allah Teâlâ böyle değildir, O’nun sıfatları öyle birdir ki, aynı sıfatların başka bir varlıkta bulunmasına imkan yoktur.
Allah, fiilleri itibariyle de birdir. Meselâ, yaratmak Allah’ın fiillerindendir. O’ndan başka hiç bir varlığın, bir şeyi yoktan var etmesi düşünülemez.
Allah’ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan “birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak”, Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır. Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini “Allah’ın birliği” sıfatı oluşturur. Bu inanca “Tevhîd Akîdesi” denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların Rabb’ıdır. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O’dur. O’nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’nun eşi ve benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah’ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş. Allah’ın birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibâdeti, insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah’tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir. Böylece İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek “beşer ırkında birlik” fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah’ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah’tan başkasına ibâdet etmemekle, ibâdetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibâdetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır.
Allah’ın birliğine delil olan âyetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
ALLAH (C. C.)
- 541 -
a) “De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığının devamını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur. Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbirşey O’nun dengi olmamıştır.” 2020
b) “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” 2021
c) “Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır?” 2022
d) “O’nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi.” 2023
e) “Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu.” 2024
Allah, zâtında, ilâhlığında, mâbud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah’ın varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah’tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da âciz-güçsüz olurdu. Âciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.
5- Muhâlefetü’n li’l-Havâdis: Sonradan var olanlara benzememek demektir. Allah (c.c.) sonradan var olanlara, yani yaratılmış varlıklardan hiçbirine, hiçbir yönden benzemez. İnsanın aklına geldiği, düşüncesinin ulaşabildiği her şeyden Allah mutlak sûrette başkadır. İnsan aklı Allah’ın zatının mahiyetini anlayamaz. Bu yüzden insanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. “O’na benzer hiçbir şey yoktur.” 2025
Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah’ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayalımizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen İlâhî bir varlıktır. Hayalımizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi zatını “O’nun benzeri yoktur. O, her şeyi işitendir, görendir.”2026 âyetiyle vasıflandırmıştır. Peygamberimiz de (s.a.s.), “Allah aklına gelen her şeyden başkadır.” buyurmuştur. Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu. Kadim ve bakî olan bir
2020] 112/İhlâs, 1-4
2021] 109/Kâfirûn, 1-6
2022] 35/Fâtır, 3
2023] 23/Mü’minûn, 91
2024] 21/Enbiyâ, 22
2025] 42/Şûrâ, 11
2026] 42/Şûrâ, 11
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü’n li’l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda, Allah’ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder.2027 âyetlerinde geçen “Allah’ın eli”, “Allah’ın yüzü”, ‘’Allah’ın arşı istiva-istilâ etmesi” gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış olması, Allah’ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecâzî anlamdadır. Allah’ın eli: Allah’ın kudreti; Allah’ın yüzü: Allah’ın zatı mânâsında kullanılmıştır.
6- Kıyâm Bi-nefsihî: Allah’ın varlığı ve varlığının devamlı olması kendindendir. Allah Teâlâ, var olması ve varlığını devam ettirmesi için hiç bir şeye muhtaç değildir. Allah, İhlas Sûresinde de belirttiği gibi Samed’dir, yani bütün varlıklar O’na muhtaçtır, O hiç bir şeye muhtaç değildir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmaktadır:“Allah elbette bütün âlemlerden ganî ve müstağnîdir.” 2028; “Ey insanlar! Siz, Allah’a muhtaçsınız. Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır.” 2029
Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır. Bu sıfatın zıddı olan “mutlak ihtiyaç” Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir. Buna mukabil Allah’ın varlığı kendi zatı’nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O’da Allah’tır. Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır. Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz.
b) Subûtî Sıfatlar
Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatları 8 tanedir.
1- Hayat: Allah’ın canlı, diri, yani hayat sahibi olması demektir. O devamlı olarak diridir, ölümsüzdür. Sonsuza kadar diri olarak kalacaktır. Allah, canlı olarak hayatta kalması için, yaratılmış varlıklar gibi bazı şeylere muhtaç değildir.
“Allah hayat sahibidir.”2030; “Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)’a güvenip dayan.”2031 âyeti ve benzeri âyetler Allah’ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder. Bu sıfat, Allah’ın zâtına vacip olan sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması, O’nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın zıddı ölümdür. Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır. Bir
2027] 48/Fetih, 10; 55/Rahmân, 27; 20/Tâhâ, 5
2028] 29/Ankebût, 6
2029] 35/Fâtır, 15
2030] 3/Âl-i İmrân, 2
2031] 25/Furkan, 58
ALLAH (C. C.)
- 543 -
varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz. İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah’ın diri olması zaruridir. Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez. Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. O hâlde Allah’ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir. Bu sıfat, ancak Allah’ta ezelî ve ebedîdir.
2- İlim: Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki her şeyi en küçük ayrıntısına kadar bilmesidir. Allah, olmuşu olacağı, açığı gizliyi, kalplerden geçenleri, her şeyi ezeli ilmiyle bilir. İlim, vâkıaya uygun olan kesin bilgidir. Hükemâya göre ilim, bir şeyin zihinde şekillenmesidir. İlmin karşıtı cehâlettir.
İlim iki kısma ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah’ın zatîna aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur.2032 Allah’ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık kavramının dışındadır. Allah’ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah’ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir. 2033
Gazâlî şöyle demektedir: “Allah, mâlûmâtın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kâinatta zerre kadar bir şey dahi onun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede, kara taşın üzerine, siyah karıncanın kımıldamasını da bilir, ondan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yanî kadîm ve ezelî ilmiyle bilir.” 2034
Kur’an’da şöyle buyurulur: “Sözünü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”2035 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu âyetin tefsirinde böyle der: “Allah’ın Latîf isminde iki tefsir vardır. Bunlardan birisi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Bu âyetten şunu da anlıyoruz ki, yaratan Allah (c.c.) yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin künhünü kalplerde saklı olan her şeyi bilen O’dur. Mükelleflerden sâdır olan gizli-açık, iyi-fenâ her söz ve fiil O’na nisbetle eşittir, onları bilir. 2036
Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah’ın ilmine göre farklılık arzetmemektedir. Allah’ın ilminin önüne cehalet geçmemiştir. O’nun ilmine unutma bulaşmaz, O, hiç bir zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Küll ve cüz’ü bilmedeki ilmi aynıdır. Küll’ü nasıl biliyorsa, cüz’ü de aynen öyle bilmektedir. Kâinattaki nizam, sağlamlık ve ahenk O’nun ilminin şümûlüne (genişliğine) apaçık bir delildir. 2037
2032] Cürcani, et-Ta’rîfât
2033] Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, 22-23
2034] Gazâlî, İhyâ, l, 124
2035] 67/Mülk, 13-14
2036] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 5222
2037] Seyyid Sâbık, el-Akaid el-İslâmiyye, 67
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın ilminden hiç bir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O’nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur’an’ın birçok âyetinde zikredilmektedir. Bu âyetlerden bir kaçının meali şöyledir: “Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz.”2038; “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. O’nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Yani levh-i mahfuzda veya Allah’ın ilmindedir.”2039; “Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur, bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” 2040
Allah’ın ilmini ispat etmek için bir delile ihtiyaç yoktur. Âlemdeki nizam, hikmet sahibi bir bileni iktizâ eder. İlim sıfatının kâinata taalluku vardır. O’nun ilmi, varlığı câiz olana ve mümkün olana taalluk ettiği gibi, müstahîl (imkânsız) olana da taalluk eder. Hiç bir şey ilim sıfatının taallukundan hâriç olamaz. ilmin taalluku vukûa tâbidir. Yani ilim tasavvuru vakıa ve gayrı vakıa şâmildir. İlim sıfatı, irâdeden başkadır. Makdûrâtın muhassısı (tahsis edicisi) değildir. Malum asıldır; ilim, malumatın süreti ve hikayesidir. Bir şeyin sûret ve hikâyesi o şeyin fer’idir (bölümüdür). İlim, mâlumdan mukaddem (önde) olursa, ona ilm-i fiilî denir. Cenâb-ı Hakk’ın masnûâta (sonradan ortaya çıkmış şeylere) ait ilm-i İlâhîsi, ilm-i fiilîdir. İlim sıfatı, vücut gibi mütekâmil bir sıfattır. Vâcibin varlığı için gereklidir. Cenâb-ı Hakk, zâtı ve sıfat-ı barı gibi vacibleri, şerîk-i barı gibi mümtenîleri -mevcut olsun veya olmasın bilir. Madum olan şeylerin mevcut olacak (varlık alemine çıkacak) ve mevcut olmayacak (varlık alemine çıkmayacak) kısımlarını tam ayrıntılarıyla bilir. Madumlar sonsuz olduğuna göre Allah’ın ilmi de sonsuzdur. Malumat müteceddit (yenilenen) oldukça ilm-i İlâhînin de taalluku yenilenir. Böylelikle eşyanın cüziyatı (ayrıntıları) da Allah’ın ilmi kapsamına girer. Aynaya yansıyan şekil ve sûretlerin değişmesi, aynının değişmiş olduğu anlamına gelmediği gibi, Allah’ın ilminin taalluku, O’nun gerçek bir sıfatı olan ilminin de değişmiş olmasını gerektirmez. Binaenaleyh Allah’ın ilminin taalluku ezelîdir. O’nun ilmi zatından başka bir şeye muhtaç değildir. 2041
3- Semî’: Allah’ın her şeyi iştmesidir. Allah kulağa ihtiyaç duymadan her şeyi işitir. O’nun duymayacağı hiç bir ses, hiç bir fısıltı yoktur. İnsanların duyamadıkları, ama gerçekte var olan tüm sesleri duyar.
İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelen es-Semi’ ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp birçok âyette2042 görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.
Semi’, bazen duâların kabulü mânâsına “Semiu’d-duâ’” (duâyı tam anlamıyla
2038] 10/Yûnus, 61
2039] 6/En’âm, 59
2040] 59/Mücâdele, 7
2041] İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, 105-107; D. Ali Türkmen, Şamil İslâm Ansiklopedisi, İlim Maddesi
2042] 34/Sebe’, 50; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 17/İsrâ, 1
ALLAH (C. C.)
- 545 -
duyan, işiten) anlamına gelir. Meselâ; bazı âyetlerde2043 Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyya peygamberlerin duâalarında gördüğümüz “duâları çok işiten, yani çok kabul eden” mânâsındaki “semiu’d-duâ’” bunu göstermektedir. 2044
Semi’, Cenâb-ı Allah’ın sıfat-ı subûtiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen sıfatlarından biri olup, O’nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O’ndan hiç ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla sabit, ancak O’nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi sıfatlar, yani, Allah’ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O’nu noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir. 2045
Semi’ sıfatının ifade ettiği Cenâb-ı Allah’ın işitmesi, O’nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim olmaktan münezzehtir. Allah’ın gizli-açık her şeyi işittiği, Kur’ân-ı Kerim’in âyetleriyle sabit olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste; “Kendinize hâkim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında olan Allah’a duâ ediyorsunuz” buyurulmuştur. 2046
Allah Teâlâ’nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi’ (işitme) sıfatı, mahiyeti ve işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah’ın zatını ve mahiyetini kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara düşen görev, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve semi’ kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ’nın her şeyi işittiğine inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslâm din bilginlerince Allah’a sübûtu zarûrî bulunmuş ve isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir. 2047
Allah’ın semi’ sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim, yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar. 2048
4- Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir. Allah Teâlâ küçük büyük, gizli açık, uzak yakın, her şeyi görür. Hiç bir şey O’na gizli kalmaz. Basar; Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve yanlışlıkların idrâk edildiği duyudur. Kur’ân-ı Kerîm’de görmek anlamına gelen Basîr sözcüğü 36 âyette geçmektedir. Âyetlerin çoğunda 2049 basîr sözcüğü, a-m-l’ fiili ile birlikte “Allah yaptıklarınızı görür”, “Allah onların yaptıklarını görüyor.” biçiminde değişik şekillerde geçmektedir.
2043] 14/İbrâhim, 39 ve 3/Âl-i İmrân, 38
2044] Metin Yurdagür, Allah’ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86
2045] İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112
2046] Buhari, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul 1315, VIII, 168
2047] Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s: 165
2048] Necip Taylan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Semî’ Maddesi
2049] 2/Bakara, 96, 110, 233, 237; 3/Âl-i İmrân, 156, 163; 5/Mâide, 71; 8/Enfâl, 39; 34/Sebe’, 11; 41/Fussılet, 40; 49/Hucurât, 18; 57/Hadîd, 4; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbun, 2
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazı âyetlerde2050 basîr sözcüğü, kul anlamına gelen İbâd sözcüğü ile birlikte “Allah kullarını görür, görmektedir“biçiminde geçmektedir. Bazı âyetlerde ise2051 basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Birkısım âyetlerde2052 basîr kelimesi, kör anlamına gelen a’mâ sözcüğüyle birlikte geçmektedir. Bir âyette de2053 basîr sözcüğü, kör anlamına gelen ‘a’mâ’ sözcüğü ve sağır anlamına gelen ‘esamm’ kelimesi ile birlikte geçmektedir. Mülk sûresinde2054 Allah’ın her şeyi’ gördüğü bildirilmekte, bazı âyetlerde2055 basîr kelimesi, haber alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir.
Allah her şeyi görür. Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır. Hiç bir şey onun görmesine engel olamaz. Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz. Bazı şeyleri görüp, bazılarını görmemesi mümkün değildir. Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu değildir. Allah’ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz. Zira Allah’ın görmesi yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır, mahluklara benzemekten münezzehtir. Allah’ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe, zaman ve karanlıklar Cenâb-ı Allah’ın görmesine asla engel değildir. 2056
5- İrâde: Dilemek demektir. Allah dilediğini yaratır, O’nun iradesi (dilemesi) dışında hiç bir şey olmaz. İrâde; İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak anlamına gelir. Kelâm ilminde Allah’ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.
Allah’ın sıfatı olarak irade; O’nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O’na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah’ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irâde sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah’ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak sûrette geçerlidir. “Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir.” 2057 Bu konudaki diğer Kur’an âyetleri şöyledir: “Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye ‘ol’ demektir; o da hemen olur.”2058; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.”2059; “Şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder.” 2060 Allah’ın irâdesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir irâdeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihâyet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irâde sahibidir. Bu irade fark gözet2050]
3/Âli İmrân, 15, 20; 40/Mü’min, 44
2051] 17/İsrâ, 1; 22/Hacc, 61, 75; 31/Lokman, 28; 40/Mü’min, 20, 56; 42/Şûrâ, 11; 58/Mücâdele, 1
2052] 6/En’âm, 50; 13/Ra’d 16; 35/Fâtır, 19; 40/Mü’min, 58
2053] 11/Hûd, 24
2054] 67/19. âyet
2055] 35/Fâtır, 31; 42/Şûrâ, 27
2056] Cemil Çiftçi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Basar Maddesi
2057] 11/Hûd, 107
2058] 36/Yâsin, 82
2059] 28/Kasas, 68
2060] 5/Mâide, 1
ALLAH (C. C.)
- 547 -
meksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman İlâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrâde-i Külliyye ve İrâde-i Cüz’iyye: İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irâde-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahî anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir irâdenin, yani Allah’ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu İlâhî irâdeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir İlâhî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kâinatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından “halk“edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrâde-i Cüz’iyye“denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu’tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve İlâhî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu’tezile’ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah’ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah’ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme sûretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz’iyyenin İlâhî fiile katılışına “kesb“denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Haka noksanlık izafe etmek mânâsına gelir. Mu’tezile’nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ’nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû’ bulur.
Kur’ân-ı Kerîm’den anlaşıldığına göre; Allah’ın irâde sıfatı iki şekilde olur:
a- Tekvinî İrâde: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur. Yukarıdaki âyetler bunun misalidir.
b- Teşriî irâde: Bu, Allah’ın muhabbet ve rızâsı demektir. Bu mânâda Allah’ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir. “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.”2061 âyeti bu türdendir.
2061] 2/Bakara, 185
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ, bu mânâdaki irâdesini İlâhî bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur. Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızâsı var iken; şerre rızâsı yoktur. 2062
6- Kudret: Gücü yetmek demektir. Allah’ın her yerde her şeyi yaratma güç ve kuvveti. Allah’ın gücü, dilediği her şeyi yapmaya yeter. Gerçek anlamda güç ve kuvvet, ancak, sadece Allah’a aittir. Kudret; Kuvvet, güç, tâkat anlamına gelir. Canlının irâde ile bir şeyi yapmaya ve yapmamaya muktedir olduğunu gösteren bir özellik. Allah’ın subûtî sıfatlarından biri. Allah’ın her şeyde etki ve tasarrufa kadir olması. Kudret bu manaya göre gücü yetmek demektir. Yaratıklarla ilgili olduğu zaman tesir eden ezeli bir sıfattır. Bunun anlamı şudur: Şüphesiz Allah Teâlâ ezeli ve ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve kudret sıfatı ile her istediğini yapmaya muktedirdir. Kudret Allah’ın ezeli bir sıfatıdır ki mümkinâta taalluk ettiği zaman onlarda etki eder.2063 Allah’ın kudretinin en büyük kanıtı kâinattır.
Evren ve evrenin kapsadığı bütün canlı ve cansız varlıklar İlâhî kudretin eseridir. Allah, sonsuz kudretiyle bütün varlıkları yoktan var etmiştir. İlahî kudret evrenin her tarafını kuşatmıştır. İlahi kudreti hiçbir şey aciz bırakamaz, hiç bir şey onu engelleyemez. Kur’ân-ı Kerim İlâhî kudreti şöyle anlatır: “(Bütün) mülk(-ü tasarruf, İlâhî kudretinin) elinde bulunan (Allah)ın şânı ne yücedir. O, her şeye hakkıyle kadirdir.” 2064; “Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah Hakkın ta kendisidir. Ölüleri ancak O diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyla kadirdir.” 2065
Allah’ın kudreti sınırsızdır. Beşerin kudreti ise sınırlıdır. Bütün beşeriyet bir araya gelse Allah’ın en basit yaratıklarından biri olan bir sineği yaratmaya kudreti yetmez. Sonsuz olan ilâhı kudret ile son derece sınırlı olan beşeri kudret arasındaki farkı Kur’an şöyle tasvir ediyor: “Ey insanlar, size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin: Sizin, Allah’ı bırakıp da yaptığınız (putlar) hakikaten bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar bile.”2066 İlâhî kudretin eserleri hiç bir sınır tanımayan bir güce, bir enerjiye delâlet eder. İlahi kudret, insanın hayatıyla içiçedir. Ondan ayrılması asla düşünülemez. Öyleyse arzu edilen bir şeyi elde etmek veya arzu edilmeyen bir şeyden sakınmak için İlâhî kudretten başka hiç bir sığınak yoktur. Çünkü Allah’tan başka hiç bir varlık böyle bir sığınmaya sahip değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa onu kendisinden başka giderebilecek kimse yoktur. Eğer sana bir hayır da dokundurursa... İşte O, her şeye hakkıyla kadirdir. O, kullarının üstünde (eşsiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, Yegane hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyle haberdârdır.” 2067
Kur’an’ın ifadesine göre İlâhî kudret erkek ve dişinin yaradılışında tek etkendir. Öyleyse başka ilâhlara sığınmaya veya çocuk sahibi olmak için başkasının gücüne kudretine sığınmaya gerek yoktur. Kur’an şöyle der: “O, kimi dilerse ona
2062] Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106; H. Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, İrade Md.
2063] Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, İstanbul 1304, s.89
2064] 67/Mülk, 1
2065] 22/Hacc, 6
2066] 22/Hacc, 73
2067] 6/En’âm, 17-18
ALLAH (C. C.)
- 549 -
kız (evlât)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlât)lar lütfeder.” 2068
İlâhî kudret, milletlerin aziz veya zelil oluşlarında yegâne nüfuz ve etki sahibidir: “(Habibim) de ki: Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın; hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kadirsin.”2069 Fertlerin ve toplumların hayatlarının var olmalarını devam ettiren ve etkileyen, yönlendiren yegâne etki, İlâhî kudrettir. 2070
7- Kelâm: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’ın harften ve sesten münezzeh olarak konuşması. Allah Teâlâ dile ihtiyaç duymadan dilediğini söyler. Kelâm; Allah’ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.
Kur’an’da Allah’ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. “Mûsâ, tâyin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb’i onunla konuşunca...”2071; “De ki: “Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir.”2072; “Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah’ın sözünü işitsin...”2073 ve “Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir.”2074 Bunlar, bu konudaki âyetlerden yalnızca birkaçıdır.
Kelâmcılara göre Allah’ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah’ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah’ın kelâmını insanlara aktarmış, O’nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah’ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah’ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah’ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.
Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur’an’da şöyle belirtilir: “Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak) yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder.”2075 Allah’ın “perde arkasından” konuşması, Hz. Mûsâ (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla
2068] 42/Şûrâ, 50
2069] 3/Âl-i İmrân, 26
2070] Abdülbaki Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Kudret Maddesi
2071] 7/A’râf, 143
2072] 18/Kehf, 109
2073] 9/Tevbe, 6
2074] 2/Bakara, 174
2075] 42/Şûrâ, 51
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahyetmesidir.
Kelâmullah ve Kelâm-ı Kadim deyimleri Kur’an’ı dile getirir. Allah’ın mütekellim (konuşan) ve Kur’an’ın da Allah’ın kelamı olduğunda tüm İslâm mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur’an’ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş’ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.
Selef’e göre Kur’an Allah’ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah’la kaimdir ve O’ndan ayrı değildir. Kur’an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur’an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah’ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.
Selef’in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile’nin görüşleri yer alır. Mu’tezile’ye göre Kur’an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah’ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail’de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz’da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur’an’ın kadim (ezelî) olması, Allah’ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.
Eş’arî ve Mâturidî kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelâmı “nefsî” ve “lafzî” olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsî kelâm (kelâm-ı nefsî), Allah’ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezelî bir sıfattır. Lafzî kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delâlet eden ses ve harflerden oluşan Kur’an’ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş’arî ve Maturidîler nefsî kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş’arîlere göre nefsî kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsî kelâmın işitilemeyeceğini savunurlar. 2076
8- Tekvîn: Allah’ın yoktan var etmesi, yaratması. Her şeyi Allah yaratmıştır. Allah, yaratmak istediği şeye “ol” der ve hemen o şey oluverir. Tekvîn; Cenâb-ı Allah’ın, zâtıyla kaim, bilfiil yaratmak ve icat etmek şanından olan sübûtî ve hakiki sıfatlarından biridir. Allah Teâlâ bu sıfatıyla dilediği her mümkünü yokken varlık sahasına çıkarır. Tekvin ile murad edilen bir eserin vücuda gelmesine bilfiil müessir olan mebde-i tekvindir. Yoksa mükevvin (yaratıcı) ile mükevven (yaratılan) arasındaki ilişki değildir. Bu ilişki izafi bir durum olduğu için hâdistir. Tekvinin (yaratmanın) menşei ise bir eserin vücud bulmasında doğrudan doğruya müessir olan Allah’ın zatıyla kaim bir sıfattır. Tekvine, halk, îcâd ve te’sir de denilir.
Eş’arîlere göre yaratmanın mebde’ ve illeti kudret ve irade sıfatlarıdır. Onlara ise, madrubsuz (dövülensiz) darbın (dövmenin) husulü tasavvur olunamayacağı gibi mükevvensiz (yaratılansız) tekvin de düşünülemez. Tekvin kadim olsa mükevvenâtın da kıdemi lâzım gelir.
2076] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Kelâm Maddesi
ALLAH (C. C.)
- 551 -
Yine Eş’arîlere göre, kudret sıfatının iki çeşit taalluk ve te’siri vardır: Ezelî ve layezâli (hâdis olan) taalluklar. Ezelî olan taalluk, mümkünatın fâilden (Allah’tan) sudûr etmesini salih ve sahih kılar ki, bilfıil sonsuzdur. Kudret sıfatının “taalluk-ı layezlisi” (hadis ve sonradan olan taalluku) ise ezelî irade sıfatının mümkünün varlık ve yokluğundan birini tercihine göre, hâdis olan taalukudur. İşte bu kudret sıfatının ikinci ve hâdis olan taallukuna tekvin derler. Bu tekvîn hâdistir, Allah’ın zatıyla kâim değildir. Allah’ın zatıyla kâim olan kudret ve iradedir. Allah Teâlâ’ya hâlık (yaratıcı) denilmesi, ayrıca O’na bu iki sıfatın dışında hakiki bir tekvin sıfatının isnâd edilmesini gerektirmez. Kudretin bu hâdis taalluku bilfiil sonlu, bilkuvve sonsuzdur.
Mutezile’ye göre, Allah’ın eşyayı yaratmada ayrıca hakiki bir tekvin sıfatına ihtiyacı yoktur. Dilediği her şeyi yaratmada O’nun zâtı kâfidir.
Matürîdlere göre tekvin, Allah’ın bütün âlemleri ve bunlarda bulunan her bir şeyi ve cüz’ü ezelde değil, ilim ve iradesine göre var olacakları vakitte yaratması demektir. Tekvin (yaratma) yaratılandan (mükevvenden) başkadır. Tekvin, ezelde ve ebedde Cenâb-ı Hakk’ın zatıyla kaim, zatından ayrılmayan ve bakî bir sıfattır. Mükevven (mahlûk) ise, tekvin sıfatının taallukunun hudûsüyle hâdistir.
Tekvin Sıfatının İsbatı
a) Allah Teâlâ’nın hâlık olduğu ve her şeyin mükevvini (yaratıcısı) bulunduğunda akıl ve nakil ittifak etmiştir. Esasen hâlik ve mükevvin kelimeleri halk ve tekvin masdarlarından türemiş ism-i fâillerdir. Muştak ( türemiş) kelimelerin manâlarının Zât-ı Bârî’ye sâbit olmasını gerektirir. Masdarı sabit olmadan, bundan türemiş olan ismin bir şey için sabit olmasının muhalliğinde (imtina’ında) akıl ve nakil müttefiktir. O halde tekvin Allah’ın zatına sâbit olup kudret sıfatından başka bir sıfattır.
b) Tekvin sıfatı; kudret, irade ve ilimden başkadır. Çünkü ilim ile ma’lumat münkeşif ve belli olur. Kudret ile mümkinin işlenip var edilmesi veya terk edilmesi sahih olur. Çünkü kudretin bütün makdûrata (yaratılacak şeylere) taalluku ezelidir ve her bir şeye nispeti eşittir. Kudret, makdûrun vücudunu gerektirmez, ancak, onun Hakk Teâlâ’dan sudûrunu sahih kılar. O halde kudretin taallukundan başka, icad ve yaratmada bilfiil müessir (etkileyici) bir sıfat lâzımdır. Bu sıfat da tekvindir. İrade sıfatıyla mümkün olan bir şeyin yaratılması veya terk olunması yönlerinden biri diğerine tercih edilir. İrade ile tercih edileni bilfiil yaratmada müessir olan tekvin sıfatıdır. Tekvin iradenin tercihine göre mümkünata taalluk edip onu icad ederek müessir olur. Tekvin makdûrattan ancak vücuda getirilecek şeylere taalluk eder ve makdûrun (vücuda getirilecek şeyin) vücudunu (varlığını) gerektirir.
c) Cenâb-ı Allah’ın ilim ve iradesine göre yarattığı şeylerin ve canlıların nizamlı, sanatlı, sağlam ve akıllara hayranlık verecek bir şekilde güzel yaratılması da tekvin sıfatıyla olur.
Tekvin, kudret ve irade gibi mümteni’âta (muhallere) taalluk etmez. Ancak câizâta (mümkinlere) taalluk eder. Mümkinâta taalluku Cenâb-ı Allah’ın irâde ve ihtiyarı ile olacağı için layezâlîdir (hâdistir).
Halk, icâd, ten’îm (nimetlendirme ve nimet verme), ta’zîb (azablandırma)
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihyâ, imâte (öldürme), tasvir, terzîk gibi İlâhî fiillerin hepsinin mercii, Cenâb-ı Allah’ın tekvin sıfatıdır. Tekvin sıfatı bir tanedir. Eserlerinin çeşitli olmasıyla tekvin sıfatının bunlara taalluklarına çeşitli isimler verilir. Tasvir ve terzik gibi. Allah’ın bütün fiilleri ne kadar çeşitli olursa olsun, O’nun zatıyla kaim ve tek bir sıfat olan tekvin sıfatına racidir ve bu sıfatın taalukuyla husûle gelir. “O bir şey dilediği vakit, ancak O’nun emri buna ol demesidir ki, bu da hemen oluverir” 2077 âyeti, tekvin sıfatına ve fiillerinin de buna racî olduğuna delildir. 2078
Allah’a İnanmak
İslâm’da inanılması gereken esasların birincisi Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer iman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.
Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman edip kullukta bulunmaktır. “O göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun?” 2079
Mükellef olan herkese ilk önce farz olan Allah’a iman etmektir. Bu iman Allah’ın varlığına ve birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına imandır.
Müslümanlar Allah’a Şöyle İnanır: Allah vardır ve birdir. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah yaratıklardan hiç birisine benzemez. Allah’ın varlığı kendisindendir. O hiç bir şeye muhtaç değildir, bütün her şey ona muhtaçtır.
Allah daima diridir. Her şeyi bilir, görür, işitir, dilediğini yapar. Allah sonsuz kudret (güç) sahibidir, yaratıcıdır, dilediğini yoktan var eder.
Allah’a böyle inanan kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile olsa ahlâksızlık yapamaz. Çünkü Allah’ın onu gördüğünü, duyduğunu ve cezalandıracağını bilir ve ona göre hareket eder.
İslâm’da inanılması gereken esasların ilki Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer iman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.
Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman ve kulluk etmektir. “O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun? 2080
“Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
“Allah”, varlığı zaruri olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın ismidir. “Allah’ın varlığının zaruri olması”, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği, var olması ve varlığını devam ettirmesi için kimseye muhtaç olmaması, O’nun
2077] 36/Yâsin, 82
2078] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Tekvin Maddesi
2079] 19/Meryem, 65
2080] 19/Meryem 65
ALLAH (C. C.)
- 553 -
kâinatın yaratıcısı olması demektir. “Bütün övgülere layık bulunması” ise, Allah Teâlâ’nın en güzel isim ve sıfatlara sahip olması anlamına gelir.
Allah, gerçek mâbudun ve tek yaratıcının özel ismidir. Bu kelimenin çoğulu yoktur. Başka dillere tercüme edilemez. Bu yüzden O’ndan başka hiç bir varlığa isim olarak verilemez. O’nun diğer isim ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklara (gerçek anlamda değil) mecazi anlamda verilebildiği halde, Allah ismi verilemez.
Meselâ, insanlar için şefkatli, merhametli, âlim, adil, hâlim gibi sıfatlar kullanıldığı halde, “Allah” ismi, hiç bir varlık için kullanılmaz, kullanılmamıştır da. Nitekim tanrılık iddiasında bulunan Fir’avn bile: “ben sizin rabbiniz değil miyim?” dediği halde, “ben sizin Allah’ınızım” dememiştir. Mekke’li müşrikler, Kâbe’deki putlarına birçok isim verdikleri halde, hiç birisine Allah ismi vermemişlerdir. Zaten müşriklere, “kâinatı kim yarattı?” diye sorulduğunda “Allah” cevabını vermektedirler.
Câhiliyye döneminde Araplar arasında “Allah” kavramı mevcuttu. Fakat Allah inancı sönük bir inançtı. Onların inancına göre de Allah, Kâbe’nin Rabbi, dünyanın yaratıcısı, yeryüzündeki her şeye hayat veren idi. Putlarına ise, kendilerini Allah’a yaklaştıracağı, Allah indinde kendilerine şefaatçı olacağı inancıyla tapınıyorlardı.
Câhiliyye Arapları, hayatları tehlikede olunca geçici bir tevhide başvuruyor, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na yalvarıyorlar, Allah onları tehlikeden kurtarınca tekrar eski putperest inancına geri dönüyorlardı.
Hristiyanların inancındaki Allah kavramı, Baba - oğul - kutsal ruh olmak üzere üç unsurdan meydana gelmekte idi. Yahudilerin inancındaki Allah kavramı ise, tek bir kavmin (İsrailoğullarının) tanrısıydı. Oysa Allah ne cahiliyye Araplarının, ne hristiyanların, ne de yahudilerin inandığı gibi değildir. Her şeyi yaratan, hiç kimseye muhtaç olmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir toplumun özel tanrısı olmayıp, insanlar da dahil tüm kâinatın rabbi olan tek ilâhtır.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahman ve Rahim’dir. Ceza gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. (Ey Allah’ım,) Bize doğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” 2081
“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir.(Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olandır.) O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.” 2082
“Allah” gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur’ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi “Allah” yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır.
2081] 1/Fâtiha, 1-7
2082] 112/İhlâs, 1-4
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yüce Allah’ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi “Allah” özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihâyet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihâyet nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Hâlbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan doğruyu inkâr ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve “Allah” onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.
Yüce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde her şeyden önce Hakk’ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O’nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O’nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz
ALLAH (C. C.)
- 555 -
ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah’ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur’ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de “ez-Zikr”dir. Allah’ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O’nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle her şeyi kuşatan Allah’ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah’ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar “Allah’ı aradım da bulamadım.” derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar. Allah’ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir.
İşte “Allah” yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah’ın zatına delalet eden, yalnızca O’na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah’ın zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah’ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur. Mesela anadan doğma körler için “ülker” ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah’ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hak’ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.
Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihâyet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur’ân da bize yüce Allah’ı önce isminin tecellisi ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur’ân’a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah’ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah’ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihâyet “Ey huzura eren nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)”2083 dâveti gelecek, yüce Allah’ın ziyafetinde sonsuza dek O’nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. “O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar.” 2084
“Allah” zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah’ın selbî ve subutî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir: “O zat-ı vâcibü’l-vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır.” Sadece “zat-ı vacibu’l-vücûd” demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan “vacibu’l-vücûd”un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir.
2083] 89/Fecr, 27-30
2084] 75/Kıyâmet, 22-23
ALLAH (C. C.)
- 557 -
Bunun bir özeti de “Hakkıyla ma’bûd = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı” mânâsıdır. Arapça’da bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan “el-İlâh” özel ismi ile özetlenmiştir. “Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı” veya “Hâlik-ı Küll = Her şeyin yaratıcısı” mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah’ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan “Allah” yüce ismi ile Allah’tan başka hiçbir ilâh anılmamıştır. “Sen O’nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?” 2085 âyetinde de görüldüğü gibi, O’nun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması câizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah’ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslâm’a göre câizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri “Allah” gibi birer özel isim değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Hudâ, Rab demek olmayıp da “Hud’ay” kelimesinin kısaltılmışı ve “vâcibu’l-vücûd = mutlak var olan” demek olsa yine özel isim değildir. Arapça’da “ilâh”ın çoğulunda (âlihe); “rabb”in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça’da “hudâ”nın çoğulunda “hudâyân” ve dilimizde tanrılar, ma’bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Hâlbuki “Allahlar” denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin “Ebûssuudlar, İbni Kemaller” denildiği bir gerçek ise de; Allah’ın birliğine delalet eden “Allah” yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Hâlbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da “Tanrı” denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah’a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. Demek ki “Tanrı” cins ismi “Allah” özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı “Allah ismi” “Tanrı adı” ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine “Allah” adıyla başlamış, “Tanrı adı” dememiştir ve o bahrin sonunda “Birdir Allah, andan artık tanrı yok” diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca “diyö” kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde “Diyöden başka diyö yok.” diyorlar ki “İlâhtan başka ilâh yok.” demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de “Yalnız diyö, diyödür.” yani “yalnız ilâh ilâhtır.” diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde “diyö” demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen “diyö” ancak “ilâh” kelimesinin tercemesi olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. “Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür.” demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Hâlbuki diyen öyle demiyor;
2085] 19/Meryem, 65
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’tan başka Tanrı yoktur.” diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka Fransızca’da “diyö”nun özel isim olabilmesi Allah’ın, Hz. İsa’nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar “diyö” kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta “Allah” dediği zaman bu terceme diliyle “diyö”yu söylüyor.
Tefsirciler, “Allah” özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gâyeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibâdete layık olan Allah’ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça’da kullanma açısından “Allah” yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.
Önce Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği asrında bütün Araplar’ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur’ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: “Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler.”2086, Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Hâlbuki Kur’ân’dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim’den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça’ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça’ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak sûrette Arapça’dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça’da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı “İsrâil, Cebrâil, Mîkâil” kelimeleri gibi İbrânice’den Arapça’ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.
İkincisi; Arap dilinin aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek mümkün olur.
Bu açıdan bakılınca “Allah” yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış şeklinin bulunduğunu görürüz. Bir görüşe göre, başındaki “el” en-Necm, el-ayyuk vs. gibi kelimeden ayrılması câiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan bir belirleme edatı gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü, sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman “Vallah, Billâh, İsmullah, Kaalellah” vs. gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe göre de “el” belirleme edatı değildir. Çünkü birine çağırma halinde “yâ Allah” diye hemze sâbit kalabiliyor ve bir de “Yâ eyyühe’l-kerim” gibi çağırma edatı ile çağırılan isim arasında gibi ayıran
2086] 39/Zümer, 38
ALLAH (C. C.)
- 559 -
bir kelime eklemeye gerek kalmıyor. Hâlbuki “el” belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı.
Eğer “el” belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce Allah’a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve aslolan budur. Belirleme edatı “el” kalkınca da “lâh” kalır. Gerçekten Arapça’da “lâh” ismi vardır. Ve Basralı âlimlerin büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler. “Lâh” gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan “ilâh” anlamına da bir isimdir ve bundan “lâhüm”, “lâhümme” denilir. Bir Arap şairi: “Ebû Rebâh’ın bir yemini gibi, Allah’ım onu büyükler işitir.” demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib Fil vak’asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; “Ey Allah’ım! Kul kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak senin tedbirine galip gelmesin!” diye Allah’a yalvarmıştı. 2087
Şu halde “lâh” isminin başına “el” getirilerek “Allah” denilmiş ve özel isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha ileri giderek Arapça “lâh” isminin Süryânice olduğu söylenen “lâha” isminden Arapça’laştırılmış olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebû Yezid “lâh” Arapça olmayan bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar “lâha” derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek “Allah” demişler, bunun gibi “lâhüm” ile ilgili olarak İbrânice’de “elûhim” vardır. Fakat tarih açısından Arapça’daki “lâh” mı öncedir, yoksa Süryanice’deki “lâha” mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine mutlak sûrette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça’daki kullanılışında hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra “lâh, lâhüm” her ne kadar Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile “Allah” “el” takısı “lâh” ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin “lâh”dan değil, “ilâh” cins ismi ile eş anlamlı olan “el-ilâh”dan nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş ve “el” belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme lâmı da “en-Necmü, Es-Sa’ku” gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde düşmemiştir. “İlâh” kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet gibi ibâdet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak “me’luh” yani kendisine ibâdet edilen yahut akılların hayret ettiği yahut kalplere rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur ki, “mabud” (kendisine tapılan)’da bu mânâların hepsi var gibidir. “Allah” da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır. Zemahşerî, Kâdı Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir. Buna göre “lâh” kelimesinin de aslı “ilâh”dır; (nâs) ve (ünâs) kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep “âlihe” deniliyor ki, Arap dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren delillerdendir.
2087] Bk. Fîl Sûresi Tefsiri
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özetle dilde bu iki incelemeye göre Allah’ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtiva etmiştir. Hem de aslı ve kendisi Arapça’dır. Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça’ya nakledildikten sonra sırf Arapça’dır.
Nahiv âlimi tefsirci Endülüslü Ebû Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; “ Allah “ yüce ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında yüce Allah’ın özel ismidir . İmam Fahreddin Râzî de “Bizim seçtiğimiz görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah’ın özel ismidir ve aslında başka bir kelimeden türememiştir. İmam Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul âlimleri ve İslâm hukukçularının hepsi bu görüştedirler.” diyor. Gerçekten çağırma kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir delilidir. Bundan dolayı “el” belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin sonuna tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından daha çoktur ve daha fazladır. Fakat “yâ” ile “el” belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı “yennecmü” vs. denilemeyip (Yâ eyyühennecmü), yâ hâze’l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah’tan başka hiç kimse için asla kullanılmamış bulunmasından dolayı “en-Necmü, en-nâsü ve’l-ünâsü” cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin tercih edilmesi gerekmiştir.
Özetle “Allah” ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça’ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır. Ve yüce Allah’ın zatı bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi “Allah” ismi de öyledir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibâdet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibâdet edilir. Onun “Allah”lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve tanrılık özelliklerini kaybederler. Hâlbuki insanlar, ister Allah’ı mabud tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur. O’na her şey ibâdet ve kulluk borçludur. Hatta O’nu inkâr edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar. Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin ifade ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır.
Üçüncüsü: Denilebilir ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, “Allah” yüce isminin Arap dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah’ın isimlerinin birden çok olmasının câiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor ki İbranice’de “iyl” Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer tefsircilerde bile “İsrail” Allah’ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile “isrâl” ve yâ’ya çevirilmesi ile “İsrayil” şeklinde de okunur. Diğer taraftan Süryanice’de “lâha”, Arapça’da “lâh” da varmış.
ALLAH (C. C.)
- 561 -
Bundan dolayı Arapça’da bu iki ismin birleştirilmesi ile “illah” terkibinden “Allah” özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; “Allah” ilâh meâlini hatırlatır ve “ilâhü’l-âlihe” (ilâhların) mâbudların Allah’ı mânâsını ifade eder.
Fakat böyle bir mantık ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil bunu bize bildirirdi. Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü Ba’lebek, İsrail, Cebrâil, İbrâhim, İsmâil ve benzeri özel isimlerin hepsi gayri munsarifdirler. Hâlbuki “ “ ismi mureb ve munsariftir. İkincisi, hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna uygun değildir. Çünkü Arapça’da “il” hemzenin kesri ile okuna geldiği halde “Allah”da hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu “îl” “ilâh” mânâsınadır. Çünkü “il-i” diye müzaf (tamlanan) oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı “il lâh” diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek söz, hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber! 2088
Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak
Ma’rifetullah: Allah’ı bilme, tanıma, O’nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, hakkında bilgi sahibi olma demektir. Ma’rifetullah, iki kelimeden meydana gelen bir tamlamadır. Bunlar “ma’rifet” ve “Allah” kelimeleridir. Ma’rifet; lügatta, herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkta yapılmış olan şey, bilme, biliş, vâsıta, hoşa gitmeyen şey, tuhaflık mânâlarına gelmektedir. Bununla birlikte, ma’rifet, Allah’ı O’nun isimlerini ve sıfatlarını, kudret ve irâdesinin geçerliliğini bilmek, alçak gönüllü olmak mânâsını ifâde ettiği gibi, bilginler arasında ilim anlamına da gelmektedir ki onlara göre, her ilim bir ma’rifettir, her ma’rifet de bir ilimdir. Allah’ı âlim (bilen) herkes âriftir, her ârif de âlimdir. 2089
Genel olarak bu mânâlara gelmekte olan “ma’rifet”, Allah lâfzı ile bir tamlama oluşturduğunda, yani “ma’rifetullah” denildiğinde ise “Allah’ın vücûd/varlık ve vahdâniyetinin bilinmesi” mânâsına gelmektedir. Ma’rifetullah, aslında, kişinin Allah’ı hakkıyla tanıması, bilmesi ve buna göre O’na bağlanması anlamında kullanılmaktadır. Zira, kişi, Allah’ı hakkıyla tanırsa, O’nun emir ve yasaklarına bağlanır. Ma’rifetullah bilgisinde şu üç nokta yer almaktadır:
1. İzzet ve Celâl sahibi olan Allah’ı ve O’nun birliğini bilmek, ulu olan ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunan zâtından teşbihi red etmek ve uzaklaştırmak;
2. Allah’ın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmek,
3. Allah’ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak. 2090
Cüneyd-i Bağdâdî’ye ma’rifet ile ilgili bir soru sorulduğunda şöyle cevap verir: “Ma’rifetten ve bunu elde etmenin sebeplerinden sordu. Ma’rifet, gerek havasdan, gerek avamdan olsun bir tek ma’rifettir. Çünkü onunla bilinen şey
2088] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. s. 39-49
2089] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 427
2090] Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, İstanbul 1982, s. 92
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birdir. Fakat bunun başlangıcı ve yükseği vardır. Havas, yükseğindedir. Gerçi tam gâyesine ve sonuna varamaz. Zira ârifler katında ma’rûfun sonu yoktur. Düşüncenin yetişmediği, akılların kapsayamadığı, zihinlerin algılayamadığı, görmenin keyfiyetine eremediği zâtı ma’rifet nasıl kapsar? Yaratıkları içinde O’nu en iyi bilenler, O’nun azametini idrâkten yahut zâtını keşfetmekten âciz olduklarını en çok ikrar ederler. Çünkü benzeri olmayanı idrâkten âciz olduklarını bilirler. Zira O, kadimdir, mâsivâsı ile muhdestir. Zira O, kavîdir, kuvvetini bir kuvvet verenden almamıştır. Hâlbuki O’ndan gayrı her kavî, O’nun kuvvetiyle kavîdir. Zira O, öğretmensiz âlimdir ve kendisinden başka bir kimseden bir fayda almamıştır. Her şeyi başkasından öğrenmekle değil, kendi ilmiyle bilir. O’ndan başka her âlimin ilmi O’ndan gelir. Tesbih ve tenzih, bidâyetsiz evvel olan, nihâyetsiz bâki olan kendinden başkasının bu vasfa hakkı olmadığı ve bu vasıfların kendinden başkasına yaraşmadığı Allah’a olsun”
Kur’ân-ı Kerim’de; “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.”2091 âyeti, ma’rifetullah bilgisine işaret ettiği rivâyet edilmektedir. Nitekim Ebû Ubeyde’nin, bu âyeti “Allah’ı hakkıyla tanıyamadılar, bilemediler” şeklinde açıkladığını görmekteyiz. 2092
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a İman ve O’nun Bazı İsim ve Sıfatları
“Âlemlerin Rabb’ı (terbiye edip yetiştiricisi) Allah’a hamd olsun.” 2093
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz, umulur ki böylece korunmuş olursunuz. O Rab ki yeri sizin için bir zemin, göğü de tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden size bir rızık çıkardı. Bunları bilerek sakın Allah’a endâd/ortaklar koşmayın.” 2094
“Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.” 2095
“Rabbi ona ‘İslâm ol’ demişti. ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi.” 2096
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde, elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine dâir) birçok deliller vardır.” 2097
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilah olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” 2098
2091] 6/En’âm, 91
2092] el-Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrût 1965, VII, 37). (Ömer Dumlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2093] 1/Fâtiha, 1
2094] 2/Bakara, 21-22
2095] 2/Bakara, 116
2096] 2/Bakara, 131
2097] 2/Bakara, 164
2098] 2/Bakara, 165
ALLAH (C. C.)
- 563 -
“Kullarım sana Beni sorduğu vakit de ki: “Ben her halde yakınım. Dua edenin duasını bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” 2099
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” 2100
“Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, Hayy ve Kayyûmdur. Kendisini ne uyku yakalar ne de uyuklama. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan katında hiçbir kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz). O’nun dilemesi hâriç, insanlar O’nun ilminde8n hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, yücedir, büyüktür.” 2101
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” 2102
“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” 2103
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 2104
“Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.” 2105
“Allah’tan başka ilâh yoktur.” 2106
“De ki: Ey kitap ehli, Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a kulluk yapıp ibâdet edelim (O’nun emrine itaat edelim). O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz, diğerini Allah’tan başka rablar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız deyin.” 2107
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (şöyle dua ederler): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru.” 2108
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin
2099] 2/Bakara, 186
2100] 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için Bk. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24; 7/A’râf, 28
2101] 2/Bakara, 255
2102] 2/Bakara, 256
2103] 3/Âl-i imran, 6
2104] 3/Al-i İmrân, 31-32
2105] 3/Âl-i İmran, 48
2106] 3/Âl-i İmrân, 62
2107] 3/Âl-i İmrân, 64
2108] 3/Âl-i imran: 90-91
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konaklama yeri ne kötüdür!” 2109
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azâbından koru.” 2110
“Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” 2111
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 2112
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 2113
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” 2114
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” 2115
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 2116
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” 2117
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır.” 2118
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” 2119
2109] 3/Âl-i İmrân, 151
2110] 3/Âl-i İmran, 191
2111] 4/Nisâ, 13-14
2112] 4/Nisâ, 45
2113] 4/Nisâ, 59
2114] 4/Nisâ, 116
2115] 4/Nisâ, 117
2116] 5/Mâide, 44
2117] 5/Mâide, 50
2118] 5/Mâide, 72-73
2119] 6/En’âm, 14
ALLAH (C. C.)
- 565 -
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.” 2120
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” 2121
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 2122
“Şüphesiz Allah tohum ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size vasıfları anlatılan o zat Allah’tır. O halde (ona imandan) nasıl çevriliyorsunuz?” 2123
“O gökten suyu indirendir. İşte biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir yeşillik çıkardık ki ondan birbiri üzerine binmiş taneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” 2124
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” 2125
“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka rab mı arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizadır. (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” 2126
“O her şeyin yaratıcısıdır.” 2127
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” 2128
“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.” 2129
“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, ondan başka bir rab mi arayayım?” 2130
“Rabbinizdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” 2131
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin
2120] 6/En’âm, 19
2121] 6/En’âm, 22-23
2122] 6/En’âm, 82
2123] 6/En’âm, 95
2124] 6/En’âm, 99
2125] 6/En’âm, 102 - 103
2126] 6/En’âm, 164
2127] 6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 39/Zümer, 62
2128] 6/En’âm, 121
2129] 6/En’âm, 163-164
2130] 6/En’âm, 164
2131] 7/A’râf, 3
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbi Allah ne yücedir!” 2132
“(Nuh): Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur, dedi.” 2133
“Kıyâmet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler.” 2134
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” 2135
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2136
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” 2137
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” 2138
“De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir (onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Yaratma) işini kim düzenleyip yönetiyor? “Allah” diyecekler. O halde O’nun azâbından korunmuyor musunuz? İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (haktan sapıklığa) çevriliyorsunuz?” 2139
“De ki: Göklerde ve yerde neler var. Bakın (da ibret alın.)” 2140
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler.” 2141
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” 2142
2132] 7/A’râf, 54
2133] 7/A’râf, 59
2134] 7/A’râf, 172
2135] 7/A’râf, 180
2136] 9/Tevbe, 24
2137] 9/Tevbe, 31
2138] 10/Yûnus, 18
2139] 10/Yûnus, 31-32
2140] 10/Yûnus, 101
2141] 10/Yûnus, 106
2142] 12/Yûsuf, 39-40
ALLAH (C. C.)
- 567 -
“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez (Allah’a) secde ederler.” 2143
“Biz her ümmete/kavme: ‘Allah’a ibâdet edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.” 2144
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” 2145
“Size ulaşan her nimet Allah’tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O’na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı açıp kaldırdığı zaman, içinizden bir grup derhal Rablerina ortak koşarlar.” 2146
“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylanın yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Orada insanlar için bir şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” 2147
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.” 2148
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 2149
“De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.” 2150
“O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun (Allah’ın) adıyla anılan birini biliyor musun? 2151
“Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahman’a kul olarak gelecektir.” 2152
“Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana ibâdet et…” 2153
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı yerlerin ve gökler(in nizamı, dengesi) bozulurdu. Demek ki arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” 2154
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 2155
2143] 13/Ra’d, 15
2144] 16/Nahl, 36
2145] 16/Nahl, 51-52
2146] 16/Nahl, 53-54
2147] 16/Nahl, 68-69
2148] 17/İsrâ, 23
2149] 18/Kehf, 102
2150] 18/Kehf, 110
2151] 19/Meryem 65
2152] 19/Meryem, 93
2153] 20/Tâhâ, 14
2154] 21/Enbiyâ, 22
2155] 21/Enbiyâ, 24
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.” 2156
“Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.” 2157
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” 2158
“Kezâ Hak yalnız Allah’tır. O’nu bırakıp ibâdet ettikleri ise bâtılın ta kendisidir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” 2159
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” 2160
“Andolsun ki biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk; bu bir lokmacık eti kemiklere çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. -Yapıp- Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” 2161
“Allah her canlı şeyi sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yapar. Çünkü Allah her şey kadirdir.” 2162
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” 2163
“Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın.” 2164
“Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay vareden Allah yüceler yücesidir.” 2165
“Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz. Şüphesiz bunlarda birer nişane vardır; ama çoğu iman etmezler.” 2166
“Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek O’dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O’dur.
2156] 21/Enbiyâ, 25
2157] 21/Enbiyâ, 92
2158] 22/Hacc, 30-31
2159] 22/Hacc, 62
2160] 22/Hacc, 74
2161] 23/Mü’minûn, 12-14
2162] 24/Nûr, 45
2163] 24/Nûr, 47-48
2164] 25/Furkan, 43
2165] 25/Furkan, 61
2166] 26/Şuarâ, 7-8
ALLAH (C. C.)
- 569 -
Rabbim, bana hüküm (yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni salihler (zümresin)e kat.” 2167
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” 2168
“De ki: Hamdolsun Allah’a, selam olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı yoksa O’na koştukları ortakları mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? Çünkü biz onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilah mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir kavimdir. (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah’ın yanında başka ilahlar var öyle mi? Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. (Onlar mı hayırlı) yoksa kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilah mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz? (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurunun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah’ın yanında başka bir tanrı var öyle mi? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. (Onlar mı hayırlı) yoksa önce yaratan; sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delilinizi getirin haydi.” 2169
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip ona tapınarak yalvarma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.O’nun vechinden (zâtından) başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur. Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” 2170
“(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” 2171
“Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorarsan, şüphesiz Allah’tır derler.” 2172
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” 2173
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” 2174
“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?” 2175
“(Allah) geceyi gündüzün içine katar, gündüzü de gecenin içine katar. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka (yalvarıp) çağırdıklarınız ise, bir
2167] 26/Şuarâ, 77-83
2168] 26/Şuarâ, 213
2169] 27/Neml, 59-64
2170] 28/Kasas, 88
2171] 29/Ankebût, 25
2172] 29/Ankebût, 61
2173] 30/Rûm, 31
2174] 33/Ahzâb, 36
2175] 35/Fâtır, 3
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.” 2176
“Kendisine hayat verdiğimiz ölü toprak hakikatte bir ibret âyetidir. Çünkü Biz onu yağmurla dirilttik de ondan pek çok tarım ürünleri çıkardık. İşte onlar bundan yerler. Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar kaynattık. Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yemeleri için (Bu nimetleri verdik). Hal böyle iken onlar şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden, insanoğlunun kendi varlığından ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ederim. Gece de onlar için bir ibret âyetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar karanlıklara gömülürler. Güneş kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu aziz ve âlim olan Allah’ın takdiridir. Ay için bir takım menziller tayin ettik. Nihâyet o, eğri hurma dalı gibi olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.” 2177
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.” 2178
“O’nun işi bir şeyi yaratmak istediği zaman sadece ol demektir. Ve o şey derhal oluverir. Ve siz elbette sadece O’na döndürüleceksiniz.” 2179
“Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir.” 2180
“Biz yakın göğü, bir süslü yıldızlarla süsledik.” 2181
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” 2182
“O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidır. Daima üstündür, çok bağışlayandır.” 2183
“Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 2184
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” 2185
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur.
2176] 35/Fâtır, 13
2177] 36/Yâsin, 33-40
2178] 36/Yâsin, 74-75
2179] 36/Yâsin, 82-83
2180] 37/Sâffât, 4
2181] 37/Sâffât, 6
2182] 38/Sâd, 4-7
2183] 38/Sâd, 66
2184] 39/Zümer, 3
2185] 39/Zümer, 17-18
ALLAH (C. C.)
- 571 -
And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” 2186
“Biz onlara ufuklarda ve kendilerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” 2187
“O, ilktir, sondur, zâirdir, bâtındır. O her şeyi bilendir.” 2188
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” 2189
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” 2190
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 2191
“Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları; ‘Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi.” 2192
“O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.” 2193
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır.” 2194
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz? Rızkınızda, size vadedilen şeylerde semadadır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad sizin konuşmanız gibi kesin ve gerektir.” 2195
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir.” 2196
“O, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Gaybı ve şehâdeti (görülmeyeni ve görüleni) bilendir. O, rahmân ve rahîmdir (merhamet eden ve bağışlayandır). O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” 2197
2186] 39/Zümer, 64-67
2187] 41/Fussılet, 37
2188] 41/Fussılet, 54
2189] 42/Şûrâ, 10
2190] 42/Şûrâ, 11
2191] 42/Şûrâ, 21
2192] 43/Zuhruf, 23
2193] 43/Zuhruf, 84
2194] 45/Câsiye, 3
2195] 51/Zâriyât, 20-23
2196] 56/Vâkıa, 75-76
2197] 59/Haşr, 22-24
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Üstlerinde kanatlarını açıp kapatarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahman olan Allah’dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.” 2198
“İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanar öyle mi? Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” 2199
“Ondan sonra yerküreyi (geord şeklinde) yuvarlattı.” 2200
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” 2201
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir (Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey Kendisine muhtaç olan; her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır). Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.” 2202
Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Bazıları
“Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum, sizinkinden daha fazladır.” 2203
“Mü’minler, Allah indindeki ukubeti/azapları bilselerdi, hiç biri Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden/ cennetinden ümit kesmezdi.” 2204
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” Hasta: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’tan ümidim var; ancak günahlarımdan korkuyorum.’ diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.) da şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleştimi Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.” 2205
“Sizden kimse nefsini hakîr görmesin.” ‘Ey Allah’ın rasûlü, kişi nefsini nasıl hakîr görür?’ “Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenâb-ı Hak kıyâmet günü kendisine sorar: ‘Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?’ O kul cevap verir: ‘Halk korkusu!’ Allah o zaman şöyle der: ‘Asıl Benden korkman gerekirdi.” 2206
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 2207
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
2198] 67/Mülk, 19
2199] 75/Kıyâme, 3-4
2200] 79/Nâziât, 30
2201] 95/Tîn, 8
2202] 112/İhlâs, 1-4
2203] Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128
2204] Müslim, Tevbe 23 hadis no: 2755; Tirmizî, Deavât 108, hadis no: 3536; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 355
2205] Tirmizî, Cenâiz 11, hadis no: 983; İbn Mâce, Zühd 31, hadis no: 4261; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 351
2206] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349
2207] İbn Mâce, hadis no: 4205
ALLAH (C. C.)
- 573 -
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”2208 Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 2209
“Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman riyâkârlara: ‘Dünyada kendilerine gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.” 2210
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 2211
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2212
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gadabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 2213
“Onlar (Allah’ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” 2214
“Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah’tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah’a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder.” 2215
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celalım adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 2216
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celalım adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 2217
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” 2218
“Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ‘Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana dua ettiği, Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Kim Beni kendi nefsinde zikrederse (içinden geçirirse), Ben de onu kendi nefsimde zikrederim (içimden geçiririm). Kim Beni kalabalıkta, bir cemaat içinde zikrederse, Ben de onu, ondan daha hayırlı bir cemaat içinde
2208] 9/Tevbe, 31
2209] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
2210] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58; Müsned, Ahmed bin Hanbel
2211] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599
2212] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2213] Tirmizî, Zühd 64
2214] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
2215] Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
2216] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
2217] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
2218] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zikrederim. O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın (adım) yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” 2219
“İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” 2220
“Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanıp zikredilmeden yapılan uzunca konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse, kalbi katı olandır.” 2221
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekîne (huzur, feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.” 2222
“Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah’tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah’ı zikretmezse, ona Allah’tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah’ı zikretmezse, Allah’tan ona bir noksanlık vardır.”2223 Hadis, Tirmizî’de şu şekilde gelmiştir: “Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah’ı zikretmez ve peygamberlere salât okumazlarsa, üzerlerine bir ceza vardır. (Allah) Dilerse onlara azab eder; dilerse mağfiret eder.” 2224
“Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; ancak Allah Teâlâ’yı zikir ve zikrullah’a yardımcı olanlarla âlimler ve ilim öğrenenler hâriç.”2225 Bu hadis, farklı şekillerde de rivâyet edilmiştir: “Dünya mel’undur, Allah için olanlar hâriç.”, “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ve zikrullah hâriç.”, “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; Allah’ın rızâsı için yapılanlar hâriç.” 2226
“Kim akşamdan temizlik üzere (abdestli olarak) zikredip uyursa (uyku bastırıncaya kadar Allah’ı zikrederse) ve geceleyin de uyanıp Allah’tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse, Allah Teâlâ, istediğini mutlaka ona verir.” 2227
“Allah’ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini ‘aradığınıza gelin’ diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semâsına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: ‘Kullarım ne diyorlar?’ ‘Seni tesbih ediyorlar, Sana tekbir okuyorlar, Sana tahmîd (el-hamdü lillâh) okuyorlar. Sana ta’zim (temcid) ediyorlar’ derler. Rab Teâlâ sormaya devam eder: ‘Onlar Beni gördüler mi?’ ‘Hayır!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ ‘Eğer Seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta’zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı’ derler. Allah tekrar sorar:
2219] Buhârî, Tevhid 15, 35, 50; Müslim, Zikir 2, hadis no: 2675, 4/2061, Tevbe 1; Tirmizî, Deavât 142, hadis no: 3598
2220] Buhârî, Deavât 66; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 211, hadis no: 779
2221] Tirmizî, Zühd, 62
2222] Müslim, Zikir 25, 30, hadis no: 2689, 2700, 4/2069; Tirmizî, Deavât 7, hadis no: 3375
2223] Ebû Dâvud, Edeb 31, 107, hadis no: 4856, 5059; Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377
2224] Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377
2225] Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112
2226] K. Sitte Terc. 7/238-239
2227] Ebû Dâvud, Edeb 105, hadis no: 5042; Tirmizî, Deavât 100, hadis no: 3525
ALLAH (C. C.)
- 575 -
‘Onlar ne istiyorlar?’ ‘Senden cennet istiyorlar.’ ‘Cenneti gördüler mi?’ der. ‘Hayır Ey Rabbimiz!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer görselerdi, derler, ‘cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi.’ Allah Teâlâ sormaya devam eder: ‘Neden istiâze ediyorlar (sığınıyorlar)?’ ‘Cehennemden istiâze ediyorlar’ derler. ‘Onu gördüler mi?’ der. ‘Hayır Rabbimiz, görmediler!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı’ derler. Bunun üzerine Rab Teâlâ şunu söyler: ‘Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!” Rasûlullah (s.a.s.) sözüne devamla şunu anlattı: “Onlardan bir melek der ki: ‘Bunların arasında falanca günahkâr kul da var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı, oturuverdi.’ Allah Teâlâ; ‘Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki, onlarla oturanlar da onlar sâyesinde bedbaht olmazlar’ buyurur.” 2228
“Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil’in oğullarından dört tanesini âzâd etmemden daha sevimli gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batışına kadar oturmam dört kişi âzâd etmemden daha sevimli gelir.”2229 (Burada, Allah’ı zikirden maksat, her çeşit zikir olabilir: Kur’an tilâveti, tesbih, tehlil, tahmid, salevât, ilimle meşgul olmak, tefsir, hadis gibi şer’î ilimlerin öğrenilmesidir. 2230
“Abdest imanın yarısıdır. Elhamdu lillâh mizanı (amel terazisini) doldurur; sübhânallahi ve’lhamdü lillâh arz ve semâ arasını doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır; sabır ziyâdır; Kur’an ise, lehine veya aleyhine bir hüccettir. Herkes sabahleyin kalkar, nefsini (Allah’a veya şeytana) satar; kimisi kurtarır, kimisi de helâk eder.”2231 Hadisin Tirmizî’de gelen başka bir vechi şöyledir: “Tesbih (Subhânallah) mîzânın yarısıdır; elhamdü lillâh mîzan doldurur; tekbir ise gökle yer arasını doldurur. Oruç sabrın yarısıdır; temizlik imanın yarısıdır.”
“Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?” buyurdu. ‘Evet’ dediler. “Allah’ı zikir” dedi. 2232
Muaz bin Cebel, Allah’ın Rasûlünden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: ‘Allah’a hangi amel daha hoş gelir?’ dedim. “Dilin, Allah’ı zikirle ıslanmış olarak ölmen” buyurdu. 2233
“Her şeyin bir cilâsı vardır; kalplerin cilâsı da Allah’ı zikretmektir. İnsanı Allah’ın azâbından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır.” ‘Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil?’ dediler. “Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi” dedi. 2234
“Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.”2235 Diğer rivâyet şöyledir: “Gerçekten Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer.” 2236
2228] Buhârî, Deavât 66; Müslim, Zikr 25, hadis no: 2689; Tirmizî, Deavât 140, hadis no: 3595
2229] Ebû Dâvud, İlm 13, hadis no: 3667
2230] K. Sitte, c. 6, s. 520
2231] Müslim, Tahâret 1, hadis no: 223; Tirmizî, Deavât 91, hadis no: 3512; Nesâî, Zekât 1)
2232] Tirmizî, Deavât 6
2233] et-Terğîb 2/395, Taberânî’den
2234] Buhârî, Deavât 5
2235] Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677
2236] Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber’ demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir.” 2237
“Bir kimse günde yüz defa, ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu, ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan başka ilâh yoktur. O’nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)’ derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere ‘Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)’ derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur.” 2238
“İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah’a makbuldürler. (Bunlar:) ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah’ı tenzih ederim)’ (kelimeleridir).” 2239
“Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah’ı tenzih ederim, hamd Allah’a mahsustur ve Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)’ demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür.” 2240
Mus’ab bin Sa’d (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: ‘Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanındaydık. “Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?” diye sordu: “Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir” buyurdu. 2241
“Bir kimse her namazın sonunda Allah’a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur.” 2242
“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim Rasûllerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.” 2243
2237] Müslim, Zikir 10
2238] Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691
2239] Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694
2240] Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695
2241] Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed’ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu’t-Tesbîh
2242] Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597
2243] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24
ALLAH (C. C.)
- 577 -
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.” 2244
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.” 2245
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.” Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı. 2246
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.” 2247
“İnnallahe cemîlun yuhıbbu’l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.” 2248
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?” diye sorunca: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 2249 buyurmuştur.
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” 2250
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2251
“Allah bir kulu sevince, Cebrâil’i çağırıp: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev!” der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler).” 2252
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” 2253
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 2254
“...Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar...” 2255
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah
2244] Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad21; Nesâî, Cihad 27
2245] Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25
2246] Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 23
2247] Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
2248] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
2249] Ahmed bin Hanbel, IV/11
2250] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
2251] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2252] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi’r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
2253] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
2254] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599
2255] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır.” 2256
“Allah’ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl.” 2257
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?” diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 2258
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” 2259
“İnnallahe cemîlun yuhıbbu’l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.” 2260
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2261
“Allah bir kulu sevince, Cebrâil’i çağırıp: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev!” der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler).” 2262
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” 2263
“Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.” 2264
“Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür.” 2265
“Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah’tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah’a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder.” 2266
“Onlar (Allah’ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” 2267
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gadabına rağmen insanları râzı
2256] Et-Tâc, c. 5, s. 78
2257] Tirmizî, Deavât 72, 73
2258] Ahmed bin Hanbel, IV/11
2259] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
2260] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
2261] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2262] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi’r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
2263] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
2264] İbn Mâce, Zühd 16
2265] Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
2266] Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
2267] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
ALLAH (C. C.)
- 579 -
ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 2268
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celalım adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 2269
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celalım adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 2270
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim ki, kesinlikle onların yüzleri nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2271
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” 2272
Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” 2273
“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” 2274
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” 2275
Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa
2268] Tirmizî, Zühd 64
2269] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
2270] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
2271] 10/Yûnus, 62; Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142
2272] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
2273] Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1
2274] Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52
2275] Buhârî, İlim, 49
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. 2276
“Allah’a inanıp, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir. Allah’a inanıp da, O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir.” 2277
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 2278
Ru’yetullah; Allah’ın Görülmesi
Kur’ân âyetlerinin ve Hz. Peygamberden rivâyet edilen bir kısım hadislerin delaletiyle Yüce Allah’ın kıyamet günü mü’minler tarafından görülmesi meselesi. Birçok konuda olduğu gibi, meseleye farklı boyutlarda bakılmasının bir sonucu olarak, bu konuda da İslâm ekolleri arasında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazı bilginler ve ekoller rü’yetin mümkün olamayacağını ileri sürerek, Allah’ın görülmesi inancına İslâm dışı bir hüviyet kazandırırken, bazı fırkalar da mümkün olacağını kabul ve ileri sürmekle kalmayıp, bir ifrat ve tefrit örneği sergileyerek, Yüce Allah’a cisim isnad etme yolunu tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet ekolü ise, geneldeki tutumunu devam ettirip, orta yolu takip ederek, Yüce Allah’ın âhirette mü’minler tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin bilinemeyeceğini kabul etmiştir.
“Rü’yet” kelimesi, Arapça’da (ra-e-ye)kökünden gelen bir mastardır. Bu kelimeye ise, sözlüklerde çeşitli anlamlar verilmektedir. Bunlar arasında görmek, bakmak, inanmak, bilmek, sanmak, sonunu düşünmek, tefekkür etmek, planlamak ve rüya görmek anlamları sayılabilir. Bu fiilin bu kadar çeşitli anlamlara gelmesi, elbette Arapça’daki kurallara bağlı olarak bazı hal ve durumlara göre olacaktır ve öyle de olmaktadır. Bu anlamlar fiilin beraberinde kullanıldığı harfi cerlere göre söz konusu olmaktadır ki, bunun Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli örnekleri mevcuttur. Bu kadar geniş bir anlam grubu ifade etmesine rağmen, bu fiilin anlamının genelde görmek olarak ele alındığı görülmektedir. Bu da, fiilin genel yapısının bu minval üzere olduğunun bir göstergesidir.
Terminolojik olarak, bir başka ifadeyle ıstılah bakımından rü’yet denilince, İslâmî literatürde: Yüce Allah’ın mü’minler tarafından Cennet’te görülmesi meselesi akla gelmektedir. Bu mesele Kelam ilminde üzerinde en çok tartışılan konulardan birisi haline gelmiştir. Bazı Kelam kitapları, bu konuyu Allah’ın zatına ait bir mesele olarak kabul edip onu Allah’ın zatı ile ilgili meseleler başlığında incelemişler,2279 bazıları ise Allah hakkında câiz olan ve olmayan hususlar bahsinde ele almışlardır. 2280
Rü’yet meselesi genel olarak iki noktada ele alınmaktadır. Birincisi, rüyetin, dünyada cevazı meselesi: İkincisi ise, rüyetin âhirette vücûbu meselesidir. Bunlardan birincisine, daha çok bir takım aklî izahlar delil olarak kullanılmakta
2276] Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205
2277] Müslim, İmân, 152
2278] İbn Mâce, hadis no: 4205
2279] Gazali, el-İktisad fil-İtikad, s. 41-48
2280] Âmidî, Gâyetül-Meramı fî İlmi’l Kelâm, s. 159-179
ALLAH (C. C.)
- 581 -
olup, Kur’ân’dan ise, el-A’raf sûresi,143. âyet delil olarak getirilmektedir. İkincisi, yani âhirette vücûbu hususuna ise, hem Kur’ân’dan hem de hadislerden birçok delil ileri sürülmektedir. Ancak burada özellikle bu konuya has bir durum vardır ki, o da hem rü’yetin imkanını hem de mümkün olmayacağını ileri sürenlerce aynı âyetlerin delil olarak kullanılmış olmasıdır. Söz konusu olan nokta, sözü geçen âyetlerin çeşitli yönlerden tevil edilmesi ve farklı şekillerde anlaşılmasıdır. Bu da bize İslâm dininde esas olan meseleler ile, esasa dahil olmayan meselelerdeki farklılığı ortaya koymaktadır. Zira, rü’yet meselesinde, imkanını veya mümkün olmadığını ileri sürenlerden hiç birisi, İslâm dinine göre, tekfir edilemez. Çünkü bu konu dinin özünden telakki edilmeyen bir husus olup, yorum ve anlayışa, temel kabul edilen prensiplere göre farklı anlaşılabilen meselelerdendir. Bu bakımdan her iki grup da aynı âyetleri delil olarak kullanmışlardır. Eğer böyle değil de, İslâmın temel meselelerden birisi olmuş olsaydı, bu derece bir serbestlik ve hoş görünün olması düşünülemez ve aynı âyetlerin her iki grup tarafından kullanılması mümkün olamazdı.
Rü’yetin Dünyadaki Cevazı; Bu hususta daha çok aklî delillerin kullanıldığını biliyoruz. Bunlara göre: Rü’yetullah aklen câizdir. Akıl, arızî sebeplerden uzak olarak, kendi halinde bırakılırsa, rü’yetin imkansızlığına değil, imkanına, yani olabileceğine hükmeder. Çünkü görülme özelliği, var olan şeylerin ortak özelliklerindendir. İnsan fıtrî olarak da arzu ettiği, hem de iştiyakla arzu ettiği yüce yaratıcısını görmek ister ve bunun arzusuyla hayatını sürdürür. Öyle ise isbat zarureti görülebilir iddiası için değil; görülmez iddiası için söz konusu olur. Öte yandan Yüce Allah’ın görülüp görülmeyeceğinin tartışılması da bir bakıma O’nun görülmesinin bir başka yönden ispatına esas teşkil etmektedir.
Rü’yetin aklen cevazı ile ilgili olarak “vücûd delili” ismi verilen bir başka delil vardır ki, bunu şöyle açıklamak mümkündür: İnsan, kâinattaki varlıkları göz ile görmekte ve aradaki farkları yine göz ile ayırd etmektedir. Mesela insan ile at, beyaz ile siyah göz ile farkedilmektedir. Buradan şu noktaya gelinebilir: Rü’yetin sıhhati için ortak bir illet lazımdır ki; bu da ya vücûd ya hudûs ya da imkan olmalıdır. Bir dördüncü illeti düşünemeyiz. Bu ortak illet olmadan; cevher, cevher olduğu için, araz da araz olduğu için görülür diye bir sonuca ulaşamayız. Zira muhtelif illetler ile rü’yetin sıhhati ortaya konulamaz.
Bu üç illetten hangisinin ortak illet olabileceğine gelince; İnce hudus illetini ele alırsak; hudus, öncesinin sonsuz yokluk olmasının kabul edilmesine rağmen yine de vücûddan ibarettir. Âdem, yani yokluk da, illetten bir cüz olamaz. Hem de hudus, yokluktan varlığa geçiştir, oluştur. Yani varlığa geçişte yine varlığa, bir başka ifadeyle vücuda muhtaçtır. Dolayısıyla söz konusu ortak illet, hudûs olamaz.
İmkâna gelince; imkanın varlığa da, yokluğa da şumûlü vardır. Yokluk ise görülemez. Yokluğa, yani görülmemeye şümulü olan imkanın ise ortak illet olması düşünülemez. Zira, imkanda yokluğun ve varlığın eşit derecede bulunması söz konusudur.
Hudûs ve imkânın her ikisinde de yokluğun düşünülmesi söz konusudur. Yokluğun ise görülemeyeceği açıkça bilindiğine göre, ne hudûs ne de imkan ortak illet olamaz.
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Geriye, vücûd illeti kalmaktadır ki, duyular aleminde görme hadisesinin mümkün oluşu başka şeyden değil, doğrudan doğruya sadece “var olmak”tan doğmuştur. Yüce Allah da, var olduğuna ve bunda şüphe söz konusu olmadığına göre, Yüce Allah görülecektir. O’nun görülmesi mümkündür. Öte yandan var olan şey hakkında onun görülüp görülmeyeceği tartışması yapılır. Olmayan şey hakkında bu yapılmaz. Eğer tartışma yapılıyorsa bu bir bakıma o şeyin görülme özelliğine delalet eder. 2281
Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır: Burada esas tartışma konusu olan husus, Yüce Allah’ın görülebilme imkanıdır. Yani O’nun, görülme özelliğine sahip olması meselesidir. Yoksa bu dünyada ve dünyevi gözle mutlaka görüleceği iddiası değildir. Tartışma dünyada câiziyyet konusu üzerinedir; yoksa âhiretteki vucubiyyet konusu üzerine değildir. Bu noktanın özellikle belirtilmesi ve bilinmesi gereklidir.
Rü’yetin dünyadaki cevazı ile ilgili olarak delil getirilen el-A’râf sûresindeki âyeti ele alalım: Bu âyet, Hz. Mûsâ’nın Yüce Allah’tan rüyet talebinde bulunması hususunu ifade etmektedir ki, âyetin metni şöyledir: “Mûsâ, tayin ettiğimiz zaman için gelip de, Rabbi onunla konuştuğu zaman, dedi ki; “Rabbim bana (kendini) göster, sana bakayım”. Allah, (ona şöyle) dedi; “Beni göremezsin, fakat (şu) dağa bak; eğer yerinde durursa beni göreceksin.” Rabbi dağa tecelli edince, onu un ufak etti. Mûsâ da baygın düştü. Kendine geldiği zaman şöyle dedi; “Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana tevbe ederim; ben mü’minlerin ilkiyim.” 2282
Bu âyet, rü’yetin ispatı ve nefyi yani mümkün olup olmayacağı açısından iki yönde ele alınmaktadır.
Birinci Yön: Hz. Mûsâ’nın, rü’yet isteğinde bulunması ve bu konudaki tartışmaları kapsamaktadır. Hz. Mûsâ’nın Yüce Allah’tan, O’nu görmeyi istemesi, O’nun görülebileceğine delildir. Zira açıkça “Rabbim bana kendini göster. Sana bakayım” demiştir. Eğer, rüyet mümkün olmasaydı, Hz. Mûsâ, mümkün olmayan ve Allah üzerine câiz bulunmayan bir şeyi istemek durumuna düşmüş olurdu ki, Allah için mümkün olmayan bir şeyi istemek, bir peygamber için doğru olmayan bir harekettir.
Burada Hz. Mûsâ’nın bu isteğini aynı zamanda iki ihtimal dahilinde düşünmek mümkündür; 1. İhtimal: Hz. Mûsânın, Yüce Allah’ın görülmesinin imkansız olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olması ihtimalidir ki, bu ihtimal, Hz. Mûsâ’nın bir peygamber olması ve tevhid konusunda cahil olmasının imkansız bulunması hasebiyle son derece zayıf bir ihtimaldir. 2. İhtimal: Hz. Mûsâ’nın, rü’yetin mümkün olup olmadığını bilerek böyle bir istekte bulunmuş olmasıdır. Bu da iki şekilde mümkün olabilir:
a) Hz. Mûsâ, rü’yetin mümkün olmadığını bildiği halde böyle bir istekte bulunmuştur, denilebilir ki; bunu söylemek biraz önce sözü edildiği gibi bir peygamber için düşünülemez. Öte yandan Kur’ân’da Allah’ın kanunlarına aykırı isteklerde bulunan bazı peygamberlerin Allah tarafından nasıl serzenişe maruz bırakıldıklarını gösteren âyetler vardır. Mesela, Hz. Nuh’un tufana kapılan
2281] Bu delilin geniş tartışması için Bk. Sırrı Paşa, Nakdul-Kelam fî Akaidil-İslâm, İstanbul 1324, s. 147 vd.
2282] 7/A’râf, 143
ALLAH (C. C.)
- 583 -
oğlunu kurtarmak istemesi ile, Hz. Âdem ile Havva’nın yasak ağacın meyvelerini yemek istemeleri üzerine Yüce Allah’ın onlara ikazda bulunup dikkatlerini çekmesi ve serzenişte bulunması bu hususa örnek teşkil eder. Burada yani Hz. Mûsâ’nın isteğinde ise, böyle bir durum söz konusu değildir. Zira, Hz. Mûsâ’nın rüyet isteği karşısında, Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya itab etmemiş, Hz. Nuh’a dediği gibi “Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt veriyorum, Cahillerden olma” dememiştir.
b) Hz. Mûsâ rü’yetin mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuştur. Zira biraz evvel sözü geçtiği üzere, Yüce Allah Hz. Mûsâ’ya Hz. Nuh ve Hz. Âdem’e olduğu şekilde cevaplandırmayıp onlara olduğu gibi bir itabla karşılık vermemiştir. Bu da bize Hz. Mûsâ’nın rü’yetin mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olduğu kanaatını oluşturur ki; bu taleb, rü’yetin imkanı ile ilgili önemli bir delildir.
İkinci Yön: Rü’yetin, dağın istikrarına taalluk edilmesi hususu ve bununla ilgili tartışmaları içine almaktadır. Yüce Allah biraz önce sözü geçtiği üzere, Hz. Nuh hadisesinde olduğu gibi Hz. Mûsâ’yı bu isteğinden dolayı suçlamamış ve “Beni göremeyeceksin fakat şu dağa bak. Eğer yerinde durursa beni görürsün” demiştir. İşte bu ifade tarzı bir diğer yönden rü’yet için delil teşkil eder.
Şimdi bu ifade üzerinde durursak; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği cevap dikkat çekicidir. Şöyle ki; eğer Allah Teâlâ’nın görülmesi muhal olsaydı, Arap lugatine göre, “Seni göreyim” isteğine karşılık verilmesi gereken cevap, kısaca, “Ben görünmem” olurdu. Veya da “Benim görünmem câiz ve mümkün değildir”, “Benim için câiz olmayan şeyi nasıl taleb ediyorsun?”, ya da, görünmeyen bir şeyin haberi için kullanıldığı üzere “Ben görünücü değilim” cevabı verilebilirdi. O halde, buradan anlaşılmıştır ki, buradaki nefy, işin bizzat kendisinde değil, bilakis talebin ve bu işi isteyenin halindeki noksanlıktadır. İsteyenin halinin nefyi söz konusudur.2283 Nitekim, Yüce Allah, dağa tecelli ettiği zaman dağ bile o haliyle tahammül edememiş ve paramparça olmuştur.
Rü’yet, genel anlamda nefyedilmiş olsaydı, böyle cevap verilmezdi. Zira, elinde bir taş tutan kimseye, birisi, “Şu taşı ver de yiyeyim” dese, buna verilecek cevap, “Bu taş yenmez”dir. Yoksa, burada dağın istikrarına taalluk edildiği gibi, “bu taşı filan kimse yerse, sen de yersin” veya “bu taşı yeme” olmazdı. Çünkü, taş zaten yenilmez.
Rü’yetin dağın istikrarına taalluk edilmesi de, bir başka yönden rü’yetin ispatı için bir delil olmaktadır. Şöyle ki; dağın yerinde durması, mümkün olan bir iştir ve nitekim dağa tecelli edilmeden öncede dağ yerinde duruyordu. Dağın yerinde durması da durmaması da mümkündür. Bu konuda bir mantık kuralı vardır ki, o da “Olması mümkün ve câiz olan şeye taalluk edilen her iş her şey mümkündür”. İşte burada da mümkün olan bir işe taalluk söz konusudur. Böyle olmayıp da mümkün olmayan bir işe, mesela, “Balık kavağa çıkarsa bu iş olur” gibi veya Kur’ân’da bir başka yerde geçtiği üzere. “Deve iğnenin deliğinden geçerse bu iş olur” gibi2284 bir taalluk olmuş olsaydı, o zaman durum farklı olabilirdi. Burada ise, mümkün ve câiz olan bir şeye taalluk edilmiştir. O halde bu iş, yani
2283] Cevheretü’t-Tevhid, s. 186; Ruhul-Beyân, III, 232-33
2284] 7/A’râf, 40
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rü’yet mümkün ve câizdir.
Burada sayılan ve benzeri açıklamalarla, rü’yetin dünyada câiz olabileceği kanaatına varılmıştır. Burada unutulmaması gereken önemli nokta rü’yet ile ilgili tartışmanın câiziyyet noktasında olduğu, yani işin mümkün olup olmaması meselesidir. Yoksa bu hâlimizle mutlak sûrette görüleceği iddiası değildir. Böyle bir iddiada bulunabilmek için çok kuvvetli kesin deliller olması gerekir ki; yukarıda görüleceği üzere, ileri sürülen âyetlerle ilgili istidlal farklı izahlara dayanmakta olup, aynı âyet her iki farklı görüşte olanlar tarafından kullanılmaktadır. Ulaşılan netice farklı izahlara göre şekil kazanmaktadır.
Rü’yetin Âhiretteki Vücûbu: Rü’yetin âhiretteki vücûbu ile ilgili olarak bazı âyetler delil olarak kullanılmaktadır. Burada özellikle âhiretteki vücûbiyyetin söz konusu edilmesi, bu âyetlerde, âhiret halinden ve Cennet’ten söz edilmesinden dolayıdır: Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: “O gün yüzler vardır, Rablerine bakıp parıldayan.” 2285
Rü’yetin âhirette vücûbu ile ilgili olarak, Ehl-i Sünnet nazarında en kuvvetli delillerden birisi bu âyettir. Âyetin öncesine dikkatle bakıldığında; âyetin içinde bulunduğu sûrenin isminin bile, âhiret ahvalinden bahsedildiğine işaret ettiği görülecektir. Zira, sûrenin ismi “Kıyame sûresi”dir. Sûrenin başında kıyamet ahvalinden bahsedilmekte ve bu âyetten bir iki âyet öncesine kadar, müşriklerin acıklı hallerinden söz edilirken, sıra mü’minlere gelmekte ve Cennet ahvaline geçilmekte; o arada da, rü’yet ile ilgili bu âyetin zikri geçmekte ve o gün mü’minlerin büyük bir neşe ve sürur içinde oldukları ifade edilmektedir. Dolayısıyla açık ve net bir şekilde rü’yetin vukuu ifade edilmektedir.
Âyet üzerindeki tartışma ve mütalaalara gelince; özetle şunları söylemek mümkündür: Rü’yetin câiz olmadığını ileri sürenlerce -ki, bunların öncülüğünü Mutezile fırkası yapmaktadır- bu âyette geçen “nazar” kelimesinin, görmek anlamında değil, “bekleme” anlamında alınması gerektiğini, bunun Kur’ân’da birçok örneklerinin bulunduğunu söylemektedirler.
Ehl-i Sünnet ise, “nazar” kelimesinin Kur’ân’da sadece beklemek değil, daha birçok anlamlarda kullanıldığını; bunlar arasında ummak, şefkat etmek, ibret almak, düşünmek, hüküm vermek gibi anlamların bulunduğunu da söylemektedir. Ancak, bu âyette zikri geçen “nazar” kelimesinin bir özelliği bulunduğunu zira burada bu kelimeyle birlikte, aynı cümle içinde hem (ilâ) harfi cerinin bulunduğunu, hem de insan yüzü anlamına gelen (ve-ce-he) kelimesinin bir arada bulunduğunu, bunun ise, bütün dilcilerin ittifakıyla, mutlaka (ra-e-ye) yani “görmek” anlamına geldiğini ifade etmektedir ki, bu gerçekten ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ittifaktan dolayıdır ki, rü’yetin nefyini avunan Mûtezile fırkası burada zikri geçen (ilâ) harfi cerinin, harfi cer olmayıp, “nimet” anlamında bir kelime olduğunu ifade etmiştir. Zira, onlar da bu ittifakın olduğunda hem fikirdirler. Öte yandan mantıkî bütünlük açısından da, gerek beklemek ve gerekse şefkat göstermek gibi anlamların burada kullanılması mümkün değildir. Zira Cennet bir bekleme yeri değil, mükafatların verildiği nimet yeridir. Ayrıca, beklemekte bir bıkkınlık ve sıkıntı vardır. Oysa Cennet’te böyle şeylerin olması düşünülemez bile. İbaredeki kullanılış açısından da, şefkat anlamının olması
2285] 75/Kıyâme, 22-23
ALLAH (C. C.)
- 585 -
mümkün değildir. Zira, ibarenin akışına göre kulların Yüce Allah’a şefkat göstermesi gerekir, gibi bir anlam çıkmış olacaktır ki; bu, düşünülmesi bile mümkün olmayan bir ihtimaldir.
Netice itibarıyla, bu âyetin delâletiyle, rü’yet, âhirette vacibtir ve mü’minler Yüce Allah’ı keyfiyeti belli olmayacak bir şekilde göreceklerdir. Keyfiyeti belli olmayacak şekilde diyoruz; zira âhiret aleminde söz konusu olacak şeyler hakkında keyfiyet belirtmek, şekli ve durumu şöyle veya böyle olacaktır demek mümkün değildir. Sevgili Peygamberimiz, Cennet ile ilgili bir sözlerinde “Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetler vardır” buyurmuşlardır. Şu ana kadar gözlerin görmeyip, kulakların işitmediği bir şey hakkında her hangi bir tavsifde, vasıflandırmada bulunmak doğru değildir. Yapılan zannî bir tahminden öteye geçmez.
Rü’yetin mümkün olup olmadığı hususunda kullanılan bir başka âyet ise el-Enâm sûresindeki âyettir: “Gözler O’nu idrâk edemez. O bütün gözleri idrâk eder.”2286 Bu âyet-i kerime de diğer âyetler gibi hem ehl-i Sünnet hem de Mutezile tarafından kuvvetli bir delil olarak ileri sürülmüştür. Tartışma esas itibariyle daha çok, âyette geçen “idrak” kelimesinin değişik manalara gelmesinden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki; idrak, mahdut olan bir şeyi ihata etmek, demektir. Mahdut ise, hududu ve nihâyeti olan bir şeydir ki, idrak o hududla vukû bulur. Renk, tad, zevk ve koku gibi şeyler de böyledir. Her birinin kendine has yönü ve hududû vardır. Onları idrak etmek, ancak bununla mümkün olabilmektedir. Kısacası idrak, bir şeyin hududunu; rü’yet ise, genelde görmektir. Buradan anlaşılıyor ki, idrak ile rü’yet aynı şey değildir. İdrak hususi, rü’yet ise umumidir.
Fahreddin Razi, idrak ile rü’yet ilişkisi ve farkını şöyle izah etmektedir; Rü’yet ikiye ayrılır: Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sınırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrak ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü’yet ile aralarında bir fark olmayabilir. İkincisi ise; hududsuz ve nihâyetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrak edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü’yetin bazen idrakle birlikte, bazen de idrakten ayrı olarak meydana geldiğini söylemek mümkündür.
Şimdi her iki halde de “rü’yet” kelimesinin kullanılması mümkün olsa ve mesela “falan şeyi gördüm” denilmek sûretiyle, hem mücerred rü’yet, hem de idrakle birlikte rü’yet kastedilmiş olsa bile; idrak kelimesinin kullanılması ve mesela, “falan şeyi idrak ettim” denilmesi, idrak etmeksizin mücerred rü’yetin kastedilmiş olduğuna delalet etmez.
Bundan da anlıyoruz ki; rü’yet genel, idrak ise özeldir. Bu bakımdan özel olan bir şeyin ispatı, genel olanın ispatını gerektirmiş olsa da özel olanın olumsuz kılınması, genel olanın olumsuz olmasını gerektirmez. Her idrak rü’yettir, fakat her rü’yet idrak değildir.
Bu açıklamalar ışığında sözü geçen âyete bakacak olursak; Yüce Allah bu âyette id’raki nefyetmiş olsa bile, onun nefyi, rü’yetin nefyini gerektirmez. Bu âyette Yüce Allah, kendisinin yön ve hududu olmadığını, bu bakımdan da gözlerin O’nu görse bile idrak edemeyeceğini bildirmiştir. Görmek idrak, etmek demek değildir. Zira, idrak etseydik, Yüce Allah sınırlı bir varlık olmuş olurdu ki, bu
2286] 6/En’âm, 103
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yüce Allah için düşünülemez. O, hududu ve sınırı olmayan, düşündüklerimizin de ötesinde olandır. Bu duruma göre, âyetin mânâsı şöyle ifade edilebilir: “Gözler Allah Teâlâ’nın hakikatını ihata edemezler. O ise bütün gözleri görür ve ihata eder”.
Âyetin delil olarak ele alındığı bir başka yön de; Yüce Allah’ın burada kendisini methetmesi yönüdür. Bu konuda hemen hemen bir ittifak söz konusudur. Şâyet, rü’yet mümkün olmasaydı, tıpkı, görülmesi imkansız olduğu işin, görülmemesi övgü konusu olmayan “yokluk” gibi, “Gözler O’nu idrak edemez” sözüyle bir medh söz konusu olamazdı. Bir şeyin görülmesi mümkün olur da, büyüklükte tek ve eşsiz olduğu için, şartlar müsait olmadığı için görülmez ise, o zaman bir medh söz konusu olur. Yoksa şâyet görülmesi mümkün değil ise nasıl bir medh söz konusu olacaktır? Zaten görülmesi o anlayışa göre mümkün değildir.
Bu âyette O’nun görülür olduğu ortaya konulmuş, fakat aynı zamanda O’nu görecek olan gözlerin de, bu dünya hali ile görmekten aciz olduklarına işaret edilmiştir. Gözleri, kendisini görmekten aciz bırakan da kendisidir. İşte, medhe ve övgüye layık olan da bu noktadır. Buna göre, gözlerin O’nu görmekten aciz kalması, O’nun görülmez olmasını gerektirmez. Fakat O’nun görülür olduğu halde, gözlerin O’nu görmemesi, kudret ve azametine layık bir iftihar ve öğünme vesilesi olur. Gözleri bu haliyle görmekten aciz bırakan O’dur. Fakat dilediği anda, onları acizlikten kurtaracak ve onlara görme gücünü verecek olan yine kendisi olacaktır ki; bu, âhirette vukû bulacaktır. Mü’minler için de en büyük nimet mesabesinde olacaktır.
Rü’yet ile ilgili olarak delil getirilen diğer bir âyet de Yûus sûresindeki âyettir: “İyi davrananlar için Cennet ve nimetleri ve (bir de) ziyâde vardır.”2287 Bu âyetin rü’yete delaleti, âyetin içinde yer alan “ziyade” kelimesinin “Allah’a nazar etmek” şeklinde tefsir edilmesi dolayısıyladır. Bu tefsir Hz. Peygambere ve bazı sahabelere varan isnadlarla kuvvet kazanmıştır. Ubeyy b. Kâ’b’a varan bir isnada göre, Hz. Peygambere “ziyâde” kelimesinin mânâsı sorulduğunda, Hz. Peygamber “Rahman’ın yüzüne nazardır” diye cevap vermiştir.
Ehl-i Sünnet âlimleri bu ve benzeri isnadlara dayanarak bu âyeti rü’yete delil olarak kabul etmektedirler. Âyet üzerindeki etimolojik yorumlara gelince; bunları da şöyle özetlemek mümkündür: Âyette geçen “el-Hüsnâ” kelimesi, harf-i tarif almış müfred bir kelimedir, yani marifedir. Bu bakımdan bir önceki âyette geçmiş olan bir isme delâlet etmiş olmalıdır. Önceki âyetle beraber bu âyetin meali ise şöyledir; Allah, Dâru’s-Selâm’a çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir. İyi davrananlar için hüsnâ ve bir de ziyâde vardır. “
Allah’ın insanları dâvet ettiği yer, Dâru’s-Selâm, yani Cennettir. Binaenaleyh iyi davrananlar için ve güzel amel sahipleri için Cennet vardır. Nitekim, gelen haberlerden “hüsnâ” kelimesi Cennet ile tefsir edilmiştir. Bu sabit olunca, insana Cennetle birlikte verilecek olan “ziyade”nin Cennetten ayrı bir şey olması gerekir. Çünkü, insana verilen Cennet, içindeki bütün nimetleriyle birlikte verilir. Ziyâde ise, bunların dışında bunlardan ayrı bir şeydir. Aksi halde, eğer Mutezile’nin dediği gibi burada ziyadeden maksat Cennet olmuş olsaydı, iki ayrı kelime ile aynı şeyin verileceği bildirilmiş olurdu ki, bu da lüzumsuz bir
2287] 10/Yûnus, 26
ALLAH (C. C.)
- 587 -
tekrardan ibaret olurdu.
“Ziyâde”nin Cennet nimetlerinden ayrı bir şey olması hususunda Fâhrettin Razi’nin güzel bir açıklaması vardır: “Üzerine ilâve olunan şey, belirli bir miktar ile tayin edildiği zaman “ziyâde”nin o şeyin cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin olunmamışsa, “ziyâde”nin ondan başka bir şey olması gerekir. Meselâ, bir kimse, “Sana on kilo buğday ve bir de ziyâde verdim” derse, bu ziyadenin buğday cinsinden olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin “Sana buğday ve bir de ziyâde verdim” derse, buradaki “ziyâde” buğdaydan farklı bir şey olması gerekir ve öyledir.” 2288
İşte burada da, “Cennet ve bir de ziyâde” ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin, Cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir. Diğer bir delil el-Mutaffifîn sûresinin âyetidir: “Hayır, onlar o gün muhakkak ki, Rablerinden mahcub kalırlar.” 2289
Bu âyet de Ehl-i Sünnete göre, rü’yete delalet eder. Örtmek ve menetmek mânâsına gelen “hicab” kelimesi, âyette ba’sı ve hesap gününü inkâr eden kimseleri tehdit etmek ve onlara korku vermek için zikredilmiştir. Kâfirler için tehdit ve korku vasıtası olarak zikredilen bir şeyin, mü’minler hakkında söz konusu olması düşünülemez. Bu bakımdan kâfirler kıyamet günü Rabblarını görmekten alıkonulacaklar. Fakat mü’minler O’nu göreceklerdir.
Ehl-i Sünnet ve Mutezile, âyette geçen “mahcub” kelimesinin “memnü” mânâsına geldiğini kabul etmekte, fakat, hangi hususta mahcub oldukları hususunda ayrılmaktadırlar. Bir kimsenin bir başkasının yanına girip, onu görmesine engel olunmasının “hicab” kelimesi ile ifade edildiğini kabul etmiş görünse bile, Mutezile, burada aynı manayı ifade eden âyeti, tecsim ve teşbihe götürür endişesiyle kabul etmemekte, âyetin mânâsını; “Kâfirler Allah’ın rahmet ve sevabından uzak kalacaklardır” şeklinde anlamaktadır. Zira Mutezile’ye göre, rü’yet, göz bebeğini bir yöne çevirmek olarak anlaşılmaktadır. Bunun için de, yani göz bebeğinin bir yöne çevrilmesi için de o şeyin cisim olması gerekir. Öyle ise; Yüce Allah’ın görülebilmesi için cisim olması gerekir. O halde O, görülmez.
Ehl-i Sünnet ise, “kesin bir delil olmaksızın âyetin zahirini terketmek ve ondan uzaklaşmak mümkün değildir” prensibinden hareketle, burada da manayı rü’yete hamlederek rü’yetin vukûuna delil getiriyor. Zira Ehl-i Sünnet âlimleri de Yüce Allah’ın cisim olmadığı hususunda müttefik oldukları gibi, bu hususta her iki grupta da bir şüphe söz konusu değildir. Ancak, Ehl-i Sünnet âlimleri burada “bir şeyin görülüp görülmemesinin mümkün olması, O’nun cisim olup olmamasına bağlı değildir görüşündedirler. Nitekim, renkler de cisim ve cevher olmadıkları halde görülürler. Görülmesi câiz olmayan şey, yalnız “ma’dum”dur. Allah Teâlâ ise mevcud olduğuna göre, kendi nefsini bize göstermesi imkansız değildir.
Burada önemli bir noktaya gelinmiştir, o da; Ehl-i Sünnetin bu hususa özellikle önem vermiş olmasıdır. Zira ay’ı görmemiz, bizim irÂdemizin dışındadır. Biz istesek te istemesek de onu görürüz. Tıpkı, görmek ve bakmak arasındaki fark konusunda görmenin irade dışında da mümkün olması gibi... Rü’yeti yaratmaya yani Yüce Allah’ın kendisini göstermesine bir engel yoktur. Onu Yüce Allah
2288] er-Razi, Tefsir-i Kebir, IV, 333
2289] 83/Mutaffifîn, 15
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratmaktadır; isterse görme fiilini yaratabilir. Zira burada konu vucubiyyet değil, câiziyyet safhasındadır. Biz, görülmez demekle O’na bir engel getirmek hakkına sahip değiliz. Öte yarıdan O’nun görülmez oluşu, bir nevi noksanlık olarak telakki edilmektedir.
Netice itibarıyla, İslâm akaidinde önemli bir yer tutan “rü’yetullah” meselesi, temelde Yüce Allah’ın teşbih ve tecsimi kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira gerek Ehl-i Sünnet “Yüce Allah görülür” derken ve gerekse Mu’tezile “O görülmez” derken, her ikisinin de taşıdıkları ortak bir kaygı ve korku vardır ki; o da acaba görülür veya görülmez dersek, O’nu teşbih ve tecsime düşürmek gibi, akaid esaslarına göre sakıncalı olan bir konuma düşebilir miyiz korkusu ve kaygısıdır. Bir başka ifadeyle her ikisinin de düşünce yapılarının temelinde, iyi niyet ve Yüce Allah’ın azameti ve yüceliğine her hangi bir leke düşürmeme düşüncesi yatmaktadır. Bu itibarla bu konuda yapılan tartışma ve ileri sürülen görüşleri, kendi içerisinde ve bütünlüğüne göre değerlendirmeli ve öyle görmelidir.
Öte yandan bu mesele, esas itibariyle de, İslâm Akaidinde temel hususlar, dinin özü ve esası olarak kabul edilen Tevhid, Nübüvvet ve Mead prensiplerinin esasından olmadığı gibi; bunlara aykırılık teşkil eden hususlardan da değildir. Bir mesele eğer bu üç meselenin esasına dahil olmayan bir mesele ise, bunlar üzerinde farklı düşünmekte hiç bir mahzur olmadığı gibi; bunlar üzerinde düşünmek meselenin hikmetini anlamak bakımından teşvik bile edilmiştir, denilebilir. Zira, Kur’ân bu konuda oldukça serbest ve geniş bir tablo sergilemekte olup, bir bakıma bu gibi hususları “eşyanın hakikatını anlama” teşviki çerçevesinde bile ele almaktadır. Önemli olan düşünce çerçevesinin Kur’ân ve Hz. Peygamberin sünneti çerçevesinde olmasıdır. 2290
Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri (Esmâu’l-Husnâ)
Kur’an, marifetullah (Allah’ı tanıma) bilgisini Allah’ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur’an’da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır.
Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. “Nasıl bir Allah?” sorusu, Kur’an’da zikredilen “esmaü’l Hüsna ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah” şeklinde cevaplandırılabilir.
Hadîs-i şerifte2291 zikri geçen 99 isim şunlardır: Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri’, el-Mûsâvvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi, el-Muiz, el-Müzill, el-Basîr, es-Semi’, el-Hakem, el-Adl, el-Lâtîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Gafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mücîb, el-Vâsi’, el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Muîd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müteâlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi’, el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni’,
2290] Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ru’yetullah Maddesi
2291] Sünenü’t-Tirmizî, Deavât 83, hadis no: 3507
ALLAH (C. C.)
- 589 -
ed-Dârr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdi, el-Bedî’, el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.
Tirmizi’nin Ebû Hureyre’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: ‘Allah’ın Rasûlü (s.a..v.) dedi ki: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları bellerse Cennete girer.” 2292
Buhârî, Müslim ve başkaları, hadisin sadece baş tarafını rivâyet eder, isimleri ayrı ayrı sıralamazlar. 2293
Âlimlerin ittifakıyla isimler 99’a münhasır değildir. Kur’ân-ı Kerim’de isim sigası halinde bulunduğu halde, Tirmizi’nin yukarıda saydığımız meşhur listesinde görülmeyen vasıflar 27 adettir:
Yukarıdaki listenin dışında, Kur’an’daki Diğer İsimler:
er-Rabb, el-İlâh, el-Muhıyt, el-Kadîr, el-Kâfî, eş-Şâkir, el-Hakîm, el-Kaahir, el-Mevlâ, en-Nasıyr, el-Hâlık, el-Melik, el-Kefîl, el-Hallâk, el-Ekrem, el-A’lâ, el-Mübîn, el-Hafî, el-Karîb, el-Ehad, Ğâfiru’z-Zenb, Şedîdu’l-ıkaab, Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard, Rafîu’d-derecât, Ğâlib alâ emrih, Kaaim alâ külli nefs, Hayrun Hâfızan
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.”2294 Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bu âyette geçen “eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhıdûn”, genel olarak Allah’a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubali kimseleri ifade eder. İlhâd: Allah’ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında ne Kur’an ne de sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır. 2295
Allah Lafzı Yerine “Tanrı” Kavramı
Türkçe’de Allah anlamında kullanılan Tanrı kelimesi, “gökyüzü” ve “şafak” mânâlarına gelen “tan”dan türemiştir. Orta asya Türk boylarında daha çok “gökyüzü” anlamında kullanılmıştır. Çağatayca’da Tengri, Yakutça’da Tangora, Tanara, Altaylarda Teneri, Sümerce’de Tingir, Dingir Akadca’da İlu, Oğuzca’da Çalap, Çelep, Kazanlar’da Tengri (Tanrı), Teri vb. şekillerinde yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud, Tanrı kelimesini şöyle açıklamıştır: “Tengri, yüce Tanrı mânâsına gelir. Kâfirler göğe Tengri derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, ulu bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye Tengri, hakîm kişiye de Tengriken derler.” 2296
Maniheizm’de Tengri veya Tengriken terimleri, Tanrı mânâsına gelmekte, yine bu dinle günahların itirafı için Tengrim sözü kullanılmaktadır. Bazı araştırmalara göre bu terim, özellikle Turfan metinlerinde hükümdar kızları ve zevcelerini ifade ederken, ayni kelimeden türediği kabul edilen Tengriçi terimi de râhip karşılığında kullanılmıştır. Kumanca Tengrilik “İlâhî”; Uygurca Tengrilik, “dindar”; Moğolca Tengri ise “Tanrı” anlamının karşılığıdır.
Günümüz Ortaasya’sında yaşayan Türk dillerinde Tengri kelimesi “Tanrı” ve “gök” manalarını ifade etmektedir. Türkiye Türkçesinde Tanrı kelimesi yalnız
2292] Hadisin devamında, yukarıda sayıp Türkçe anlamlarını verdiğimiz 99 ismi sayar. Sünenü’t-Tirmizi, Deavât 83, Hadis no: 3507
2293] Bk. Buhârî, Şurût 18; Müslim, Zikr 5, hadis no: 5, 6
2294] 7/A’râf, 180
2295] Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili geniş bilgi için bk. Esmâü’l Hüsnâ Kavramı.
2296] Divan-ı Lügâti’t-Türk, (çev. Besim Atalay) Ankara 1941, 111, 376
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah karşılığında kullanılmıştır. Orhun Âbideleri’nde Tengri kelimesi daima İlâhî bir kudreti ifade eder. O’nun iradesiyle iktidara gelen hükümdar, Tengri gibi, Tengri doğumlu ve Tengri tarafından yaratılmıştır. Türk halkını koruyan, düşmana galip gelmesini sağlayan hep Tengri’dir. Bazı kaynaklarda O’nun Türk Tengrisi olarak zikredildiği görülmektedir. 2297
Şamanizm’e göre en kudretli Tanrı, Tengere Kayra Kan’dır. Göğü, insanı, iyi-kötü ruhları ve yeri o yaratmıştır. Tengere Kayra Kan’ın tam karşılığı “Gök Tanrı”dır. İslâmiyet’i kabul etmezden önceki Orta Asya Türk boylarına göre gök 17 kattır. Gök-Tanrı’ların yardımını dilemek ancak ecdadın ruhlarıyla mümkündür. Tengri inancı hem gök, hem de gökte hüküm süren ruh manalarını içine almaktadır. Türklerin İslâmiyet’ten önce kabul ettikleri dinlerdeki Tengri kelimesi, hemen daima bu dinlerin en yüksek varlıklarını ifade için kullanılmış, “gök” mânâsı ikinci plânda kalmıştır.
Şark Türkçe’sinin hâkim olduğu İslâmî metinlerde, Allah, Mevlâ, İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimler Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazan Tengri kelimesi “Teâlâ” olarak geçer.2298 Eski Türkçe’de Tengri, kâinatta bulunan her şeyi yarattığına ve koruduğuna inanılan en yüce varlıktır. Oğuzlar Allah fikri ve inancına sahip olmuşlar ve bunu Tanrı adıyla ifade etmişlerdir. Türklerin Tanrı anlayışı İslâm’ın Allah anlayışıyla hemen hemen aynı olmuştur.
İnsanüstü bir kudret ve kuvvet olan Tanrı mefhumunun umumi bir tarifini yapmak oldukça zordur. Bundan dolayı insanlar, hatta hayvan ve bitkiler de tanrı sayılmıştır. Eski Yunan ve Roma’da ölümlü kadınlarla birleşerek çocuk yapan tanrıların erkek veya dişi oluşu, o toplumların pederşâhi veya mâderşâhi aile yapılarıyla ilgilidir.2299 Eski dinlerde genellikle, göklerin tanrısı, suların tanrısı ve karaların tanrısı olmak üzere üç büyük tanrı tasavvuru daima mevcut olmuştur.
Tanrı kelimesinin etrafında bazı kavramlar oluşmuştur. Tevrat’daki Evâmir-i Aşere (On Emir), Yahudilik ve Hıristiyanlık için Tanrı buyrukları olarak kabul edilmiştir. Bilindiği kadarıyla Tevrat’ın getirdiği Tanrı kavramı, bu mefhumun ilk evrensel nitelikte olanıdır. Halen elde bulunan Yahudilik mukaddes kitaplarının Yahvist metinlerinde daha çok millî-insanı tarzda Tanrı anlayışı hâkimdir.
Hz. Mûsâ kanunları, Pagan sanatının tanrıları insan şeklinde tasvir etmesini yasaklamış, Hristiyanlığın ilk yıllarında bu yasağa titizlikle uyulmuştur. Teslis’in birinci unsuru Peder ile üçüncü unsuru Ruhu’l-Kudüs’ün temsili şekilde tasvirleri, Hz. İsa’nın da insan şeklinde tasvir edilmesine zemin hazırlamıştır. Zamanla daha da gelişen bu tasvir sanatı, başka yüce varlıkların da simgelenmesine yol açmıştır. Nitekim bu simge hadisesi Hz. İsa’nın Vaftizi ile Uruc’unda da (Göğe Yükseltilmede) görülmektedir.
19. Yüzyılın Batılı sanatçılarından çoğu Tanrıyı yaşlı bir adam, Haç’ını taşıyan bir papa veya imparator, şimşek çaktıran jüpiter şeklinde tasvir etmişlerdir.
Tek tanrılı dinlerde bir tek Tanrı (Allah) olmasına rağmen çok tanrılı dinlerde,
2297] Muharrem Ergin, Orhun bideleri, İstanbul 1970
2298] V.F. Büchner, İ.A XI, 707
2299] Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stutgart 1963, s. 197
ALLAH (C. C.)
- 591 -
hemen her kudret ve kuvvet için bir tanrı (İlâh) vardır. Müslümanlıktan önce Araplar putlara taparlarken, bunlardan en yüce saydıklarına Allah adını vermişler, öteki tanrılara da “ilâh” (Aramca, alaha) demişlerdir.
Tanrı kelimesi, Türk Atasözlerinde aynen Allah karşılığında kullanılmıştır. “Büyüklük Tanrıya yakışır”, “Tanrı rızkını kuluyla birlikte yaratır” vb. atasözlerimizden sadece birkaç örnektir. Günümüz Türkiye’sinde yaşayan Türklerle, bugün hudutlarımız dışında kalan ülkelerde yaşayan Türkler de Allah ve Tanrı kelimelerini aynı kavramı ifade etmek için bir arada kullanmaktadırlar.
Hal böyle olmakla beraber Tanrı kelimesinin Allah karşılığında kullanılamayacağı, Allah mefhumunun tam karşılığının bulunmadığı vb. öteden beri ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlara göre, Tanrı Allah demek değildir. Tanrı eski putların adıdır. Allah kelimesi, İslâm’ın tavsif ettiği özel bir isimdir ve hiç bir put için kullanılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Tanrı, Allah mânâsını ifade edemez. Bunun aksini savunanlar da olmuştur. Bu görüşte olanlar, Müslümanlığı kabulden itibaren Türklerin Tanrı kelimesini Allah mânâsında kullandıklarını, yüzlerce yıldan beri yazılan tefsir, hadis ve çeşitli dinî eserlerde hep Tanrı kelimesinin Allah karşılığında kullanıldığını ileri sürmektedirler. Onlara göre Yunus Emre, Mevlit yazarı Süleyman Çelebi vb. Türk şairleri eserlerinde hep Allah kelimesi karşılığında Tanrı kelimesini kullanmışlardır.
Tanrı kelimesine karşı oluş, biraz da zorla Türkçe okutulduğu dönemde Ezan’daki Allah kelimesinin Tanrı olarak değiştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiyeli Müslümanların hem Allah, hem de Tanrı kelimelerini aynı mânâda ve bir arada kullandıkları bilinmektedir. Cumhuriyet dönemi Kur’an mütercimlerinden merhum H. Basri Çantay, “Lâ ilâhe illâllah” cümlesini “Allah’dan başka Tanrı yoktur” şeklinde tercüme etmiştir. Görüldüğü gibi merhum mütercim burada Allah karşılığında Tanrı kelimesini kullanmıştır. Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür. İstiklâl Marşı şairi M. Âkif de “Demek almayacak Tanrı selâmını bile” mısraında Allah yerine Tanrı kelimesini kullanmıştır. Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir. 2300
Allah ismi ile Allah’tan başka hiçbir mâbud anılmamıştır ve O’nun benzeri de yoktur. Tanrı ve Hüdâ isimleri Allah gibi özel bir isim değil aksine ilâh, rab, mâbud gibi umumi bir isimdir. Arapça’da “ilâh”ın çoğuluna “âlihe”, “rab”ın çoğuluna “erbâb”, Farsça “Hüda” çoğuluna da “Hüdâyân” denilir. Ancak Allah’ın çoğuluna “Allahlar” denildiği ne işitilmiş, ne görülmüştür.2301 Hiçbir dil başka dildeki kelime ve terimleri tam olarak karşılayamadığı gibi, kendine has anlamları olan Allah kavramının da tam karşılığını bir başka dilde bulmak mümkün değildir. Bu bakımdan zaruret olmadıkça Allah mefhumu karşılığında yine ve yalnız Allah kelimesini kullanmalıdır. 2302
Allah Teâlâ’nın Birliği
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten pekçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifade eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de
2300] Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, s. 188
2301] Elmalılı, Hak Dini, Kuran Dili, 1, 24
2302] Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110-111
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inen âyetler, şirki reddedip tevhidi emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilahlık vasfına yakışmayan yaratılmışlık, acizlik ve eksiklik ifade eden özelikleri reddetmek sûretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.
Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”2303 buyurularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi baba da değildir oğul da değildir.”2304 buyurularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.
Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama, Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiç bir şeyi, hiç bir şekilde şirk koşmamak şarttır.
İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifade etmek mümkündür:
Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdaniyyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın rabbaniyetini inkâr ederek O’nu dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi demeye gelen siyasete karıştırmak istememektir. Özetle, şirk vahdaniyyeti; laiklik rabbaniyyeti inkâr etmektir.
Şirk, Allah’ın zatında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir.
Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu: Heva ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği bir hayat...
Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını Allah’a, “Sezar”ları olan tağutlarının hakkını da putlarına vermektir.
“Allah’ın birliği” konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir. (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır.) İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir.
Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar, hakimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’dan korkar gibi korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına, idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını
2303] 3/Âl-i İmran, 48
2304] 112/İhlâs, 1-4
ALLAH (C. C.)
- 593 -
kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın iman etmezler.” 2305
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hakimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılap hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’dan başka ilahları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vakıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, ferdi, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.
Allah Sevgisi
Muhabbetullah, yani Allah sevgisi; nefsin, zât ve sıfatlarıyla mükemmel olan Allah’a meyletmesidir. Sevginin meydana gelmesinde ön şart, sevilen varlığın tanınmasıdır. Allah’ın künhünü (nitelik ve niceliğini) akıl ile idrâk mümkün değil ise de, zâtının kendini vasıflandırdığı kadarıyla da olsa O’nu tanımak, O’na inanmayı ve sevmeyi gerektirir. İslâm düşünürü İmam Gazâlî, kişiyi Allah sevgisine götüren beş sebepten bahseder:
a) İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever; yokluğunu, kemâlinin azlığını ise sevmez, ondan nefret eder. Bu durum, insanı Allah’ı sevmeye götürür. Çünkü kendisini ve Rabbini bilen, varlığının devam ve kemâlinin kendinden değil; Allah’tan olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan, kemâl sıfatlarını yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve güzelliğe ulaşma sebeplerini yaratan, bu sebepleri kullanmaya hidâyet eden Allah’tır. Yoksa, insanın kendi başına ne varlığı, ne de devam ve kemâli olabilir. Varlıklar arasında kendi kendine var olan yalnız Allah’tır. O’ndan başka her şey, O’nun kuvvet ve kudretiyle vardır. Başkasından meydana gelen kendi zâtını seven bir ârif, onu meydana getireni ve (inanıyorsa) kendini yoktan var edip yaşatan ve bizâtihî kaim olup başkalarını da yaşatanı elbette sever. O’nu sevmemesi, kendine ve Rabbine olan cehâletinden ileri gelir. Muhabbet, mârifetin meyvesidir, onun için mârifetten sonra gelir. Mârifet (Allah’ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: “Rabbini bilen O’nu sever; dünyayı bilen ondan nefret eder” demiştir.
b) İnsan, malını koruyan, kendisiyle güzel bir şekilde tatlı tatlı konuşan, kendisine yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan, kendisine, ailesine, çoluk-çocuğuna iyilik yapan ve ihsanda bulunanı sever. Bu sevgi, Allah’ı sevmeyi gerektirir. Çünkü bütün bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah’tır. Bunlara ilâveten insanlara her çeşit nimetleri veren yine Allah’tır. “Allah’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz.”2306 Çok kere Allah’ın nimetileri bir insan kanalıyla diğerine intikal eder. Nimetin gerçek sahibi ise Allah’tır. Ayrıca iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan malı yaratan, o maldaki tasarrufun
2305] 12/Yusuf, 106
2306] 16/Nahl, 18
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kudret ve irâdesini o adama nasip eden, kişiyi nimet verene karşı sevdiren, O’nu da diğerine karşı meylettiren muhakkak ki yine Allah’tır. Allah’ın bu sebepleri onda yaratması ve malını ona vermesinin kendi hakkında hayırlı olmasını bildirmekle onu bu işi yapmaya mecbur etmiş ve adamın da muhâlefet etme imkânı kalmamıştır. Demek ki; asıl ihsanda bulunan, onu bu işe mecbur edendir. Onun eli ise ihsânı yapmakta bir vâsıtadır. Demek ki; kişinin kendisine iyilik edeni sevmesi, o adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah’ı sevmeyi gerektirir.
c) İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği yapanı sever, yapmayandan nefret eder. Kendisi ile ilgili olmasa bile adâleti ve insanlara merhamet ve yumuşaklıkla muâmele etmesiyle tanınan bir idâreci insanların sevgisini kazanırken, bunun zıddına zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir yönetici de nefret kazanır. Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir. Bu sevgi, ihsandan bir fayda görmeyende de görülür. Bu üçüncü sebep de yalnız Allah’ı sevmeyi gerektirir. Zira O, kendi fazlından, önce bütün mahlûkatı yarattı. Onların zarûrî ihtiyaçları olan organlarını tamamladığı gibi, zarûrî olmadığı halde ihtiyaç olduğu sanılan sebepleri yaratmakla onları nimet ve refaha kavuşturdu. Sonra ihtiyaçlarından fazla olan birtakım süs ve ziynetlerle onları güzelleştirdi. İnsan hayatı için zarûrî olmayan gerek fizikî güzellikleri ve gerekse tabiatta olan dış güzellikleri yaratan Allah, bu yönüyle de sevilmeye en lâyık olandır.
d) Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil; yalnız güzelliğinden ve kemâlinden ötürüdür. Allah zât ve sıfatları itibarıyla güzeldir. Çirkinlik, bir noksanlıktır. Noksanlık Allah’a yakışmaz. Allah’ın her sıfatı kemâl noktasındadır. Âlim, bilgili, kudretli, cömert insan; şahsî menfaati olmasa bile diğer insanlar tarafından sevilir. Kişileri sevdiren, onlardaki bu güzel sıfatlardır. Oysa sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah’ın aynı kemâl sıfatlarıyla mukayese dahi edilebilecek olgunlukta değildir. Hâlbuki bu sıfatları da insana bahşeden yine Allah’tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye hak kazanan bir varlığa mukabil Allah’ın daha çok sevilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesten daha çok âlim, daha kudretli, daha cömerttir. Eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur. Ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yoktan var eden, varlığında başkasına muhtaç olmayan, fazl, celâl, cemâl, kudret ve kemâl sahibidir. Şâyet ilminden dolayı bir âlimin, kudretinden dolayı bir kaadirin, olgunluğundan dolayı bir kâmilin, bağışlayıcılığından dolayı bir bağışlayanın, ihsanından dolayı bir varlığın sevilmesi gerekiyorsa bütün bu sıfatlar en kâmil derecede Allah’ta vardır. Dolayısıyla bu yönü itibarıyla da en çok sevilmeye lâyık olan yine Allah’tır.
e) İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir. Aynı cinsler birbirleriyle münâsebet kurarlar. Bu münâsebet zamanla sevgiye dönüşür. Her ne kadar cins, şekil ve sûret sözkonusu değilse de, kul ile Allah arasında gizli bir münâsebet vardır. İnsanın, Allah’ın güzel vasıflarıyla vasıflanması emredilir: “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın” gibi. Bu ahlâk da ilim, iyilik, ihsan, lütuf, hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak, onlara öğüt verip doğru yola getirmek, bâtıldan uzaklaştırmak ve benzeri dinî faziletlerdir. Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel münâsebetler de vardır. “Ona şekil verip rûhumdan üflediğimde...”2307 Bu üstün münâsebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle emrolunmuşlardır. Yine insan, özel münâsebet neticesi, yeryüzünde
2307] 15/Hıcr, 29
ALLAH (C. C.)
- 595 -
halîfe2308 olarak yaratılmıştır. Bu tür münâsebetler de insanın Allah’ı sevmesini gerektiren sebeplerdir. Bütün bunların dışında kul Allah’ı, O’ndan gelecek bir nimet karşılığı değil; O yalnızca Allah olduğu için sevmelidir. O’nu sevmenin ilk alâmeti O’na inanmak ve kayıtsız şartsız emirlerine itaat etmektir. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana (Hz. Muhammed’e) uyun ki Allah da sizi sevsin...”2309 Bu âyet, Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin şartı olarak Hz. Peygamber’e mutlak itaati öngörüyor.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat, esasta onu elçi olarak gönderen Allah’a itaattir. Ona isyan ise Allah’a isyandır. İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz. Allah’ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi gerektirmez. Ancak, yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan gibi sevmek küfürdür. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı Allah gibi, Allah’ı sever gibi sevdiklerinden küfre girmişlerdir. “İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır...” 2310
Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin özelliği; O’na iman, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, iman ve İslâm’ından dolayı kınayıcının kınamasından korkmamaktır.2311 Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2312
Allah’ı sevmek, zamanla O’nun tarafından sevilme nimetini kazandırır. Allah’ın sevdiği kullar ise âhiretin korku ve üzüntüsünden kurtulmuş olur. “İyi bil ki Allah’ın dostlarına/sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2313 Kul, sevgisiyle Allah’a itaat eder, farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allah’a mânevî yakınlık kazanmaya çalışır. Nihâyet İlâhî lütuf ile Allah’ın sevgisine lâyık olur. Eşyaya benzemekten münezzeh olan Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Yani kul, Allah’ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işitir, tutmasını istediği şeyi tutar... Daha açık ifadeyle Allah sevdiği kuluna daima râzı olduğu işleri yapmayı nasip eder.
Allah sevgisinin, diğer mahlûkatı sevmeye engel olmadığını söylemiştik. Ana, baba, eş, evlât, dünya ve dünya nimetleri de sevilir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinden daha üstün olmamalıdır. Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ıstırap kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan insan, bir gün ondan ayrılacağını düşündükçe kahrolur. Allah’a ve âhirete inanmayan ve hayat olarak sadece dünya hayatını kabul eden kâfir için, ölüm en büyük felâkettir. Ölümü inkâr, Allah’ı ve âhireti inkâr kadar kolay değildir.
Kâfir için sevdiklerinden ayrılma ve ıstırap kaynağı olan ölüm, mü’min için
2308] 2/Bakara, 30
2309] 3/Âl-i İmrân, 31
2310] 2/Bakara, 165
2311] 5/Mâide, 54
2312] 9/Tevbe, 24
2313] 10/Yûnus, 62
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sevdiğine kavuşma ânıdır. İman; sadece mârifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır. Allah’ı ve Rasûlullah’ı her şeyden daha çok sevmek, mü’minin imanının kemâlini gösterir. “Nefsim hâriç, seni her şeyden daha çok seviyorum ya Rasûlallah!” diyen Hz. Ömer’e, Peygamberimiz (s.a.s.): “Beni nefsinden/kendinden de çok sevmedikçe kâmil mü’min olamazsın, ey Ömer!” demişti. Hz. Ömer de: “Seni kendimden de çok seviyorum ey Allah’ın Rasûlü” deyince Peygamber Efendimiz “Şimdi oldu ey Ömer!” buyurmuştu.
Yukarıda işaret edildiği gibi Peygamber’i sevmek, insanlığının ötesinde, Allah’ın elçisi olduğu içindir, yani Allah onu sevdiği içindir. Yine, cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî yardımda bulunmak üzere her şeyini bağışlayan Hz. Ebû Bekir’e Peygamberimiz: “Geride ailene ne bıraktın?” diye sorunca, “Allah ve Rasûlünün sevgisini bıraktım, ey Allah’ın Rasûlü” diyerek imanın sevgi ile doruk noktaya çıktığının numûnesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle duâ etmiştir: “Allah’ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl.” 2314
Allah’ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
Varın isbatı yokun isbatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle isbât edebiliriz. Hâlbuki yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu isbat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir zaman isbat edilemez...
İki isbat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatta ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifâde etmez. Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delîllerden birkaçı:
1- İmkân Delîli: Âlem, mümkinât nev’indendir. Yani varlık ve yokluğu müsâvidir. Varolduğu gibi, olmayabilir de. Varolurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az varolan kadar olmayan da varolma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma şekil ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah’tır (c.c.).
2- Hudûs Delîli: Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak’alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır;
2314] Tirmizî, Deavât 72, 73; Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 120-121
ALLAH (C. C.)
- 597 -
illetsiz ma’lûl, sebepsiz netice ve san’atkârsız san’at mümkün değildir. Sebebler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah’tır (c.c.).
3- Hayat Delîli: Hayat şeffaf bir muammâ!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc’e delalet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcısını gösterir ve ilân eder. O, muammâ oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak’adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle: “Beni var edip yaratan ancak Allah’tır (c.c.).” der.
4- İntizâm Delîli: Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir delildir ve bir Nâzım’a delâlet eder ki, O da ancak Allah’tır (c.c.).
5- San’at Delîli: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir san’at göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:
Çok büyük san’at değerine sahiptir;
Çok kıymetlidir;
Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;
Çok sayıda olmaktadır;
Karışık ve çeşit çeşittir;
Devamlıdır.
Hâlbuki, zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san’at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar biraraya gelir!
6- Hikmet Ve Gâye Delîli: Her varlıkta kendine mahsus bir gâye, bir maksad, bir fayda ve bir netice ta’kip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gâyesizlik, ma’nâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanât dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrâk mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi ta’kip edilebilsin.. öyle ise, Kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gâyeleri ancak Allah’a (c.c.) isnad etmekle ma’kul bir yol tutmuş olabiliriz.
7- Şefkat-Merhamet Ve Rızık Delîli: Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa, o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkca isbât ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, her şeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes’i anlatmakta
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve isbât etmektedir.
8- Yardımlaşma Delîli: Biribirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev’i, böyle bir yardımlaşmada âdetâ aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı gâye etrafında toplanıp bitkilerin imdâdına koşuyor ve bu imdâda koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vâcib-ül Vücud bir Zât’ın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir...
9- Temizlik Delîli: İnsandan arza, arzdan semânın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delîl olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât (c.c.)’ı anlatmaktadır.
Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zât-ı Mukaddes’i göstermektedir.
10- Sîmâlar Delîli: Esasen bütün mâhlûkata teşmili mümkün iken, mes’eleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki sîmâsını ele alarak mevzûya yaklaşmış olalım:
Herhangi bir insanın sîması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat’iyen benzememektedir. Bu kâide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenâb-ı Hak’ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, sîmâda yer alan uzuvları başka sîmâlardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak sûrette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle techiz etmek, gözünde fer olmasa bile, sînesinde kalb bulunan her vicdân sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât’ı (c.c.) gösterir ve tanıttırır..
11- Sevk-i İlâhî Delîli: Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda san’at hârikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen mâlumatla ve yaratılıştan gelen bir kâbiliyetle iş görüyorlar. Hâlbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu husûsiyetleri veren bizzat kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât’tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş...
ALLAH (C. C.)
- 599 -
Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu hârikulâdelik, ancak ve ancak Allah’ın (c.c.) bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna aklî ve mantikî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır..
12- Rûh Ve Vicdân Delîli: Mâhiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği rûhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk’ı bildiren delîllerdendir. Dünyada Emir Âlemi’ni temsil eden cevher rûhtur ve rûh, bu âleme ancak terakkî ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzûmuzun haricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle mâhiyeti noktasında hiçbir münâsebeti olmayan rûhun kendine mahsûs bir âlemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hak’ı ilân eden en mühim delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rab’be dönüşler ve O’na yönelişler ve bu hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk’ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdân, kendi Yaratıcısı’na, O’na perestiş etme derecesinde meftundur ve bütün varlığıyla O’nunla irtibat halindedir. Zaten “Elest Bezmi” nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdân değil midir? İşte vicdân, bu şahitliğin hakkına riâyet zarûret ve mecbûriyetinin sevkiyle “Allah” demektedir...
13- Fıtrat Ve Tarih Delîli: Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzûh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı te’min eden yapıları itibâriyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men’eden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât’tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah’tır (c.c.).
Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hattâ gülünç dahi olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir ma’nevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarûrettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât’la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât’tır. Ve O da Allah’tır (c.c.).
14- Duygular Delîli: İnsan, binlerce duyguyla techiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’ı tanıtır. Bu duygu, insanda varolan ebed ve sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, dâima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu hakiki ma’nâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdî edilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiç biri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Hâlbuki, bunun varlığı bir vâkıa’dır, inkârı da kâbil değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. Ve, ebedî hayatı da yine O verecektir.
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
15- İttifak Delîli: On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, “ihtimal” der onlara inanırız. Zirâ ortada bir ittifak hâdisesi var. Hâlbuki, bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce Peygamber, yüzbinlerce evliya ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, “Allah vardır” hakikatidir. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış Nebîler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir..?
16- Kur’ân Delîli: Kur’ân-ı Kerim’in Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hak’ın varlığının da bürhanları durumundadır. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna dâir yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzû ile alâkalı İslâm kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, mes’elenin isbât yönünü o eserlere havale ile iktifa ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsûs dilleriyle “Allah vardır” derler.
17- Peygamberler Delîli: Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihân Serveri (sav)’nin peygamberliğini isbât eden bütün deliller de, yine Cenâb-ı Hak’ı anlatan bürhanlara dahil edilmelidir. Zirâ Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid, yani Allah’ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini isbât eden bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hak’ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini isbât eden delillerin serdi, şu andaki mevzûmuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu arzedelim ki, bir peygamberin hak nebî olduğunu ifâde eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hattâ daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir. 2315
Allah’ı İnkâr Etmede Önemli Olan Üç Etken
a) Kibir ve inat: Kibir büyüklük taslamaktır. İnsanın rabbine karşı kendini yeterli görmesi, O’na karşı gelmesidir. Kibir, insanı Rabbine ibâdet etmekten alıkoyar. Ayrıca insanlara karşı kendini üstün görmenin, hased etmenin (çekememezliğin), kötülük yapmak için başvurulan hilelerin arkasında hep kibir duygusu yatmaktadır. Kibir, insanı Allah sevgisinden alıkoyduğu gibi, diğer insanları Allah için sevmekten de alıkor. Ayrıca insanın kalbinin mühürlenmesine sebebiyet verir. Kalbi mühürlenen insan da ebedi cehennemliklerden olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Âyetlerimizi yalanlayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.”2316 buyrulmaktadır.
İnat da, Allah’ın varlığını bildikleri halde, kibirlerinden veya makam, şöhret gibi dünyevi çıkarlarından dolayı, bazı insanların bile bile inkâr etmeleridir. Bu durumdaki insanlar, Kur’an tabiriyle “mele’ ” , “mütref” ve “müstekbir” dirler. Yani, yaşadıkları toplumda genellikle yönetici ya da maddi güç sahibidirler. Maalesef bu insanların bir kısmı, Allah önünde diğer insanlarla aynı konumda olmayı içlerine sindirememekte, bu yüzden Allah’a inanmamaktadırlar. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Eğer biz onlara melekleri indirsek,
2315] F. Gülen, İnancın Gölgesinde 1
2316] 7/A’râf, 36
ALLAH (C. C.)
- 601 -
ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar.” 2317; “Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onlar bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” 2318
b) Cehâlet: Allah’ı inkâr eden ateistin biri arkadaşına “Allah nerede?” diye sormuş. Arkadaşı ise bu soruya şu ibretli cevabı vermiş: “Allah senin gözlerinin önündeki cehalet perdesinin arkasındadır.”
Her çağda bazı insanlar, Allah’ı bilme ve O’na gereği gibi inanma hususunda hataya düşmüşler, cehaletlerinden dolayı Allah’ı inkâr etmişlerdir. Burada cehalet kelimesinden okuma yazma bilmemek anlaşılmamalıdır. Geçmişte Allah’ı inkâr eden bilgili insanlar olduğu gibi, bu gün de az sayıda da olsa kendilerine doktor, doçent, profesör ünvanlarıyla hitap edilen bazı insanlar bile Allah’ı inkâr edebilmektedirler. Sahip oldukları bilgiler dolayısıyla belli önyargılar taşıyan bu insanlar, âyetlere bu önyargılarıyla baktıklarından âyetlerin sahibini (Allah’ı) görememektedirler. Demek ki cehalet, insanın sahip olduğu yanlış ve eksik bilgiden de kaynaklanabilir. Bilgiden kaynaklanan cehaleti gidermek, bilgisizlikten kaynaklanan cehaleti gidermekten daha zordur. Asıl cahil olanlar, esas bilinmesi gerekeni, yani Allah’ı gereği gibi bilmeyen ve O’na hakkıyla iman etmeyenlerdir. Bu husus, Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Bilmeyenler, “Allah bizimle konuşmalı veya bize bir âyet gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler de onların söylediklerinin tıpkısını söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. İnanan kimseler için âyetleri açıkladık.” 2319
c) Tâğutların ifsadı: Egemenliklerini sürdüren tağutların, insanları kandırarak sömürmek için, onları Allah’ı tanıyıp O’na kul olmaktan çıkararak; kendilerine kul ve köle yapmak nedeniyle, halkı ifsad edip kandırmaları, ezip sömürdükleri insanlara kendi akıllarını kullanmaya ve fıtratlarının sesini dinlemeye engeller koymalarıdır.
Kur’ân-ı Kerimbu konuda çeşitli örnekler verir. Bu örneklerden birinde şöyle buyrulur: “Yemin olsun, Biz Mûsâ’yı mucizelerimizle ve açık bir delil ile, Fir’avn’a, Hâmân’a ve Karun’a gönderdik. Onlar (Mûsâ için) “bu bir sihirbaz, bir yalancı!” dediler. Bunun üzerine Mûsâ, onlara, tarafımızdan hakkı getirince, “onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün de, karılarını sağ bırakın!” dediler. Ama kâfirlerin hilesi, ancak yok olmaya mahkumdur. Fir’avn, “bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim. O Rabbine duâ etsin. Çünkü ben, onun, sizin dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkararacağından (anarşistlik yapacağından) korkuyorum.” dedi. Mûsâ da, “ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de sizin de Rabbimiz olan Allah’a sığındım” dedi.” 2320
Hayata Müdâhale Etmeyen Bir İlâh Anlayışını Kimler İster?
Allah’ın varlığını inkâr eden hiç bir dünya görüşü ve ideolojisi yoktur ki, O’nun yerine uyduruk bir tanrı koymamış olsun. Bu nedenledir ki mutlak inkâr neredeyse imkansız gibidir. Ve yine bu sebeple Kur’an mutlak münkiri adam
2317] 6/En’âm, 111
2318] 27/Neml, 14 ; Ayrıca Bk. 15/Hicr 14-15; 6/En’âm 7, 63, 64
2319] 2/Bakara, 118
2320] 40/Mü’min, 23-27
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerine dahi koymaz ve en çok şirki muhatap alır. Allah’ın varlığını inkâr edip O’nun yerine ilkel müşriklerin yaptığı gibi insandan da aşağı olan maddeyi yerleştiren materyalizm bu anlamda mutlak inkâr ve dinsizlik değil, en pespaye cinsinden bir şirktir. Daha doğrusu, Kur’an’ın üzerine gittiği ilkel şirkin çağdaş ve geliştirilmiş şeklidir.
Şuurlu, akıllı ve ruhlu bir varlık olan insanın kaynağına maddeyi yerleştiren materyalizm (maddecilik) Allah’ın yaratma kudretini maddeye hasretmiş olmaktadır. Yani Allah’ı inkâr edeyim derken maddeyi ilahlaştırmıştır. Şu durumda materyalizm adı verilen bu ilhad (inkâr ve dinsizlik) felsefesi de sanıldığı gibi mutlak inkâr değil; Allah’ı inkâr edeyim derken insandan daha bayağı olan maddeyi tanrılaştıran çağdaş bir şirk; onu savunanlar da çağdaş müşriklerdir.
Materyalizmi, bu yeni moda Allah’sızlığı himaye eden ve kabul eden insanların kalitesine bakınca, insan Allah’sız bir dünyayı kimlerin, niçin arzuladıklarını daha iyi anlıyor.
Evet, Allah’sız bir dünyayı kimler, niçin ister? Bu soruya doğru cevap bulabilmemiz için Allah’ın koyduğu yasalara, emir ve yasaklara, özetle Allah’ın nizamına bakmak gerekir.
Allah her türlü zulmü, kula kulluğu, zinayı, içkiyi, fuhşu, kumarı, hırsızlığı, hayasızlığı, sefahati, heva ve hevesi tanrı edinmeyi, adâletsizliği, cehaleti, kibri, hasedi, kötü zannı, dedikoduyu, asabiyeti, laf taşımayı yasaklıyor ve hoşlanmıyor. Adâleti, iyliği, sabrı, çalışmayı, ilmi, fazileti, infakı, zekatı, namazı, orucu, haccı, düşkünlere vermeyi, zayıfları gözetmeyi, yetime iyi davranmayı, dilenciyi azarlamamayı, yoksulu doyurmayı, ahde vefâ göstermeyi, emanete sadakati, boş konuşmamayı, ana-babaya ihsan ile muameleyi, kadınlara iyi davranmayı, insanları sabırla dinleyip sözün en güzeline tabi olmayı ve daha birçok şeyi emir ve tavsiye ediyor.
Allah emirlerine uyanları ödüllendireceğini, karşı gelenleri hakimi kendisinin olduğu, hiçbir şeyin gizli kalmadığı, iltimas ve rüşvetin geçmediği, hiç kimseye haksız-lığın yapılmadığı adil bir mahkemede yargılayıp cezalandıracağını söylüyor.
Şimdi sormak gerek: Böyle bir Allah’ı kimler istemez? Ya da yukarıdaki biçimiyle: Allah’sız bir dünyayı isteyenler kimlerdir?
Zâlimlerdir... Namussuzlardır... Ahlâksızlardır... Soygunculardır... Kısaca suçlulardır... Çünkü hiçbir suçlu muhakeme edilmeyi istemez. Zâlimler adâleti, katiller mahkemeyi, soyguncular yargılanmayı sevmezler.
Elbette faziletsizler, fazilete çağıran Allah’a düşman olacaklardır. Sorumsuzca bir hayat sürmek isteyenler Allah’sız bir dünyanın özlemiyle yanıp kavrulacaklardır.
Materyalistlerden “dinsiz” olduklarını söyleyecek kadar “dürüst” olanlar, inkâr ettikleri Mutlak Varlığın yerine başka şeyleri koyarak “dinsizim” dedikleri halde, yalancı konumuna düşüyorlar. Gördüğümüz bütün bu varlıkların nasıl ve kim tarafından yaratıldığı sorununu biraz kurcaladığınızda, sözkonusu laik “ate”lerin biraz önce inkâr ettikleri Allah’ın yerine alelacele bir tanrı peydahlama telaşına düştüklerini göreceksiniz. O takıp takıştırdıkları, yakıp yakıştırdıkları
ALLAH (C. C.)
- 603 -
“cici” tanrı, en az inkârları kadar ciddi “tesadüf tanrısı”dır. 2321
Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
Allah Kuran’da insanları belli bir fıtrat (yaratılış) üzerine yarattığını “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” 2322 âyetiyle bildirmiştir. İnsanların bu fıtratı Allah’a kul olma ve Allah’a güven üzerine kuruludur. İnsan sınırsız istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkanına sahip olmadığı için, doğal olarak Allah’a bağlanmaya, yönelmeye muhtaçtır.
Eğer insan bu fıtrata uygun olarak yaşarsa, gerçek güvene, huzura, mutluluğa ve kurtuluşa ulaşır. Bu fıtratı reddedip, Allah’tan yüz çevirdiğinde ise, sıkıntı, korku, endişe ve azap dolu bir hayat sürer.
İnsanlar için geçerli olan bu kural, toplumlar için de geçerlidir. Eğer bir toplum, Allah’a iman eden insanlardan oluşuyorsa; adil, huzurlu, mutlu ve akıllı bir toplum olur. Kuşkusuz bunun tersi de geçerlidir. Eğer bir toplum Allah’tan bihaberse, o toplumun düzeni de temelden bozuk, çürük ve ilkeldir.
Allah’tan yüz çevirmiş olan toplumlar incelendiğinde bu kolaylıkla görülür. Dinsiz düşüncenin doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, her şeyden önce ahlâk kavramının yok edilmesi ve tamamen dejenere olmuş toplumların meydana gelmesidir. Dini ve ahlâki sınırları çiğneyen ve yalnızca insan isteklerinin tatminine dayanan bu kültür, aslında gerçek anlamda bir zulüm sistemidir. Böyle bir sistemde cinsel sapkınlıktan uyuşturucuya kadar her türlü dejenerasyon teşvik görür. İnsan sevgisinden uzak, egoist, cahil, düşünemeyen ve aklını kullanamayan toplumlar oluşur.
Yalnızca kendi isteklerini tatmin etmek için yaşayan insanlardan oluşan bir toplumda huzur, sevgi ve barışın oluşması elbette mümkün değildir. İnsan ilişkileri çıkara dayalıdır. Müthiş bir güvensizlik ortamı mevcuttur. İnsanın samimi, dürüst, güvenilir, güzel ahlâklı olması için hiçbir sebep olmadığı gibi, sahtekarlık yapmaması, yalan söylememesi, arkadan vurmaması için de bir engel yoktur. Çünkü bu toplumların insanları, Allah’ı “arkalarında unutuluvermiş birşey”2323 olarak kabul etmişlerdir, dolayısıyla da Allah korkusunu bilmeyen kişilerdir. Üstelik bu kişiler Allah’ın gücünü takdir edemedikleri için kıyametten ve hesap gününden de habersizdirler. Cehennem ise onlar için sadece din kitaplarında anlatılan bir kavram olmaktan öteye geçmez. Hiçbiri ölümden sonra Allah’ın huzuruna çıkıp dünya hayatında işledikleri her suçun hesabını vereceklerini ve bunun sonucu olarak da ebedi bir cehennem hayatı yaşayabileceklerini düşünmezler. Veya düşünseler bile, “Bu onların ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür.”2324 âyetiyle bildirildiği gibi “günahlarının cezasını çekip” cennete gireceklerini zannederler. Tüm bunların bir sonucu olarak da dünyadaki yaşamlarını mümkün olduğunca istek ve tutkularını tatmin etmeye çalışarak geçirirler.
2321] M. İslâmoğlu, İman Risalesi
2322] Rum Sûresi, 30
2323] 11/Hûd, 92
2324] 3/Â-li İmran Sûresi, 24
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hal böyle olunca da, doğal olarak bugün pek çok toplumda yaşanan ahlâki dejenerasyon ve manevi çöküntü ortaya çıkar. Kendi mantıklarına göre şöyle düşünürler; “Mâdem dünyaya bir kere geldim, 50-60 yıl yaşayıp ölüp gideceğim, o halde hayatın tadını çıkarayım.” Bu çürük mantık temeli üzerine kurulan düşünce sisteminde ise her türlü adâletsizlik, fuhuş, hırsızlık, cinâyet, ahlâksızlık ortaya çıkabilir. Her türlü suç işlenebilir, adam öldürülebilir, dolandırıcılık yapılabilir. Zira her birey kendi istek ve tutkularını tatmin etmekten başka birşey düşünmeyecektir. Her kim olursa olsun -ailesi, arkadaşları da dahil- onun için ikinci derecede önem taşır. Toplumun diğer fertlerinin ise hiçbir önemi yoktur.
Nitekim geniş çaplı menfaat ve çıkar ilişkileri üzerine kurulu olan toplum yapısında, insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, hem toplumsal hem de bireysel huzurun oluşamamasına; bu insanların birbirleri hakkında sürekli şüpheci, endişeli ve kararsız bir ruh hali içinde yaşamalarına sebep olur. Böyle bir toplum içinde kimin, ne zaman ve ne şekilde sahtekarlık yapacağı belli olmadığından şahıslar, ruhen büyük bir korku ve endişe içerisindedirler. Karşılıklı yaşanan güvensizlik ve şüphe, hayatlarını büyük bir mutsuzluk içinde sürdürmelerine sebep olmaktadır. Her türlü ahlâki değerin gözardı edildiği bu toplumda, Allah korkusu olmadığından kişilerin, aile kurumuna, namus ve iffet gibi kavramlara bakış açısı da son derece ürkütücü bir görünümdedir.
Ayrıca bu tür toplumlarda kişiler arasında saygı ve sevgiye dayalı bir hayat da mevcut değildir. Toplum bireylerinin birbirlerine saygı göstermelerinin hiçbir gerekliliği yoktur. Karşılarındaki insana değer veren bir tavır sergilemeleri için ancak bir çıkarlarının olması gerekir. Üstelik böyle bir tavır göstermek için kendi cahiliye mantıklarına göre haklıdırlar da. Zira hayatları boyunca, hayvandan evrimleşerek varoldukları, ruhlarının ölümle birlikte yokolacağı gibi telkinler alırlar. Maymun soyundan gelme, toprağın altında çürüyüp gidecek ve belki de bir daha görmeyecekleri bir bedene ise doğal olarak saygı göstermeyi anlamsız görürler. Kendi bozuk mantıklarına göre, “nasılsa karşılarındaki insan da kendileri de ölüp toprağın altına girecek, beden olarak çürüyüp gidecek ve ruh olarak da tamamen yok olacaklardır; o halde neden diğer insanlara iyilik yapmak, fedakar olmak gibi zahmetlere katlansınlar ki...” Evet, gerçekten de Allah dolayısıyla da âhiret inancı olmayan her insanın bilinçaltında bu fikirler yatar. Bu sebeplerle de Allah inancı olmayan toplumlarda asla huzur, mutluluk, güven ortamı oluşamaz.
Tüm bu söylediklerimizin amacı, “Allah inancı olmadığı durumlarda toplumda dejenerasyon olur, o halde Allah inancı olmalıdır” gibi bir mantık kurmak değildir elbette. Allah inancı olmalıdır, çünkü Allah vardır ve O’nu inkâr eden O’na karşı büyük bir suç işlemiş olur. Allah inancının olmadığı durumda toplumların çürüdüğüne işaret etmekteki mantığımız ise, bu toplumların temelden yanlış bir bakış açısına sahip olduklarını vurgulamaktır. Yanlış bakış açıları, kötü sonuçlar doğurur. Allah’ın inkâr gibi en büyük yanlışı yapan bir toplum da, en kötü sonuçlarla karşılaşır. Bu sonuçlar, o toplumun ne denli büyük bir yanılgı içinde olduğunun göstergesi oldukları için önemlidirler.
Bu tür toplumların ortak özelliği, kitlevi bir aldanış içinde olmalarıdır. “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar...” 2325 âyetinden de anlaşıldığı gibi, toplumun bireylerinin pek çoğunun aynı
2325] 6/En’âm, 116
ALLAH (C. C.)
- 605 -
yapıda olması, bir tür “sürü” psikolojisi yaratır ve zaten var olan inkârı daha da kuvvetlendirir. Allah’tan ve âhiretten habersiz olan bu tür toplumları Allah Kuran’da “cahiliye” toplumu olarak tanımlar. Çünkü toplumun üyeleri her ne kadar fizik, tarih, biyoloji ya da benzeri bir bilimle ilgileniyor olsalar da, Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler. Ve bu anlamda cahildirler.
Cahiliye toplumunun bireyleri, Allah’a bağlı olmadıklarından dolayı O’nun yolundan farklı yollara saparlar. Aynı kendileri gibi aciz birer kul olan insanlara tabi olur, o insanları örnek alır, o insanların düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul ederler. Ve sonuçta cahiliye topluluğu gittikçe kendi kendini körleştiren, kendi kendini akıl ve vicdandan koparan kapalı bir sistem oluşturur. Başta da belirttiğimiz gibi bu sistemin en belirgin özelliği, bu insanların dinsizlik telkinleri doğrultusunda hareket etmesidir.
Allah Kuran’dan böyle bir yaşamın boş ve çürük bir temele dayandığını, yıkımla bitmeye mahkum olduğunu çarpıcı bir benzetmeyle anlatır: “Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez.” 2326
Ancak bu arada unutulmaması gereken bir nokta vardır; her toplum, her insan cahiliye sisteminin bu telkinlerinden, yaşam şeklinden ve felsefesinden kurtulma fırsatına sahiptir. Zira Allah onlara, kendilerini uyaran, kendilerine Allah’ın ve âhiretin varlığını, hayatlarının gerçek anlamını bildiren elçiler ve elçileriyle beraber insanların vicdanen sordukları her soruya cevap veren hak kitaplar gönderir. Bu, Allah’ın başından beri süregelen bir kanunudur. Nitekim günümüzde de doğru yolu gösteren, karanlıktan aydınlığa çıkaran hak kitap olarak Kuran, tüm insanların rehberidir. Ancak bundan sonra insanlar tercihlerine göre karşılık göreceklerdir. Nitekim o kitabı insanlara getiren elçi, şu çağrıyı yapmıştır: “De ki: Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidâyet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” 2327
Allah’ı Düşündüren Kâinat Âyetleri
Allah’ın varlığı, fiil ve sıfatları ile apaçık iken; zatı ile gizlidir. Zatı duyularla ve akılla idrak edilemez. Bununla birlikte Allah’ın varlığı akıl ile bulunabilir.
Öncelikle şu soruyu sorarak konumuza girelim: Acaba insanın Allah’ın varlığına inanması için, O’nun varlığını akılla ispat etmeye gerek var mı? Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Çevresindeki tüm varlıklara ibret gözüyle bakan, olayların gerisindeki gerçeği düşünen insan için, Allah’ın varlığı apaçıktır. Veya şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Allah’ın varlığını aklen ve ilmen ispat etmek mümkün müdür? Hayır mümkün değildir. Çünkü ispatı istenen varlık aklı aşmaktadır.
Allah’ın varlığını gösteren akli deliller gaflet içindeki insanları uyandırmak içindir. Geçmişten günümüze kadar Allah’ın varlığını, çok az insan dışında,
2326] 9/Tevbe, 109
2327] 10/Yunus, 108
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplum olarak inkâr eden olmamıştır.
Allah’ın varlığına ve birliğine, görülen, işitilen ve bilinen her şey şahidlik etmekte-dir. İnsan bir damla su iken, ana rahmindeki oluşumu ve aşamaları, dünyaya gelişi, bebeklik ve çocukluk dönemi, gençlik, ihtiyarlık ve nihâyet ölümü, düşünen insan için Allah’ın varlığına en kesin delillerdir. Çevresindeki tüm varlıklara ibret gözüyle bakan, olayların gerisindeki gerçeği düşünen insan için, Allah’ın varlığı apaçıktır
İnsan, etrafına bakıp kâinatı incelediğinde mükemmel bir düzen ve ahengin olduğuna şahit olmaktadır. Güneş, ay, gezegenler ve diğer tüm gök cisimleri birbirlerine çarpmadan kendi yörüngelerinde hareket etmektedir. Dünyamız da hem kendi çevresinde hem de güneşin çevresinde dönmektedir. Dünya bu dönüş esnasında güneşe bulunduğu yerden çok az bir mesafe yaklaşsa alevler içinde kalır; tersine çok az bir mesafe uzaklaşsa buz kesilip donardı.
Havada direnç kuvveti olmasa, yağmur taneleri yeryüzüne bir mermi gibi inerdi. Suyun kaldırma kuvveti olmasa, denizlerde gemiler ve insanlar yüzemezdi. Yeryüzünde dağlar olmasa dünyamız sürekli sarsıntı geçirirdi.
Dünyanın da içinde bulunduğu gezegenlerin uzaya fırlayıp savrulmasını engelle-yen, yer çekim kuvveti adı verilen İlâhî bir kanundur.
En küçüğünden en büyüğüne tüm hayvanlar, bitkiler, ırmaklar, nehirler, denizler, okyanuslar, dağlar yeryüzünü bir vitrin gibi süslemekte, aynı zamanda yaratılışları icabı, Allah’a teslim olup tesbih etmekte ve insana hizmet etmektedirler.
İnsan büyük alem olan kâinattan, küçük alem olan kendisine bakıp incelediğinde şunlara şahit olur: Saçlarımızdan ayak parmaklarımıza kadar vucudumuzun şekli, boyun, parmak, el, kol, diz, ayak gibi organlar kendilerinden beklenen görevleri yapabilecek şekilde düzenlenmiştir.
Kalbimizin çalışması, gözümüzün görmesi, kulağımızın işitmesi, derimizin hissetmesi, kanın vücutta dolaşması, yiyeceklerin sindirilmesi, zararlı atıkların vücuttan dışarı atılması ve diğer tüm organlarımızın çalışması önceden programlandığı şekilde aksamadan belirli bir düzen içinde devam etmektedir. Vücudumuzdaki herhangi bir organ rahatsızlandığında diğer tüm organlar bu rahatsızlığı hissederler.
Bütün bu düzen ve ahenk kendi kendine olmayıp, üstün özelliklere sahip tabiat üstü bir varlık tarafından yaratılmıştır. Biz müslümanlar bu yüce varlığa ALLAH (c.c.) diyoruz.
Görüldüğü gibi Allah’ın varlığı meselesinde izlenen metod “eserden müessire geçiş” metodudur. Yani resimden ressama, şiirden şaire, Selimiye camiinden Mimar Sinan’a geçiş metodu. Burada resim eser; ressam müessir, şiir eser; şair müessir, cami eser; camii yapan müessirdir. İşte canlı cansız tüm kâinat ve içindeki varlıklar Allah’ın eseridir.
Kur’an, Allah’ın her bir eserine “âyet” diyor. Âyet yol kenarındaki trafik işaretleri gibidir. Bu işaretler sürücünün hedefine ulaşmasında ona yardımcı olduğu gibi gerçek akıl sahipleri de Allah’ın âyetlerine bakarak O’na ulaşır.
ALLAH (C. C.)
- 607 -
Allah Teâlâ kendi varlığını gerek Kur’an âyetleriyle, gerek kâinat âyetleriyle her an göstermektedir. Bu yüzden tabiattaki her olay basit birer hadise olmaktan çıkmakta, dikkatimizi kendilerine değil; olayların gerisindeki gerçeğe çekmektedirler. Nasıl ki, yol üzerindeki trafik levhaları dikkatimizi kendilerine değil de, gideceğimiz yöne çekerse; kâinat olayları da dikkatlerimizi kendilerine değil; olayların gerisindeki gerçeğe çekmektedir. Bu gerçek, Allah’ın varlığı, birliği ve kudretidir.
Bu anlamda kâinattaki her olay da, insanın kendisi de, Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden âyetlerdir. Burada sözlü âyet olan vahiy (Kur’an) ile, sözsüz âyet olan kâinat âyetleri arasında fark yoktur. Her ikisi de Allah’ın eseridir.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın varlığıyla ilgili olan âyetlerde, O’nun hak olduğunu isbat eden delillerin, hem kâinatta, hem de insanın kendi varlığında olduğu ifade edilmektedir:
“Biz onlara ufuklarda ve kendilerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?”2328; “Kesin inanacak olanlar için yeryüzünde ve kendi canlarınızda (Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren) nice deliller vardır. Görmüyor musunuz? 2329Kur’ân-ı Kerim Allah’ın varlığını, insanlar tarafından doğal kabul edilmesi gereken bir konu olarak görmektedir. Bu yüzden konuyla ilgili âyetler genellikle soru şeklinde veya hayret bildiren uyarı ve kınama biçimindedir.
Allah’ı bulmanın, O’nu kabul edip O’na inanmanın bozulmamış akıl için mecburiyet olduğu açık bir hakikattir. Sağlam bir akıl, yaratıcı, yoktan var edici, tabiat olaylarını yönlendirici, âleme nizam verici bir zatı, yani Allah’ı kabul etmek zorundadır. Akıl, zaruri olarak Allah’ın varlığına inanmak durumundadır. Ancak çok az sayıda da olsa bazı insanlar, Allah’ı inkâr edebilmekte, O’na hiç inanmamaktadır. Bu tipteki anormal insan(!)lara uzun uzadıya Allah’ın varlığını isbat etmeye çalışmak gereksiz, hatta yanlıştır. Bu insanlara karşı tavrımız müdafa değil; hücum olmalı, bunlara: “öyleyse insanlar, varlıklar, bütün evren nasıl meydana geldi? Kendisinde can bile bulunmayan doğa veya tesadüf denilen şey hiç yaratıcı olabilir mi?...” gibi sorular sormalı, Allah’ın var olmadığını onların isbatlaması istenmelidir. Görülecektir ki bir şeyin yokluğu isbat edilemez. Hele Allah’ın -hâşâ- var olmadığı hiç mi hiç isbat edilemez. İnsan sadece kendini kandırır.
Yegâne Yaratıcı olan Allah’ı İnkâr Edenleri Düşünmeye Dâvet
Bu Şiiri Kim Yazdı?
Bir şiir... Özü, ulvi fikirler ve zarif duygularla örülü. Sözü, edebî sanatlarla bezeli. Her harf, her kelime ve her mısra olması gerektiği yerde. Hemen sorarız: Kim yazdı bu şiiri?
İşte bir cevap: Harfler yazdı, zira eser onlardan meydana gelmiş. Bu harfler,
2328] 41/Fussılet, 37
2329] 51/Zâriyât, 20-21
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tesadüfen bir araya gelip, şiir oldular. Yazan başkası olsaydı, eserin içinde görünürdü. Görünmüyor, demek ki yok.
Sıra ikinci cevapta: Bu şiiri akılsız, şuursuz, edebiyattan ve sanattan habersiz harflerin yazması mümkün değil. Aklımıza ve duygularımıza hitap eden bu ulvî manalar harflerde yoktur. Harfleri de, şiiri de yazan bir şair vardır. Kâğıdın içinde bulunmaması inkârına delil olamaz. Kâğıt ve harf cinsinden değildir ki, orada görünsün.
Bütün yaratıklar, şu insan, şu menekşe, şu kelebek de birer şiir gibi. Şiiri harflerin yazması ne kadar imkânsızsa, şu insan denilen sanat şaheserini de atomların yapması o kadar akıldan uzak. Atomlar, harflerden daha âlim ve daha sanatkâr değiller. Her şiirin bir şairi olduğu gibi, şu süslü ve mânalı eserlerin de bir yaratıcısı var.
Yaradan, her sene, zaman ve zemin sayfasına sayısız eserler yazıyor, sonra da siliyor. Her varlık, cisimlenmiş mânalı bir kelime. Hâl diliyle, sanatkârını, yaratıcısını anlatıyor. Rabbine medihler ve şükürler ediyor.
Şair ve yazar, manayı esas alıp, ona göre şiirler ve yazılar yazdıkları gibi, Allah da, mâhiyetleri ve ruhları bir model olarak yaratıp, onlara uygun bedenleri tanzim ediyor. Canlıların, kabiliyetleriyle bedenleri arasındaki âhengin sırrı burada.
Fabrika
Dünya da bir fabrika.
Hammaddesi ise, su ve toprak.
Bütün bitkiler, hayvanlar ve insanlar onun ürünleri.
Hepsi de sanatlı ve hikmetli.
Ne fabrika ürünü tanıyor, ne de ürün fabrikayı.
Zira, her ikisi de akılsız ve şuursuz.
Basit bir saatın bile ustası var.
En küçük makina bile kendi kendine yapılamıyor.
Dünya fabrikasının tesadüfen oluştuğunu söylemek mümkün mü?
Her fabrika gibi onun da elbet bir ustası olmalı.
O, bu fabrikayı kurmuş ve işletiyor.
Her parçası yerli yerinde ve görevini aksatmadan yapıyor.
Fabrika içinde fabrikalar...
Ağaç bir fabrika, meyve üretiyor.
Hayvan da bir fabrika, et ve süt üretiyor.
insan ise, fabrikaların en mükemmeli.
Neler üretmiyor ki?
ALLAH (C. C.)
- 609 -
Üstelik kendisinin ve başkalarının farkında.
Bakıyor, anlıyor, düşünüyor...
Fikirler üretiyor.
Ustasını tanıyor.
Ve isterse, iman edebiliyor!
Tasvir
Her tür, göz alıcı renklerle bezenmiş, gönül yakıcı nakışlarla süslenmiş. Her varlığın bir sûreti var. Hepsi de “tasvir,” yani “sûretlendirme” fiilini gösteriyor. Gülün görüntüsünü tuvale aktaran ressamı baş tacı edip, gülü yaratanı tanımamak hangi akıl iledir?! Kopyasına hayran olup, aslını güzellik duygusundan mahrum unsurlara vermek gerçeğe ihânet olmaz mı?
Yeryüzü tablosunda devamlı tazelenen hârika sûretler gösterir ki, yoktan sûretler yaratan bir “Mûsâvvir” var. Atomlar ise, kudret fırçasının boyası hükmünde. Atomları, organların sınırında durdurup, hududu aştırmayan zat, Allah’tan başkası olamaz. Aksi hâlde, her canlı ve her organ için maddî bir kalıp gerekirdi. İlâhî ilim kabul edilmezse, oyuncak bebek kalıplarına benzer milyarlarca kalıbın kullanılması zarurîdir. Sonra, o kalıplar için de başka kalıplar gerekir ve bu zincir uzar gider.
Böyle bir çözüm yolu, ancak masallarda görülür. Oysa biz hakikat peşindeyiz. Her yaratığa bir miktar tayin eden, atomları bir düzen içerisinde çalıştıran ancak İlâhî ilim olabilir ki, biz bu tür ilme “kader” diyoruz. Atom, kader çizgisini asla aşamaz. Çünkü, “emir kulu”dur.
Allah’ı İnkâra Dayalı Felsefî Akımlar
a) Ateizm; Allah Tanımazlık
Hiçbir ilâh kabul etmeyen, Tanrıtanımaz felsefi doktrinlerin ortak adına “ateizm” denir. Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da- tanrının varlığını ya da mahiyetini tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.
Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm’in kökleri de Eski Yunan’a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. “Gölge etme başka ihsan istemem” sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist’lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar.
Rönesans’tan sonra Batı’da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.
Nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm’i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm’e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach’ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı’nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı’yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm’i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi kemâline ulaştıran Nietzsche ise, “Tanrı’nın Ölümü” adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.
Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm’e bir başka boyut kazandırmıştır.
20. yüzyıldaysa, ateizm’i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak Tanrı’nın inkârına gitmektedirler.
Agnostizm (bilinmezcilik) ve Pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm’i andıran görüşler, açıkça “tanrı yoktur” demeyip de “bilinemez” “tartışılması bilimsel değildir” türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır.
İslâm literatüründe, dehriyye diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. Cahiliyye Dönemi Dehriliği ve İslâm sonrasındaki Dehriyyun...
Kur’ân-ı Kerîm’de: “Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.’ Hâlbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar.” 2330 haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır.
Felsefî anlamdaki İslâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, Sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen “her şeyi değiştiren ve her şeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, İlâhî zat olan Hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır” temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig’in karşılığı ve uzantısıdır. Bu inancın sahipleri Allah’ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.
Öte yandan, kısmî inkâr diyebileceğimiz bir tutum içinde bulunan maddiyun, tabiiyun (maddecilik, tabiatçılık) gibi düşüncelerle dehriliği karıştırmamak gerekir. Çünkü, dehrilikde, ateizm’de olduğu gibi kesin bir inkâr, Yüce Allah’ı
2330] 45/Câsiye, 24
ALLAH (C. C.)
- 611 -
açık bir biçimde yok sayma sözkonusudur. Yüce Allah’ın kimi esma ve sıfatlarını değil de, gerek yaratıcılık, gerek ilâhlık ve gerekse rablık plânında küllî bir inkâr vardır. Ateizm, gerçek anlamıyla, işte böylesine bir küllî inkârdır. 2331
b) Darwinizm
Darwiniz: Darvincilik; yani, “bütün canlılar evrim sonucu oluşmuştur, bugünkü durum doğal bir ayıklanmanın sonucudur, insan da bu süreçte maymun türünün evrimiyle ortaya çıkmıştır,” tezini ileri süren kuram.
Darvinizme, bir felsefî akım denilemez. Teori, maddeci felsefeler tarafından ısrarla savunulduğu için, felsefî bir nitelik kazanmıştır. Maddeciler, hayatı ve türleri evrimle açıklamaya çalışırlar. Maddecilikle evrimcilik bir tende iki can gibidirler. Oysa, evrim teorisi ortaya atıldıktan sonra köprünün altından çok sular aktı. Bu fikrin imkânsızlığını sağlam delillerle ispat eden nice incelemeler yapıldı, kitaplar yazıldı. Biz, konunun ayrıntılarını bu tür eserlere bırakıp, sadece bazı esaslara işaret edeceğiz:
“Bilim”, elimizden tutup, bizi evvel zamanlara götürüyor ve diyor ki: “Dünyamız güneşten kopan bir ateş parçasıydı. Ne toprağı vardı, ne suyu. Bitkilerin, hayvanların ve insanların sözü bile edilmiyordu. Çünkü hayat yoktu. Canlı varlıklar sonradan ortaya çıktı da, yeryüzü şenlendi...” Pastör, deneylerle ispat etti ki, canlıların, kendi hâline bırakılan cansızlardan oluşması imkânsızdır. Öyleyse canlılar, bir dış müdâhale ile yaratıldılar. Işığı veren ışıklı olduğu gibi, hayatı yaratan da elbette diridir ve hayat vermeye muktedirdir.
Ceylan, koyun, gül, akasya, güvercin, balina, at, bezelye, insan... Yüzbinlerce tür. Hepsi sonradan var oldu. Darvin, türlerin birbirinden oluştuğunu iddia eder. Güya, cansız maddelerden tesadüfen tek hücreli canlılar ortaya çıkmış. Sonra tesadüfen karmaşık yapılı canlılar meydana gelmiş. insan da yine tesadüfen maymundan dönüşmüş. Yani biz, tesadüfen var olmuşuz ve tesadüfen yaşıyormuşuz!
Darvin, örnek de veriyor. Kıravatlı güvercinlerle kalın boyunlu güvercinler eşleştirilirse ara tipler elde edilirmiş. Şu hâlde, mevcut türlerden yeni türlerin elde edilmesi mümkünmüş. Ne büyük delil! Düşünmüyor ki, güvercin kalın boyunlu da olsa, kıravatlı da olsa güvercindir ve aynı türe mensuptur. Irklar arasındaki ıslah çalışmaları, türler için geçerli değildir.
Biyoloji ilminin temel taşlarından biri olan bilim adamı Mendel, yaptığı deneyler sonucunda şu gerçeği ortaya koydu: Bir türün, başka bir türü meydana getirmesi imkânsızdır. iki ayrı türün birleşmesiyle ortaya çıkan canlının nesli devam etmez. Bunun en güzel örneği, eşekle atın ortak ürünü olan katırdır. Katırda üreme özelliği yoktur. Mendel, görüşlerini ispat etti ve tesbitleri biyolojinin temel kanunları hâlini aldı.
Evrimciler, çevrenin tesiriyle türlerin değiştiğini, yeni türlerin oluştuğunu söylediler. Onlara cevap verildi: Çevrenin etkisiyle olan değişmeler kalıcı değildir. Daha sonraki nesillere geçmez. İşte ispatı: Müslümanlar, asırlardır sünnet oluyorlar, ama bebekler hep sünnetsiz doğuyor. Deneyler de yapıldı. Farelerin kuyrukları kesildi. Kuyruksuz fareler eşleştirildi. Yeni doğan yavruların kuyruklu olduğu görüldü. Aynı deney defalarca tekrarlandı, fakat sonuç değişmedi.
2331] Zübeyr Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 175
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Darvinciler, maymunla insan arasında bir “geçit formu” bulmak için de çok uğraştılar. Nice mağaralar kazıp, bataklıklar karıştırdılar, ama nâfile. Her defasında elleri ümitsizce yanlarına düştü. Bütün araştırmalar teorilerinin aksini gösteriyordu. Tek çare kalmıştı: Sahtekârlık! Onu da yaptılar. Maymun kemikleriyle insan kemiklerini birbirine ustaca tutturup, işte “ara tip” dediler. Lâkin mumları yatsıya kadar bile yanmadı. “Bilimsel” sahtekârlıkları kısa zamanda anlaşıldı, maskeleri düşürüldü. Nihâyet, fen mahkemesi Darvinizmin idamına ve evrim teorisinin iptâline karar verdi.
Sonuç: Her türün bir “evvel babası” vardır. Türler, şimdi nasılsalar ilk yaratılışlarında da öyleydiler. Uzun zamanda evrim geçirerek değil, bir anda yaratıldılar. İnsan, maymundan bozma bir ucûbe değildir. Hz. Âdem (a.s.), hem mükemmel bir insandı, hem de bir peygamber.
Bütün varlıklar ilmi, irâdesi ve kudreti sonsuz olan Allah’ın eserleridirler. Kâinatı düzenli ve mükemmel bir saray gibi yaratan Allah, canlıları da şimdiki özellikleriyle bir anda yaratmaya muktedirdir. Gözümüzün önünde buğday kadar çam çekirdeğinden çam ağacını yaratan kudret, âciz değildir.
Bu hakikatlere rağmen evrim teorisi hâlâ gündemde. İlmî inceleme konusu olmaktan çıkıp, felsefî bir boyut kazandı. Allah’a kul olmak istemeyenlerin sığınağı oldu. İlmî hiçbir değeri kalmayan bir teorinin inatla savunulmasının sebebi budur. Darvinizm, “bilimsel” kılıklı bir felsefedir, ateist bir safsatadır.
c) Naturalizm
Naturalizm: Tabîiyye, doğacılık demektir. Her alanda her meseleyi tabiattaki kanunlarla açıklamaya çalışan, her olayı doğa yasalarına indirgeyen felsefî görüştür.
Allahtan kaçanlar “tabiat”a sığındılar. Padişaha isyan edip, cellâttan yardım uman suçlunun mantığı. Tabiat da, yaratılanların toplamından ibâret büyük bir eser. Ustayı inkâr için, esere usta demek izahın değil, kaçışın ifâdesidir. Güneşe, suya ve toprağa tapanlara “ilkel” diyenler, varlıkların yaratılışını güneşe, suya ve toprağa vermekle aynı inancı paylaşmıyorlar mı? Natüralizm, putperestliğin yeni adıdır.
İnkâr cephesinde yeni bir şey yok. İsimler değişti, ama mantık çizgisi aynı kaldı. Ne iniş var, ne çıkış. Yükselişi yok ki, alçalışı da olsun. İddiasının dayanağı tek kelimeden ibâret: “Yok”.
Yok’larla bina kurulmaz. Bin tane yok, bir var’ı tartamaz. “Yok” kelimesi inançsızın kimliğidir, kendi boşluğunu belgeler. Reklâm, en çok güvendikleri araç. “Bilim adına” sürekli tekrarlanan yalan, zamanla doğrunun yerini alabilir. Eğer o yer, gerçeklerle doldurulmamışsa.
Mantığın temel kanunları ışığında düşünen akıl diyor ki, her eserin bir ustası vardır. Hiçbir eser kendi kendini yapamaz. Kitap yazarını, masa marangozunu, resim de ressamını gösterir. Ustayı, eserin içinde aramak ise, boşuna gayret. Bir yazı okuduğumuzda, “Bu harfler mürekkeple yazılmış. Mürekkebin tabiatında ise, yazı olmak özelliği var” diyerek, yazarı inkâr edebilir miyiz? Tablodaki resime hayran olup, “Resim olmak boyaların tabiatındandır. Bu eserin ressamı yok” diyebilir miyiz? “Apartman, kumun, çakılın, demirin ve tahtanın tabiatı gereği
ALLAH (C. C.)
- 613 -
var olmuştur. Mimarı yoktur” dersek bize kim inanır? Yahut, o apartmanın projesini görüp, “işte mimar budur” diyerek kimi aldatabiliriz?
Kâinat ve içindeki her eser de bir binaya, bir resme veya bir kitaba benzer. “Bunların yaratılması eşyanın tabiatı gereğidir” diyen adam, câhilliğini ilân etmiş olur. Binanın yapılması için nasıl projeyi çizen ve yapıyı kuran bir mimar gerekiyorsa, kâinattaki eserlerin de bir ölçü ve kanun ile yaratılması için bir Yaradana ihtiyaç vardır.
Kâinattaki her varlık da sanatlı bir eser. İnsan tâkatini aşan bir ilim, irâde ve kudretle yaratılmış. Ölçü, düzen ve güzellik diliyle sanatkârını ilân ediyor. Bu sesi kim susturabilir? Kâinat, yaratılanların bütünü. Demek kendisi de yaratılmış. Tabiat ise kâinattakilerin toplamı. Daha net bir anlatımla, tabiat, bir bakıma, kâinatın ikinci adı. Şu hâlde, “kâinatı ve içindekileri tabiat yarattı” demekle, “kâinat kendi kendini yarattı” demek arasında ne fark var?
Bir mühendis düşünelim. Bu zat, mükemmel bir proje hazırladı ve uzaktan kumandayla çalışan bir fabrika yaptı. O hârika fabrikaya ilimden ve teknikten nasibini almamış vahşi bir adam girdi. Baktı ki, makineler ve tezgâhlar büyük bir intizamla çalışıyor. Çevresini araştırdı, mühendisi göremedi. “Bu makineler kendi kendine kurulmuş. Çalıştıranı da yok” diye düşündü. Sonra duvarda asılı bir levha gördü. Oraya karmaşık bazı rakamlar ve yazılar yazılmış, muğlak şemalar çizilmişti. “İşte fabrikayı kuran ve çalıştıran bunlardır” dedi, câhilliğini gösterdi.
Tabiatçı, misaldeki adama benzer. Kâinat da mükemmel bir fabrikadır. Hayret uyandıran bir âhenk ve nizam ile çalışıyor. Her iş, belli bir kanuna göre yapılıyor. Böyle bir sisteme, serseri tesadüf parmak karıştırabilir mi? Gel gör ki, Yaradanı tanımayan kişi, kâinatın işleyiş kanunlarını yaratıcı zannediyor. Bir de akıllı geçinmese!
Tabiattaki kanunlar itibarîdir. Hâriçte vücutları yoktur. Varlıkları, maddenin varlığıyla devam eder. Kendi başına varlığını devam ettiremeyen bu mücerret mefhumlardan ne beklenebilir? Canlılar yokken “üreme kanunu” da yoktu. Şu hâlde, üreme kanununun canlıları yarattığını söylemek mümkün değil. Canlıları ilim ve hikmetle yaratan kim ise, hayat kanunlarını koyan da odur. Bu kanunlar, düşünen insanı, inkâra değil, imana götürür. Çünkü, kanun varsa, o kanunu koyan bir de hâkim vardır. Hiçbir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz. Kanunlar mücerret olup, birer isimden ibârettir. Uygulayıcı bir hâkim olmadıkça, herhangi bir tesirleri olamaz. Suçluyu yakalayıp, gereken cezayı veren bir kanun nerde görülmüş? Bir ülkenin kanunları bulunsa, fakat bunları yerinde ve zamanında uygulayacak hâkimleri olmasa, o kanunlar neye yarar? Kâinat da büyük bir ülke. Onu yaratan Zat, kanunlar da koymuş. Tatbiki ise, yine Ona ait.
Yaratıcı yerine Tabiat fikrini kabul edenlerin, konuyu derinliğine düşündüğünü sanmıyorum. Sığ bir düşünce, imkânsızı mümkün gösterebilir. Yoksa, meseleyi akıl terazisiyle tartan herkes, tabiatın yaratıcı değil, eser olduğunu bilir. Allah’ın sanatlı bir eseri olan tabiatı yaratıcı sanmak, tek kelimeyle ilkelliktir. Böylelerin, kendilerine “ilerici” ve “çağdaş” demeleri gerçeği değiştirmez. “Kara” olana “ak” demekle ne değişir ki!?
Tabiat Nedir?
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Tabiat, bir varlığın temel ve değişmez özelliğidir,” diyorlar. Elma, ağacının tabiatı gereği ortaya çıkıyormuş. Kuzu da, koyunun tabiatından dolayı kuzu olmuş... Öyle mi?
Fizik söylüyor: Kâinat bir zamanlar gaz hâlindeydi. “Gaz hâli” onun tabiatıydı. Tabiat, değişmez ve temel özellik olduğuna göre, bu hâlin sonsuza kadar devamı gerekmez miydi? Peki, ateş hâline niçin geldi? Dünya bir ateş kütlesiydi. Bu hâl de onun tabiatıydı. Bu özellik ebediyyen devam etmeli değil miydi? Şu hâlde toprak, hava ve su gibi zıt tabiatlar nasıl ortaya çıktı? Toprağın, suyun ve havanın tabiatıyla, bitkinin, hayvanın ve insanın tabiatı aynı mı? Ayrıysa bitkiler, hayvanlar ve insanlar nasıl meydana geldi?
“Tabiat üstü mutlak bir kudret” kabul edilmedikçe, bütün sorular boşlukta asılı kalmaya mahkûm. Noksandan mükemmele doğru uzayıp giden varlık zincirini izah etmenin tek yolu, sonsuz ilim ve kudret sahibi Yaradanı tanımaktan geçiyor. Her usta, eserinden daha mükemmeldir. Soba ile sobacı, bina ile mimar örneklerini hatırlayalım. Canlıların, cansızlardan daha üstün olduğu da bir gerçek. Şu hâlde, noksan özellikte cansızlar, mükemmel canlıları nasıl yaratır?
Toprağa düşen tohum, dört varlıkla karşılaşır: toprak, hava, su ve ısı. Bunların hepsi de olabileceğince câhil, kör, sağır ve âcizdir. Ne tohumu tanırlar, ne de kendilerini. Tohum da cahillikte onlardan geri kalmaz. Oysa, o tohumdan fışkıran bitki, akıl gözünü kamaştıracak kadar mükemmel bir eserdir. Adı geçen dört unsurun sahip olmadığı bir ölçü, şekil, tad, koku ve renk ile yaratılıyor. Üstelik bu bitkinin milyarlarcası aynı anda, birbirine karıştırılmadan, eksiksiz, kusursuz yapılıyor. Tabiatçılar bunu nasıl açıklayacaklar?
Tabiat kanunları ise, kendi başlarına bir iş yapamazlar. Kâinattaki hârika faâliyetlerin arkasında, Allahın güzel isimleri vardır. Güneş ışığının her yeri aydınlatması gibi bunlar da kâinatı kuşatmıştır. Tabiat ise, “tesir eden mutlak güç” değil, “tesir altında kalan âciz bir eserdir.” Dışarıdan gelen sonsuz bir irâdeye boyun eğmekle şekilleniyor, çeşitleniyor ve yeni yaratılışlara sahne oluyor.
Tabiat (Doğa) Yaratıcı Olabilir mi? Tabiat (doğa): Yaratılmış olan her şey, maddi âlem ve maddi âlemin özellikleri, onda işleyen kanun ve düzendir. Materyalistlere göre, yaratılış olayı tabiat tarafından meydana gelmektedir. Oysa ki tabiat denilen şu varlık âlemi, yaratan değil; yaratılandır.
Tüm ilmî veriler, tarafsız olarak evrenin bir başlangıcı olup sonradan var olduğunu ortaya koymaktadır. Sonradan var olan bir şey, kendi kendini yaratamayacağı gibi, hiç bir şey de yaratamaz. Öyleyse tabiatın (varlık âleminin) bir ilk yaratıcıya ve bir muharrike (hareket ettirene) ihtiyacı vardır. O da ezeli, ebedi ve bir olan Allah (c.c.)’dır.
Akıl, idrak, ilim ve irfan sahibi olan insan yokluktan, hiç yoktan bir toplu iğne, bir sinek yaratamadığı halde; akıl ve idrakı olmayan “tabiat” kendi kendini veya herhangi bir şeyi nasıl yaratabilir? Bunu iddia edenler, düşünme kabiliyetini yitiren, beyni gözleri üzerine inmiş bakar körlerdir.
Vahye değil de materyalizm dinine inanan kimseler, bütün bu muazzam nizam ve intizamı ve bunca varlıkların yaratılışını tesadüfle veya doğayla açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu durumda, bunlar dinsiz (mülhid) olamazlar; bunlar
ALLAH (C. C.)
- 615 -
tam bir “müşrik”; yaptıkları da “şirk”dir. Çünkü inkâr ettikleri Allah’ın sıfatlarını (en önce yaratma sıfatını) O’ndan alıp, “tesadüf” veya “doğa” adını verdikleri bir tanrıya vermiş oluyorlar. Kendilerine yanlış olarak , “dinsiz” denen bu “çok dinli” , “çok tanrılı” kimseler, ellerinde tuttukları medya aracılığıyla dinlerinden edip sürüleştirdikleri yığınları ifsad edip kandırmaya çalışmaktadırlar. “Doğa öyle yaratmış” , “tabiat ananın lütfu” , “burcunuz...” , “yıldızınız...” , “astroloğunuz diyor ki...” gibi ifade ve başlıkları altında reklamını yaptıkları hurafelerin, çağdaş üfürükçülerin ve falcıların peşine takmayı ihmal etmiyorlar. Dünyanın güneşten kopup içinde canlıların oluşmasını, insanın ortaya çıkışını tesadüfe bağlamaya çalışıyorlar.
Çağdaş dünyada değişiklik olsun diye ortaya atılan felsefe ve dünya görüşlerinin, ahlâk ve erdem açısından en tahripkâr olanı, hiç kuşkusuz dinsizliktir, ateizmdir. Bu tavrın yaygınlaşmasında en büyük pay, elbette düzenin ve egemen güçlerindir.
Bu inkâr hastalığının pençesine düşenler dahi, eğer tamamıyla öldürüp yok edememişlerse vicdanlarının ta derinliklerinde Allah’ın varlığını hissederler. Bu his, Allah’ın da hidâyetiyle kimi zaman kişinin varlığını kuşatarak hayatının tamamına hakim olur. Kimi zaman da bir felaket, bir korku sırasında geçici olarak ortaya çıkar. Gerçek şu ki, olmayan bir şey hissedilmez. Sonlu ve yaratılmış olan insan zihni, sonsuz ve yaratılmamış bir varlığı icad edemez. Bizi koruyan kim ise var eden de odur. Varlığımız, Allah’ın varlığının en kesin delilidir.
Her şeylerini Allah’a borçlu olan ve buna rağmen ihanetin zirvesine çıkıp O’nu inkâr eden Allah’sız materyalistlere sormalı: Allah’sız bir dünyada faziletli olmanın, kurallı yaşamanın, dürüst davranmanın, yani özetle ahlâklı olmanın sebebi ne? Allah ve âhirette ödül yoksa, bütün bu zahmetlere insan niçin katlansın?
Allah’ın, âhiretin, hesabın, sorgunun, sualin olmadığı bir hayat namuslulara, ahlâklılara, dürüstlere, hakkı hukuku gözetenlere, erdemlilere bir cehennem; namussuzlara, hırsızlara, canilere, ahlâksızlara bir cennet olurdu. Öylesi bir dünyada insanları erdemli ve ahlâklı yaşamanın gerekliliğine nasıl ikna edecektiniz ve onlar neden ikna olsunlar? Olmuyorlar zaten. Allah’ı hayatına, siyasetine, devletine, okuluna karıştırmak istemeyen laiklerin, materyalistlerin yaşantıları bunun en açık delili değil midir?
İnsanlık tarihi Allah’ını, dinini, imanını kaybedenlerin şeref, ahlâk, fazilet, birlik, dirlik, özetle insanı insan yapan her şeylerini kaybettiklerinin örnekleriyle doludur. Yine tarih, gerçek anlamıyla iman edenlerin kahramanlıklarını, her konudaki erdem ve faziletlerini gıptayla hatırlamakta ve hatırlatmaktadır.
d- Panteizm
Panteizm, vücûdiyye, kamutanrıcılık demektir. Evrenle tanrıyı bir ve aynı şey kabul eden felsefî görüş. İnce mânâlarla dolu, bütün parçaları birbiriyle uyumlu, gâyet değerli bir kitaba iki adam bakıyorlar. Bunlardan biri şöyle düşünüyor: “Bu kitabın yazarını göremiyorum, nerede olduğunu bilmiyorum, ama varlığına inanıyorum. Üstelik yazar, kitap cinsinden de olamaz.” Öbür adam ise şu kanaate varıyor: “Bu hârika eserin yazarı, kitabın içindedir, harflerin, kelimelerin, satırların, mürekkep zerrelerinin arasındadır yahut kitabın kendisi aynı zamanda
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yazardır veya içindeki mânâlar bütünü, bu kitabı yazmıştır.”
Kâinat da, burada sözü edilen kitaba benzer. İçinde bulunan büyük küçük her varlık mânâlı birer kelime gibidir. Nasıl her kitabın bir yazarı varsa, kâinatın da bir ustası vardır. Kâinat ve içindekiler vehim ve hayal değillerdir. Ancak, Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla var olmuşlardır ve yine O’nun bekasıyla varlıklarını devam ettirmektedirler. İlâhî isimler kâinatta tecelli eder, görünür, bu tecellî kesilirse kâinat yok olur.
“Yazar kitabın içindedir” diyen adamın kanaati “panteizm”e misaldir. Uydurma dilde “kamutanrıcılık” diye adlandırılan bu felsefeye göre, kâinatın yaratıcısı kâinattan ayrı bir varlık değildir, “tanrı, evrende içkindir.” Yaratıcıyı kâinatın dışında aramak boşunadır. Yaratılanların toplamı aynı zamanda ilâhın ta kendisidir veya “tanrı” varlıkların bünyesine “sızmıştır”. Her varlık “evrende içkin” olan “tanrının” bir parçasıdır. “Tanrı” her an değişmekte, kendi kendini yenilemekte ve zamanla birlikte tazelenmektedir.
Bir bakıma, bu felsefede kâinat namına Allah inkâr edilmektedir. Yazarı kitabın içinde sanan ve kitap adına yazarı inkâr eden adamla panteistin ne farkı var ? Bu felsefe bir safsatadan ibârettir. Bu hükmü nasıl mı veriyoruz ? Çünkü, kâinat sınırlıdır, Allah’ın isimleri ve sıfatları ise, sonsuzdur. Bütün varlıklar “hâdis”tir, yani “sonradan yaratılmış”tır. Allah ise, ezelîdir, varlığının başlangıcı yoktur. Kâinatta güzel, çirkin, iyi, kötü, noksan, mükemmel... bir aradadır. Allah ise, mutlak kemâl, cemâl ve celâl sahibidir, yani sınırsız, eksiksiz ve noksansız güzeldir, mükemmeldir, büyüktür.
Kâinat ve kâinatı oluşturan varlıklar, mükemmelleşmek için devamlı değişir, bozulur, başkalaşır, dağılır, toparlanır, ayrılır, birleşir. Allah ise, vâhiddir, ehaddir, ferddir, sonsuz mükemmel olduğu için değişmeye, başkalaşmaya, dağılmaya ve yeniden yapılanmaya muhtaç değildir. Yaratılmış varlıklar, zamanın etkisi altındadır, Allah ise, zamana mahkûm değildir. Çünkü, zamanı yaratan da Odur. Kâinatı teşkil eden her varlık âcizdir, fakirdir, muhtaçtır. Allah ise, Sameddir, yani her varlık O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. Varlıklar şu veya bu şekilde doğarlar ve ölürler, Yaradanın ise, hayatı dâimî ve bakidir. O, doğmamış ve doğurmamıştır.
Varlıklar ilimden, irâdeden ve şuurî bir kudretten mahrumdurlar, bu özellikleriyle sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi yaratıcıyı teşkil edemezler. Allah, maddî bir varlık değildir. Maddî olmayanın mekânı da yoktur. Kezâ, bölünmek ve parçalara ayrılmak maddenin özellikleridir. Şekil, boyut, renk, ağırlık ve benzeri vasıflar da, yine maddenin ve maddî varlıkların özellikleridir. Bütün varlıklar “mümkin”dir, yani olması ve olmaması eşit iken, var olmasını dileyen bir başka varlığa muhtaçtır. Allah ise, “vâcib varlık”tır. Varlığı zarurîdir, kendindendir, ezelîdir. Mümkin varlıklar, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için o vâcip varlığa muhtaçtırlar. Allah, “muhâlefetün lilhavadis,” yani sonradan yaratılanlara benzemezlik özelliğiyle “mümkin” varlıklara hiçbir yönden benzemeyendir. Tasavvur edilememesi de bu sebepledir.
Panteistin hâli, sanatlı bir câminin hârika mimarisine hayran olup, “Mimar bu caminin içindedir, cami ayrı mimar ayrı değildir, ikisi aynıdır, biri diğerini içine almıştır, bu ikisi esasen tek varlıktır,” diyen adama benzer. Panteizm de bir
ALLAH (C. C.)
- 617 -
nevi putçuluktur, ancak burada taştan ve ağaçtan yapılmış küçük bir put yerine, varlıkların toplamı olan “kâinat” öne çıkartılmış, bu devâsâ kütlenin azameti karşısında baş eğilmiştir.
(Bu bâtıl felsefe, tasavvuf etkisiyle bazı müslüman geçinenlere de sirâyet etmiştir. “Lâ mevcûde illâ hû” -O’ndan, yani Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur; her şey O’dur- veya “Ene’l-Hak” -Ben Hakk’ım, yani Tanrı’yım- anlayışları, bu felsefî yaklaşımdan çok farklı görüşler değildir.)
İslâmî imanın özü ise, Allah kâinatı yaratandır. O, yarattıklarına benzemez. Varlıklarla alâkası “yaratıcılık”tır. Her şey Onun eseridir. Her usta gibi, O da eserinin içinde olamaz. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur, yani “her şey O” değil, “her şey Ondan”dır.
e- Pozitivizm
(Müsbet bilimcilik, laboratuvarla isbatlanan bilimselcilik) Pozitivizm: İspatiyye, olguculuk. Varlıkları müşahade edilebilir olanlardan ibaret sayan ve bilgi alanını olgularla sınırlayan felsefi görüş.
Bilim alanında önemli gelişmeler olurken, felsefî bir akım ortaya çıktı: Pozitivizm. Bu cereyan daha önceki devirlerde de vardı, fakat cılız, sönük ve sessizdi. Bizim tefekkür dünyamızda “isbâtiyyecilik” diye tanınırdı. Fennin çocukluk dönemlerinde bir hırsız gibi dağlarda gezen bu görüş, şimdi okullara girdi, aramızda dolaşıyor.
“Fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerin deneylerle ispatladığı fikirlerden başka şeye inanmayınız” diyen yarı aydınlar türedi. “Fennin gösterdiği ışıklı yolda yürüyünüz” diyen istismarcılar var. Nihâyet, sayıları az da olsa, inanmak için laboratuvarların kapılarını gözetleyen taklitçiler ortaya çıktı. İşin en acı tarafı da, bu kimselerin, fen ilimleri adına dini inkâra cür’et etmeleridir. Çünkü dinin kaynağı vahiydir ve İlâhî meseleler laboratuvara girmez.
Her şeyden önce şu sorulara cevap arayalım: Fennin konusu nedir? Pozitif ilimlerin sınırı nerede başlar, nerede biter? Şüphesiz, fen ilimlerinin konusu maddedir. Fizik, cisimleri ve varlıklar arasındaki münasebetleri inceler. Kimya, eşyanın iç yüzünü keşfe çalışır. Biyoloji, canlılar dünyasını aydınlatır. Astronomi ise, uzayı ve uzaydaki cisimleri tetkik eder. Tıp ilminin sahası insan bedenidir. Diğer pozitif ilimler de yine maddenin daha başka yönlerini anlamaya çalışır. Maddenin bittiği yerde metafizik, yani fizik ötesi dünya başlar ki, o zaman fen adamı, bu değişik âlemin eşiğinde durmaya mecburdur. Dış duyularımızla algılanamayan bu âlemin de kendine has uzmanları vardır. Bu sahada söz onlara düşer.
Peki bir fen adamı mânevî konulara dâir hükümler verirse ne olur? İşte o zaman haddini aşar ve mantığın kırbacıyla kendi alanına kovalanır. Nasıl, bir mühendisin sözü tıp alanında kâle alınmazsa, nasıl, bir ressamın fikri astronomide ölçü kabul edilmezse, öyle de bir fizikçinin veya doktorun görüşü dinî konularda muteber değildir. Kiraz ağacından süt sağılamıyacağı gibi, koyundan da kiraz üretmesi beklenemez. Ümit eden mahrum kalır. Denizde yaşayan ve şehirleri göremeyen balıklar, belediye kanunlarını ve görgü kaidelerini inkâra yeltenemezler. Gördüklerine inanan ve tecrübesine güvenen kişilerin de bu balıklardan
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pek farkı yoktur.
Esasen, fen alanında çalışanlar olmayanı var etmiyorlar. Yaptıkları mevcudu keşfetmekten ibarettir. Yer çekimi Newton’dan önce de vardı. Sular Arşimet’ten önce de cisimleri kaldırıyordu. Galile doğmadan evvel de dünya dönüyordu ve yuvarlaktı. Vücut makinesi tıp ilmi yokken de çalışıyordu.
Pozitif ilimlerin yaptığı, madde dünyasını ve bu dünyanın kanunlarını anlamaya çalışmaktan ve yaratılan eserlere isimler takmaktan ibarettir, dersek hiç de mübalâğa etmiş olmayız. Bu keşifleri yapanlara “mucit” adı veriliyor ki, yanlıştır. Mucit, olmayanı var eden demektir. Fen adamlarının yaptığı ise, keşiftir. Bundan dolayı “kâşif”diye isimlendirilmeleri daha doğrudur.
“İspat edilmeyen, deneylerle doğruluğu anlaşılmayan teorilere inanılmaz,” sözü maddî sahaya münhasır kalırsa doğru olabilir. Nitekim, insanların maymundan geldiği fikri ispatlanamamış ve bir teori olarak kalmıştır. Fakat mezkur hüküm, dini de içine alacak kadar geniş bir mânâda kullanılırsa yanlıştır ve reddedilmeye mahkûmdur.
Fen ilimleri, insanı, İlâhî hakikatlârın inkârına değil, kabulüne götürür. Çünkü, mantık bize her eserin bir ustasının olduğunu söyler, dumanın ateşe delil olması gibi. Fenlerin tetkik ettiği kâinat da bir eserdir. Bundan dolayı, onun da sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir ustasının olması zarurîdir.
Bilimlerin Dilinden
İslâm, hiçbir zaman, hiçbir meselede bilime ters düşmemiş, bilâkis onu teşvik etmiştir. Dinî kaynaklar bunun güzel örnekleriyle doludur. Allahın iki kitabı vardır: Biri Kuranı Kerimdir ki, “kelâm” sıfatından gelir, diğeri kâinattır ve “kudret” sıfatının eseridir.
İlim adamları, dine inansalar da, inanmasalar da kâinat kitabını okumakta ve Yaradanın eserlerini tefsir etmektedirler. Efendilerini tanımadan çalışan ve iş gören köleler gibi! Her bilim dalı, kendine has bir dil ile mütemadiyen Allah’tan bahsediyor. Meselâ, botanik ilmi, bize bir ağacın özelliklerini anlatır. Ağacın topraktaki gıdaları nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl taşıdığını, meyvelerin nasıl meydana geldiğini, büyümenin ne şekilde olduğunu gösterir. Böylece, karşımıza hücrelerden oluşan, kökü, gövdesi, dalı, yaprağı, çiçeği ve meyvesiyle mükemmel bir makine çıkar. Üstelik de canlıdır.
Şimdi insafla düşünelim: Bu harika makineyi akılsız, şuursuz, ilimden, iradeden ve kudretten mahrum basit bir toprak nasıl yaratır? Bitki âlimlerinin, dev laboratuvarlarda bile bir tek yaprağını yapamadıkları ilmî bir gerçekken, ağaç, başka bir ifadeyle odun, o harikulâde çiçekleri ve meyveleri nasıl yapar? Her bir ağaç o mûcizevî yaratılışıyla isimleri ve sıfatları sonsuz bir zatı ispat etmez mi?
Kezâ zooloji ilmi, aklımıza bir hayvanın iç dünyasının kapılarını açtı. Her hayvanın harikulâde birer fabrika olduğunu anladık. Zehirli sinek bal yapıyor. Elsiz böcek ipek dokuyor, dilsiz koyun süt üretiyor. İlim gösterdi ki, basit bir saman ve sudan, lâtif bir gıda olan sütü yapmak o akılsız koyunun işi değildir. Koyun, arı, ipek böceği ve benzeri bütün hayvanlar, ressamın fırçası, yazarın kalemi, marangozun çekici gibi birer âlettirler. Yaratmak fiilinin fâili ise, şüphesiz bu kâinatın da ustası olan Rabbimizdir.
ALLAH (C. C.)
- 619 -
Astronomi ilminin penceresinden bakarak, dünyanın uzaydaki hâlini gördük. Güneşin etrafında mermi hızıyla uçan dev bir tayyare. Kanatsız, motorsuz, pilotsuz, gürültüsüz ve olabildiğince büyük. Üstündeki yolcular ise gâyet rahat seyahat etmekteler. Çoğu zaman uçtuklarının bile farkında değiller. Bir yandan da dünya, kendi ekseni etrafında dönüyor. Geceler, gündüzler ve mevsimler bu iki dönüşün ürünü. Güneşe yaklaşsak tehlike, uzaklaşsak tehlike. Güneşin çevresinde uçan sadece dünya da değil, diğer gezegenler de var. Onlardan birisiyle çarpışması işten bile değil. Fakat hiçbir aksaklık olmuyor, her şey yolunda gidiyor. Bu düzen milyonlarca seneden beri hiç bozulmuyor.
Astronomi okuyan herkesin düşünmesi ve şu soruları kendi kendine sorması gerekmez mi: Bu hassas dengeyi kim kurdu? Dünyayı yaşanacak hâle kim getirdi. Pilotları da bulunduğu hâlde bazı uçakların çarpıştığı bir gerçekken, bu dev cisimleri çarptırmadan döndüren ve uçuran hangi ilim ve kudrettir?
Hele, yaratıklar içinde biri var ki, o başlı başına bir mûcizedir. Adına insan derler. Düşünür, hayâl eder, araştırır, anlar, sever, acır, nefret eder... Binlerce kabiliyetle donatılmıştır. Daha da önemlisi kendi varlığının şuurundadır. Kâinat onun idrakiyle ışıklanır. Bu muhteşem canlının ruh, kalp, akıl ve hayâl gibi manevî cihazları bir yana, maddî yapısı da bir sanat şaheseridir. Gözün en güzeli, elin en kullanışlısı, saçın en lâtifi, dilin en tatlısı, endamın en mevzunu, boyun en mutedili, uzatmaya ne hacet, her şeyin en iyisi ona verilmiştir.
Tıp ilmiyle anlaşıldı ki, vücudunun dışı gibi, içi de harikalar harikası. Tonlarca kan pompalayan kalbi, yemekleri kolayca sindiren midesi, kan temizleme makinesi olan akciğerleri, kilometrelerce uzunluktaki damarları, daha bilmem nesi ve nesiyle gerçek bir şâheser. Heykel, heykeltıraşını göstersin de, tıp ilmiyle mükemmelliği anlaşılan insan vücudu ustasını tanıtmasın, mümkün mü?
Misalleri çoğaltmak mümkün, ama “ârif olana bir işaret kâfidir” deyip, kısa kesiyoruz.
Bak ve Düşün!
Müsbet ilimlerin zirveye doğru tırmandığı bir asırdayız. Günümüz insanı nakille yetinmiyor, aklî izahlar da istiyor. Kimi insanlarca, “bilim,” dinden ayrı bir değerler manzumesi gibi gösteriliyor, küfre ve inkâra delil olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bugün inkâr, cehâletten değil, fenden ve felsefeden geliyor.
Bu sebeple biz, pozitivist ve materyalist eğitimden geçirilmiş günümüz insanına, onun anladığı lisanla İlâhî hakikatları anlatmaya çalışıyoruz. Bu, belâgattır, yani muhâtabın hâline uygun söz söyleme sanatıdır. Bilim diye adlandırılan kâinatla ilgili fenlerin inkâra değil, imana delil olduğunu gösteriyoruz ki, hakikat de budur. Zira her fen, kendine has bir dille Allah’tan bahsediyor, yaratıcıyı tanıttırıyor.
Kur’an, bize, “f’anzur!” yani “nazar et, bak!” emrini veriyor, biz de, âyetin hatırlattığı İlâhî sanat eserlerine bakıyoruz. Kur’an bize, “hiç düşünmez misiniz?” diye soruyor, düşünmemizi istiyor. Biz de tefekkür ediyor, aklımızı kullanıyoruz. Efendimiz, “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibâdetten üstündür” buyuruyor. Bu küllî ibâdeti yapabilmek de gerekir. Bu tavrın, dini reddeden ve “bilim”i putlaştıran pozitivizmle alâkası yoktur.
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu konuda unutulmaması gereken esas şudur: Vahiy esas, akıl vâsıtadır. İslâmiyet efendi, fenler köledir. Hüdâ hâkim, dehâ mahkûmdur. Müsbet ilimleri esas kabul edip, İslâm’ı onlara râm etmekten Allah’a sığınırız. Felsefe, yaratıcıyı unutur, kâinattan kâinat nâmına bahseder. Müslüman ise, her konuda rehberi olan Kuran gibi, kâinattan Allah adına bahseder, varlık aynalarında tecelli eden İlâhî isimleri gösterir.
Biz, fen ilimleri, şu kâinat kitabını incelemekle dine hizmet eder, bir müslüman fen bilimlerine bu gözle bakar. Bir harf kâtipsiz olamayacağı gibi, şu kâinat kitabı da ustasız ve müellifsiz olamaz. Kur’ân-ı Kerim de Rabbimizin kitabıdır, kâinat da. Her biri, diğerini tefsir eder ve açıklar. Her fen, kendine mahsus bir dil ile bize Rabbimizi tanıtır. Müslüman, müsbet ilmi reddetmez, ebedî bir gâye vermekle onu mârifet hâline getirir. İmana râm olan ilim, nûr olur.
İlimler
Bize göre, ilim bir bütündür ve “Âlim” isminden kaynaklanır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, hem fennin konusu olan kâinattan, hem de bugün bazılarının yanlış olarak “din ilmi” dediği, “naklî ilimler” dediğimiz meselelerden bahsettiği hâlde, konularını iki ayrı ilmin isimleri altında toplamamıştır. Fen ilmi, din ilmi gibi ayırımlar sun’îdir. İnsanın, bütünü kucaklayamayışından dolayı ilim, iki ana bölüme ayrılmış, her bölüm de kendi içinde bölümlenmiştir.
Ancak, bu ayrımı bir kötü niyet ürünü olarak ısrarla yapan, bilimle din arasında hiçbir alâka yokmuş gibi davrananlar da var. Bilim adına kâinata sahip çıkıp, inananları ve imanı maddî âlemin dışına sürgün etmeye çalışan bu kafayı da unutmuyoruz. Ona şunu söylüyoruz: “Maddî, mânevî bütün âlemler Rabbimizindir. Bilim adına incelediğin şu görünen âleme de Allah hükmeder. Senin yanlış olarak tabiat kanunları dediğin şeyler, aslında, Onun kevnî kanunlarıdır. Sen, yeni bir kanun koymuyor, sadece yürürlükteki kanunları görüp, onlara isimler veriyorsun.”
Ortada kabul edilmiş bir “durum” var, ilimler, “fen ilmi ve din ilmi” diye ikiye ayrılmış. Bu yapay ayırmayı, daha doğru bir şekilde şöyle ifadelendirmek gerekir: Aklî ilimler ve naklî ilimler. Aklî ilimler (fen bilgileri), şu “kâinat fabrikası”nın nasıl çalıştığını açıklar. Naklî ilimler ise, kim tarafından ve niçin kurulduğunun cevabını verir. “Niçin?” suali karşısında fen, sağır ve dilsizdir. Ancak bu zâhirî ayrılık, dinin, “nasıl” sorusuna cevap vermediği mânâsına gelmez.
Kur’ân-ı Kerim, kâinatın işleyiş kanunları hakkında önemli açıklamalar yapmış, kıymetli ip uçları vermiştir. Ayrıntılara girmeyişi onun bir fen kitabı olmayışındandır. “imtihan sırrı”na aykırı düşmeyecek şekilde bütün fen bilimlerinin özü bildirilmiştir. Her ilmî gelişmenin, bazı âyetleri daha iyi anlamamıza yardımcı olması da bu sırdan ileri gelmektedir.
Fen ilimlerini iman gözüyle okumayı öğrenenler, hem “nasıl”ın, hem de “niçin”in cevabını almakla tam bilgiye ve gerçek marifete ulaşacaklardır. Vicdanın ışığı naklî ilimler, aklın nuru medeniyet fenleri, yani aklî ilimlerdir. Hakikat, ikisinin kaynaşmasıyla tecelli eder. Ayrıldıkları zaman, sadece naklî ilimleri okuyanlarda “taassub” yalnız fen tahsil edenlerde ise “hile ve şüphe” meydana gelir.
ALLAH (C. C.)
- 621 -
Vicdanı İlâhî mizanlarla ayarlanmamış bir kimsenin elinde fen, dehşetli bir silâh olabilir, nitekim oluyor da.
f- İdealizm
İftikârîye, düşüncecilik. “Varlık, düşüncenin ürünü, ya da düşüncenin kendisidir” tezini savunan felsefelerin genel adı.
Pencereden baktığımızda gözümüze ilişen şu nesneler gerçek mi, hayal mi? İşte bir elma ağacı! Baharda çiçekleniyor, yapraklanıyor, yazın meyveler veriyor, biz bu meyveleri yiyoruz. Sonbaharda ölüp ilkbaharda diriliyor, rüzgarla sallanan dallarına kuşlar konup kalkıyor. Bu ağaç yalnız benim gözlerimde ve zihnimde mi var? Çiçekler, yapraklar, meyveler, esen rüzgarlar, cıvıldaşan kuşlar birer vehimden mi ibâret? Topluca söylersek, acaba benim dışımda var sandığım şeyler, gerçekten var mı?
Garip sorular sorduğumun farkındayım, fakat daha da garip olanı şu ki, bu soruyu birçok felsefeci de kendi kendine sormuş, “Nesneler bizim içimizde vardır, onlar zihnimizin meyveleridir, biz var sanıyoruz, ama gerçekte onlar yoktur,” diye cevap vermişler. Sonra bu görüş bir felsefe hâline gelmiş. İşte “idealizm” ruh adına maddeyi, düşünce adına dışımızdaki varlıkları reddeden bu felsefî akımın adıdır.
İdealizmin tipik temsilcisi Berkeley, “Duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir ve fikirler ise bizim ruhumuzun dışında var olamazlar,” diyor. Gerçi bütün idealist düşünürlerin tıpatıp aynı fikirleri paylaştığı söylenemez, fakat ayrıldıkları noktaların önemli olduğunu da söyleyemeyiz.
İdealistlerin yanıldıkları nokta, “özel dünya” ile “genel dünya”yı birbirine karıştırmaları, ya da bunları aynı şey saymalarıdır. Oysa genel dünya ile özel dünyalar biçimce birbirinin aynıdır, ama hükümleri ve kanunları birbirinden bütünüyle farklıdır.
Herkesin, şu umumî dünyadan ayrı bir de hususî dünyası vardır. Onun rengi, şekli, güzelliği, iyiliği insanın ruh hâline göredir. Üzgün ve ümitsiz bir kişi, kâinatı bir matem yeri gibi görür. Oysa, neşeli bir insan için, bu dünya bir bayram yeridir. Benim özel dünyamın bir dış gerçekliği yoktur, o benim içimdedir ve ancak benimle vardır, ama benim ölümümle o âlem yıkılır. Özel dünyanın yıkılması genel dünyanın da yıkılması demek değildir. Ağacı gösteren bir ayna kırılmakla o ağacın aynadaki görüntüsü silinir, ama ağaç var olmaya devam eder.
Berkeley, fikirlerini açıklarken, nesnelerdeki özelliklerin herkese göre değiştiğini söyler ve buradan yola çıkarak “şey”lerin gerçekliğini reddeder. Oysa, varlıklardaki özelliklerin “göreli,” başka bir deyişle “izafî” olması, onların gerçekte var olmadıkları anlamına gelmez. Bir taşın ağır mı, hafif mi olduğu konusunda aynı kanaati paylaşmayabiliriz, birimiz ağır, diğerimiz hafif demiş olabiliriz. izlenimlerimiz aynı da olsa, ayrı da olsa “taşın varlığını” dile getirir.
Aynaların farklılığı, nasıl görüntülerin de farklılığını sonuç veriyorsa ve nasıl bu farklılık sebebiyle aynanın karşısındaki manzara inkâr edilemiyorsa, birer ayna görevi yapan zihinlerimiz de nesneleri değişik biçimde idrak ediyor diye, “bizim dışımızda yokturlar” diyemeyiz. İdealizmin, “varlıklar benim zihnimin ürünüdür” temel cümlesinden yola çıkarsak,”dış âlemde var sanılan her şeyi
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benim zihnim yaratıyor,” noktasına varırız. Bu düşünce, bizi, iki önemli yanlışa sürükler. Biri, eli ermez gücü yetmez bir canlı olan insanı tanrılaştırmak. İkincisi, İlâhî isimlerin nesnelerdeki tecellilerini perdelemek.
Oysa yaratıklar, aynalar gibi, Rabbimizin “güzel isimler”ini gösterir, tanıttırır ve sevdirirler. Eser inkâr edilirse ustayı kim hatırlar! Gerçekte var olmayan bir insanın, gerçekte var olmayan bir elmayı yediğini varsayan bir kimse, sonsuz merhametiyle insanları yaratan, yeryüzünü onlara bir nimet sofrası yapan, Rahman, Rahim, Kerim, Vedud... gibi pekçok ismin sahibi Rabbini tanıyamaz, bilemez, sevemez.
Özel dünya ile genel dünyayı birbirine karıştırmanın, aralarındaki temel farkı görememenin bir başka türlüsü, idealizmi bir felsefe olarak benimsemeyenlerde de var. Bir his yanılmasından dolayı özel dünyasını genel dünya gibi ölümsüz sanan ve dış dünyanın gerçeklik, kararlılık ve sarsılmazlık özelliklerine bakarak, ona yalnız biçimce benzeyen kendi dünyasını da metin, sürekli ve değişmez sanma yanılgısı. Bu galat, insanın kendi ölümünü düşünmemesi ve yalnız dünyanın yıkılmasına nazar etmesi türünden bir “gaflet”i netice veriyor.
İslâm Felsefesi mi? Materyalistler, felsefeleri üç temel kategoride incelerler: “idealizm, materyalizm ve bilinemezcilik.“Sonra bütün dinleri idealizmin içinde sayar, onu çürütmekle dinleri de çürüttüklerini söylerler.
Biz, bu sınıflandırmanın hem yanlış, hem de kötü niyet ürünü olduğu kanaatindeyiz. “Özünü yitirmiş dinler“e ve “beşerî düşünceler“demek olan felsefelere hiçbir biçimde benzemeyen İslâm ayrı bir kategoride ele alınmalı. “Materyalizmin zıddı idealizmdir, materyalizm dinlerin karşı kutbundadır, şu hâlde İslâm’la idealizm aynı şeydir“şeklinde özetlenebilecek akıl yürütmenin hiçbir hakikatı yoktur.
Gerçi idealizmde “tanrı inancı” vardır, bu yüzden de onu, materyalizm gibi tamamen inkârcı bir felsefeyle bir tutamayız, ama biliriz ki, sonuçta o bir “felsefe”dir ve İslâmiyet’le ilgisi yoktur. Kur’ân-ı Kerimde güzel isimleri ve benzersiz sıfatlarıyla tanıtılan Allah Tealâ ile, bu filozofların sınırlı zihinlerinin ürünü olan bir ilâhın aynı varlık olmadığı açıktır.
İslâmiyet’in kâinata bakış açısı hiçbir felsefeyle kıyaslanamayacak derecede “özgün”dür. Her meselede olduğu gibi “varlık” konusunda da İslâm, “ifrat” ve “tefrit”i terketmiş, “vasat”ı, yani “müstakim yolu” göstermiştir. Madde vardır, nesneler vardır, dış âlemde görünenler bir hayal, bir vehim değildir, ancak bu var oluş “kendiliğinden” değildir, Allah’ın yaratmasıyladır.
Allah “vâcib” varlıktır, ezelîdir, ebedîdir, varlığı kendindendir, bir başkasının etkisiyle var olmamıştır. Nesneler, şeyler ise “mümkin” varlıklardır, Allahın yaratmasıyla var olmuşlardır, ama hayal ve vehim değillerdir. Gerçi varlıkları “vacib” varlığa oranla “zayıf bir zıll” ve “kararsız bir gölgedir, “ fakat yine de dış âlemdeki gerçeklikleri göz ardı edilemez.
Varlıkların zaman ırmağında devamı ve mekân deryasında sebatı “Kayyum” isminin tecellisiyledir. Her “şey” bir “eser”dir, ustasının “güzel isimler”ine ayna olmuştur. Bir kitap nasıl yazarının ilmini gösterirse, kâinat kitabı da yaratıcısını göstermektedir. Bu bakış açısının, maddeyi tanrılaştıran materyalizme ve
ALLAH (C. C.)
- 623 -
“dışımızdaki nesnel dünya bizim fantezimizdir” diyen idealizme benzemediği olabildiğince açık değil mi ?
g- Reenkarnasyon
Reenkarnasyon; Eskilerin Tenâsuh dediği, ruh göçü demektir. Ruhun, ölümden sonra başka bir bedene göç ettiğine inananların görüşüdür.
Çoğumuz, Firavunların, yani ilâhlık iddiasında bulunan Mısır hükümdarlarının cesetlerini mumyalattıklarını duymuşuzdur, ama bunu niçin yaptıklarını bilenimiz pek azdır. Yine çoğumuz, firavunların mücevherler ve kıymetli ev eşyalarıyla gömüldüğünü biliriz de, sebebini pek bilmeyiz.
Meğer Firavunlar da kendilerine göre bir inancı varmış. Bu inanca göre, ruhlar, ölüm sonucu bedenlerinden ayrılınca başka bir bedene girerlermiş. Bu yeni beden, bir bitkiye veya bir hayvana da ait olabilirmiş. Söz gelişi, bir firavun ruhu, birçok bitki, hayvan ve insanı dolaştıktan sonra, gelir, eski cesedini bulurmuş. İşte bu noktada bir tedbir almak gerekiyormuş: Cesetleri koruma altına almak. Öyle ya, ruh, çürümüş cesedi ne yapsın! Firavunlar düşünmüşler, “bilimsel gerçekler ışığında” bir çâre bulmuşlar: Cesetleri mumyalatmak! “Biraz pörsümüş de olsa, beden bedendir ve hiç yoktan iyidir,” demişler. Ceset mumyalatma işi, başlı başına bir “bilim ve sanat dalı” hâline gelmiş. Koca koca Firavunlar, yeniden dirildikleri zaman fakir, parasız ve eşyasız mı kalsınlar! İşte, altınlarını ve kıymetli eşyalarını da beraber gömmelerinin sebebi bu fukaralıktan korkmalarıymış.
Bunları niçin mi anlatıyoruz? Batıdan aşırılan kelimelerle allanıp pullanarak çağdaşlık maskesi altında ortaya konan “reenkarnasyon” safsatasının tarihini bir nebze de olsa göstermek için. Yalnız, “çağdaş”ların bir farkları var ki, cesetlerini mumyalatıp, dolarları ve eşyalarıyla gömmeyi akıl edemiyorlar. Kimbilir, belki de daha iyi bir yol bulmuşlardır, ama”meslek sırrı” diye kimseye söylemiyorlar!
Bundan böyle günlük hayatınızda daha dikkatli davranın. Meselâ, ağacı küçümseyip de bir “günaydın” bile demeden geçmeyin, içinde bir şövalye olabilir. Kestiğiniz dananın Şekspir olmadığını nerden biliyorsunuz? Ya kapınızın önünde havlayan köpek Volter ise. Bir salatalığı ısırırken Jan Jak Russo’nun boynunu koparıyor olabilirsiniz. Bence Lenin bir yılan olmuştur, Darvin de bir maymun.
Hemen her asırda beş on tane bulunan ve büyük makamları işgal ettikleri için düşünülünce hemen hatıra geliveren din düşmanlarını göz önüne getirin. Hepsinde birer firavun edası yok mu? Bu özellikte kişiler, çağımızda daha çok görüldü ve görülüyor. Bana öyle geliyor ki, eski devirlerde ölen firavunlar, cesetlerine dönmeye başladılar bile!
Biz, dünyadaki bütün insanların birer ruhu olduğunu sanıyoruz değil mi? işte büyük bir hata daha! Reenkarnasyon fikrine göre milyarlarca insan pekâlâ ruhsuz yaşayabilir! Ne demek bu? Şu demek: Başlangıçta dünya nüfusu gâyet az idi. İslâma göre, bir anne ve bir babadan ibaretti. Din dışı bilime göre de durum bundan pek farklı değil. Dünya nüfusu ise, katlanarak çoğaldı ve beş milyara ulaştı. Eğer ölen insanın ruhu, yeni bir bedene girerek yaşamaya devam ediyorsa, bugün milyarlarca insanın ruhsuz olması gerekmiyor mu?
Ruhlar bedenlerinden ayrıldıkları zaman şuurlu mudur, şuursuz mu? Şuursuz iseler, ikinci bedenlerini nasıl buluyor ve giriyorlar? Şuurluysalar niçin bir
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanın veya bir fakirin bedenine girsinler! Hepsi zengin aileleri istiyor da önce davranan mı hak kazanıyor acaba? Kura çekiyor olmasınlar! Bedenlerinden ayrıldıkları zaman, elbise sipariş eder gibi annelerden beden mi istiyorlar yoksa? Belki de onları sıraya koyan bir ağabeyleri vardır!
Reenkarnasyon, bir fantezi olmak itibariyle hayli ilgi çekici. Canı sıkılan ve zaman geçirmek isteyen kişi, çevresindeki insanlara bakarak, onların öldükten sonra hangi hayvanın bedenine yakışacağını hayal ederek saatler geçirebilir. Hayvanları incelemek sûretiyle de, onların içindeki ruhun ne tip bir şahısa ait olduğunu tahmin etmeye çalışarak eğlenmek de mümkün.
Fakat ilgi bu noktada kalmaz da, ciddi boyutlara ulaşırsa, işte o zaman tehlikeli. Çünkü, bu kanaati yaymaya çalışanların eserleri İslâmî imana aykırı fikirlerle dolu. Özellikle kabir âlemi, âhiret, cennet ve cehennem konusunda dalalete gidiyor, hem sapıtıyor, hem de saptırıyorlar.
Bu akımın mensupları, İslâmiyet’in ter ü taze iman esaslarını değil, nefislerine hoş gelen felsefî “ilke”leri benimsiyorlar. “Ruhun bedenden bedene geçerek dünyada dolaşması fikri,” bu ilkelerden sadece bir tanesi. “Bu geçişleri kim düzenliyor?” diye sorulursa,”tanrı” diyorlar. Kendilerine has hayalî bir tanrı!
Bu ve buna benzer “ilke”lerle, en son ve en mükemmel din olan İslâmın aynı şey olmadığı gün gibi ortada değil mi? Şu hârika âleme bakarak “Bunun bir yaratıcısı olmalı,” diye düşünmek hiç de zor değil. Getirdiği nur ile yaşamaya devam eden Şanlı Nebiyi tasdik etmek de kolay. Kuranı Kerim ise, mûcizeli özellikleriyle, karşı koyanlara meydan okumaya devam ediyor. İslâm’ın getirdikleri bu kadar mâkul olduğu hâlde, insanları “ruhçuluk” ve onun bir uzantısı olan “reenkarnasyon” vehmine sürükleyen sebep ne?
Bu sapma, karmaşık bir ruh hâlinden kaynaklanıyor ve “mesuliyetten kaçma duygusu” ile “ölüm korkusu” arasında biçimleniyor. İslâmî iman, ibâdet ve takvâ ister. İnandım, demekle iş bitmiyor,”amel” de gerek. “Nefsi gemlemekle bağlamak” ise, günah tiryakileri için pek zor. işte bu noktada başka bir gerçek dikiliyor karşılarına: Ölümle yok olmak korkusu...
Sonsuza kadar yaşamak arzusu insanın en derin ve kuvvetli duygusudur. Yok olacağını sanan kişinin ölüme doğru attığı her adım bin azap, bin işkence, bin bunalım, bin kaygı, bin korku... demektir. Bu durumda, insanı, hem ibâdetten kurtaracak, hem de ruhun devamı vehmini vererek yok olmak korkusunu kısmen de olsa perdeleyecek bir çare bulmak gerek. İşte reenkarnasyon inancı! Hakikat olmasa da teselli ediyor ya, şimdilik yeter. Nefislerine esir olan akılları ve kalbleri böyle bir yalana inanmaya hazırdır onların.
İnsan kendini kolay aldatır!
h- Hedonizm
Lezzetîye, hazcılık, lezzetçilik. “Hayatın gayesi hazdır, iyi demek haz demektir, bilgilerimiz duygularımızla aldıklarımızdan ibarettir” tezini savunan felsefe.
Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. İman, âhiret, ibâdet, helâl, haram, ölüm gibi size mes’ûliyetinizi hatırlatacak ve zevklerinizi
ALLAH (C. C.)
- 625 -
kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız.
“İç bâde, güzel sev, var ise akl-ü şuûrun / Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umûrun.” Bu bir hayat felsefesidir ve adına “hedonizm” derler. Dilimizde, “hazcılık” diye ifade edilebilir. Bu felsefe, Nedim’in “Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan,” mısrâsıyla özetlenebilir.
Konuyu “kapsam” açısından ele aldığımızda görüyoruz ki, hazcılık, toplumda kısmî bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Sağlıklı ve varlıklı bir “mutlu azınlık” felsefesi olmaktan ileriye gidemiyor. Oysa toplumun çoğunluğunu çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musîbete uğrayanlar teşkil eder. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin.
Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara “ye, iç, eğlen, keyfine bak,” demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, âhirette kavuşacağını düşünüp ümit ederek teselli bulabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradanına duâ etmekle huzura kavuşur. Beli bükülmüş, fani zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedî bir âleme gitmek için vâsıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden kurtulabilirler.
“İnsanlar bir vücudun âzâlarıdır.” Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da, fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle olumla mânâda ilgilenmelerine bağlıdır. Akıl, kalp ve vicdan sahibi her insan, diğer hemcinslerine merhamet eder, etmelidir de. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insanî özelliklerini kaybedenlerdir.
Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece, keyif için yaşayanlara insan mı denir?
Zevk nedir? Zevk, vâsıtadır. Ferdî hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde ve içeceklerde lezzet olmasaydı, yiyemez, içemez ve zarurî ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Kezâ, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilir ve tükenirdi. Hâlbuki biz, iman ve ibâdet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz.
Yanlış olan, vâsıtayı gâye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere benzerler. Zevk ve lezzetin yaratılmasının bir hikmeti de şudur: Biz, bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükâfat yeri değildir. Her padişah gibi, şu dünya mülkünün mâliki olan Allahın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşrû dairede kalmamız isteniyor. Hür bir irâdeyle yaratılmışız. Helâl çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek de.
Hazcılığın sonu “pesimizm” yani karamsarlık felsefesidir. Çünkü, “devam etmeyen şeyde lezzet yoktur.” Dünya nimetlerinin ve kendisinin fâni olduğunu
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilen insanın mesut olması mümkün mü? Aklı uyuşturan maddelerin sefâhet toplumlarında çoğalması da bu hakikati gösterir. Yine, maddî hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olmadıklarının en açık belirtilerinden biridir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin?!
Sözün kısası, “Hakiki zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç ve hayattaki saâdet, yalnız imandadır ve iman hakikatlari dâiresinde bulunur.”
Hazcılar, çalışmayı sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, zamandan ve keyiften fedakârlık etmeyi gerektirir. Şu hâlde zevk için harcanacak parayı nereden temin edecekler? Şüphesiz saf ve mâsum insanların sırtından. Bu sebeple, toplumda zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalır.
Bir yanda gayrimeşrû kazancı meslek edinenler, öte yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zâlim asalaklarla, mazlum vatandaşların dünyası olup çıkar gayr-i İslâmî düzenlerde.
Zevk gâye olalı, aile müessesesi de zayıfladı. Çünkü, toplumun çekirdeği olan aile, ancak fedâkârlıklarla ayakta durabilir. Kadını, “yasak zevklerin aracı” kabul eden zihniyet, “şefkat kahramanı ana”yı tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır, doğmadan öldürülmeli. Yaşasın nüfus plânlaması!
Şahsî arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahet döşeğine rahat için yatanlar, fedakârlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mânâ için yaşayıp, dâvâ için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden çürümüştür.
Hayatın gâyesini zevk zannedenlerin beyinleri midelerine inmiştir. Maddî zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayâl etmekle geçer.
Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tad vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esâret kapısı açılmaya başlar.
Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, mânen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. İşte bunun için maddeci dış odaklar ve onların içerideki yardımcıları, zevki ve hazzı gâye olarak gösteriyorlar!
Batılı bazı psikologlar, nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabiî, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik izahları bu yanlış kabule dayandırmak oluyor.
İşte tavsiyeleri: “Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin.” Bu fikirler kabul de görüyor. Günahlar, ilmî kisvelere bürünerek meşrûlaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan “bilimsel sapıklar” ve
ALLAH (C. C.)
- 627 -
“aydın zâlimler” çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.
Hâlbuki, ruh ayrı, nefis ayrı mahlûklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lûgatinde “doymak” kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankârdır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir.
Nihâyet öyle bir raddeye gelir ki, insana, “hayatın gayesi zevktir,” hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlâkı da bunun için sevmez. Çünkü bunlar, insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibâdet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah’a isyanın nankörlük olduğunu söyler.
Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, hakiki ilimle olgunlaşır, ibâdetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur.
Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Bu sebeple, sadece maddî zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevî cihazlarını midesine ve cinsî isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir?
Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi hiç? Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
Allah’ı tanımayan, âhireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fâni olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inanan insanlardır.
Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedî saadet yeri olan âhirette verebilir. Şu hâlde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek mânâsızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa, o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam alır. İşte, inanan insanın nimetlerden aldığı lezzet de buna benzer.
İnsanı hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa belâ olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. İnanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhûl tehlikelerle doludur. Ölümü her şeyin sonu sanan için, mâzi bir yoklar ülkesidir. İstikbâl ise, kendisini de, sevdiklerini de yutacak bir ejderha ağzıdır. Allaha teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lâkin iç dünyası acılarla cehenneme dönmüştür.
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oysa, inanan kişi için, ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nurlu âhiret âlemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allahın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O daimîdir.
Eğer insan bu dünyada ebediyyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümle hayatın kavgasına şâhit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenlere bürünüyorlar. Masmavi göklerde serâzat uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. “Elif” gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, “dal” gibi eğilmişler. Zevk cilâsıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terkediyorlar.
Bütün yollar kabre çıkıyor. Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu hâlde, hâkimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir istediği olmalı. İşte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır.
Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sâir sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrâil, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle düğün alayı, aynı şeydir. Gidiş Rahman ve Rahime olunca, kabir gülistana döner.
Niçin Yaşıyoruz? “Çoklukta birlik” diye tarif edilen âhengin en mükemmeli, kâinatta. Her yaratık, kendine düşen vazifeyi eksiksiz yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvîsi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlarsa insanların emrinde.
Her mahlûkun bir gâyesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu hâlde, bu nasıl bir gâye olmalı?
Bu sorunun cevabı, Rabbimizin kelâmında. Bütün İlâhî kitaplar, aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki: Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Rabbinizi tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedî bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, O’nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri aldatıcı seraba benzer. Fâni lezzetlerin câzibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. isyan ve küfür, nankörlüktür.
Misafir, ev sahibinin sözüne itaat etmeli. Kendisini yediren, içiren istirahatini temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam, nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır. İşte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allah’ı bilmeyen kulun hâli bu misâle benzer.
Seyrettiğim bir “bilim-kurgu” filmi, bana “Allah’a kul olmak,” gerçeğini çok iyi anlatmıştı: Zengin bir adam, robot üretmek için büyük bir fabrika kuruyor, milyarlarca lira para sarfediyor. Gayesi, onları bazı mühim işlerde çalıştırmak. Robotlar yapılıyor. Her nasılsa, kumanda cihazları bozuluyor, onlar da isyan ediyorlar. İş yapmadıkları gibi zarar da veriyorlar. Başıboş ve serserice yaşamak
ALLAH (C. C.)
- 629 -
hevesine kapılıyorlar. O zât, robotları feci bir şekilde tahrip ediyor ve fabrikayı da dağıtıyor.
O gelişmiş cihazları, biz insanlara benzetiyorum. Kâinat fabrikası bizim için kuruldu. Canlı cansız bütün yaratıklar bize hizmet ediyor. İbâdet gibi yüce bir gâye için yaratılmışız. Nimetler, lezzetler ve zevklerle de imtihan olunuyoruz. Bir hesap gününün bulunmadığını, ölümün yokluk olduğunu düşünmek son derece yersiz. Çünkü, nice hikmetlerle yaratılan şu kâinat, boş yere çalışmış olur ki, bu durum abeslerin en büyüğüdür.
Şu hâlde, âhiret kurulacak, hesap günü gelecek, asîler ceza, inananlar da mükâfat görecekler. Kendi rahatı için başkalarını vasıta yapanlar, er geç azaba dûçar olacaklar.
Beşer ve İnsan: Derece derece yükselen varlık merdiveninin tepe noktasında biz insanlar bulunuyoruz. Bizi, en yakın varlık komşumuz olan hayvandan ayıran en önemli farkımız, kendimizin, çevremizdekilerin, dünyanın ve zamanın farkında oluşumuz. Bir ışık gibi hali, geçmişi ve geleceği aydınlatan şuurumuz... Nasıl ve niçin, diye soran, öğrenen, öğrendikleriyle yetinmeyen, sürekli anlam arayışlarıyla hayatını zenginleştiren aklımız...
Hayvanların kendi aralarında önemli sayılabilecek bir derece ve kademe farkından söz etmek mümkün değilken, insanların birbirinden farkı o kadar büyük ki, tasviri bile imkansız görünüyor. Bir güvercin hemen yanıbaşındaki bir başka güvercinden pek de farklı değil, ama iki insan karakter, ahlâk, bilgi, şuur ve zeka bakımından tamamen farklı.
İnsanın hayvandan ayrıldığı noktayı esas alarak nereye varabiliriz? Her şeyden önce şu tesbiti yapabiliriz: Biz, ancak nasıl ve niçin, diye sordukça, bilgimizi artırdıkça, şuurumuzu geliştirdikçe insanlık merdiveninin daha yukarıdaki basamaklarına tırmanabiliriz. Bunun adı düşünmektir, akıl yürütmektir, incelemektir, araştırmaktır ve daha özel bir tabir kullanırsak, “tefekkür” etmektir. insan düşündükçe insanlaşır, şuuru uyandıkça yükselir ve hayvaniyetten uzaklaşır.
Bu bağlamda daha esaslı bir tesbit de yapabiliriz: “insanlık” kazanılır, o bir gayretin sonucudur, ancak arayanların bulabildiği bir değerdir. Ekzistansiyalist felsefecilerin bu hakikatın bir ucunu yakaladıklarını sanıyorum. Onlar, “bütün varlıkların özü biçimiyle birlikle var olur, ama insanda biçim özden önce gelir, birer nüve halinde bulunan insanlık cevheri sonradan kazanılır,” demekle mühim bir gerçeği dile getiriyorlar. Bebek, dünyaya geldiği zaman sadece “beşer”dir, zamanla, bilgi ve terbiye ile, emek ve gayret sonucu “insan” olur. Beşer kalıptır, insan muhtevâ.
Kitaplıktaki Kedi: Bilim adamları ve felsefeciler de inceler, araştırır ve düşünürler, fakat onlar, sınırlı bir anlam dünyasının dışına asla çıkamazlar. Zaman zaman o sınıra kadar geldikleri olur, ama ne yazık ki, daha ötesine bir türlü geçemez, gerçeklerin köklerine inemezler. Bu soyut fikri şu örnekle biraz açıklayabileceğimi sanıyorum:
Büyük bir binanın içinde yaşayan ve bütün varlıkları o binadakilerden ibaret sanan bir adam düşünelim. Bu adam gâyet zeki, akıllı ve şuurlu biri olsun ve durmaksızın “nasıl ve niçin” diye sorsun, bütün gayretiyle incelemeler ve
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
araştırmalar yapsın. Bütün bu gayretlerinin sonunda varabileceği nokta, binanın varlık sınırı olacak, o adam içerideki bütün eşyaları tanıdığı, bildiği, her noktayı iyice tanımladığı halde asla dış alemi bilemeyecek, hatta bir dış alemin olduğundan bile habersiz yaşayacaktır. Bilgisi ne kadar fazla olursa olsun, dış alemin varlığından haberi olana, o alemin önemli özelliklerini sığ bir biçimde de olsa bilen birine göre son derece eksik ve kusurlu bir bilgiye sahip olabilecektir.
O adam, insafla düşünüp, varlıkların sadece bu binadakilerden ibaret olamayacağı hakikatını sezerse bir derece ilerleme kaydeder, ama yine de bilgisi noksan olur. Çünkü, sınır ötesi hakkındaki malumatı sadece zan ve tahminden ibaret olacaktır.
Fakat ne zaman ki, biri çıkar, o binanın bir yerinden pencereler açarsa, içeriye güneşin nuru girerse ve bu nur onun aklını da nurlandırırsa, o zeki adam birdenbire uyanıp, gerçeği kavrayabilir, en azından kendi bildiği dünyanın dışında başka bir dünyanın da bulunduğunu anlar. O aydınlık, o nur adamın uyanışına vesile olabilir. İşte, şu görünen âlem o bina gibidir.
Vahiy nurundan nasibi olmayan ve sadece kendi aklına güvenerek sorularına cevap arayan bilim ve fikir adamlarının misali, o binadaki zeki adama benzer. Günümüzün bilim adamları ve filozofları ne kadar malumat sahibi olurlarsa olsunlar, marifetleri şu görünen alemle sınırlı kalmaya mahkûmdur.
William James de buna benzer sözler söylüyor. Pragmatizmin ünlü filozofu, bu alemin sırrını mücerret akılla çözmek isterken aczini anlar, insanın bu derin sırları kendi başına asla çözemeyeceğini itiraf eder. Evrende insan kütüphanedeki kedi gibidir, der. James bu gerçeği kavrar kavramasına ya, daha ileriye gidip de vahiy nurundan istifadeye yanaşmaz, eşikten öteye atlayamayanlardan biri olur ve öylece kilitlenir kalır.
i- Rasyonalizm
Rasyonalizm; Akliyye, akılcılık, usçuluk demektir. Bilgilerimizin sadece akıldan geldiğini söyleyen ve metafizik verileri kabul etmeyen felsefedir.
Çok şikâyetler dinlediğimiz halde, bugüne kadar “midem bana yetmiyor” diye şikâyet edeni duymamışızdır. El, ayak, göz, kulak ve benzeri uzuvlarımız için de aynı hâl söz konusu. Bir sakatlık olmadıkça, bize bahşedilen organlarımız ihtiyaca kâfi.
Akıl da kendinden bekleneni yapacak seviyede. Herkesin kendi aklını beğenmesi de gösteriyor ki, akıllar ruhlara uygun. Böyle olması bir nimettir şüphesiz. Aksi hâlde huzursuzluk sebebi olurdu, insan da acı çekerdi. Cihazlarımızın bir özelliği daha var: Yapabilecekleri vazife sınırlı. Meselâ, göz belli bir mesafedeki cisimleri net olarak görebilir. Kulak, muayyen sınırlar dahilindeki sesleri işitebilir. Kolun kaldıracağı yük mahduttur. Diğerlerini de bunlara kıyas etmek mümkün.
Maddî uzuvlarımızdaki bu âcizlik manevî cihazlarımız için de geçerli. Duygularımız birer terazidir. Tartabilecekleri ağırlık çizgisi aşıldı mı hata ederler. Meselâ, muhayyile yetmiş tane futbol topunu aynı anda, bir arada hayal edemez. Akıl da bir terazi. Onunla mânâları tartar, hakikatları görmeye çalışırız. Anlamlar kapasiteyi aşıyorsa, akıl ya hiç vazife yapamaz veya yanılır. Hakikatler uzak, ince, derin ve yüksek ise, akıl gözü görmez olur. Bozulması, hassâsiyetini
ALLAH (C. C.)
- 631 -
kaybetmesi de mümkün. İşte, aklın bu aczi sebebiyle “nakil” ihsan edilmiş, hakikatler ve hakikatlere götüren yollar gösterilmiştir. Vahiy nurudur ki, karanlık mânâ dünyasını aydınlatır ve uzağı yakın eder.
Göz için ışık neyse, akıl içinde vahiy odur. Bunu bir misalle açalım: Karanlık ve büyük bir salonun orta yerine bir fil koyalım. Hayatında fil görmemiş ve filin nasıl bir varlık olduğunu işitmemiş bir grup insanı salona birer birer gönderelim. Onlardan, fili bize tanıtmalarını isteyelim. Salona girdiklerinde yapabilecekleri tek şey, fili el yordamıyla tanımaya çalışmak olacaktır. Biri, filin bacağını tutup, “fil bir sütundur” diyecek. Diğeri, hortumuna sarılacak, “fil, bir borudur” diye iddia edecek. Bir başkası, dişine yapışacak, “fil, uzunca bir sopadır” hükmünü verecek... Bunlar, dokundukları kısmın fil olduğuna kuvvetle inanacak, başkalarının sözlerine ise itibar etmeyeceklerdir. İçlerinde file dokunma fırsatını bulamayanlar da bulunacak elbet.
Yanlız “kafa yordamıyla” yürüyen felsefeciler de misaldeki adamlara benzemiyorlar mı? Dünya da bir salon. Akıl gözünün görmesi ise sınırlı. İlahî nur ile aydınlanmayan akıl âciz ve çaresiz. Filozof, hakikatin bir yönünü yakalıyor, “buldum” diyor, eline geçenin “mutlak hakikat” olduğuna inanıyor ve başka felsefecileri reddediyor. Evet, hemen hemen her filozof, kendinden öncekilere muhâlefelet ederek yola çıkar. Her konuda aynı kanaati paylaşan iki filozof yok gibidir. Küçük hakikat kırıntıları üstünde bile büyük kavgalar olmaktadır. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan fikirler ileri sürenlerin haddi hesabı yok.
Peygamberler ve onlara tâbi olan mü’minler ise, hakikatlere Kur’ân’ın nûruyla bakarlar. Vahiy ışığının aydınlığında mutlak hakikati tamamen görürler. Birbirini red değil, tasdik ederler. Bütün peygamberlerin aynı noktaya parmak basmalarının sebebi budur. Çünkü, onlar aynı yolun yolcusudurlar. O yol ise, yolcularını doğrudan doğruya hakikata götürmüştür. Âlim olmayan bir mü’min, akıllı bir filozoftan ziyade hakikati tanıyabilir. Çünkü, imanın nuruyla bakar, hakkı görenlere itimat eder, hakikat yolunda yürüyenlerin ardı sıra gider.
Ne Akılla Olur, Ne de Akılsız! İslâm, vahiy dinidir. Temeli, âyet ve hadîstir. Ama, bu hakikat onun akıl dışı olduğu mânâsına gelmez. Naklî olan aklî değildir, diye bir hüküm verilemez. İslâm, hem aklîdir, hem naklîdir.
İslâm’ın her meselesi makuldür, ama akıl tek başına ona yetişemez. Kendi gayretiyle mutlak hakikati kavrayamaz. İşte bu yüzden vahiy nuruna ihtiyacı vardır. Gereken izahlar yapıldığı zaman, nakille bize gelen her meselenin, aynı zamanda ne kadar makul olduğu anlaşılır. Dinin bu niteliğinden dolayı olsa gerek, bazıları “İslâm akıl dinidir” derler. Ancak, bu hükmün yanlış anlaşılabilen bir yönü de yok değil. Vahiy kaynaklarına mürâcaat etmeksizin, aklıyla ortaya koyduğu bazı değerleri İslâma mal eden insanlar olabiliyor. “Neye dayanarak bu hükme varıyorsun?” diye sorduğunuz zaman da, “Ben aklımla bu noktaya ulaştım. Mâdem İslâm akıl dinidir, şu halde aklıma uyan bu hüküm de dinin içinde yer alabilir” mealinde bir cevapla karşılaşabiliyorsunuz. Burada önemli iki hata yapıyor.
Birincisi, kendi aklına uyanı, bütün akıllara uyuyormuş gibi genelleştirmesi. Oysa, onun mâkul diye ortaya koyduğuna, başka birileri “hayır” diyebilir, hatta daha ileri gidip aksini de ispat edebilirler. İkinci hatası, dinin temel
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynaklarından hareket etmemesi, İlâhî hükümlerin delâletiyle yürümemesi ve ulaştığı neticelerin temel kaynaklarla uyumunu göstermemesi.
Kısacası, bu tür kimseler, kendi mülâhazalarını din diye kabul etme ve ettirme meylindedirler. Oysa, böyle bir tavır olsa olsa felsefe olur, ama asla din olamaz. Hatta, mücerret aklıyla isabetli bir hükme de varsa, usûl hatasından dolayı dikkate alınmamaya mahkûmdur.
Din, müstakim sırattır, dosdoğru yoldur, kıldan ince kılıçtan keskindir. Her meselesi, en hassas terazilerle ölçülen elmaslar gibi kıymetlidir. Kaba, hoyrat ve nobran bir tavra tahammülü yoktur. Onunla ilgili hükümler verecek zevatın, kalp ameliyatı yapan bir operatör kadar mâhir ve hassas olması elzemdir.
Ancak, bu incelik, bizi korkutup tefekkürden vazgeçirmemeli. Çünkü, vahyin gösterdiği yoldan yürümek ve açtığı pencereden bakmak bizi dalâlet uçurumlarına yuvarlanmaktan kurtaracaktır. Ancak şu şartla ki, reyimizi vahye tâbi kılalım, dini, heveslerimize uydurmaya çalışmayalım! Akıl da öbür duygular gibi sınırlıdır. Her akıl her meseleyi anlayamaz. Anlamak izâfîdir, ferde göre değişir. Bir kimsenin, dinin bir meselesine itiraz edip, “Ben burada anlatılanı akla aykırı buluyorum” demesi, o meselenin hakikaten akla aykırı olduğu anlamına gelmez. Çünkü, onun aklı diğer bütün akıllar için bir ölçü olmaktan uzaktır. Birinin akıl dışı bulduğuna, bir başkası, “gâyet mâkul” diyebilir. İdrak seviyesi kişiye göre değişir. Şu halde, insaflı bir muhatap, dinin bir meselesini akla muhalif gibi görüyorsa, hemen hüküm vermek yerine, makul bir izahının olup olmadığını araştırmalıdır. “Benim idrâk edemediğimi hiç kimse idrâk edemez” demek boş bir gurur alâmetidir.
İslâm’da aklın yeri o kadar önemlidir ki, akılca normal olmayanlar, yükümlülük konusunda sorumlu tutulmamışlardır. Bu sebeple olacak, “Aklı olmayanın dini yoktur” denmiştir. İnsan yalnız akıldan mı ibârettir? Asla! İnsan, aklıyla anlar, ama kalbiyle iman eder veya etmez. Eğer insanın ruh manzarasında merkezî bir nakış aranıyorsa, bu, akıl değil, kalptir. Kalp bir kumandan gibi emri altındaki duyguların tümünü kullanarak önündeki meseleye yönelir ve topyekûn bir idrâk ile “evet” veya “hayır” der, inanır veya inanmaz, sever ya da sevmez. Adına “sezgi” veya “hads” veya başka şey, her ne dersek diyelim, bu yüksek idrâk, kişinin kabullerine ve redlerine zemin oluşturur.
Şâyet bütün akıllar “metre” gibi aynı olsaydı, bu akıllarla verilen hükümler de tıpatıp birbirinin aynısı olacaktı. Keza, akıl tek ölçü olsa ve inanıp inanmamanın, kabul veya reddetmenin tek miyarı olsaydı, aynı sözlere, delillere ve hitaplara muhatap olan şahısların aynı hükme varmaları gerekirdi. Topyekûn hepsi bir meseleyi kabul veya reddedeceklerdi. Oysa, durum bunun tamamen aksinedir.
Bu da gösteriyor ki, iman sadece aklın kabul veya reddine münhasır olmayan, insanın yüksek bir idrake menşe olan latifeler manzumesinin tercihiyle kalbe doğan bir nurdur. Akıl, önüne konan dini detayların tamamını anlamasa da özünü kavrayabilir ve tasdikte tereddüt etmez. Kalbin emrindeki latifelerden biridir, fakat irade gibi o da mesuliyetin temel faktörlerinden biri olması sebebiyle olabildiğince önemlidir.
Dinin meselelerini incelerken, bir meselede akıl ile nakil birbirine uymazsa, akıl esas alınır, nakil tevil olunur, yoruma tabi tutulur. Kesin kuraldır bu. Ancak,
ALLAH (C. C.)
- 633 -
bu akıl müctehid aklı olmalıdır. Dinî konularda deneyimli, olgun, ergin, bilgin bir akıl... “Müteşâbih” denilen bazı âyet ve hadîsler vardır ki, dış anlamına bakılınca akla aykırı görünebilir, ama üzerinde düşünülürse lafzın derununda yatan ulvi mânâlar farkedilir. Bu tür âyet ve hadîslerde, imtihan sırrına uygun olması ve bir anlam zenginliği oluşturması için bazı edebî sanatlar kullanılmıştır.
Din, akıl da dahil olmak üzere, bütün iç varlığımız kullanılarak bir bütün halinde kabul edildikten sonra, onun ayrıntılarını ve hükümlerinin hikmetlerini incelemek bir erdemdir. Bu merhalede, her hükmün hikmetini ve anlamını, akıl hemen anlayamayabilir. Bu durumda kişilerin tepkileri aynı olmayacaktır. Biri, “Ben anlayamıyorum, ama mutlaka makul bir izahı vardır, sorup öğreneyim” derken, bir başkası, “Ben anlayamıyorum, bu hüküm bana anlamsız veya hikmetsiz geliyor, demekki gerçekten anlamsız ve hikmetsizdir, şu halde hemen reddetmeliyim” noktasına varabilir. İşte bu da imtihanın bir sonucudur.
Ahlâk meselesi... Tevâzu kazandırıyor, kibir kaybettiriyor.
Allah Nerede?
“Allah nerede?” diye soran olursa, bilsin ki, öncelikle, bu soruyu sorarken yanlış bir noktadan yola çıkmaktadır. “Nerede?” sorusu bir mekân’ı, yani yer’i hatıra getirir. Mekân ise, maddî varlıklar için söz konusudur. “Allah nerede?” sorusu, “Allah da diğer varlıklar gibidir, onların bir mekânı vardır, şu hâlde Allah’ın da bir mekânı olmalı” diye yanlış şekilde akıl yürütmenin ürünüdür. Eğer Rabbimizi bir maddî varlık gibi düşünürsek, daha baştan yanlış yapar ve çıkmaza gireriz.
İnsanın hayaline gelen her ne olursa olsun, o, Allah değildir. Çünkü, insan her şeyi gibi aklı da, hayali de sınırlı. Sınırlı olan sınırsızı içine alamaz. İnsan ancak yaradılanları tasavvur edebilir. Allah ise, yarattıklarına benzemez. Bütün varlıklar sonradan var edilmiştir. Oysa Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yoktur. Bir hadîste, Allah vardı ve beraberinde başka şey yoktu, deniliyor. Ne madde, ne cisim, ne hareket, ne zaman, ne mekân... Maddî ve cismanî olmayan için yer tasavvuru anlamsızdır.
“Allah kâinatın içinde mi ?” Elbette ki “hayır!” Her yaratılan gibi kâinat da sınırlıdır, sonludur. Allah ise tek sınırsız varlık. Ustayı eserin içinde aramamalı. Yaradan, yaratılanın içinde olamaz.
“Şu hâlde Allah sınırın ötesinde bir yerde olmalı...” “Hayır. Allah ne kâinatın içindedir, ne de sınırın ötesinde bir yerde...” “Ama bu nasıl olabilir?! Bir türlü anlayamıyorum. Hem Allah var diyorsun, hem de ne kâinatın içinde, ne de dışında olmadığını söylüyorsun!”
“Evet, öyle. Çünkü, içinde veya dışında tâbirleri maddeler, cisimler, yer tutanlar, bir mekânı olanlar için söz konusudur. Hâlbuki, Allah ne maddedir, ne cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şu: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekânda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekânda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekânı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor. Allah tasavvurunda da bildiklerinden yola çıkıyor, mekândan münezzeh olan Allah’ın da bir mekânı olması gerektiğini düşünüyor. Bu sebeple, kâinatın içinde veya dışında bir yer arıyor. Kâinatın içinde veya dışında olmak yaratılanlar için
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söz konusudur. “Nerede?” diye sorulduğu zaman, daha suali sorarken, Allah’ın bir yeri olmalı, diye bir kabulle yola çıkmak, Allah’ı hiç tanımamaktır. Allah mekândan münezzeh olmakla beraber, isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri, yani görünümleriyle her yerdedir. Akıl, Onun zâtını kavrayamaz, ancak varlığını anlayabilir. İsimlerini, sıfatlarını ve faâliyetini kuşatamaz, fakat onların var olduğunu bilebilir.”
“Nasıl bilecek?” “Eserlerinden... Her varlık sanatlı bir eserdir. Her eser, sanatkârını gösterir. Kâinat da bir büyük eserdir ve o da ustasının şâhididir. Çevremizde gördüğümüz her varlık ölçülü, düzenli ve süslü hâliyle bize Rabbimizi anlatan birer mektuptur. Yeter ki okumayı bilelim... Şu hâlde biz, bu eserlere bakarak Onun isimlerini ve sıfatlarını istediğimiz kadar düşünebiliriz, ama zâtını, asla..!”
“Zâtının düşünülmesinin yasak oluşu bir dogma değil mi ?” “Ne münâsebet! Terazisine, tartı kapasitesinin üzerinde bir yük yüklemeye çalışan bir adama, “sakın yapma, bu terazi bu kadar sıkleti/ağırlığı çekmez” demek ona iyilik etmektir. Kavranması mümkün olmayanı düşünmek, imkânsızın peşinden koşmaktır. Akıl bir mahluktur, Hâlıkını ihâta edemez. Her organımız gibi aklımız da sınırlıdır. Ondan yapamayacağını istemek, ona zulmetmektir. Sonsuz olan, Bir’e sığar mı hiç?! Eğer Rabbimiz, zâtını da anlamamızı bizden isteseydi, bu, altından kalkılamaz bir teklif olurdu. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle bize kaldıramayacağımız yükü yüklememiştir. Akıl da sınırlı; sınırlı olduğu için de âciz. Aklın her şeyi kuşatamayacağını anlamak da yine mâkul bir davranıştır. Nasıl göz her varlığı göremiyor, kulak her sesi işitemiyorsa, akıl da her şeyi kavrayamaz. Akıllı insan, akla kaldıramayacağı yükü yüklemez. İmkânsızın peşinden koşmak da bir tür akılsızlıktır. 2332
Tesadüf Nedir? Bu Kâinat, Tesadüf Eseri Olarak Oluşabilir mi?
Tesadüf teorisi, hesap kurallarının hiç biriyle uyuşmayan nizamsız, şuursuz, kendi kendine, rastgele bir olayın meydana gelmesidir. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “O’nun (Allah’ın) yanında her şey bir mikdar (ölçü) iledir.”2333; “Biz her şeyi bir kadere (bir ölçü, bir plan ve bir düzene) göre yarattık.”2334; “...Şüphesiz Allah her şey için bir ölçü yaratmıştır.” 2335
Atom sisteminden güneş sistemine kadar uzay boşluğundaki tüm sayısız yıldız ve galaksilerde bulunan ince ve hassas nizam, atmosferdeki gazların belli bir oranda bulunuşları, insanlarla bitki ve hayvan arasındaki şaşmayan gaz alış verişi, özetle, değil ayrıntılarını bir bir dile getirmek; fihristini vermekten aciz kaldığımız şu evrende yürürlükte olan baş döndürücü olaylar ve bu olaylara yön veren eşsiz nizam kendi kendine var olup devam edebilir mi? Evet, insanları hayrete düşüren bu şaşmaz düzen, ince plan ve hassas nizam, acaba “tesadüf” denilen şuursuz, hiç bir hesap kuralına tabi olmayan bir rastlantı eseri mi? Yoksa ilmi, kudreti bütün kâinatı kuşatan ezeli, ebedi, her şeye kadir bir yaratıcı
2332] Ömer Sevinçgül, Felsefî Kavramlar
2333] 13/Ra’d, 8
2334] 54/Kamer, 49
2335] 65/Talâk, 3
ALLAH (C. C.)
- 635 -
tarafından mı yaratılmıştır?
Tesadüf teorisinin tutarsızlığını şöyle bir örnekle açıklayalım: “Yeryüzünün çeşitli bitkilerinden ve eczanenin raflarında bulunan şişelerin içindeki ilaçlardan, eczacı tarafından hassas terazi, ince hesap ve ölçülerle bir macun, yani bir ilaç hazırlanıyor. Bir birine katılan ilaçların oranları az bir miktar değiştiği takdirde umulan etkinin tam tersi görülecektir. Şimdi bir deprem sonucunda, raflar üzerinden düşüp kırılan şişelerden akıp bir araya toplanarak biri birine karışan ilaçların, eczacı tarafından belirli oranda terkip edilen macunu, aynı ölçüde meydana getirmesi mümkün mü? Akılla bunu kabul etmek mümkün değildir. Öyle ise, ince bir hesap, hassas bir ölçü, şaşmaz bir düzenle yaratılmış şu kâinat kör ve şuursuz bir tesadüf eseri değil; her şeye kadir, âlim, muktedir olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
Aritmetik bir gerçektir: İnsanın cebine koyduğu 1’den 10’ a kadar numaralı 10 adet markayı cebinden sırasıyla çekebilme ihtimali on milyarda birdir. Bu kadar basit bir işlemde dahi, bir eksiğiyle on milyar yanılma payı olan tesaadüf tanrısı, acaba nasıl oldu da, nizam ve intizamı zerreden kürreye akıllara durgunluk veren bu evreni bunca muazzam bir düzen içine sokabildi?
İşin ilginci, evrenin çok muazzam bir plan dahilinde saat gibi tıkır tıkır işleyişini, bu evren içinde bir özge evren olan insanın fiziki ve fizikötesi boyutlarının da en az evren kadar ince hesaplar çerçevesinde yaratılıp yaşatılışını tesadüfle açıklayan materyalistler, değil şuursuz madde eliyle; şuurlu insan eliyle dahi bir sineğin yapılamadığını, yapılamayacağını görüp “tesadüf tanrılarını” neden yardıma çağırmazlar?
“Ey insanlar! Size bir misal verildi; Şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız, o maksatla hepsi bir araya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” 2336
Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları
İşe Başlamadan Önce..................................İNŞAALLAH
İşe Başlarken............................................... BİSMİLLÂH
Besmeleden Sonra ve İşi Sonlandırınca…..ELHAMDU LİLLÂH
Şaşırırsak......................................................ALLAH ALLAH
Kendimize Güvenirsek................................EVVELALLAH
Azmedersek.................................................ALİMALLAH
İşten Vazgeçersek........................................EYVALLAH
Sonuna Kadar Gitmek İstersek...................YA ALLAH
Taahhüt Edersek..........................................VALLAH BİLLÂH
Canımızı Sıkarlarsa......................................FESUBHÂNALLAH
2336] 22/Hacc, 73
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha da sıkarlarsa.......................................HASBÜNALLAH
Pes Edersek..................................................İLLÂLLAH
İşe Coşku ve Heyecanla Sarılınca................ALLAH, ALLAH, ALLAH
İşi Başarıyla Bitirince...................................MÂŞÂALLAH
Eğer İşi Başaramazsak.................................HAY ALLAH...
MÂNEVÎ VE VÜCUT SAĞLIĞIMIZ İÇİN ........ŞÜKÜR ALLAH diyelim.
Günlük hayatta sekülerleşmeye direnen Allah’la bağını devamlı güçlü tutmak isteyen bir mü’minin her vesileyle Allah lafzıyla ilgili şiarları vardır. Bunları hatırlatalım:
Allah Allah!
Allah’ım!
Mâşâallah
İnşâallah
Estağfirullah
Fe-sübhânallah
El-hamdü lillâh
Vallahi
Billâhi
Tallahi
Hasbünallah
Maazallah
Hafazanallah
Neûzü billâh
Bi-iznillâh
Fî sebîlillâh
Îlâ-yı kelimetullah
Yâ Allah
Allah acılarını göstermesin
Allah açlıkla terbiye etmesin
Allah adama ya akıl verir ya devlet
Allah adamı
Allah affedicidir / Allah affeder
Allah affetsin
ALLAH (C. C.)
- 637 -
Allah akıl fikir versin
Allah analı babalı büyütsün
Allah aratmasın (bu günlerimizi)
Allah artırsın
Allah aşkına!
Allah Allah demeyince işler olmaz
Allah az verip azdırmasın, çok verip gezdirmesin
Allah’a bir can borcum var
Allah’a duâ ettim
Allah’a emanet ol
Allah’a havâle ettim
Allah’a hesap vermek
Allah’a hicret etmek
Allah’a ısmarladık
Allah’a ibâdet
Allah’a isyan etme
Allah’a inanmak /iman
Allah’a karşı nankör
Allah’a kulluk / Allah’a kul olmak
Allah’a kurban adamak / olmak
Allah’a ortak olmak
Allah’a ortak koşmak
Allah’a sığındım
Allah’a şükür
Allah’a tevekkül etmek
Allah’a yalvar
Allah’a yemin etme
Allah bağışlasın
Allah bana, ben sana
Allah be!
Allah belânı vermesin
Allah (bin) bereket versin
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah beterinden saklasın
Allah bir (yemin olarak)
Allah bir dediğinden gayri (filan kimsenin) sözüne inanılmaz
Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar
Allah bir karıncasından bile geçmez.
Allah büyüktür
Allah bilir
Allah bilir ama kul da sezer
Allah bilir ya
Allah bildiği gibi yapsın
Allah bile kulunun karasını yüzüne vurmamış
Allah bir kapı açar
Allah bir dediğini iki etmesin
Allah bir peygamber hak, pekmez kara yoğurt ak
Allah bir yastıkta kocatsın
Allah boyunu devir(me)sin
Allah bugünümüzü aratmasın
Allah büyük(tür)
Allah’ı hatırlamak
Allah’ı var...
Allah’ıma hamdolsun
Allah’ım Sen ne büyüksün!
Allah’ım, ne olur!
Allah’ım, yâ Rabbim!
Allah’ın âciz kulu
Allah’ın adâleti
Allah’ın adıyla
Allah’ın arzı geniştir
Allah’ın âyetleri
Allah’ın azâbı
Allah’ın belâsı
Allah belânı ver(me)sin
ALLAH (C. C.)
- 639 -
Allah’ın bereketi
Allah’ın birliği
Allah’ın bildiğini kuldan saklamak
Allah’ın birliği kuldan saklanmaz
Allah’ın boyası
Allah’ın buyruğu
Allah’ın cezası
Allah cezanı ver(me)sin
Allah’ından bul
Allah’ın dediği olur
Allah’ın dini
Allah’ın düşmanı
Allah’ın emri
Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle
Allah’ın eli cemaat üzerinedir
Allah’ın elçisi
Allah’ın emânetini teslim etti
Allah’ın Evi
Allah’ın emriyle
Allah’ın gadabı
Allah’ın gücüne gitmesin
Allah’ın günü bitmedi
Allah’ın güzel isimleri (Esmâü’l-Hüsnâ)
Allah’ın haram ve helâlleri
Allah’ın hakkı
Allah’ın hâkimiyeti
Allah’ın halifesi
Allah’ın hesabı
Allah hidâyet versin
Allah’ın hikmeti
Allah’ın hikmetinden suâl olunmaz
Allah’ın hükmü
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın hudûdu / hudutları
Allah’ın ihsânı
Allah’ın inâyeti ile
Allah’ın intikamı
Allah’ın ipine sarılmak
Allah’ın işi
Allah’ın işine bak
Allah’ın işine karışılmaz
Allah’ın izniyle
Allah’ın kendisinden râzı olduğu kul
Allah’ın kitabı
Allah’ın kudreti
Allah’ın kudret eli
Allah’ın lâneti
Allah’ın lutfu
Allah’ın murâdı
Allah’ın nimetleri
Allah’ın nûru
Allah’ın ondurmadığını kim ondurur
Allah’ın ondurmadığını kul ondurmaz
Allah’ın öldürmediğini kimse öldüremez
Allah’ın rahmeti
Allah’ın sevgili kulu
Allah’ın sevmediğini kul da sevmez
Allah’ın sonsuz rahmeti
Allah’ın sillesi
Allah’ın takdiri
Allah’ın tokadı
Allah’ın verdiği canı Allah alır
Allah’ın yardımıyla
Allah’ın yolu
Allah’ın yoluna dâvet
ALLAH (C. C.)
- 641 -
Allah’ına kurban
Allah’ını seversen
Allah’ını seven tutmasın
Allah’ından bul
Allah canımı alsın!
Allah canını almasın!
Allah cezanı ver(me)sin!
Allah dağına göre kar verir
Allah dağına göre kış verir
Allah deldiği boğazı aç koymaz
Allah derim
Allah dert verip derman aratmasın
Allah deveye kanat verseydi damı taşı dağıtırdı
Allah dilerse
Allah dilemezse hiçbir şey olmaz
Allah diyen aldanmaz
Allah diyen açıkta kalmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Allah doğruların yardımcısıdır
Allah dokuzda verdiği ömrü sekizde almaz
Allah dostu
Allah dört gözden etmesin
Allah düşmana fırsat vermesin
Allah düşmanıma vermesin
Allah düşürmesin
Allah ecir sabır versin
Allah ecrini versin
Allah esirgesin
Allah etmesin
Allah eksik etmesin
Allah eksikliğini göstermesin
Allah emek yemez
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah emeklerini boşa çıkarmasın
Allah Eyüp Peygamber sabrı versin
Allah gecinden versin
Allah gönlüne göre versin
Allah göstermesin
Allah gözünü kör etmesin
Allah güç kuvvet versin
Allah gümüş kapıyı kapa(tı)rsa, altın kapıyı açar.
Allah hakkı için
Allah Halil İbrâhim bereketi versin
Allah hastalığı vermiş, tedâvisini de
Allah her şeyi görüyor
Allah hayrını versin
Allah hayırlar göstersin
Allah hayırlara tebdil etsin
Allah hayıra çıkarsın
Allah hayırlı kazançlar versin
Allah hayırlı ömürler versin
Allah hidâyet versin
Allah huzur versin
Allah ıslah etsin
Allah için (doğru söyle)
Allah iki cihanda aziz etsin
Allah iki gözümü önüme akıtsın ki
Allah ile kul arasına girilmez
Allah ilham etti
Allah ilmi dileyene, malı dilediğine verir
Allah imdat eylesin top çeken beygirlere
Allah imhal eder ama ihmal etmez
Allah imtihan ediyor
Allah inandırsın
Allah insana bir ağız iki kulak vermiş, bir söyleyip iki dinlemek için
ALLAH (C. C.)
- 643 -
Allah işini rastgetirsin
Allah iyiliğini versin
Allah izin verirse
Allah kabul ederse / etsin
Allah kâhiret(me)sin
Allah kapılara baktırmasın
Allah kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış
Allah kavuştursun
Allah kaza belâ vermesin
Allah kefil
Allah kelâmı
Allah kerim
Allah kerimdir, keremin kuyusu derindir
Allah (başka) keder vermesin
Allah kolaylığını verir
Allah kolaylık versin
Allah korusun
Allah kuluna nefesi sayıyla vermiş
Allah kulundan vazgeçmez
Allah kulunu darda komaz
Allah, kulunun karasını yüzüne vurmaz
Allah, kulunun götüreceği kadar verir
Allah kuru iftiradan saklasın
Allah kurtarsın
Allah lâyığını versin
Allah manda şifası versin
Allah mesut etsin
Allah muhâfaza
Allah muhtaç etmesin
Allah muhannete muhtaç etmesin
Allah mübârek etsin
Allah mü’min kulunun duâsını geri çevirmez
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah müstahakını versin
Allah nâmerde muhtaç etmesin
Allah nazardan saklasın
Allah ne derse o olur
Allah ne murâdın varsa versin
Allah ne verdiyse
Allah ne verirse hayırlısını versin
Allah neyi kısmet ederse
Allah ona mal versin de başını kaşıyacak tırnak vermesin
Allah ömür verirse / versin
Allah övmüş de yaratmış
Allah rahatlık versin
Allah rahmet etsin
Allah râzı olsun
Allah rızâsı için
Allah, rızâsından ayırmasın
Allah, rızkın kefilidir
Allah sabır versin
Allah sabırlı kulunu sever
Allah sağ gözü sol göze muhtaç etmesin
Allah sağlık, âfiyet versin
Allah saklasın
Allah sâlih evlât versin
Allah selâmet versin
Allah seni inandırsın
Allah seni dünya boş kalmasın diye yaratmamış
Allah sevdiğine kavuştursun
Allah son gürlüğü versin
Allah sonunu hayır etsin
Allah sözü
Allah (rûhunu) şâd eylesin
Allah şâhidim
ALLAH (C. C.)
- 645 -
Allah şifâ versin
Allah taksimi
Allah taksiratını affeylesin
Allah tamamına erdirsin
Allah taşına toprağına bereket versin
Allah tuttuğunu altın etsin
Allah uçamayan kuşa alçacık dal verir
Allah unutturmasın
Allah utandırmasın
Allah uzun ömür(ler) versin
Allah üçün beşin arkasını kesmesin
Allah var / Allah’ı var
Allah vekil
Allah vere de
Allah verdi, Allah aldı
Allah verince kimin oğlu demez
Allah verirse / versin
Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir
Allah vergisi
Allah verdim derse
Allah yapısı
Allah yaratmış
Allah yardımcın olsun
Allah yar ve yardımcımız olsun
Allah yar olduktan sonra kılıcın ağaç olsa yine keser
Allah yardım ederse kuluna, her iş girer yoluna
Allah (çok) yatırmasın
Allah yazdı ise bozsun
Allah yolu
Allah yurt yoksulluğu göstermesin
Allah, yürü yâ kulum demiş
Allah’la alış-veriş
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’tan dilerim ki
Allah’tan gelene ne denir
Allah’tan hayır iste hayır bulasın
Allah’tan iste
Allah’tan ki!
Allah’tan kork
Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan
Allah’tan korkmayandan korkulur
Allah’tan başka kimseden korkum yok
Allah’tan ümit kesilmez
Allah’tan yazılmış, başa gelecek
Allah kâhiret(me)sin
Allah kalpleri çevirir
Allah kerim
Allah kısmet ederse
Allah korudu
Allah korkusu
Allah mesut etsin
Allah müstahakkını versin
Allah özene bezene yaratmış
Allah sabredenlerle beraberdir
Allah sevgisi
Allah söyletiyor
Allahu a’lem
Allahu a’lemu bis-savâb
Allah yalanı (yalancıları) sevmez
Allah yardım eder
Allah yolunu açık etsin
Allah yolunda
Allah yolunda infak / cihad
Allah, yüzünden nurunu almış
Allah zulmü (zâlimleri) sevmez
ALLAH (C. C.)
- 647 -
Âdetullah
Âlemlerin Rabbi Allah
Âlimallah
Aman Allah’ım!
Aziz Allah
Ben affetsem, Allah affetmez
Benimle Allah arasında
Beytullah
Bırak Allah aşkına
Bırak Allah’ını seversen
Bir ben bilirim, bir de Allah
Bugün Allah için ne yaptın?
Canı veren Allah
Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et
Dilinden Allah lafzı düşmez
Din gününün sahibi Allah
Ehlullah
Er-rızku alâllah
Evvel Allah
Eyvallah
Garip kuşun yuvasını Allah yapar
Hay Allah
Hayırdır inşâallah
Hayırlısı Allah’tan
Hayret vallahi
Her Allah’ın günü
Her işin başı Allah
Her şey Allah’tan
Hey Allah’ım!
Hikmetin başı, Allah korkusu
Hüküm Allah’ın
Kelâmullah
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kendini Allah’a adamış/vermiş
Kul affetmedikçe Allah affetmez
Kulla Allah arasında
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Marifetullah
Muhabbetullah
Mülk Allah’ındır
Önce Allah, sonra sen
Rızâen lillâh
Rızık Allah’tan
Söz bir, Allah bir
Sünnetullah
Tedbir kuldan, takdir Allah’tan
Ver Allah ver
Veren de Allah
Yemin billâh
Bazı isimler:
Abdullah
Atâullah
Âyetullah
Beytullah
Cârullah
Cündullah
Emânullah
Emetullah
Emrullah
Fazlullah
Fethullah
Habîbullah
Hamîdullah
Hayrullah
Hizbullah
ALLAH (C. C.)
- 649 -
Huccetullah
Lutfullah
Nimetullah
Nurullah
Rahmetullah
Ruhullah
Sadullah
Seyfullah
Sıbğatullah
Şükrullah
Ubeydullah
Bütün bu ifâdeler, egemen güçler tarafından dayatılan seküler/laik anlayışa rağmen, deyim,atasözü, halk duâsı ve çeşitli vesilelerle sık sık tekrarlanan şiar şeklinde ortaya dökülen halkın gönlünde gömülü (küllenmiş ve gizlenmiş olan) inancın izleri olarak, halkın Hak’tan hâlâ kop(arıla)madığının göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
Allah Lafzıyla Yapılan Kavram ve Deyimler Sözlüğü
Allahım! Yalnız Senden yardım diler, yalnız Sana kulluk ederiz. Seni sığınak, barınak, tutamak bilir “yâ Allah” deriz. Şeytandan Sana sığınır “e’ûzu billâh” deriz. Her işe Seninle başlar “bismillâh” deriz. Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz. Versen de alsan da “el-hamdu lillâh” deriz. Hayran kaldığımızda “mâşâAllah”, pişman olduğumuzda “estağfirullah” deriz. Sevindiğimizde “Allahu ekber”, üzüldüğümüzde “innâ lillâh...” deriz. Bir işi arzu ettiğimizde “inşâAllah”, bir işi başardığımızda “bi-iznillâh” deriz. Güçlük karşısında “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, söz verdiğimizde “vallah ve billâh” deriz. 2337
Kur’anî kavramlar, dinî ıstılah ve tâbirler de İslâmî şiarların korunması açısından çok önemlidir. Bunların içinde Allah lafzı önemli bir yekün tutar. İçinde Allah lafzı olan bu kavram ve deyimlerin önemlilerini sayıp anlamlarını açıklamaya çalışalım: (Önemleri ve içindeki detayların günümüz insanınca öğrenilmesinin zarûreti yönünden bazılarının kısa, bazılarının uzunca açıklanacağı bu deyimler şunlardır: Âdetullah, Allah’a şükür, Allahu a’lem, Allahu a’lemu bis-savâb, Allahu Ekber, Allahumme, Allah râzı olsun (radıyallahu anh -r.a.-), Allâmu’l-Guyûb, Âyetullah, Azîz Allah, Bârakâllah, Beytullah, Bi-iznillâh, Bismillâh, Cemâlullah, Cündullah, Elestü bi-Rabbiküm (Elest Bezmi), El-hamdü lillâh, El-Hukmü lillâh, El-Iyâzu billâh, El-Mülkü lillâh, E’r-rızku alâllah, Estağfirullah, Esteıyzü billâh, Eûzü billâh, Evliyâullah, Eyyâmullah, Fenâ fillâh, Fî Sebîlillâh, Habîbullah, Hablullah, Hafezanallah, Hasbünallah, Haşyetullah, Hizbullah, Huccetullah, Hudûdullah, Hukukullah, İlâh, İlâhî Kanun (Kanun-i İlâhî), Îlâ-yı Kelimetullah, İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, İnşâallah, İsbât-ı Vâcib, İsm-i A’zam, İstivâ, Kelâmullah,
2337] M.İslâmoğlu, Allah, s. 149
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kelîmullah, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, Lâ ilâhe illâllah, Lillâh (li-rızâillâh), Maâzallah, Mâşâallah, Ma’rifetullah, Nebiyyullah, Neûzü billâh, Rabbi’l-Âlemîn, Rahmetullahi aleyh, Rasûlullah, Rızâen lillâh, Ru’yetullah, Sallâllahu aleyhi ve sellem (s.a.s.), Sebîlullah, Sıbğatullah, Sıfat-ı İlâhiyye, Sünnetullah, Tekabbelallah, Vâcibu’l-Vücûd, Vahdet-i Vücud, Veliyyullah, Yedullah, Zikrullah
Âdetullah: Allah’ın kanunu, sünneti demektir. Âdet, geri dönmek mânâsına olan Avd’dan isimdir. Aslı avdettir. Aynı zamanda âdet; İsti’mâlin eş anlamlısıdır. Âdet, Kur’ân-ı Kerim’de “Sünnet“lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr, kanun diye izah edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok sûrelerinde âdet, hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah’ın âdetlerinden, kanunlarından söz edilmiş ve Âdetullah’ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Âdetullah ile ilgili âyetlerin çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî cezâ tâyininde cârî bulunan İlâhî kanun tebliğ edilmiştir. 2338
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir. İlâhî âdetler, kevnî ve İlâhî sünnetlerdir. Tabiat kanunları Âdetullahtır. Kevnî sünnetler, Allah’ın genel hikmeti gereği değişmez.2339 Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder. Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle dilediğini yaratır; böylece âdât-ı İlâhiyye hâricinde hârikulâde olaylar yaratır. Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, hârikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır. İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Âdetullah’ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi. Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde “Allah’ın Sünnetleri İlmi” diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür. Bilindiği üzere Allah Teâlâ, bazı âyetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Bazen sebebi bir âyette, onun sonucunu da diğer bir âyette zikretmiştir. O, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir. Âdetullah’ı izah eden âyetlerden bazısı şunlardır: “Biz bir Rasûl göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz.”2340; “Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz.” 2341
Bunlardan başka, Allah’ın, peygamberlerini fertlere değil, toplumlara gönderdiğini, 2342 cihada icâbet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini,2343 servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay
2338] bk. 8/Enfâl, 38; 27/İsrâ, 76-77; 35/Fâtır, 42-43
2339] 48/Fetih, 23
2340] 17/İsrâ, 15
2341] 13/Ra’d, 11
2342] 11/Hûd, 25
2343] 9/Tevbe, 38-39
ALLAH (C. C.)
- 651 -
verilmesini2344 belirten âyetler Âdetullah’ı ifâde eden hükümlerdir. 2345
Allah’a şükür: Nimete nâil olduğumuz zaman bu deyimi kullanmaya özen göstermek gerekir. “Allah’a şükür” demek, bir nimete ulaştığımızda nimeti veren Allah’ı hatırlayıp O’na teşekkür etmek demektir.
Allahu a’lem: Allah daha iyi bilir demektir. A’lem; En iyi bilen, en bilgili demektir. (Bk. Allahu a’lemu bi’s-savâb)
Allahu a’lemu bi’s-savâb: Doğrusunu (en doğrusunu) ancak Allah bilir anlamındadır. Bazı âyet ve hadisler hakkında yapılan te’vil (yorum) ve tercümelerden, ihtilâflı konularda tercih edilen görüş belirtildikten ya da fetvâlardan sonra edeben söylenir.
Allahu Ekber: Allah en büyüktür, en ulu zâttır anlamına gelir. Hayret ifadesi olarak da kullanılan dinî şiarların en önemlilerinden biridir.
Allahumme: Ey Allah’ım demektir. Daha çok duâ cümlelerinin başında kullanılır. Allah’a yapılan hitap ifadesidir.
Allah râzı olsun (radıyallahu anh -r.a.-): İyiliğini gördüğümüz müslümanlara, mutlaka bu ifade şekliyle mukabelede bulunmalıyız. Teşekkür veya sağol gibi ifadeler, soyut beşerî memnûniyeti ifâde eden ve dinî havası ve duâ özelliği olmayan deyimlerdir. Rızâ kelimesinin İslâm’da o kadar derin ve büyük mânâsı vardır ki, onun yerini tutabilecek ikinci bir kelime yoktur. Sahâbelerin isimleri anıldığı zaman, “Allah ondan râzı olsun” anlamında “radıyallahu anh” (r.a.) demek, dinî bir gelenek haline gelmiştir. Bunu ihmal etmemek gerekir.
Allâmu’l-Guyûb: Gaybleri en iyi bilen demektir. Yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır. Allah’ın sonsuz ilmini ifâde eden bu terkibin tam olarak anlaşılabilmesi için, onu meydana getiren “Allâm” ve “Guyûb” kelimelerinin açıklanması gerekir.
“Allâm”; A-li-me (bildi) fiilinden türemiş, mübâlâğa ifâde eden bir isim olup; “en çok bilen, her şeyi hakkıyla bilen” demektir. Bu isim Allah’a mahsus bir sıfattır, mahlûklara verilemez. Bir kimseye, bilgin mânâsında âlim demek câizdir. Üstün, çok bilen mânâsında “allâme” denmesi de mümkündür. Hatta Allah için kullanılan “alîm” ismi, Allah’ın herhangi bir ilim öğrettiği kimseye -yalnızca öğrettiği ilimle ilgili olarak- verilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf (a.s.)’ın Melike şöyle dediğini görmekteyiz: “Beni yerin hazineleri üzerine görevlendir. Çünkü ben, hem çok iyi bir koruyucu hem de çok iyi bilen (alîm)im, dedi.” 2346
Hz. Yusuf (a.s.), Allah’ın kendisine öğrettiği ilimleri çok iyi bilmesi, rüyaları tevil etmesi ve Allah’ın izniyle gaybtan haber vermesiyle de “alîm” idi. 2347
Ancak, Allah’tan başkasına “allâm” demek câiz değildir. Zira bu kelimenin ifâde ettiği mânâ “her şeyi en iyi bilen”dir. Buradaki “her şey”in içine insan aklının alamayacağı veya yalnızca Allah’ın bildirmesiyle bilebileceği gayb ve gaybe
2344] 59/Haşr, 7
2345] Bk. Sünnetullah maddesi, İlâhî Kanun maddesi; Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ans.
2346] 12/Yusuf, 55
2347] el-Ezherî, “Tehzîbü’l-Luğa”, Mısır 1964, A-l-m maddesi
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ait haberler de girer. “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.”2348; “Gaybı bilen (Allah), kendisine ait gayba kimseyi muttali’ kılmaz.”2349 Buna göre, ilmi çok az, bilmediklerinin sayısı bildiklerinden çok daha fazla olan insana “allâm” denilmesi düşünülemez.
“Guyûb” kelimesi de “gayb” kelimesinin çoğuludur. “Gayb”; içinde ne olduğu bilinmeyen her yer ve arkasında ne olduğu bilinmeyen her mevkîdir. Zihinlerde mevcut olsa da göze görünmeyen nesneler de “gayb” sayılır. “Gaybdan bir ses duydum” demek, “görmediğim bir yerden ses duydum” demektir. Başka bir ifâdeyle “gayb”; “His ve ilimde veya mevcudiyette hazır olmayandır.” 2350
O halde, bir kimsenin, duvar arkasında ne olduğunu bilmediği şey onun için gaybdir, ama bunu bilen için gayb sayılmaz. Birinin zihninden geçenler sahibi için gayb olmasa da başkaları için gaybdır. Beş duyu ile bilinmeyen ve akılların da idrâk edemediği, ancak peygamberlerin haber vermesiyle bilinen gayb; delili bulunan ve muttakîlerin iman ettiği gaybdır. Kur’an’da: “O kimseler ki, gayba iman ederler.”2351 âyetinde geçen gayb bu çeşit gayb olur, inkârı küfürdür. 2352
Allah Teâlâ ve sıfatları, meleklerin ve cinlerin varlığı, Cennet ve Cehennem vb. konular bu tür gaybdandır. Bir de kıyâmetin ne zaman kopacağı, ölümden sonra dirilmenin mâhiyeti vb. gibi delili bulunmayan, yalnızca Allah’ın bildiği ve hiçbir kimseyi muttalî kılmadığı gaybler vardır. “Gaybın anahtarları O ‘nun yanındadır. Onları ancak O bilir.” 2353
Buna göre “Allâmü’l-guyûb” şöyle tarif edilebilir: “Bütün gaybları en iyi bilen”. Gerek önceden vuku bulmuş olsun, gerek şu anda vuku bulmakta olsun ve gerekse vukuu devam etmekte olsun; ezelden ebede kadar meydana gelmiş ve gelecek her şeyi en iyi bilendir. Bu, O’nun ilim sıfatının gereğidir: “O, görüleni de, görülmeyeni de (gaybı da) bilen yücelerin yücesidir.”2354; “De ki; “Allâmü’l-guyûb olan Rabbim, batılı hak ile ortadan kaldırır.” 2355
Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilminin dışında hiç bir şey yoktur: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak o bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir.”2356 Geçmişte olanları bildiği gibi gelecekte olanları da bilir. Küll’ü bildiği kadar cüz’ü de bilir: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara; beni ve annemi Allah’tan başka ilâhlar edinin, dedin?! deyince: ‘Hâşâ, hak olmayanı söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen, içinde olanı bilirsin, ben Sende olanı bilmem. Şüphesiz “Allâmü’l-guyûb” Sensin’ der.” 2357
Şu anda kullarının neler yaptıklarını, münâfıkların mü’minler aleyhindeki
2348] 27/Neml, 65
2349] 72/Cinn, 26
2350] Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, Gayb maddesi; el-Ezherî, a.g.e. A-L-M maddesi
2351] 2/Bakara, 3
2352] Râgıb el-Isfahânî, a.g.e., Gayb maddesi
2353] 6/En’âm, 9
2354] 13/Ra’d, 9
2355] 34/Sebe’, 48
2356] 6/En’âm, 59
2357] 5/Mâide, 116
ALLAH (C. C.)
- 653 -
plânlarını bilir, onların bu düzenlerini suya düşürür: “Münâfıklar; Allah’ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini, O’nun “Allâmü’l-guyûb” olduğunu bilmiyorlar mı?”2358; “De ki; “Allâmü’l-guyûb” olan Rabbim, batıl hak ile ortadan kaldırır.” 2359
Peygamber (s.a.s.), istihârede bulunurken şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Senin ilminle Senden hayır diliyorum; Senin kudretinle Senden güç ve kudret istiyorum. Ve Senin büyük fazl u kereminden istiyorum. Çünkü Senin her şeye gücün yeter, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem ve Sen ‘Allâmü’l-Guyûb’sun.” 2360
Her şey O’nun ilm-i ezelîsinde bir tertîp üzere mevcuttur, oluşlar bu tertîbe göredir. Şüphesiz bu O’nun sonsuz ilminin bir neticesidir. O’nun bu ilmi, ezelden ebede doğru değişmeden devam edip gider. 2361
Âyetullah: Allah’ın âyeti, Allah’ın varlığına, birliğine ve yüceliğine delil olan şey anlamına gelir. Âyet; İz, işaret, belirti, eser, nişan, alâmet, mûcize anlamlarına gelir. Âyet; Daha çok Kur’an cümlelerine denilir. Kur’an’da ise âyet; daha çok mûcize ve işaret, alâmet ve Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden şey anlamında kullanılır.
Bârakâllah: “Allah mübârek etsin” anlamına gelir. Güzel bir şeyden dolayı bir kimseyi tebrik etmek, Allah’ın o şeyi hayırlara vesile kılmasını, bereketlendirip mübârek etmesini dilemek için kullanılır.
Beytullah: “Allah’ın evi” demektir. Beyt; Ev, hâne, mesken, konut anlamındadır. Beytu’l-Harâm da denilen Beytullah ise; Mekândan münezzeh olan Allah’ın evi anlamında mecâz olarak Kâ’be için kullanılır. Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Allah, Beytü’l-Harâm’ı (Kâ’be’yi, o saygıdeğer evi), insanlar için (hayat ve güvenin) durağı, insanların belini doğrultmaya sebep, kıyâm yeri yaptı...” 2362
Bi-iznillâh: Allah’ın izniyle demektir. Önemli bir işi yaptığımızı (veya yapabileceğimizi) anlatırken, “Allah’ın izniyle yaptım” demek gerekir. Bu deyim, övünmenin, nefsin gurura kapılmasının engellenmesi açısından önemlidir; tabii ki, anlamı düşünülüp değerlendirilirse.
Bismillâh: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle” anlamına gelen “Bismillâhirrahmânirrahim” cümlesi. Bu cümleyi söylemeye “besmele” veya “besmele çekmek” denir. Her mubah şeye besmeleyle başlamak sünnettir. Besmelesiz başlanılan işlerin sonu hayırlı olmaz. Kur’an’da besmelesiz kesilen hayvanın etinden yemek yasaklanmıştır. 2363
Cemâlullah: Alah’ın cemâli ve rahmeti. Cemâl; lügatte güzel olmak, güzel şekil ve sûret demektir. Ayrıca, herkesin bildiği renk güzelliği ve yumuşaklık anlamına geldiği gibi, her uzvun mizaç ve yaratılışına uygun olan hüküm üzerine olması mânâsına da gelir. Cemâlullah; cemâl-i hakiki, cemâl-i mutlak, cemâli hak ve cemâl-i ahadiyet şeklinde de ifâde edilir.
2358] 9/Tevbe, 78
2359] 34/Sebe’, 48
2360] Buhârî, Teheccüd, 25
2361] Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ans.
2362] 5/Mâide, 97
2363] 6/En’âm, 121
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cemâl, iç ve dış güzelliğinin adıdır. Allah hakkında kullanıldığında; O’ nun rahmeti, lütfu ve bereketi ile tecelli etmesi; merhameti, bağışlayıcı olması düşünülür. Cemâl, Allah’ın hoşnutluğu ve lütfu yahut bunlarla ilgili sıfatlardır. Bir bakımdan Cenâb-ı Allah’ın zâtına, sıfatlarına ve güzel isimlerine; özellikle lütuf, rızâ, rahmet, nimet, ilim, afv ve ihsanla ilgili sıfatlarına cemâl adı verilir. Allah’ın vahdâniyetine iman edip, güzelliğine gönlünü bağlayan mü’minler Cennet’te Allah’ın cemâlini doyasıya seyredeceklerdir. “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. (Onlar) Rablerine bakacaklar (O’nu göreceklerdi).”2364 âyetleriyle, “Güzel amel edenlere daha güzel mükâfat (Cennet), bir de fazlası vardır.”2365 âyeti, cemâlullah’ın doya doya seyredileceğine delildir.
Ayrıca, cemâlullah, iki ayrı şekilde ifâde edilmiştir. Birincisi, isim ve sıfatların mânâları olmak üzere mânevîdir. Bu, Hakk’ın kendisini şuhûd etmesine mahsustur. İkincisi, Çeşitleri ve bölümleri ile beraber mahlûkat âlemi olan bu mutlak âlemdir. 2366
Cemâlullah’a kavuşma; Allah’ın emir ve yasaklarına tam anlamıyla uyarak tevhîd akidesine sarılmakla mümkündür. Allah’ın cemâli; celâlinden sonra gelir. Onun için mü’min kullar, Allah’ın muhabbetini kalplerine yerleştirmekle nefislerini kötülüklerden arındırır ve Allah sevgisi dışında kalan her şeyi kalplerinden uzaklaştırırlar. İşte o zaman cemâlullah’a kavuşmaları mümkün olur. Allah cemâlini, sevenlerine ihsan eder. Görüldüğü üzere cemâlullah’a kavuşma; tevhidi kavramak ve Allah dışında her şeye hayır diyebilenlerin hakkıdır. Ehl-i Sünnet akidesine göre; mü’minler cemâlullah’ı Cennet’te göreceklerdir. 2367
Cündullah: Allah’ın askeri, Allah’ın ordusu demektir. Cünd; Asker demektir. Kelimenin çoğulu cünûd, daha çok kullanılır. Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Göklerin ve yerin cünûdu (askerleri, bütün orduları) Allah’ındır. Allah Azîzdir (her şeye gâliptir), Hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).” 2368
Elestü bi-Rabbiküm (Elest Bezmi): “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” anlamına gelir. Allah, kullarıylla ezelde yaptığı, kulların da bizzat şâhitlik ettikleri toplantıda yapılan İlâhî sözleşme hakkında kullanılan bir terimdir. Allah, kullarına “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, ve bütün kullar (ruhlar) da: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” karşılığını vermişlerdir. Kur’an’da, bu sözleşmenin, kıyâmet gününde insanların “bizim bundan haberimiz yoktu!” şeklinde bahane ileri sürmelerine engel olmak için yapıldığı belirtilmektedir. 2369
El-hamdü lillâh: Bir sıkıntıdan kurtulduğumuz zaman ve Allah’ın bir lutfuna nâil olduğumuz vakit, hâlimizi, nasıl olduğumuzu soranlara karşı, bu ifâdeyi olduğu gibi veya “Allah’a hamdolsun” ya da sadece “hamdolsun” şeklinde söylemek.
El-Hukmü lillâh: “Hüküm Allah’ındır” anlamına gelir. Hüküm: karar, kanun, yasa, kuvvet, hâkimlik, âmirlik, kumanda, nüfuz, tartışılmaz dinî kaide
2364] 75/Kıyâme, 23-24
2365] 10/Yûnus, 26
2366] el-Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, 234-235
2367] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi
2368] 48/Fetih, 7
2369] 7/A’râf, 172
ALLAH (C. C.)
- 655 -
mânâlarına gelir. Lillâhi kelimesi “hüküm”le birlikte ele alınırsa hükmün Allah’a âit olduğunu ifâde eder. Hüküm, hâkimiyyet, yönetim başkasına değil, ancak Allah’a aittir. Kur’an bu gerçeği önemine binâen birçok âyette dile getirerek tüm insanları ve özellikle de hüküm verme yetkisini elinde bulunduran ve saltanatın gerçek sahibi olduğunu iddiâ edenleri uyarmıştır. Neden, hüküm insanlara değil de, Allah’a aittir?
Âlemde varlık ya yaratandır; ya yaratılan. Yaratmak, bir şeyi yokluktan vücuda getirmektir. Varlığı vücuda getirmek için o vücuttan önce var olmak gerekir. Âlemde her eşyanın varlığının bir başlangıcı vardır. Her varlık, kendi varlığının yokluğunda var olan yaratıcı bir güce muhtaçtır ki var olsun. O yaratıcı gücün de, bir eseri vücuda getiren sanatkârın sanat dâhîliğine sahip olması gibi, yaratıcının da dâhî, âlim, kudretli, yarattığı eşyadan daha önce var olması icab eder. Sonsuzluk ifade eden bu özellikler ise âlemde var olan hiçbir şeyde sınırlı güce ve hayata sahip hiçbir insanda mevcut değildir. Her geçen gün gücü tükenen, dehâsı bir başka dehânın gölgesinde kalan, bilgisi ve ömrü zamanla sınırlı, sultanlığı bir başkasına miras kalan, âleme hükmettiğini sandığı bir zamanda mikroskopla dahi görülemeyecek derecede küçücük mikroplara mağlup olan, gönlünde yer eden maddeciklere meftun olan kâinatın en değerli varlığı insan, bu yetenekleriyle yaratıcı olamazken, insanın emrine verilen eşya elbette yaratıcı olamaz. “Rabbiniz Allah, işte budur. O’ndan başka ilâh yoktur. (O), her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin...” 2370
Her şeyin yaratıcısı olmak, onu nihâyete kadar en iyi terbiye ve idare etmeyi de gerekli kılar. Ancak, bu gereklilik, yaratıcının lütuf ve adâletinin neticesidir, yoksa O’na sorumluluk ve mecburiyet yüklemez. Kâinatın yaratılmasından bu güne eşyanın deverânında, sevk ve idâresinde, var ve yok oluşunda en ufak bir nizamsızlık, uyumsuzluk, dengesizlik ve anarşi görülmemiştir. Her gün güneş doğudan doğar, toprak ve dişiler analık görevini yapar, gece gündüzü takip eder, gündüz geceyi; semâ ve arz canlıların yaşamasına elverişliliğini sürdürür. “...O, yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulamaz), hor, hakir ve bitkin, (bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir halde sana döner.” 2371
En küçük zerrelerden en büyük âleme kadar bütün cihan kendini yoktan (Âdem) vücuda getiren, bununla kalmayıp yok olacağı kıyâmete kadar muazzam bir âhenk içinde, verdiği emirlerle, sevk ve idâre eden çok yüce bir sanatkârın eseridir. “Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra (emri), Arş üzerinde hükümran oldu. (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O’dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur.” 2372
Âlemi en iyi şekilde idâre etmek ve idâre için gerekli emirleri vermek, onu en iyi tanıyan biri tarafından yapılabilir. Onu en iyi tanıyan da şüphesiz onu yaratandır ki, o da ALLAH’tır. Karnını doyurduğu işçisine emir verme yetkisini kendinde bulan insan, kendini yaratan ve doyuran Hâlıkına neden emir verme
2370] 6/En’âm, 102
2371] 67/Mülk, 3-4
2372] 7/A’râf, 54
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yetkisini tanımasın. Kaldı ki insanın verdiği emir, zaman zaman zulmü, sömürüyü, anarşiyi içerdiği halde, Allah’ın emri adâletin ta kendisidir. En âdil davrandığını sandığı bir zamanda bile insan, ya zaafından kaynaklanan hatalara düşer, ya bir grubun diğer bir grup üzerinde hâkimiyetini sağlar, ya da sınırlı bilgisiyle geleceğe yönelik değil, ancak içinde bulunduğu zamana göre hüküm verir ve her devirde emrindeki eksiklik bütün çıplaklığıyla eksikliğini ve yanlışlığını hissettirdiğinden emrini değiştirmek zorunda kalır. Oysa İlâhî ilim geçmiş ve geleceği kuşattığından (İlâhlığın gereği) O’nun verdiği emir tümüyle âdil, cihanşümul ve mükemmeldir. Ayrıca yaratma gücüne sahip olan Allah, kullarının emir vermedeki zaaflarını ve eksikliklerini bildiği için, dünya ve âhiret saâdetlerine teminat olarak emir verme yetkisini de kullarına değil, kendisine tahsis etmiştir.
Bu kâinatta “hüküm, yalnız Allah’ındır.”2373; ‘’Hüküm O’nundur.” 2374; ‘’Artık hüküm yüce ve büyük Allah’ındır.”2375; “Hüküm vermek Allah’a âittir.”2376; “Hüküm veren Allah’tır.” 2377; “Hüküm vermek yalnız Allah’a âittir.’’2378; “Doğrusu hüküm yalnız O’nundur.”2379 ve daha birçok âyette de belirtildiği gibi Allah’ındır. Yüce Allah’ın, insanları ve cinleri ancak kendisine kulluk etsinler diye yarattığını2380 ifâde ettiği âyet-i kerimeden insanın ve yaratılma gayesinin kulluk, yani emir alma ve emre itaat etme olduğunu öğreniyoruz. Aksine hareket eden insanın kendi yaradanını inkâr ve O’na isyan etmesi onu elîm bir azâba sürükler. Bu inkâr ve isyanı cümlesinden olarak, insan Allah’ın hükümlerinin yetersizliğini ileri sürse ve o yasaların peşine düşerek geri çevirmeye çalışsa dahi buna güç yetiremez. Çünkü, “Hüküm veren Allah ‘tır, O’nun hükmünün arkasına düşüp O’nu geri çevirecek yoktur.” 2381
O’nu hükmünden geri çevirecek insan bulunmadığı gibi, hükmüne ortak olacak, hükümleri beraber koyacak O’na eş bir varlık da yoktur. Çünkü “O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez.”2382 Buna rağmen insan kendince Allah’ın hükümlerini yetersiz bulur, kâinatı kudret elinde bulunduran Yüce Mevlâ’ya ortak olmaya kalkar ve kendisi hükümler koyar. Kendi koyduğu hükümleri (yasaları) de zaman değiştikçe değiştirmek zorunda kalır. Hâlbuki “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil mi(dir)?”2383 O’nun koyduğu hükümler kıyâmete kadar ebedî olarak kalıcıdır. Ve “O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”2384 Hem “İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” 2385
Allah’ın hükümlerini bilmekle her şey bitiyor mu? “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğu ile râzı olup) tam
2373] 12/Yûsuf, 40, 67
2374] 28/Kasas, 70, 88
2375] 40/Mü ‘min, 12
2376] 42/Şûrâ, 10
2377] 13/Ra’d, 41
2378] 6/En’âm, 57
2379] 6/En’âm, 62
2380] 51/Zâriyât, 56
2381] 13/Ra’d, 41
2382] 18/Kehf, 26
2383] 95Tîn, 8
2384] 10/Yûnus, 109; 7/A’râf, 87; 12/Yûsuf, 80
2385] 5/Mâide, 50
ALLAH (C. C.)
- 657 -
anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.”2386 Demek ki Rasûlullah ve O’nun izinden gidenlerin uyguladıkları Allah’ın hükmüne tam bir teslimiyetle uymak, mü’min olmak ve mü’min kalmak için şart oluyor.
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e ve onun şahsında mü’minlere şu ültimatomları vermiştir: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın. Eğer dönerlerse bil ki Allah bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” 2387; “(Ey Rasûlüm), sana her ne vahyediliyorsa ona tâbi ol. Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”2388; “(Ey Rasûlüm), Biz sana Kitabı hak/gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma.”2389 ve “(Ey Rasûlüm) O halde Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme.”2390; “İnkâr edenler sana gelip de başka hüküm verenler aradıkları zaman onlara de ki: ‘Allah, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken ben Ondan başka bir hakem mi arayayım?’ Mü’minlere gelince, kendilerine Kitap verdiklerimiz o (Kur’an)’ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler; onun için hiç kuşkulananlardan olma.” 2391
Peygamberler Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmederler ve onlar haksızlık yapmazlar. Allah’ın hükmünde haksızlık yoktur, ama zâlimler kendilerine haksızlık yapılacağını zanneder ve korkarlar. Allah’ın onlara cevabı serttir. Allah şöyle buyurur: ‘’Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa, Allah’ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır onlar zâlimlerdir.” 2392
İnsanlar, İslâm fıtratı üzere doğmalarına rağmen yasayış biçimlerine göre mü’min, münâfık ve kâfir statüsüne tâbi olurlar. Allah’ın hükümleri sözkonusu olunca “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman iman edenlerin sözü; ancak, ‘işittik ve itâat ettik’ demeleridir (Başka bir şey demeleri, itiraz etmeleri imanla bağdaşmaz). İşte umduklarına erenler bunlardır.’’2393 Ama bir zamanlar, “İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan Kitap indirdi. Oysa kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (Kitap hakk)ında anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allah kendi izniyle iman edenleri, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir.”2394 Peygamber (Hz. Şuayb) de bu konuda şunları söylüyordu: “Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir.” 2395
Yahûdilerin de; “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken,
2386] 4/Nisâ, 65
2387] 5/Mâide, 49
2388] 10/Yûnus, 109
2389] 4/Nisâ, 105
2390] 76/İnsan 24
2391] 6/En’âm, 114
2392] 24/Nûr, 50
2393] 24/Nûr, 51
2394] 2/Bakara, 213
2395] 7/A ‘râf, 87
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüyorlar (verdiğin hükme râzı olmuyorlar)?! Onlar inanıcı değillerdir.”2396 âyetinden anlaşıldığı gibi Allah’ın hükmüne tâbi olmadıklarını görüyoruz. Diğer insanlara gelince “Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler.”2397 Benû Kurayza yahûdilerinden bir grubun, zinâ eden Hayber yahûdilerinden iki kişi hakkında hükmüne mürâcaat ettikleri Hz. Peygamber, Tevrat hükmünce onların taşlanması (recmedilmesi) gerekeceğini söylemişti. Yahûdiler, “Tevrat’ta böyle bir hüküm yoktur” dediler. Gerçeği bildikleri halde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) recmden başka cezâ vermesini istiyorlardı. Cenâb-ı Hak meseleye ışık tutan âyetinde şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen (münâfıklarla) yahûdilerden o küfür içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim (Hayber yahûdileri) hesabına câsusluk edenler (Kureyza oğulları)dır. Kelimeleri, (Allah tarafından) yerlerine konulduktan sonra, bir tarafa atarlar, tahrif ederler (Zinâ eden evliler hakkında Tevrat’ta bulunan hükmü değiştirirler) ve ‘Eğer size şu (fetvâ) verilirse onu alın, şâyet o verilmezse onu kabul etmekten çekinin’ derler...’’ 2398
Göklerin ve yerin mülkünün, saltanatının Allah’a âit olduğunu2399 bilen ve mülk sahibinin kendi mülkünde hâkim olduğuna inanan mü’minler, ihtilâf ettikleri her problemin çözümünü Allah’a ve Rasûlüne götürürlerken,2400 Kur’an’a ve diğer İlâhî kitaplara inandıklarını iddiâ edenler ise; “tâğutların önünde muhâkeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı...” 2401 İşin gerçeği; ayrılığa düşülen herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a aittir. 2402
Birkısım insanlar, Allah’ın hükümlerini sadece dilleriyle kabul ederler de gönülleriyle ve fiilleriyle kabul etmezler. Bunlar hakkında Allah’ın hükmü: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler, zâlimler ve fâsıklar onlardır.”2403 İnsanlar Allah’ın indirdikleriyle hükmetseler de, hükmetmeseler de “O, kendisinden başka ilâh/tanrı olmayan Allah’tır. İlkte de, sonda da (dünyada da âhirette de) hamd O’na mahsustur.”2404; “Hüküm de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” 2405
Dünyada iken O’nu inkâr edenler de, inkâr etmeyenler de, zâlimler de, mazlumlar da O’na döndürüldükten sonra “O gün mülk Allah’ındır. (O) onların aralarında hükmeder.”2406 Yüce Allah, insanı kâinattaki diğer yaratıklara üstün kıldığını anlatıyor: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”2407; “Andolsun Biz insanoğullarını şerefli kıldık...”2408; “Allah’ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına
2396] 5/Mâide, 43
2397] 24/Nûr, 48, 49
2398] 5/Mâide, 41
2399] 5/Mâide, 40
2400] 4/Nisâ, 59
2401] 4/Nisâ, 60
2402] 42/Şûrâ, 10
2403] 5/Mâide, 44, 45, 47
2404] 28/Kasas, 70
2405] 28/Kasas, 88
2406] 22/Hacc, 56; 6/En’âm, 57, 62
2407] 95/Tîn, 4
2408] 17/İsrâ, 70
ALLAH (C. C.)
- 659 -
verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?”2409 Bir toplum, aklı gideren içkiyi; nesli soysuzlaştıran zinâyı; dini dejenere eden ve hiçe sayan hurâfe ve küfrü; canı ucuzlatan anarşi ve terörü (gerçek anarşi Allah’ın sistemine karşı gelmektir); malı yok eden kumar, rüşvet ve israfı meşrû görür, haklının değil; kuvvetlinin yanında yer alır, bunları da beşerî düzenlerin müsâmaha ve müsaadeleri gölgesinde yaparsa, hiçbir şeyin güvence ve teminatı sözkonusu olamaz. Beşerin insanca yasayabilmesi, adâletinden zerrece şüphe edilmeyen Allah’ın hükümlerine bağlı kalmakla mümkün olabilir. Çünkü O, “hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?” 2410
El-ıyâzu billâh: Allah’a sığınmak, “Allah’a sığınırım”, “Allah’a sığınırız” veya “Allah esirgesin” anlamında kullanılan bir terimdir. İnsan kızınca şeytan hemen onun nefsine hâkim olur. Çünkü, kızgınlık anında insan heyecana kapılmış, nefsinin hâkimiyetini elinden kaçırmış, dizginlerini kaybetmiştir. İşte bunun içindir ki Yüce Rabbimiz kızgınlığın yatışması ve şeytanı kendi yoluna sürmek için Allah’a sığınmayı ve O’ndan yardım dilemeyi emrediyor. “Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah’a sığın (fe’steız billâh); Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir.” 2411
El-ıyâzu billâh’tan, Allah’ın fâili mutlak oluşunu şuhûd etmek ve bu şuhûd ile huzura ermek maksadını anlamak mümkündür. Allah’a sığınmaktan bir diğer maksat, izin istemek ve kapıyı çalmaktır. Meliklerden birinin kapısına gelen bir kişi, ancak izin aldıktan sonra huzura erebilir. Kur’ân-ı Kerîm okumak isteyen bir kimse de Mevlâ’sına münâcaatla huzuruna girmek dilemektedir. O halde, insanın türlü türlü kötülük ve fuzûlî sözlerle kirlenen dilini temizlemesi gerekir ki, bu da ancak Allah’a sığınmakla mümkün olur. İrfan sahipleri, Allah’a sığınmanın mütekarribin’in (Allah’a yakınlık kazananların) yolu, Allah’tan korkanların dayanağı, günahkârların hoşnutluk umudu, helâka uğrayanların tevbesi ve sevenlerin sevinç kaynağı olduğunu söylerler.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Cebrâil tarafından ilk getirilen; “İstiâze” (Allah’a sığınma ifâdesi olan Eûzü) ile “Besmele” ve “İkra” sûresidir. İstiâzede bulunan kelimeler; fiiliyye, sıfatiyye ve zâtıyye olmak üzere üç tanedir. Peygamber Efendimiz’in buyurduğu “Allah’ım, senin gadabından rızâna, ıkabından (cezâlandırmandan) affına ve Senden Sana sığınırım.”2412 hadisinde bunları görebiliriz.
Ayrıca, her türlü fitneden, küfürden, borçtan, kötü insanlardan, sihir ve sihirbazlardan, nefsin ve Deccal’ın şerrinden, Cehennem ateşinden, bunaklıktan, zulüm ve zâlimlerden, dünyevî âfetlerden, fakirlikten Allah’a sığınmak gerektiğini Hz. Peygamber (s.a.s.) birçok hadis-i şeriflerinde bildirmiştir. (Bk. Maâzallah maddesi) 2413
El-Mülkü lillâh: “Mülk Allah’ındır” anlamına gelir. “Mülk”: Üzerinde tasarruf hakkı bulunan şey, alınıp satılan şey anlamındadır. Varlık ve saltanat için
2409] 31/Lokman; 20; Yine, aynı konuyla ilgili bk. 13/Ra’d, 2; 22/Hacc, 65; 14/İbrâhim, 32, 33, 16/Nahl, 12, 14.
2410] 95/Tîn, 8; Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2411] 7/A’râf, 200
2412] Müslim, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Tirmizî, Daavât, 112
2413] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ans.
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de kullanılır. Tüm varlıkları var edip yaratan Allah’tır. Her şey O’nun mülküdür. İnsanların bir mülke sahip olması, mecâzî ve geçicidir. “Mâlikü’l-Mülk”: Mülkün sahibi demektir. Mülkün esas sahibi Allah’tır. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.”2414 Gökle yer arasında bulunan şeyler de O’nundur.2415 “O’nun mülkte ortağı yoktur.”2416; “De ki: Mülkün gerçek sahibi (mâlikü’l-mülk) olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin.” 2417
E’r-rızku alâllah: “Rızk, Allah üzerinedir” anlamına gelir. Kullarının ihtiyacı olan rızkını kendi üzerine alan, yazan, rızka kefil olan, her canlıyı yaşatacak zarûrî rızık ve gıdâyı üzerine alan Allah’tır. Rızık: Kendisinden yararlanılan şey, Allah tarafından her canlı için ayrılmış ve takdir edilmiş olan nimet, yiyecek, içecek ve giyecekle ilgili maddeler. Canlıların yararlanması için Allah tarafından yaratılmış maddî ve mânevî her şey rızık sayılır. Rızık, bedenle ilgili (yiyecek, içecek vb.) olabileceği gibi; kalp ve ruh ile ilgili (mârifet, ilim vb.) de olabilir. Rızkı veren, rızkı yaratan, sebeplere bağlayan Allah’tır. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “Rezzâk”tır, yani rızık veren yalnız O’dur. “... Size göklerden ve yerden kim rızık veriyor? De ki: ‘Allah...”2418; “Şüphesiz Rezzâk, kuvvet sahibi, Metîn olan Allah’tır.”2419 Allah, dilediğine rızkı bol verir, dilediğine az: “Allah dilediğine rızkını bollaştırır da, daraltır da...”2420 Ancak, Allah, günahtan sakınan, Rabbinden korkan ve ateş azâbından kaçınan kulları için daha büyük bir rızık ve nimet hazırlamıştır, onları “ummadıkları yerden rızıklandırır.” 2421
Estağfirullah: “Allah’tan af ve bağışlanma isterim” anlamına gelen bir duâ cümlesidir. Kur’an’da ve hadislerde insanların istiğfâr etmeleri ısrarla söz edildiği için bu duâ cümlesi, müslümanların sıkça okudukları bir duâ olmuştur. Allah şöyle emrediyor: “Estağfirullah (‘Allah’tan af ve bağış dilerim’ de). Allah bağışlayıcı, merhamet edicidir.”2422; “Hâlâ, Allah’a tevbe edip O’ndan af dilemiyorlar (estağfirullah diyerek bağışlanma istemiyorlar) mı?” 2423
Esteıyzü billâh: Cümlenin tamamı: “Esteıyzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir. “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” demektir. (Geniş bilgi için Bk. El-Iyâzu billâh)
Eûzü billâh: Cümlenin tamamı: “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir. “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” demektir. (Geniş bilgi için Bk. El-Iyâzu billâh)
Evliyâullah: Allah’ın evliyâsı, velî kulları demektir. Kur’an’da “evliyâullah” tâbiri, üç âyette geçer. “İyi bilin ki, Allah’ın evliyâsına (dostlarına, velî kullarına) korku
2414] 3/Âl-i İmrân, 189
2415] 5/Mâide, 17; 20/Tâhâ, 6
2416] 17/İsrâ, 111
2417] 3/Âl-i İmrân, 26
2418] 34/Sebe’, 24
2419] 51/Zâriyât, 58
2420] 13/Ra’d, 26
2421] 65/Talâk, 3
2422] 4/Nisâ, 106
2423] 5/Mâide, 74
ALLAH (C. C.)
- 661 -
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar, iman edip de takvâ sahibi olan (Allah’tan sakınan) kimselerdir. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır...”2424; “Allah’tan başka dostlar edinenlere gelince, Allah onların üzerinde daima gözetleyicidir. Sen onlara vekil değilsin.”2425; “De ki: ‘Ey yahûdiler! Bütün insanları bir yana bırakarak yalnız kendinizin Allah’ın evliyâsı (dostları) olduğunuzu sanıyorsunuz, bu iddianızda samimi iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım).”2426 Bu âyetlerde görüldüğü gibi, “evliyâullah” özel bir sınıf değildir; iman edip takvâ sahibi olan bütün mü’minlerdir.2427 Tasavvuf anlayışında, bu Kur’an kavramı da yozlaştırılmış, özel birtakım ermişler, kerâmet gösterebilen şeyhler vb. anlamında kullanılmıştır.
Eyyâmullah: Allah’ın günleri demektir. Eyyâm; Günler anlamına gelir. Zaman anlamı yanında, güçlülük, sözü geçerlilik anlamı da vardır. Bu kavram, Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer. Her iki âyette de, Allah’ın geçmişte ya da gelecekte toplumları cezâlandırdığı günler için kullanılır ve bunların hatırlanması ve hatırlatılması istenir. Bu âyetlerin mealleri şöyledir: “Andolsun ki Mûsâ’yı da, ‘kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara eyyâmullah’ı (Allah’ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket günlerini) hatırlat’ diye mûcizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır.”2428; “İman edenlere söyle: Allahın (cezâlandırma) günlerinin -eyyâmullah’ın- geleceğini beklemeyenleri bağışlasınlar. O günler, Allah’ın her toplumu, yaptığına göre cezâlandırması içindir.” 2429
Fenâ fillâh: Allah’ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tâbirdir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi mânâlarına gelir. Fenâ fillâh kavramı ve bunun içinin doldurulması, Kur’an’da, hadis-i şeriflerde ve ashâbın söz ve yaşayışlarında kesinlikle yer etmez. Peygamberimiz’den en az 250 yıl sonra ortaya çıkmış bir kavram ve anlayıştır. Panteist Yunan felsefesinden etkilendiği iddiâsı yaygındır. Kur’an ve Sünnetteki tevhid anlayışına ters düştüğü nice âlimler tarafından belirtilmiştir. Bu anlayış, Allah ile yaratıkların ayrı şeyler olmadığı inancına kapı açmıştır. Bu tavrı mutasavvıflar “Lâ mevcûde illâllah” (Allah’tan başka mevcut, yani varlık yoktur!) diyerek ortaya korlar. Her yaratıkta Yaratanın tecelli edip ortaya çıktığı, dolayısıyla aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın olmadığı iddiâ edilir. İnsanın kendisi dâhil görünen her şeyin aslının olmadığı, her şeyin hayalden ibâret olduğu anlayışı, Harun Yahya tarafından da modernize edilip iddiâ edilmekte, tasavvufun bu yaklaşımı, günümüz tarikatlerinde de görülmektedir. Hâlbuki bu konu; tevhidle, Rab-kul ilişkisiyle bağdaşmaz. Akıl da nakil de bu görüşü tasvip etmez. Bu anlayış, Kur’an’a baştan sona terstir. Daha besmeleden sonra ilk âyette “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.”2430 denilmekte, âlem ve Rab ikileminden söz edilmektedir.
Şimdi; tasavvuf ehli insanlara göre fenâ fillâhın tanımı ve savunmasını görelim:
Tasavvufta fenâ, Allah’ın zâtî hâriç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak
2424] 10/Yûnus, 62-64
2425] 42/Şûrâ, 6
2426] 62/Cum’a, 6
2427] 10/Yûnus, 63
2428] 14/İbrâhim, 5
2429] 45/Câsiye, 14
2430] 1/Fâtiha, 2
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah’ın sıfatlarıyla yani Allah’ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul Allah’a yönelip O’na teslim olunca “Ben onun gözü ve kulağı olurum...” meşhur hadis rivayetinde belirtildiği gibi olaylara Allah’ın nazarı ile bakmaya başlar.
Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir.2431 Tasavvufî anlayışta kullanılan Fenâ fillâh ve karşıtı olan Bekâ billâh kavramları ilk devre sûfilerinde görülmemektedir. Bunların ilk defa Ebû Said Harrâz (297/910) tarafından kullanıldıkları kabul edilir. Ebû Saîd Harrâz’a göre “Fenâ fillâh; kulun kulluğunu görmekten fâni olması, beka billâh ise; kulun Allah’ın huzurunda bâki ve var olmasıdır.”
Fenâ ve beka diye kısaltılarak kullanılan bu terimlere mutasavvıflar çeşitli yorumlar getirmişlerdir. “Kötü huy ve davranışlardan fâni, ilimle bakî olmak; gafletten fâni, zikirle bâkî olmaktır” gibi tarifler çok yaygındır. Fenâ’yı mahv, bekâ’yı da isbat ile yakından alâkalı görmek mümkündür. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir: “Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fâni) olacak. Ancak, azamet ve ikrâm sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” 2432
Fenâ, mânevî bir haldir. Sürekli olup olmadığı tartışılmış ve sûfilerce genel olarak geçici olduğu kabul edilmiştir. Bu hal, bir mânevî sarhoşluk ve kendinden geçme hali olduğundan; sekr, gaybet ve cem’i ile benzerlikler göstermekte olup, bunların en üst derecesi olduğu kabul edilmektedir.
Fenâ hâli, beşerî sıfat ve özelliklerden sıyrılarak İlâhî vasıf ve özelliklere kavuşma olduğundan bu halde “Vasıfta birlik” gözetilmiş olup, zatî birlik iddiâ edilmemektedir.2433 Cüneyd Bağdâdı (297/910) Fenâ’yı üç kademede değerlendirir:
1) Amel ve ibâdetleri yerine getirmek için gayret etmek, nefse karşı çıkmak sûretiyle kötü sıfatlardan fânî olmak.
2) Tamamen Allah’a yönelerek, ibâdetlerden zevk alma duygusundan da fâni olmak,
3) Nihâyet, Allah’ı müşâhede etmenin farkına varmaktan da fâni olmak...
Fenâ hali, bekâ halinin varlığıyla sona erer. Buna Fenâü’l-Fenâ denir.
Cüneyd-i Bağdadî’ye göre fenâ fillah; “Allah’ın kulunu kendinde yok etmesidir. Fenâ fillâh makamları, üç sarhoşluk (manevî) mertebelerini kapsar. Bunlar, Tevhîd-i Ef’al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât’tır. Sâlik, bu mertebelerde kendi mevhum fiil, sıfat ve zatından ayrılır. Tasavvuftaki bu anlayışa göre insanın fiilleri ve sıfatlan Allah’ın fiil ve sıfatlarıyla birleşir yani Tevhîd-i Ef’al ve Tevhîd-i Sıfat olur. Son mertebede de Allah’ın zat-ı ile birleşir ki buna da “Tevhîd-i Zat” denir. Bu mertebelere seyr-i sulûk adı verilir. Bu da fenâ fillah yani Allah’ta yok olma anlamında kullanılmaktadır. Şâyet kulun Allah’ın fiil ve sıfatlarını ideal kabul edip onlara benzemeye çalışıyorsa yani kulun Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanması anlamında kullanılıyorsa bu İslâm akidesine aykırı bir durum arz etmez. Ancak
2431] Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn, İstanbul 1984, I, 1157
2432] 55/Rahmân, 26-27
2433] Tehânevî, a.g.e., II, 1158
ALLAH (C. C.)
- 663 -
kul bu mertebede ilâhı sıfatlarla muttasıf, Allah’ın sahip olduğu özelliklere sahip olur anlamı kastediliyorsa bu kesinlikle İslâmî akide ile uyuşmaz. Kişiyi şirke sürükler. Ayrıca “Tevhîd-i Zat”tan kasıt sâlikin Allah’ın zâtı ile birleşmesi ve Allah ile sâlikin zatlarının bir ve aynı olması anlamında kullanılıyorsa bu Budizm’deki Nirvana’nın bir başka ifadesi olup şirktir. Zira İslâm’da buna dair Kur’ân ve sünnette bir delil yoktur. Bu tâbirlerin Hz. Peygamber, sahâbe ve Tabiun devrinde kullanılmadığı ve bilinmediği gâyet açıktır.
Tehânevî, “Mecmaus-Sulûk” adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah’tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur. Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de “o” sanır ve “Hak benim” der. Varlık aleminde de Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır.2434 Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah’ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah’ın eşya ile ittihadı demek olup Allah’ın vahdâniyet ve muhâlefetun li’l-havâdis sıfatlarına aykırıdır; dolayısıyla şirktir. 2435
Fî Sebîlillâh: “Allah yolunda” anlamına gelir. Kendisine zekât verilmesi câiz olan bir sınıfı ifade eder. Bununla Allah yolunda cihad edenler kastedilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, zekât verilecek sekiz sınıf bildirilirken; “Zekâtlar ancak fakirlerin, miskinlerin..., Allah yolunda (fî sebîlillâh) cihad edenlerin ve yolcuların hakkıdır.”2436 buyurulur. (Geniş bilgi için Bk. Sebîlullah)
Habîbullah: Allah’ın sevdiği, dostu demektir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında söylenir.
Hablullah: Allah’ın ipi, zimmeti anlamındadır. Hablullah tâbiri Kur’ân’da Allah’a izâfe edilerek yalnız bir yerde2437 geçmektedir. Habl; ip mânâsınadır. Aynı zamanda bu kelime Allah’a verilen söz, zimmet, güvenme, ağırlık, ulaşma, ulaştırma ve sebep anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’e birtakım emirler vermekle, Ehl-i Kitaba karşı tavrını koymasını istemekte ve onlara cevap vermesini emir buyurmaktadır. Sonra Allah (c.c) mü’minleri ele almakta, onların ehl-i kitab’tan bir gruba uydukları takdirde tekrar küfre dönebilecekleri tehlikesine dikkat çekmektedir. Söz, ehli kitabı ve mü’minleri hedef almakta ve neticede, “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın.”2438 denilmektedir. Bu âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, “hablullah”tan kasıt; evvelemirde Kur’ân ve onun teklif ettiği din olan İslâm’dır. İnsanlar ancak Kur’ân’a ve İslâm’a sımsıkı sarıldıkları takdirde parçalanmaktan uzak durabilirler.
Dar bir yolda, bir patikada yürüyen kimsenin ayağının kaymasından korkulur. Ama o kişi, iki tarafı sâbitleştirilmiş bir ipe (bağa) tutunarak yürürse korkusuzca yoluna devam eder. İşte aynı şekilde Hakk’ın yolu (sırât-ı müstakîm) da çok ince bir yoldur. Birçokları o yolda yürürken kayabilirler. Hak yolda yürümek için de Allah’ın açıklamasına ve O’nun rehberliğine ihtiyaç vardır. Öyleyse
2434] Tehânevî, a.g.e., II 1158
2435] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi
2436] 9/Tevbe, 60
2437] 3/Âl-i İmrân, 103
2438] 3/Âl-i İmrân, 103
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
burada bağ (habl) kavramı, din yolunu tâkip ederek kendisiyle amaçlanan yere ulaşmamız imkânını bahşeden her şey için kullanılır. “Meğer ki Allah’ın ahdine ve mü’minlerin ahdine sığınmış olsunlar.”2439 âyetinde geçen “habl”, ahd (söz), bağ olarak tefsir edilmiştir. Çünkü ahd, bağ gibi amaçlanan yere giderken kişiden korkuyu gidermektedir. 2440
Buradaki (habl) kelimesi bazılarına göre Allah’ın insanlara gönderdiği din anlamına gelmektedir (Tefsîru’l-Celâleyn). Bundan başka, âyette “hablullah” ile kasdedilen şeyin Kur’ân-ı Kerîm olduğu birçok müfessir tarafından beyan edilmiştir. Bu müfessirler görüşlerine delil olarak şu hadîsleri zikrederler:
1- Zeyd b. Erkâm’dan gelen bir rivâyete göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Dikkat edin, ben sizin aranızda iki ağır yük bırakıyorum. Bunların biri Allah’ın kitâbdır. O, Allah’ın ipidir. Her kim ona tâbi olursa doğru yolda ve kim de onu terkederse dalâlette (sapıklıkta) olur.” 2441
2- Peygamberimiz (s.a.s.) Kur’ân hakkında; “Bu Kur’an hablullahtır, nurdur ve faydalı bir şifadır. Kendisine yapışanı korur; ona uyanı kurtuluşa götürür...” buyurmuştur. 2442
3- Diğer bir rivâyette de yine Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın ipi olduğu vurgulanarak şöyle denilmektedir: “Allah’ın kitâbı (Kur’ân) gökten yere uzatılmış bir iptir, yani hablullahtır.”2443 Zemahşerî, âyetin anlamını, “Allah’a güveniniz de ve O’ndan yardım isteğinizde bir olunuz, ayrılıp dağılmayınız” veya, “Allah’ın kullarına olan ahdine sarılmada bir olunuz ki, bu ahd iman ve tâattir” şeklinde tefsir eder. Veya Hz. Peygamber, “Kur’ân Allah’ın sağlam bir bağıdır” dediği için buradaki habl’den maksat “Allah’ın kitabıdır, yani Kur’an dır.” 2444
Üstad Mevdûdî de hablullah’ı, Allah tarafından belirlenen bir hayat tarzı olarak ele almakta ve onun sâyesinde insanların Allah’la olan ilişkilerinin sağlam olacağını ve aynı zamanda onları birbirine bağlayacağını açıklamaktadır. 2445
Hafezanallah: “Allah bizi korusun, muhâfaza etsin” demektir. Kötü bir ihtimalden uzak bulunmayı dilemek için söylenilir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de Hafîz veya Hâfız’dır. Koruyan, merhamet eden, gözeten anlamına gelir. Allah, gökleri, yeri ve arasındakileri muhâfaza eder ve onlar yıkılmazlar. Allah, dâima diri ve yaratıklarını koruyup yönetendir. Onları korumak, O’na ağır gelmez.2446 “İnsanın önünde, arkasında, kendisini Allah’ın emriyle gözetleyecek tâkipçi (melek)ler vardır, onu Allah’ın emriyle korurlar...” 2447 Kur’an’da Hâfız; koruyan, muhâfaza eden anlamıyla iki âyette geçer: “En iyi koruyan (Hâfız) Allah’tır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir.”2448; “O zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik ve onun koruyucusu (hâfizûnu) da
2439] 3/Âl-i İmrân, 112
2440] Fahreddin er-Razî, Mefatihu’l-Gayb, 8/162
2441] Müslim, Fadâilü’l-Ashâb, 37
2442] Dârımî, Fezailü’l-Kur’an, I
2443] Ahmed bin Hanbel, II/17, 26
2444] Zemahşerî, Keşşâf, I, 191
2445] Mevdûdî, Tefhim’ul-Kur’an, I, 218; Dursun Ali Türkmen, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2446] 2/Bakara, 255
2447] 13/Ra’d, 11
2448] 12/Yûsuf, 64
ALLAH (C. C.)
- 665 -
elbette Biziz.” 2449
Hasbünallah: “Allah bize yeter, kâfidir” anlamına gelir. Müslümanların Allah’a güven ve teslimiyetini belirten bir sözdür. Müslüman halk arasında; öfkelenilecek durumlarda, öfkenin yatıştırılması için kullanılan bir deyim olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de, haklarında yapılan tehditlere ve fitneci haberlere karşılık tam bir teslimiyet içinde olan mü’minlerin tavrı hakkında şöyle buyrulur: “Onlar (o mü’minler) ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ deyince, bu söz onların imanlarını arttırdı ve ‘hasbünallah ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter; O, ne güzel vekîldir) dediler.” 2450
Haşyetullah: Allah korkusu demektir. Haşyet; Korku, ürperti, endişe, hoşa gitmeyen bir durumla karşılaşma kaygısından dolayı kalbe yürüyen elem anlamına gelir. Haşyet; Daha çok Allah korkusu, âhirette azâba uğrama kaygısı anlamında kullanılır. Müslüman korku ile ümit arasında yaşar. Müslüman, yalnız Allah’tan korkar ve O’ndan bağış ve lütuf, merhamet ve nimet diler. Allah’ın bağışlamasını ümit ederken, O’nun azâbından, günah işlemekten, şirk ve isyan gibi pislik işlerle uğraşmaktan korkar, Allah’a sığınır.
Hizbullah: “Allah’ın taraftarları, Allah’ın grubu, Allah’ın erleri” anlamlarına gelir. Hizb: Bir kişinin görüşüne uyarak kendisiyle birlikte bulunan dost ve arkadaşları, belli bir görüş ya da unsur çevresinde oluşan topluluk, parti demektir. Kavim, kabîle gibi tarihsel ve toplumsal bir oluşumla ortaya çıkan topluluğa hizb denildiği gibi; bir kişi, inanç ya da düşünceye taraftarlıkla toplumdan ayrışan siyasî ve itikâdî topluluklara da hizb (hizip) adı verilir. Bu nedenle Kur’ân, tanımına uygun müslümanlar topluluğunu “hizbullah”, tâğut ve şeytanların peşinden giden insanları da “hizbüşşeytan” olarak adlandırır. Her hizib, kendi içinde sıkı bir dayanışma, yardımlaşma ve taraftarlık bilinciyle hareket ederken, diğer hiziblerle ilişkilerinin temelini sakınma, korunma ve düşmanlık duyguları belirler. Müfessirler, Kur’ân’daki Hizbullah kavramını “Şi’atullah (Allah’ın taraftarları)”, “Ensârullah (Allah’ın yardımcıları”, “Evliyaullah (Allah’ın dostları” ve “Cündullah (Allah’ın askerleri)” gibi deyimlerle karşılamaları, hizb’in bu temel özelliklerini yansıtma amacına yöneliktir.
Kur’ân, hizb kelimesini tekil biçimiyle yedi âyette 2451 dokuz defa; çoğul biçimiyle de dokuz âyette 2452 on defa kullanır. Bu kullanımların üçünde Allah’ın hizbi, partisi anlamında “Hizbullah”, ikisinde Şeytan’ın hizbi, partisi anlamında “Hizbüşşeytan” biçimindeki terkiplerle özel iki toplum dile getirilir. Diğer kullanımların birisinde kelime Hizbüşşeytan’ı belirtirken, geriye kalanlarda topluluk, kabile, parti gibi genel anlamları dile getirir.
Hizbullah’tan söz eden ilk âyet 2453, mü’minlerin niteliklerini sergileyen bir dizi âyet içinde yer alır. Buradan yola çıkarak Hizbullah’ın Kur’ân’ın tanımladığı mü’minler topluluğu olduğu söylenebilir. Fakat Hizbullah’ı tanımlayan asıl âyet, belirlenen niteliklerin siyasal ve toplumsal bir boyutunu ortaya koyması
2449] 15/Hıcr, 9
2450] 3/Âl-i İmrân, 173
2451] 5/Mâide, 56; 18/Kehf, 12; 23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32, 35/Fâtır, 6, 58/Mücâdele, 19, 22
2452] 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 36; 19/Meryem, 37; 33/Ahzâb, 20, 22; 38/Sâd, 11, 13; 40/Mü’min, 5, 30; 43/Zuhruf, 65
2453] 5/Mâide, 56
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından ayrıca önemlidir. Çünkü, mü’minler toplumunun bir hizbi, hem de Allah’ın hizbi olarak tanımlanmasında asıl belirleyici olan imanın bu boyutudur. Âyet bu boyutu, “Allah’ı, O’nun Rasûlünü ve mü’minleri velî edinmek” biçiminde ifâde ediyor. Hizbullah deyiminin iki defa geçtiği başka bir âyette aynı boyutun diğer bir yönü delil getiriliyor. Bu da şu âyettir: “Babaları, kardeşleri, oğulları ya da kabîlesi de olsa, Allah’a ve Rasûlü’ne düşman olanları sevdikleri (meveddet duydukları) görülmemektedir.” 2454
Velî edinmek; dost tutmak, yardımlaşmak, otoritesine boyun eğmek, görev ve yetkilerini tanımak gibi anlamlan; meveddet ise sevgi üzerine kurulu bağları ve bunun sonucu olan velâyet ilişkilerini dile getirir. Buna göre Hizbullah, Allah’ın ve Rasûlü’nün otoritesine boyun eğen, İslâm’a teslim olan, içlerinden seçtikleri yöneticilere itaat eden, birbirleriyle yardımlaşan, dostluk ve dayanışma içinde bulunan; diğer yandan da en yakın akrabaları da olsa, İslâm düşmanlarını sevmeyen, onlarla işbirliği yapmayan, onlara yardımda bulunmayan mü’minler topluluğudur. Bu topluluk, velîlerinin yalnız Allah, Rasûlü ve mü’minler olduğunun2455 bilincinde bulunduğu kadar hıristiyan ve yahûdilerin,2456 İslâm’ı eğlence ve oyun edinenlerin2457 velî edinilmeyeceğinin, bunun “onlardan olmak” anlamına geleceğinin de bilincindedir. Mü’minlerin İslâm inancı çevresinde yeni, bütünüyle farklı bir toplum oluşturmalarını ve Bedir örneğinde görüldüğü gibi, gerektiğinde en yakınlarına karşı hiç tereddüt etmeden savaşmalarını mümkün kılan toplumsal bağlar, yakınlıklar kurmalarını sağlayan, bu bilinçtir. Allah, Hizbullah olarak adlandırdığı bu bilinç içindeki toplumun kalplerine imanı yazar ve onları kendisinden bir ruhla destekler. Bunlar, âhirette cennete konulur ve orada ebedî olarak kalırlar. Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Başarıya ulaşacak hizib de yalnızca budur. 2458
Doğrudan Hizbüşşeytan deyimi kullanılmasa da Şeytan’ın hizbinden sözeden ilk âyet bir Mekkî sûrede yeralır. Bu âyette mü’minler, Şeytan’ın düşmanları olduğu ve onun, hizbini alevli ateşin halkından olmaya çağırdığı belirtilerek uyarılır.2459 Hizbüşşeytan deyiminin doğrudan iki defa kullanıldığı âyet ise Medenî bir sûrededir. Bu âyette Hizbüşşeytan’ı oluşturan insanların şeytan tarafından kuşatıldıkları, Allah’ı unuttukları ve üstün gelemeyecekleri ifâde edilir.2460 İlk âyette Hizbüşşeytan adlandırmasına gidilmemesine ve yalnızca mü’minlerin uyarılması ile yetinilmesine karşılık; ikinci âyette artık toplumsal bir olgu olarak ortada duran bir topluluktan, mü’minlerden ayn bir hizib oluşturan insanlardan sözedilir.
Hizbüşşeytan’ı belirleyen nitelikler, Hizbüşşeytan adlandırmasının yapıldığı âyetten önceki beş âyette açıklanır. Bunlar, Allah’ın kendilerine gadab ettiği bir topluluğu velî edinmişlerdir. Bilerek yalan yere yemin ederler; gerçekte ne mü’mindirler, ne de velî edindikleri kimselerdendirler. Yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yoluna engel olurlar. Yalancıdırlar. Özellikle Medine ortamı göz önünde tutulduğunda Hizbüşşeytan olarak tanımlanan insanların münâfıklar olduğu
2454] 58/Mücâdele, 22
2455] 5/Mâide, 55
2456] 5/Mâide, 51
2457] 5/Mâide, 57
2458] 58/Mücâdele, 22
2459] 35/Fâtır, 6
2460] 58/Mücâdele, 19
ALLAH (C. C.)
- 667 -
açıktır. Münâfıklar, müslüman gibi göründükleri, içiçe yaşadıkları müslümanların sahip oldukları bütün haklardan yararlandıkları halde, gerçekte iman etmemiş kimselerdir. Mü’minleri kendilerine inandırabilmek için yemin dâhil her yola başvurur, ancak her fırsatta Allah’ın yoluna engel olmaya çalışırlar. Münâfıkları, eşdeyişle Hizbüşşeytan’ı gerçek mü’minlerden, Hizbullah’tan ayıran en temel özellik; Allah’ı, Rasûlü’nü ve mü’minleri değil, onların karşısındaki kimseleri velî edinmeleridir. Nitekim âyetin indiği ortamda münâfıklar İslâm’ın ve mü’minlerin zaferini sonuna kadar engellemeye çalışmışlar, bu amaçlarına ulaşabilmek için hem müşriklerle, hem de yahûdilerle işbirliği yapmışlardı. Onların Hizbüşşeytan olarak adlandırılmasının temel nedeni de bu seçimleri oldu. Kur’an’ın getirdiği bu tanımlama, bize Hizbullah ile Hizbüşşeytan’ın ayrılması konusunda her zaman için uygulanabilecek değişmez bir kıstas/ölçü vermektedir.
Kur’ân, hizb kelimesine, Hizbullah ve Hizbüşşeytan’ı belirtmediği yerlerin büyük çoğunluğunda olumlu ya da olumsuz bir yorum getirmez. Buralarda hizib; topluluk, kabîle gibi anlamları dile getirir. Buna karşılık, dört yerde2461 kelime, belli bir toplumun parçalanmasına neden olan partileşme anlamında kullanılır. Bunlardan üçü ehl-i kitab’la, biri de müşriklerle ilgilidir. Ehl-i kitab’la ilgili âyetlerde bunların işlerini parçalayıp çeşitli kitaplara ayrıldıkları; her partinin kendi yanında bulunanla sevindiği;2462 partilerin birbirleriyle ihtilâfa düştüğü2463 belirtildikten sonra “Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin hâline!” 2464 ve “Acı bir günün azâbından vay o zâlimlerin hâline!”2465 buyrularak hizibleşme küfür ve zulümle ilişkilendirilir. Müşriklerle ilgili olan âyet de hizipleşmenin olumsuzluğunu dile getirir: “Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizib kendi görüşleriyle avunur.” 2466
Hizibleşmenin anlamlandırılış biçimine bakılarak, rahatlıkla Kur’ân’ın İslâm toplumunda hizibleşmeye izin vermediği söylenebilir. Kur’ân, gerçek mü’minlerin tek bir partiyi oluşturduklarını belirterek bunu Hizbullah olarak adlandırıyor. İslâm toplumunda bir vâkıa olduğu için kabul edilen ikinci parti ise, münâfıkların, şeytanın kuşattığı kimselerin oluşturduğu Hizbüşşeytan’dır. Bunun dışındaki bütün hizibleşmeler, Hizbullah’ın parçalanması anlamına gelir ki, bu da İslâm toplumunun, Kur’ân’ın onaylamadığı ehl-i kitab’tan toplumların durumuna gelmesi demektir. Oysa mü’minlerden istenen; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra fırka fırka olup ihtilâfa düşenlere benzememektir. Çünkü ihtilâfın sonu kaçınılmaz bir azâbdır. 2467
Huccetullah: Allah’ın delili demektir. Huccet; Delil, senet, vesika, güvenilir bilgin anlamlarına gelir. Hüccetü’l-İslâm; ehl-i sünnet müslümanlarınca İmam Gazâli hakkında, onun lakabı olarak kullanılır. Şîî müslümanlarca Huccetu’l-İslâm, âlimler arasında bir rütbeyi ifade için kullanılır. Âyetullah denilen (profesör durumundaki büyük âlimlik) rütbesinin bir alt seviyesindeki âlimler için
2461] 18/Kehf, 12, 19, 37; 23/Mü’minûn, 53, 43/Zuhruf, 65
2462] 23/Mü’minûn, 55
2463] 19/Meryem, 37; 43/Zuhruf, 65
2464] 19/Meryem, 37
2465] 43/Zuhruf, 65
2466] 30/Rûm, 32
2467] 3/Âl-i İmrân, 105; Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullanılır.
Hudûdullah: “Allah’ın sınırları, Allah’ın hudûdu, Allah’ın koyduğu sınırlar” demektir. Allah tarafından belirlenmiş olan sınırlar, yani şeriatin hükümleri, emir ve yasakları hakkında kullanılır. Had ve çoğulu hudûd; Şeriatçe belirlenen cezâ anlamıyla Kur’an’da geçmektedir.2468 âyetlerAllah’ın sınırlarını (hudûdullah’ı) aşanlar, zâlimlerdir: “... Bunlar hudûdullah’tır (Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın hudûdunu aşarsa işte onlar zâlimlerdir.” 2469
İslâm şeriatinin cezâları ile ilgili hükümlerinde “hadd” terimi, İslâm şeriatince belirlenen ve sınırlandırılan, değiştirilmesi imkânsız cezâ anlamına gelir. Hadd-i kazf, hadd-i sekr/şürb, hadd-i sirkat, hadd-i zinâ bunlardandır.
Hukukullah: Allah’ın hakları, Allah’a âit olan haklar demektir. Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup “haklar” demektir. Hukukullah tâbiri “Allah’a âit haklar” anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir.
İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı (hukukullah) ve kul hakkı (hukuku’l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır. Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır. Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir. Bunlarda, indirim, af, sulh, ibrâ veya mubah kılma gibi tasarruflar mümkündür. Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder.
Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah’a yaklaşmak, O’nu ta’zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır. Bunlar, terkeden için tehlikesinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah’a nisbet edilmiştir. Allah’a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşrû herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi.
Toplum yararıyla ilgili olan haklara ise; suçları önleyici tedbirler almak, zinâ, kazf (zinâ iftirâsı), hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk veren maddeleri kullanmak gibi suçların cezâları ile ta’zîr cezâlarını (devletin koyduğu cezâlar) uygulamak, nehir, yol, mescid gibi topluma âit yerlerin ortak kullanımını sağlamak gibi haklar örnek verilebilir.
Allah haklarında, indirim, af veya sulh câiz değildir. Bunları değiştirmek de câiz olmaz. Hırsızlık cezâsı, dâvâ açıldıktan sonra, mağdurun affı veya hırsızla anlaşması, zinâ cezâsı da kocanın veya başkasının affı yahut kadının nikâhlanma yoluyla kendisini mubah kılması hallerinde bile düşmez. Bu haklar miras yoluyla geçmez. Mirasçılar, miras bırakan vasiyet etmedikçe, onun zekât, hac, adak, fidye gibi ibâdet borçlarından sorumlu değildir. Mirasçı, mûrisin işlediği suçtan dolayı da sorumlu tutulamaz.
Allah haklarında tedâhül cereyan eder. Bir kimse defalarca zinâ etse, hırsızlık yapsa, tek cezâ yeterli olur. Çünkü cezâdan maksat; caydırmak, yıldırmak ve korkutmaktır. Bu da gerçekleşmiş olur. Bu suçların cezâsını uygulamak hâkime
2468] 4/Nisâ, 15-16
2469] 2/Bakara, 229
ALLAH (C. C.)
- 669 -
ait bir görevdir. 2470
İlâh: Tanrı, mâbud demektir. Hak olsun, bâtıl olsun, her türlü mâbud, yani tapınılan şey hakkında ilâh (Tanrı) kelimesi kullanılır. Allah, Hak Teâlâ’nın zât ismi, özel ismidir. Tanrı, Hudâ, İlâh, Rab, Mâbûd genel isimlerdir; özel isim değildir. Mü’minler “Lâ ilâhe illâllah, yani Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur” demek sûretiyle Allah’ın dışında başka ilâh kabul etmediğini ilân eden kimselerdir. “Yalnız O’dur ki, gökte de ilâhtır/tanrıdır, yerde de ilâhtır. O, hakîmdir, bilendir.”2471; “Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, yaşatır, öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.” 2472
İlâhî Kanun (Kanun-i İlâhî): Cenâb-ı Hak’ın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla kullarının uymak zorunda olduğunu bildirdiği İlâhî emir ve yasaklar demektir. İlâhî kanunlara, ayrıca şer’î kanun, Şerîat da denir. Kur’an ve Sünnet’te, İlâhî kanun anlamında “Sünnetullah“tabiri de kullanılmaktadır. Meselâ, şu âyette olduğu gibi: “(Biz bunu) Senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de sünnet (kanun) yapmışızdır. Sen bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik bulamazsın.“2473 Kadı Beydâvî bu âyetteki sünnet kelimesinin, âdet ve kanun anlamına geldiğini söylemektedir. 2474
Bir başka âyette; “Allah’ın bundan önce geçenler hakkındaki kanunu ki, Allah’ın kanununu değiştiremezsin.” 2475 buyurulur. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetteki “Sünnetullah” tâbirinin İlâhî kanun anlamına kullanıldığını yazmaktadır.2476 Diğer bir âyette Sünnetullah, kanun anlamında şu şekilde kullanılmıştır: “...Ya onlar daha evvelki (ümmetler hakkında geçerli olan) kanundan başkasını mı bekliyorlar? (Hayır) sen Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bu değişiklik bulamazsın.”2477 Nesefî, bu âyeti tefsir ederken “tebdil” zâta, “tahvil” vakte aittir; (yani Allah’ın emirlerine isyan edenlere, İlâhî kanun gereğince, azaptan başka bir şey terettüp etmez. Azâba herhangi bir şey bedel olmaz. Azâbın vakti de başka vakitlere çevrilmez) demektedir. 2478
“Allah’ın öteden beri süregelen kanunudur bu; Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın.”2479 Beydâvî ve Nesefî bu âyeti şöyle açıklıyorlar: “Yani, Allah Teâlâ geçmiş ümmetlere gönderdiği peygamberlerinin behemehal gâlip gelmelerini eski bir kaide ve kanun olarak koymuştur.” 2480
Elmalılı, beşerî kanunla İlâhî kanunu şöyle mukayese ediyor: “İlâhî kanunun, kanun koyucusu Allah olduğundan, sağlamdır, doğrudur. Beşerî kanunlar,
2470] es-Serahsî, el-Mebsût, Matbaatü’s-Saade, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’, Beyrut 1328/1910, VII, 55 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dımaşk 1405/1985, IV, 13, 14
2471] 43/Zuhruf, 84
2472] 44/Duhân, 8
2473] 17/İsrâ, 77
2474] Kadı Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl Mecmau’t-Tefâsîr, IV, 59
2475] 33/Ahzâb, 62
2476] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3926-3930
2477] 35/Fâtır, 43
2478] en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl ve Hakaiku’t-Te’vil Mecmau’t-Tefâsîr. V, 193
2479] 48/Feth, 23
2480] Beydâvî, a.g.e, a.y.; Nesefî, a.g.e, VI, 22
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yani insanların yaptığı kanunlar, ne ilim ne de din açısında hiç biri sağlıklı olamazlar. Bunlar ilim yönünden bâtıl, din yönünden şer teşkil ederler ve doğru değildirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde gerek dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve keşfedip ortaya çıkarmaktır. ‘Arşimet, denge kanununu; Newton, câzibe kanununu; Aristo, tenâkuz kanununu koydu’ demek doğru olmadığı gibi, ‘Ebû Hanife hazretleri de fıkhî kıyas kanununu koydu’ demek doğru değildir. Bunlar onların koyucusu olsaydı, eğri ve yalan olurlardı; doğru olmaları, İlâhî kanunu keşfetmeye mazhar olmalarından dolayıdır. Bunun için âlimler, mûcit değil, kâşiftirler. Çünkü İlâhî kanunun gizli olanları da vardır.” 2481
İlâhî Kanuna, fıtrî kanun de denir.2482 “Sünnetullah” ifâdesinin; “Allah’ın Rasûlüyle savaşan kâfirleri Allah rezil ve perişan eder; bu Allah’ın değişmez kanunudur” şeklinde izah edildiği de görülmektedir.2483 İlâhî Kanun, Yüce Allah’ın yolu, metodu ve âdetidir. Birçok âyette bu yolun en doğru yol olduğu dile getirilmektedir. Meselâ 6/En’âm Sûresinin 145-153. âyetleri incelendiğinde, İlâhi kanunla, insan yapısı kanunlar arasındaki farklılık açığa çıkmaktadır. Aynı sûrenin 146-148. âyetlerinde de Yahûdiler ve Müşrikler helâl ve haramlarla ilgili yaptıkları kanunlar nedeniyle terslenmekte ve bundan sonraki âyetlerde ise, iki hukuk arasındaki farklılığı göstermek için İlâhî kanun ortaya konmaktadır. Sonra, 154. âyette Hz. Peygamber’e (s.a.s.) verilen aynı kanunun Hz. Mûsâ’ya da verildiği belirtilerek, “...Öyleyse bu kanuna uyun...” denilmektedir. “Sümme” kelimesi, daima zaman bakımından bir sonralık ifâde etmez. Bu kelime zaman zaman 154. âyette olduğu gibi, bir anlatımı pekiştirmek için de kullanılır ve özellikle konuşulan Arapça’da “buna dikkat edin ki..” anlamına gelir. Bu âyette, “Yine dikkat edin ki, İlâhî kanun Mûsâ’ya da gönderildi...” denmektedir. 2484
Îlâ-yı Kelimetullah: Allah’ın adını yüceltmek için Allah’ı inkâr edenlere karşı savaşmak demektir. Sözlük anlamı, “Allah’ın kelimesini yüceltmek” demek olan “i’lây-ı kelimetullah“, ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şânına uygun bir biçimde yüceltip yayma mânâsına gelir. Bu terim “cihad“kelimesiyle de ifâde edilmektedir.
Bilindiği üzere İslâm, sadece belirli bir millete veya topluma değil, bütün insanlığa gelmiştir. İslâm’ın getirdiği bu hayrın bütün insanlara ulaşması ve insanlık ile hayrın arasına hiçbir engelin girmemesi, Allah Teâlâ’nın kelimesinin yücelmesi demektir. Dolayısıyla bu İslâm nimetinin bütün insanlığı kuşatacak şekilde yayılmasına karşı çıkanlar, insanla hayrın arasına girmiş olacak, böylece Allah’ın kelimesine saldıran bir mütecâviz/saldırgan durumuna geleceklerdir. İşte bu engelleyici güçleri ortadan kaldırmak için yapılacak mücâdele, Allah’ın kelimesini yüceltmeye çalışmak demektir. Bu mücâdele (savaş), insanlara zorla İslâm dinini kabul ettirmek için değil, aksine onlara fikir ve vicdan hürriyeti vererek doğru yolu bulma imkânını elde etmeleri için yapılır. İslâm dini, hiçbir kimseyi kendisine inanmaya zorlamaz. Ancak, insanlığa, İslâm’ın yolunu tıkayanları etkisiz hâle getirerek hidâyete etmeleri hususunda yardımcı olur.
2481] Elmalılı, a.g.e, I, 126-127
2482] Krş. Elmalılı a.g.e, I, 197
2483] Mevdudi; Tefhimu’l-Kur’an, terc. M. Han Kayani ve arkadaşları, V, 391
2484] Ahmet Yaşar, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 671 -
İslâm, bütün dünyada adâleti ve doğruluğu yerleştirmek için gelmiştir. Öyleyse saldırganlar, zâlimler ve adâlete muhâlif hareket edenler, Allah’ın kelimesinin zıddına davranmış olur. Oysa müslümanların Allah’ın kelimesini yüceltmek için savaşmaları emredilmiştir. O kelimeden uzaklaşanları -kılıca sarılmak pahasına- tekrar O’na bağlamak gerekir. Her hâlükârda ve her yerde yerine getirilmesi gereken i’lây-i kelimetullah görevi; mutlak anlamda adâletin temininden, tecâvüz ve düşmanlığın önlenmesinden ibârettir. Bu konuyu destekler mâhiyette şu âyeti zikredebiliriz: “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; Eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar savaşınız; Eğer dönerlerse aralarını adâletle bulunuz, âdil davranınız; şüphesiz Allah âdil davrananları sever.” 2485
İslâm’da cihadın mânâsı, ilâ-yı kelimetullah uğrunda ve İslâmî bir toplum sergileme yolunda elden gelen gayreti göstermektir. Bu cihaddan ilk planda meşrû müdâfaa demek olan, malın, ırzın, hayatın müdâfaasından da öte; İslâm toplumunun oluşmasına engel olabilecek her şeyi ortadan kaldırmak, dinî hürriyeti elde etmek ve sonuçta İslâm toplumunu tesis etmek için Allah’ın hâkimiyetini sağlamak ve emirlerini uygulamak için yapılan çalışma ve uğraşılar anlaşılır. Ancak müslümanlar kesinlikle savaşı ve düşman ile karşılaşmayı arzu etmez, fakat savaş söz konusu olduğunda da ellerinden gelen gayreti sarfederler. Nitekim Allah Teâlâ, saldırgan tarafın barış isteğinin kabul edilmesini müslümanlardan şu âyet ile ister: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O şüphesiz işitir ve bilir.”2486 Konuyla ilgili olarak şu hadis-i şerif de zikredilebilir: “Düşmanla karşılaşmaya pek istekli olmayın, fakat Allah’tan selâmet dileyin. Bununla beraber, eğer onlarla karşılaşırsanız sebat edip sabırlı olun. Bilin ki, Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” 2487
İnsanoğlunun yeryüzüne gönderiliş ve yaratılış gayesi, Allah’ın hâkimiyetini ve hükümdarlığını kurmak, yalnız O’na kul olmak ve ibâdet etmektir. İnsanı yaratılış gayesinden saptıran, Allah’a kul olmaktan çıkarıp kula kulluk ettiren güç, kuvvet ve otoritelere, Cenâb-ı Hak’ın din ve hâkimiyetine kafa tutmuş, insanların inanç ve düşünce hürriyetlerini gasp etmiş ve toplumu bir fesat çukurunun yanına sürüklemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin ifâdesiyle, “hak, kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü inananları, iman etmelerinden sonra küfre döndürme hevesinde”2488 olan, “kendi dinlerine uyuncaya kadar asla dindarlardan hoşnut olmayan”2489 ve “güçleri yetse müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar savaşa devam eden”2490 bu inkârcıların fitne ve fesatlarına engel olmak, insanları bu zihniyetteki kişilere kul olmaktan kurtarıp hak ve hürriyetlerini elde etmelerini sağlayacak Allah’a kulluğu ve O’nun hâkimiyetini kurmaya çalışmak, Allah Teâlâ’nın insanlara bir emridir. Bu konudaki İlâhî buyruk, âyette ifâdesini şöyle bulur: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tam anlamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına
2485] 49/Hucûrât, 9
2486] 8/Enfâl, 61
2487] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 19-20
2488] 2/Bakara, 109
2489] 2/Bakara, 120
2490] 2/Bakara 217
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşmanlık yoktur.”2491 Bu sebeple İslâm devleti, dindar olduğunu iddiâ eden veya kendini ehl-i kitaba nisbet eden ya da müşrik olan kişi veya gruplara, Allah’ın hâkimiyetine karşı kendi güç ve otoritesiyle karşı çıkarak fiilî şirkte bulundukları takdirde cihad ilân edecek ve bunu mukaddes bir görev bilecektir.
Öte yandan, Kur’ân-ı Kerîm’de i’lây-ı kelimetullah için, Allah’ın dinini yüceltmek ve yaymak için cihad edenlerden şu şekilde sitâyişle bahsedilir: “İman edenlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah, mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebe yönüyle oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vaadetmiştir, ama Allah cihad edenleri, oturanlara; büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır.” 2492
Allah için cihad edenlere ödül olarak verilecekler de şu âyetlerle bildirilir: “Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir ticareti/yolu size göstereyim mi? Allah’a ve peygamberine inanırsınız, Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı size bağışlar; sizi içlerinde ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur.”2493; “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak Cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alış verişe sevinin; bu büyük bir başarıdır.” 2494
Allah Teâlâ, müslümanların her an cihada hazır bir şekilde bulunmalarını isteyerek söyle buyurur: “Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar her türlü kuvvet ve cihad için, bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah düşmanını, kendi düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, onun sevabı eksiksiz size ödenir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.”2495 Cihadın ve savaşın İslâm düşmanlarına ne zamana kadar sürdürüleceği konusunda âyet-i kerime şu hükmü ortaya koyar: “O kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberin haram ettiği şeyi haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle; onlar hor ve küçülmüş oldukları halde kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” 2496
Diğer yandan, i’lây-ı kelimetullah veya diğer bir ifadeyle cihad konusu, hadislerde de zengin bir biçimde ele alınmıştır. Peygamber Efendimiz, ‘gerçek mânâda Allah uğrunda cihad edenin kim olduğu’ sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştu: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye (i’lay-ı kelimetullah için) cihad eden kişi, Allah yolundadır.”2497 “Fazilet yönüyle insanların hangisi daha üstündür?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Canıyla, malıyla Allah yolunda savaşan mü’mindir.”2498 Hz. Peygamber “Allah yolunda cihad eden kişinin savaş alanında şehid olması halinde
2491] 2/Bakara, 193
2492] 4/Nisâ, 95-96
2493] 61/Saff, 10-12
2494] 9/Tevbe, 111
2495] 8/Enfâl, 60
2496] 9/Tevbe, 29
2497] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 281-282
2498] Buhârî, Cihâd, 2
ALLAH (C. C.)
- 673 -
Allah’ın inâyeti ile hesapsız ve azapsız derhal Cennete gideceğini, şehid düşmeyip evine sağ sâlim döndüğü takdirde, eli boş değil, ya ecir ve sevapla veya hem sevap, hem de ganimetle döneceğini”2499 bildirir.
Bu hadisler gerçek mânâda Allah’ın adını yüceltmek için yola çıkıldığında Allah’ın yardımının muhakkak olacağını, değişik niyetlerle değil de, sadece Allah için cihad edilmesi gerektiğini, böyle hareket eden mü’minlerin dünyada ve âhirette Allah’ın koruması altında bulunacağını bildirmektedir. Hadisler aynı zamanda cihad sevabının elde edilmesi için başka yolları da göstermektedir. Bu konudaki bir hadiste şöyle bir bilgi vardır: “Her kim Allah uğrunda gazâ edecek bir askerin, sefer için gereken eşyasını tedârik edip hazırlarsa, o da gazâ etmişçesine sevaba nail olur. Yine her kim Allah yolunda gazâ eden bir askerin, geride bıraktığı işlerine ve ailesine namuslu bir şekilde bakıp gözetirse, o da gazâ etmiş gibi olur.” 2500
Bütün bunların yanında, İslâm devleti mümkün olduğu kadar kuvvet hazırlamak, hazırlıklarını arttırmak ve geliştirmekle sorumludur. Ancak bu kuvvetlerin hazırlanması daima hidâyete ve Hakk’a götürmeyi gâye edinmelidir. Bu devlet yeryüzünün en büyük kuvveti olmalı, bâtıl güçler ondan titremeli, yeryüzünün en ücrâ köşesinde bile tesiri hissedilmelidir. Hiç kimsede ve hiçbir millette İslâm yurduna saldırma gücü kalmamalı, herkes Allah’ın saltanatına sığınmalı, hiç kimse İslâm dâvetine karşı çıkmamalı, insanları bu dâvete icâbetten hiçbir şey alıkoymamalı, mutlak hâkimiyet hakkına sahip olmayı ve insanları kendine kul yapmayı hiç kimse iddiâ edememelidir. Kısaca din, bütünüyle sadece Allah’ın olmalıdır.2501 Özetle, cihad, bütün müslümanlara farzdır. Müslüman savaş alanına, yalnız Allah’ın kelimesinin yücelmesi ve O’nun hâkimiyetinin sağlanması için çıkar. 2502
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: “İstircâ” denilen bu ifade, özellikle bir ölüm haberi alındığında veya bir büyük sıkıntı zamanında söylenilir. Bu ifâde Kur’an’da şöyle geçer.“O sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz)’ derler.“2503
İnşâallah: Bir işi yapacağımızı söylediğimiz zaman, “Allah dilerse“mânâsına gelen bu deyim kullanılır. Unutmamak gerekir ki, bu ifâde, bir şeyi yapmaya karar verilirse söylenir, geleceği sadece Allah bileceğinden ve O bizim yapacağımız şeyi dilemezse bizim yapma kararlılığımızın bir şeye yaramayacağını hatırlayıp hatırlatma amacıyla söylenir; yoksa, yapmaya karar vermediğimiz veya kesin kararlı olmadığımız bir iş için, baştan savma kasdıyla bu söz söylenmez/söylenmemelidir.
İnşâallah, aynı zamanda bir duâdır. Herhangi bir şey hususunda “İnşâallah“demek, işi Allah’ın irâdesine bırakmak mânâsını taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Herhangi bir şey için Allah’ın dilemesi dışında, (inşâallah demeden) ben onu yarın yapacağım deme.“2504 Bu, Allah tarafından Peygamberimize (ve dolayısıyla bütün mü’minlere) bir öğüt ve öğretidir. İleride yapılması
2499] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 256
2500] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 301
2501] Seyyid Kutub, Fî Zılali’l-Kur’an, VII, 57
2502] Mefail Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2503] 2/Bakara, 156
2504] 18/Kehf, 23-24
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
planlanan işler için inşâallah denilmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Çünkü insanın azim ve irâdesi bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. “Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilemez. “ 2505
Her şey Allah’ın dilemesiyle olur. Öyle ise gelecekte bir şeyi yapmaya azmederken, inşâallah, yani “Allah dilerse” diyerek işi Allah’ın irâdesine bağlamak İslâmî edeptendir. Yukarıdaki âyet-i kerime bunu ifade etmektedir.
“İnşâallah” sözü akit ifade eden sözlere bitişik olarak söylenirse, akdin hükmünü ortadan kaldırır, akit gerçekleşmez. Meselâ bir şey satın alan kimse “inşâallah aldım” dese, akit gerçekleşmiş olmaz. Bu nedenle bir kimse: “İnşâallah yarın şu işi yaparım” deyip de yapamazsa bundan sorumlu olmaz. Yine yemin ederken “inşâallah -yapacağım-” diye yemin ederse, bu yemin bozulunca keffâret gerekmez.
İman konusunda bir mü’minin; “İnşâallah ben mü’minim” demesi, Ma’turîdî âlimlere göre câiz değildir. Çünkü iman konusunda “İnşâallah”, şüpheyi gerektirir veya şüphe ihtimali olduğunu ifade eder. Bu ise câiz değildir. Hayatta olan bir kimsenin “İnşâallah ben canlıyım” demesi buna benzer. Bunun yanında İmam Şâfiî’ye (ve Eş’arîlere) göre bir kimsenin “İnşâallah ben mü’minim” demesi câizdir.
İsbât-ı Vâcib: Varlığı kendinden olan, var olmasında başka bir şeye muhtaç bulunmayan Zâtı delillendirme demektir. Her şeyi var edip idâre eden bu yüce kudretin varlığı her devirde akıl, nakil yani semâvî kitaplar ve insanın iç dünyası ile dış âlemdeki nizam, gâye, sebeplilik, hikmet, inâyet gibi hususlardan hareketle delillendirilip ispatlanmaya çalışılmıştır.
İsbât-ı vâcip, başka bir ifâdeyle Allah’ın varlığını delillendirme konusu, başta kelâm ilminin olmak üzere felsefenin ve filozofların en önde gelen konularındandır. Meselâ, İslâm felsefesinde el-Kindî’den (252/266 civarı) başlamak üzere; Fârâbî (339/950), ibn Sina (428/1037), İbn Rüşd (595/1198) gibi müslüman filozoflar, Allah’ın varlığını çeşitli delillerle ispatlama yoluna gitmişlerdir.
İsbât-ı vâcip konusuyla Selefiyye de ilgilenmiştir. İbn Teymiyye (728/1382), İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350) ve İbnü’l-Vezir (840/1436), bunlardan bazılarıdır. Allah’ın sonsuz kudretini ve hikmetinin eseri olan mahlûkatın bazı sırlarını inceleyen ve bu yolla isbât-ı vâcip yapan, “el-Hikme fi mahlûkati’llâh” eserinin müellifi Gazâlî (505/1111) ile İbn Hazm (456/1064) da aynı konu ile derinden ilgilenmiştir. 2506
İslâm kelamcıları’ ve filozoflar isbât-ı vâcib hususunda Kur’ân-ı Kerîm’e büyük ölçüde başvururlar. Çünkü, hudüs delili, imkân delili, inâyet ve hikmet delili Kur’an’da mevcuttur.2507 Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın varlığını isbat eden delillerden çok, Allah’ın birliği, O’nun tek ilâh oluşu, isim ve sıfatları üzerinde durur; ortağının bulunmadığını, delilleriyle anlatır; Allah’ın kudret ve azametinin, hükümranlığının her türlü eksik sıfattan münezzeh olduğunu, dileğine karşı çıkı2505]
31/Lokmân, 32
2506] Bekir Topaloğlu, İslâm Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcip), Ankara, t.y., s. 16
2507] İsmail hakkı İzmirli, Yeni ilm-i Kelâm, s. 11, 5, vd. İstanbul 1340-1343; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 25
ALLAH (C. C.)
- 675 -
lamayacağını ve yeriyle-göğüyle ve bunların içindekilerle bütün kâinatın O’nun emrinde olduğunu bildirir. Çünkü Allah’ın varlığı, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. İnsan, yaratılışı itibarıyla bir yaratanın olduğunu bilir. Allah’ın varlığına inanmak, fıtrîdir. Ayrıca Allah’ın var olduğu, hemen hemen her toplum tarafından kabul edilmektedir. Problem, daha çok; Allah’ın, bilinmesi gereken şekliyle bilinmemesi ve başkasının şu veya bu şekilde O’na ortak koşulmasıdır.
Ayrıca Allah, peygamberlerini mûcizelerle göndermiştir. Bu mûcizeler, peygamberlerin peygamberliğini ispat etmenin yanısıra, Allah’ın varlığının da ispatı durumundadır. Bir de, Allah’ın sıfatları dile getirilirken dolaylı olarak da olsa Allah’ın varlığının isbatı gündeme gelebilmektedir. Buna şu âyetleri misal olarak zikretmek mümkündür: “İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden (spermadan) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi. Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal verdi; ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki; ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir. O ki size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz.”2508; “Görmedin mi, Allah (nasıl) gökten su indirdi. (Böylece) Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardı. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattı).” 2509; “O’nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz.”2510; “Bakmıyorlar mı develere; nasıl yaratıldı? Göğe; nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl dikildi? Yere; nasıl yayılıp döşendi?” 2511
Allah’ın varlığını dolaylı olarak isbatlayan bu âyetlere baktığımızda görürüz ki Kur’an, felsefi ve mücerred delillerden çok, her insanın anlayabileceği, günlük hayatında karşılaştığı delilleri zikretmektedir. Gerek müslüman, gerek diğer dinlere mensup mütefekkirler, hatta bazen dinleri kabul etmeyip sadece Allah’ın varlığına inanan mütefekkirler, Allah’ın varlığını isbat için birçok aklî deliller zikretmişlerdir. Biz burada daha çok müslüman mütefekkirlerin ileri sürdüğü delillerden belli başlı birkaç tanesini zikretmekle yetineceğiz:
a- Hudûs delili: ‘Hudûs’, sonradan meydana gelme anlamındadır. Bu delil, kâinatta görülen varlıkların hallerinden ve niteliklerinden; evrenin sonradan meydana gelmiş olmasından Allah’ın varlığını isbata ulaşan bir delildir. Şöyle bir önerme ile ifâde edilir: “Bu kâinat, sûretiyle ve madesiyle sonradan meydana gelmiştir. Her sonradan meydana gelen, mutlaka onu meydana getiren birinin varlığına muhtaçtır. O halde bu kâinat, onu meydana getiren birine muhtaçtır ve o da Allah’tır.” Çevremize baktığımızda her şeyin biz insanlardan daha geri ve güçsüz, varlıklar içerisinde en mükemmelinin insan olduğunu görürüz. Oysa insan, çevresindekileri yaratacak güçte olmadığı gibi, kendisi başkasına muhtaç bir durumdadır.
b- İmkân delili: Kâinat ve kâinatta bulunanlar, varlığı zorunlu şeyler değildir. Yani var olmaları da, yok olmaları da mümkündür. O halde var olmaları, ancak varlığa gelmelerini yokluklarına tercih eden birinin varlığına bağlıdır ki; O da varlığı zorunlu olan Allah’tır.
c- Gâye ve nizam delili: Kâinatta her şeyin bir sebebi ve gâyesi vardı. Boşuna
2508] 36/Yâsîn, 77-80
2509] 35/Fâtır, 27
2510] 30/Rûm, 20
2511] 88/Ğâşiye, 17-20
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratılmış hiç bir şey yoktur. Ayrıca kâinatta her şey, yerli yerine oturtulmuştur. Her şeyin böyle bir nizam ve belli bir gâyeye yönelik olması, onları düzenleyen birine ihtiyaç gösterir. Ayrıca bu düzenleyicinin, kâinattaki her şeye hâkim bulunması da kaçınılmazdır. Bu düzenleyici, Allah’tan başkası olamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de de, Allah’ın azamet ve kudretini isbat konusunda sık sık bu delile başvurulur.
d- İlk sebep delili: Meydana gelen her şeyin ve her değişimin bir sebebi vardır. Bu sebepler, zincirleme olarak sonsuzluğa kadar geçmişe uzanamaz. Onları başlatan bir ilk sebep mutlaka olmalıdır, O da Allah’tır.
e- Şehâdet-i âmme delili: Tarihte en iptidaî/ilkel kavimlerden en ileri olanlarına kadar insanlar, daima bir din inancına sahip olmuş ve Allah’ın varlığına inanmışlardır. Allah inancı insan fıtratında var olan bir olaydır. İnsan fıtratında böyle bir şeyin varlığı, bu fıtratı ona veren, yaratılış mayasına bunu katan birinin varlığına delildir, O da Yüce Allah’tır. 2512
İsm-i A’zam: Allah’ın en büyük ismi demektir. Bir kısım bilginler, özellikle mutasavvıflar tarafından varlığı kabul edilir. Bu bilginlerin ve mutasavvıfların inancına göre İsm-i A’zam, halk tarafından bilinemez, yalnız peygamberler ve velilerce bilinebilir. İsm-i a’zam ile yapılan tüm duâlar kabul edilir, tüm istekler yerine getirilir. Bu ismi bilenler, olağanüstü işler yapabilirler. Meselâ Kur’an’da Hz. Süleyman kıssasında geçen ve “yanında Kitap’tan bir ilim bulunan kimse“2513 olarak nitelenen kişi, Belkıs’ın tahtını İsm-i a’zam sayesinde göz açık kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde getirmiştir. Gerçekte, Allah’ın hangi isminin İsm-i a’zam olduğu, böyle bir ismin bulunup bulunmadığı tartışma konusudur.
İbn Kesir’in Şehr b. Havşeb Esma binti Yezid b. el-Seken’den aktardığı bir hadise göre, Allah’ın İsm-i a’zam’ı, “İlâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur, O Rahmân’dır, Rahîm’dir.”2514 ve “Elif, lâm, mîm. Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur, daima diridir ve (yarattıklarını) koruyup yöneticidir.”2515 anlamındaki âyetlerde bulunmaktadır. 2516 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Tirmizî, Ebû Dâvud ve Nesâî’den aldığı bir hadise göre namaz kılan birisinin “Allahmme innî es’elüke bienne leke’l-hamdü lâ ilâhe illâ ente’l Mennân Bedîu’s-semâvât ve’l-ard Zü’l-celâli ve’l-ikrâm yâ Hayy yâ Kayyûm” diye duâ ettiğini duyan Rasûlullah, “Biliyor musunuz ne ile duâ etti?” diye sormuş, ashâbın “Allah ve Rasûlü bilir” demeleri üzerine, “Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Ecell’e yemin ederim ki, Allah’a en büyük ismi (ism-i a’zam) ile duâ etti. O ism-i a’zam ki, onunla çağırıldığı/duâ edildiği vakit icâbet buyurur ve onunla istenildiği vakit verir.”2517 buyurmuştur.
Muhammed Hamdi Yazır, yukarıda anıları 2/Bakara Sûresi’nin 163. âyetini yorumlarken “Hüve” kelimesinin bir zamir olmasına karşılık Allah’ın zâtına delâlet eden en büyük ismi gibi olduğunu belirttikten sonra, sözü İsm-i a’zam’ın hangi isim olduğu konusuna getirerek şöyle der: “Tevhid denizine dalmış olan ehlullah’a göre bu ismin (Hüve’nin) ehemmiyeti pek büyüktür. Buna İsm-i a’zam
2512] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ans.
2513] 27/Neml, 40
2514] 2/Bakara, 163
2515] 3/Âl-i İmrân, 1-2
2516] Nakleden Saîd Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, I, 288
2517] Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, VI, 4678
ALLAH (C. C.)
- 677 -
diyenler de vardır. Maahâzâ, İsm-i A’zam “Allah” ism-i şerifidir diyenler çoğunluk âlimlerdir. “Hüve” ise makamı-ı tevhidde a’zamdır.” 2518
Fahreddin er-Râzî ise bu konudaki tartışmalara tefsîrinde daha büyük bir yer verir. Ona göre birtakım eski filozoflar, “İsim koymaktan maksat, o ismi söyleyerek müsemmâyı (isimlendirilen varlığı) belirtmektir. Şâyet Allah’ın zâtı gereği bir ismi olmuş olsaydı, bu ismi koymaktan maksat, bu müsemmâyı (varlığı) tanıtmak için o ismi başkasıyla zikretmek olurdu. İnsanlardan hiç birinin Allah’ın hususi zâtını kesin olarak bilmediği ortada olunca, bu gerçeğe isim koymanın bir faydası yoktur. Bu İlâhî hakikatin bir ismi yoktur. Aksine, onun için bilginin bize bildirdiği zorunlu şeyler vardır. Bu zorunlu şeyler (levâzım) şunlardır: “Allah, yok olmayan ezelî varlıktır, yokluğu kabul etmeyen vâcibu’l-vücuttur” diyerek İsm-i A’zam’ın varlığını reddetmişlerdir. Buna karşılık birkısım bilgin ve filozoflar da, “Cenâb-ı Allah’ın kendisine yakın (mukarreb) kullarından bazısını bu hususî hakikati (yani zâtını) bilebilecek bir kabiliyette yaratarak şereflendirmesi, İlâhî kudrete göre imkânsız değildir. Durum böyle olunca, Allah’a mahsus bu hakikate (yani zâtına) bir isim koymak da imkânsız değildir” diyerek İsm-i A’zâm’ın varlığını kabul etmişlerdir.
Râzî’ye göre Allah’ın zâına bir isim koymanın mümkün olması durumunda bu ismin, isimlerin en büyüğü ve bu zikrin de zikirlerin en şereflisi olduğuna kesin olarak hükmetmek farz olur. Çünkü ilmin şerefi mâlûmun; zikrin şerefi de mezkûrun şerefi iledir. Allah’ın zâtı mâlûmât ve mezkûrâtın en şereflisi olunca, O’nu bilmek, bilmelerin (ilimlerin) en şereflisi, O’nu anmak anmaların (zikirlerin) ve o isim de isimlerin en şereflisi olur. İnsanlarca çok söylenen şu sözün mânâsı da budur: “Bir mukarreb meleğin veya peygamberin bu isme (tam bu ismin mânâsının kendisine tecelli ettiği bu hâl esnasında) vâkıf olması halinde bütün cismânî ve rûhânî âlemlerin ona itaat etmesi tuhaf sayılmamalıdır.”
Fahruddin er-Râzî, İsm-i A’zâm’ın hangi isim olduğu konusundaki başlıca görüşleri dört maddede toparlayarak değerlendirir. Buna göre 1. İsm-i a’zam, Zül-Celâl ve’l-İkrâm’dır. Çünkü Hz. Peygamber, “Yâ Ze’l Celâl ve’l-İkrâm demeye devam edin” demiştir. Bu görüş zayıftır. 2. İsm-i A’zâm, “el-Hayyu’l-Kayyum” sözüdür. Çünkü Hz. Peygamber Ubeyy b. Kâ’b’a; “Allah’ın kitabında en büyük âyet hangisidir?” dediğinde Ubey; “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, Diridir, zâtıyla ve kemâliyle Kaimdir...”2519 dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “İlim sana helâl olsun ey Eba’l-Münzir!” buyurmuştur. Bu görüş de zayıftır. 3. Allah’ın bütün isimleri yüce ve takdire lâyıktır. Bunlardan herhangi birini daha büyük olmakla nitelemek uygun değildir. Çünkü bu, diğerlerinin noksanlıkla nitelenmesini gerektirir. Bu görüş de zayıftır. 4. İsm-i A’zam, Allah ism-i şerifidir. Doğruluk ihtimali en kuvvetli olan bu görüştür. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Hak’ın zâtına delâlet etmektedir. 2520
İstivâ: Allah Teâlâ’nın haberî sıfatlarından istilâ, ulüvv, suûd ve irtifâ anlamlarında haberî bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de “istivâ“sözcüğü dokuz yerde kullanılmaktadır. Bu kullanışların hepsinde fiil olarak “istevâ: istivâ etti“şeklindedir. Bunlardan ikisi “ilâ -...e doğru-” edatı ile kullanılmıştır. Söz konusu âyetler şöyledir: “O
2518] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, 562
2519] 2/Bakara, 255
2520] Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebir, l, 158-159; Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ans.
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı, sonra göğe yöneldi (istevâ), onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.”2521; “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi (istevâ)...”2522 Allah Teâlâ hakkında “istivâ” söz konusu edilirken, bu iki âyetteki kullanılış pek bir problem teşkil etmemektedir.
Diğer yedi yerde ise, “istivâ” sözcüğü “alâ -...üzerine, üzerinde-” edatıyla kullanılmıştır. Bunların altısında “sümme’stevâ ale’l-Arş” şeklinde kullanılmıştır.2523 Bir yerde de “er-Rahmanu ale’l-Arşi istevâ: O Rahman Arş’a istivâ etti.”2524 şeklinde kullanılmıştır.
“İstivâ” denildiğinde bu yedi yerdeki kullanılış kastedilir. Allah’ın haberî sıfatları konusunda farklı görüşlerin en çok ileri sürüldüğü meselelerin başında, “istivâ” meselesi gelir. İstivâ ile ilgili olarak görüş ileri süren âlimleri önce iki gruba ayırmak mümkündür:
a- Te’vil yolunu seçenler.
b- Te’vil yoluna sapmayıp sözü zâhiri üzere kabul edenler.
İslâm tarihinde Allah’ın sıfatları konusunda te’vil çığırını başlatanlar, Mu’tezilî âlimleridir. Onlara göre “istivâ”, istilâ ve hâkimiyeti altına alma anlamındadır.2525 Mu’tezile, Allah Teâlâ’nın, kulların vasıflandığı sıfatlarla nitelenmesinin câiz olmayacağını, bunların kabulünün teşbihi gerektireceğini söylemiştir. Bu çığırı ilk başlatan Ca’d b. Dirhem (118/736)’dir. Ondan Cehm b. Safvân (128/745) bu görüşü almıştır.2526 Niçin te’vil yoluna gittiklerini de şöyle izah ederler: “İstivâ sözünü zâhirine hamledersek, Allah hakkında mekân ve yön tâyin etmiş oluruz ki, bu, ancak cisimler için söz konusudur.” Bu sebeple de bu âyetleri te’vil etmeyenleri Mücessime ve Müşebbihe olmakla itham ederler. Onlara göre Allah bir yerde değil, her yerdedir. Mu’tezile, te’vil’in gerektiğini ileri sürerek Allah’ın bu sıfatlarını nefyetmiş olacağından, onları “haberî sıfatları nefyedenler” olarak tesbit etmek de mümkündür. 2527
Te’vile sapmayıp “istivâ” lafzını zâhiri üzere anlayanları da iki gruba ayırmak mümkündür:
a- Allah’ın cisim olduğunu söyleyenler.
b- Allah’ı yaratıklarına benzetmeyenler.
Allah’ın cisim olduğunu söyleyenler, söz konusu âyetleri, insanın kürsiye oturması gibi Allah’ın Arş’a oturduğunu; insanlarda olduğu gibi Allah’ın da et, kemik ve kandan olup el, ayak, baş ve gövdesinin bulunduğunu söylerler. Bu sebepledir ki bunlara “Mücessime ve Müşebbihe” ismi verilmiştir.
Allah’ı, yarattıklarına benzetmeyi reddederek “İstivâ”yı kabul edenlere gelince, Ehl-i Sünnet ve ümmetin selefinin görüşü budur. Eş’arî (ö. 324/935) meşhur
2521] 2/Bakara, 29
2522] 41/Fussılet, 11
2523] bk. 7/A’râf, 54; 10/Yûnus, 3; 13/Ra’d, 2; 25/Furkân, 59; 32/Secde, 4; 57/Hadîd, 4
2524] 20/Tâhâ, 5
2525] Eş’arî, Makalâtü’l İslâmiyyîn, Kahire 1969, 1, 285; İbn Hazm, el-Fısal fi’l-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, 11, 123
2526] İbnu’l-Esir, el-Kâmil, V, 236
2527] Metin Yurdagür, Allah’ın Sıfatları, s. 239
ALLAH (C. C.)
- 679 -
“Makalâtü’l İslâmiyyîn” isimli eserinde bu konudaki fırkaların görüşlerini serdederken şöyle demektedir: “Ehl-i Sünnet ve hadis ehli dedi ki: Allah cisim değildir ve yaratıklara benzemez. O, Arş’ın üzerindedir. Nitekim; “O Rahmân, Arş’a istivâ etti.“2528 buyurulmuştur. Allah’ın söylediğinden öteye gitmez, söz söylemeyiz. Aksine, keyfiyetsiz olarak istivâ etmiştir, deriz.” 2529
Eş’arî, bu sözleriyle Allah’ın, Arş’ın yukarısında olduğunu, bunun nasıllığının tarafımızdan bilinemeyeceğini, istivâyı te’vil etmenin ve Allah’ı yaratıklara benzetmenin yanlış olduğunu söylemek istemektedir. Nitekim “el-İbâne an Usûli’d-Diyâne” isimli eserinde meseleyi daha geniş bir şekilde şöyle izah eder: “Biri çıkıp: ‘İstivâ hakkında ne dersiniz?’ diyecek olursa, ona deriz ki: Allah, Arş’ı üzerine istivâ etmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “O Rahman Arş’a istivâ etti.”2530; “Güzel söz O’na çıkar.”2531; “Hayır Allah onu (İsâ’yı) kendisine yükseltti.”2532; “(Allah, yaratma) işi (ni) gökten yere düzenler.”2533 Allah, Firavun’dan nakille şöyle buyuruyor: “Firavun dedi: ‘Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim, (yani göklerin yollarına erişeyim) de Mûsâ’nın tanrısına çıkıp bakayım.”2534 Bu sözleriyle Firavun, Mûsâ’nın (a.s.), Allah’ın göklerin yukarısında olduğu şeklindeki sözünü yalanlamaktadır. Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır: “Gökte olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz?” 2535 Göklerin yukarısında Arş vardır. Arş, göklerin yukarısında olunca “Gökte olandan emin misiniz?” buyurmuştur. Çünkü Allah, göklerin üzerindeki Arş’a istivâ etmiştir. Her yukarıda olan, göktür. Arş, göklerin en yukarısıdır.”2536 Eş’arî bu konuya devam ederek, duâ esnâsında insanların ellerini Arş’a doğru kaldırdıklarını, Mu’tezile, Cehmiyye ve Hâriciyye mezheplerine müntesip olanların, istivâ’yı istilâ, mülk ve kahr gibi şeylerle te’vil ederek Allah’ın her yerde olduğunu söylediklerini, Hak ehlinin görüşü olan ‘Allah’ın Arş’ın üzerinde’ olduğu görüşüne karşı çıktıklarını anlatır ve bu konuda daha pek çok delil sıralar.
Mâturidîler istivâ ve diğer haberî sıfatları te’vil etmemişlerdir.2537 İmam Mâturidî (333/944) Kitabu’t-Tevhîd’de, “İstivâ” âyeti ile ilgili muhtemel birçok te’villeri (mülk, ulûvv, Arşı ta’zim ve teşrif, istilâ, kasd vb.) sıralayıp, teşbihe kaçan anlayışları reddeddikten sonra şöyle demektedir: “Bu mevzûda bize göre aslolan şudur ki, Allah Teâlâ; “Hiç bir şey O’nun benzeri olamaz.”2538 buyurmak sûretiyle kendini mahlûkatına benzetmekten tenzih etmiştir. Nitekim biz de O’nun fiillerinde ve sıfatlarında benzeri bulunmadığını, benzerlerinden münezzeh olduğunu yukarıda beyan etmiştik. Bundan ötürü, “Rahmân’ın Arş üzerine istivâsını” vahyin getirdiği ve akılda sâbit olduğu gibi kabul etmemiz gerekir. Artık biz bu âyetin belli bir anlam ile kesin te’viline hükmedemeyiz. Çünkü zik2528]
20/Tâhâ, 5
2529] Eş’arî, a.g.e., I. 285
2530] 20/Tâhâ, 5
2531] 35/Fâtır, 105
2532] 4/Nisâ, 158
2533] 32/Secde, 5
2534] 40/Mü’min, 36-37
2535] 67/Mülk, 16
2536] İmam el-Eş’ârî, el-İbâne an Usûlü’d-Diyâne, Medine 1975, s. 30-31
2537] Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi, s. 50
2538] 42/Şûrâ, 11
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rettiğimiz te’villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar; henüz bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir mânâya gelmesi de muhtemeldir. Biz ancak bu âyette Allah’ın o tâbirle murâdı ne ise, ona iman ederiz. Vahy ile sâbit olan ru’yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç bir yorum yapmadan murâd-ı İlâhî her ne ise ona iman gereklidir. 2539
Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife (öl. 150/766) de aynı görüştedir. O şöyle demektedir: “Bilmiyorum, Rabbim gökte midir, yerde midir?” diyen kâfir olur. “Allah Arş’ın üzerindedir; ama Arş gökte midir, yoksa yerde midir, onu bilmiyorum” diyen de kâfir olur. Allah’a duâ ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyyet vasfıyla hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim şu hadis de bunu anlatıyor: Bir adam Hz. Peygamber’e siyah bir câriye getirdi ve:
- Benim üzerime mü’min bir köle âzâd etmek vâcip oldu. Bu kâfi midir? diye sordu. Peygamber (s.a.s.) o câriyeye sordu:
“Sen mü’min misin?” Câriye:
“Evet” dedi. Peygamber (s.a.s.): “Peki, Allah nerededir?” diye sordu. Câriye göğe işaret etti. Bunun üzerine Peygamber: “Onu âzâd et, o mü’mindir” dedi.2540 Nitekim Ebû Hanife’nin talebesi Ebû Yusuf, Allah’ın gökte (yukarıda) olduğunu reddeden Bişr el-Merisî’yi bu görüşünden dolayı hesaba çekmiş ve tövbe etmesini istemiştir. 2541
Görülüyor ki, kelâm metodunu büyük çapta benimseyen imamlarımızdan Eş’arî’de müşâhede edilen haberî sıfatların (ve müteşâbihâtın) te’vili konusunda muhâfazakârlık, İmam Mâturîdî’de de aynen mevcuttur. Ancak, Ehl-i Sünnetin her iki koluna mensup müteahhir âlimlerin aynı tutumu devam ettirmedikleri, te’vili benimsediklerini de biliyoruz. Müteahhirîn’in bu tutumunun sebepleri arasında avâmın yanlış yorumlarla teşbihe düşmelerini önlemek gâyesini sayabiliriz. Onlar bu gâyeyle Arap dilinin müsaadesi çerçevesinde bu sıfatların mecâzî mâhiyette te’vilini câiz görmüşler, fakat yapılan bu te’villerin ihtimal dairesinin ötesine geçemediğini ve kesin olmadığını da belirtmeyi ihmâl etmemişlerdir. 2542
İmam Mâlik’e Allah’ın Arş’a nasıl istivâ ettiği sorulduğunda; “O Rahmân, kendini vasıfladığı şekilde Arş’a istivâ etmiştir, O’nun hakkında ‘nasıl?’ sorusu sorulmaz” demiştir. Başka bir rivâyete göre ise şöyle demiştir: “İstivâ (Arap dilinde anlamı) meçhul değildir. Keyfiyeti akıl ile bilinmez. Buna iman etmek vâciptir ve bu konuda soru sormak bid’attir.”2543 Selef hakkında şöyle denebilir: Onlar, nassların sınırlarını aşmamak için bu gibi konularda çok titiz davranır ve fazla izahatta bulunmaz, teferruata dalmazlardı. 2544
Kelâmullah: Allah’ın kelâmı, Allah’ın sözü demektir, Kur’an için kullanılır. Kelâm; Söz, söyleyiş, nutuk anlamına gelir. Ayrıca Kelâm, inançla ilgili konuları ispat edip şüpheleri gidermek için vahyi ve aklı kaynak olarak gören ilmin adıdır.
2539] Mâturidî, Kitabu’t-Tevhîd, s. 74
2540] İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, İstanbul, 1981, s. 45-48 Arapça kısmı
2541] İbnu Ebi’l-İzz el-Hanefi, Şerhu’l Akîdeti’t-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 288
2542] el-Beydâvî, İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l İmâm, 186-189; krş: Gazâlî, el-İktisâd, s. 52-53
2543] Beyhakî, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât; Mısır 1358, s. 408
2544] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 681 -
Kelîmullah: Kendisine söz söylenilen, Allah’ın konuştuğu kimse demektir. Tûr-ı Sinâ’da Allah’ın hitâbına eriştiği için Hz. Mûsâ’ya lakap olmuştur. “Kelimetullah” olarak da söylenir. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulur: “Allah, Mûsâ ile gerçekten konuşmuştu.” 2545
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh: Güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur. “Allah’a âsi olmak ve günah işlemekten dönüş, ancak Allah’ın verdiği ismet (günahlardan uzak olma hâli) ile, O’na itâate kuvvet ve iktidar da, ancak O’nun yardımı ile hâsıl olur” denmektedir.
Söyleniş şekli: ‘Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh’tır.2546 Kur’ân-ı Kerim’de ise: “Lâ Kuvvete İllâ Billâh” şeklinde geçmektedir.2547 Lafız itibarıyla kısa, fakat anlam itibarıyla çok kapsamlı olan bir zikir ve duâ cümlesi olup Peygamberimiz’in ifâdesiyle “Cennet’in hazinelerinden bir hazinedir.”2548 Bu kısa ve özlü cümle, müezzin ezan okurken, namazlardan sonra, bir yolculuk esnâsında, yolculuk dönüşünde veya yapılan herhangi bir hayırlı iş ve amelden sonra ya da herhangi bir zaman ve mekâna bağlı olmaksızın uygun olan her yer ve zamanda bizzat Peygamber Efendimiz tarafından okunmuş ve Ashâba da tavsiye edilmiştir.
Ömer bin Hattâb (r.a.), bu cümle ile ilgili olarak şöyle demiştir. “Rasûlullah (s.a.s.): Müezzin ‘Allahu Ekber, Allah Ekber’ dediği vakit sizden biriniz ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ der; sonra müezzin ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah’ dediği vakit o da ‘Eşhedü en lâ ilâhe illâllah’ derse, sonra müezzin ‘Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ dediği vakit, o da ‘Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ der. Müezzin ‘Hayye alessalâh’ dediği vakit o da ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ der. Sonra müezzin ‘Hayye ale’l-felâh’ dediği vakit o da ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ derse, sonra, ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ dediğinde o da ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ derse, sonra müezzin ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği vakit, o da bütün kalbiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ derse, Cennete girer” buyurdular.” 2549
Ashabdan Abdullah İbn Zübeyr de, her namazın sonunda, selâm verdiği vakit, şöyle derdi: “Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. Yalnız O vardır. Şerîki yoktur; mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Hem O, her şeye kaadirdir. Güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. Biz de ancak O’na ibâdet ederiz. Nimet O’nun, fazilet O’nun, güzel senâ da (övgü) O’nundur. Kâfirler patlasa da, dinde samimi olarak Allah’tan başka ilâh yoktur deriz.” İbn Zübeyr: “Rasûlullah (s.a.s.), her namazın sonunda bunlarla tehlil yapardı” demiştir. 2550
Ebû Mûsâ da konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Bir sefer esnâsında Hz. Peygamber’le (s.a.s.) beraberdik. Biz, yüksek yerlere geldiğimizde tekbir getiriyorduk. Rasûlullah (s.a.s.), bunun üzerine şöyle buyurdular: “Ey insanlar! Sesinizi fazla yükseltmeyin. Siz, sağır veya gâib olan birine seslenmiyorsunuz.” Sonra benim yanıma geldi. Ben ise, kendi kendime “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” diyordum. Bunun üzerine: “Ey Abdullah bin Kays “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh “demeye devam et.
2545] 4/Nisâ, 164
2546] Buhârî, Ezan 7; Müslim, Salât 12
2547] 18/Kehf, 39
2548] Tirmizî, Deavât, 57, 119
2549] Müslim, Salât, 12
2550] Müslim, Mesâcid, 139
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çünkü o, cennet hazinelerinden bir hazinedir” buyurdular.2551 Yine Rasûlullah (s.a.s.), Kur’ân’dan fazla bir şey bilmediğini ve kendisine, okuyabileceği bir duâ söylemesini isteyen birisine “Sübhânallâhi, velhamdü lillâhi, ve lâ ilâhe illâllâhu vAllah ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” duâsını okumasını söylemiştir. 2552
Enes bin Mâlik tarafından rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Evinden çıkarken, şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhâfaza altına alınır. Şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir. O duâ: Bismillâhi tevekeltü alâllahi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’tır.” 2553 Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” duâsının okunduğu bir başka yer de Hacerül-Esved’in karşısıdır.2554 (Ayrıca bk. İstircâ’)
Lâ ilâhe illâllah: Lâ İlâhe İllâllah -Allah’tan başka ilâh yoktur- ifâdesi, İslâm dininin temel rüknüdür. Yani ulûhiyyeti, yaratıcılığı, Rabliği, saltanatı ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etme kaidesidir.
Lâ İlâhe İllâllah, kelime-i tevhid olarak da bilinir. Allah’ın (c.c.) birlik dâvâsını anlatmakta ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun rasûlü olduğunu açıklamaktadır. “Lâ İlâhe”, hiçbir ilâh yoktur manâsını taşımaktadır. “İlâh”ın ıstılahî mânâsı ise; tapılacak, rızık veren, her şeyi bilen, yaratan, doğmayıp doğurmayan, yücelerin yücesi demektir. “İllâllah”, ‘sadece Allah vardır’ mânâsını taşır. İçindeki (Arapça) “illâ” edatı, istisnâ edatlarındandır. Bu edat, kendisinden sonra gelen kelimeyi müstesnâ kılar, öncekilerin dışında bırakır. Yani “hiçbir ilâh yoktur, sadece Allah vardır” mânâsının ortaya çıkmasını sağlar. Dolayısıyla “Lâ İlâhe İllâllah”, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demektir.
İslâmiyet, tevhid dinidir. Tevhid, iki ana temelden meydana gelir. Bunlar birbirini tamamlamaktadırlar. İkisi de ayrı ayrı, yalnız başına düşünülemez. “Lâ İlâhe İllâllah” kelime-i tevhidini, “Muhammedün Rasûlullah” yani “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür” cümlesi tamamlar. “Lâ İlâhe İllâlah”ı kabul edip “Muhammedün Rasûlullah”ı reddetmek, tevhidi ortadan kaldırır.
“Lâ İlâhe İllallah”, bir hareket tarzını gerektirir. Bu kelimenin yüklediği mânâlar vardır. Tevhidi kabullenen kimse, artık bu yükümlülüğün altına girmiştir. Allah katında o yükümlülükleri yerine getirenler için büyük mükâfat, terkeden kimseler için de büyük cezâ vardır. Bu yüzden “Lâ İlâhe İllâllah” şehâdetiyle “Muhammedun Rasûlullah” şehâdeti kesinlikle birbirinden ayrılmazlar. İkisi beraber olduğu müddetçe, ancak bir bütünlük arzederler. Allah Teâlâ’ya kul olma ilkesi, her şeyden önce Rasûlullah’ın (s.a.s.) rehberliğine dayanmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de: “Rasûlullah size ne getirdiyse onu alınız, kabul ediniz. Size neyi de yasaklıyorsa, onu yapmaktan vazgeçiniz.”2555 buyurmaktadır.
Allahu Teâlâ kullarına, Kur’ân-ı Kerim’de kullukları için gerekli olan her şeyi belirtmiş, Rasûlullah (s.a.s.)’de onları en güzel şekilde insanlara açıklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.), âyetle de sâbittir ki kendi hevâ ve hevesinden bir şey söyleyemez, ancak kendine vahyolunanı konuşur. Onun sünneti, Allah’ın koyduğu
2551] Buhârî, Deavât, 50, 67
2552] Nesâî, İftitah 32
2553] Tirmizi, Deavât 34
2554] İbn Mâce, Hacc 32; Ahmet Güç, Şamil İslâm Ans.
2555] 59/Haşr, 7
ALLAH (C. C.)
- 683 -
şeriatın bir bölümü, bir parçası ve açıklayıcısı, canlı bir tatbikatı mâhiyetini taşır. Çünkü Rasûlullah’a (s.a.s.) uymak, Allah’a uymak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre imanın varlığı ve yokluğu Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın sünnetine tâbi olmaya bağlıdır.
Kelime-i Tevhid’in bize verdiği mesajlar olarak zikrettiğimiz nitelikleri Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetlerinde şu şekilde beyan ediyor: Allah’tan başka ilâh olmadığına dair: “Eğer yerle gökte Allah’tan başka ilâh olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.”2556; “Allah çocuk edinmemiştir. O’nun yanında hiçbir ilâh yoktur. Olsaydı, her ilâh kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırlardı. Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.”2557; “Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır. Tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur. Eğer vazgeçmezlerse, aralarındaki kâfirler acı bir azaba çarptırılacaklardır.” 2558
Lâ İlâhe İllâllah, bir mü’minin hareket noktasıdır; hayat nizamıdır; Allah’tan başka ilâhlık iddiâsında bulunanları veya ilâhlaştırılmış yaratıkları reddetmektir; Allah’tan başka hüküm koyanları, koyulmuş hükümleri ve bu hükümlere uyanları reddetmektir. “Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedun Rasûlullah” cümlesinde ortaya çıkan ifâde, İslâm ümmetinin bütün ayrıntılarıyla birlikte hayatının üzerine oturduğu temel kaide ve nizâmı teşkil eder. İslâm toplumunun özelliğini belirleyen en büyük ayırıcı işaret şudur: İslâm toplumu her şeyden önce ve her konuda yalnız Allah’a kulluk esasına dayanır. Ve bu kulluğun şekli, keyfiyeti “Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedun Rasûlullah” cümlesinde ortaya çıkar. Ayrıca bu kulluk; ibâdet şekillerinde ortaya çıktığı gibi, itikadî tasavvurda, hukukî ve nizamla ilgili konularda da kendisini gösterir.
İslâm’ın ve İslâm toplumunun üzerine oturduğu kural “Lâ İlâhe İllallah, Muhammedun Rasûlullah”tır. İslâm toplumu, ancak bir insan topluluğunun bütün mânâsıyla yalnız başına Allah’a kul olduğunu, Allah’tan başka hiç bir kimseye kullukla bağlanmadığını ilân ederek belirtmesi ile ayakta durabilir. Bu topluluk, düşünce ve inançlarda Allah’tan başkasına boyun eğmediği gibi, ibâdet ve hareketlerinde de Allah’tan başkasına kul olmamalıdır; prensip ve sistemlerde de Allah’tan başkasının kulluğunu kabul etmemelidir; sonra da fiilen hayatî nizamlarının hepsini bu hâlisâne kulluk esasına dayandırmalıdır. Bu ümmet vicdanını İslâm karşıtı inanç artıklarından ve pisliklerinden temizlemeli ve hareketlerini Allah’tan başkalarına ibâdet etme felâketinden arıtmalı, hayatî prensiplerine Allah’tan başka kimseleri karıştırmaktan uzak bulundurmalıdır. İşte bu andan itibaren “Lâ İlâhe İllâllah”ın ihtivâ ettiği mânâ, bütün şirk unsurlarından arınmış olarak ortaya çıkacaktır.
Sadece “Lâ İlâhe İllâllah” cümlesini tekrarlamak, yeterli değildir. Bunu söylemekle birlikte, onun taşıdığı mânâyı ve hakikati ifâde ederek hayatın her şûbesinde tatbik etmek gerekir. “Lâ İlâhe İllâllah”ı sadece dil ile ikrar edip, pratikte onun gerektirdiğiyle hükmetmeyenler, Allah’tan başka ilâh edinenler, O’nu yeryüzünün egemenliğinden, toplumsal, ekonomik ve hukukî alanlardan uzaklaştırarak sadece göklerin ve gaybın Rabbi kılmak isteyenler, apaçık
2556] 21/Enbiyâ, 22
2557] 23/Mü’minûn, 91
2558] 5/Mâide, 73
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dalâlettedirler/sapıktırlar ve kıldıkları namaz, tuttukları oruç ve diğer ibâdetler, gerçekten kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de: “O, gökte de, yerde de ilâh olandır.”2559; “Egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O, sırf kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.”2560; “Onlar hâlâ o Câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Yakînen bilen bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”2561 buyurmakta ve mü’minlere “Lâ İlâhe İllâllah”ın taşıdığı anlam ve gerçeği en açık bir şekilde göstermektedir.
Lillâh, li-rızâillâh: Allah için, Allah’a mahsus, Allah rızâsı için demektir. Rızâen lillâh veya li-rızâillâh; Allah rızâsı için anlamına gelir. (Geniş bilgi için Bk. Rızâen lillâh)
Maâzallah: Her türlü kötülüklerden Cenâb-ı Allah’a sığınmayı ifâde etmek için kullanılan bir terkiptir. “Me’âz”. kelimesi mimli masdardır. Bu kelime; (eûzü) fiili semâ’en hazfedilmiş ve mef’ûlüne (Allah’a) muzâf olmuştur. Te’kid ifade etmek için fiilinin yerine geçen mef’ûlü mutlaktır.Yani, E’ûzü billâhi me’âzen demektir. Herhangi kötü bir iş ve belâdan, üzüntüden mutlaka Allah’a sığınırım, Allah korusun, anlamına gelir.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yusuf’un “maâzallah” diyerek fuhşa ve kötülüklerden Allah’a sığındığını beyan eder.2562 “Maâzallah” denildiği gibi daha çok (eûzü billâhi) veya “este’îzü billâh” denilir.
Müste’ız (Allah’a sığınan), sığınırken, tek başına dinî ve dünyevî faydaları celbetmeye muktedir olamayacağını, gerek şeytandan, gerekse nefisten gelecek fitne ve zararları gideremeyeceğini anlamalı, her hayrın Allah’ın kudret elinde bulunduğunu, bütün zararları gidermeye O’nun gücünün yeteceğini ve O’nun yegâne müessir olduğunu kalbiyle bilmeli veya sonra lisanıyla “Maâzallah” veya “eûzü billâh” diyerek bütün üzüntü ve belâlardan, şerlerden (el-müsteâzü minh’ten), Allah’a sığınmalıdır. İyi ve hayırlı işlerde Allah’ın yardımını istemelidir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Eğer şeytandan bir vesvese ve fesat ârız olursa (bunu def etmek için) Allah’a sığın. Çünkü O Allah en iyi işiten ve çok iyi bilendir. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar şeytan tarafından bir tâife (fitne ve fesada) uğrayınca Allah’ı zikrederler ve hemen gerçeği görürler. Şeytanın kardeşleri onları azgınlığa çekerler ve bundan hiç geri durmazlar.”2563 Bu âyetlerde Allah Teâlâ dil ile Allah’a sığınıldığında bunu işittiği gibi, kalbinizle de düşünerek Allah’a sığınmanızı bilir, diyerek şuurlu olarak “esteîzu billâh” dememizi ve kendisine bağlanmamızı tenbih ediyor.
Peygamberlerin hepsi, câhillik, kötülük ve belâlardan Allah’a sığınmışlar ve bunu ümmetlerine öğretmişlerdir. Allah Teâlâ, ümmetine öğretmesi için Hz. Peygamber (s.a.s.)’e şöyle buyuruyor: “...Ve de ki, Rabbim, şeytanın dürtüştürmelerinden (fit ve fitnelerinden) Sana sığınırım. Rabbim onların yanımda
2559] 43/Zuhruf, 84
2560] 12/Yusuf, 40
2561] 5/Mâide, 50
2562] 12/Yûsuf, 23, 79
2563] 7/Arâf, 200-202
ALLAH (C. C.)
- 685 -
bulunmalarından sana sığınırım.”2564 Felak sûresinde bütün yarattığı şeylerin şerrinden Allah’a sığınmak emredildiği gibi, Nâs sûresinde de insanların kalplerine daima vesvese veren insan ve cinden olan sinsi şeytanların şerlerinden, her şeyin mâliki ve insanların Rabbi Allah’a sığınmak emredilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.), her şeyin şerrinden, fakirlikten, borçlardan, görünür ve görünmez kaza ve belâlardan düşmanların şerlerinden, zulmetmek, zulmolunmak, nifak ve şikak gibi her türlü kötü ahlâktan, hülâsa, gadabından rızâsına, ukubetinden afv ve âtıfetine eûzu billâh diyerek sığınmayı ümmetine öğretmiştir. 2565
Peygamberimiz’in yakınlarında, birbirleriyle sövüşüp döğüşen iki kişiden birinin şiddet ve gadabından yüzü kızarmış ve şah damarı şişmişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), “Ben bir kelime bilirim ki, eğer şu kişi o kelimeyi söylese, kendisinde bulunan gazap hali mutlaka gider. Evet o kişi, ‘eûzü billâhi mine’ş- şeytâni’r-racîm’ dese kendisinde bulunan bu hal gider” buyurdu. 2566
“Kur’an okuyacağın vakit kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın.” 2567 âyetinin gereği olarak okumaya başlarken eûzu çekerek cin ve insan şeytanlarının şerlerinden Allah’a sığınmak gerekir. Bu ise, ucub, kibir gibi mânevî hastalıklardan Allah’ın korumasını şuurlu olarak samimiyetle istemektir. O halde Allah’a sığınmak kalbin fiilidir. Bu sebeple âlimlerin çoğu lafzen eûzu çekmek vâcip değil, sünnettir, demişlerdir.
Atâ bin Ebi Rabah (v.114/732) gibi bazı âlimler, “ister namaz içinde olsun, ister dışında; Kur’an okurken eûzu çekmek vâciptir” demişlerdir. Hanefîlere göre namazın ilk rekâtında Fâtiha’dan önce eûzü besmele çekmek sünnettir. İmama uyan çekmez. Mesbuk geçirdiği rekâtları kaza etmeye başladığında çeker. Şâfiîlere göre namazın her rekâtında sünnettir, besmele çekmek farzdır. Mâlikîlere göre ise nâfile namazlarda câiz ise de, farz namazlarda mekruhtur.2568 (Bk. El-ıyâzu billâh maddesi)
Mâlikü’l-Mülk: Bk. “El-Mülkü lillâh”
Mâşâallah: “Allah’ın istediği olur” mânâsındadır. “Allah nazardan saklasın” karşılığı olarak kullanılır. Hayret ve memnunluk uyandıran haller karşısında da söylenir.
Mâşâallah, Arapça bir dilek ifadesidir. Üç kelimeden meydana gelmiştir. Bunlar, ism-i mevsul olan “mâ”; Türkçe’de dilemek mânâsına gelen “şâe” ve bu fiilin fâili (öznesi) olan Lâfza-i Celâl yani “Allah” lâfzıdır. “Mâ-şâe-Allah” Kavramının dilimizdeki karşılığı ise, “Allah’ın dilediği şey veya Allah’ın dilemesi” demektir. Dilimizde bu kavramın başka bir biçimi de kullanılmaktadır. Bu da Allah dilerse mânâsına gelen “inşâallah” kavramıdır ki “mâşâallah” lâfzından mânâ yönüyle farklılık arzeder.
“Maşâallah”, daha ziyâde, “Allah’ın istediği gibi, Allah nazardan saklasın, ne güzel!” gibi mânâlara gelmektedir. Bununla birlikte, mâşâallah, hayret ve
2564] 23/Mü’minûn, 97-98
2565] Mansur Ali Nasıf, et-Tac, V, 123-139
2566] Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Mansur Ali Nâsıf, et-Tac, V, 52
2567] 16/Nahl, 98
2568] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ans
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
memnunluk da ifâde etmektedir. Mâşâallah lâfzı, Kur’ân-ı Kerim’de dört âyette geçmektedir:
“...Allah onlara şöyle dedi: ‘Öyle ise, ateş, yerinizdir. Allah’ın dilediği zamanlardan başka (illâ mâ şâellah) hepiniz ebedî olarak oradasınız...” 2569
“De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka (illâ mâ şâellah), kendi kendime bir menfaati kazanmaya da, bir zararı def etmeye de sahip değilim...” 2570
“Kendi bağına girdiğin zaman: ‘Bu Allah’tandır, benim kuvvetim değil, Allah’ın kuvveti ile (mâşâellah, lâ kuvvete illâ billâh) olmuştur’ deseydin ya!” 2571
“Bundan böyle sana (Kur’ân) okutacağız da unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesnâ ((illâ mâ şâellah). Çünkü O, âşikârı da, gizliyi de bilir.” 2572
Ma’rifetullah: Allah’ı bilme, tanıma, O’nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, hakkında bilgi sahibi olma demektir. (Geniş bilgi için bk. “Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak” Başlığı.
Nebiyyullah: Allah’ın Peygamberi demektir. Nebî; Haberci anlamına gelir. Allah’ın kendisine bildirdiği hakikatleri insanlara anlatarak onları Hak dine çağıran kimse, yani peygamber anlamına gelir. Nebî ve Rasûl kelimeleri birbiriyle eşanlamlı kelimelrdir. Kur’an’da Hz. Muhammed (s.a.s.)’e hem nebî, , hem rasûl olarak hitap ediliyor. “Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değildir, fakat Allah’ın rasûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.”2573; “(Bunları) Müjdeleyici ve uyarıcı Rasûller/elçiler olarak gönderdik ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın.” 2574
Neûzü billâh: “Allah’a sığınırız” anlamına gelir. Kötü bir haber, bir felâket veya kötülük karşısında kullanılır. “Eğer şeytandan kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.”2575 (Geniş bilgi için Bk. El-Iyâzu billâh)
Rabbi’l-Âlemîn: “Alemlerin Rabbi” demektir. Allah, bütün âlemlerin tek Rabbi, yaratıcısı, yöneticisi ve besleyicisidir. Kâinatta birbirinden farklı pek çok âlem vardır ve insanın bunların hepsinin adını, sayısını ve özelliklerini bilmesi imkânsızdır. Zira kâinatta yaratılan canlı ve cansız, sayısız âlem, kendi içinde de farklı âlemlere ayrılır. Tek bir balık türünün kendisine benzer binlerce türü, tek bir meyvenin kendisine benzeyen yüzlerce çeşidi vardır. Hayvanların, bitkilerin, eşyaların milyarlarca, rüzgârların ve bulutların onlarca çeşidi vardır. Allah birbirine hiç benzemeyen, farklı ırklara, tenlere, dillere ve kültürlere sahip olan milyarlarca insan yaratmıştır. Bunların yanında Allah gözle görülemeyen atomların dünyasını, bedenimizin her milimetresini oluşturan görkemli sistemlerle donatılmış hücreleri ve yine insan gözüyle görülemeyen yüzlerce canlıyı yaratmıştır. Denizin binlerce metre altında yaşayan kimsenin görmediği bir mercan kolonisinin
2569] 6/En’âm, 128
2570] 7/A’râf, 188
2571] 18/Kehf, 39
2572] 87/A’lâ, 6-7; Ömer Dumlu, Şamil İslâm Ans.
2573] 33/Ahzâb, 40
2574] 4/Nisâ, 165
2575] 41/Fussılet, 36; 7/A’râf, 200
ALLAH (C. C.)
- 687 -
de Rabbi Allah’tır. Allah mikroorganizmaların oluşturduğu mikroâlemden, uzaydaki gökcisimlerinin oluşturduğu makroâleme kadar sayamayacağımız miktarda çok âlemi biz uyurken, uyanıkken ya da bir işle uğraşırken sürekli kontrol eder, hepsini yönetir, hepsini besler ve yaşamlarını devam ettirmelerine izin verir. Allah tüm âlemlerin Rabbi olduğunu insanlara şöyle duyurmuştur: “Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi sûretlendirdi, sûretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel/temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir. O, Hayy (diri) olandır. O’ndan başka ilâh yoktur; öyleyse dini yalnızca kendisine hâlis kılanlar olarak O’na duâ edin. Âlemlerin Rabbine hamdolsun.” 2576
İnsan yalnız okyanusun içindeki hayatı ve burada yaşayan canlıların bakımlarını, yiyeceklerini, kendi içlerinde yaşadıkları ortak yaşamı, üremelerini ve soylarının devamı için korunan hassas dengeyi düşündüğünde, tek bir âlemi dahi yaratmanın ve yönetmenin ancak Allah tarafından yapılabileceğini ve bunun için sonsuz bir güç gerektiğini görür.
Kuşkusuz Allah yalnızca kâinatın içinde yer alan sayısız âlemin değil, bütün bunların dışında apayrı bir zamanda ve mekânda yaşayan cinlerin ve meleklerin de Rabbidir. Bu varlıkların da hepsini O yaratmış ve hepsine boyun eğdirmiştir. Allah’ın yarattığı âlemler insan aklının ve hayal gücünün çok ötesindedir. Hepsi O’nun yaratıcılığının, sanatının ve sonsuz gücünün eseridir. Allah’ın bu yüceliği ve büyüklüğü karşısında insana düşen ise, Hz. İbrâhim gibi kendisine ‘Teslim ol’ çağrısında bulunan Rabbine, “...Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”2577 cevabıyla icâbet etmektir. Ve tüm yaşantısını Kuran’da kendisine “De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır, Allah içindir.”2578 âyetiyle emredildiği gibi, yalnızca O’nun için yaşamaktır.
Rahmetullahi aleyh: (Allah’ın rahmeti üzerine olsun demektir.) Her ölmüş müslüman için, özellikle âlimler için bu deyim kullanılmalıdır. Bunun yerine, duruma göre; “Allah rahmet etsin”, “rahmetli”,”merhum”gibi deyimler de kullanılabilir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah’ın rahmeti kâfirler için istenilmez, onlara bu ifâdeler kullanılmaz. Gayr-ı müslim ölüler için müteveffâ (vefât etmiş olan) veya “toprağı bol olsun” denilebilir.
Rasûlullah: Allah’ın rasûlü, peygamberi demektir. Rasûl; Peygamber, elçi, haberci anlamlarına gelir. Allah tarafından kendisine vahiy gelen, Allah’ın emirlerini insanlara bildirmekle vazifeli insan demektir.
Rızâen lillâh: Rızâen lillâh veya li-rızâillâh; Allah rızâsı için anlamına gelir. Rızâen lillâh; Allah rızâsı için, Allah’ın rızâsını, hoşnutluğunu elde etmek niyetiyle demektir. Rızâ; Hoşnutluk, râzı olma, kendi isteği ile davranma, İlâhî kadere boyun eğme, Allah’ın emirlerinin dışında hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceğine inanma demektir. Rızâ-yı İlâhî: İlâhî rızâ demektir. Allah’ın kulundan memnun olması için kullanılır. Mü’minler, her işlerinde Allah’ın rızâsını kazanmayı hedef tutarlar.
Rızâen lillâh; “Allah rızâsı için, başka bir karşılık beklemeksizin sırf Allah râzı
2576] 40/Mü’min, 64-65
2577] 2/Bakara, 131
2578] 6/En’âm, 162
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olsun diye, sevap için” anlamına gelir. İyiliklerin, ibâdetlerin, yardımların ikiyüzlülükten ve dünya ile ilgili çıkarlardan uzak olarak, sırf Allah için yapılmasını anlatır. Mü’minlerin niyetlerindeki, amellerindeki güzelliğin kaynağı budur. (Bk. Lillâh, li-rızâillâh)
Ru’yetullah: Kur’ân âyetlerinin ve Hz. Peygamber’den rivâyet edilen bir kısım hadislerin delâletiyle Yüce Allah’ın kıyâmet günü mü’minler tarafından görülmesi meselesi. Bu konuda İslâm ekolleri arasında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazı bilginler ve ekoller rü’yetin mümkün olamayacağını ileri sürerek, Allah’ın görülmesi inancına İslâm dışı bir hüviyet kazandırırken, bazı fırkalar da mümkün olacağını kabul ve ileri sürmekle kalmayıp, bir ifrat ve tefrit örneği sergileyerek, Yüce Allah’a cisim isnad etme yolunu tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet ekolü ise, geneldeki tutumunu devam ettirip, orta yolu takip ederek, Yüce Allah’ın âhirette mü’minler tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin bilinemeyeceğini kabul etmiştir. (Geniş bilgi için bk. “Ru’yetullah; Allah’ın Görülmesi” başlığı.
Sallâllahu aleyhi ve sellem (s.a.s.): “Allah O’na (Hz. Muhammed’e) salât ve selâm kılsın” demektir. Salât, namaz anlamına da gelmekle birlikte; burada duâ ve Allah’tan rahmet anlamına gelir. Hz. Peygamber’e rahmet ve esenlik dilemek, O’na saygı göstermek demektir. Peygamber Efendimiz’e okunan salât ve selâm duâsıdır. Bu ifâdeye “salvele” denir. Besmele ve hamdele ile berâber hutbelere, kitapların başına yazılan yazılara ve benzeri işlere başlanırken okunması güzel bir âdet olan duâların üç esâsından birini oluşturur. “Sallâllahu aleyhi ve sellem” yerine, yine aynı anlamda bir salvele olan “Ve’ssalâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn” de denilir. Hz. Peygamber’e bu duâyı yapmaya “salevât” denilir. “Allah ve melekleri, Peygambere salât etmekte (Onun şerefini gözetmeye, şânını yüceltmeye özen göstermekte)dir. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, içtenlikle selâm edin (ona esenlik dileyin).”2579 Allah tarafından Salât; rahmet ve kulunun şânını yüceltmesi anlamına gelir. Meleklerin salâtı da, yine Peygamberin şânını yüceltmek, ona istiğfâr edip bağış dilemeleri demektir. Mü’minlerin salâtı da, duâ anlamına gelir. Bu yaklaşım, klasik değerlendirmedir.
Peygamberimiz’e Salât u Selâm Getirmenin Gerçek Anlamı Nedir?
Kur’an’da “salât” kelimesi pek çok yerde geçmektedir ve bilindiği üzere değişik anlamlara da gelmektedir.
Nitekim “salât”; “hayır dua etmek, namaz kılmak, Allah’ı övmek, namaz kıldırmak, destek olmak, kutsamak, Allah’ın bir kimseyi iyilikle kuşatması, Allah’ın rahmet ve bereketi, bereketin sarıp kuşatması, istiğfar, şeref vb.” gibi pek çok anlamlara gelmektedir. 2580
Kur’ân-ı Kerim’de “salât”; “namaz, dua, istiğfar, Allah’ın rahmet ve bereketi” gibi anlamlarıyla kullanılmıştır. 2581
Şimdi burada kendi kendimize şu soruları sormamız uygun olacaktır:
Hz. Peygamber’e salât u selâm getirmeyi farz kılan Allah’ın 2582 gerçek muradı
2579] 33/Ahzâb, 56
2580] Bk. Râgıb, el-Müfredât, s. 421; el-Mu’cemu’l-Vasîd, I, 521
2581] Bk. 2/Bakara, 153, 157; 6/En’âm, 72, 92, 162; 8/Enfâl, 3, 35; 9/Tevbe, 84; 33/Ahzâb, 43, 56
2582] 33/Ahzâb, 56. ayetteki
ALLAH (C. C.)
- 689 -
neydi ve ne olmalıdır? Acaba burada “salât” kelimesine hangi anlamı vermemiz çok daha uygun düşecektir? Bu zamana kadar verilmiş anlamlar ve bu konuda yapılan uygulamalar yeterli olmuş mudur? Acaba Hz. Peygamber’e getirilecek “salât” ile kastedilen ne olabilir ve ne olmalıdır?
Bu soruların cevapları üzerinde düşünüldüğünde ve ciddi bir analiz yapılmaya çalışıldığında kısaca şunları ifade etmemiz mümkündür.
Kanaatimizce; Kur’an’da2583 belirtildiği üzere Rabbin ve meleklerin nebî’ye “salât”ı, Hz. Peygamber’e her yönden yardım ederek “desteklemiş” olmalarıdır.
Aynı şekilde inananların da “salât”a teşvik edilmesiyle verilmek istenen mesajı şu şekilde anlayabiliriz: Hz. Peygamber’e gerçek anlamda destek verilmesi, onun ilkelerinin hayata geçirilmesi noktasında üstün bir çaba gösterilmesi ve onun rehberliğine tam anlamıyla teslim olunması gerektiği şeklinde anlamamız kanaatimizce daha isabetli olacaktır...
Biz; “Salât” kelimesinin sadece bir anlamının ele alınıp zoraki yorumlar yapmak yerine, farklı anlamlarından yola çıkılarak Kur’an’ın esas vermek istediği mesajın dikkate alınmasının daha doğru olacağına inanıyoruz.
Özetle; bu ayet-i kerimede “salât”a, “destek olmak” manası verildiğinde bu zamana kadar ortaya çıkan bir takım sıkıntılar giderilmekte, Kur’an’ın muradı daha net anlaşılmakta ve aslında Müslümanlar çok ciddi bir sorumluluğa davet edilmektedir.
“Yanında ben anıldığım halde bana “salât u selâm” getirmeyen cimridir” hadisiyle peygamberimiz neyi kastetmiştir acaba?
Öte yandan �������������������������������������������������������������“salât-u selâmın öneminden bahseden hadisleri nasıl anlamalı-“anlamalıyız?” diye sorulacak olursa bu konuda da şunları söyleyebiliriz.
Kanaatimizce; “peygambere gerçek anlamda destek olma konusunda gereken hassasiyeti taşımayan ve dini ve ahlaki sorumluklarının farkına varamayan kimse, İslam’ın özünü kavramak noktasında tembel davranmış ve âdeta cimriliği tercih etmiştir” gibi bir düşüncenin akıllarımıza gelmesi mümkündür.
“Bana en çok “salât” getiren kıyamet günü bana en yakın olacaktır” diyen peygamberimiz bununla neyi ifade etmek istemiş olabilir? Eğer bunun üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz.
“Hayatının her anında Hz. Peygamber’in ilkelerine uygun bir yaşamı seçen, O’nun getirdiği öğretiyi bütün kalbiyle destekleyen, O’nu bütün dünyaya en güzel şekilde tanıtan, O’nun sünnetini kendisine rehber edinen, O’nun önderliğine tam anlamıyla teslim olan, O’na her zaman destek olma sorumluluğunu içinde taşıyan ve öyle hareket eden kimse, kıyamet günü Hz. Peygamber’e en yakın olacaktır.”
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey Mü’minler! Siz de ona salât edin ve tam teslimiyetle selâm verin.”2584 şeklinde tercüme edilen ayet ile bize verilmek istenen mesaj nedir acaba? Bu ayeti nasıl anlamalıyız? Bu doğru bir tercü2583]
33/Ahzâb, 56
2584] 33/Ahzab, 56
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
me midir?
Kanaatimizce; “Allah ve melekleri, Peygamber’e destek oluyorlar. O halde siz ey imana ermiş olanlar! Siz de O’na maddî ve manevî destek olun ve onun rehberliğine tam bir teslimiyetle bağlanın” şeklinde anlamak en doğru yorum olsa gerektir.
Bütün bu zorunluluklar ve veriler ışığında “Peygamber’e salât etme”nin en muhtemel karşılığı, “Allah ve melekleri onu destekliyorlar, siz de onu destekleyip onun (örnekliğine) tam bir bağlılıkla bağlanın/teslim olun” olur. Bu ikinci anlam (destek: yardım çağrısı) dua, anlamlarının ortak noktasıdır ve bizce çok daha isabetlidir. Bu sadece mefhumun değil, mantukun da desteklediği bir anlamdır.”
Burada “salât”ın karşılığı olarak “dua” sözcüğünü yerleştirmekle kavramlaşmış bir terim olan “salât”ı, yine kavramlaşmış başka bir terim “dua” ile açıklamak, bilinmeyeni bilinmeyenle açıklamak gibi olacağından, ilk elde “salât”ın karşılığı olan “dua”nın doğru anlamının “destek” olduğu vurgulanmalıdır. Çünkü “Allah’ın Peygamber’e duası” burada “terahhum” anlamı taşımaz. Peygamber’den kaynaklanan bir kusur ve günahın söz konusu olmadığı bu bağlamda, “bağış ve af” değil, ancak destek söz konusudur.
Gariptir ki, Türkçe birçok mealde, sanki ayet “yusallûne” şeklinde fiil formunda değil de “yakraûne’s-salâte” şeklinde isim olarak gelmiş gibi, “Peygamber’e salât u selâm okuyun” şeklinde çevrilmiştir. Bu, ayetin aslî anlamının sonradan çıkan tartışma ve haberlerin otoritesi altında ezildiği anlamına alınabilir. Bu “dua”nın Hz. Peygamber’in diliyle eyleme dökülmüş biçimi, tahiyyatta okunan “destek duası” (salevat) şeklindeki formülasyondur.
Hz. Peygamber’e yapılan dualar (salevat) da ona manevi bir destektir ve bu cümleden sayılır. Fakat destek emri sadece dil desteğine indirgenemez; bu ayette de emredildiği gibi “fiilî” destek olmak durumundadır. Ona yapılacak fiilî destek onunla aynı zamanda yaşayanlar için zaten bellidir. Bizim gibi onunla aynı zamanı paylaşmayanlar için ise, onun misyonunu desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelir. Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata koyuş tarzına verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir “salât” ve “selâm” olacaktır. 2585
Rasulullah’ı model olarak algıladığımız ve konumunu Kur’an’dan öğrendiğimiz zaman o’na salât getirmeyi de doğru kavramış oluruz. Rasulullah’a salât getirmek, onun davasına yardım etmekti. Peygamber’in âlemlere, tüm insanlığa rahmet olması o’nun hayatın içinde örnek olup toplumu ıslah etme görevine tekabül etmektedir. O, vahyi hayatında şekillendirmiş bir önderdir. Bugün bizler eğer toplumumuza, ailemize, çocuklarımıza, çevremize ve insanlığa rahmet olamıyorsak o’na hakkıyla salât getirmiş sayılır mıyız?
Hz. Peygamber’in misyonunu hayatın içinde yaşamanın adı salâttır. Salât’a böyle bakmak gerekmektedir. Ve bugün o’nun misyonu, o’nun yolundan gitmek, o’nu sahiplenmek; hangi çağda olursa olsun o’na sahabe olma çabasında olmak, o’na arkadaş/destekçi olmak o’na salât getirmek demektir. Salât; o’nun misyonunu aramızda yaşatmaktır. 2586
2585] M. İslamoğlu
2586] M. Akbal
ALLAH (C. C.)
- 691 -
Salevât, bir bağlılık açıklamasıdır. Dinin kaynağı olarak görülen risâletin korunması, üzerine toz kondurulmaması için özel bir formüldür. Bununla mü’minler dinin kaynaklarına bağlılıklarını her defasında yenilemiş olurlar. Zira risâlet ve rasul merkezî konumdadır. Biz dini onun açıklamasıyla, beyanıyla öğrendik. Onun doğru söylediğine inandığımız için dini kabullendik. Dolayısıyla ona olan en küçük bir güvensizlik, getirdiklerine de güvenmemeye yol açacağından bu durumun zedelenmemesi şarttır. O halde, İslâm’a giriş, risâlete iman ile başlamaktadır. Zira ortada görünen ne Allah ve ne de melekleri vardır. Sadece o konuşmaktadır. Söylediklerine inanan, müslüman olmakta, inanmayan kâfir olmaktadır. Âhiret günü hesaplaşmanın mihenk taşı da rasuller olacaktır. Rasûle tâbi olan kurtulacak, olmayan cehennemi boylayacaktır.
Mü’minler Rasûl’ün önüne kimseyi geçirmemelidirler.2587 Zira her gün defalarca ismini anarak ona olan bağlılık izhar edilmektedir. Biz bu kadar ona yakınlaşmışken araya başkalarını sokarak nasıl ondan uzaklaşabiliriz. İslâmî önderler ve liderler bu salevâtın ölçüsüyle daima kontrol edilmeli, yüzleştirilmeli, onunla sağlaması yapılmalıdır. Bütün İslâmî önderler onun çizgisinde/hattında olmak zorundadırlar. Onun hattının üzerinde başka bir hat/usûl olamaz. Mekke ve Medine’de gerçekleşen ve başında bir Nebî’nin bulunduğu nur inkılâbına bağlılık esastır. Salevât bunu ifade eder. Her söylenişinde bu inkılâba ve onun nebî/rasûl olan önderine/rehberine bağlılık andı içilmiş olur. Yeryüzünün her yanındaki mü’minler bu andla neyi örnek aldıklarını ifade etmiş olurlar. 2588
Sebîlullah: Allah yolu demektir. Başına getirilen “fî” edatı ile “Allah yolunda” anlamında, kendisine zekât verilmesi câiz olan bir sınıfı ifade eder. Bununla Allah yolunda cihad edenler kastedilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, zekât verilecek sekiz sınıf bildirilirken; “Zekâtlar ancak fakirlerin, miskinlerin..., Allah yolunda cihad edenlerin ve yolcuların hakkıdır.”2589 buyrulur. Allah için savaşa hazırlanmak veya savaşta olanlara silâh temin etmek, bunları donatmak ve ihtiyaçlarını karşılamak için de zekât verilir.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, zekât ancak mücâhidlerin yoksul olanlarına verilir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre ise bu konuda mücâhidler arasında zengin-yoksul ayırımı yapılmaz. Hanbelîlere ve bazı Hanefîlere göre hac da “Allah yolunda” olmak demektir. Bu yüzden haccetmek isteyen kimselere zekât verilebilir. Çünkü, İbn Abbas (r.anhümâ)’dan rivâyet edildiğine göre; “Bir kimse devesini Allah yoluna vakfetmiş, karısı ise haccetmek istemişti. Hz. Peygamber, kadına; “O deveye binerek haccet, çünkü hac da “fî sebîlillah (Allah yolunda)” sayılır” buyurmuştur.”2590 Ancak nâfilelerde genişlik bulunduğu için nâfile hac için zekât verilemez.
Diğer yandan büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö. 587/1191), el-Bedâyi’ adlı eserinde “fî sebîlillâh (Allah yolunda)” sınıfını “Allah’a yaklaştıran bütün işler” olarak tefsir etmiştir. Bu yüzden Allah’a itaat ve hayır yolunda bulunan
2587] 49/Hucurât, 1
2588] İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 42-47
2589] 9/Tevbe, 60
2590] Ebû Dâvud, Menâsik, 79; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, II, 874
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimseler, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer.2591 İmam Mâlik şöyle demiştir: Allah’a giden yollar çoktur. Fakat burada “Allah yolu”ndan cihad anlamının kastedilmiş bulunduğunda ihtilâf edildiğini bilmiyorum. 2592
Sıbğatullah: Allah’ın boyası demektir. O’nun boyası ile boyanma mânâsına gelen bu tamlama, İslâmî ıstılahta bir deyim haline gelmiştir. Her yönüyle müslüman olan, İslâm’ın emir ve yasaklarından sakınan, kısaca Kur’an hükümlerini hayatına hâkim kılan bir insan Allah’ın boyası ile boyanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu tür insanlar övülmekte ve şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın boyası (ile boyanın). Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir! Biz ancak O’na kulluk ederiz.” 2593
Âyet-i kerimede tanımlanan Allah’ın boyası ile boyanmak, müslüman olduğunu iddiâ eden bütün insanların görevidir. Rasûlullah’ın Kur’an ahlâkıyla ahlâklandığı gibi, müslümanlar da, kendi iç dünyalarını, aile hayatını, toplum hayatını, kısaca bütün her yönlerini Kur’an ilkelerine göre şekillendirir, hayatlarını Kur’an’a uydururlarsa o zaman âyette tanımlanan mü’minler sınıfına dâhil olurlar. Zira Allah’ın boyası ile boyanmak “ancak O’na kulluk etmekle” mümkün olur. Yalnız Allah’a kulluk gerçekleşmediği sürece, Allah’ın boyası değil; kişilerin üzerinde başka ilâhların, başka güçlerin boyası vardır. Bir insan “müslümanım” dediği halde; onun giyimi, konuşması, yeme içmesi, başkalarıyla olan ilişkileri; dünyaya, hayata, ölüme, ölüm sonrası hayata bakışı kâfirlerinkinden farklı değilse, onun müslüman olduğu nereden anlaşılabilecektir? “Allah’ın boyasıyla boyandım” diyenin, dışarıdan bakıldığı anda müslüman olduğu anlaşılmalıdır. O kişi, her şeyiyle diğer insanlardan farklı bir müslüman olduğunu hissettirmelidir. Kişilerin şahsında geçerli olan bu kural, aile hayatında da kendini göstermesi gerekir. Karı-koca ilişkileri, anne-çocuk, baba-çocuk ve hatta akrabalar arası ilişkiler hangi dünya görüşüne, hangi kurallara göre yürütülüyor? O ailenin yaşantısı İslâm kurallarına göre mi, yoksa televizyon kültürüyle mi şekilleniyor? Evlenme, boşanma, miras hükümleri hangi hukuk kurallarına göre yürütülüyor? İslâm’ın mı, yoksa beşerî düşünce sistemlerinin günübirlik değişen medenî hukukuna göre mi? Bu aile yalnız ve yalnız Allah’a mı itaat ve ibâdet ediyor; yoksa başka güçlerin etkisinde mi yaşıyor?
Yine, insanların topluca yaşadıkları köyler, kasabalar, şehirler, ülkeler... Buralarda hangi kanunlar yürürlüktedir? Çarşı-pazar, okullar, hastahâneler, mahkemeler; ekonomi, siyaset, hukuk hangi kurallara göre işliyor? Allah’ın kitabı bu alanlarda söz sahibi mi? Ülkeyi idare eden meclisler, kendilerini kime karşı sorumlu sayıyorlar? Kendilerinin üzerinde bir Allah’ı kabul ediyorlar mı, etmiyorlar mı? Kiminle dostluk kuruluyor, düşmanlıklar kime karşı yürütülüyor? İşte bütün bu sorulara karşı verilecek cevap o toplumun hangi boya ile boyandığını, hangi rengi aldığını gösterir. Dilleriyle müslüman olduklarını söyleyenler, kendi hayatlarında, aile içerisinde, yaşadıkları toplumda İslâm’ın kurallarını yürürlüğe koymamışlarsa, henüz o kişi ve o toplum Allah’ın boyasıyla boyanamamış, gerçek müslüman olamamıştır. Kendi kalbini bu boya ile boyayan bir insanın bundan sonraki görevi; dış görünüşünü, tavırlarını da bu boya ile boyamaya çalışmak; sonra da içinde yaşadığı topluma yönelmektir. İnsan tek başına İslâm’ı
2591] el-Kâsanî, el-Bedâyi’, Beyrut 1394/1974, II, 45
2592] ez-Zühaylî, a.g.e., II, 876; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 544). (Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2593] 2/Bakara, 138
ALLAH (C. C.)
- 693 -
yaşayamaz; İslâm, toplum dinidir. İnsanın içinde bulunduğu toplum İslâm’a bağlı değilse, müslüman fert veya aile kendi dinlerini yaşamakta zorluk çekerler, hatta bunu başaramazlar. Onun için toplumun rengini kendi rengine uydurmak, Allah’ın dinini toplum içerisinde hâkim kılmak, müslümanın temel görevi, hatta müslüman kalabilmesinin vazgeçilmez şartıdır. Müslüman ıssız adaya çekilemeyeceğine göre; önce yaşayacağı çevreyi kendi inancı doğrultusunda şekillendirmekle yükümlüdür; yoksa inandığı gibi yaşayamaz. Allah’ın boyası ile yaşayabilmek için bulunduğu ortamı da o boya ile boyamak gerekir. 2594
Sıfat-ı İlâhiyye: (es-sıfatül-İlâhiyye); “Allah Teâlâ’nın sıfatları” veya “İlâhî sıfatlar” demektir. Allah Teâlâ, kemal sıfatların hepsiyle muttasıf olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve berîdir. Mümkin olan şeyleri yaratıp yaratmamak, Yüce Allah hakkında câizdir. Mümkinattan dilediğini yaratır, dilediğini de yaratmaz. Hadd-i zâtında Yüce Allah’ın kemal sıfatları sonsuzdur. Fakat öğrenip bilmemiz için İslâm âlimleri bunları başlıca 5 kısımda toplamışlardır:
1- Sıfat-ı Nefsiyye (Vücûd),
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzîhât),
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Meânî),
4- Esmâü’l-Hüsnâ’nın delâlet ettiği mânâlar ve sıfatlar,
5- Sıfat-ı Haberiyye.
1- Vücûd: Cenâb-ı Allah’ın hakkıyyetini ve varlığını gerektiren ve vücûd ile muttasıf olduğunu belirten bir sıfattır. Bazı Kelâm âlimleri Yüce Allah’ın vücûduna “sıfat-ı nefsiyye” demişlerdir. Ebûl-Hasenil-Eş’ari ve Ebûl-Hüseyin el-Basrî gibi bazı kelâmcılar da Yüce Allah’ın vücûdunu, zâtının aynı kabul ettikleri için sıfat saymamışlardır. Cenâb-ı Hak’ın vücûdu, bütün sıfatlarının aslı ve merciidir. Vücûdun zıddı olan Âdem (yokluk), onun hakkında muhaldir.
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzîhât): Bunlar Cenâb-ı Allah’tan her türlü noksanlığı nefy eden ve mahlûkata benzerliğini kaldıran sıfatlardır. Bu sıfatların, müslümanların bilmesi lazım gelen asılları beş tanedir.
a) Kıdem: Allah Teâlâ’nın varlığın ezelî olması, başlangıcı olmaması ve varlığına yokluğun sebkat etmemesidir. O’nun hakkında kıdem ve ezeliyyet vacib; bunun zıddı olan hudüs, muhaldir.
b) Beka : Allah Teâlâ’nın varlığının ebedî ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir. Kıdem ve Beka, Vâcib li-Zâtihi ve Vâcibül-Vücûd olan Allah Teâlâ’nın zorunlu özelliklerindendir. Fena ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Kıdem ve Beka’ya “sermediyyet”de denilir.
c) Vahdâniyyet: Allah Teâlâ’nın zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması, O’nun şeriki ve ortağı olmaması demektir. Yani, Yüce Allah, zat ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlik (yaratıcı) ve hakiki müessir O’dur. Yegâne ibâdete layık olan O’dur. O’ndan başka mabud, ibâdete layık başka bir zat ve nesne yoktur. Bunlardan birini kabul etmeyen, asla mü’min ve muvahhid olamaz.
d) Muhâlefetün li’l-havadis: Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarında hiç bir şey ve
2594] Fedakâr Kızmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varlığa benzememesidir. Başka şeyler mümkin, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fânîdirler. Cenâb-ı Hakk ise, Vacib li-zatihi (zatından dolayı varlığı zorunluğu), ihtiyaçsız, ezelî ve ebedîdir. Her şey O’na muhtaçtır. Yüce Allah, mümkin olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. “O’nun benzeri hiç bir şey yoktur. O, her şeyi işiten ve görendir.” 2595
e) Kıyam bi-zâtihî (Kıyam bi-nefsihî): Cenâb-ı Allah’ın varlığında ve varlığının devamında hiç bir şeye, zamana ve mekana muhtaç olmayarak zati ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olması demektir.
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Zâtiyye): Bu sıfatlara Sıfat-ı Zatiyye, (Sıfat-ı Me’ânî) ve Sıfat-ı İkrâm isimleri verilmiştir. Sıfat-ı Sübûtiyye, Yüce Allah’ın zâtı ile kaim olan ve O’nun zatına mukaddes bir manâ ilave eden zatî, vücûdî, sübûti ve hakiki sıfatlardır. Sadece itibari mefhûmlardan ibaret değildir. Ezelden beri Yüce Allah’ın muttasıf olduğu, O’ndan ayrılmayan ve onunla beraber mevcut bulunan sıfatlardır.
Selef âlimlerine göre, bizler Allah’ın sübûti sıfatlarına inanmakla mükellef olup, bunların hakikatını ve Zat-ı Bâri’ye zâid olup olmadığını bilmekle yükümlü değiliz. Ehl-i Sünnet-i Âmme dediğimiz halef âlimleri olan Eş’ariyye ve Matüridiyye’ye göre, bu sıfatlar, Allah Teâlâ’nın zatına zâid, hakiki ve vücûdî (O’nun zatı ile kaim olarak mevcut bulunan) sıfatlardır. Ehl-i Sünnet-i Âmme âlimleri Yüce Allah’ın bu sıfatlarını şu şekilde ispat ederler:
a- Kur’ân âyetleri ve hadislerle sâbittir ki Allah Teâlâ hayy, âlim, kadir, mürîd, semi’, basir, mütekellim ve hâlıktır. Böyle olduğunda filozoflar da dahil İslâm âlimlerinin hepsi ittifak etmişlerdir. “Hayy” demek, hayat sahibi demektir. “Âlim”, ilim sıfatı olan demektir. Hayatı olmadan hayy (diridir), ilmi olmadan âlimdir, kudretsiz kadirdir, demek mümkün değildir. O halde Hakk Teâlâ bu sıfatlarla muttasıftır.
b- Âlim, kadir kelimeleri, ism-i fâil ve mübâlağa siğası olarak fer’dir, birer mastardan müştaktırlar. Müştakk (türemiş) olan bu kelimelerin manâlarının Cenâb-ı Bâri’de sabit olması, bunların asıl olan masdarlarının (me’hazül-iştikaklarının) da sabit olmasını gerektirir. Çünkü fer’in sübutu, aslının da sübutunu lâzım kılar. Bir kimse âlim (bilen) olup da onda ilim (bilme) aslının olmaması muhaldir. Allah Teâlâ; âlim, mürid, kadir... olup da O’nda bilme, irade ve kudretin bulunmaması muhaldir.
c- Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın İlim ve Kudret sıfatlarını te’vile ihtimal bırakmayacak şekilde ispat etmektedir: “... Bilin ki Kur’ân Allah’ın ilmiyle indirilmiştir.” 2596; “Şüphesiz, asıl rızık veren, çetin kuvvet sahibi Allah’tır.” 2597
Mu’tezile, Allah’ın zatıyla kaim, zatına zait hakikî ve vücudî sıfatlarının mevcudiyetini reddeder. Yüce Allah’ın sıfat-ı sübûiyyesini es-sıfatül-maneviyye şeklinde kabul eder. es-Sıfatül-maneviyye Allah Teâlâ’nın hayy, âlim, murid, kadir, semi’, basir, hâlik ve mütekellim olmasıdır. Hâlbuki Ehl-i Siinnet-i Âmme’ye göre, es-sıfatul-maneviyye, Yüce Allah’ın zatıyla kaim hakiki sıfatların
2595] 42/Şûrâ, 11
2596] 11/Hûd, 14
2597] 51/Zâriyât, 58
ALLAH (C. C.)
- 695 -
neticesidir. Mu’tezile, Allah’ın zatıyla kaim sübuti sıfatları olduğunu reddetti. Çünkü, Allah’ın sıfatlarını kabul etmek, Allah’ın zatından başka teaddüd-i kudemayı (Kadimlerin çokluğunu) gerektirir, iddiasında bulundu. Bu konuda Mu’tezilenin gerekçeleri şöylece özetlenebilir:
a- Allah Teâlâ’nın zatıyla kaim, ona zaid hakiki mevcud sıfatları olsa, bunlar ya kadim olur ki, kadim olan bir şey ise kendi zatıyla kaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Bu takdirde sıfatların sayısına teaddüd-i kudemâ (kadimlerin çokluğu) lazım gelir. Kadimlerin çokluğunu kabul etmek ise tevhid inancına aykırıdır. Veyahut da sıfatlar hâdis olur. Sıfatların hâdis olması, Zat-ı Bâri’nin zâtı ile hâdis olan şeylerin kaim olması, batıl ve muhaldir.
b- Allah’ın zâtına zâid mevcud sıfatları olsa, Zat-ı Bâri’nin eksik olup başkalarıyla tamamlanmış (istikmâl bil-gayr) bulunması gerekir. Allah Teâlâ, zatıyla kâmil olup istikmâl bil-gayr’den münezzehtir. O halde Allah’ın zâtına zâid mevcut sıfatları yoktur. Allah, hayatı olmadan zatıyla hayy’dir. İlmi olmadan zatıyla âlimdir. Kudreti olmadan zatıyla kadirdir... Allah’ın bu sıfatları zatının aynıdır. Allah Teâlâ’nın zatının hayyiyet (dirilik), âlimiyyet, kaderiyyet... halleri vardır. Bu halle de itibâri olup vücud ile vasıflanmazlar derler. Ehl-i Sünnet-i Âmme, Mu’tezilenin sübutî sıfatlar hakkındaki bu görüşlerine şöyle cevap verirler: “Sıfatları, Allah’ın zatının aynı değildirler; ondan ayrılan gayrı da değildirler”.
Mefhum itibariyle sıfattan anlaşılan anlam, zattan anlaşılan anlamdan başkadır. Eğer sıfatları Zât-ı Bâri’nin aynı kabul edilirse:
a) Zât ve sıfatlar manâ bakımından birbirlerine karıştırılır. İlmin hayatın aynı; kudretin ilmin aynı olması gerekir. Böyle olunca, “Kudret Allah’ın zatıdır, Allah’ın zatı ilimdir, Allah’ın zâtı, iradedir, yaratmaktır” demek câiz olur. Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur.
b) Eğer sıfatları Zât-ı Bâri’nin aynı olsaydı, meselâ “ilim”; kadir, hayy, murid, vacibül-vücud, bu âlemin hâlıkı, mahlûkâtın mabudu ve her türlü kemal sıfatları ile muttasıf olması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Böylece zât ve sıfatları anlamada karışıklığa düşülürdü.
c) Sıfatlar Zâtullahın aynı olsaydı, hiç bir bürhana ihtiyaç duymadan, Allah’ın âlim, kadir, hayy, semi’ ve basîr olduğunu bilmemiz gerekirdi. Çünkü bir şeyin aynının kendisi olması zorunludur.
d) Allah Teâlâ’nın bu sıfatlardan (manâlardan) halî olması, onda noksanlık gerektireceğinden, bunlarla muttasıf olması zorunludur. Zâtullah, bil-icab (zorunlu olarak) kemalâtın menşeidir. Zât-ı Bâri, sıfatlarını gerektirir. Eğer, sıfatlar zatının dışından gelip Allah’a ilave olunsalardı; o zaman istikmal bil-gayr (Allah’ın başkasıyla kâmil olması) Iâzım gelirdi. Hâlbuki Yüce Allah, zorunlu olarak zatının gerektirdiği ve zatıyla kaim olan sıfatlarıyla tek ilâhtır.
Sıfat-ı Sübûtiyye, Allah’ın zâtının gayri de değil; O’nun zâtının muktezâsıdır. Birbirinin aynı olmayıp birbirlerinden başka bulunan iki şeye birbirlerinin gayridir (birbirlerinden başkadır) denilir. Biri diğeri olmayan ve birbirlerinden ayrılan şeyler, birbirlerinden başkadır. Sıfatları ise Allah’ın zatının ve bir sıfatı diğer sıfatının gayri değildir. Sıfatlar, vücud itibariyle Zat-ı Bâri ile birdirler. İki şeyin birbirlerinden ayrılması mümkin olursa, bunlar da birbirlerinin gayridir. Ayrılmak
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ya mekanda olur, iki cisim gibi; ya da baba oğul gibi zamanda olur. Veyahut da mevcud ve ma’dum (yok olmuş) varlık ve yokluk itibariyle olur. Bu şekillerde sıfatlar, Allah’ın zatının gayri olsa, sıfatların birden fazla vücudlarının olması ve dolayısıyla teaddüd-i Kudema (Zâtullah’tan ayrı kadimlerin bulunması) lâzım gelir. Bu ise batıldır. Sıfatı İlahiyyenin Zâtullah’tan ve birbirlerinden ayrılması ve başka şeylere hulûl etmesi ve yok olması asla mümkin değildir. Bir kimse “evde Zeyd’den başkası yoktur” der ise; kimse “evde Zeyd’den başka onun eli, kalbi, beyni de var mıdır?” demez. Gerçi Zeyd’den elinin, kalbinin... ayrılması mümkündür. Allah’tan sıfatlarının ayrılması asla câiz ve mümkin değildir. Hak Teâlâ’nın zatı sıfatsız, sıfatları da zatsız tasavvur edilemez. Allah zat ve sıfatlarıyla beraber tektir. Sıfatları vücudu Zat-ı Bâri’ye tâbi ve onunla kaim olan manalardır. 10 rakamı kendisinde bir adedi olmadan; 10 rakamının biri de 10 sayısından ayrı olarak tasavvur edilemez. 10’dan 1 veya iki ayrılınca o rakam 10 olmaz.
Doğrusu, Allah Teâlâ’nın bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna inanmak dinin gereklerindendir. Bunlarla nasıl muttasıf olduğunun bilgisi Allah Teâlâ’ya havale edilir. Şüphesiz, sıfatlarıyla nasıl muttasıf olduğunu ancak Hakk Teâlâ bilir.
Sıfat-ı Sübütiyye, Mâtürîdîlere göre, sekiz; Eş’arilere göre yedi’dir:
1- Hayat: Cenâb-ı Hak’ın bütün hayatların kaynağı olan ezelî ve ebedî, hakiki bir hayat ile muttasıf olmasıdır. O’nun hakkında bunun zıddı olan memat (ölü olmak) muhaldir.
2- İlim: Cenâb-ı Allah’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. O’nun hakkında bilgisizlik muhaldir.
3- Semî’: Allah’ın her şeyi işitmesi.
4- Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir.
4- İrâde: Allah Teâlâ’nın mecbur olmadan yaratacağı her mümkini istediği şekilde dilemesi ve her şeyde serbest irade ve ihtiyar sahibi olmasıdır. O’nun dilemesi olmadan hiç bir şey vukua gelmez.
3- Kudret: Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi (mümkini) yaratmaya ve yok etmeye gücünün yetmesidir. O’nun hakkında acz muhaldir.
7- Kelâm: Allah Teâlâ’nın zâtına mahsus kelâmı ve konuşmasıdır.
8- Tekvîn: Cenâb-ı Hakk’ın dilediği şeyleri yok iken yaratması, vücuda getirmesi, var olanları da yok etmesidir. Matüridilere göre, Tekvin sıfatı Yüce Allah’ın zatıyla kaim ezeli ve hakiki bir sıfattır. Terzik, tasvir, ihya, imate (öldürme), inma’ (büyütme) ve diğer bütün işlerin mercii (masdarı) tekvin sıfatıdır. Allahın var edeceği her şey ve iş bu sıfatın teallukuyla vücûda gelir.
Eş’arilere göre, Tekvin, diğer yedi sıfat gibi müstakil ve hakiki bir sıfat olmayıp Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı şeylere kudret sıfatının hâdis olan teallukunun ismidir. Tekvin, kudret sıfatına racidir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün işlerinin mercii, Kudret sıfatıdır. Allah her mümkini ezeli iradesi ve ilmine uygun olarak kudret sıfatıyla yaratır.
Bu sekiz sıfattan hayat, ilim, irade, kudret, tekvin nakil ile isbat edildiği gibi,
ALLAH (C. C.)
- 697 -
doğrudan doğruya akıl ile de isbat edilebilir. Diğerleri ise özellikle nakli delil ile isbat edilir. Sıfat-ı Sübûtiyyeden irâde, kudret ve tekvin, mümkinlere tealluk eder; vacib ve muhallere (mümteni’âta) tealluk etmez. Çünkü vacib, varlığı zatın muktezası olup ezelî ve ebedî olandır. Muhtaç olmayandır. Yaratılan her şeye hâdis (sonradan var edilmiş) ve varlığında ve varlığın devamında yaratıcısına muhtaç olur. Muhal vukuu aklen imkânsız ve çelişik olandır. Mesela; bir masa aynı anda iki yerde olmaz. Aynı masa aynı anda iki yerde olursa birin iki etmesi gerekir. Bir her zaman birdir; birin iki olması aklen muhaldir.
Hayat sıfatı bir şeye tealluk etmez. İlim ve Kelam sıfatları, vacib, mümkin ve muhallere tealluk eder. İlim, keşif ve açık olma yoluyla; Kelâm, delâlet yoluyla tealluk eder. Sem’ ve basar; mevcudâta yani işitilmek ve görülmek şanından olan şeylere tealluk eder.
4- Esmâü’l-Hüsnâ’nın delâlet ettiği sıfat ve mânâlar:
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde zikredilen el-esmâü’l-hüsnâ’nın2598 her biri, sıfat-ı İlâhiyeden birine delâlet eder. Esmâü’l-Hüsnâ’nın (Allah’ın güzel isimlerinin) çoğu, Allah’ın sıfat-ı selbiyye, sıfat-ı sübûtiyye ve fiili sıfatlarını açıklayıcı durumdadır.
Esmâü’l-Hüsnâ’nın bir kısmı da Yüce Allah’ın rububiyyet, azamet, celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Mesela, Rabb, Rahman, Rahim ve Malik (melik) O’nun rubûbiyyet sıfatlarını bildirir. Kuddüs, sıfat-ı selbiyyenin hepsine delâlet eder. el-Hakem, el-Adl, el-Hâlim, el-Azim, el-Gafur, eş-Şekur, el-Aliyy, Allah’ın celâl ve cemal sıfatlarına delâlet eder. Bunlardan bazısı sıfat-ı mütekabiledir (birbirlerine karşıt olanlardır). Rızâ, sehat, hubb ve buğz, afv ve intikam gibi... Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının her biri birer kemaldir. O’nun kemâlâtına nihâyet yoktur.
5- Haberî Sıfatlar:
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde zâhir mânâları ile Cenâb-ı Hak’ın, tenzih etme esası ile uyuşmayan birtakım sıfatlar vârid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatül-haberiyye (haberlerde vârid olan sıfatlar) denilmiştir.
Selef âlimleri, bu sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah’a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te’vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır. İmam Eş’arî ile İmam Mâturîdî bu konuda selefin yoluna uymuşlardır.
Haşeviyye (sahih, zayıf demeyip buldukları her hadisi alıp bunların zahirlerine bağlananlar) ile Şia’dan bazıları haberlerde varid olan bu lafızların zahirine tutunarak teşbih vadisine düştüler. İlk defa Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Sâlim el-Cevâlikî, Allah Teâlâ’yı insana benzeterek O’na insanların organları gibi bir takım organlar isnad edip Müşebbihe ve Mücessime mezhebini ihdâs ettiler. Kerramiye mezhebinin kurucusu Muhammed b. Kerram da Yüce Allah’ın Arş’ın üzerinde durduğunu ve Arş’a temas ettiğini söylemiştir.
Eş’ariyye ve Mâturîdiyye kelâmcılarının müteahhirîni “müslüman halk bu
2598] bk. Tirmizî, Deavât 83; Hakim, Müstedrek, I,16-17
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lafızların zâhirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer” korkusuyla haberî sıfatları mecaz mânâlarına hamlederek te’vil etmiş ve bunlara Cenâb-ı Hakk’ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat’idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek anlamım ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
Kur’ân-ı Kerimde geçen haberî sıfatlardan örnekler ve müteahhirine göre anlamları:
1- İstivâ’: “Rahman olan Allah Arş üzerine istivâ etmiştir.”2599 İstivâ’ya kalır, galebe, istilâ, hüküm, idâresi ve tedbiri altına alma, tasarruf, ulûvv (yücelik) anlamı vermişlerdir.
2- Yed, Yedeyn: Kudret, nimet, teşrif. “Allah şöyle demişti: ‘Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?!” 2600
3- Vech: Zât, vücûd. 2601
4- Kabza: Kudret, mülk, tasarruf. 2602
5- Yemîn: Tastamam kudret ve kuvvet. 2603
6- Ayn, A’yün: Basar sıfatına ircâ’ olunur.2604 Nezâret, gözetim, bakım demektir. Muhâfaza ve yardım etmeyi de ifâde eder.
7- Cenb: Türkçede, yan ve kat anlamına gelen bu kelimeyi emir ve tâat olarak yorumlamışlardır: “Her bir nefsin, ‘Allah cenbinde (katında) işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret ve nedâmetime’ diyeceği...” 2605
8- İstihyâ: Türkçede utanmak anlamına gelen bu kelimeye; terk etmek, çekinmek, sakınmak (istinkâf) anlamını vermişlerdir: “Gerçekte Allah, bir sivri sineği ve bunun üstündekini (büyüğünü) mesel (ve misal) getirmekten çekinmez...” 2606
9- İtyân ve Meci’: Bu kelimelerin mahlûkat hakkındaki gelmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamlarından Cenâb-ı Hak münezzehtir. “Ve câe Rabbüke: Rabbin(in emri) geldi.”2607; “En ye’tiye-hümullahü: Onlara Allah’ın (âyeti ve azâbının) gelmesi.” 2608
Cenâb-ı Hak, büyüklüğünü ve kemallerinin sonsuzluğunu kullarına anlatıp tanıtmak ve onların anlamlarını kolaylaştırmak için Kitab-ı Kerim’inde bu kelimeleri mecaz olarak kullanmıştır. Yoksa Cenâb-ı Allah, haberî sıfatlardaki geçen bu kelimelerin mahlukâtı hakkında geçerli olan mânâlarından münezzehtir. 2609
2599] 20/Tâhâ, 5
2600] 38/Sâd, 75
2601] bk. 55/Rahmân, 27
2602] bk. 39/Zümer, 67
2603] bk. 39/Zümer, 67
2604] bk. 20/Tâ-Hâ, 39; 11/Hûd, 37
2605] 39/Zümer, 56
2606] 2/Bakara, 26
2607] 89/Fecr, 22
2608] 2/Bakara, 210
2609] Sa’deddin et-Taftâzânî, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 61-79, 108-111; Şerhul-Akaid, İstanbul 1310, s. 65-84; es-Seyyidü’ş-Şerif el-Cürcânî, Şerhul-Mevakıf, İstanbul 1239,
ALLAH (C. C.)
- 699 -
Sıfat-ı Selbiyye: Yüce Allah’ın zâtına ve varlığına yakışmayan, o yüce zât hakkında mümteni’ (imkansız) olan vasıflar. Zaten “selbetmek”; kaldırmak, uzaklaştırmak, tenzih etmek anlamındadır. İşte bu sebeble Yüce Allah’ın zâtî ve sübûtî sıfatlarının zıdlarına “sıfât-ı selbiyye” denmiştir ki; bunlar, Yüce Allah’ın zâtına mümteni’ olan, yaraşmayan sıfatlardır. Başka bir deyişle Cenâb-ı Hakk, bu çeşit zıt sıfatlarla, yaratıklara mahsus olan bu olumsuz özelliklerle muttasıf değildir. Bu yüzden sıfât-ı selbiyye denmiştir ki; şâyet böyle bir sıfat verilmemesi düşünülmüş ise, bu vasıf O’ndan selbedilsin, yani bu özellik O’nun Yüce zâtından kaldırılsın. İşte bunun için sıfât-ı selbiyyeye “Tenzihât” da denir. Bunun anlamı, “bütün bu olumsuz özelliklerden, noksanlık ve eksikliklerden Yüce Allah “berîdir, uzaktır” demektir.
Sıfât-ı selbiyye veya Yüce Allah’ın zâtından selbedilen hususlar, sıfât-ı zâtiyye ve sıfât-ı sübûtiyye başlıkları altında sayılan on dört sıfatın zıdlarıdır. Bunlar şunlardır:
1. Adem (yokluk); 2. Hudûs (sonradan varolmak, öncesinde yokluk bulunmak); 3. Fenâ (varlığının sonu olmak, belli bir süre sonra yok olup gitmek); 4. Teaddüt (birden fazla olmak, eşi, ortağı, yardımcıları olmak); 5. Müşâbehet (sonradan yaratılmış bir şeye benzemek, benzeri ve dengi olmak); 6. Başkasına muhtaç olmak, kendi kendine var olamamak; 7. Ölü veya cansız olmak; 8. Câhil (bilgisiz, ilimsiz) olmak; 9. İradesiz olmak, bir şeyi bir başka şeye tercih edememek; 10. Âciz (gücü yetmez) olmak; 11. Görmemek, kör olmak; 12. İşitmemek, sağır olmak;13. Konuşamamak, dilsiz olmak; 14. Yaratmamak, hiç bir şeyi var edip icad edememek.
Görüldüğü gibi bu selbî sıfatları, “Yüce Allah şu değildir, bu değildir” şeklinde daha da çoğaltmak mümkündür. Zira bu tarzda bazı hususları Cenâb-ı Hak’tan selbetmekle (kaldırmakla), O’nun Zâtına ve vâcib olan sıfatlarına hiç bir şekilde zarar gelmez. Bununla beraber sıfatlar hususunda İslâm âlimleri şu tarzda ittifak etmişlerdir:
Şâyet isim ve sıfat tesbit etmeye dinen izin verilmiş ise, yani Kur’ân ve hadislerde bu sıfat ve isimlere açıkça işaret eden lafızlar var ise; Yüce Allah’a isim ve sıfat tesbit etmek câizdir. Şâyet bu konuda bir yasaklama varsa, yani isim ve sıfat tesbit etmeyi yasaklayan bir âyet veya hadis varsa; Cenâb-ı Hak için isim ve sıfat tesbit etmek câiz değildir. Eğer ne izin ne de yasaklama hususunda bir âyet veya hadis yoksa; değişik görüşler ileri sürülmüş ise de, kabule şâyan olan görüşe göre, isim ve sıfat verilmesine müsaade edilmemiştir.
İşte sıfât-ı selbiyye denilen bu olumsuz özellikler, Yüce Allah’ın zâtından kaldırıldığı için, “tenzîhât” olarak değerlendirilmiş ve sıfat olarak kabul edilmemiştir. Zira Cenâb-ı Hak, akıl ve hayâle gelen ve gelebilecek olan her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzeh, bütün kemâl (yetkin) sıfatlarla ve özelliklerle muttasıftır. 2610s. 147, 471-479; İmam Zeyneddin Mer’î, Ekavilü’s-Sikat Te’vilül-Esma-i ve’s-Sıfat, Beyrut 1406/1985; Ahmet Asım, Merhu’f-Meâli Şerhul-Emali, İstanbul 1304; Abdüllatif Harput, Tenkihul Kelam, Abdüsselam, b. İbrahim el-Lakkanî, Şerh-ü Cevherati’t-Tevhid; İzmirli İsmail Nakkı, Yeni İlm-i Kelam; Şehristanî, el-Milel ve’n Nihal; Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2610] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sıfat-ı Sübûtiyye: Yüce Allah’ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur’an âyetleriyle sabit oldukları ve bu âyetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah’ın zatında isbat edilmiş olduğu için, “sübutî sıfatlar” diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah’ın zatıyla kaimdir. O’nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübûtiyye şunlardır:
1. Hayat Sıfatı: Yüce Allah’ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni’dir. Allahu Teâlâ’nın bu sıfatına işaret eden pek çok âyet vardır. Meselâ: “Ölümsüz, diri olan Allah’a güven ve O’nu tesbih et!...” diye buyurulmaktadır. 2611
Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Teâlâ’dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah’ın yaratmasıyladır. Hâlbuki Yüce. Allah’ın “Hayat” sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah’ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki “hayat” sıfatıdır.
2. İlim Sıfatı: Allahu Teâlâ’nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O’nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O’nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O’nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok âyet-i kerime vardır: “İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir...” 2612
Şu halde Allah’ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O’na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah’ın bilgisi dâhilindedir. O’nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.
3. İrâde Sıfatı: Yüce Allah’ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O’nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O’nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O’nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hak’ın “irâde” sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O’nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.
Bu anlamda Yüce Allah’ın irâdesini iki şekilde anlamak kabildir:
a) Tekvinî (kevnî) irâde: Bu iradeye “meşiyyet” de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku
2611] 25/Furkan, 58
2612] 3/Al-i İmrân, 29
ALLAH (C. C.)
- 701 -
bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece ‘ol!’ demektir ve o hemen oluverir.” 2613
b) Teşrîî (dinî) irâde: Bu irâde Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve rızâsı demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; “...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez.”2614 buyuruyor. Bunun anlamı “şâyet siz kullar, Allah’ın rızâ ve muhabbetinin hilâfına zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızâsı yoktur” demektir.
4. Kudret Sıfatı: Allah Teâlâ’nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O’nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; “Muhakkak ki, Allah her şeye kaadirdir, gücü yetendir.” 2615 buyurmaktadır.
5. Basar Sıfatı: Cenâb-ı Hak’ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar olmaksızın her şeyi görür. O’nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah’ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O’nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler: Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ’nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet yer almaktadır. Meselâ; 2/Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır: “...Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür.”
6. Semî’ Sıfatı: Yüce Allah’ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teâlâ’nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara, vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; 4/Nisâ sûresi 134. âyet meâlen şöyle nihâyet bulur: “...Allah işitir ve görür.”
7. Kelâm Sıfatı: Yüce Allah’ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın “Kelâm” sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib olan sıfattır. O’nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını
2613] 16/Nahl, 40
2614] 2/Bakara, 85
2615] 2/Bakara, 20
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. Yüce Allah’ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu “kelâm” sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hak’ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenâb-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: “Allah Mûsâ’ya hitabetti” veya “Allah, Mûsâ’ya da hitab ile konuştu.”2616; “...Onlardan Allah’ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardır...” 2617
8. Tekvîn Sıfatı: Allah Teâlâ’nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah’ın bu sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O’nun yüce zâtıyla kaim ve O’nun hakkında vâcib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irâde sıfatının muktezasına göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu, sadece o şeye ‘ol!’ demektir ve o hemen oluverir.” 2618 İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce Allah’tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, “İrade” sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.
Yüce Allah’ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının bütün bu tealluklarına “sıfât-ı fiiliyye” de denir.
Allah Teâlâ’nın yüce zatına mahsustur. O’nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, âyetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O’nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O’nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O’nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur. O’nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O’nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O’nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur’ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O’na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O’nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O’nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O’nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir. 2619
2616] 4/Nisâ, 164
2617] 2/Bakara, 253
2618] 36/Yâsin, 82
2619] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi
ALLAH (C. C.)
- 703 -
Sıfat-ı Zâtiyye: Yüce Allah’ın zâtı için vâcib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir. Diğer bir tabirle “zâtî veya nefsî sıfatlar” da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah’ın varlığını ve hakikatını anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde Allahu Teâlâ’nın yüce zâtını ve varlığını O’na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımın da o nisbette kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah’ın kendine mahsus bir zâtı vardır ve bu zâtının gereği olan, bu zâtdan ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına “Zâtî sıfatlar” , bir kısmına da “sübûtî sıfatlar” denir.
Zâtî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ’nın hakikatini ortaya koyan sıfatlardır. Bu sıfatlar Yüce Allah’ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece Allah’ın yüce zâtına mahsus oldukları için zâtî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkânsızdır.
“Sıfât-ı Zâtiyye” denilen bu zâtî sıfatlar şunlardır:
1. Vücûd Sıfatı: Yüce Allah’ın mevcudiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlerimize göre, asıl zatî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah’ın mevcudiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah’ın varlığına, mevcudiyetine işaret eden pek çok âyet-i kerime Kur’ânda mevcuttur. Bunlardan birisi olan Haşr sûresinin 22. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilah olmayan, ancak kendisi var olan Allah’dır.”
Allah Teâlâ’nın varlığı, mevcûdiyeti kendi zâtının gereğidir. O’nun yüce zatı, yaratıklarda olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zatı ite vardır, kendi zatıyla kâimdir, varlığı için bir başkasına muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.
2. Kıdem Sıfatı: “Yüce Allah’ın varlığının evveli ve başlangıcının olmaması” demektir. O, ezelidir; O’nun var olmadığı bir an bile düşünülemez. Varlığı, zâtının gereği olan Yüce Allah’ın bu varlığının ezelî olması, evveli ve sonunun olmaması vâcibtir. Varlığında başlangıç ve sonu olanlar, ancak yaratıklardır. Allah’ın kıdem sıfatına bir âyette açık şekilde şöyle işaret edilmektedir: “O, her Şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O, her şeyi bilir.” 2620
3. Bekaa sıfatı: “Allah Teâlâ’nın varlığının sonu, bitiş noktası yoktur” demektir. O, ebedîdir, yani onun mevcudiyeti, varlığı sonsuzca devam edip gitmektedir. Bu sıfat dahi sadece onun yüce zâtına mahsus bir sıfattır, çünkü bütün yaratıklar sonludur, bir gün hayatları son bulacaktır. İşte bu gerçek, Kur’an’da meâlen şöyle beyan buyurulmuştur: “Yer yüzünde bulunan her şey fânidir (sonludur); ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bâkidir.” 2621
4. Vahdâniyet Sıfatı: Yüce Allahın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olması demektir. O’nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; bir ve tek’tir.
112/İhlâs Sûresi, Cenâb-ı Hak’ın bu sıfatını açık bir üslûpla ortaya koymaktadır: Hz. Peygambere hitaben; “De ki, Allah bir tektir; Allah hiç bir şeye muhtaç
2620] 57/Hadîd, 3
2621] 55/Rahmân, 26-27
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir, O baba da değildir, oğul da değildir, hiçbir şey O na denk değildir.”
Her şeyi yaratan Allah Teâlâ olduğu için, O işlerinde, fiillerinde de tektir. O’nun hiç bir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbadete lâyık yegâne tek mabut, Allah’tır. İşte “Vahdâniyet” sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehadiyet) olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan uzak (münezzeh) bir varlıktır.
5. Muhâlefetün lil-Havâdis Sıfatı: Yüce Allah’ın sonradan olanlara, sonradan yaratılmış olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah’ın benzeri hiç bir şey yoktur. O’na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O’nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O’nun yüce zatına mahsustur. Bu sıfata şu âyette. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur: “O’nun benzeri hiç birşey yoktur, O işitendir, görendir.” 2622
6. Kıyam bi-nefsihî (bi-zâtihî): “Yüce Allah’ın varlığı veya mevcudiyeti bir başkasına muhtac değildir; aksine varlığı kendi zâtındandır” demektir. Bütün yaradılmışlar (mahlukât), var olmada ve varlığını devam ettirmede Cenâb-ı Hak’a muhtaçtır. Hâlbuki Yüce Allah hiç bir şeye muhtac ve bağımlı değildir, O Azîz ve Sameddir, yani hiç bir şeye ihtiyacı yoktur; kâinattaki her şey O’na muhtaçtır. Bu sıfata da Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetlerinde işaret edilmektedir. Meselâ; 3/Âl-i İmrân Sûresinin 2. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah, O’ndan başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kâim (var) olandır.”
Vâcibu’l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah’ın zatı düşünüldüğü zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani mevcudiyet ve sıfatlar O’ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah’tır. 2623
Tenzîhî Sıfatlar: Cenâb-ı Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ve mahlukatına benzemekten beri olduğunu ifade eden itibarî sıfatlar. Bu sıfatlar, sıfat-ı sübûtiyye gibi hakiki, vücûdî ve Cenâb-ı Hakk’ın zatıyla kaim manalar olmayıp O’nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu ifâde etmeye yarayan tabir ve kavramlardır. Tenzîhî sıfatlara, es-Sıfâtü’s-Selbiyye, es-Sıfâtü’t-Tenzîhiyye ve tenzihât da denilir .
Tenzîhî sıfatlar, Allah Teâlâ’dan, O’nun zatına lâyık olmayan ihtiyaç, hudûs, imkân ve başkasına benzemek gibi her türlü noksanlığı selbettiği, yani nefy edip kaldırdığı için es-Sıfâtü’s-Selbiyye diye de isimlendirilir.
Cenâb-ı Allah’ı noksanlıktan tenzih eden sıfatlar sayılamayacak kadar çoktur. Mütekellimîn, Kur’ân-ı Kerîm’den istifade ederek bunları beş esasta toplamıştır.
1- Kıdem: Allah Teâlâ’nın varlığının başlangıcı olmaması, ezeli olması demektir. Onun hakkında kıdem ve ezeliyyet vâcib (zorunlu) ve bunun zıddı olan hudûs muhaldir.
2622] 42/Şûrâ, 11
2623] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 705 -
2- Bekaa: Allah Teâlâ’nın varlığının ebedi ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir. Kıdem ve Bekâ, vacib lizatihî ve vacibü’l-vucûd olan Allah’ın zorunlu özelliklerindendir. Fenâ ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
3- Muhâlefetun li’l-havâdis: Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarında hiçbir şeye benzememesidir. Başka şeyler mümkün, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fanidirler. Cenâb-ı Hakk ise vacib lizatihî (zatından dolayı varlığı zorunlu) ihtiyaçsız, ezeli ve ebedîdir. Her şey O’na muhtaçtır. Yüce Allah mümkün olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. Şöyle ki, Allah Teâlâ, cisim özelliği olan şekil ve sûretlerden münezzehtir. Çünkü şekilli ve sûretli olan şeyler nihâyetlidir, hudutludur, ölçülebilir. Cenâb-ı Allah ise mahdud ve muayyen olmadığı gibi sonlu da değildir. O’nun cinsi ve nev’i yoktur Allah Teâlâ, eşyanın özelliklerinden renk, koku, tad, sıcakIık, soğukluk, ıslaklık, kuruluk, sertlik, yumuşaklık, gevşeklik gibi keyfiyet ve vasıflarla vasıflanmaktan da münezzehtir. Bütün âlimler, O’nun hissî lezzetler, kin, hüzün, korku, sevinç ve bunların benzeri gibi nefsanî keyfiyetler ile de vasıflanmadığında ittifak etmişlerdir. Özetle, Allah Teâlâ’ya zâtında benzeyen veya O’nun zatının yerini tutan hiçbir şey olmadığı gibi, O’nun sıfatlarını veya bunların bir kısmını taşıyan ve sıfatlarının yerini tutan hiçbir şey de yoktur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O her şeyi işîtici ve görücüdür.” 2624
4- Kıyam bi-zâtihî (Kıyâm bi-nefsihî): Cenâb-ı Allah’ın, varlığında ve varlığının devamında hiçbir şeye, zamana ve mekâna muhtaç olmayarak zâtı ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olması demektir. Şöyle ki, Cenâb-ı Allah âraz değildir.
Çünkü âraz, renk, koku ve tad gibi bizatihi kaim olmayıp varlığında kendisini taşıyan bir cisme ve mekâna ihtiyaç duyandır. İhtiyaç ise hudûs ve imkân âlametidir. Araz bakî değildir. Cenâb-ı Hakk ise vacibü’l-vücûd olup varlığında ihtiyaçsız, ezelî ve ebedidir. Allah, cisim olmadığı gibi cisimlerden bir cüz ve parça da değildir. Cisimler atomlardan mürekkeptir ve atomlarına muhtaçtır. Cisimler ve atomlar boşlukta yer tutarlar. Cenâb-ı Bârî ise cüz ve atomlardan mürekkeb olmadığı gibi mekândan da münezzehtir. Yüce Allah eşyaya hülûl etmekten ve eşyanın içine nüfuz edip girmekten de münezzehtir. Çünkü bu takdirde Allah’ın zâtı, eşyanın mahiyeti ile birleşmiş olur. Allah vâcibtir. Eşya mümkündür. Vâcible mümkinin birleşmesi çelişik ve batıl olur. Başka bir açıdan Allah’ın başka bir şeyle birleşmesi de muhaldir. Çünkü birleşme halinde iki varlık bâki kalırsa, Allah bir olduğu halde iki olur veya iki parça olur. Eğer ikisi de mahiyetlerini kaybederek yok olur ve başka bir şey ortaya çıkarsa, bu da muhaldir. Çünkü Allah’ın zat ve sıfatları değişmez. Biri yok olup diğeri bakî kalırsa, yine birleşmemişlerdir. Bakî olan yok olanla birleşmez. Allah’la âlemin bir olduğunu, yani Allah’tan başka âlem, ve âlemden başka Allah olmadığını iddia eden Pantheisme görüşü batıldır. Alem fanidir ve varlığında Allah’a muhtaçtır. Allah varlığında âleme muhtaç değildir. O zeval bulmayan bâkidir.
Yüce Allah bir yere girse, girdiği yer ve eşya ile sınırlanmış ve mekân tutmuş olur. Onun mekâna ihtiyacı yoktur. Zaman da böyledir. O’nun üzerinde zamanda cârî olmaz. Mekân ve zaman yokken O’nun yaratması ile meydana gelmişlerdir. O, zaman ve mekân üstüdür.
2624] 42/Şûrâ, 33
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Vahdâniyet: Allah Teâlâ’nın, zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması; ortağı, benzeri olmaması demektir. Yani yüce Allah zât ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlık (yaratıcı) ve hakiki müessir O’dur. O’ndan başka ma’bûd, ibâdete lâyık olan başka bir zat ve nesne yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetleri ile bir kısım hadislerde Allah’ın tenzihî sıfatları ile uyuşmayan vech, yed, ayn, mecî’ (gelmek) ve istivâ gibi (Bk. Sıfat-ı İlâhîyye) müteşabih bazı sözler vârid olmuştur. Haşeviyye (nasların sadece zahirine bağlananlar), müşebbihe ve mücessime’nin, bu âyet ve hadislerle istidlâl ederek Cenâb-ı Hak’a, yön, cisimlik, organlar, şekil ve sûret isnâd etmeleri, duyularla hissedilmeyen ve müşahede edilemeyen Allah Teâlâ üzerine duyularla hissedilen eşyanın hükümlerini vermektir ki bunun batıllığı çok açıktır.
Selef-i sâlihîn, kat’i delillerle Yüce Allah’ın noksanlıklardan, hudûs, acz, ihtiyaç ve imkân alâmetlerinden münezzeh olduğunu ve O’nun hiçbir şekilde mahlûkatına benzemeyeceğini bildikleri için, bu müteşabih sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz, temsilsiz ve keyfiyetinin nasıl olduklarını Allah’a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında yanlış yoruma düşme korkusuyla te’vile gitmemişlerdir. Kelâmcıların müteahhirîni ise, câhillerini önlemek için bu haberî sıfatlar denilen muteşabih sözleri, O’nun tenzihi sıfatlarına uygun bir şekilde te’vil etmişlerdir. 2625 (Bk. Sıfât-ı İlâhîyye)
Sünnetullah: Allah’ın sünneti, kanunu demektir. Lügatte “yol” mânâsına gelen sünnet, “Allah” adıyla birlikte kullanıldığında, Allah’ın kâinatı idâre ederken koyduğu kurallar; Cenâb-ı Allah’ın yaratıkları hakkındaki hüküm ve âdetleri anlamına gelir.
Kâinatta meydana gelen olaylar Allah’ın koyduğu birtakım kurallara, kanunlara tâbidir; her şeyde bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Evrenin yaratılışından kıyâmet kopuncaya kadar tabiat olayları bu kanunlara bağlı olarak gerçekleşir. Meselâ, neslin devamı erkek ve dişi canlının birleşmesi sonucunda oluşan döllenme ile sağlanır. Her canlı doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ateş yakıcıdır; su ise söndürücü. Suyun kaldırma kuvveti; yerin çekim gücü vardır. Yağmurun yağması için suyun buharlaşıp bulut haline gelmesi zorunludur... Kâinatta insanlar tarafından alışılmış ne kadar tabiat kanunu varsa bunların hepsi Allah’ın kâinatı yaratırken koyduğu kurallardır; normal şartlarda değişmez. Ancak, bu İlâhî kanunlar eşyanın zorunlu bir neticesi olmadığından dolayı Allah dilerse insanların alışageldikleri tabiat olaylarının dışında bazı hârikulâde olayları da meydana getirmeye kaadirdir.
İkisi kulların te’dib ve salâhı ile ilgili olmak üzere sünnetullah üç kısımdır:
1- Gönderilen peygamberlerin bölgesinde peygamberliklerine delâlet eden mûcizeleri gördüğü halde inad edip bir türlü inanmayan ve peygamberleri yalanlayan kavimlerin helâk edilmesi sünnetullahtır. Peygamberlerin doğruluklarına delâlet eden beyyine ve mûcizelerini gördükten sonra halkın bir kısmı onlara inanırlar. İman edenlerden sonra geriye ıslâhı mümkün olmayan kalpleri katılaşmış, inatçı, bozguncu ve şerli insanlar kalır. İşte o zaman onlara helâk âyetleri gösterilir. Her zaman peygamberlerini yalanlayan inatçı, zâlim kimse ve milletleri Allah Teâlâ cezâlandırmak için helâk etmiştir. Kur’ân’da da anlatılan sünnetullah
2625] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi
ALLAH (C. C.)
- 707 -
ve sünnetül-evvelîn’in ifâde ettiği mânâ budur. “Çünkü onlar yeryüzünde büyüklenmek, fenâ ve hileli tuzaklar kurmak istiyorlar. Hâlbuki kötü düzen ona ehil olandan başkasını sormaz. Onlar, daha evvelki ümmetler hakkında cârî olan kanundan başkasını mı bekliyorlar? Sen Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın, sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik de bulamazsın.”2626 Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah’ın bu sünneti hakkında “Ümmetler peygamberleri yalanladıkları ve emrine âsî oldukları zaman, Allah onları helâk etmek sûretiyle peygamberlerinin gözünü aydınlatıp memnun eder“buyurmuştur. 2627
2- “Allah, kendilerindeki güzel şeyleri (ahlâkı) bozup değiştirmedikçe bir kavme verdiği şeyleri (nimetleri) değiştirip almaz. (Güzel ahlâkını bozması sebebiyle) bir kavme fenâlık dileyince, artık onun reddine bir çare yoktur. Onlar için Allah’tan başka hiç bir velî ve yardımcı da yoktur.”2628 âyetinin hükmü gereği, İlâhî sünnet ve âdeti şöyle ifade etmek mümkündür: Allah Teâlâ bir topluma iman, güzel ahlâk, amel ve sa’y ü gayret gibi nefislerindeki kemâlât sebebiyle verdiği nimetlerin değiştirilip alınmasını, yine ahlâksızlık, küfür, gayretsizlik ve ciddiyetsizlik gibi kötü halleri kazanmasına bağlamıştır. “el-Hükmü li’l-ekser”. Bir millet hakkında Allah’ın hükmü çoğunluğun iyi veya kötü olmasına bağlıdır. İyiler çoğunlukta olursa, iyilik, âfiyet ve diğer güzel haller husûle gelir; kötüler çoğunlukta olursa, fitne, musîbet, düşman tasallutu ve hezimetler gibi fenâlıklar meydana gelir ve pek çok nimet elden gider. Göz göre göre pek çok fırsatlar kaçırılır. Yarıdan az iyilerin bulunması yetmez. Kurunun yanı sıra yaş da yanar.
İman, amel, ahlâk gibi nefislerindeki kemâlâta bağlı olmadan bazı toplumlara verilip alınan nimetler, bu konunun dışındadır.
3- Yüce Allah, atomlardan yıldız, gezegen ve göklerin durum ve hareketlerine kadar birtakım kanunlar koymuştur: “Böylece onları yedi gök olarak iki günde (devirde) var etti ve her göğe içini (kanununu) emretti (yerleştirdi)...” 2629 Bu kanunlar, eşya ve olaylar arasındaki sâbit nispetlerdir. İlmi çalışmaları esnâsında, insanlar, bunların bir kısmını gözlemleyerek formüle etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bunlara ilimde, değişmez münâsebetler denir. Fizik, Kimya ve Biyoloji kanunları gibi. Bu kanunlar, zorunlu olmayıp mümkün ve hâdistirler; kıyâmete kadar değişmezler. Meselâ, Allah Teâlâ, dünyada canlıları yaratmış, sonra bunları tekrar tekrar yaratmayı (canlıların cinslerinin devamını) tohum hücrelerine bağlamıştır. Her canlı cinsinin tohumundan o canlı cinsine ait fertler vücûda getirilir. Buğdaydan buğday biter, arpa bitmez. Koyundan koyun doğar, kurt doğmaz. Fakat her canlı cinsinin tohum hücrelerine o canlının planını koyan ve bundan canlıyı yaratan Allah’tır.
Tabiat kanunları (eşya hakkındaki sünnetullah) eşyanın özünden gelen ne bir emir, ne de müstakil olan bir kuvvettir. Çünkü atomlar ve bunlardan meydana gelen eşya ve canlıların vücudunda malzeme olarak kullanılan elementler; cansız, şuursuz, akılsız, âtıl ve dağılıp saçılan şeylerdir.2630 Eşya üzerindeki bu kanunların değişmezliği kendi zatlarından gelmeyip bunları yaratıp koyan böyle
2626] 35/Fâtır, 43
2627] Müslim, Fadâil, 81
2628] 13/Ra’d, 11
2629] 41/Fussılet, 12
2630] 16/Nahl, 20-21
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istediği için bir müddet sâbittirler. Bunlar, Allah’ın irâdesi ve emri altındadırlar. Allah dilerse, bunları değiştirir, yerine başkalarını koyar. Nasıl ki bir otomobilin yapılış ve işleyişi akıllı bir yapıcıya muhtaçsa; kâinatın düzenli işleyiş ve hareketleri de şuurlu ve bilgili bir yaratıcıya muhtaçtır. Otomobilin yapıcısı isterse, onun hızını artırmak gibi işleyiş tarzında değişikliği yapabilir veya onun hızını durdurabilir. Kâinata işleyiş düzenini veren zat da isterse onun bu düzenini değiştirebilir ve tekrar da ona eski nizamını verebilir.
Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey mümkündür. Mümkün; varlığı ve yokluğu zâtının muktezâsı (özünün gereği) olmayan, varlığı da yokluğu da eşit bulunan, var olması ve devam etmesi için mutlaka bir sebep ve yaratıcıya muhtaç olan şey, kanun ve olaydır. Mümkün, şöyle de târif edilebilir: Akılda, öznesi ile yüklemi arasında çelişiklik bulunmayan bir fikir ve tasavvurdur ki, hâriçte buna tekabül edecek varlığı için mutlaka bir sebep ve yaratıcıya muhtaç olur. Bu yaratıcı da varlığı mümkün olmayıp vâcib bi-zâtihî (zâtından dolayı zorunlu) olan ve varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’tır.
Mümkinler hâriçte var olmaları itibarıyla ikiye ayrılır.
1- Âdî Mümkin: Allah’ın tabiata koyduğu kanunlar (sünnetullah) gereğince vukua gelen eşya ve olaylardır. Bunlar, tabiata konulmuş vesile, sebep ve kanunlar muvâcehesince vukua gelirler. Yer çekimine bağlı olarak taşın düşmesi, koyundan arslanın doğmaması gibi. Bunlara tabiî veya tecrübî imkân ile mümkindir, denir.
2- Gayr-i Âdi Mümkin: Tabiat kanunlarına (Allah’ın normal eşya ve olaylardaki sünnetine) aykırı olarak nâdiren vukua gelen mümkinlerdir. Mûcize ve kerâmetler gibi.
Her mümkin olân şeyi -ne kadar büyük, yapılışı ince ve kompleks de olsa- Allah Teâlâ yaratmaya kadirdir. Yüce Allah, gönderdiği peygamberlerinin elinde -onların elçileri olduğuna delâlet etmek üzere- tabiata koyduğu kanunlarını bir an için değiştirerek alâmetler (mûcizeler) de yaratmıştır.
Bütün bunların dışında Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Allah’ın birçok sünneti zikredilmiştir:
“Onun yanında her şey bir ölçü iledir.”2631; “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”2632; “Senden önce hiç bir insana ebedî yaşama vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar? Her nefis ölümü tadacaktır... ve sonunda bize döndürüleceksiniz.”2633; “Senden önce de şehirler halkından yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik.” 2634; “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir yörüngede yüzmektedirler.” 2635; Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben onlara yakınım. Duâ eden Bana duâ ettiği zaman onun duâsına karşılık veririm.”2636; “Tevbe edip durumlarını düzeltenleri, gerçeği açıklayanları
2631] 13/Ra’d, 8
2632] 13/Ra’d, 11
2633] 21/Enbiyâ, 34-35
2634] 12/Yusuf, 109
2635] 36/Yâsin, 40
2636] 2/Bakara, 186
ALLAH (C. C.)
- 709 -
bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul edenim, çok merhamet edenim.”2637; “Siz şükreder, iman ederseniz Allah size azab edip ne yapacak! Allah şükrün karşılığını veren, (her şeyi) bilendir.”2638; “Yoksa siz sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki; nihâyet Peygamber ve onunla birlikte iman edenler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.”2639; “Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azab edecek değiliz.”2640; “Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı; sonra bir koruyucu da bir yardımcı da bulamazlardı. Bu, Allah’ın öteden beri süregelen yasasıdır; Allah’ın yasasında (sünnetullah’ta) bir değişiklik bulamazsın.” 2641
Bunların dışında Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde Allah’ın daha başka İlâhî kanunları haber verilmektedir. Orucun, namazın, cihadın sadece Hz. Muhammed ümmetine değil, daha önceki ümmetlere de farz kılınan ibâdetler olduğu;2642 cihada çıkmayan bir toplumun yerine başka bir topluluğu getireceği;2643 eğer iman ettiğini iddiâ edenler peygambere yardım etmezse Allah’ın ona (o peygambere) yardım edeceği2644 Allah’ın değişmeyen kurallarıdır. 2645 (Bk. Âdetullah)
Tekabbelallah: “Allah kabul etsin” anlamında bir duâ cümlesidir. Kendisinin veya bir başkasının yaptığı bir ibâdet veya hayır cinsinden bir ameli, Allah’ın kabul edip sevâbını bolca vermesini isteyip, bunu duâ şeklinde ifade etmek için kullanılır.
Vâcibu’l-Vücûd: “Zorunlu varlık ya da varlığı zorunlu olan”, yani Allah demektir. Kelâm ilminde bu kavram, Allah’ın varlığının zorunluluğunu, gerekliliğini belirtir. Vücud kavramının Yunan felsefesinin etkisiyle İslâm felsefe ve kelâmına girmesinden sonra başlayan, vücudun Allah’a nisbet edilip edilemeyeceği tartışması, vücudun Allah’ın sıfatlarından biri olduğunun kabul edilmesiyle sona erdi. Genel kabule göre vücud, Allah’ın zâtından ayrı, ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır.
Vücud kavramının diğer nesnelere de nisbet edilmesi, varlıklar arasında bir ayrım yapılmasını gerekli kıldı. Bunun yapılmaması durumunda Allah ile diğer varlıklar aynı kavram altında toplanmış olacaktı. Bu sorunun ortadan kalkması için varlıklar, vücuda nisbetleri bakımından vâcib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümtenî (olması imkânsız) denilen üç bölüme ayrıldı. Varlığı zâtının gereği olan Allah’ın vücudu vâcib; varlığını başka bir varlığa borçlu olan yaratılmış varlıklar mümkün; olması hiçbir şekilde düşünülemeyen şeyler de mümtenî varlıklar olarak tanımlandı.
Zorunlu varlığın ya da varlığı zorunlu olan Allah’ın zorunluluktan gelen
2637] 2/Bakara, 160
2638] 4/Nisâ, 147
2639] 2/Bakara, 214
2640] 17/İsrâ, 11
2641] 48/Fetih, 22, 23
2642] 2/Bakara, 83, 183, 246
2643] 9Tevbe, 39
2644] 9/Tevbe, 40
2645] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ans.
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayırıcı özellikleri olmalıydı. Kelâm bilginleri bu ayırıcı özellikleri de şöyle belirlediler: Bir varlık, hem zâtı gereği, hem de başkasından dolayı vâcib olamaz. Çünkü başkası ile var olanın, başkasının yok olması ile yok olması gerekir. Bu nedenle iki durumun bir araya gelmesi imkânsızdır. Zâtı gereği vâcib olan bileşik olamaz. Çünkü her bileşik parçasına muhtaçtır. Bu varlığın başkasına muhtaç olduğu anlamına gelir. Başkasına muhtaç olan varlık, zâtı bakımından vâcib değil, mümkündür. Zâtı bakımından vâcib olan başkası ile birleşmez. Birleşme, başkası ile ilişki kurmaktır. Zâtı bakımından vâcib olanın böyle bir ilişkisi de olamaz.
Zâtından dolayı vâcib olanın vücudu, mâhiyeti üzerine zâid olamaz. Çünkü o vücud mâhiyetten müstağnî değilse, zâtı bakımından mümkün ve bir müessire muhtaçtır. Zâtından dolayı vâcib olanın vücudu kendi üzerine zâid olamaz. Çünkü eğer vücûbiyet vücudu gerektiriyorsa fer’î olan asıl olana asıl olur ki, bu imkânsızdır.
Zâtıyla vücûbiyet iki nesne arasında ortak olmaz. Yoksa bu, ikisinden birinin öbüründen ayrıldığı nesneye ters düşer ve böylece her biri, ortaklaştıkları nesne ile ayrıldıkları nesneden bileşmiş olurlar. Zâtı bakımından vâcib olan, her yönden vâcibdir. Zâtından dolayı vâcib olan yok olamaz. Eğer yok olursa, varlığı, yokluğunun sebebinin yok olmasına bağlı olurdu. Başkasına bağlı olanın da zâtı bakımından mümkün olması gerekirdi. Zâtı bakımından vâcib olan, zâtının gerektirdiği birtakım niteliklerle donanabilir. 2646
Vahdet-i Vücud: Tasavvufta, varlığın birliğini savunan öğreti. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilen öğreti, sadece Allah’ın varlığının zorunluluğu temeli üzerine kuruludur. Benimseyen mutasavvıflarca tevhidin en yüksek yorumu sayılan öğreti, diğer bazı mutasavvıflar tarafından fenâ makamında kalmanın ortaya çıkardığı bir yanılgı olarak nitelenir. Bazı İslâm bilginleri ve hukukçuları ise, tüm varlıkların tanrılaştırılması anlamı taşıdığı gerekçesiyle küfürle suçlarlar.
Bu anlayışı savunanlar veya bu görüşe sıcak bakanlara göre bu anlayış şöyle izah edilir: Vahdet-i vücud öğretisi, Allah’ın varlığının zorunluluğu ilkesine dayanır. Buna göre özü gereği varolan varlık (vücud) birdir ve bu da Allah’ın varlığıdır. Bu varlık zorunlu (vâcib) ve öncesizdir (kadîm, ezelî). Çokluk, parçalanma, değişme ve bölünmeyi kabul etmez. Biçimi (sûret), sınırı (hadd) yoktur. Buna mutlak varlık (vücud-ı mutlak), saf varlık (vücud-ı baht) adı verilir. Mutlak varlık, varlıklar dünyasına nisbetle bir ayna gibidir, anlaşılır ve duyulur tüm nesneler onda görünür; diğer bir ifâdeyle Allah zâtı ile değil, ama fiil ve sıfatları ile tüm varlıklarda, mutlaklık özelliğini yitirmeksizin ve kesinlikle değişime, bozuluşa uğramadan görünür (tezâhür eder). Bu nedenle varlıklar da onun aynasıdır. Tüm evren, Allah’ın varlığı nedeniyle var olur. Öyleyse evren Allah’ın dışlaşmış biçimi (zâhiri), Allah da evrenin özü, gerçekliğidir (bâtını).
Mutlak varlık, Allah’ın zâtının aynıdır; varlığı, gerçekliği üzerine bir eklenti değildir. Diğer varlıklarda ise durum tersinedir. Nesnelerin varlıkları, gerçeklikleri üzerine bir eklentidir. Çünkü nesnelerin gerçekliği, ezelde Allah’ın ilmindeki beliriş ve biçiminden oluşur. Bu gerçekliğe âyân-ı sâbite (sâbit gerçeklikler) denir. Sâbit gerçeklikler ya da ilmî sûretler (suver-i ilmiye) varlığın kokusunu bile
2646] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 711 -
almamışlardır. Bu nedenle, bunlara verilen varlık, onların üzerine bir eklentidir. Varlığın Allah’ın sıfatlarından olması düşünülemez. Çünkü bu, varlığın zât ile varlık dışındaki başka bir şeyden oluşması anlamına gelir. Oysa her şey varlığa tâbîdir, o hiçbir şeye tâbî değildir.
Allah’ın varlığı, mutlak varlık olması bakımından bilinemez. Bilinebilecek olan şey, varlık ile var olan biçimlerdir. Allah’ın zâtını, tüm belirişlerden (taayyün) aşkınlığı nedeniyle kavramak imkânsızsa da varoluşun mertebelerinde (merâtib-i vücud) hâricî varlık kazanması nedeniyle kavramak mümkündür. İşte tasavvuf yolcuları bu kavrayışın peşindedirler. Evren, Allah’ın varlığıyla var olan ve Allah’ın varlığının aynasında görünen kimi geçici, yok olucu sûretlerden ibârettir. Bunların belirme ve görünüşleri akıl ve duyularla ilintilidir. Nesnelerin gerçeklikleri özleri gereği değil, Allah’ın varlığıyla sâbittir. Nesnelerin aslı yokluktur (Âdem) ve bunlar sürekli bu aslî durumları üzeredirler. Olgunlaşmamış insanların akıl ve duyuları, varlığı nesnelerin bir niteliği olarak algılar. Ama bu yanılsamanın neden olduğu bir yargıdır. Nesneler, diğer bir deyişle Allah’ın varlığında görünen sûretler, gerçekte bir hayal ve seraptırlar. Bunların kesif ve hatta varolmuş görünmeleri sadece akıl ve duyulara göredir. Allah bunların hayâlî olan varlıklarında, bu hayâlî varlıkların gerçeklikleri nedeniyle görünür. Gerçek varlığa sahip olan kendi zâtı ile görünmez. Evren varlık dünyasına çıkmadan önce, Allah’ın zâtı ile birlikte başka bir şey olmadığı gibi, şimdi de O’nunla birlikte varolan bir şey yoktur.
Evren gerçek bir varlık değil, gölge bir varlıktır. Gölge, kendisinin varlık nedeni olan kişi ya da nesnenin varlığından başka bir varlığa sahip olmadığı gibi, evren de Allah’ın varlığından başka bir varlığa sahip değildir. Nesnelerin görünen varlığı, hayali bir varlıktır. Nesneler sürekli değişmekte ve bozulmaktadır. Bir anda varmış gibi görünen sûretin yerini, bir sonraki an başka bir sûret almaktadır. Bu nedenle, insanın nesnelerin gerçekliğine hükmetmesi, duyularının bu sürekli değişimi algılamakta yetersiz kalışındandır. Evrenin varlıkla ilişkisi, su buharı, bulut ve karın su ile ilişkisi gibidir. Bulutun ve karın varlığı, hayâlî bir varlıktır. Bunların suyun varlığından başka bir varlıkları yoktur. Her biri, suyun bizim duyumlarımıza göre aldığı bir sûretten başka bir şey değildir. Hayâtî olmayan, gerçek olan ise, bunların aslı olan sudur. Çünkü biçimleri değişmiş bile olsa, suya özgü gerçeklikle vardırlar. Eridikleri ya da yoğunlaştıkları zaman, ortada yalnız gerçek olan su kalır.
Allah’ın ilminde, kendi zâtının, fiillerinin, isim ve sıfatlarının sûretleri vardır. Çünkü Allah, zâtını, fiillerini, isim ve sıfatlarını bilmektedir. Allah’ın ilmindeki sûretlere âyân-ı sâbite (sâbit gerçeklikler) adı verilir. Evreni oluşturan nesnelerin Allah’ın ilmindeki sûretlerine de aynı şekilde âyân-ı sâbite denir. Âyân-ı sâbite, Allah’ın isim ve sıfatlarının sûretleri olması bakımından İlâhî gerçekliklerdir; diğer yandan da varlıkların gerçeklik ve dayanaklarıdır. Bunların dış dünyada varlık kazanmaları, feyz-i mukaddes denilen Allah’ın tecellisi ile mümkün olur. Dış dünyada varlık kazanmamış sâbit gerçeklikler yaratılmış değildir (gayri me’cul). Bu nedenle onlar da Allah’ın ilmi gibi ezelîdir, kadîmdir.
Allah’ın ilmindeki sâbit gerçekliklerin dış dünyada varlık kazanmaları, sayısız varoluş aşamasından sonra mümkündür. Merâtib-i vücud, tenezzülât, tecelliyât gibi adlarla anılan bu varoluş aşamaları, küllî mertebeler halinde belirlenir.
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böylece varoluşun dört, yedi, on iki ve kırk gibi çeşitli mertebesinden söz edilir. En yaygın görüşe göre yedi mertebeden oluşan varoluş aşamaları şöyle sıralanır: Lâ taayyün, taayyün-i evvel, taayyün-i sânî, âlem-i ervâh, âlem-i misal, âlem-i şehâdet ve âlem-i insan.
Hakikat-ı Muhammediye, vahdet, tecelli-i evvel gibi adlar da verilen taayyün-i evvel (ilk belirme) mertebesinde Allah, zâtının gereği olarak tecelli eder ve tüm isim ve sıfatları ortaya çıkar. Allah, zâtından ayrı olmayan bu isim ve sıfatları, diğer bir deyişle kendini, zâtını bilir. Vâhidiyet mertebesi de denilen taayyün-i sânî (ikinci belirme) mertebesinde Allah’ın isim ve sıfatlarının gerektirdiği tüm küllî ve cüz’î anlamların sûretleri birbirinden ayrılır. Bunlar şehâdet âlemini oluşturacak nesnelerin sâbit gerçeklikleridir. Bu mertebe ayrıca hazret-i rubûbiyet (rablık mertebesi), perde-i vahdet (vahdet perdesi), menşeü’l kesret (çokluğun kökeni) gibi adlarla da anılır. Âlem-i ervâh (ruhlar evreni) denilen dördüncü mertebede sâbit gerçeklikler (ya da ilmî sûretler), birer basit cevher durumuna gelirler. Bu cevherlerin biçim ve rengi yoktur, zaman ve mekânla nitelenmiş de değillerdir. Cisim olmadıkları için ayrılma ve birleşme kabul etmezler. Bu mertebede her ruh kendini, kendi benzerini ve Rabb’ini bilir. Âlem-i misal (misal âlemi) denilen beşinci mertebede varlık ayrılması, bitişme ve parçalanması mümkün olmayan latif cisimler halinde ortaya çıkar. Önceki mertebede ruhları beliren sâbit gerçeklikler, bu mertebede, şehâdet âleminde görüneceği sûreti kazanır. Âlem-i şehâdet (görünen dünya) mertebesinde varlıklar, görülen sûretler biçiminde varlık kazanır. Böylece varlıklar evreni ortaya çıkar. Varlığın bu dünyadaki görünümü vücûd-i izâfî (göreceli varlık), vücûd-i zıllî (gölge varlık), vücud-i imkânî (mümkün varlık) gibi adlarla anılır. Görülen dünyanın ortaya çıkmasından sonra Allah, en mükemmel biçimde insan-ı kâmilde (yetkin insan) tecelli eder. İnsan-ı kâmil, görünen dünyadan ilk belirmeye (taayyün-i evvel) kadar tüm tecelli mertebelerini kendinde toplar. Bu nedenle kâmil insana mertebe-i câmia (toplayıcı mertebe) denir.
Vahdet-i vücud öğretisi, varlık hakkındaki temel düşünceye bağlı olarak dinlerin birliği düşüncesini de içerir. Buna göre bütün dinler temelde birdir. Semâvî ve beşerî dinler arasında bir fark da yoktur. Çünkü bütün yaratıklar Allah’ın birer tecellisidir, dolayısıyla tapınılan her varlıkta Allah’ın bir tecellisine ibâdet edilmektedir. Böylece insanlar gerçekte çeşitli sûretlerde görünen rek bir Allah’a ibâdet etmektedirler. Bu düşünceye göre; “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır.”2647 âyeti de buna delâlet etmektedir.
Vahdet-i vücud öğretisi, en çok da varlık ve dinlerin birliği düşünceleri nedeniyle bazı mutasavvıflar, birçok İslâm bilgin ve hukukçusu tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Başta İbn Teymiye olmak üzere kimi bilginler daha da ileri giderek İbn Arabî ve izleyicilerini küfürle suçlamışlardır. Suçlamalar doğal olarak savunmayı ve karşı suçlamayı da beraberinde getirmiş ve tartışma, İslâm bilginlerinin büyük bir bölümünün susmayı yeğlemelerine karşılık, günümüze kadar sürüp gelmiştir. Konu günümüzde de canlılığını korumakta, özellikle akademik düzeyde tartışma sürmektedir. 2648
Harun Yahya gibi az sayıda bazı yazarlar, “maddenin aslı yoktur, onlar
2647] 2/Bakara, 115
2648] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 713 -
beynimizde beliren hayallerden ibârettir” diyerek aynı anlayışı modern şekilde savunmaktadırlar. Tevhidle bağdaşması çok zor olan hususlar içermesi açısından biz vahdet-i vücud anlayışını Kur’an’a ters görüyoruz.
Veliyyullah: Allah’ın dostu, velî kulu demektir. “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine (dostlarına, velî kullarına) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar, iman edip de takvâ sahibi olan (Allah’tan sakınan) kimselerdir. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır...”2649 Kur’ân-ı Kerimde “veliyyullah” özel bir sınıf değildir; iman edip takvâ sahibi olan bütün mü’minlerdir.2650 Tasavvuf anlayışında, bu Kur’an kavramı da yozlaştırılmış, özel birtakım ermişler, kerâmet gösterebilen şeyhler vb. anlamında kullanılmıştır. (Bk. Veliyyullah)
Yedullah: Allah’ın eli; kuvvet ve kudreti, otoritesi. Bu kelime “yed” ve “Allah” kelimelerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış bir terkiptir. Zâhirî mânâsı, “Allah’ın eli” demektir. Fakat hiç bir şeye benzemeyen ve her türlü noksan sıfatlardan, eksiklik ifâde eden özelliklerden uzak (münezzeh) olan ve her türlü kemâl sıfatlarla, kemâliyet, üstünlük, yetkinlik ifâde eden özelliklerle nitelenebilecek olan Yüce Allah’ın, insanın eline benzer bir eli olması muhaldir/imkânsızdır. Bu itibarla İslâmiyet’e göre Allah’ın eli olmaz, ancak bu “el” kelimesini, mecâzî mânâda kudretten kinâye olarak “Yüce Allah’ın kuvvet ve kudreti” olarak anlamak daha doğru olacaktır. Nitekim Türkçe’mizde de mecaz ve kinâye olarak kullanılan deyimler vardır. Meselâ; “Şu kişinin eli açıktır” denildiği zaman, pekâla bilinir ki, burada “el” kelimesinin müfred ve müşahhas olarak anlaşılan mânâsı kasdedilmemiştir; aksine “eli açık” deyimiyle onun cömert, yardım sever bir kişi olduğu, ihsan edip vermeyi alışkanlık haline getirdiği, cimri, pinti olmadığı kasdedilmiştir. Yoksa böyle bir kimsenin elini uzatıp açmakta olduğu ve herkesin onun bu açık elinden alacağını almakta olduğu düşünülmez.
“El” kelimesi mecâzî mânâda sadece Türkçe’de değil, diğer dillerde, özellikle Arapça ve Farsça’da Türkçe “el” kelimesinin karşılığı kullanılmaktadır. Meselâ; Arap şâiri Lebîd, kışın esen poyraz rüzgârının şiddetli soğuğunu ve etkisini anlatmak maksadıyla yazdığı şiirinde: “Soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgâr”a bile “el” isnâd ederek, teşhis sanatını kullanarak ifâdeyi daha da güçlendirmeye çalışmıştır.
Bütün insanlığa hitap eden Kur’ân-ı Kerîm’de de böyle mecâzî ifâdelere yer verilmiş, Yüce Allah insanlara anlayacakları tarzda ve kullandıkları şekiller içerisinde zâtına mahus olan özelliklerini, Kudret ve azametini beyan buyurmuştur. Böylece insanlar Kur’ân’ı daha kolay ve kendi dillerinde kullandıkları şekiller ve sanatlar içerisinde yadırgamadan anlayabilmişlerdir.
Arap dilinde “yed = el” kelimesi aşağıdaki çeşitli mânâlarda kullanılmaktadır:
1- Bilindiği gibi “el” kelimesi insanların bir uzvu veya organı olup çoğu kez bileğe kadar olan kısma “el” denildiği gibi, bazen de koltuk altına kadar olan kısma “el” adı verilir.
2- Nimet anlamında kullanılır ki, bu durumda çoğulu; “eyâdî” olarak gelir.
2649] 10/Yûnus, 62-64
2650] 10/Yûnus, 63
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu mânâ Türkçe’mizde pek bilinmemekle beraber; “Efendim, elinizin altında yaşayayım” şeklinde bir cümle kurarsak,”nimetiniz ve inâyetiniz sâyesinde hayatımı devam ettireyim” anlamında bir istek olmuş olur.
3- Kuvvet, kudret mânâsına gelir. Meselâ; “Ulû’l-eydî ve’l-ebsâr” cümlesi “Kuvvet ve akıl sahibi” diye açıklanmıştır. Dilimizde de “El elden üstündür, tâ arşa varıncaya kadar” denilir; yani kudret, kudretten üstündür, ancak Allah’ın kudretinin üstünde hiç bir kudret yoktur anlamına gelir. Nitekim, Allah Teâlâ; “(Ey Muhammed! Şüphesiz sana biat edenler (baş eğerek ellerini verenler), Allah’a biat etmiş (baş eğip el vermiş) sayılırlar. Ancak Allah’ın eli onların ellerinden üstündür.”2651 buyurmaktadır ki, “Allah’ın kudreti ve kuvveti onların güç ve kuvvetinden üstündür” demektir.
4- Mülk mânâsında, “tasarrufunda, elinin altında” anlamında kullanılır. Meselâ; “Şu büyük arâzi falancının yedindedir/elindedir”, yani “onun mülküdür veya tasarrufundadır, sahibi odur veya onun elinin altındadır” demektir. Nitekim Allah Teâlâ; “Hükümranlık elinde olan Allah yücedir.” 2652 buyurmuştur.
5- Pek güçlü inâyet ve ihtisas anlamına gelir. Meselâ; “Ben bunu elimle yaptım” demek, “Kendim yaptım” demek olduğu gibi; “Fazlaca özen gösterdim, pek özel bir şekilde önem verdim, bence pek büyük bir kıymeti vardır” anlamlarını ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Hak İblis’e; “Ey İblis, Kendi elimle (kudretimle) yarattığıma (yani Âdem’e) secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi? Yoksa gururlandı mı?”2653 buyurdu.
İşte bütün bu mânâlardan anlaşılıyor ki: “yedullâh” tâbiri, Allah’ın nimet ve ihsânı, kudret ve kuvveti, mülkü, tasarrufu ve hükümranlığı, inâyet ve ihtisası anlamlarına gelmektedir; yoksa birinci maddede gösterilen “el” veya “kol” mânâsına değildi. Zira hiç bir yaratığa, hiç bir şeye benzemeyen Yüce Allah’ın insanlar gibi müşahhas bir elinin olması düşünülemez.
Bununla beraber kültür tarihi içerisinde “Müşebbihe” ve “Mücessime” diye bilinen bu iki fırkanın mensuplarından çoğu “yedullâh” tâbirini “insanın eli” gibi tasavvur etmişlerdir. Mezhepler tarihi içerisinde yer almış olan bu iki fırka, İslâm dininin dışında kalan fırkalardan olup çok kısa ömürlü olmuşlardır. Hâlbuki Ehl-i Sünnet mütekellimlerinden bir kısmı “yedullâh”ı Allah’ın sıfatlarından saymışlar, Kelâm tarihi içinde “yedullâh” ve benzeri tâbirlere “Haberî sıfatlar” adı verilmiştir. Ehl-i Sünnet âlimlerinden pek çoğu da “yedullâh”ı, Allah’ın kudreti diye açıklamışlardır. Zira Yüce Allah, kudretiyle kaadirdir.
Selef âlimleri bu haberî sıfatlara iman etmiş, bunları zâhirleri üzere bırakmış, te’vile ve açıklamaya kalkışmamışlardır. Bununla beraber benzetmeye ve cisimleştirmeye de yeltenmemişlerdir. Onlara göre, mâdem ki, Yüce Allah Kendisine “el, yüz, göz...” gibi özellikleri nisbet etmiştir, öyleyse bunlar öylece kabul edilmelidir. Bunların mâhiyetini ve hakikatini ancak Cenâb-ı Hak bilir. Bunların hiç biri bizim elimize, yüzümüze, gözümüze benzemez.
İlk mütekellimler de hemen hemen Selef gibi düşünmüşlerse de, sonraki
2651] 48/Feth, 10
2652] 67/Mülk, 1
2653] 38/Sâd, 75
ALLAH (C. C.)
- 715 -
mütekellimler ise, bu haberî sıfatların Yüce Allah’ın zâtına ve şânına uygun bir tarzda te’vil edilip açıklanması yolunu tutmuşlar; ancak te’vil yapıp açıklarken, “yapılan bu te’vil ve açıklamaların Allah’ın murâdı ve O’nun kasdettiği mânâ olduğuna kesinlikle hükmetmemek gerekir” demişlerdir. 2654
Zikrullah: Allah’ın zikri, Allah’ı zikretmek demektir. Allah’ın adını anma, O’nu hatıra getirme, iyilikle anma, namaz kılma, Kur’an okuma anlamlarında kullanılır. Namaz ve Kur’an başta olmak üzere her çeşit ibâdet zikrullah sayılır. Kur’an, Allah’ı çokça zikretmemizi emreder. “Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve ‘umarım Rabbim beni doğruya bundan daha yakın bir bilgiye ulaştırır’ de.” 2655
Bu ve bunlar gibi içinde Allah lafzının bulunduğu İslâmî şiarlar, bütün laik okullara ve medyadaki dayatmalara ve resmî özendirmelere rağmen hâlâ halka unutturulup terkettirilememiş kavramlarımızdandır. Bunları şuurlu bir şekilde ifade etmek, bu şiarlara sahip çıkmak, aynı zamanda hem zikir, hem de tebliğ olacaktır. Bir müslümanın her an Allah’la alâkasını isbat etmesi, bağını tazelemesi, bu bağı koparacak tavır ve sözlerden uzak kalması gerekir. İşte bu bağın gönülden geçirilip dillendirilmesi de bu gibi deyimlerle ortaya konulur.
Elfâz-ı Küfür ve Allah Lafzı
Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı verilir.
Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile, O’nun âyetleriyle, O’nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.“ 2656
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında İlâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık” gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail’e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan
2654] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ans.
2655] 18/Kehf, 25
2656] 9/Tevbe, 65
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.
Allah’la İlgili Yakışıksız Sözler
Allah’la İlgili Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından Endişe Edilen Çirkin Sözler)
“Allah’lık” (saf bir insan için)
“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)
“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)
“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)
“Gökte Allah var”, “yukarıda Allah var” (Allah’a mekân isnadı anlamında)
“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında)
“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz anlamında)
“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında)
“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında)
“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında)
“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)
“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme anlamında)
“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda)
“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında)
“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad etme anlamında)
“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü
ALLAH (C. C.)
- 717 -
anlamında)
“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında)
“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında)
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)
“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)
“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah’ın fiiline ortak kabulü anlamında)
“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)
“Allah bilir ki, şu iş şöyledir” , “Allah şâhit şunu şöyle yaptım” dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında)
“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir/meclisindir” (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah’ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)
“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının Allah’tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah’ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)
“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)
“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu” (Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)
“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında)
(O konuda âyet olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur” demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında)
(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken “Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında)
Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.
Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.
Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.
Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.” , “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm” , “Bir Allah’a, bir de sana taptım” , “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter” , “Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk” vb.
Allah’tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek
Allah’ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına adak adamak
Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek
Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek
Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir” , “Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek.
Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler tanımak
Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı kurtardı” , “frene basmasaydı ölmüştüm” , “şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor” “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”
İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
“Ta’rifine gitmemektür evlâ / Ta’rife gelir mi hiç Mevlâ” (Muallim Nâci)
“Hak sillesinin sadâsı yoktur / Bir vurdumu hiç devâsı yoktur.” (Ferit Kam)
“Hâlikın nâmütenâhî adı var, en başı Hak; / Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak.” (Mehmed Âkif Ersoy)
“Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı)
“Allah’ın varlığı, bir hakikati ifade eden geometrik teorilerden daha hakikidir.” (Descartes)
“Semâların derinliği, ulûhiyetin bir nişânesidir.” (Sully Prudhomme)
Sevmesini bilene çok yakın olan Allah, aklı ile anlamak isteyene de o kadar uzaktır, gizlidir.” (Alexis Carrel)
Allah’tan uzaklaşan, Allah’ı aramayan insan, ne kendisinde, ne de kendi dışında hakikati ve saâdeti bulamaz.” (Pascal)
“Bir tabiat kanunu izah eden her formül, Allah’ı öven bir İlâhîdir.“(Maria Mitchell)
“Sade insanlar Allah’ı güneşin harareti ve bir çiçeğin kokusu kadar tabiî olarak hissederler.“(A. Carrel)
ALLAH (C. C.)
- 719 -
“İnsan, Allah’a su ve hava kadar muhtaçtır.“(A. Carrel)
“Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül yahut diken / Ya hil’a u yahut kefen / Nârın da hoş, nûrun da hoş.“(Yunus Emre)
“Allah Teâlâ’nın kazâsına râzı olmak, kulun bahtiyarlığındandır.“(Hadis-i Şerif meâli)
“Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur.“
“İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.“
“Allah’tan korkan kimse, nefsinin her istediğini yapmaz.“(Hz. Ömer)
“Allah, herkese gerekeni vermiştir. Kedinin kanadı olsaydı, serçenin soyu tükenirdi.” (Sâdi)
“Allah, çalışmak istemeyenlere yardım etmez.”
“Allah her zaman cesur olanlara yardım eder.”
“Zâlimlere karşı gelmek, Allah’a ibâdettir.”
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz; sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, son derece intizamlı şu dünya Hâkimsiz olur?” (Sözler)
“Mâdem bir harf, kâtibini bildirmeksizin olmaz; Sanatlı bir nakış, nakkaşını bildirir. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?” (Sözler)
“Kimin kalbinden Allah sevgisi varsa, iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır. Kimin kalbinde Allah’tan başkasının sevgisi varsa, iki dünyada da onun hasmı Allah’tır.”
„Kim Allah‘a sahip, o neden mahrum? Kim Allah‘tan mahrum, o neye sahip?“
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Kavramıyla, Allah’ın Sıfatları ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- ALLAH LAFZININ GEÇTİĞİ ÂYETLER: Toplam 2697 Yerde; ALLAHUMME LAFZI: 5 Yerde
B- ALLAH’A İMAN VE İTAAT KONUSUYLA İLGİLİ ÂYETLER
Allah’a İman Etmek: 2/Bakara, 62, 136, 137, 177, 256, 285; 3/Âl-i İmrân, 84, 110, 162; 4/Nisâ, 39, 59, 136, 152, 171; 5/Mâide, 111; 6/A’râf, 156, 158; 9/Tevbe, 18, 19, 44; 23/Mü’minûn, 58; 27/Neml, 81; 42/Şûrâ, 13; 48/Feth, 9; 57/Hadîd, 7; 61/Saff, 8, 10-13; 64/Teğâbün, 8, 11; 67/Mülk, 29.
Allah’a İman Edenler, En Emin Yoldadır: 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 175.
Allah’a İman Edenlerin Özelliği: 57/Hadîd, 19.
Allah’a İman Edenlerin Mükâfatı: 65/Talâk 11.
Allah’ı İnkâr: 2/Bakara, 28, 217; 4/Nisâ, 131, 136, 150, 151; 16/Nahl, 22; 48/Feth, 13; 69/Haakka, 33.
Allah’a İtaat: 3/Âl-i İmrân, 32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 69, 70; 5/Mâide, 92; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 13/Ra’d, 18; 24/Nûr, 52, 54; 33/Ahzâb, 71; 42/Şûrâ, 38; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 64/Teğâbün, 12.
Allah’a İsyan Etmek: 4/Nisâ, 14; 5/Mâide, 56.
Şeytan Allah’a İsyânı Emreder: 2/Bakara, 169; 4/Nisâ, 14, 118, 119; 6/En’âm, 128; 7/A’râf, 200; 24/Nûr, 21; 38/Sâd, 82, 83.
Allah’a İftira: 3/Âl-i İmrân, 94; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 103; 6/En’âm, 21, 93, 138, 150, 157; 7/A’râf, 28, 37, 40, 177; 10/Yûnus, 17, 21, 68, 69; 11/Hûd, 18; 16/Nahl, 56, 62, 105, 116; 29/Ankebût, 68; 34/Sebe’, 8; 39/Zümer, 60; 61/Saff, 7.
C- ALLAH SEVGİSİ VE KORKUSU İLE İLGİLİ ÂYETLER
Mü’minlerin Allah Sevgisi: 2/Bakara, 165, 177, 186; 3/Âl-i İmrân, 31; 21/Enbiyâ, 90.
Allah’ın Kullarını Sevmesi: 3/Âl-i İmrân, 31; 5/Mâide, 54.
Allah’tan Korkmak: 2/Bakara, 74, 150, 194, 196, 203, 212, 223, 231, 233, 278; 3/Âl-i İmrân, 28, 30, 102, 200; 4/Nisâ, 1, 131; 5/Mâide, 8, 11, 35, 88, 93; 6/En’âm, 72; 8/Enfâl, 1, 2, 29; 9/Tevbe, 119; 13/Ra’d, 21; 16/Nahl, 51-52; 22/Hacc, 34, 35; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 33; 33/Ahzâb, 1, 2, 70; 39/Zümer, 10, 16; 49/Hucurât, 10, 12; 57/Hadîd, 28; 59/Haşr, 7, 18, 21; 64/Teğâbün, 16; 65/Talak, 4-5; 67/Mülk, 12; 74/Müddessir, 56.
Allah, Kendisinden Korkanlara Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
Allah’tan Korkanların Mükâfatı: 39/Zümer, 20; 98/Beyyine, 7-8.
D- ALLAH’I NOKSAN SIFATLARDAN TENZİH ETMEK: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 40, 171; 6/En’âm, 100, 102, 136, 144; 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 18; 11/Hûd, 101; 14/İbrâhim, 30; 16/Nahl, 1, 3, 57; 17/İsrâ, 43, 108, 111; 19/Meryem, 35; 21/Enbiyâ, 17-18, 22, 26, 87; 23/Mü’minûn, 91-92, 116-117; 26/Şuarâ, 209; 27/Neml, 8, 61, 64; 30/Rûm, 9; 36/Yâsin, 83; 37/Sâffât, 159, 180; 39/Zümer, 4-5, 66-67; 40Mü’min, 64; 43/Zuhruf, 15-16, 76, 81-82; 50/Kaf, 29, 38; 52/Tûr, 43; 55/Rahmân, 78; 59/Haşr, 23; 69/Haakka, 52; 87/A’lâ, 1; 112/İhlâs, 3-4.
E- ALLAH’A ÇOCUK İSNÂD ETMEK
Müşriklerin Çocuk İsnâdı: 6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Sâffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
Yahûdilerin Çocuk İsnâdı: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 19/Meryem, 88-92.
Hıristiyanların Çocuk İsnâdı: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 16/Nahl, 71; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 16-17; 43/Zuhruf, 65.
F- ALLAH’IN SIFATLARI
ALLAH’IN ZÂTÎ SIFATLARI (ZÂTININ SIFATLARI)
ALLAH (C. C.)
- 721 -
aa- Vücûd; Allah Vardır: 6/En’âm, 75-79; 12/Yûsuf, 105; 27/Neml, 59-64; 28/Kasas, 71-72; 29/Ankebût, 61, 63; 57/Hadîd, 3; 67/Mülk, 19, 30.
bb- Kıdem; Allah Ezelîdir, Evveli Yoktur: 57/Hadîd, 3, 2/Bakara, 255.
cc- Beka; Allah Ebedîdir, Sonu Yoktur: 2/Bakara, 255; 25/Furkan, 58; 28/Kasas, 88; 55/Rahmân, 26-27; 57/Hadîd, 3.
dd- Vahpdâniyet; Allah Birdir, O’ndan Başka Tanrı Yoktur: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18; 4/Nisâ, 87, 171; 6/En’âm, 10, 102; 9/Tevbe, 31; 11/Hûd, 14; 13/Ra’d, 16, 30; 16/Nahl, 22, 51; 17/İsrâ, 42-43; 20/Tâhâ, 8, 98; 21/Enbiyâ, 22-25; 23/Mü’minûn, 91, 116; 28/Kasas, 70, 88; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 1-5; 38/Sâd, 65-66; 39/Zümer, 4, 6; 40/Mü’min, 3, 16, 62, 65; 41/Fussılet, 6; 43/Zuhruf, 84; 44/Duhân, 8; 59/Haşr, 22-23; 64/Teğâbün, 13; 73/Müzzemmil, 9; 112/İhlâs, 1.
ee- Muhâlefetü’n li’l-Havâdis; Allah, Yaratılanların Hiçbirine Benzemez: 42/Şûrâ, 11; 112/İhlâs, 4; 2/Bakara, 22; 6/En’âm, 101; 19/Meryem, 65.
ff- Kıyam bi-Nefsihî; Allah Kendi Varlığı ile Vardır: 2/Bakara, 255.
ALLAH’IN SÜBÛTÎ SIFATLARI (VARLIĞININ SIFATLARI)
aa- Hayat; Allah Diridir: 2/Bakara, 255; 3/Âl-i İmrân, 2.
bb- İlim; Allah, Her Şeyi Bilir: 2/Bakara, 29, 33, 231, 244, 255-256, 282; 3/Âl-i İmrân, 5, 29; 4/Nisâ, 24, 111; 5/Mâide, 7, 99; 6/En’âm, 3, 13, 59, 73, 101; 11/Hûd, 5; 13/Ra’d, 8-10; 14/İbrâhim, 38; 16/Nahl, 19, 23; 20/Tâhâ, 7, 98, 111; 21/Enbiyâ, 110; 22/Hacc, 70, 76; 23/Mü’minûn, 92; 26/Şuarâ, 220; 27/Neml, 6; 28/Kasas, 69; 29/Ankebût, 45, 52, 61; 31/Lokman, 16, 23, 34; 32/Secde, 6; 33/Ahzâb, 1; 34/Sebe’, 1-2; 35/Fâtır, 38, 44; 36/Yâsin, 81; 39/Zümer, 7, 46; 40/Mü’min, 3, 19, 65; 41/Fussılet, 47; 42/Şûrâ, 17, 24-25; 43/Zuhruf, 84; 48/Feth, 4; 49/Hucurât, 1, 8, 13; 57/Hadîd, 3-4, 6; 58/Mücâdele, 7; 59/Haşr, 22; 64/Teğâbün, 4, 11, 18; 66/Tahrîm, 2; 67/Mülk, 13-14; 76/Ensan, 30.
cc- İrâde; Allah, Dilediğini Yapar: 2/Bakara, 185, 253; 3/Âl-i İmrân, 26, 40; 5/Mâide, 1; 11/Hûd, 107; 14/İbrâhim, 27; 22/Hacc, 14, 18; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 54; 42/Şûrâ, 49; 85/Bürûc, 16; 68/Kalem, 17-19; 18/Kehf, 23-24.
dd- Semî’; Allah, Her Şeyi İşitir: 2/Bakara, 127, 137, 181, 224, 227, 244, 256; 3/Âl-i İmrân, 34-35, 38, 121; 4/Nisâ, 58, 134, 148; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 13, 115; 7/A’râf, 200; 8/Enfâl, 17, 42, 53, 61; 9/Tevbe, 98, 103; 10/Yûnus, 65; 11/Hûd, 24; 12/Yûsuf, 34; 14/İbrâhim, 39; 17/İsrâ, 1; 21/Enbiyâ, 4; 22/Hacc, 61, 75; 24/Nûr, 21, 60; 26/Şuarâ, 220; 29/Ankebût, 5, 60; 31/Lokman, 28; 34/Sebe’, 50; 40/Mü’min, 20, 56; 41/Fussılet, 36; 42/Şûrâ, 11; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 58/Mücâdele, 1; 76/İnsan, 2.
ee- Basar; Allah, Her Şeyi Görür: 2/Bakara, 96, 110, 233, 237, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 156, 163; 4/Nisâ, 58, 134; 5/Mâide, 71; 6/En’âm, 50; 7/Enfâl, 39, 72; 11/Hûd, 24, 112; 12/Yûsuf, 93, 96; 13/Ra’d, 16; 17/İsrâ, 1, 17, 30, 96; 20/Tâhâ, 35, 125; 22/Hacc, 61, 75; 25/Furkan, 20; 31/Lokman, 28; 33/Ahzâb, 9; 34/Sebe’, 11; 35/Fâtır, 19, 31, 45; 40/Mü’min, 20, 44, 56, 58; 41/Fussılet, 40; 42/Şûrâ, 11, 27; 48/Feth, 24; 49/Hucurât, 18; 57/Hadîd, 4; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 2; 67/Mülk, 19; 76/İnsan, 2; 84/İnşikak, 15.
ff- Kelâm; Allah, Söyler ve Konuşur: 2/Bakara, 37, 77, 124; 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 34, 115; 7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 6; 18/Kehf, 27, 109; 31/Lokman, 27.
Allah’ın Kelâmı ve Kelimeleri: 2/Bakara, 37, 124; 3/Âl-i İmrân, 39, 45; 4/Nisâ, 171; 6/En’âam, 34, 115; 7/A’râf, 137, 158; 8/Enfâl, 7; 9/Tevbe, 40; 10/Yûnus, 19, 33, 64, 82, 96; 11/Hûd, 110, 119; 18/Kehf, 27, 109; 20/Tâhâ, 129; 31/Lokman, 27; 37/Sâffât, 171, 40/Mü’min, 6; 41/Fussılet, 45, 42/Şûrâ, 14, 24; 66/Tahrîm, 12.
gg- Kudret; Allah’ın Her Şeye Gücü Yeter: 2/Bakara, 20, 106, 109, 148, 259, 284; 3/Âl-i İmrân, 26, 29, 65, 189; 4/Nisâ, 133, 149; 5/Mâide, 17, 19, 40, 120; 6/En’âm, 17, 37, 41, 65; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 39; 11/Hûd, 4; 16/Nahl, 70, 77; 17/İsrâ, 99; 22/Hacc, 6, 39; 23/Mü’minûn, 18; 24/Nûr, 45; 25/Furkan, 54; 29/Ankebût, 20; 30/Rûm, 54; 33/Ahzâb, 27; 35/Fâtır, 1, 44,; 36/Yâsin, 81; 41/Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 9, 29, 50; 46/Ahkaf, 33, 48/Feth, 21, 57/Hadîd, 2; 59/Haşr, 6; 60/Mümtehine, 7; 64/Teğâbün, 1; 65/Talak, 12; 66/Tahrîm, 8; 67/Mülk, 1; 70/Meâric, 40; 75/Kıyâme, 4, 40; 77/Mürselât, 23; 86/Târık, 8.
hh- Tekvîn; Allah, Yaratıcıdır: 2/Bakara, 28-29, 117; 3/Âl-i İmrân, 47; 5/Mâide, 17; 6/En’âm, 73, 95,
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
101-102; 7/A’râf, 54; 10/Yûnus, 31; 13/Ra’d, 16; 15/Hıcr, 86; 16/Nahl, 40; 17/İsrâ, 99; 19/Meryem, 35; 23/Mü’minûn, 17; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 29/Ankebût, 61, 63; 30/Rûm, 27, 40, 54; 31/Lokman, 28; 32/Secde, 7; 35/Fâtır, 1; 36/Yâsin, 81-82; 39/Zümer, 62; 49/Mü’min, 62, 68; 42/Şûrâ, 49; 54/Kamer, 49-50; 56/Vâkıa, 57-59, 63-65, 68-73; 59/Haşr, 24; 64/Teğâbün, 2.
Yaratan Yalnız Allah’tır: 6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 15/Hıcr, 28; 23/Mt’minûn, 17; 35/Fâtır, 3; 38/Sâd, 71; 39/Zümer, 62; 40/Mü’min, 62; 59/Haşr, 24.
Allah’ın “Kün -Ol-” Emri: 6/En’âm, 73; 16/Nahl, 40; 19/Meryem, 35; 36/Yâsin, 82; 40/Mü’min, 68.
G- ALLAH’IN DİĞER İSİM VE SIFATLARINDAN BAZILARI
a- En Güzel İsimler Allah’ındır. (Esmâü’l-Hüsnâ): 7/A’râf, 180; 17/İsrâ, 110; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 22-24; 87/A’lâ, 2.
b- Allah’ın Adı Yücedir: 55/Rahmân, 78.
Allah’ın İsimlerinde Aşırı Gitmekten Sakınmak: 7/A’râf, 180.
Bütün Üstün Sıfatlar Allah’ındır: 16/Nahl, 60; 20/Tâhâ, 114; 30/Rûm, 27; 40/Mü’min, 15.
Allah’ın Şânı Yücedir: 25/Furkan, 1, 10, 61; 36/Yâsin, 83; 42/Şûrâ, 4; 67/Mülk, 1.
Allah, Büyük ve Yücedir: 31/Lokman, 30; 42/Şûrâ, 5, 51; 43/Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 37; 59/Haşr, 23; 74/Müddessir, 3; 85/Bürûc, 15.
Allah, Her Türlü Noksan Sıfatlardan Münezzehtir: 59/Haşr, 23.
Allah, Azamet Sahibidir: 59/Haşr, 23.
Allah, Mutlak Galiptir: 59/Haşr, 23-24; 61/Saff, 1; 63/Münâfıkun, 8; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 2.
Allah, Her Şeyi Koruyup Gözetendir: 59/Haşr, 23.
Allah, Emniyet Verendir: 59/Haşr, 23.
Allah, Âfet ve Kederden Sâlimdir: 59/Haşr, 23.
Allah, Şah Damarından Daha Yakındır: 56/Vâkıa, 85.
Allah, Her Faâliyettedir: 55/Rahmân, 29.
Allah, Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir: 35/Fâtır, 15; 55/Rahmân, 29; 64/Teğâbün, 6; 112/İhlâs, 2.
Allah, Doğurmaktan ve Doğurulmaktan Münezzehtir: 112/İhlâs, 3.
Allah, Göklerin ve Yerin Nûrudur: 24/Nûr, 35-36.
Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 6/En‘âm, 100-101; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 18/Kehf, 5; 19/Meryem, 35, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 23/Mü‘minûn, 91; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 4.
Allah, Ortak Koşulan Şeylerden Münezzehtir: 7/A‘râf, 190; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 1, 3; 17/İsrâ, 42-43, 111; 23/Mü‘minûn, 92; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 40; 39/Zümer, 67; 52/Tûr, 43; 59/Haşr, 23.
Allah, Her İşi İdare Eder: 13/Ra‘d, 2; 32/Secde, 5-6.
Allah Rahmândır: 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 163; 13/Ra‘d, 30; 17/İsrâ, 110; 19/Meryem, 18, 26, 44-45, 58, 61, 69, 75, 78, 85, 87-88, 91-93, 96; 20/Tâhâ, 5, 90, 108-109; 21/Enbiyâ, 26, 36, 42, 112; 25/Furkan, 26, 59, 60, 63; 26/Şuarâ, 5; 27/Neml, 30; 36/Yâsin, 11, 15, 23, 52; 41/Fussılet, 2; 43/Zuhruf, 17, 19-20, 33, 36, 45, 81; 50/Kaf, 33; 55/Rahmân, 1; 59/Haşr, 22; 67/Mülk, 3, 19-20, 29; 78/Nebe‘, 37-38.
Allah Rahîmdir: 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 37, 54, 128, 143, 160, 163, 173, 182, 192, 199, 218, 226; 3/Âl-i İmrân, 31, 89, 129; 4/Nisâ, 25; 5/Mâide, 3, 34, 39, 74, 98; 6/En‘âm, 54, 145, 165; 7/A‘râf, 153, 167; 8/Enfâl, 69-70; 9/Tevbe, 5, 27, 91, 99, 102, 104, 117-118, 128; 10/Yûnus, 107; 11/Hûd, 41, 90; 12/Yûsuf, 53, 98; 14/İbrâhim, 36; 15/Hıcr, 49; 16/Nahl, 7, 18, 47, 110, 115, 119; 22/Hacc, 65; 24/Nûr, 5, 20, 22-23, 62; 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; 27/Neml, 11, 30; 28/
ALLAH (C. C.)
- 723 -
Kasas, 16; 30/Rûm, 5; 32/Secde, 6; 34/Sebe‘, 2; 36/Yâsin, 5, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 32; 42/Şûrâ, 5; 44/Duhân, 42; 46/Ahkaf, 8; 49/Hucurât, 5, 12, 14; 52/Tûr, 28; 57/Hadîd, 9, 28; 58/Mücâdele, 12; 59/Haşr, 10, 22; 60/Mümtehine, 7, 12; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1; 73/Müzzemmil, 20.
Allah, Âlemlerin Rabbidir: 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 131, 263; 5/Mâide, 28; 6/Enâm, 45, 71, 162; 7/A‘râf, 54, 61, 67, 104, 121; 10/Yûnus, 10, 37; 13/Ra‘d, 16; 19/Meryem, 65; 21/Enbiyâ, 19; 26/Şuarâ, 16, 23, 47, 77, 98, 109, 127, 145, 164, 180, 192; 27/Neml, 8, 44; 28/Kasas, 30; 32/Secde, 2; 37/Sâffât, 87, 182; 39/Zümer, 75; 40/Mü‘min, 64-66; 41/Fussılet, 9, 42; 43/Zuhruf, 46; 44/duhân, 7-8; 45/Câsiye, 36; 55/Rahmân, 17; 56/Vâkıa, 80; 59/Haşr, 16, 23; 69/Haakka, 43; 70/Meâric, 40; 73/Müzzemmil, 9; 78/Nebe‘, 37; 81/Tekvîr, 29; 83/Mutaffifîn, 6.
H- ALLAH’IN RAHMETİ
a- Allah‘ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En‘âm, 12, 16, 133, 147, 154, 157; 7/A‘râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63, 73, 119; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65, 82, 98; 19/Meryem, 2, 21, 50, 53; 21/Enbiyâ, 75, 84, 86; 24/Nûr, 10, 14, 20-21; 28/Kasas, 73; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb, 17; 35/Fâtır, 2; 36/Yâsin, 44-45; 38/Sâd, 9, 43; 39/Zümer, 38; 40/Mü‘min, 9; 43/Zuhruf, 32; 67/Mülk, 28.
b- Allah, Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yûsuf, 56; 29/Ankebût, 21; 42/Şûrâ, 8; 48/Feth, 25; 76/İnsan, 31.
c- Allah‘ın Mü‘minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En‘âm, 54; 7/A‘râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94; 33/Ahzâb, 43; 44/Duhân, 42; 45/Câsiye, 30; 57/Hadîd, 13.
d- Allah‘ın Rahmetini İstemek: 2-Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A‘râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü‘minûn, 109, 118; 27/Neml, 19; 39/Zümer, 9; 40/Mü‘min, 7.
e- Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet Eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.
f- Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet Eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.
g- Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En‘âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.
h- Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A‘râf, 56.
i- Allah, Kur‘an Okuyana Rahmet Eder: 7/A‘râf, 204.
k- Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.
l- Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.
m- Allah‘ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A‘râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.
n- Allah‘ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A‘râf, 156.
o- Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet Etmez: 7/A‘râf, 49.
p- Yağmur Rahmettir: 7/A‘râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.
r- Kur‘an Rahmettir: 7/A‘râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhân, 6; 45/Câsiye, 20.
s- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.
t- Allah‘ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.
u- Allah‘ın Rahmetinden Ümit Kesmemek: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.
v- Allah‘ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.
y- Allah‘ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü‘minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.
İ- ALLAH’IN TASARRUFU
a- Allah, Her İşi İdare Eder: 13/Ra’d, 2; 32/Secde, 5-6.
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Allah Dilediği Gibi Tasarruf Eder: 39/Zümer, 62.
c- Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah’ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsin, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Feth, 27; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.
J- ALLAH’IN SÜNNETİ (İLÂHÎ KANUN)
Allah’ın Sünnetinde Hiçbir Değişme Olmaz: 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 77; 18/Kehf, 55; 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Feth, 23.
K- ALLAH’IN VAADİ (SÖZÜ)
a- Allah’ın Vaadi Haktır, Gerçektir: 4/Nisâ, 122, 10/Yûnus, 4, 55; 14/İbrâhim, 22; 18/Kehf, 21, 98; 28/Kasas, 13; 30/Rûm, 60; 31/Lokman, 9, 33; 35/Fâtır, 5; 40/Mü’min, 55, 77; 45/Câsiye, 32; 46/Ahkaf, 17.
b- Allah, Vaadinden Dönmez: 3/Âl-i İmrân, 9, 194; 13/Ra’d, 31; 14/İbrâhim, 47; 30/Rûm, 6; 39/Zümer, 20.
c- Allah’ın Mü’minlere Vaadi: 2/Bakara, 268; 3/Âl-i İmrân, 194; 4/Nisâ, 95; 5/Mâide, 9; 7/A’râf, 44; 9/Tevbe, 72, 111; 13/Ra’d, 35; 19/Meryem, 61; 24/Nûr, 55; 25/Furkan, 15; 28/Kasas, 61; 39/Zümer, 74; 40/Mü’min, 8; 46/Ahkaf, 16; 47/Muhammed, 15; 48/Feth, 20, 29; 57/Hadîd, 10.
d- Allah’ın Kâfirlere Vaadi: 9/Tevbe, 68; 34/Sebe’, 30; 36/Yâsin, 52, 63; 43/Zuhruf, 42; 46/Ahkaf, 16.
İ- Allah’ın Öldürmesi: 2/Bakara, 28, 258; 3/Al-i İmrân, 27, 156; 6/En’âm, 2, 95; 7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 40/Mü’min, 68; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 50/Kaf, 43; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa, 60; 57/Hadîd, 2.
L- ALLAH’IN DİRİLTMESİ: 2/Bakara, 28, 72-73, 258-260; 3/Âl-i İmrân, 27, 156: 6/En’âm, 95; 7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 22/Hacc, 5, 6, 66; 23/Mü’minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 31/Lokman, 28; 36/Yâsin, 12, 78-79; 40/Mü’min, 57, 68; 42/Şû’â, 9; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 46/Ahkaf, 33; 50/Kaf, 15, 43; 53/Necm, 44, 47; 56/Vâkıa, 60-61; 57/Hadîd, 2; 71/Nûh, 18; 75/Kıyâme, 3-4; 79/Nâziât, 27.
M- ALLAH’IN AZÂBI
a- Allah, Dilediğine Azap Eder: 2/Bakara, 284; 3/Âl-i İmrân, 129; 5/Mâide, 18, 40; 7/A’râf, 156; 17/İsrâ, 54; 29/Ankebût, 21, 25; 48/Feth, 14.
b- Allah’ın Azâbı Şiddetli ve Çetindir: 2/Bakara, 165, 196; 3/Âl-i İmrân, 181; 4/Nisâ, 56, 173; 5/Mâide, 2, 98; 14/İbrâhim, 7; 15/Hıcr, 50; 17/İsrâ, 57; 20/Tâhâ, 127; 22/Hacc, 2; 35/Fâtır, 7; 40/Mü’min, 3; 59/Haşr, 7; 85/Bürûc, 25-26; 89/Fecr, 25.
c- Allah’ın Azâbı Zâlimler, Münâfıklar, Kâfirler ve Müşrikler İçindir: 2/Bakara, 7, 10, 49, 86, 90, 96, 104, 114, 126, 162, 165-166, 174; 3/Âl-i İmrân, 4, 21, 56,77, 88, 91, 105, 106, 128, 176-178, 181, 188; 4/Nisâ, 14, 37, 93, 102, 138, 151, 161; 5/Mâide, 33, 36-37, 41, 73, 80, 94; 6/En’âm, 30, 49, 70, 93, 126, 157; 7/A’râf, 39, 141, 165, 167; 8/Enfâl, 14, 35, 50; 9/Tevbe, 3, 34, 55, 61, 68, 74, 79, 85, 90, 101; 10/Yûnus, 4, 52, 54, 70, 88, 97; 14/İsrâhim, 6, 17, 22; 16/Nahl, 58, 88, 94, 104, 106, 113, 117; 17/İsrâ, 10; 22/Hacc, 2, 4, 9, 18, 22, 57; 24/Nûr, 11, 23; 27/Neml, 5; 33/Ahzâb, 8, 24, 57, 73; 34/Sebe’, 8; 35/Fâtır, 7; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 71; 42/Şûrâ, 26, 42; 43/Zuhruf, 65, 74; 48/Feth, 6; 58/Mücâdele, 4-5, 15; 76/İnsan, 31; 84/İnşikak, 24.
d- Allah’ın Azaptan Koruması İçin Duâ: 2/Bakara, 201; 3/Âl-i İmrân, 16, 191-192; 25/Furkan, 65.
N- ALLAH’IN HESABI (HESAP SORMASI)
Allah, Hesabı Çabuk Görendir: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 5/Mâide, 4; 13/Ra’d, 41; 14/İbrâhim, 51; 24/Nûr, 39; 40/Mü’min, 17.
O- ALLAH’IN RIZÂSI: 2/Bakara, 207, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 162, 174; 4/Nisâ, 114; 5/Mâide, 2, 16, 119; 9/Tevbe, 21, 72, 100, 109; 19/meryem, 6, 55; 20/Tâhâ, 109; 27/Neml, 19; 39/Zümer, 7; 46/Ahkaf, 15; 48/Feth, 18, 28-29; 53/Necm, 26; 57/Hadîd, 20, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 8; 60/Mümtehine, 1; 89/Fecr, 28; 92/Leyl, 22; 98/Beyyine, 8.
ALLAH (C. C.)
- 725 -
Ö- ALLAH’IN FAZLI: 2/Bakara, 64, 105, 198, 243, 251, 268; 3/Âl-i İmrân, 74, 152, 170, 174, 180; 4/Nisâ, 32, 70, 73, 83, 113; 5/Mâide, 2, 54; 8/Enfâl, 29; 10/Yûnus, 58, 60; 11/Hûd, 3; 12/Yûsuf, 38; 17/İsrâ, 12; 24/Nûr, 10, 14, 20-21; 27/Neml, 16, 40, 73; 30/Rûm, 45-46; 33/Ahzâb, 47; 35/Fâtır, 12, 30, 35; 40/Mü’min, 61; 42/Şûrâ, 22, 26; 44/Duhân, 57; 45/Câsiye, 12; 48/Feth, 29; 49/hucurât, 8; 57/Hadîd, 21, 29; 59/Haşr, 8; 62/Cum’a, 4, 10.
P- RAB KAVRAMIYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a- Her şeyin Rabbi (Terbiye Eden, Besleyen, Rızık Veren) Allah’tır: Fatiha, 1 ; Bakara, 22, 126, 131 ; Al-i İmran, 37 ; En’am, 164 ; Yunus, 31-32 ; Yusuf, 100 ; İbrahim, 37 ; Nahl, 53-54 ; İsra, 30, 66 ; Ta-ha, 49-50 ; Şuara, 77-83.
b- Rabb, Her şeye Gerçek Anlamda Sahip ve Maliktir: Bakara, 139, 258, 286 ; Nisa, 17 ; A’raf, 155 ; Tevbe, 129 ; Hud, 107.
c- Rabb, Kendisine Kulluk Edilecek Yegane Varlıktır: Bakara, 21, 112, 127, 128 ; Al-i İmran, 64, 79, 80 ; Maide, 72 ; En’am, 106 ; A’raf, 3 ; Yusuf, 23, 41, 42 ; Nahl, 86 ; İsra, 23 ; Kehf, 110 ; Meryem, 34 ; Fecr, 15-16.
d- Rabb, İnsanları Huzurunda Toplayacaktır: Al-i İmran, 9 ; En’am, 30, 51 ; Secde, 10, 11, 12 ; Sebe’, 26 ; Mutaffifin, 6 ; İnfitar, 6 ; İnşikak, 6.
e- Rabb, İlahi Nizamıyla İnsanları Gerçeğe Ulaştırır: Bakara, 37, 129 ; Al-i İmran, 8.
f- Yalnız Rabbimiza İtaat Edilmelidir: En’am, 114, 115 ; A’raf, 33 ; Tevbe, 31.
g- Rabbimiz, Her şeyi Yaratan ve Yöneten Allah’tır: Al-i İmran, 191 ; Nisa, 1 ; En’am, 133 ; A’raf, 54 ; Yunus, 3, 39 ; Yusuf, 101 ; Ra’d, 16 ; Hicr, 86 ; Kehf, 14, 36-38 ; Enbiya, 56 ; Faatır, 13 ; Saad, 66 ; Mü’min, 64 ; Alak, 1-5 ; Adiyat, 6.
Q- İLÂH KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER (Toplam 147 yerde): 2/Bakara, 133, 133, 133, 163, 163, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73, 73, 116; 6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158; 9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96; 16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24, 25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn, 23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3; 29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5, 5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf, 45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed, 19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün, 13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.
R- ALLAH’TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En’âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü’minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.
S- TEVHİD (TEK İLÂH İNANCI), İNSANLIĞIN ASLÎ İTİKADI VE TÜM PEYGAMBERLERİN ÇAĞLAR BOYU TEBLİĞ EDİP CANLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞI HUSUSTUR: 2/Bakara, 133; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü’minûn, 23; 41/Fussılet, 6.
Ş- TEVHİD DİNİ
a- Tevhid Dini İslâm’dır: 6/En’âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11.
b- Bütün İlâhî Dinler (in Aslı ki, İslâm’dır/Teslimiyettir) Tevhide Dayanır: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
c- Tevhidden Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6.
d- İbrâhim (a.s.)’in Tevhidî Kimliği ve Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-32; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 100-107.
T- TEVHİD KELİMESİ
a- Tevhid Kelimesi Yücedir: 9/Tevbe, 40.
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Tevhid Kelimesinin Örneği: 14/İbrâhim, 24-25.
c- Tevhid Ehli (Muvahhid) ile Müşriğin Örneği: 39/Zümer, 29.
d- Yüce Olan, Yalnız Allah’ın Sözüdür (Tevhiddir): 9/Tevbe, 40.
U- TEVHİD DÂVETİ
a- Muvahhid (Allah’ı Birleyen)ler Olun: 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30.
b- Yüzünü Tevhid Dinine Döndür: 10/Yûnus, 105.
c- Allah’ın Yolunu (Tevhid’i) Tâkip Edin, Başka Yolları Tâkip Etmeyin: 6/En’âm, 153
d- Tevhide Dâvet Etmek: 10/Yûnus, 105¸30/Rûm, 30; 42/Şûrâ, 15.
Ü- TEVHİD EHLİNİN AHLÂKI: 39/Zümer, 17-18; 46/Ahkaf, 13-14.
V- HEVÂ VE HEVESİ İLÂHLAŞTIRMAK: 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
W- PUTLAR VE KÜFRÜN ÖNCÜLERİ
a- Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b- Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.
c- Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d- Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e- Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f- Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g- Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h- Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i- Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
j- Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.
k- Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l- Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
m- Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n- Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
n- Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
o- Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.
Y- PUTLARA TAPMAK
a- Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
b- Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
c- Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3.
d- Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9.
ALLAH (C. C.)
- 727 -
Z- PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZÂLARI
a- Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.
b- Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Bekir Topaloğlu,) T.D.V. Y. İst. 1989, c.9, s. 471-503
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), Şamil Y. İst. 1990c. 1, s. 112-123
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 180-236
4. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. İst. 1988, s. 15-23; 76-95
5. Âlemlerin Rabbi Allah, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
6. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Çev. S. Ateş, Kevser Y. , Ank
7. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil Y. İzmir, 1994
8. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
9. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Hilâl Y. İst. 1980, 2. Bs.
10. İslâm İnancında Allah’a İnanmak, Said Havva, Petek Y.
11. Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Bekir Topaloğlu, DİB Y. Ank. 1979, 2. Bs.
12. Allah’ı Nasıl Anlamalı Çocuklarımıza Nasıl Anlatmalı, Vehbi Vakkasoğlu, Sevgi Y.
13. Ru’yetullah, İbn-i Teymiyye, Tevhid Y.
14. Vahdet-i Vücud Risalesi, Sadreddin Taftazani, Tevhid Y.
15. Vahdet-i Vücut, Ali İpek, Timaş Y.
16. Âlemden Allah’a, Mehmet S. Hatipoğlu, Ufuk Kitaplar Y.
17. İslâm Düşüncesinde Allah-Âlem İlişkisi, Halife Keskin, Beyan Y. İst. 1996
18. Hücreden Allah’a, Faruk Yılmaz, Furkan Y. İst. 1983
19. Allah’ı Arayış, Hâris el-Muhâsibî, İlke Y.
20. Allah, Aşk ve Muhammed’in Gerçek Yüzü, A. Nuray Oktay, Zariflik Birlik Y. İst. 1995
21. Allah, İlim ve İnsan, A. Ceressy Morrison, Cat Stevens, Şelale Y. İst. 1985
22. Allah İnancı (En Büyük Huzur) Kaynağımız), Aynur Özmeşe, Gülay Tan, Kılıç Y. İst. 1990
23. Allah ve İnsan, Mahmut Sadettin Bilginer, Esma Y. İst. 1991
24. Allah’ı Tanımak ve Anlamak, Turhan Temizer, Alem Y. İst. 1991
25. Allah’ı İnkâr Mümkün mü? Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Çığır Y. İst. 1977/Çağrı Y. 1978
26. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, Sigrid Hunke, Altın Kitaplar Y. İst.
27. Allah’ın Kudreti, Atomlar, Rogers D. Rusk, Hikmet Y. İst. 1982, 2. bs.
28. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikatı, Yusuf Kardavi, İhtar Y. İst. 1993
29. Allah’ım Seni Çok Seviyorum, Zarife Canan, D.İ.B. Y. Ank. 1990, 4. bs.
30. Yerleri ve Gökleri Yaratan Allahu Teâlâ Vâhid, Garip Selim Güler, Sim Y.
31. Esmâ-i Hüsna Allah’ın Güzel İsimleri, Alâddin Başar, Zafer Y. İst. 2002, 2. Bs.
32. Esmâu’l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. İst. 1984/Seha Neşriyat
33. Esmâu’l Hüsnâ, İbn Kesir, Kurtubi, Beyhaki, es-Sa’dî, İbn Kayyim el-Cevziyye, Polen Y.
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
34. Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. İst. 1997
35. Esmâü’l-Hüsnâ, Afifüddin Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. İst. 1996
36. Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtanî, Uysal Kitabevi Y. Konya, 1997, 2. bs
37. O’nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. İst. 1997, 2. Bs.
38. Esmâ-i Hüsnâ Allah’ın İsimleri, Metin Yurdagür, Marifet Y. İst. 1996
39. İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. Kahramanmaraş, 1999
40. Esmâü’l-Husnâ Şerhi, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 2000
41. 99 Esmâ-i Hüsnâ’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. İst. 1998
42. Esmâi Hüsnâ: Hikmeti, Fazileti ve Esrarı, Arif Pamuk, Pamuk Y.
43. Esmâ-ül Hüsna Türkçe-İngilizce, Abdülmecit Yıldız, Ferşat Y.
44. Esmâül Hüsna Şerhi, İmam Gazali, Meerve Yay. Paz.
45. Âyetlerle Esmaül-Hüsna, Said Köşk, Anahtar Yayıncılık
46. Allah’ın İsimleri, Harun Yahya, Vural Y.
47. Gök Tanrının Sıfatlarına Esmâül-Hüsna Açısından Bakış, Sait Başer, Kubbealtı Neşriyat
48. Emâ-i Hüsnâ, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
49. Niçin Allah’a İnanıyoruz? 1-4, Heyet, Hisar Y. İst. 1980 / Kitabevi Y.
50. Allah ve Modern İlim, 1-2, Abdürrezzak Nevfel, Hikmet Y. İst. 1988, 3. Bs.
51. Allah’a İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y. İst. 1989, 4. bs.
52. Allah’ı Arayan Çocuk, M. Yaşar Kandemir, Damla Y. İst. 1987, 3. bs.
53. Allah’ı Niçin Anıyoruz?, Abdullah Arığ, Seha Neşriyat, İst. 1995
54. Allah Vardır, Hâlim Bilsel, Yağmur Y. İst. 1988
55. Allah Var Şeriki Yok, Yusuf Koç, Esra Y. İst 1996
56. Allah İçin Yaşamak, Cavit Yalçın, Vural Y. İst. 1995
57. Allah İnancı (En Büyük Huzur Kaynağımız), Aynur Özmeşe, Kılış Y.
58. Ateizmden İnanca, Emin Arık, Marifet Y.
59. İlimlerin Diliyle Allah, Şaban Döğen, Gençlik Y.
60. Kâinatın Sahibi Allah, Veysel Özcan, Mirfak Y.
61. Muhabbetulllah (Allah’ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.
62. Sebeplilik Problemi ve Allah’ın Varlığı, Muharrem Çakar, İnkılab Y.
63. Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutup, Ravza Y.
64. Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y.
65. İnançlar, Kenan Çığman, Gonca Y.
66. Allah Dilerse, Ragıp Güzel, Güher Y.
67. Allah, Turan Dursun, Kaynak Y. İst. 1991
68. Allah, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Y. İs. 1991
69. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 545-554
70. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 164-171
ALLAH (C. C.)
- 729 -
71. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 137-146; Eser Y. c. 2, s. 825-838
72. Kur’ân-ı KerimŞifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 495-501
73. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 976-988
74. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 443-456
75. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 333-375
76. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 475-518
77. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 444-468
78. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 435-438
79. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 277-282
80. El-Esâs Fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y. c. 2, s. 110-125
81. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 74-76
82. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 288-294
83. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 205-212
84. Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 254-262
85. Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y. c. 1, s. 195-199
86. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. 303-321
87. Ruhu’l Furkan, M. Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 751-792
88. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 145-148, 486-488
89. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 295-299, 427-428, 717-724
90. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 99-120
91. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 2, s. 130-145
92. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57
93. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
94. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 41-66
95. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 11-53
96. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 39-63
97. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 194-195
98. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 59-137
99. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-111
100. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
101. Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.
102. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
103. Tevhid, 1, 2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
104. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
105. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
106. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
107. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
108. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
109. Tevhide Giriş, Hâce Muhammed Parsâ, Erkam Y.
110. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
111. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
112. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
113. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
114. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
115. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
116. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
117. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
118. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
119. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
120. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
121. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
122. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
123. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
124. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
125. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Salih Ali Mustafa, Ölçü Y.
126. İşte Tevhid, 1,2, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
127. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
128. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
129. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
130. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
131. Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.
132. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
133. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
134. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
135. Dua ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
136. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
137. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
138. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 40-50
139. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
140. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
141. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.
142. Tevhid, Rasûllerin Ortak Çağrısı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y.
143. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
144. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
ALLAH (C. C.)
- 731 -
145. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
146. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
147. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y.
148. İbadet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Özel Y. Dersaadet Y.
149. Kur’an’da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
150. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
151. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
152. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
153. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
154. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
155. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
156. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
157. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
158. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
159. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
160. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
161. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
162. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
163. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
164. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
165. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
166. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
167. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
168. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
169. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
170. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
171. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
172. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
173. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
174. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Mehmed N. Solmaz
175. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
176. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
177. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
178. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
179. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
180. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
181. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
182. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
183. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
184. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
185. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
186. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
187. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
188. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat
189. Kütüb-i Sitte: 1: 335; 2: 246-248; 4: 99-101, 221-222, 225; 6. 364, 373-374, 424, 521, 531; 7: 8, 27-28, 313, 517; 8: 6-7, 80-81; 9: 11-12, 203-204, 549; 10: 19, 138-140, 155-156, 191-194, 284-294; 11: 454; 12: 10, 126-127, 269, 288, 400, 549-550; 13: 261-262; 14: 16, 66, 381-382, 428, 469-472; 15: 523-524; 16: 127-128, 319, 323-327, 362-363, 536; 17: 15-16, 136, 236, 239, 259, 348, 352, 363, 507-509, 563, 567, 583-586, 591, 596, 605-605.
AKÎDE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AKÎDE
• Tevhidî Esaslar ve Günümüz
• Akîde; Anlam ve Mâhiyeti
• İslâm Akîdesinin Konusu
• Akîdenin Önemi ve Gayesi
• Akîdede Ölçü (İslâm Akîdesinin Kaynağı -Delili-)
• Akîdevî Esasların Değişmezliği
• İnsan İlişkilerinde İnancın Belirleyici Rolü
• Mü’minin İnsanlara Karşı İçsel Tutumu
• Mü’minin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
• Akaidde Mezhep Olur mu?
• Akide Konularında Dikkat Edilmesi Gereken Bazı Hususlar
• İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
• Klasik Akaid Kitaplarının Eksik ve Hatalı Tarafları
• İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri
• Akaid Kitaplarına Giren Kur’an Dışı İnançlar
• Akîdede Vahdet
• Müslümanlar ve İslâmî Duruş
• Kur'an'ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş
“Ey iman edenler, iman edin…” 1911
Tevhîdî Esaslar ve Günümüz
Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için de gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına -insan istemese bile- depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Beyinle kalp arasında sanıldığından fazla irtibat vardır. Kur’an, aklı kullanıp düşünmenin mekanik beyinle değil; imanın yönlendirdiği kalple olabileceğini ısrarla vurgular. Bilinmesi gerekenlerin başında gelen “Allah”ı hakkıyla bilemeyen veya bildiğini sadece O’na kullukla isbat edemeyenlere düşünmeyen câhil der Kur’an. Ve bu câhillik; beyin, gönül ve diğer organların fıtrat istikametinde görevlerini yapmaması demektir.
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında bu cehâlet/
1911] 4/Nisâ, 136
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câhiliyye vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Dört değil, on dört taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir. Kabul ve reddedilmesi gereken bu inanç esaslarını öğreten ilim dalı da, İslâm Akaididir. Akaid, akîde kelimesinin çoğuludur.
Bir adı da “Tevhid İlmi” olan “Akîde” ile ilgili eserlerin kiminde, gereksiz tartışma ve ayrıntılar tevhid kavramını gölgelemiş, mezhep tartışmaları, kelâmî düşünceler ve beşerî yorumlar öne çıkmıştır. Bununla birlikte tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esasları, güncel itikadî problem ve sapmalar yeterli şekilde gündeme gelmemiştir. İslâm akîdesi, sadece inanılması gereken esasları değil; aynı zamanda reddedilmesi gereken esasları da düzenler. Ama unutulmamalı ki, reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğutî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle İslâm akîdesi, beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı İslâm akîdesini öğrenip inanmak ve hayata geçirmeye çalışmak tüm müslümanların hedefi olmalıdır.
Hayatında akîdeyi merkeze alan kimseler, akîde ile ilgili beşerî yorumlar ile İlâhî iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıdırlar. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İslâm akîdesi, kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Akîde ve bununla ilgili bilgi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara
AKÎDE
- 491 -
şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir. Temel akîdevî esaslarda birleşen, Kur’an’ın akîdevî ilkelerine ters düşmemeye çalışan, bununla birlikte usûl ve cemaat farklılığı içinde olan mü’minler birbirlerini kardeş kabul etmek zorundadır. Mücadeleyi Kur’an’ın esaslarını belirlediği akîdemize düşman olanlara yöneltmeli, tüm muvahhid mü’minlerle vahdeti hedefleyerek, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaya çalışmalıyız. Akîdeyi hayatının merkezine alan muvahhid mü’minler olarak; tüm câhiliyye düşünüş, inanış ve yaşayış biçimini terk edip hayatın her alanına tevhidî ilkeleri hâkim kılma gayretinde bulunmak zorundayız.
Akîde; Anlam ve Mâhiyeti
Akîdenin Sözlük ve Terim Anlamları
Akîde; sözlük anlamı olarak düğümlemek anlamına gelen akd kökünden türemiştir. Akaid de akîde kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyen i’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına gelir. O halde akîde gönülden bağlanılan şey demektir.
‘Akd’ aslında iki şeyin arasını birleştirmektir. Bu, ipin parçalarını birbirine bağlama hakkında, bir binanın parçalarını bağlama anlamında kullanıldığı gibi; yemin, nikâh, sözleşme, satış gibi manevi alanlardaki ‘bağlama’ hakkında da kullanılır.
Sözün akd edilmesi, yani bağlanması yemin’dir. Bu, hem bir söz vermedir, hem de gönlün bağlandığı şeydir. Kur’an bu kelimeyi fiil olarak sözlerin bağlanması şeklinde kullanıyor. Mü’minler, yeminle bağladıkları sözlerinden sorumludurlar.1912
‘Akd’ aynı zamanda her türlü söz vermenin, anlaşma yapmanın ortak adıdır. Kur’an mü’minlere şöyle diyor: “Ey iman edenler! Akitlerinizi (Allah’la ve insanlar yaptığınız sözleşmelerinizi) yerine getirin…” 1913
Aynı kökten gelen ‘akit’, insanın gerek Rabbi olan ezelî yani ‘elest bazmi’ndeki sözleşmesi, gerekse diğer insanlarla yaptığı her türlü anlaşmanın, sözleşmenin genel adıdır. İbn Abbas’a (r.a.) göre buradaki ‘akit’, Kur’an’ın genel hükümleri, helâl ve haram ölçüleridir.1914 Yine aynı kökten gelen ‘itikat’ iman kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır. İnanmak, bağlanılması gereken şeylere bağlanmak demektir. Aynı kökten gelen bir başka kelime ise ‘ukde’dir. Bunun anlamı kendileriyle evlenilen kadınlarla yapılan ‘nikah bağı’1915 ve düğümdür.1916 Kur’an’da bir yerde de çoğul olarak (uked şeklinde) kullanılmaktadır.1917
‘Akide’ gönülden bağlanılan şey manasında kişinin isteyerek, benimseyerek, inanç esaslarını kabul edip inanması demektir. ‘Akide’nin çoğulu ‘akaid’dir.
1912] 5/Mâide, 89; Ayrıca bk. 4/Nisâ, 33
1913] 5/Mâide, 1
1914] nak. Ali Bulaç, Meâl, 106, İbn Kesir, 1/475
1915] 2/Bakara, 235-237
1916] 20/Tâhâ, 27
1917] 113/Felâk, 4
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘Akaid’, İslâm’ın inanılması gerekli olan temel esasları ve hükümleri demektir. ‘Akide’ daha geniş olarak, bir şeye inanmak, bir haberi veya bir kimseyi doğrulamak, bir şeye bağlı kalmak; inanma şekli, düşünce biçimi gibi kullanılış alanına sahiptir.1918
Kavram Olarak Akide
Terim olarak akîde: İslâm Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.
Bu tanımda geçen inanılması gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, âhiret hayatına, Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir. Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir.
Akide; Allah’ın gönderdiği İslâm’ı, yani Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirip tebliğ ettiği Din’in bütün esaslarını, bütün hükümlerini kalp ile doğrulamak, dil ile söylemek, bir anlamda İslâm’ın doğruluğuna tanıklık etmek demektir.
Akide, bir dinin inanç esaslarıdır. Bir kişi o inanç esaslarını kabul ettiği zaman, o dini benimsemiş olur, o dinden sayılır. Akide aynı zamanda, o dinde bulunan emir, tavsiye, prensip, yasak gibi amel ilkelere de yön verir. Çünkü, akidenin gereği ahlâk ve davranış, yani amel olarak hayata yansır. Yalnızca inanç olarak kafalardan kalan ‘akide’ler zamanla yerini başka inançlara terk eder.
Bu açıdan bakıldığı zaman denilebilir ki, akide kişinin dünya ve âhiret görüşünün bütünleşmiş şeklidir. Kişi ona bağlanır, onun doğru olduğunu kabul eder ve amele ilişkin ilkeleri yaşamaya çalışır. Bir şeyin doğruluğuna inanmak, onun gerektiği yerde uygulanmasıyla gösterilir, isbat edilir.
İslâm’ın ‘akide’ sistemi, Din’in temelidir. Akide, insanla ilgili yaratılış gerçekliğine ulaşmak, insan ile Yaratan arasındaki bağı bulmaktır. Bu kuvvetli bağ, insanı Allah karşısında sorumlu hale getirir ve hayatını hangi amaç doğrultusunda yaşayacağını gösterir. İslâm’da inanç sistemi (akide) kuru kuruya bir inançlar sıralaması, içleri boş hayali şey değildir. Akide, Din’i kabul etmenin ve ona uygun olarak yaşamanın, daha doğrusu yalnızca Allah’a kulluk yapmak üzere karar almanın, buna söz vermenin kendisidir.
Sözlük anlamında geçtiği gibi ‘akit’ yapmak, bir anlamda sözleşme yapmak, söz vermektir (ahd etmektir). Akide, bu söz verişin, bu sözleşmenin İlâhî yönüdür. Mü’min, İslâm’ın akide ilkelerini kabul ederek kulluk yapma sözleşmesini imzalar, Allah (c.c.) ile yaptığı ahd’i (anlaşmayı) uygulamaya karar verir.
İslâm’ın akide anlayışı aynı zamanda, Allah’ın yanlış dediği, bâtıl ve geçersiz saydığı bütün inançları bir tarafa atmanın, kafalarda ve gönüllerde yanlış olan inançları terk etmenin göstergesidir.
Kur’an’a göre, Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberler, vahy ile bildirilen inanç esaslarını (akideyi) insanlara anlatmışlardır. İlk peygamberden son peygambere kadar, akide aynı kalmıştır. İslâm akidesi, çağlara, ülkelere,
1918] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 41.
AKÎDE
- 493 -
halklara ve sistemlere göre değişmez. İnanılması gereken bütün ilkeler, bütün insanlar için geçerlidir. Çünkü İslâm’ın inanç esasları Mutlak Hakikat’tir, gerçektir. Mutlak gerçek olan bir şey zamana ve yere göre değişmez.
İslâm’ın akidesi, yani akaidi, Tevhiddir. Bütün peygamberler Tevhid inancını anlatmışlardır. İnsanlar arasında tarih boyunca Tevhidden sapmalar oldukça, Allah yine elçilerini göndermiş ve onları Hakk’a davet etmiş ve uyarmıştır.
Diğer peygamberlere vahyedildiği gibi Hz. Muhammed’e de vahyedilmiştir.1919 Hz. Muhammed’e gönderilen Kur’an, kendinden önce gönderilen İlâhî kitapları doğrulamaktadır.1920
Allah (c.c.) bütün topluluklara, ‘Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk yapmaktan kaçının’ diye tebliğ yapması için elçiler gönderdi. Ancak onlardan kimileri hidayeti, kimileri sapıklığı (dalâleti) tercih ettiler.1921 Onların tebliğinin içerisinde, Allah’a, âhirete ve peygamberliğe iman gibi üç temel vardı. Vahyin ve peygamberliğinin yanında İlâhî kitaplar ve melekler de akla gelmektedir. 1922
Akide ve Şeriat İlişkisi
İslâm, aslında bir bütündür. Ancak ilkelerini açıklarken onu iki kısım halinde anlatmak gerekir:
1- Akaid, yani akide esasları,
2- Şeriat, yani Din’in hükümleri, emirleri, yasakları.
Bazı İslâm âlimleri de bunu dörtlü bir taksim halinde şöyle ifade ederler:
1- İtikat, 2- İbadet, 3- Ahlâk, 4- Muamelât (hükümler ve hukuk)
İslâm Akîdesinin Konusu
Akaid’in konusu İslâm’da inanılması ve reddedilmesi gereken esaslardır. İslâm akîdesini oluşturan konular, Kur’ân-ı Kerim’de ve mütevâtir hadislerde farklı yorumlara gerek bırakmayacak şekilde açık ve kesin olarak yer alan hükümlerdir. Meselâ, Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, kitaplar, peygamberler, âhiret, küfür, şirk, münâfıklık vs. ile ilgili, Kur’an’da anlamı açık ve kesin hüküm ifâde eden âyetler akaid ilminin konusudur.
İslâm akaidinin konuları iki bölüm halinde ele alınabilir: 1. Mânaya delâlet yönüyle de kesinlik ifade eden mütevâtir naslarla sabit olmuş, inkârı küfrü gerektiren temel esaslar; 2. Tevatür derecesine ulaşmayan veya mütevâtir olsa da mânası açısından zan ifade eden naslarla açıklanan prensipler. Bu sonuncuların inkâr edilmesi küfrü gerektirmez. Akaid hükümleri zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez ve bir bütün olup bölünme kabul etmez yani akîde esaslarının bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz. Âyet ve hadislerle akaid-kelâm literatürü çerçevesinde, ayrıntılarla ilgili bazı görüş farklılıkları bir yana, bütün İslâm ümmeti ve genel olarak İslâm mezheplerince kabul ve tasdik edilen İslâm akaidini şu şekilde özetlemek
1919] 4/Nisâ, 163
1920] 35/Fâtır, 31
1921] 16/Nahl, 36
1922] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 42-43.
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mümkündür: 1. Allah vardır, varlığı kendinden olup kimseye muhtaç değildir, ezelî ve ebedîdir. 2. Kâinat bütün nesne ve olaylarıyla yaratılmıştır, tek yaratıcısı Allah’tır. 3. Allah birdir, yegâne tapılacak varlık O’dur; hiçbir şeye benzemez; cisimlere has zaman, mekân ve benzeri kategorilere, durumlara bağımlılıktan ve her türlü eksiklikten münezzehtir. 4. Allah diridir, bilendir, irade edendir, güç yetirendir, işitendir, görendir, yaratandır, kelâm sahibidir; O, bütün kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmıştır. 5. Her insanın bir kaderi vardır, fakat kul cebir altında değildir. 6. Peygamberlik müessesesi haktır, Hz. Muhammed son peygamberdir, peygamberler güvenilen, tebliğ görevini yerine getiren, büyük günah işlemekten veya günahlarında ısrar etmekten korunmuş kimselerdir, fakat onlar da bizim gibi beşerdir, onlarda en küçük çapta bile olsa tanrılık özelliği yoktur; peygamberlerin mucizeleri haktır. 7. Meleklere ve ilâhî kitaplara iman gereklidir; melekler Allah’ın bütün emirlerine boyun eğen ruhanî varlıklardır; Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an, Hz. İbrahim ve Mûsâ’nın “sahîfeleri Allah tarafından indirilmiş kitaplardır. 8. Âhiret hayatı, cennet ve cehennem haktır.
Akîdenin Önemi ve Gayesi
Akîde, İslâm dininin temelidir. İslâm dinini bir yapı olarak düşündüğümüzde, bu yapının temelini akîde oluşturur. Nasıl ki, bir binanın temeli olmadan yükselmesi, ayakta durması, sarsıntılara dayanması mümkün değilse, akîde ile ilgili doğru bilgiler, akaid ilmi olmadan da İslâm binasının yükselmesi, müslümanın inancının sağlam olması mümkün değildir.
İnsanın hayata bakışı, dünya görüşü ve davranışlarının tümü akîdesiyle, inancıyla alâkalıdır. Akîdeyle ilgili olmayan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden müslümanların ve müslüman fert ve ailelerden meydana gelen İslâm toplumunun sağlam bir akîdesi olmalıdır.
Akîde ile ilgili doğru bilgi sayesinde müslüman;
1) Neye, niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir.
2) Ancak sağlam bir akîde bilgisi sayesinde insan, imanını taklîdden kurtarabilir.
3) Bu bilgi ve köklü inanç sayesinde, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir.
4) Bâtıl ve bid’at ehlinin görüş ve itirazlarına karşı, kendi inanç esaslarını savunabilir.
5) Diğer din mensuplarının yıkıcı yayınlarına karşı İslâm dininin inanç sistemini savnur. Meselâ; Hristiyanların Allah hakkındaki teslis (baba-oğul-kutsal ruh) inancına karşı, tek ilâh inancını ortaya koyar.
İnancı sağlam olan bir insan, dünya ve âhiret ile ilgili tüm işlerini İslâm’a uygun bir şekilde yapacaktır. Sağlam ve kâmil inanç, kalpte pasif bir şekilde yer tutmaz; aksine mutlaka inanç sahibinin yaşayışını yönlendirir.
İşte akîde ile ilgili ilmin temel gayesi, insanı inanç ve davranışta İslâm’laştırarak dünya ve âhiret saâdetine kavuşturmaktır. En önemli gayelerinden biri, yukarıda belirtildiği gibi, İslâm inancını her türlü sapık ve yıkıcı fikirlerden, bâtıl düşünce ve hurâfelerden korumaktır. Ayrıca inandığı halde bazı şüpheleri olan insanları
AKÎDE
- 495 -
bu şüphe ve tereddütlerinden kurtarmaktır.
Akîde, İslâm Dini’nin temeli olduğundan; dinin sağlamlığı, bu temelin sağlamlığına bağlıdır. Bu temelin sağlamlığı da kişiye cennet yollarını açar. Dünyanın huzur ve saâdetle dolması da ancak iman sayesindedir. İman etmek, huzur ve mutlulukla dolmak demektir. İmanlı insanlardan meydana gelen toplum da her devirde asr-ı saâdeti yaşayan, saâdeti asra taşıyan bir toplumdur.
Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Tevhidî imana sahip olamayanlar; maddeye, eşyaya, mala, çevreye, dünyaya, zaaflara, şeytana, tâğutlara, egemen güçlere, nefse, hevâ ve hevese... görünmez zincirlerle bağlı ve bağımlıdırlar; özgür değillerdir. Kölenin kölesi, kulun kulu, âcizin emrindeki zavallıdır onlar.
Akîdede Ölçü (İslâm Akîdesinin Kaynağı -Delili-)
İslâm Akîdesi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir. Kur’an’ın tümü mütevâtir haber türüne girdiği halde; hadislerin çok azı bu sınıflamaya girer.
Hükümler, zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de konuyla ilgili ifâdenin açıklığı ve netliği yönünden olmalıdır.
İslâm akîdesi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir.
Müslümanın akîdesi Kur’an’a dayanmalıdır.1923 Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. Peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inanç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bu konuda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir. Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır.1924 Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir:
“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden
1923] Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir.
1924] Bk. 2/Bakara, 286
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.”1925
“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?”1926
“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”1927
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.”1928
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” 1929
Akîdede bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
“Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz.” 1930
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah
1925] 28/Kasas, 85-88
1926] 43/Zuhruf, 43-45
1927] 33/Ahzâ, 1-3
1928] 42/Şûrâ, 15
1929] 6/En’âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmasını emreden veya kendi ağzından ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En’âm, 50, 106, 145; 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/Kıyâme, 18
1930] 10/Yûnus, 36
AKÎDE
- 497 -
onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.” 1931
“Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” 1932
Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü’minleri zannın çoğundan sakındırmıştır: “Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”1933 İtikada ait zanlar, ulûhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar, haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında akîdevî esaslar diye, Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, mezhepleri ve ictihadları merkeze alan, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Akîdevî Esasların Değişmezliği
a) İ’tikad esasları, zamana, mekâna, kişilere ve toplumlara göre değişmez.
Allah tarafından Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İsa’ya... inanç konusunda ne emredilmişse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de aynı esaslar emredilmiştir. Değişen sadece şeriatlardır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temeli, tevhid inancına dayanır.
Tüm peygamberler gönderildikleri toplumlara, Allah’ın varlığı ve birliğini, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu, âhiret diye bir hayatın varlığını haber vermişler; onları Allah’a kulluk etmeye, kendilerine itaate çağırmışlardır. Peygamberlerin bu ortak çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde ifâde edilir:
“Andolsun biz Nuh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim, dedi; Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur.”1934
“Andolsun Biz Semud kavmine kardeşleri Sâlih’i, ‘Allah’a kulluk edin’ demesi için gönderdik..”1935
İbrâhim (a.s.) kavmine dedi ki; ‘Allah’a ibâdet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”1936
“Şuayb (a.s.) kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah’a kulluk edin, âhiret gününe umut bağlayın.”1937
“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla
1931] 53/Necm, 23
1932] 53/Necm, 27-28
1933] 49/Hucurat, 12
1934] 23/Mü’minûn, 23
1935] 27/Neml, 45
1936] 29/Ankebût, 16
1937] 29/Ankebût, 36
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göndermedik.”1938
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan, putlardan sakının’ diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.”1939
Bütün peygamberlerin ortak mesajı olan bu itikadî esaslar, hem evrensel, hem de çağlar üstüdür. İlk insandan kıyâmete kadar tüm nesiller için her zaman ve her coğrafyada geçerlidir.
Şu halde herhangi bir kişi veya toplum meselâ şunu diyemez: “Kur’an’daki hükümler geçmişte kaldı. Bugünkü modern toplumda din kaidelerinin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Din olsa olsa bir vicdan işi olabilir. Geçmişte putperestlik, içki, kumar, fâiz, zina, yasaklandı; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, infak emredildi ama günümüzde bunların tümü geçerliliğini yitirdi. Çünkü bugün devletin izniyle açılan kumarhaneler, meyhaneler, genelevler, fâizli işlem yapan bankalar var. Kâbe’de hac yapmak yerine, bizim ulularımızı tavaf edip, saygı duruşu yaptığımız tunçtan, altından, gümüşten, bronzdan heykellerimiz, put imalathanelerimiz, tapınmak ve eğlenmek için yapılmış dev alışveriş ve eğlence merkezlerimiz var...”
İşte tüm bu ve benzeri sözleri kâfir olanlar, dinine bağlılığı pamuk ipliğinden daha zayıf olanlar söyleyebilir. Böyle insanlar ve bu insanlardan oluşan toplumlar şahsiyetsiz ve zayıf karakterlidir. Akîdesi sağlam olan bir müslüman ise, bu ve benzeri anlayışların tümünü reddeder. İnancını zamana, zemine ve mekâna göre değiştirmez.
b) İ’tikad esasları bir bütün olup bölünme kabul etmez. İslâm dininin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek, insanı dinden çıkarır.
Meselâ; “namazla ilgili emirleri kabul ediyorum; fakat fâizle ilgili emirleri kabul etmiyorum. Çünkü şu anda yaptığım ve ileride yapacağım fâizli ticaretime zarar veriyor. Oruçla ilgili hükümleri kabul ediyorum; fakat infak ve zekât ile ilgili hükümleri kabul etmiyorum. Kabul edersem servetimin azalmasından korkuyorum. Hem ben bu serveti kazanırken ihtiyaç sahipleri benimle beraber mi çalıştı?”
“Allah’ın varlığını, birliğini kabul ediyorum; fakat ben içkiden, kumar oynamaktan, zina etmekten, yalan söylemekten, insanları çekiştirmekten, onları birbirine düşürmekten, insanları kandırmaktan vazgeçemem. Bunların hepsi nefsime ağır gelen şeyler. Bu nedenle bu konularla ilgili âyetleri bir kenara bıraksak diyorum.”
İşte tüm bu ve benzeri inanışlar insanı bu dinin dışına çıkarır. Allah Teâlâ bu tür inanca sahip olan insanları Kur’ân-ı Kerim’de kınamakta ve cehennem azâbı ile tehdit etmekte, dinin bir kısmını kabul edip işine gelmeyen kısmını reddedenlere şu hitabı yapmaktadır: “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler.”1940
1938] 4/Nisâ, 6
1939] 16/Nahl, 36
1940] 2/Bakara, 85
AKÎDE
- 499 -
Biz, sağlam bir inançla Rabbimizin nefsimize kolay gelen hükümlerini kabul edip uyguluyor olabiliriz. Ama aynı zamanda, nefsimize ağır gelen İlâhî emir ve yasakları da kabul edip hiçbir ayırım yapmadan yerine getirmeye çalışmalıyız. Burada şu hususa dikkat etmeliyiz: İslâm’ın hükümlerinin tamamını kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için yerine getirmeyen ile; bu hükümleri kabul etmeyip inkâr eden veya alaya alanların durumu bir değildir. Birincisinde insan kâfir olmazken, ikincisinde tereddütsüz kâfir olur. Yani, Allah’a iman eden, İslâm’ın tüm hükümlerini kabul eden, fakat nefsine yenildiği için meselâ içki içen, kumar oynayan insan kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Çünkü bu insan inanmıştır. Yerine getirmediği hükümler için de Allah Teâlâ’ya hesap verecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.
Sâhibini ileriye atmayan, meydana çıkarmayan, küfürle, câhiliyye ile Firâvnî ve tağutî düzen ve müesseselerle, konum ve şartlarına uygun mücadele içerisine itmeyen bir iman, boyutlarında eksiklikler taşıyan bir çeşit inanıştır.
Diğer taraftan İslâm’ın günümüz açısından uygulanabilirliği konusunda şüphe ve tereddütler taşımak da iman ile bağdaşmaz. Bu en azından yüce Rabbimiz’in görüneni, görünmeyeni, geçmişi ve geleceği bileceğine inanmak gereği ile çelişir. Allah’ın Şeriatı’nın herhangi bir zamanda yeterli geleceğinde şüphe içerisinde olmak, Allah’ın sıfatlarında şüpheye düşmek demektir. Allah hakkındaki bir şüphe ve tereddüt ise, mâhiyet ve boyutu ne olursa olsun, kişiyi imandan çıkartır.
Mü’min, iman ettiği nizâmın bütün hükümleriyle her zaman ve mekânın değişmez, mutlak doğru ve insanlığı bunalımlardan uzaklaştıracak, mutluluğa kavuşturacak, insanı insana kölelikten, kendi nefsine ya da herhangi bâtıl bir kuvvete tapmaktan, onun boyunduruğuna girmekten kurtarabilecek yegâne nizâm olduğuna inanmak ve bunun ilmî bakımdan tartışılmaz bir gerçek olduğunu ispat etmek cehdine sürekli sâhip olmalıdır. Bunun yanında; böyle bir nizâmı da arzın herhangi bir yerinde ve kendisini merkez kabul ederek hemen kendisine en yakın parça üzerinde egemen kılmakla yükümlü olduğunu bilmekten, bunun için sa’y ü gayrette bulunup bulunmamaktan sorumlu tutulacağı şuûruyla kesintisiz bir cehd içerisinde olmakla vazîfelidir. Bu onun temel sorumlulukları arasında yer alır.
İslâm’ın ilk dönemi olan Asr-ı Saâdet’te, Resulullah (s.a.s.)’ hayattayken diğer bütün İslâmî ilimler gibi akaid ilmi de yazılmamış ve henüz tedvîn edilmemişti. Zira vahiy devam ediyor; Müslümanlar karşılaştıkları bütün problemleri derhal Hz. Peygamber’e götürüp vahyin ışığında çözüme kavuşturuyorlardı. Ashâb her husûsta olduğu gibi akide konusunda da Kur’an’a ve Rasûlullah’a tam bir teslimiyet içindeydi. Resulullah’ın onlara getirdiği bir inanç prensibini kesinlikle
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tartışma konusu yapmaz, bunun üzerinde görüş belirtmezler; hatta buna asla ihtiyaç duymazlardı. Resulullah’ın mescitte biraraya gelip akîdeyi ilgilendiren “kader” konusunu tartışan bazı sahâbîleri bu tartışmadan alıkoyduğunu görüyoruz.
Hz. Peygamber’in âhiret’e irtihâlinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashâbın çoğu, ‘asr-ı saadet’teki saf ve berrak İslâmî anlayışlarını korudular. Buna rağmen toplum içinde meydana gelen gelişmeler karşısında, ister istemez bazı problemler ile ilgili olarak yeni tartışmalara girişiyorlardı. Özellikle halîfelerin seçimi ile ilgili olarak bazı görüş ayrılıkları meydana gelmiş, bilhassa Hakem olayından sonra Şîâ’nın ve bunlara karşı tam aksi görüşleri savunan Hâricilerin ortaya çıkışı, beraberinde değişik anlayışları da müslümanların gündemine getirmiştir. Aynı şekilde Hz. Osman’ın şahâdetinden sonra az da olsa beliren bazı görüş ayrılıkları, daha sonra III. Halife’nin katli meselesi tartışmalarına dönüşmüştü. Buna bağlı olarak, adam öldürenin iman durumu da görüş ayrılıklarına zemîn hazırladı. İnsan öldürmek büyük günah (kebîre) olduğuna göre, “Büyük günah işleyen kimse Müslüman mıdır, kâfir midir, yoksa fâsık mıdır?” gibi bir soru gündeme geldi.
Akaidle ilgili eserlerde konular şu şekilde ele alınmıştır: Öncelikle “asılların aslı” olan Allah Teâlâ’ya iman etmek ve onun sıfatlarını tümüyle tevîle girmeden kabullenmek. Bunun yanında diğer iki önemli esas vardır ki bunlar da peygamberlere ve âhirete iman meselesidir. Bu üç esas İslâm akaidinin ilk üç temelini oluşturmaktadır. Yukarıda saydığımız altı iman esasından geriye kalan Kitaplara ve Meleklere iman ise, peygamberlere imana bağlı olarak işlenmektedir. Zira üç temel esastan biri olan peygamberlere iman gerçekleşince, ister istemez bu peygamberlerin getirdikleri haber olarak Kitaplara ve Meleklere de iman etmek kaçınılmaz olur.
İslâm akaidini oluşturan bu iman esaslarına bağlı olarak zamanla birçok konu tartışılmış ve gün geçtikçe İslâm akîde kitaplarına yeni yeni konular eklenmiştir. İlk dönemlerde Fıkh-ı Ekber’in yazıldığı dönemde konular Allah’ın sıfatları ve bunların yorumları çerçevesinde iken; zamanla Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, Cennet’te Allah’ın görülüp görülemeyeceği meselesi, insanın fiilleri, insanın güç yetiremeyeceği meselelerde kişinin sorumluluğu (Teklif-i Mâlâ Yutâk), rızık, ecel, hidâyet-dalâlet, âhiret hayatı, kabir azabı, sual, öldükten sonra dirilme, dünyada işlenen amellerin tartılması, sırat, Havz, Cennet-Cehennem, afv, şefâat, vesîle, imanın artması-eksilmesi meselesi; peygamberlere iman ve bunlara bağlı olarak mu’cize, melekler, kitaplar, mi’rac ve kerâmet meseleleri, Hilâfet, imâmet tartışmaları, dört halifenin râşid hilâfeti, ümmetin imamında aranan özellikler, sahâbe ve onlardan hayırla söz etme, aşere-i mübeşşere, Deccâl, Ye’cüc-Me’cüc meselesi ve bunlar ile ilgili daha pek çok diğer problem akaid kitaplarına konu olmuştur.
Zamanımıza kadar intikâl eden ve önceki âlimlerin ele aldıkları bu meselelerin dışında bugün İslâm toplumunun karşı karşıya kaldığı durumlarda yeni yeni meseleler gündeme gelmiş ve akîdeyi ilgilendirip ilgilendirmediği tartışılmaya başlanmıştır. Totaliter, Laik-Sosyalist veya Laik Demokratik Liberalist sistemlerde yaşayan müslümanlar ister istemez birçok konu ile karşılaşmakta ve bu sistemlerin vücuda getirdikleri usûl ve yaşayış tarzlarına karşı nasıl bir tavır
AKÎDE
- 501 -
takınacaklarını bilememektedirler. Bundan dolayı müslümanların, hâkimiyeti altında yaşadıkları sistemlerle olan ilişkilerinde kaçınılmaz olarak karşı karşıya kaldıkları ve bazen bir hayli zorlandıkları bu problemlerini çözme hususunda da bazı tartışmalar açılmış ve bunlar bugün bir akîde konusu olarak işlenip kitaplara geçmiş bulunmaktadır.
İslâm akaidi ile ilgili olarak yazılan en meşhur eserler arasında İmâm-ı Â’zam’ın Fıkhu’l-Ekber’ini; İmâm Mâturidî’nin Kitâbu’t-Tevhîd’ini: Ömer Nesefi’nin Metnu’l-Akaid’ini, Nureddin es-Sâbûnî’nin el-Bidâye’sini, zikredebiliriz. Bunların yanında Taftazânî’nin Şerhu’l-Akaid adlı eseriyle Şehristânî’nin, Abdulkadir el-Bağdadî’nin, İmâm Gazâlî’nin, Kadı Adudiddin Abdurrahman b. İcî’nin, Seyyid Şerif Cürcânî’nin eserleri de çok okunan kayda değer eserlerdir.1941
İnsan İlişkilerinde İnancın Belirleyici Rolü
İnanç, temelde içsel ve kişisel bir olaydır. Yani kişi neye inanıyorsa önce onu kendi içinde yaşar ve neye inanmıyorsa onu da önce kendi içinde reddeder. Ancak sanıldığı gibi konu bu kadar basit, bu kadar soyut ve sınırlı değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse insan kendi içinde neye inanıyor, ya da neye inanmıyorsa mutlaka ona göre psikolojik bir tutum içine de girer. Hatta zaman zaman, içindeki bu inanma ya da inanmama olgusu, en sert tavırlar olarak onun dışına yansıdığı bile olur. Akıl ve bilim bunu doğrulamaktadır.
Unutmamak gerekir ki ölüme meydan okuyanlar, gözlerini kırpmadan düşmanlarının üzerine saldıranlar; para, servet, zenginlik ve şöhret uğruna katlanılmaz uğraş verenler; definelere ulaşmak için havsalaya sığmaz maceralara sürüklenenler, bir şeye inandıkları için böyle yapabilmektedirler. Öyle ise hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki bütün arzuların, umutların, dâvâların ve ideallerin temelinde bir inanç vardır; Bütün savaşların, kavgaların, politik mücadelelerin, ticarî rekabetlerin, yarışların ya da barışların, hatta propaganda ve reklamların arka planında mutlaka birer inanç vardır.
Dolayısıyla bütün bu gerçekler gösteriyor ki inanç, insanın psikolojisini birinci derecede yönlendiren, hatta tavırlarını belirleyen bir zihin ve yürek gücüdür. Bu bakımdan inanç, kendi tanımı içinde statik bir potansiyel ise de en ufak bir manipülasyonla dinamik bir güce dönüşebilir.
İnanç, ya da İslâm’ın diliyle “iman” dediğimiz bu görünmeyen gücün bütün insanlardaki ortak özellikleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
1. Bir şeye, gerçek diye kesinlik derecesinde inanan insanlar, temelde hak ya da batıl olsun yeri ve zamanı geldiğinde bu inanç uğruna her şeylerini feda edebilirler. İnançlı insanlar için bu ihtimal daima vardır ve toplumsal yaşam açısından çok önemli bir noktadır. Öyle ki gölgesinden korkan nice kimseler, zaman gelmiş inançları uğrunda arslan kesilmişler, hayatlarını bile hiçe saymışlardır.
Unutmamalıdır ki gerek Rahmânî zaferler, gerekse şeytânî galebeler seve seve canını feda eden insanların cesetleri üzerinde daima bina edilmiştir. Şu halde güçlü inanç, kişinin, rolünü üstlenmek durumunda olduğu duyarlı dakikalarda en cesur tavrı göstermek ya da en coşkulu bir kulluk halini yaşamak
1941] Ahmed Ağırakça, Şamil İslam Ansiklopedisi, 1/81-82
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için ona gerekli aktiviteyi kazandırabilecek bir kaynaktır. Onun içindir ki Allah’ın huzurunda, huşû içinde namaza duran bir mü’minin ruh hali nasıl ise, bir heykel karşısında kılı kıpırdamadan dimdik duran müşrik bir insanın ruh hali de aynen öyledir. Her ikisi de inancın etkisiyle bu ibadet ve tapınmayı yapmaktadır; biri Allah’ın râzı olduğu inanç ile, diğeri ise Allah’ın şirk ve putperestlik saydığı inanç ile…
2. Hakka ya da bâtıla inanan insan, hiçbir zaman tarafsız olamaz. Kişi neye inanıyorsa onu, inanmadığı şeye daima tercih eder. Buna bağlı olarak inandığı şeye inananları da tercih eder. İşte deneye tutunan ve bilimsellik iddiasında olan pozitivizm, bu noktada iflas etmiştir.
Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki, mü’minler kardeştirler...”1942 Mü’minler ise Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, âhiret gününe iman eden kimselerdir. Şu halde bu gerçeklere içtenlikle inanan insanlar, renkleri, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, hatta hangi ülkede ve hangi bayrak altında yaşıyor olurlarsa olsunlar, Allah’ın belirlediği bu iman ölçülerine göre kardeştirler. Bu da zorunlu olarak şu sonuçları doğurmaktadır:
a) Mü’minler kardeş olduklarına göre birbirleriyle kardeşçe ilişkiler içinde olmak zorundadırlar. Keza bu ilişkileri bütün engellere rağmen sürdürmek mecburiyetindedirler. Buna bağlı olarak onların birlik ve beraberliğine, dayanışma ve yardımlaşmalarına engel olan her şey, ama her şey onları, yüreklerindeki inanca aykırı bir doğrultuya yönlendiren düşmanların ve şeytanların planlarıdır.
b) Mü’min olmayan insanlara gelince bunlar, -değil yakın akraba- anne, baba ve öz kardeş bile olsalar, hiç akraba olmayan mü’minlere göre yabancı sayılırlar. Mü’min kişi, gerçekte yabancı olan bu yakınlarına karşı, duygularına belli bir yön vermek ve tedbirli olmak zorundadır. Mü’minin, gerek mü’min kardeşlerine, gerekse mü’min olmayanlara karşı eylemsel olarak nasıl davranacağı ise konumuzun dışıdır. Mü’minin uygulamalı yaşamı İslâm Fıkhı’nın konusudur.1943
Mü’minin İnsanlara Karşı İçsel Tutumu
Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ölümden sonraki ebedî hayata ve kadere inanan kimsenin, insanlara karşı içinden izleyeceği tutum, elbette ki muhataplarının imânî durumlarına göre farklı olacaktır. Bu, bütün dinlerde ve ideolojilerde, hatta karşılıklı yarışan oyun takımlarında bile söz konusudur. Tarih ve sosyoloji bu gerçeği daima kanıtlamıştır.
Örneğin gerçek bir yahudi, gerçek bir hıristiyan ya da gerçek bir budist, dinine mensup olmayan bir kişiyi veya bir topluluğu kendi dindaşlarına karşı desteklemez. Keza gerçek bir komünist, gerçek bir faşist, “laik“ olduğuna kendini gerçekten inandırabilmiş biri ya da klübüne gönülden bağlı bir futbolcu, inancını ya da ideolojisini paylaşmayanları veya takımını tutmayanları, kendi yandaşlarına karşı yine desteklemez.
Burada ince bir nokta daha vardır: Örneğin aynı insanda din ile ideoloji, din ile milliyetçilik, din ile akrabalık ya da din ile başka bir duygu karşı karşıya gelebilir. Yani, aynı insanın içindeki farklı iki olgu arasında bazen herhangi bir
1942] 49/Hucurât Sûresi, 10
1943] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 328-330.
AKÎDE
- 503 -
nedenle çatışma doğabilir. İşte müslüman kişi eğer böyle bir durumda kalacak olursa onun iç dünyasındaki bu çatışma, kendisinin gerçek bir imana sahip bulunup bulunmadığını ortaya çıkaran çetin bir sınav olur.
Bu çetin sınavın en çarpıcı misallerini sahâbîler yaşamışlardır. Mesela Bedir Savaşı’nda, müşrik yakınlarına karşı kahramanca silah kullanmış olan, hatta kılıç darbeleri altında babasının, öz kardeşinin ve amcasının, parçalanmalarını serinkanlılıkla seyreden Ubu Huzeyfe (r.a.) ile babasını bizzat elleriyle öldüren Ebu Ubeyde (r.a.) gibi şanlı sahâbîler, derin bir imanın parlak örneklerini sergilemişlerdir.
Bir şeye inanmak, mutlak surette en az iki şeyden birine taraf olmak demektir. Esasen taraftarlık, kaçınılmaz bir hayat kanunudur. Onun için hiçbir kimsenin, imânî ve ideolojik konuda yan tutmaması mümkün değildir. Hemen her insanın, bağlandığı bir din, bilinç ve kültür düzeyine göre benimsediği siyasal bir görüş, desteklediği bir örgüt, savunduğu bir ideoloji, ya da kutsal saydığı bir dâvâsı vardır. Ancak bu açıklama, bütün insanları ilkel bir ayırımla dost ve düşman diye iki kamp olarak görmek anlamına gelmez ve asla gelmemelidir de. Fakat her şeye rağmen Kur’ân’ın ölçüleriyle bütün insanlar, mü’min kişiye göre yine ikiye ayrılırlar. Bunların bir kısmı, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamına inananlardır ki aralarında iman kardeşliği bağı vardır. Her çağda gerçek anlamdaki iman, bunların gönüllerinde varlığını sürdürerek sonraki kuşaklara intikal eder.
İkinci kısma gelince bunlar da başlıca üç gruptur:
a) Kur’ân’ın tamamına inanmayanlar;
b) Kur’ân’ın içeriğini, istedikleri gibi yorumlayarak çarpıtanlar ya da amacından saptıranlar;
c) Kur’ân’ın bir bölümüne inanmayanlar ya da (şeriat olarak) bu bölümü aşağılama cür’etini gösterenlerdir.
Tabiatıyla bu üç grup da kâfirdirler.
Mü’min kişinin, insanlara karşı içsel tutumunun, nasıl olması gerektiğini Kur’ân-ı Kerîm çok net bir şekilde belirtmiştir. Buna göre mü’minin, imanından kaynayan duyguları bütün insanlara karşı en çok üç farklı şekilde ayrışabilir. Bunlar: “Muvâlât”, “Hazer” ve “Müsâleme”’dir.
Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında bu kavramların ne demek olduğunu anlamaya çalışalım:1944
1. Muvâlât:
Dostluk, taraftarlık ve yan tutma anlamına gelen Arapça bir masdardır. Bunun soyut kökünden türeyen ve (yerine göre) dost anlamına gelen “veli” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde geçmektedir. İşte bu âyetlerden bazıları mü’minin ancak kendisi gibi mü’min olan kimselerle dostluk kurabileceğini1945 hükme bağlamaktadır. Yani mü’min kişi, iman kavramının sınırları içinde ve gönül planında ancak ve ancak kendisi gibi imanlı kimselere karşı sevgi ve yakınlık
1944] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 330-332.
1945] 3/Al-i İmran, 28, 9/Tevbe, 71
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duyabilir, onları dost ve kardeş sayabilir.
Bu kişisel duyguların uygulamadaki görüntüleri ise İslâm fıkhının konusudur. Mesele, elbette ki bu kadar soyut değildir. Çünkü mü’minler arasında da istenmeyen çeşitli olaylar cereyan edebilir, ihtilaflar çıkabilir, hatta zaman zaman kavgalar ve savaşlar bile patlak verebilir. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen bu gibi olaylar hak ve adalet sınırları içinde birer hesaplaşmadan ibaret kalmalı, mü’min kişi hiç bir zaman ve herhangi bir nedenle mü’min kardeşine (ancak imandan yoksun kimselere besleyebileceği) yabancılık duygusunu beslememelidir. Aksi halde bir iman tehlikesi içine girebilir. 1946
2. Hazer:
Korunmak, olası bir tehlikeye karşı duyarlı ve tedbirli olmak demektir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında anlıyoruz ki mü’min kişi, -en yakın akrabaları bile olsa- mü’min olmayanlara karşı sevgi besleyemez, içinden onlara yakınlık duyamaz.1947 Bunlar: küfrün çemberi içinde olan müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedlerdir. İslâm’ın dışında kalmış olan insanlar, kim olurlarsa olsunlar mü’minlere yabancıdırlar. Bu. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki ümmetler için de aynen geçerli olmuştur. Nitekim büyük peygamberlerden biri olan Hz. Nuh’un (a.s.) çağrısını kabul etmeyen oğlu da diğer âsîlerle birlikte tufânın kabaran sularında boğulup gitmiştir. Hatta, baba olarak bir ara duygulanan Hz. Nuh (a.s.), oğlunu kurtarmak için Allah Teâlâ’ya yalvarmış: “Ey Rabb’im ! Oğlum benim aile halkımdandır...” demişse de Yüce Allah O’na: “Ey Nuh ! O senin ailenden değildir. O, kötü işli biridir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni öğütlüyorum ki cahillerden olmayasın.”1948 diye O’na sert bir karşılık vermiştir. Hz. Lût’un karısı da aynı suçu işlemiş ve asî yandaşlarıyla birlikte yok olup gitmiştir. 1949
Binaenaleyh, mü’min kişi, inkarcı insanın kurtuluşu için şefaat ve aracılık da yapamaz; Ona Allah’dan rahmet dileyemez. Ancak bu örnekler ve açıklamalar, mü’minin, durup dururken sebepsiz yere (kâfir bile olsa) insanlara karşı düşmanlık beslemesi gerektiği anlamına asla gelmez! Sadece onlardan gelebilecek kötülüklere ve tehlikelere karşı mü’minlerin duyarlı ve tedbirli olması anlamını taşır. Çünkü mü’minlerle kâfirler arasındaki yabancılık ne kan bağıyla, ne herhangi bir akrabalık bağıyla ortadan kalkar; Ne de onların kötülük ve tehlikeleri ihtimal olmaktan çıkar. Allah (cc)’a ve O’nun insanlığa en son mesajı olan Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği gerçeklere inanan insan, bu konudaki ciddi hükmün bilincinde olmak zorundadır.
Dolayısıyla bu insan, Allah Teâlâ’nın, açıkça ateşle tehdit ettiği, ya da pis dediği kimselere karşı asla yakınlık ve hayranlık duyamaz. Onların hiç bir başarısına sevinemez, ilim, kültür ve sanat adına yaptıktlarını içinden beğenemez, onları alkışlayıp kutlayamaz. Aksi halde (istediği kadar “mü’minim” desin, ya da İslâm’ın bütün gereklerini yapsın), onlardan biri oluvermekten kurtulamaz! 1950
1946] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 332.
1947] 58/Mücadele, 22
1948] 11/Hûd, 45, 46
1949] 7/A’raf, 83; 15/Hicr, 60; 27/Neml, 57; 29/Ankebut, 33
1950] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 332-333.
AKÎDE
- 505 -
3. Müsâleme:
Bu kelime, başkalarıyla barış içinde olmak demektir. Arapca “silm” kökünden gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli öğütlerinden biri de barıştır. Nitekim Allah Teâlâ, bütün mü’minleri, barış ortamına girmeye çağırmış 1951 ve düşmanın barışa eğilim göstermesi halinde onların bu meyline olumlu karşılık verilmesini de emretmiştir.1952 Çünkü Kur’ân’ın amacı, insanları her iki cihanda da mutlu kılmaktır. Mutluluk ise ancak barışın egemen olduğu bir ortamda yaşanabilir.
Mü’min kişi, temelde bütün insanlarla iyi geçinen, elinden ve dilinden hiç kimsenin zarar görmediği örnek insandır. Elbette ki bu, bütün insanları sevgiye ve saygıya yaraşır görmek anlamını taşımaz. Allah’a iman etmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in feyiz ve nurundan nasibini almış her insan çok iyi bilir ki toplum içinde müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedler gibi zararlı unsurlar da vardır. Bunların hepsi de kafirdir; Bunlar sevilmeyi, sayılmayı asla haketmiş insanlar değildir. Şu var ki bu insanların, yalnızca kendilerini ilgilendiren bulaşık vicdanları, İslâm’ın evrensel değerleri üzerinde yozlaştırıcı ve çarpıtıcı bir etki yapacak şekilde dışa yansımadığı ve mü’minlere karşı saygılı oldukları sürece onları halleriyle baş başa bırakmak hem mü’minlerin esenliği, hem de genelin huzuru için gereklidir.
Düşünce planındaki bu barışçıl tutum, imana bağlı bir ahlâk kuralıdır. Bu sessiz tutumun eylemsel cephesi ise, onlara zaman zaman yöneltilecek tevhid ve ıslah mesajlarıdır. Bu da İslâm’ın öngördüğü yöntemlerle ve yüce şeriatın belirlediği sınırlar içinde yapılır.
Büyük bir önemle belirtmek gerekir ki: Her çağda ve şartlar ne olursa olsun, Mü’minler, İslâm’ın -istisnasız- bütün emir ve yasaklarını yerine getirmeye ve yüce Kur’ân’ı, resmen yürürlükte ise uygulamaya, değilse, onu hayata geçirmeye çalışmak zorundadırlar.
Bu yükümlülük onlar için kıyamet kopuncaya kadar süreklidir. Binaenaleyh (mürted, zındık ve harbî tanımına girmeyen) aslî müşrikler, (yani İslâm devletinin zimmî vatandaşları) ile münafıklar gibi kâfir gruplar, (mü’minlerin, Kur’ân’ı hayata geçirme faaliyetlerini sabote etmeye kalkışmadıkları sürece) bu grupların hak ve özgürlükleri dokunulmazdır. (Zındık, mürted ve harbi kâfirlerin İslâm’da hukuksal bir statüleri yoktur.) 1953
Mü’minin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış, ve kanaatlara sahip müslümanlar hakkında varabileceği yargı ise en çok dört şekilden ibaret olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vîl, tefsîk ve tekfîr’dir. 1954
1. Tahsîn:
Bir eylemi uygun, normal, legal ya da güzel görmek demektir. Bu düşünsel değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiç birini açıkça çiğnemeyen
1951] 2/Bakara, 208
1952] 4/Nisâ, 94, 8/Enfâl, 61
1953] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 333-334.
1954] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 334.
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimsenin dengeli, mübah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin olumlu kanaattır. Bu kanaat, ya tamamen önyargısızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, sadece gözlemlerine ve en doğru haber niteliğindeki bilgilerine bakarak bu çizgideki kimseler hakkında bir yargıya varmak durumundadır. 1955
2. Te’vîl:
Yorumlamak, -daha doğrusu - kuşkulu bir durumu maksatlı ve önyargılı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir müslüman eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket edilerek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Tersine, bilgisizliğin, duygusallığın, ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir. İman ve ahlâk konusunda bu, bir kural olduğu gibi İslâm hukukunda da, “Berâet-ı Zimmet Asıldır.” 1956 Yani aksi kanıtlanmadıkça suçsuzluk esastır.
Şunu da çok iyi bilmek gerekir ki İslâm tecessüsü yasaklamıştır. 1957 Mü’min kişi, mü’min kardeşinin mahrem hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin, düşünce ve inanç suçları gizli kaldığı sürece o, yalnızca kul ile Allah (cc) arasındaki bir mesele olarak kalır. Şu var ki eğer bir müslümanın şüpheli kanaat ve düşünceleri hakkında alınan duyumlar, başka bir müslümanın, veya İslâm Devleti’nin ya da İslâm Ümmeti’nin hayatı, sağlığı, esenliği, mutluluk ve başarısı ya da maddi ve manevi çıkarları açısından herhangi bir tehlike ihtimalini haber veriyorsa te’vîl yolu burada tıkanır. Bu olasılık, artık bir iman ve ahlâk konusu olmaktan da çıkar ve ciddi bir güvenlik sorunu olarak İslâm Fıkhı’nın, birinci derecede konusu haline gelir! 1958
3. Tefsîk:
Bir kimseyi fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur:
Müslüman kişinin, (küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hariç, diğer bütün) günah, yasak, çirkin ya da meşru örfe aykırı iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sabıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıklar 1959 ve kâfirler 1960 de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sabıkalı müslümanlar hakkında kullanılmıştır.
Mü’min kişi, “fâsık” ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı dışlayamaz. Onunla ilişkerini nasıl düzenleyeceğini ise İslâm Fıkhı belirler. 1961
1955] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 334.
1956] Mecelle : Kavâid-i Külliye, Madde-8
1957] Hucurat: 49/12
1958] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 334-335.
1959] Tevbe: 9/67
1960] Tevbe: 9/84
1961] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 335.
AKÎDE
- 507 -
4. Tekfîr:
Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları noktalardan biri de budur. “Bu nedenle büyüklerden birçok zevât, “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız.” dememişlerse de, “Her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız.” demişlerdir.”1962
Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vadır ki işlendiği zaman (Allah korusun!) İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerîm’i, bir bütün olarak kabul etmemek; “Nas”’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak, ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir. 1963
Küfür çok ağır bir suç olduğu için, mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer, babası, çocuğu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa, İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir! 1964
Kainatta en gelişmiş canlı yaratık insandır. Onun diğer bütün canlılardan en önemli ayrıcalığı ise sahip bulunduğu akıldır. Bu yüzdendir ki bütün canlılar arasında eşya ve olayların içyüzünü araştıran yalnızca insan türüdür.
Taşıdığı olağanüstü öneme ve bizzat kendisini hayretler içinde bırakan ilginç yapısına bakarak insan, kâinâtın karmaşık sırları ve olayların kalabalığı içinde hemen her şeyi öğrenmek, madde ötesine ulaşmak ve kendini aşmak iddiasındadır. Binlerce yıldır insanın merak ve heyecanla sürdürdüğü, gerçekleri yakalama yarışında onun bulabildikleri elbetteki küçümsenemez. Buna rağmen kendini keşfetmekte uzun bir yol aldığı da söylenemez.
Aslında insanoğlu, bu hummalı arayışla ruhunun derinliğinde yatan bir özlemi ortaya koymaktadır. En büyük gerçeğe kavuşma özlemi de diyebileceğimiz bu arayışın cevabını ise kısaca şu şekilde vermek mümkündür:
İnsan, hayattaki bütün avantajlarını aklına borçludur. Dolayısıyla insan aklı, her şeyden önce temel görevini fark etmeli ve bu görevi titizlikle yerine getirmeye çalışmalıdır. Bu göreve kısaca “Allah’a iman etmektir.” diyebiliriz. İnsan, bu suretle ancak uğrunda yaratıldığı amaca uygun olarak dünya hayatındaki yerini doldurabilir ve misyonunu tamamlayabilir. Bunu yaparken çok iyi bilmelidir ki onu ebedi kurtuluşa götürecek tek çığır, gerçek vahyin (yani Kurân-ı Kerim’in) ve aklın birlikte klavuzluk ettikleri yoldan başkası değildir. Bu yolda rahatça yürüyebilmek ve amaca ulaşmak için insanın, önce kendisini çok iyi tanıması ve özellikle şu gerçekleri bilmesi gerekir:
Basit düşünenlerce sanıldığı gibi insan, sırf bir yığın et, kemik ve kandan
1962] Ali b. Ali b. Muhammed b. Eb’il-İzz ed-Dımışkıy, El-Akıyda’tut-Tahawiyya Şerhi : 2/434, Muassa ar-Risâlah Beyrut-1988 (Birinci basım)
1963] Bk. Küfür, şirk, zendeka ve irtidâd kavramları.
1964] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 335-336.
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oluşan basit ve sıradan bir canlı değil, bilakis zeki, bilinçli, sosyal ve rûhânî bir varlıktır; Düşünür, yorumlar, muhâkeme eder, sorgular ve tasarlar; Zamanı, mekânı ve şartları hesaplar; İnanır, güler ve ağlar...
Bu harika meziyetler ve bilimin henüz sırlarını çözemediği bu tarife sığmaz üstünlükler insanın çok büyük bir sorumluluk taşıdığını kanıtlamaktadır. Bu sorumluluğun “En büyük gerçeğe inanmak” olduğunu keşfetmek zor değildir. İnsan, her şeyden önce Alemlerin Rabb’i olan Allah Teâlâ’ya ve O’nun bildirdiklerine inanmaktan sorumlu olduğunu idrak etmelidir. Çünkü insanın, bu dünya hayatında yerine getirmek durumda olduğu görevlerin hepsi bu noktadaki sorumluluğa dayanır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Allah (cc)’a ve O’nun bildirdiği gerçeklere içtenlikle iman eden insan, daha bu dünya da bile pembe bir âlemin kucağında, mükemmel bir doyumun, erişilmez bir zevkin ve kesintisiz bir mutluluğun serinliği içinde yaşama imkanını elde edebilir.
Allah Teâlâ, Zahir ve Batın’dır. Yüce sıfatları ve “Esmâ’ül-Hüsnâ” sı ile gizli ve aşikar, her şeyde kendini insana tanıtmış, onu imana davet etmiştir. Hulûlden münezzeh olarak yaratmış bulunduğu her zerredeki tecellisinden yola çıkarak O’nu anlamak akıl ve iz’an sahibi insan için zor iş değildir.
İhsan ettiği akıl nimetiyle birlikte son bir fırsat olarak insanlığa iletilmek üzere Muhammed Mustafa’ya (s.a.s.) indirmiş bulunduğu Kur’ân-ı Kerim ile Rasûlullah’ın (s.a.s.) mübarek sözleri ve O’nun nezih ve örnek hayatı, üzerimize nurdan huzmeler halinde ışık saçmakta, yollarımızı aydınlatmaktadır. Dolayısıyla bu son fırsatı kaçıranların, yarın Allah (c.c.) huzurunda hiç bir mâzeretleri olmayacaktır.1965
Akaidde Mezhep Olur mu?
Usûl-i dinde (akaidde) ihtilaf zararlıdır. Akaidde ihtilaf, bid’at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslâm ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tabi olan selef alimleri Usul-i dinde (akaidde) ihtilafı haram saymış1ar ve buna asla cevaz vermemiş1erdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanışmasını aynı iman esasları etrafında ittifak etmek sağlar. Kamil imanın mü’minleri birbirleriyle birleştirdiği kadar başka hiç bir şey birleştiremez: “Ve (Allah) onların gönüllerini (iman ve Allah sevgisiyle birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi harcamaz olsaydın yine onların (müslümanların) gönüllerini bu derece kaynaştıramazdın. Çünkü Allah onların aralarını (iman ile) birleştirip kaynaştırdı. Çünkü O mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” 1966
İslâm birliğini parçalayıcı nitelikteki akide ayrılıklarının haram olduğuna delalet eden ayetler çoktur: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılınız. Ayrılıp parçalanmayınız.” “Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilaf ederek dağılıp parçalananlar gibi olmayın.” 1967 Hz. Peygamber’in Allah tarafından’ getirmiş olduğu kesin delillerle sâbit olan bir hükmün kendisi ihtilaf konusu yapılamaz. Dinden olduğu kesin delillerle bilinen esaslardan (zarûrât-ı diniyyeden) birini veya birkaçını inkâr eden bir mezhebin İslâm ile alakası kesilir.
1965] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 336-337.
1966] 8/Enfâl, 63
1967] 3/Âl-i İmran, 103, 105
AKÎDE
- 509 -
Fıkıhtaki ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi bid’at ve dalâlete götürmez. Usul-i din ile füru-ı dindeki (amelî hükümdeki) ihtilaf arasında büyük fark vardır. İslâm dininin akaidinde kesin delilsiz ihtilaf haram, bid’at ve dalâlet sayılırken; fıkhî meselelerde ictihadların farklılığı rahmet sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre Muhammed ümmetine geniş imkânlar sağlanmış olur.
Mezheb Konusu İtikadla İlgili Bir Konu mudur?
Mezheb konusu i’tikadla ilgili bir konu mudur? Bu sorunun cevabı elbetteki ‘hayır’dır. Mezheb kavramı inançla ilgili olmayıp bu konu müslümanlar arasında zamanla inanç meselesi gibi görülmeye başlanmıştır. Mezheb konusunda bazı aşırılıklara gidilerek müslümanlar birbirlerini küfürle itham etmişlerdir. Mezheb konusunun ele alınmasının bir nedeni de İslâm dininin en önemli müesseselerinden biri olan ictihad’a karşı çıkılarak, dinin donuklaştırılması, İslâm’ın geçmişe hapsedilmesi ve sonuçta mezheblerin din haline getirilmesidir. Bu anlayışın doğurduğu olumsuz sonuçlar neticesinde câhil insanlar geçmişte ictihad yapan İslâm âlimlerini överken, günümüzde ictihad yapan İslâm âlimlerini dini değiştirmekle itham etmekte ve kolayca kâfir damgası vurabilmektedir. Oysa mezhebler dinin kendisi olmayıp, dini anlamada ve yorumlamada bir yol, bir yöntemdir. İşte bu konudaki yanlış anlayışları düzeltmek ve dini canlı tutmak için mezheb konusu ele alınmaktadır.
Akaidde Mezhep Olur mu?
İnanç esaslarının açıklanması hususunda, Kur’an’daki muhkem (hüküm ifâde eden anlamı açık âyetler) ve müteşabih (birden fazla anlama gelebilen) âyetlerin izah edilmesi, kulların fiilleri, Allah’ın sıfatları ve fiillleri v.s. gibi hususlardaki farklı anlayışların sonucu ortaya çıkmıştır. Meselâ; Maturidi, Eş’ari, Mutezile, Cebriyye gibi. Tarihî bir vâkıa olan itikadî mezheblerin varlığına rağmen, İslâm akaidinin bir bütün ve kesin temel esaslar olduğu anlayışıyla, mezheb akaidi değil; İslâm’ın itikadî konulardaki kesin hükümlerinin eksiksiz ve ilâvesiz kabul edilmesi anlamında İslâm akaidinin tüm müslümanlarca kabul edilmesi gerektiği kanaatini taşıyoruz. BİZE GÖRE AKAİDDE MEZHEP OLMAZ, OLMAMALIDIR.
Akide Konularında Dikkat Edilmesi Gereken Bazı Hususlar
Bakış açısı olarak Kur’an’la sağlaması yapılamayan ihtilâflı hususları akaid konusu olarak kabul etmemek gerekir.
“Put ve Puta Tapma”, “Tuğyan ve Tâğut”, “Küfür”, “İrtidâd”, “Nifak”, “Atalar Yolu”, Bid’at ve hurâfeler, “Şefaat”, “Vesile”, “Resmî din anlayışı ve halkın din diye bildiği yanlışlar, Gayb ve bilinmezliği gibi akaidle direkt ilgili konular Akaid derslerinde ısrarla gündeme getirilmeli ve yeterli miktarda üzerinde durulmalıdır. Akaid açısından günümüzü ve yaşadığımız coğrafyayı yorumlayıp tanıtmayı ve inançla ilgili problemleri gündeme getirip doğrusunu işaret etmeyi önemsemeliyiz. Günümüz ortamında akaid yönüyle ciddi bir değeri kalmayan, zaman aşımıyla önemini yitirmiş konuların yerine, günümüzün problemlerini ve ihtiyaçlarını ele alan bir yaklaşım sergilemeliyiz. Yaşayan güncel câhiliye ve sapıklığın inanç yönüyle insanımıza olumsuz etkisini kırmak için, bâtılları bâtıl olarak yeterince tanıyıp tanıtmak gerekiyor. O yüzden şirkin, küfrün, tuğyânın,
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nifakın güncel örnekleriyle uzun şekilde ele alınmasının önemi büyüktür.
Okul ders kitaplarındaki kuru ve sıkıcı anlatıma benzemeyecek şekilde; mesaj verecek, hikmetini açıklayacak tarzda konuların işlenmesi gerekir. Sadece kuru bilgi vermek değil, okuyucuya şuur vermek veya bilincini canlı tutmak amaçlanmalıdır.
Akaid eserleri, insanımıza tevhidî bir iman, tevhidî bir şuur, tevhidî bir bakış açısı, tevhidî bir dünya görüşü, tevhidî bir yaşayış ve ahlâk kazandırma gayretine yönelik okunmalı ve okutulmalıdır. Çünkü tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır.
İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri
Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid(!) Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek1968, varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”1969; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…”1970
İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğutî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler.
1- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Darvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.
2- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): İman ayrı, amel ayrı deyip ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Mistik yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, kendilerine karşı cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.
3- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
4- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve
1968] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
1969] 12/Yusuf, 106
1970] 4/Nisâ, 51; yine Bk. 4/Nisâ, 60
AKÎDE
- 511 -
köleleştirmenin kurbanları.
5- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.
6- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.
7- Aşağılık duygusu, kendi dinine, Müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.
8- Kibir, gurur, istiğnâ.
9- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.
10- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, tv. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.
11- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.
Ne Yapmalı?
Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
Klasik Akaid Kitaplarının Eksik ve Hatalı Tarafları
Tüm klasik akaid kitapları hakkında şu değerlendirmeyi yapabiliriz:
İslâm âlimlerine karşı saygısızlık ve uluorta (dayanaksız ve sert) eleştiri, Müslümanların ahlak anlayışına uymaz.
Hatasız insan olmaz. Her insanın, her âlimin hatası olabilir. Oysa klasik yaklaşımda, önceki büyük âlimlerin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı söz konusudur. Miras aldığımız anlayışa göre; eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
Akaidde mezhep olmaz; yani olmamalıdır. Akaidde çeşitli mezhepler çıkmıştır; bu bir vakıadır. Aslında tümü kelâm mezhebi olan bu itikadî mezheplerin akaidde bağlayıcı kabul edilmesini doğru bulmuyoruz. Selefi akaidi, Maturidi akaidi, Eş’ari, Haricî, Mu’tezilî akaidi olmaz; olmamalıdır. Klasik akaid kitaplarının tümü, bir mezhebin akaid anlayışını vurgular. Antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular çokça yer edinir.
Akaid mezhepleri ve Maturidî akaidi, Selefî akaidi vb. yerine, İslâm akaidi, Müslümanların akaidi, Kur’an akaidi diye ad verilecek tüm Müslümanları kuşatan akaid olmalıdır. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak; Delâleti ve
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır.
Klasik tüm akaid kitaplarında Kur’an’da hiç mevzu edilmeyen ve hatta Kur’an’a ters nice hükümler/görüşler yer almaktadır. Hâlbuki Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, akaid kitapları açısından ciddi bir problemdir. (“İman artıp eksilmez” denilmesi, Kitap verilen peygamberlere Rasûl, verilmeyenlere Nebî denmesi örneklerinde olduğu gibi, Kur’an’a ters görüşler akaid ilkesi kabul edilmiştir. Meselâ Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, İman -İmanın Artıp Eksilmesi- Konusu)
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Hadisler konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı vermemek. Klasik akaid kitaplarında ilk şıktaki ifrat yaklaşımını genelde görüyoruz.
Klasik akaid kitaplarında, sadece kabulün yeterli görülüp, reddedilmesi gereken esasların olmadığı intibâsı söz konusudur. Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.
Felsefenin etkisi, dolayısıyla akaidin kelâmlaşması (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.)
Ana konu: Tevhid gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır. Akaid ilmine “Tevhid ilmi” de denilmesine rağmen, Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi.
Konular: Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi. Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı.
Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi.
AKÎDE
- 513 -
Mehdi ve mesih inancı, Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi.
Tasavvufî bakış açısı: Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi yanlış görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi) terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı
Şuur verme yok, sadece bilgi ile yetinilir. Devlet yönetimiyle ilgili problemlere, siyasi ve sosyal tevhid anlayışına yer verilmez.
Klasik akaid kitaplarında güncel itikadî problemleri ve bunlara çözümleri bulmak mümkün değildir. Kaldı ki, o eserler, kendi dönemlerinde bile sosyal ve özellikle siyasal problemlere duyarlı kalmışlardır diyemiyoruz. Akaid açısından günümüzü ve yaşadığımız coğrafyayı yorumlayıp tanıtmayı ve inançla ilgili problemleri gündeme getirip doğrusunu işaret etmeyi önemsemeliyiz. Günümüz ortamında akaid yönüyle ciddi bir değeri kalmayan, zaman aşımıyla önemini yitirmiş konuların yerine, günümüzün problemlerini ve ihtiyaçlarını ele alan bir yaklaşım sergilemeliyiz. Yaşayan güncel câhiliye ve sapıklığın inanç yönüyle insanımıza olumsuz etkisini kırmak için, bâtılları bâtıl olarak yeterince tanıyıp tanıtmak gerekiyor. O yüzden şirkin, küfrün, tuğyânın, nifakın güncel örnekleriyle uzun şekilde ele alınmasının önemi büyüktür.
Klasik akaid kitaplarında, akaide o kitapları yazanlar tarafından sokulan çok sayıda Kur’an dışı inançlar sözkonusudur. Örnek verecek olursak;
Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu)
Velî ve Keramet Anlayışı Kur’an’a ters şekilde ele alınır (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı)
Şefaat Anlayışında da halkın yanlış anlayışına çözüm getirilmez (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Vesile Anlayışı Kur’an’la tashih edilmez (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Klasik kabulde; nesih anlayışı Kur’an’dan şüpheye düşürecek boyutta yanlışlarla arzedilir. (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı)
Akaide konu olan Kur’an kavramlarının tahrif edilmesi veya içinin boşaltılması (en azından belli konularda) sözkonusudur.
İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri
1- KUR’AN’a bakış: Kur’an ilkelerinin temel alındığı “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak;
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Delâleti ve sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır.
Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu, Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması. (İMANIN ARTMASI, NEBÎ-RASÛL FARKI örneğinde olduğu gibi)
2- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. KADER örneğinde olduğu gibi.
3- HADİSLER konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı vermemek.
4- ÖNCEKİ ÂLİMLERin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı. Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
5- MEZHEP akaidi, antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular. Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi. Nerede İslâm Akaidi?
6- BEŞERÎ yorum ve düşüncelerin temel akaid ilkesi gibi kabulü. Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır.
7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.
8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası.
9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI
10- FELSEFE DOLAYISIYLA AKAİDİN KELÂMLAŞMASI (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.)
11- KONULAR Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi.
Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı.
Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine
AKÎDE
- 515 -
mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi.
12- MEHDİ VE MESİH İNANCI İsrailiyattan alındı. Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi.
13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı
14- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR Yatır tapımı, bazı insanların putlaştırılması, yönetime ilgili yanlış siyasi tavır vb.
15- ŞUUR verme yok, sadece bilgi.
16- TEVHİD gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.
Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi.
17- AKAİDDE MEZHEP OLMAZ.
Akaid Kitaplarına Giren Kur’an Dışı İnançlar
İmanın Artıp Artmaması: Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor. 1971
Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu)
Velî ve Keramet Anlayışı (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı)
Şefaat Anlayışı (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Vesile Anlayışı (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Nesih Anlayışı (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı)
Esmâü’l-Hüsnâ’nın Hangi İsimlerden İbaret Olduğu: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan esmâü’l-hüsnâ ile, Tirmizî ve İbn Mâce’de sayılan esmâü’l-hüsnâ arasında hayli fark vardır. 1972
Hayrihî ve Şerrihî mina’llahi Teâlâ anlayışı: Kur’an’la Taban Tabana Zıttır. 1973
1971] Bk. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, İman -İmanın Artıp Eksilmesi- Konusu
1972] Bk. Esmâü’’l-Hüsnâ Kavramı
1973] “Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” (4/Nisâ, 79) “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikle-
516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akaide Konu Olan Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi veya İçinin Boşaltılması. 1974riniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30) “İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler.” (30/Rûm, 41) “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53) “İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.” (30/Rûm, 41) “Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (2/Bakara, 251) “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11) “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117) Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili Bk. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48 Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır. Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü’min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur (7/A’râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).
1974] Kur’an kavramlarının hayatî öneme taşıyanlarının hemen hepsinin içi boşaltılmış, Kur’an ve Sünnet dışı anlayışlarla doldurulmuştur. Örneklendirmek ve örnekler üzerinde bu tahribatın ve tahrifatın yapıldığını ispatlamak başlı başına kitap, hatta kitapların konusu olacak kapsamda olduğundan, biz burada tarihsel süreç içinde yozlaştırılan belli başlı Kur’an kavramlarını saymakla yetinelim: İbâdet (Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet olarak yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, bid’atler ve hurâfeler); duâ (haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi); zikir (Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek); şefaat (haram ve şirk şefaat anlayışı; Allah’a rağmen insanı kurtaracak tanrılar edinmeye benzer anlayışlar); takvâ ve muttakîlik (Kur’an’ın tanımladığına hiç benzemeyen özellikler); tâğut (sadece şeytan anlamı verip, azgın insan tipi olan haddi aşıp insanları saptıran yöneticileri kapsam dışı bırakmak); halife (Allah’ın halifesi kavramı ve cemaat liderine halife sıfatı vermek, lâyık olmayanları halife kabul edip, günümüzde bu kavramın gereğini unutturmak); ilim (vahyi reddeden teorileri ya da bilgi kırıntılarını ilim diye takdim etmek ve bunların tahsilinin dinin emri olduğunu iddia etmek; böyle bir tahsil için dinin temel farzlarını teferruat saymak); tevbe (Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yapmanın gereğine inanmak); hak ve bâtılı, hakka bâtılı karıştırmak, hakkı gizlemek; sabır (pasifliği,
AKÎDE
- 517 -
zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek); zulüm (sadece fiziksel eziyet anlamına indirgeyip şirk gibi, mânevî alanlardaki tahribatı bu kavram dışına atmak, müşriklere ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlere zâlim sıfatını vermekten çekinmek); tevhid ve şirk (nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, Allah’ın sıfatlarını başkalarına vermekten çekinmemek); fitne (anlamı daraltmak, sadece karışıklık anlamına indirgemek); nesh (Kur’an’da nice âyetin hükmünün olmadığını, formalite icabı bulunduğunu, sünnetin bile âyeti nesh edebileceğini, yüzlerce âyetin mensuh olduğunu iddia etmek); velî-evliyâ (Kur’an’a muhâlefet ederek, bütün gerçek mü’minlerin vasfı olan bu kavramı, bazı özel şahıslara vermek ve onları tanrılaştırır gibi yüceltmek); millet (Kur’an’da din anlamına geldiği halde, kavim ve ırk anlamı vermek, yasaklanan ırkçılığa bu kavramı kılıf edinmek); nefis (Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak); sevgi (ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek); atalar yolu (Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp İlâhî ölçülere ters olduğu halde onları ölçü kabul etmek); kölelik (Kur’an’ın kesin bir şekilde kaynağını kuruttuğu halde, 19. asrın sonlarına kadar kula kul olmayı İslâm’ın müsaadesi diye sunmak, câriyelere baş örtme özgürlüğü bile vermemek); hastalık (Kur’an’ın çoğunlukla mânevî (imanî) hususlardaki anormalliklere sıfat olarak verdiği halde, sadece bedensel rahatsızlıklara indirgemek); cihad (Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak); istişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek; tevekkül (Tedbire yapışmadan, kul olarak üzerine düşeni yerine getirmeden yanlış beklenti içinde olmayı tevekkül sanmak); murâbata (cihad için hazırlıklı olma anlamını tahrif ederek, farklı uygulamaları bu kavramla dillendirip Kur’an kavramını tahrif etmek); ticaret (Allah’la yapılan alış-verişi, mal ve canla yapılan cihadı bu kapsama almayıp sadece dünyevî alış-verişi ticaret saymak); ülü’l-emr (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, hatta bizden olmayanlara bu vasfı vermekten çekinmemek); vesile (gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak); şeriat (şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle şeraiti çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, şeriatla hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak); zühd (dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak); câhiliyye ve câhiliyye hükmü konusunda Müslümanlara düşen bir görevin yok sayılması); put ve puta tapma (resim ve fotoğrafa bir zamanlar gösterilen tepki kadar ister heykellerden ister soyut hususlardan putlaştırılan hususlara karşı tepki göstermemek, putçuları dışlamamak); ismet –mâsumiyet (bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek); kıssa (dini hikâyelere ve kerâmet masallarına boğmak); rüya ve ilham ilim kaynağı olmadığı halde, bunları; ayrıca keşfi, müşâhede, muhâdese ve benzeri şeyleri ilim kaynağı kabul etmek; Allah (Vahdet-i vücut, fena, beka, aşk, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek); bâtın (Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek); nübüvvet (gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den rivâyet ettiğini iddia etmek; nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek); Hızır (Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen kişiyi ölümsüz, helak etmeye ve ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek); bey’at (Bu kavramı, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek); cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar)… Kavramların Tahrif Şekilleri a) Anlamının bilinmemesi, önemsenmemesi, (sosyal, siyasal, ahlâkî… olarak) içinin doldurulmaması: Tevhid, Şirk b) Anlamının daraltılması: Zikir, İbâdet, İmâm c) Yanlış veya Eksik Anlaşılması: Hastalık, Nefis, Belâ, Zulüm d) Tahrif edilip saptırılması: Cihad, Vesile, Duâ, Şefaat, Veli-Evliya, Halife.
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akîdede Vahdet
İslâm ümmeti, ashâb örneğinde büyük vahdetini, vahyin ortaya koyduğu akidede bütünleşerek, Resulullah’ın (s.a.s.) çevresinde kenetlenip O’nun şahitliği ile vahyi sosyalleştirmeleriyle gerçekleştirmiştir. Daha sonraki süreçlerde vahiyden uzaklaşılarak, Kur’an terk edilmiş bırakılarak oluşturulan vahiy dışı akidelerle ümmet parçalanmıştır. “İnsanlar bir tek ümmetti; sonra anlaşmazlığa düştüler. Rabbinin vermiş olduğu bir sözü olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilecekti.” 1975
Allah’ın insanlığın dünyadaki hayatı ve âhiretteki mutlak âkıbeti için belirlediği kurallar üzerine tefekkür etmeyen, Rasullerle kendilerine ulaştırılan İlâhî uyarı ve öğütlere kulak asmayanlar, kendilerine lütfedilen bu dini parçalamışlardır. Kurtuluş, adâlet ve mutluluk yolu olan “dinleri”ni parçalayanlarsa gruplara ayrılmış ve her biri kendi kişisel kazanım ve doğrularını “mutlaklaştırıp” dinleştirmiş; ardından da bunları bir övünç kaynağı haline getirmişlerdir. “Onlar ki dinlerini parçaladılar ve mezhep mezhep oldular. Her parti kendine ait (imam ve kitap) larla sevinip övünmektedir.” 1976
Nükseden ihtilaflar, Kur’an’ın rehberlik vasfını yerine getirmesinin engellenmesi, gruplaşmaları ve cepheleşmeleri beraberinde getirmiştir. Ümmetin birlikteliğini zedeleyen olumsuzluklar giderek artmış, vahyin ortaya koyduğu hükümler inançtan ve hayattan dışlanmış, yerlerine zanla bina edilmiş şahsi kanaatler veya delilden yoksun birikimler geçirilmiştir.
“Vahdet”ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez.
Din ve ibâdetler hayatı bir bütün olarak kuşattığında ve bir bütünlük içinde birbirini desteklediğinde fonksiyoneldir, ancak bütünlük içinde uygulandığında dönüştürücü, inşa edici ve arındırıcı bir işlev görebilir. Parçalanan hakikat hakikat olmaktan çıkar. Parçalanan din ve ibadetler Allah’ın murad ettiği fonksiyonunu yitirir. Çünkü din ve hakikat bütüncül haliyle din ve hakikattir.
Tevhid “teklemek, birlemek, bütünlemek” anlamlarına gelir. Yani dini ve hakikati bütünlemenin en genel ifadesidir. Dinde ayrılığa düşerek dini parçalamak, bir kısmını alıp bir kısmını dışlamak, yani hakikati parçalamak ve bir kısmını bütün yerine ikame edip onunla yetinmek ise şirktir. Ümmeti parçalamak ise “sosyal anlamda şirk”tir, “tefrika”dır, tersi ise “vahdet”tir. O halde vahdet tevhidin toplumsal alandaki tezahürüdür. Dinin, kitabın, hakikatin parçalanması ve böylece tevhidi imanın birleştiriciliğinden kopulması, kaçınılmaz olarak o dine, kitaba, hakikate iman ederek tek bir ümmet olmuş ve böyle olması kitapta beyan edilmiş bulunan ümmetin de parçalanması sonucunu kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.
İctihat ve yorum alnındaki farklılıklar, çeşni, çok seslilik ve zenginlik olarak
1975] 10/Yunus, 19
1976] 30/Rûm, 32
AKÎDE
- 519 -
hoş görülmesi gerekirken, hakikati, dini parçalama anlamına gelen muhkemler, sabiteler ve akide alanındaki ayrılıklar, ya da değişkenleri sabite haline getiren hizipleşmeler, cedelleşmeler ise tefrika olup, asla hoş görülmemesi gereken ve Allah’ın razı olmadığı bir sapmadır. Dini parçalara ayırıp hizipleşenlerin, bir süre sonra, ellerindeki parçanın din olduğu iddiasıyla onunla diğerlerine karşı övünmeleri söz konusu olmaktadır. Allah bu durumu kınamaktadır.
Allah’ın râzı olmadığı ihtilaf, bölünmemesi gereken bütünleri parçalamaya yol açan ihtilaflardır ki, bunların en önemlisi de Kur’an’ın uyardığı hakikatlerde ve dinde ihtilafa düşmektir. Mezhepler, meşrepler, ekoller, öbekler, gruplar, dini oluşturan herhangi bir rüknü, dinin bütününden koparıp kendine has kılmadığı ve dinin muhkemlerini, sabitelerini bütünlük içinde benimseyip parçalamadığı sürece akide planında tevhide, vahyin belirlediği ortak akidede bütünleşen İslâm ümmetinin birliğini tehdit etmediği sürece de sosyal planda “vahdet”e aykırı olmaz. Ancak, dinin sabitelerini parçalayan, değişkenlerini (zan alanındaki yorum ve içtihat farklılıklarını) sabite haline getirip akideleştiriyor, dinleştiriyorsa, varlığını kitabın müteşabih ayetlerine dayandırıyorsa, dini teşkil eden ana rükünleri bütünden kopararak kendini bunlardan biriyle tanımlıyorsa, bu yapılanma akidevi olarak tevhide, sosyal planda da vahdete aykırılık oluşturur ki, buna tefrika denir.
Kitap ehlinin; âlimlerini, râhiplerini ilah edinmeleri; onların din adına ortaya koydukları hususları sorgulamadan, vahye uygunluk denetimi yapmadan, en azından fıtratın sesine kulak vererek, ya da akletme kabiliyetini kullanarak üzerinde düşünmeden, doğru ve dinden kabul edip körü körüne taklit etmeleri sebebiyledir. Bugün İslâm adına bir kısım alimlerin, önderlerin, şeyhlerin, üstadların ürettiklerinin vahye uygunluk denetimi yapılmadan, sorgulanmadan, dinden kabul edilip taklit edilmesiyle benzeşen bir konumdur bu.
Dinlerini, kitaplarını tahrif ederek ve parçalayarak, Allah’tan başkalarını ilahlar, rabler edinerek şirke bulaşan kitap ehline Kur’an, menşelerinde, köklerinde var olan tevhide dönme, Allah’ı bırakıp da bazı insanları ilâh edinme ve onlara ibadet etme yanlışından “ortak kelime” olan tevhide rücu etme çağrısı yapmaktadır.
Yaklaşık olarak ehl-i kitapla benzer bir serüveni yaşayarak, önder, üstad ve şeyhlerinin ürettikleri bid’at ve hurafeleri vahiyle denetlemeden, Kur’an’a uygunluğunu, Resulün sahih sünnetine mutabakatını araştırmadan, olduğu gibi dinden sayarak iman eden ve din olarak uygulayan ve kendini İslâm’a nispet eden kesimlere de bu ayetin muhtevasında olduğu gibi bir daveti yapmalıyız. Demeliyiz ki; “Ey kendini İslâm’a ve Kur’an’a nispet eden, iyi niyetli insanlar, gelin aramızdaki ortak kelime olan tevhid kelimesinde buluşalım, İman ettiğimizi iddia ettiğimiz Kur’an’ı belirleyici kılalım. Allah’a hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmayalım (rabler edinmeyelim).”
İşte bu sebeplerin etkisiyle, ümmetin birlik, dirlik ve düzeni bozuldu, bu kötü gidişe karşı direniş azmi de yok edildi. Çünkü vahyin açık emrine ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) son derece açık sünnetine, zulme karşı açık mücadele örnekliğine ve zalim sultanlara karşı mücadeleye teşvik eden açık ifadelerine rağmen zalim sultana itaat kültürü dinin bir hükmü gibi sunuldu. İktidara geldikten sonra
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bozgunculuk yapan iktidar sahipleriyle mücadele etmek1977 ve zulmedenlere eğilim göstermemek1978 gibi Kur’ani yükümlülükler, Müslümanların çoğunluğu tarafından unutuldu. Rabbimizin, “dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin”1979 emrine uyulmadı. Özetle zamanla Kur’an terk edilmiş bırakılarak, tevhidden şirke, İslâm toplumundan cahiliye toplumuna doğru tersine bir hicret yaşandı. Bu sebeple de, birbirleriyle çekişip ayrılığa düşen Müslümanlar, Rabbimizin uyardığı zillete sürüklendiler, çözülüp yılgınlaştılar, güç, kuvvet ve izzetlerini kaybettiler.
Tevhid Eksenli Gerçek Vahdet Henüz Çok Uzakta
Bu sonuç ancak, tarihsel süreçte üretilmiş olanın kuşatmasından kurtulup, indirilmiş olan vahyi ölçülere teslim olarak sağlanabilir. Geleneksel ve modern cahiliyeden arınıp ayrışmadan, Batıni yorumları dinleştirmekten, zan alanında gayb haberi ve akide oluşturmaktan vazgeçip, Kur’an’ın korunmuş metnini belirleyici kılıp topluca vahye sarılmadıkça böyle bir vahdet mümkün görünmemektedir. Bu tür keyfi akide oluşturanların birbirlerini tekfir etmeleri de kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.
Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akidemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.
Kur’an’ın delâleti zanni kısmı ile âhad haber alanı da zan taşıdığı için, akideleştirilmemesi, dinleştirilmemesi ve hoş görülmesi gereken farklılıklarımızı kapsamaktadır. Sâbiteler, muhkem naslar alanındaki, akide ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, ictihat alanındaki kimliksel farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.
Bugün ise İslâm’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslâm coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslâm coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslâm saldırıya uğrarken, büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel birikimi ıslah etmeyi bir türlü kabullenmiyor. Çoğu da zâlimlerin, emperyalistlerin işbirlikçiliğini üstlenmekten çeşitli maslahatlar adına çekinmiyorlar.
Ne yazık ki, gerek tüm İslâm coğrafyasında, gerek Türkiye’de yapılan zulme ve emperyalizme karşı tevhid eksenli onurlu bir itiraz yükselten direnen kesimler, ümmetin genel yapısı içinde hep azınlığı oluşturmaktadır.
Hilâfeten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari
1977] 2/Bakara, 105
1978] 11/Hûd, 113
1979] 42/Şûrâ, 13
AKÎDE
- 521 -
süreçte İslâm ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiyden ve Rasûl’ün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi bizde yaşadık. Kuranı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkûm edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik.
Bugün, gerçek mü’minlerin uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslâmî kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmaya muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor. İki taraftan bir çok ahmak ve cahil unsurlar ise bu oyuna alet olduklarını bile fark edip akledemiyorlar.
Hepimiz şunu kafamıza koymalıyız ki mezhepler din değildir. Akide alanında mezhep olmaz. Allah katında din tektir ve adı İslâm’dır. Tevhid dininin akidesi de tektir. Bu ortak akideye teslimiyetimiz bizi kardeş yapmamaktadır. Müminler ancak kardeştir. Hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı.
Hedefimiz Kur’an’a Dayalı Sâbitelerde Vahdet Olsa da, Bugün Âcil Olan Vahdet Değil, İttifaktır
Kur’an ve mütevatir sünnet dışındaki zan alanından akide oluşturulması ve batini yorumların mutlaklaştırılması sonucunda Mezheplerin akideleri oluşmuş ve yanlış akide algıları yüzünden tekfirci yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. O halde Kur’an ve sahih sünnet ortak paydamızda kardeşleşip kucaklaşmalı, Mezhepçiliği ve mezhepleri dinleştirmeyi terk etmeliyiz.
Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımıza ve ondan neşet eden ortak akidemize sarılarak, tarihsel tüm birikimimizi sorgulamalıyız. Tarihsel süreçte, bütün mezhep ve ekollerin bir çok bidat ve hurafe uydurduğunun bilinciyle, vahyi belirleyici kılmalıyız.
Vahyin belirleyiciliğinde ortak akidemiz olan tevhide dayalı yeniden inşa süreci devam ederken, tarihi sapmalarla her ekolün ve mezhebin de şu veya bu ölçüde kirletilmiş, hurafe ve bid’atlara bulaştırılmış olduğu vakasını dikkate alarak hiç bir mezhep ve ekolün mutaassıp taraftarı olmamalıyız. Bunlardan birisine kendimizi yakın hissedebilir ve amellerimizi bu ekolün içtihadına dayandırabiliriz. Ancak onun mutaassıbı olmak, o mezhebin yanlışı dahil top yekun kabulü ve karşı tarafın doğrularının dahi reddini getiriyor.
Diğer taraftan bu yeniden inşa ve ortak akidede buluşma süreci devam ederken, birbirimize ilmi uyarılarda bulunabilelim “emri bil maruf” yapalım, ancak
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farklılıklarımızı düşmanlık ve kin vesilesi haline getirmeyelim, cedele ve şiddete sapmayalım, tam tersine ihtilaflarımızın kesin çözümünü, aramızda kesin hükmün verileceği güne bırakalım. Ama emperyalizme karşı ittifak ederek özgürlük mücadelesini birlikte yürütelim. Akidevi vahdete kadar hiç değilse zulme ve emperyalizme karşı ittifakı öne çıkarıp özgürlük mücadelesini birlikte yapmalıyız. Bağımsız ve özgür olunca da, iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimize adâletle muâmele edip, merhamet etmeliyiz. İlmî eleştiri ve uyarıların kapısını sürekli açık tutmalı ama çatışma ve cedel noktasına vardırmamalıyız.
Adâleti, merhameti belirleyici kılan, fıtri insani erdemleri öne çıkaran, insanlık onurunu koruyan iyi insani ilişkiler kurup, barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız. Birbirimizin kurtuluşuna vesile olacak emr-i bi’l-ma’ruf yolunu sürekli açık tutmalıyız. Birbirimize göre akidevi sapmalar içinde olduğumuzu zannetsek bile, öldürerek değil yaşatarak, kurtulma ihtimalimizi arttırmalıyız.
Ciddi ihtilaf konuları örtülerek, soyut kardeşlik ve ümmet vurgusuyla sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple diyalog konusunda önemli adımlar atılmış olmasına rağmen on yıllardır yapılan bu tür toplantılara rağmen, birbirini olduğu gibi kabul edip, akidevi boyutları da olan temel farklılıklar hakkında Kur’an’la ciddi bir sorgulama da yapılamamıştır. Temel konulara eğilme sağlanamayınca, akide ve din anlayışı alanında da oluşmuş farklılıkların Kur’an’la ıslahı ciddi bir biçimde gerçekleştirilemeyince, bu iyi niyetli çaba ciddi meyveler verme safhasına bir türlü taşınamamıştır. Halbuki vahdeti sağlayacak ortak payda, ictihada kapalı imani konular, muhkem naslar ve sabitelerdir. Bu konulardaki farklılıklara yol açan vahye aykırılıklar ayıklanmadıkça vahdet hayal olmaktan öte gidemeyecek, bu tür toplantılarda anlık bazı maslahatlar temin edilse de vahdete ulaşılamayacak ve Allah’ın yardımına da müstehak olunamayacaktır. Anlaşılmış olmalıdır ki, soyut ve duygusal temennilerle, akidevi ayrılıklara sebep olan kaynak kurutulmadan, vahiy dışı gayb haberleri ve Kur’an dışı akideyle oluşturulan karanlıklar Kur’an’la aydınlatılmadıkça, vahye dayalı olmayan anlayışları dinleştirenlerin hapsoldukları zindanların duvarları Kur’an ve sahih sünnetle yıkılıp, çeşitli hiziplerin ayaklarındaki birbirleriyle bütünleşmelerini engelleyen zincirler parçalanmadıkça gerçek anlamda bir vahdet sağlanamaz/sağlanamıyor.
Vahdeti sağlayacak en önemli sosyal projenin ise Seyyid Kutub’un vurguladığı, Resulullah’ın (s.a.s.) eğittiği ilk Kur’an neslini örnek alan bir Kur’an Neslinin yeniden İnşa çağrısı olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu projeyi eğitim de ve amelde tanıklaştırmak, ister istemez mezhebi görüşleri alta çekecek, Kur’ani ilkeleri öne alacaktır.
Kendini İslâm’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, tarihsel süreçte üretilen ipleri bırakıp, indirilmiş Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak ve kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Yani Allah yolu, Kur’an ve tevhid yoludur.
Bu sonuca ulaşana kadar ise, emperyalizme, işgale, yerli zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük eksenli bir mücadelede ittifak öncelenmeli, ama uzun vadeli Kur’an’la ıslah çalışmasında ısrar ederek vahdete giden yol sürekli açık, İslâm birliği ideali de sürekli canlı tutulmalıdır.
AKÎDE
- 523 -
Bütün bu olumlulukların gerçekleşmesi için, her mezhep ve her cemaatten, bu grupların sınırlarını aşarak, taassup zindanlarının duvarlarını yıkarak, Kur’an’ın aydınlığına ulaşan muvahhidlerin ortak çabasına ihtiyaç vardır.1980
Müslümanlar ve İslâmî Duruş
Yaşadığımız dönemde Müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bunları maddeler halinde saymaya çalışalım:
1. Müslümanlar İslâm’ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden uzak, Kur’an’dan kopuk yaşadıkları için, Allah’ın Kitap’ından, birinci elden dini öğrenmiyorlar.
2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm’ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur’an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler.
3. Kur’an’a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar. 1981
4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid’at karışmış. Kimi bilinçli bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah’a endâd/eşler edinmiş, kimi küfür içinde bir hayat sürüyorlar. “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.” 1982
5. İsyan ve itaat bilinci yok. “Lâ ilâhe” deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; “illâ” diye teslim olması gereken zât belli değil. 1983
6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu. 1984
7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış. 1985
8. Tebliğ (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor. 1986
9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdafaa bile edemiyorlar.
10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil.
11. Dünyevîleştiler ve kapitalistleştiler. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu.
12. Âhirete (cennet ve cehenneme) yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya
1980] Mehmet Pamak
1981] Bk. 2/Bakara, 85-86; 4/Nisâ, 136
1982] 12/Yusuf, 106; Yine Bk. 39/Zümer, 65-66; 31/Lokman, 13
1983] Bk. 4/Nisâ, 13-14
1984] Bk. 2/Bakara, 256-257; 4/Nisâ, 76; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17-18
1985] Bk. 49/Hucurât, 15; 49/Hucurât, 10; 3/Âl-i İmrân, 103, 110; 21/Enbiyâ, 92
1986] Bk. 3/Âl-i İmrân, 104-105
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hazır olmak yok. Tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş.
13. Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme.
15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş cahiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı
16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde zengin olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma
17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhatap olma
18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. “Oyu ver, koyuver” anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görememek. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silahlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telaşında. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte.
19. Sünnetullah’ı bilmiyorlar. Allah’ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor. 1987
20. Din’in “asl”ında tenzilât, ayrıntılarda ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı
21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm’a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık
22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor.
23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar
24. Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış
25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklamların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım
26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur denilebiliyor) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan,
1987] Bk. 2/Bakara, 155; 29/Ankebût, 1-3; 49/Hucurât, 15
AKÎDE
- 525 -
aslında hiçbirinde samimi olmayan münafık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük
27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibadet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar’ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar’a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması
28. Aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitab’a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur’an’ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur’an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda
29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak
30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. 1988
Bu problemlere Kur’an’ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş
1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur’an’ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme
Âyetlerde Felâh/Kurtuluş
1- 2/Bakara sûresi 2-5. Âyetler: İman, âhirete yakînî inanç, sâlih amel (namaz, infak), takvâ
2- 23/Mü’minûn sûresi 1-10. Âyetler: Namazda huşû, lağvı (mâlâyaniyi, boş şeyleri) terk, zekât, iffet, emanetlere ve ahidlere riâyet, namazı koruma (ve devam)
3- 103/Asr sûresi, 1-3. Âyetler: İman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye.
Kur’an’da Ulaşmak İçin Gayret Edilmesi Gereken Faziletler (En Faziletli İnsan Olmanın Yolu)
1- Cihad: “Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” 1989
2- İlim: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” 1990
3- Takvâ: “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok takvâlı olanınızdır, en çok
1988] Bk. 4/Nisâ, 13; 63/Münâfıkan, 8
1989] 4/Nisâ, 95-96
1990] 39/Zümer, 9
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkanınızdır.” 1991
İslâmî duruş için bize çok iş düşüyor. Kur’an ve Peygamber nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdiyse; biz de oradan öyle yapmalıyız. Yeniden iman etmeli ve insanları yeniden tevhidî imana çağırmalıyız. Yapılacak şeyleri özetle saymaya çalışalım:
1- Sahih bir iman, Kur’an’a dayalı akaid bilgisi ve yakînî inanç,
2- Akîdemiz uğrunda gereken mücadeleyi vermekten geri kalmamak; inancımıza taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
3- Tevhidî imana sahip olanlarla bir ve beraber olmak; “birlemek” demek olan “tevhid”in, “birleşmek” demek olan “vahdet”le aynı kökü paylaştığını, birinin mutlaka diğerini gerektireceğini unutmamak,
4- Kur’ân-ı Kerim’e ve onun hayata yansıması, canlanması demek olan sünnete sarılmak. Kur’an ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret sarfetmek,
5- Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek; onların uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
6- Dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmeye çalışmak, dine sonradan ilâve edilen bid’at ve hurâfeleri inanç ve yaşantımızdan tümüyle uzaklaştırmak, dinden eksiltme yapanlara da tavır almak, dini gizlememek, hakka bâtılı karıştırmamak, dinden taviz vermeye kalkmamak,
7- Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Câhiliye çağını (orta çağı) kapatıp asr-ı saâdeti (âhir zamanı, son çağı) açmıştır. Toplumları karanlıklardan, kargaşalardan nûra, aydınlığa, kurtuluşa çıkarmıştır. İnsanlığın bugüne kadar bir daha göremediği en huzurlu çağı başlatmıştır. Dünyanın gördüğü ve göreceği en büyük inkılab, Kur’an’ın yaptığı inkılâbdır. Kur’an’ın bizi de hayra doğru değiştirmesi için bizim Kur’an’a bakışımızı değiştirmemiz gerekecektir. Kur’an aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gerekenler, ashâb gibi yönelmediği için, anlamını öğrenmeden, düşünmeden, onunla amel etmeden kurtuluş beklenemez.
Bu ülkedeki ve tüm dünyadaki Müslümanların şartları, hemen hiçbir peygamberin imtihan olduğu şartlardan daha ağır değil aslında. Peygamberimiz ve diğer peygamberlerimiz dönemlerindeki küfür, günümüzdekinden daha az saldırgan ve daha hoşgörülü değildi. Kur’ân-ı Kerim, peygamber kıssalarıyla bizi daha zor şartlara hazırlıyor; küfre ve zulme karşı nebîler nasıl tavır aldıysa bizim de onu yapmamızı istiyor.
Müslüman, kendini, dâvâsını küçük göremez; sürekli mağlûbiyeti, zilleti kabullenemez. O, Allah’ın askeri olmanın bilinci, onuru ve sorumluluğu içinde yaşar. Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe senin kılına zarar veremez! Güç, kuvvet sadece O’nundur. Yûnus ve Mûsâ aleyhimâ’s-selâm öğretir ki, dâvâ adamı müslümanı deniz boğamaz!
1991] 49/Hucurât, 13
AKÎDE
- 527 -
İbrâhim (a.s.) örnektir ki, muvahhid tebliğciyi ateş yakamaz!
İsmâil (a.s.) haykırır ki, Allah askeri mücâhidi bıçak kesemez!
Zorba Câlût’un dev cüssesi, çocuk yaştaki Dâvud karşısında mağlup olacaktır. Aynı şekilde zorba İsrail ve Amerika karşısında çocuk yaştaki eli sapanlı Filistin’li gençler Allah’ın izniyle gâlip gelecektir. Ebâbil kuşlarının attığı taşların fil ordusunu yerle bir etmesi gibi muvahhid Filistinli çocukların attığı taşlar da fil gibi İsrail tanklarını silip süpürecektir.
Şeytanın hileleri, Firavun’un sihirbazları İslâm’a ve Müslüman dâvâ adamına zarar veremeyecektir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; Güç ve kuvvet, yalnız Allah’a aittir.
Allah’ın dinine yardım edene Allah da yardım edecek, ayaklarını sâbit kılacaktır.
Her şey Allah’ın askeridir. O dilerse deveyle, dilerse pireyle mü’minlere yardım eder. Dilerse, sivrisinekle Nemrutları helâk eder. Kuşlarla Ebreheleri mahveder. İncecik ipliklerden oluşan ağıyla örümcek, kâfir güçleri alt etmeye yeter; hicret-i Rasûl’de olduğu gibi.
Allah, dilerse melekleriyle yardım eder, Bedir’deki gibi.
Dilerse, rüzgârıyla yardım eder, Hendek’teki gibi.
Dilerse zâlim tâğutu bile, yetiştirmesi için sana hizmetçi kılar; Firavun’u Mûsâ’ya (a.s.) yardım ettirdiği gibi.
Ne diyor Kur’an’ımız: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten dosdoğru iman ediyorsanız siz üstünsünüz, siz gâlipsiniz.”1992; “(Gerçek) mü’minlere yardım etmek Bizim üzerimize haktır.” 1993
Kim Allah’a (O’nun yardımına) sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?
1992] 3/Âl-i İmrân, 139
1993] 30/Rûm, 47
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akaidle İlgili Yararlanılabilecek Türkçe Eserler
1. 20. Yüzyılda Tevhid ve Şirk, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
2. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
3. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özkozalı, Bengisu Y.
4. Akîde, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
5. Âlemlerin Rabbi Allah, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
6. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
7. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
8. Çağdaş Hâricilik Düşüncesi, Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, Beyan Y.
9. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, N. Abdurrezzak Samarrai, Vahdet Y.
10. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Mevdûdi, Risale Y.
11. Gençlere Tevhid Dersleri, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
12. İman Bilinci, Mustafa İslâmoğlu, Düşün Y.
13. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
14. İman ve Bilinç, Hasan Eker, Çıra Y.
15. İman ve Salih Amel, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.
16. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
17. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
18. İmanın Psikolojik Yapısı, Hülya Alper, Rağbet Y.
19. İman-Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
20. İslâm Akaidi, Ramazan El-Buti, Madve Y.
21. İslâm Dininden Çıkaran Ameller, Abdulmu’min Mustafa Halime, Şehadet Y.
22. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrahim Coşkun, Tekin Kitabevi Y.
23. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlid Özler, Nun Y.
24. İslâm İnancı, Muhammed Kutub, Risale Y.
25. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
26. İslâm’da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y.
27. İslâm’da İnanç Esasları, Bekir Topaloğlu, Y. Şevki Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y.
28. İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadî Mezhepler, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
29. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
30. İslâm’da İtikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, M. Saim Yeprem, Marifet Y.
31. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
32. İslâmî Kavramlar, Mevdûdi, Pınar Y.
33. Kavramlarla İman Esasları, A. Muhsin Toprak, Buruc Y.
34. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
35. Kelime-i Tevhid’e Nasıl İnanmalıyız? Asım Uysal, Uysal Y.
36. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.
AKÎDE
- 529 -
37. Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
38. Kur’an ve Sünnet Işığında Kelime-i Tevhidin Amelî Boyutu, Ahmet Çelik, Ekev Y.
39. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y.
40. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdûdi, Beyan / Özgün / İdeal Kitaplar Y.
41. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
42. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y.
43. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
44. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
45. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
46. Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y.
47. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Sâlih Ali Mustafa, Ölçü Y.
48. Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
49. Lâ, Mustafa Çelik, 1, 2, Ölçü (Yenda) Y.
50. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
51. Mekke Rasullerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
52. Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ramazan Yazçiçek, Ekin Y.
53. Muvahhidlerin Akîdesi, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
54. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y.
55. Müşrik Toplumun Amentüsü, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
56. Pratik Akaid Dersleri, Heyet, Ümmülkura Y.
57. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
58. Şirk ve Müşrik, Seyyid Kutub, Karınca Polen Y.
59. Şirkten Korunmak, Salih el-Müneccid, Polen Y.
60. Tanrılaştırma, Sayın Dalkıran, Yedirenk Y.
61. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdûdi, Pınar Y.
62. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yûnus, Âhenk Y.
63. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şura Y.
64. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutub, Ravza Y.
65. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
66. Tevhid, Abdulmecid ez-Zindanî, Nida Y.
67. Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.
68. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
69. Tevhid; Rasûllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
70. Tevhid’e İlk Adım, Mehmet Emin Akın, Medarik Y.
71. Tevhidî Bakış Açısı, Kul Sadi Yüksel, Misyon Y.
72. Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. / Özgün Y.
73. Yeryüzünün Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
74. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Pınar / Hikmet / Özgün Y.
75. Eski Medreselerde Okunan Klasik Akaid Kitapları
76. İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid), Taftazani, Dergâh Y.
77. Nesefi Akaidi (İslâm İnancının Temelleri), Ömer Nesefi, Bayrak Y./Otağ Y.
78. Fıkh-ı Ekber Şerhi (Aliyyül Kari Şerhi), Kültür Basın Yayın Birliği Y.
79. Mâturidiyye Akaidi, Sabuni, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
80. Tahavi ve Akaid Risalesi, Arif Aytekin, Guraba Y.
81. Akaid Risaleleri, Hzr. Ali Nar, Özel Y.
82. Pezdevi Akaidi, Kayıhan Y.
AKIL
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AKIL
• Akıl: Tanımı ve Mâhiyeti
• Aklın İşleyişi
• Kur’ân-ı Kerim’de Akıl
• Kur’ân-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
• İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
• Akletmek, Aklı Kullanmak
• Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
• Akıl Emniyeti
• İnsan Hakları ve Özellikle Akıl Emniyeti Bağlamında İslâm-Câhiliye Karşılaştırması
• Akıl Hastalığı
• Aklî Delil a) Yakîniyât, b) Zanniyât
• Akıl-Vahiy İlişkisi
• Sefihlik
• Kur’an’ın Sefih Dedikleri
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki Kitab’ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” 1819
Akıl: Tanımı ve Mâhiyeti
“Akıl”, lügatta: Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek, idrâk, muhâkeme kabiliyeti, kavrayış, zekâ anlamına gelir. O yüzden akıl, insanların tehlikeye düşmesine engel olan şey için kullanılır. İnsanda bulunan düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücüne akıl denir.
Akıl, sözlükte bir şeyi tutmak, alıkoymak demektir. Bir şeyin hareket alanını sınırlandırmak ve belirlemek demektir. Mesela devenin ayağının bukağı ile bir kazığa bağlanmasına Arapça’da akıl deniyor. Kadının saçını bağlamasına akıldan türeyen bir kök kullanılır. Kişinin dilini kötülüklerden alıkoymasına “lisanını akletti“denilir. Aynı şekilde maktulun diyeti verildiği zaman -ki o zaman ağırlıklı olarak deve verilirdi- maktul için verilen diyetler, maktulun yakınlarının kaldıkları yere gider, o develer akl edilirdi yani bağlanırdı. Onun için bağlanan bu develere de yine akl kökünden türeyen “âkıle“denir.
Seyid Şerif el Cürcani’nin “et-Ta’rîfât“, yani Tanımlar adındaki kitabında akıl şöyle tanıtılıyor: “Akıl maddeden soyut bir özdür. Aynı şekilde herkesin ben derken belki de işaret ettiği konuşan nefsidir. Kendi nefs-i nâtıkasıdır.“Yani
1819] 2/Bakara, 44
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konuşma kabiliyeti olan nefsidir, mantık denilen şey de oradan gelir. Nutk konuşmak demek, mantık ise konuşma kuralı demek. Yani akla uygun konuşmak demek olduğuna işaret ediyor.
Bir diğer tarifi: “Akıl ruhan���������������������������������������������������î bir öz olup Allah’ın insan bedeninde yaratmış ol- �������������������������������������������������� olduğu bir hususiyettir.“; “Akıl hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur“diye de tarif edilmiştir. Aynı şekilde “aklın, nefis ve zihin manasında da kullanıldığı“da belirtilmiştir. “Eşyanın hakikatlerini idrâk eden bir araç“olarak da tarif edilmiştir. Akıl, Kur’an’ın anlatımıyla insana verilen anlama, ölçüp tartma, mukayese ve muhâkeme yapma yeteneğidir. Âyetlerin ışığında konuya baktığımızda, aklın, beş duyumuzdan da istifade ederek merkezi kalp olarak tanımlanan anlama, yargılama ve hüküm çıkarma yeteneği olduğunu görürüz.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrâk eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazari bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm’da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen ‹bilgi’ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır. Kur’an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira akletmezler.” 1820
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah, akıldan daha yüce bir mahlûk yaratmamıştır.” ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın doğuştan olduğunu; “Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır.” hadîsiyle de aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır.1821
Hadiste akıl kavramını ele aldığımızda; “diyet vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek” anlamlarında kullanıldığını görüyoruz. Hz. Peygamber “Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden sonraki ebedî hayat için hazırlanan kimsedir.”1822 buyurmuştur.
İmam Gazâli aklı dört türlü târif eder:
a) İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki, insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b) Küçük bir çocuğun, câiz olan şeyleri câiz, muhal olan şeyleri muhal kabul etmesi: İki’nin bir’den çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akıl, mümkün olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak, gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c) Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir.
1820] 2/Bakara, 171
1821] Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342.
1822] İbn Mace, Zühd 31
AKIL
- 461 -
d) Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket ettiği için “akıllı“sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir özelliktir. Buna da ‹akl-ı müstefâd’ denir.
Allah’ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir nûrdur. Bu sebeple akıl, “Nefs-i Nâtıka“(Konuşan Nefis) veya “Nefs“in bir kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur.“denmiştir. Âlimlerin çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe bilinen bilgilerdir. 5, 10’un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar, gibi bilgilerdir.
Nazar����������������������������������������������������������������������������î bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilin- ��������������������������������������������������������������������������� bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a) Cüz’îden cüz’îye, fertten ferde intikaldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhî denir. Temsilde esas, cüz’îden cüz’îye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede kesinlik ifade etmez.
b) Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz’î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı mantıkî veya sadece kıyâs denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikatı bununla yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve tatbik sayesinde akıl, Allah’ın varlığına delil olan âyetlerden1823 Allah’ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder. Kıyas şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O halde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi, iki kaziyye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz’î ve nazarî bir hüküm elde edilmiştir.
c) Cüz’î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ’ denir. İstikrâda esas, kıyastakinin aksine olarak, cüz’î olan şeyleri tetkîk ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz’leri içine alırsa buna istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ, bazı cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. ‘İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet ilimlerde ‘istikrâ-ı nâkıs’ kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir. İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay...
1823] el-Bakara, 2/163.
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
madendir. Demir, çelik, bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde olduğu gibi, birçok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz’îlerin hükmü, bütün cüz’lere yani “külle” verilmiştir. Fakat ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat’î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır, tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede, neticeye yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede istenilene erecek derecede serî ve ânî olan seyirdir. Bu tür seyre “hads” denilir. Hads da iki kısımdır:
1) Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbîdir. Yani belli bir araştırma neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek içindir. Buna “akl-ı mesmû” da denilir.
2) Doğrudan doğruya yaratılışta var olan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da “kuvve-i kudsiyye”, “akl-ı matbû” veya “garizî” denir. Herkesin bu tür akıldan az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmû’un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın, basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok mertebeleri vardır. Akıl için yol birdir. O da hak yoldur (tarîk-ı hak). Kur’an’da birçok yerde aklın ve akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin gerçek mânâsı, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki Allah’ın varlığına delâlet eden binlerce olaya şâhid olan birçok insan, müşâhedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin gösterdiği mûcizelere karşı müşâhede ile aklı birleştirmeyen birçok insan, fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu tutmuştur. Oysa Allah; “...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir topluluk için elbet Allah’ın birliğine delâlet eden ayetler vardır.” 1824 buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun imanla birlikte en üstün vasfıdır. Çünkü, Allah’ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah’ın rızasını elde edebilir. İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. Akıl, nûr olarak da kabul edilir.
İmam Gazâlî’nin İhyâ’sında İbn Abbâs’dan (r.a.) rivâyete göre Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Her şeyin bir âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var; âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin kendisini hatırlatacak olan ardından bir geleni var; sıddîkları hatırlatacak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır.“
1824] 2/Bakara, 164
AKIL
- 463 -
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya verilen değer verilmez, onu bazı emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün değildir. “Aklı olmayanın dini de olmaz“, hadîsinin mânâsı da budur. Dinin ve dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşâhedelerini aklı ile birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız (aklını kullanmayan) insan denir: “Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler arasında olmazdık.” 1825 âyeti bu tür insanların durumunu dile getirdiği gibi çevremizde her gün yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler. Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatini idrâk edebilen akıl, zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur. Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı, iman eden akıl ve zekâdır. Akl-ı selîm sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi, rûhânî bir nur olan aklın mâhiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için, tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mâhiyeti de tüm özellikleriyle ebediyyen anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah’ın varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur.
Ne var ki akıl, her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki birçok hakikati kavrayamaz, dinin birçok gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile daima birlik ve yardımlaşma halindedir.1826
‘Akl’ sözlükte, masdar olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; akıl, idrâk, diyet, muhâkeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir. ‘Akıl’, bilgi edinmeye yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir. Bu, bir anlamda düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir. Sözlük anlamından hareketle denilebilir ki ‘akıl’; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan, insanı mahveden yollara sürüklemeyen, bir ruhî kuvvettir. Kalp ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevî bir nurdur akıl; ki insan bununla, duyu organlarıyla hissedemediği şeyleri anlar. Akıl, insanda bulunan mânevî bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme, davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayrıt etmesi ile ilgili kabiliyetidir. Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur.
1825] 67/Mülk, 10
1826] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/83-85
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akıl, kalbin bir faaliyetidir. Kişi kalbinin bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine göre hatırlar, o şeyle ilgili şahitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.
Aklın İşleyişi
Kur’an, “Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası akletmez”1827 buyurur. Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak ilim sahibi olanlar anlayabilir. Bu konuda aklını kullananlar doğru bilgiye ulaşmış kimselerdir. Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu da balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın işidir.
Akıl bu anlamda üç çeşit faaliyet yapabilir:
a- Parçadan parçaya varmak şeklinde (kıyas),
b- Parçadan bütüne varmak şeklinde (tüme varım),
c- Bütünden parçaya varmak şeklinde (tümden gelim).
Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. Örneğin, çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın yukarıdaki tüme varım metodunu kullanmasıdır.
Akıl, çevremizdeki her şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrâk eden bir kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevî kuvvettir. Bir başka deyişle o insana verilmiş bir nur’dur, yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde bulunan şeylerden haberli olur, faydalı şeyleri anlar, zararını idrak eder, bilgileri kalpte korur. İnsan, bu manevî güçle gerekli teorik bilgileri elde eder. Akıl gücü insana doğuştan verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır. Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.
Bilindiği gibi İslâm’a göre, ancak akıllı insanlar Allah’ın tekliflerinden sorumludurlar. Bir çocuğun mükellef (yükümlü) olma yaşı da akıllı olma ve ergenlik çağına ulaşma zamanıdır. Çocuklar ve deliler İslâm’ın hükümlerinden sorumlu değillerdir. Allah’ın teklifleri (dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrâk edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara akıllarını kullanmalarını emrediyor.
İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda ve zararın son hakemi yapmamıştır. Çünkü aklımızla elde etmiş olduğumuz bilgiler, sınırlıdır. Meselâ, aklımız ölüm olayını, vahyin mâhiyetini, kabirde olanları, âhireti ve âhirette olacakları, Allah’ın zâtını, insanın ruhunu tümüyle kavrayamaz. İslâmî hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar, ama onların sebebini, niçin emredildiklerini tümüyle bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir noktaya kadar cevap verebilir; fakat mutlak doğruyu, mutlak
1827] 29/Ankebût, 43
AKIL
- 465 -
faydayı ve eşyadaki nihâî amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir. Yukarıda geçtiği gibi, insana doğru yolu gösterecek akıl en büyük kazançtır. Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl, iyi çalışan bir akıl değildir.
Akla nakil, yani Kur’an ve onun açıklaması olan Sünnet yön verirse isabetli karar alır. İslâm, aklı son hakem sayan bütün pozitivist düşünceleri ve felsefeleri reddeder. Hevânın (aşırı isteklerin) güdümündeki akıllar doğru hükme, hikmete ve hidâyete ulaşamazlar. 1828
Bütün mertebeleriyle Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma ve insan iradesi sebep değilse de, bunda Allah’ın lutfu ile sahip olduğumuz hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen, alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan, Kur’an’da Allah, bütün insanları bu yola iletip sevketmek için “Düşünüp aklını kullanan bir topluluk için elbette deliller vardır.”1829 buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde etkisini icrâ edecek olan mucizelerin, yani âyet ve delillerin büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de Akıl
Akıl kelimesi, Kur’an’da 49 yerde ve tümü fiil halinde geçer. İsim olarak hiç geçmez. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki, Kur’an anlayışında salt akıl, kullanılmadıkça potansiyel olarak bir anlam ifade etmez. Aklı devamlı olarak fiil/eylem halinde kullanan Kur’an âyetleri, akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekmektedirler. Kur’an delil diliyle insanın aklına, his diliyle de onun gönlüne hitap eder. Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.
Aklını kullanmayanları müslüman kabul etmediği gibi insan olarak bile görmez Kur’an. Bazıları, bu akıl gücünü ve yeteneğini kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp, Yaratıcıyı idrâk etmezler; ya da O’nun huzurundaki konumlarını, insan olarak durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve onları kurtaracak işleri yapmazlar. Kur’an bu tipleri şu örnekle anlatıyor: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler.”1830 Aklını gereği gibi kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidir. Gerçeği duymazlar, dilleriyle ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.”1831 İnkârcılar, akıl ni’metine rağmen Allah’ı ve O’nun gönderdiği gerekleri anlamıyorlarsa, akletmiyorlarsa; gerçekleri duyamıyorsa ve hakikatler yerine birtakım saçma sapan sözler konuşuyorlarsa, onlar sağır ve dilsizdirler. Kur’an,
1828] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 38-40
1829] 2/Bakara, 164
1830] 2/Bakara, 171
1831] 8/Enfâl, 22
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlığa lâyık olmayan böyle özellik taşıyan kimseleri hayvanlar safında görmüş ve onlardan, yeryüzünde debelenen hayvan diye, hem de o hayvanların en kötüsü olarak söz etmiştir. Aklını kullanmayıp da inkâr, isyan ve sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur.1832 Cehennem azâbından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen gerçeğe teslim olup Allah’a kulluk yapmaktır. 1833
Akıl, eşyadaki düzeni anlama gücüne sahip olduğu gibi, İlâhî gerçekleri de anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrâk etme gücüne de sahiptir. Zaten aklın birinci görevi de budur. “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü gemilerin denizde yüzmesinde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, aklını kullanan bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok âyetler/deliller vardır.”1834 Bu âyetlere/delillere bakan akıllı insanlar, onları yaratıp yönlendiren Yüce Kuvvet’i idrâk ederler.
Görüldüğü gibi Kur’an bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor. Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın sırlarını çözerler, varlığın ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra; “İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz”1835 buyuruyor. Demek ki mü’minler de akıllarını kullanıp Allah’ın koyduğu hüküm ve kanunların hikmetini anlamak ve hükümleri yerine getirmekle görevlidirler.
“... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle kullanabilenler akledip düşünebilir.” 1836
“Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.” 1837
“... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir.” 1838
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı uyacaksınız?)” 1839
Kur’an, insanları akıllarını kullanmaya dâvet ederken, direkt veya dolaylı olarak aklın hüccet/delil olduğunu ortaya koyar. Meselâ karşı taraftan aklî delil getirmesini ister: “(Ey Rasûlüm!) onlara de ki, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin
1832] 10/Yûnus, 100
1833] 67/Mülk, 10
1834] 2/Bakara, 164
1835] 2/Bakara, 242
1836] 3/Âl-i İmran, 7
1837] 14/İbrahim, 50
1838] 39/Zümer, 18
1839] 3/Âl-i İmran, 172
AKIL
- 467 -
(ortaya koyun bakalım).”1840 Yaratıcının tek olduğunu ispatlamak için kıyasa başvurmuştur, bu da akıl yürütmenin delil olduğunu gösterir: “Eğer gökte ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve gök ikisi de (bunların nizamları) muhakkak fesâda uğrar, bozulup giderdi.” 1841
Kur’an, akıl üzerinde bu kadar durup aklın önemini vurgulayarak, bazı muharref veya uydurma dinlerin “iman akıldan uzaktır; iman akılla ba�ğdaşmaz; Dine girmek ve anlamak için aklı kapıda bırakıp buraya öyle gireceksiniz; Mü’min olabilmek için aklı bir kenara bırakıp sadece kalpten yararlanmak gerekir” şeklindeki anlayışların yanlışlığını belirtiyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Hiç kimse kendisini hid���������âyete gö-âyet�����e götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” 1842
“Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, âciz insan da nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına) uyup da Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” 1843
Allah, Akledesiniz Diye Âyetlerini Açıklıyor
“Allah ayetlerini sizin için işte böyle iyice açıklıyor ki akledesiniz.” 1844
Ey iman edenler! Allah ayetlerini, ibadetleri, şer’i hükümlerini sizin için işte böyle iyice, apaçık bir şekilde açıklıyor ki aklınızı kullanarak düşünebilesiniz, şer’i hükümlerin hikmetini anlayıp size emrolunanları uygulayasınız.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan âyetlerini size açıklıyor ki, aklınız ersin, akıl ve anlayış sahibi olasınız. Allah’ın hükümlerini güzelce anlayıp lâyıkıyla tatbik edesiniz de “ölüm” denince, akıllarını kaçıranlar gibi olmayasınız. 1845
Seyyid Kutub diyor ki: “Böylece”... Yani “İncelediğimiz bu bükümleri açıklayışı gibi”. Bu hükümlerdeki açıklayış kesin, ayrıntılı, düşündürücü ve etkileyicidir. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, bu ayetlerin içinde gizli olan nimeti, onların pratik hayatınızda açığa çıkan rahmetini ve bu ilahî nimeti düşünesiniz... Ayetlerin açık açık anlatılması ve gerekli kolaylığın gösterilmesi nimetini... İnsanı evrensel barışa götüren nimeti...
Eğer insan bu İlâhî sistemi iyi niyetli ve samimi bir şekilde düşünebilme, onu gerçek yerine oturtabilme başarısını gösterebilse, bu nimete karşı tavırları değişir ve netleşirdi. O zaman teslim olup gerçeği kabullenir, itaat eder ve tüm varlıklarıyla barış ortamına girerdi kaçınılmaz olarak.”1846
Kur’ân-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
a) Hiçbir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah’ı hakkıyla tanıyıp
1840] 2/Bakara, 111
1841] 21/Enbiyâ, 22
1842] Nak. Müfredat, s. 511
1843] İbn Mâce, Zühd 31, Hadis no: 4260, 2/1423; Tirmizî, Kıyâmet 25
1844] 2/Bakara, 242
1845] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/432-434.
1846] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/10.
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şükretmesi için (düşünme ve bilgiyi yorumlama aracı) kalp ve duyu organları verilmiştir. 1847
b) Allah’tan gafil olanlar, kendi iradeleriyle duyu organlarını ve kalplerini fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir. 1848
c) Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah’a teslim olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler. 1849
d) Aklın merkezi kalp ve duyu organları, yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup yapmadıklarından) sorumludur. 1850
e) Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerdir. 1851
İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur’an’da akıl kelimesi kırk dokuz yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Kur’an’a göre akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği akıl, birinci anlamdaki akıldır.
Kur’an’da akıl; düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidâyete ermek, cehaletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an’da akla vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur’an’ın mânâsının, İslâm’daki emir ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok âyetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer fonksiyonudur.
Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevlerindendir.
İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslâm dini akıl sahibi insanları muhatap alır ve onlara sorumluluk yükler. “Aklı olmayanın dini de yoktur” ifadesini bu anlamda düşünmek gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu
1847] Bk. 16/Nahl, 78
1848] Bk. 2/Bakara, 7; 16/Nahl, 108
1849] Bk. 7/A’raf, 179
1850] Bk. 17/İsrâ, 36
1851] Bk. 22/Hacc, 46). Yine aynı konuyla ilgili diğer âyetler için Bk. 8/Enfâl,2; 21/Enbiyâ, 45; 10/Yûnus, 31; 32/Secde, 9; 45/Câsiye, 23; 5/Mâide, 83; 2/Bakara, 75; 31/Lokman, 7; 11/Hûd; 20, 23
AKIL
- 469 -
tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Meselâ; namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetleri yerine getirebilmenin ilk şartı âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir. İslâm âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer vermişlerdir.
Akletmek, Aklı Kullanmak
Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. “Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.” 1852
Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir. İslâm taklidçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklidçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.
Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir. “Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.”1853; “Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”1854; “Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.”1855; “Allah, bilmeyenlerin kalplerini işte böyle mühürler.” 1856
Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir. “Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”1857; “Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.”1858; “...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelâmı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.” 1859
Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi kullanamayanlar şunlardır:
1852] 29/Ankebût, 43
1853] 43/Zuhruf, 20
1854] 45/Câsiye, 23
1855] 9/Tevbe, 93
1856] 30/Rûm, 59
1857] 8/Enfâl, 22
1858] 2/Bakara, 171
1859] 2/Bakara, 75
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• Akıl - bâliğ olmayan küçük çocuklar.
• Akıl bakımından reşid olmayan zekâ özürlüler.
• Aklını yitirmiş olan deliler.
• Aklını kullanmak istemeyip körü körüne başkalarını taklit edenler.
• Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi yerine onların düşünmesini yeterli görenler.
• Kâfir ve müşrikler.
Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.
Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır. İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile İlâhî hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki âyetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır.
İnsanın tabiatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan bugünkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tedavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar vs. aklın gücünü gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Akıl, bunca önemine rağmen; vehim, hayal, kişisel çıkar, hevâ ü heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine açıktır. Onu bu olumsuz güçlerin tesirinden ancak vahiy kurtarabilir. Bir de şeytanın vesvesesi, kötü amelleri süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren tutkular, tiryâkilikler, fanatiklikler, içki, uyuşturucu gibi aklı gideren hususlar, İslâm dışı düzen ve çevrelerin aklı çelen, onu yanlış istikametlere yönlendiren, çarpıtan, sadece dünya ile ve basit çıkarlarla meşgul edip sınırlandıran durumlar hesaba katılırsa, selîm (sağlıklı)
AKIL
- 471 -
aklın ve fıtratın korunmasının zorluğu ve böyle bir aklın ne derece doğruyu bulup teslim olacağı değerlendirilmelidir.
Akıl yürütmenin, düşüncelerin insanı yanılttığı da olur. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın his ve duyu organları da hata yapabilir. Meselâ, fenle, psikoloji ile ilgili eserlerde görme duyusu için bir sürü hata sayılır. Göz yanılmaları gibi hususların önemli bir bölümü, aslında aklın yanılmasıdır. Akla gelince, çoğu zaman insan, deliller getirerek bir sonuca vardığı halde, bir anda delillerin tamamen yanlış olduğunu gördüğü olur. Bu gerçeğe rağmen, safsatacıların dışında hiç bir düşünür, hiç bir akıllı, yanılma payından dolayı aklı terk etmeyi tavsiye etmeye kalkmamıştır. Ama, hataların neyle ve nasıl düzeltileceği konusunda da ittifak edemediklerini görmekteyiz.
Kur’ân-ı Kerim, aklın hataları için birçok sebep ve kaynak zikretmiştir. Bunlardan birisi, insanın, yakîn yerine zanna itibar etmesidir. “Yakîn”, şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi, doğru ve kuvvetle bilme demektir. “Zan” ise, sanma, tahmin etme, ihtimale göre hükmetme, şüphe ve tereddüt demektir. Yani, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bir şeyi doğru saymak, acele ve peşin yargılara saplanmak, kalabalıklara ve geleneklere/ataların yoluna körü körüne uymak aklı saptıran zan yollarıdır. “Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.”1860 İnsan, her zaman için her meselede yakîne tâbi olup zannı yakîn yerine kabul etmemeye dikkat ederse, yanlışlığa da düşmez. Her zaman ve her konuda yakîne ulaşamayabilir, zan ve ihtimale zorunlu olarak uyabiliriz. Ama, zannı ve ihtimali kendi yerinde kabul etmeli, bunları yakîn/kesin doğrular olarak sunmamalıyız. Kur’an, bu konu üzerinde titizlikle durmaktadır. Kitabımız, insanın en büyük fikrî uçurumunun yakîne/kesin gerçeğe varmadan zan ve ihtimal peşine düşülmesi olduğunu belirtiyor. Rasûl-i Ekrem’e ve dolayısıyla tüm mü’minlere hitaben şöyle buyuruyor: “Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz ve ancak yalan konuşurlar.”1861 Ve şöyle emredilir: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın (hakikatine varamadığın) şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” 1862
Aklı ve düşünceyi çeldirip fikirde hataya sebep olan ikinci mesele, taklittir. Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu olan bir şeydir. Çoğu insanlar, kalabalıklara uyar ve toplumun inandığı şeye inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse, onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar. O yüzden yıkılması gereken putlar içinde, toplum ve gelenek putu, ataların yolunu kutsallaştırma putu büyük putlardır. Kur’an, bütün insanlara şöyle der: Bir deliliniz olmadan geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine; her şeyi akıl ve vahiy terazisiyle ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle anlayın. Geçmişte nice davranış ve fikirler vardır ki, yanlış oldukları halde halk onları kabul etmiş veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden onları reddetmiştir.
Kur’an, geçmişlere (soya, atalara) tâbi olmayı akla ters düşen bir husus olarak zikreder: “Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman
1860] 10/Yûnus, 36; Yine Bk. 6/En’am, 116; 45/Câsiye, 24
1861] 6/En’am, 116
1862] 17/İsrâ, 36
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış (şuursuz), doğruyu da bulamamış idiyseler? (Onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)”1863 Bu âyetten anlıyoruz ki, bir düşünce ve davranışın eskiliği, onun ne doğruluğunu gösterir, ne de yanlışlığını. Eskiden beri doğru kabul edilen ve âdet halinde yaşan hususların, eski ve köklü olması onun doğruluğuna delil olamayacağı gibi, her eskinin de yanlış olması gerekmez. Eskimek, maddî şeylerde olabilir; fakat evrenin gerçekleri, üzerinden zaman geçmekle eskiyip yıpranmaz.
Meselâ, “Bir toplum, kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez.”1864 Bu âyette açıklanan hakikat, ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını olduğu gibi korur. Kur’an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı, başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin gerçeğine varması gerekir. Toplumun istediğini yapmak, çağa veya geçmişlere uyup onları körü körüne taklit etmek gibi Kur’an’ın şiddetle kınadığı bu konuyu, fıkıhtaki bir mezhebi ve müctehidleri taklit ile birbirine karıştırmamalıyız. Çünkü bu fıkıh dalında uzman olanlara müracaat etmek anlamındadır ve yukarıda değindiğimiz meseleler ile hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine âlimlere danışmak Kur’an’ın emridir: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline, bilenlere sorun.” 1865
İnsanın aklını çelip hataya sürükleyen önemli sebeplerden biri de Kur’an’a göre hevâ ü hevese ve nefsânî isteklere uyup garaz üzerinden meselelere bakmaktır. “Hevesler geldi mi, gönül kararır; perdeler çekilip gözler kapanır.” İnsan, hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe doğru düşünemez. Yani akıl, nefsânî isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm verebilir ancak. Kur’an, hevâ ve hevese uymanın fikrî kaymaları doğuracağını birçok yerde belirtmiştir. Bunlardan biri şu âyettir: “Bu putlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 1866
Akılların derecelerindeki değişiklik, eksikliklerinden ileri gelir. Yoksa esas itibariyle akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur, sırât-ı müstakim olan Allah’ın vahiyle bildirdiği, Rasûlleriyle gösterdiği/hidâyet ettiği İslâm’dır.
Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, âhireti, Allah’ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı ise bu kâinat ile (hatta onun çok küçük bölümü ile) sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allah Teâlâ insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri için “bu kesin doğrudur” denemez.
1863] 2/Bakara, 170
1864] 13/Ra’d, 11
1865] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
1866] 53/Necm, 23; Murtaza Mutahhari, Kur’anî Araştırmalar Tûba Y. c. 1, s. 55-70
AKIL
- 473 -
Özetle;
1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.
Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlete ve sapıklığa götürür. Aklın bu tür kullanımı, Kur’an’a göre aklı kullanmamaktır, akılsızlıktır. Fakat aklını usûlüne göre ve Kur’an’ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret saâdetine iletir.
Akıl Emniyeti
Önce “akıl nedir?” sualine cevap arayalım. Arapça’da “hayvanı bağlamak ve tutmak” gibi mânâlara gelir.1867 İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi olarak “Bilmek, anlamak, şuurlu olmak” gibi mânâlar ifade eder.1868 Çoğulu “ukûl”dür. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, “beyin” denilen organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Hâlbuki İslâm uleması aklı: “Kalpte bulunan, hak ve bâtılı ayırt etmede vasıta olan nurdur” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır: “Andolsun ki, biz cin ve ins’ten bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler. Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” 1869
Bu âyet-i kerimede geçen yefkârûne biha ibaresi, kalple alâkalıdır. Yefkârûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir. “Fıkıh” kelimesi de aynı mânâdadır.1870 Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla idrâk edemediklerini esas alan İslâm ûleması “akıl kalpte bulunan bir nurdur” tarifini esas almıştır. İnsanın mükellef olması, aklî melekelerinin sıhhatli olmasıyla yakından alâkalıdır.1871
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler... İçki, kumar, (tapmaya muhsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz” 1872 buyurulmuştur.
1867] İbn-i Manzur, Lisânu’l Arab, c. XI, sh. 458.
1868] Geniş Bilgi için bkz.: İbn-i Haldûn, Şifaü’s Sail li Tezbihi’l Mesail, Ist.1957, Prof. M. Tanci neşri, sh. ıs-24.
1869] 7/A’râf, 179
1870] Mehmed Vehbi Efendi, Hülasatü’I Beyan fi Tefsirû’l Kur’ân, İst.1968, c. V, sh.1808.
1871] Geniş bilgi için bkz.: Sava Paşa, İslâm Hukuk ve Nazariyatı Hakkında bir Etüd, Ank.1956, c. Il, sh. 319-350. Ehliyeti tenkis ve mes’uliyeti tahfıf eden haller izah edilirken cinnet, hafıza zaafı, küçüklük [çocukluk] ve ateh [bunama] üzerinde durulur. Aynca sekr hâli izah edilir. Bunların tamamı akılla ilgilidir.
1872] 5/Mâide, 90
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İmam-ı Gazzalî: “Hadd-i Şürb (içki cezası) insanların aklî melekelerini muhafaza içindir. İlâhî teklife muhatab olan akıl, ancak bununla muhafaza edilebilir”1873 hükmünü zikreder. Kumar’ın, tapmaya mahsus dikili taşların (Tâğutların heykeli vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın aklî melekelerini tahrip ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe vesvese verdiği, haber-i sâdık’la sabittir. Âyet-i kerimede bunların tamamı, şeytana has ameller olarak nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur olduğuna göre, şeytan bu vasıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.
Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi fiillerin haram kılınması da, akıl emniyetiyle yakından alâlakalıdır.1874 Bu noktada biraz kehânet üzerinde durmakta fayda vardır. Kehanet, kâinatın geleceğine ait haber vermek ve esrarı (gizli sırları) bazı vasıtalarla bildiğini iddia etmektir.
İdeolojik sistemlerin tamamı, gaibten haber verme, geleceğe hükmetme ve istatistiklere dayanarak gizli sırları çözmeye çok önem verirler. Son yıllarda “Masum imam ve her sırra vâkıf mahfuz şeyh” teorileri de, ümmet arasında yayılma temayülü göstermektedir. Bütün bunlar “akıl emniyetine” vurulan darbelerdir. Ayrıca filozofların ve ideologların “aklı putlaştırdığı” gerçeğini dikkate alarak, sırf onlara muhalefet niyetiyle, aklın fonksiyonlarını iptal eden mü’minlere de rastlanmaktadır. Unutmayalım ki “ifrat” ve “tefrit”; akıl emniyetine vurulmuş en büyük kelepçedir. Unutmayalım ki, akıl zaruri bir vasıtadır. Ancak yeterli değildir; vahye daima muhtaçtır.1875
İnsan Hakları ve Özellikle Akıl Emniyeti Bağlamında İslâm-Câhiliye Karşılaştırması
Hiç bir düzende (bâtıl dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:
a- Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b- Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.
c- Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü ârızalardan koruyucu tedbirler alır.
d- Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını, sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm, gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e- Mal emniyeti: İslâm, malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve
1873] İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa min İlmu’I-Usûl, Beyrut,1937, c.I, sh.287 vd.
1874] Fukaha “Haram olan ilimleri”tasnif ederken, felsefe üzerinde hassasiyetle durnıuştur. İmam-ı Gazzalî el Munkız isimli meşhur eserinde, felsefenin mahiyetini ve filozofların küfrünü isbata gayret etmiştir. İbn-i Abidin, Reddü’I-Muhtar isimli eserinde (İst. 1982, c. I, sh. 43 vd.) bu konu üzerinde durur. Haram olan tefekkür değildir. Tevhidi reddedip, insanlar üzerine hüküm koymak suretiyle, sistem kurmaya çalışmak ve kat’i nassların zıddını isbat için demogaji yapmaktır. Günümüzdeki ideologların yaptıklan da budur. Tefekkür ile karıştırılmamalıdır.
1875] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 42-44
AKIL
- 475 -
imkânını tanır.
Yani İslâm, her insanın onurunu, nâmusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, ceza anlayışı... eşitliği ispat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Ama eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. İslâm, kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülüp zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
Evrensel prensipler getiren İslâm, toplumda din ayrılığı gözetmeksizin din, akıl, mal, can ve nesli korumaya yönelik hükümler getirmiş ve bunları korumak için çok ciddi tedbirler almıştır. Din; akide esaslarına inanmak ve amelî hükümlerini günlük hayatta uygulamak sûretiyle korunur. Akıl; sarhoş edici içkilerden sakınmak ve ruh sağlığına dikkat etmekle; can, kısas hükümlerinin uygulanmasıyla; nesil ise, zinâdan sakınmakla koruma altına alınır. Mal ise, topluma Allah korkusuna dayalı bir eğitim vermek, zekât ve infak gibi sosyal adâleti uygulamak ve hırsızlık gibi suçlara caydırıcı cezalar vermekle korunur.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek ve güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine giren mü’min, içinde yaşadığı toplumda da güvenilen, kendisinin sahip olduğu her şeyi emanet olarak kabul eden ve hiçbir emanete asla ihanet etmeyen kimsedir, öyle olmalıdır. İslâm, her şeyden önce, kendi bağlılarını, her konuda ve her konumda Allah’tan korkan, O’na vereceği hesaba hazırlanan, sahip olduğu nimetlere sınav bilinciyle bakan ve o nimetleri başkalarıyla paylaşmaya çalışan inançla eğitir.
İslâm’ın dışındaki rejimler anlamında câhiliye ise; insan hakları, hümanizm, özgürlük gibi içini boşalttığı sloganlar altında insana çeşitli yönlerden zulmetmekte, bireysel ve sosyal adalete ters uygulamalarla yeryüzünde fesat üretmektedir. İslâm’ın yaşanmadığı, câhiliyyenin hâkim olduğu yerlerde ise emniyet/güven yoktur! Bugün insanlık câhiliye egemenliğinde böylesine haksızlık ve adâletsizliği küresel biçimde yaşamaktadır.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Çünkü bizim dinimiz, sonucuna katlanmak kaydıyla her insana istediği dini seçme ve o dine göre yaşama özgürlüğü vermiştir.
Bu topraklarda çocukların ve yetişkinlerin Kur’an ve Sünnet istikametinde özgürce eğitim göreceği ve hiçbir puta, şirke, câhiliye uygulamalarına, hakla bâtılın karıştırıldığı bilgi kirliliğine bulaştırılmadan ilim ve terbiye alacağı kurumlara izin verilmemektedir. Bu konu, aynı zamanda “nesil emniyeti” konusunun sınırlarına da girmektedir.
Akıl ve beden sağlığını gideren her çeşit içkiyi ve insanlar arasında düşmanlığı, kini sokan, Allah’ı zikirden ve namazdan alıkoyan her çeşit kumar ve gayr-ı meşrû eğlenceyi yasaklayan Rabbimize hamd ve şükürler olsun! Pragmatist ve kapitalist tuzaklara düşmeyerek helâl yol dışına taşmadan geçimini temin eden ve kazandığı paraları resmî ve gayr-ı resmî kumar masalarında ve içki kadehlerinde tüketmeyen, beden ve ruh sağlığını koruyan, imanını çaldırmayan Müslümanlar, dünyada huzura âhirette sonsuz ödüle aday insanlardır.
Akıl Hastalığı
Düşünme, anlama, idrâk etme; karar verme ve tedbir alma yeteneklerindeki eksikliğe akıl hastalığı denir.
İslâm’da kişinin yaptığından sorumlu tutulması, akıllı olmasına bağlanmıştır. Çünkü emir ve yasakların muhâtabı akıl sahibi kişilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de akıldan söz eden pek çok ayet vardır. Meselâ:
“Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz.”1876
“Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 1877
“Ey kitap ehli, neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz?” 1878
Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında, iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl hastalıkları temyiz kudretini devamlı sûrette kaldırırken, bazı hastalıkların temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve tasarruflardan sorumludur. Meselâ, sar’alıların iki sar’a nöbeti arasındaki zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz kudretine sahiptirler.
Akıl hastalığı yirmi dört saatten fazla sürerse namaz; Ramazan ayı süresinde devam ederse oruç; bir yıl geçerse hac ibâdetlerinden sorumluluk kalkar.
1876] 2/Bakara, 179
1877] 2/Bakara, 44
1878] 3/Âl-i İmrân, 65
AKIL
- 477 -
İyileşince bunları kaza etmek gerekmez. Zengin olarak bir yıl geçince de o yılın zekâtı düşer. Ancak Hanefiler dışındaki fâkihlere göre ise zekât, mâlî bir vergi sayılır ve velîsi bunu akıl hastasının malından verir.1879
Akıl hastaları mal telefinden şahsen değilse de mâlen sorumludurlar. Meydana getirdikleri zarar, mallarından tazmin edilir. Suç işlemeleri halinde bedenî ceza uygulanmaz.1880
Aklî Delil
Delîl; “Mürşid, rehber, kılavuz” anlamlarına gelir. Istılahta ise, “bilinmeyen şeylerin bilinmesini mümkün kılan şeydir.” Veya “kendisine iyice bakarak ve düşünerek, istenilene götüren şeydir.”1881
Delîl, bize rehberlik eder ve bir şeyin doğru veya yanlış oluşu hakkında bizi bilgi sahibi ederek yol gösterir. Olumlu veya olumsuz, hüküm vermemizi sağlar. Delille öğrenilen ve doğruluğu kanıtlanan şeye “medlûl” denir.
Delîller bir bakıma, aklî ve naklî (sem’î) olmak üzere ikiye ayrılır. “Vahye ve işitmeye dayanan delîle” naklî delîl denir. Naklî delile dînî delîl de denmektedir. Kur’an ve hadislerin bildirdikleri, naklî delillere dâhildir. Aklî delil ise; “mukaddimeleri (önermeleri), akla dayanan delildir. Aklî ve naklî deliller, kat’î ve zannî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Kesin olarak medlûlü isbât eden aklî delile burhan (ve huccet) denir. Önermeleri kesin olmayan aklî delile de hatâbe adı verilir.
Burhan; zekî ve kültürlü insanların, inceliklerini anlayıp yararlanabilecekleri delîl çeşididir. Meselâ: “Âlem değişkendir, her değişken hâdistir (sonradandır)” delîli, bir burhandır. Cahil ve kültürsüz insanlar burhanı anlamaz. Burhan, münâkaşa ve münâzaralarda geçerliliği olan bir delildir.
Hatâbî deliller ise, kafası olumsuz fikirlerle şartlanmamış kimseleri ikna edebilen delillerdir. “Bir yerde iki yönetici olmaz” ifadesi bir hatâbî delîl sayılır. Bu tür delillerin mukaddimeleri, genellikle doğruluğu kabul edilmiş ifâdelerdir.
Yakîniyyât
Kesinlik ifade eden aklî delillere yakîniyyât denir ki, bunların altı türü vardır:
1) Bedîhiyyât: Aklın, bir delîle ihtiyaç duymadan, apaçık bir şekilde hemen biliverdiği bilgilerdir. Bunlara evveliyât da denir. “Bir, ikinin yarısıdır”, “Bütün, parçasından büyüktür” gibi.
2) Müşâhedât: Aklın duyu organlarıyla verdiği hükümlerdir. “Güneş, aydınlatıcıdır”, “ateş, yakıcıdır” gibi. Bunlara, hissiyât ve mahsûsât da denir.
3) Fıtriyyât: Aklın, basit bir kıyâsla vardığı hükümdür. “Dört sayısı, çifttir“gibi. Bunlar, kıyâsları beraberlerinde bulunan hükümlerdir.
4) Mücerrebât: Aklın, müşâhedelerin tekrarı sonucunda verdiği hükümdür. “Hint yağı ishâl edicidir“gibi.
1879] el-Kâsânî, Bedâyetu’s-Sanâyi’, V/155.
1880] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/85-86.
1881] el-Cüveynî, el İrşâd, Mısır, 1369/1950, 8; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, İstanbul 1253, 61, et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-fünûn, İstanbul 1984, I, 492.
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5) Mütevâtirât: Aklın, mütevâtir haberlere dayanarak verdiği hükümdür. “Mekke Hz. Peygamber’in doğum yeridir.“gibi.
6) Hadsiyyât (sezgiler): Aklın, mukaddimelerden süratle neticeye ulaşmasıyla varılan hükümdür. “Ay, ışığını güneşten alır” gibi. Bunlar, zarûrî ilim ifade ederler.1882
Zanniyât:
Kesinlik ifade etmeyen aklî delîllere de zanniyyât denir. Bunların da altı çeşidi vardır:
1) Müsellemât: İlmî münâkaşada karşı tarafın kabul ettiği hükümlerdir. Peygamberimizin mîrâcını inkâr eden hıristiyana karşı Hz. İsâ’nın mîrâcını delil getirmek gibi.
2) Meşhûrât: İnsanların hepsinin veya büyük çoğunluğunun kabul ettiği hükümlerdir. “Adalet güzeldir. Zulüm çirkindir” gibi.
3) Makbûlât: Yalan söylemeyeceğine dair kendilerine hüsn-i zan beslenilen büyük âlimlerin ve sâlih insanların sözleri bu kategoriye dâhildir.
4) Karînelerle hüküm vermek: Yoğun bulut görüp yağmurun yağacağını söylemek gibi.
5) Muhayyelât: Psikolojik olarak arzu uyandırmak veya nefret ettirmek için tahayyül edilen hükümlerdir. “Bal, iğrenç bir kusmuktur”, “Şarap, akıcı bir yâkuttur” gibi.
6) Vehmiyyât: Duyular âleminin ötesinde kalan hususlar için, duyulan âlemle kıyas edilerek verilen hükümlerdir. “Kâinâtın ötesi sonsuz bir fezâdır”, “Var olan her şey görülebilir” gibi.
Bu tür delîller, insanı kesin bilgi edinmeye götürmeyen aklî deliller olduğundan zannî deliller adını almışlardır.1883
Akıl - Vahiy İlişkisi
“Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez.” 1884
“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” 1885
İnsanlık tarihi, düşünsel ihtilaflar ve sosyal çatışmalarla var olagelmiştir; İnsanlar, kendilerine bahşedilen nimetler karşısında ya şükredici olmuşlardır, ya da nankör.1886 Vahye kulak vermeyen ve gereğince aklını kullanmayanların kötü
1882] Sâdeddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, Mısır (t.y.), I, 232-235; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul 1988, 71. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/91.
1883] el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h., 76; et-Tehânevi, Keşşâf, II, 939; Bekir Topaloğlu, a.g.e., 75. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/91.
1884] 8/Enfâl, 53
1885] 17/İsrâ, 30
1886] 76/İnsan, 3
AKIL
- 479 -
âkıbeti,1887 daha hayat sahnesinde iken kendini hissettirmeye başlar. Ve yaratıcımızın bahşettiği nimetlere gösterilen nankörlük, sosyal ve düşünsel sahadaki düşkünlüğün ve bunalımın başlıca nedenini oluşturur. 1888
Dikkatlerimizi Rabbimizin bahşettiği nimetlere yönelttiğimizde, şu üç imkânla karşı karşıya bulunuruz: Birincisi; insan için kullanıma açık ve zenginliklerle donatılmış, yaratılmış olan evren, ikincisi; programlanmış olanın dışında seçme, karar verme, üretme gibi kabiliyetleri ifade eden ve insanın en önemli ayrıcalığını oluşturan akıl. Üçüncüsü ise; bu iki nimetin uyumlu ve yaratılış amaçlarına uygun şekilde kullanımı için, yaratıcımız olan Rabbimizin, yaratılmış olan biz insanlara elçi aracılığıyla gönderdiği vahiy. Kur’ân’ın birçok âyeti de, dikkatleri mükerreren evren, akıl ve vahiy nimetlerinin önemi ve değeri üzerine yönlendirmektedir; önemli olan bu nimetlerin kıymetini bilmek ve gereği gibi değerlendirebilmektir.
Kur’an, ihtiyarımıza/tercihimize bırakılan alanda, yaratılış amacımıza uygun olan yolu göstermek ve hayatın uyumunu sağlamak gayesiyle, son rasul Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyedilmiş İlâhî bir bildirimdir. Vahyin amacı; insanla kendi nefsi, insanla yaratıcısı ve insanla evren arasında kurulacak doğru ilişkiyi göstermektir. Bu ilişkinin hakikatini, yaratılmış olan evrenle sınırlı olan insan aklı, yeterince aydınlatamaz. Bu ilişkinin hakikatini ancak gaybın mutlak bilgisine sahip olan1889 yaratıcımızın haberi aydınlığa kavuşturabilir. Hele idrâk alanı dışında bulunan yaratıcının ve gaybî olanın mâhiyeti hakkında, insan aklının veya sezgi gücünün hakikati kavrama imkânına ulaşması asla mümkün değildir.1890 Var olan şeyin (vâkıa) zâtı veya mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olmanın ilk adımı, o şeyin idrâk alanında bulunması veya o şey hakkında kesin bilgi edinilmesidir. Bilinmelidir ki, kişilerin zanlarına veya vehimlerine göre oluşan ölçülerle hayat yolu ve yaratılışın hakikati belirlenemez.
Kur’an’da, insan düşüncesinin nesnesi üzerinde durulmuş, dikkatler yaratılmış olan evrene, insanın tarihî serüvenine ve vahyî bildirime yöneltilmiştir. Yani insan bilgisinin sınırı; varlığın zatı, eseri ve gaybın bilgisini getiren vahiy ile belirlenmiştir. Özellikle gayb konusunda, vahyin bildirimini yeterli bir nimet olarak kabul etmeyip, gayba taş atmaya kalkışan farklı aklî uğraşıların veya farklı keşf çabalarının haddini bilmezliği, düşünsel ve sosyal alandaki düşkünlüğün ve bunalımın başlıca nedenini oluşturur.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyedilen Kur’an, gereğince kavranıp, “inanç” kaynağı haline getirildikten sonra, Kur’an vahyinin işaretleriyle akletmek, ona ve onun ölçülerine bağlanmak, asıl haline gelir. Böylece eylemlerimize kılavuzluk yapan düşüncenin ölçüsü, Kur’an nasslarıyla belirlenmeye başlar. Yaratılış amacımızın, Rabbimizin bize verdiği nimetleri elimizde tutabilmek ve onları gereğince değerlendirip hayat sınavını kazanmak olduğunu bütün müslümanlar bilmektedir. Ve bu imkânı da, Kur’an’ın muhkem hükümleri açık, anlaşılır ve te’vile fırsat bırakmayacak bir tarzda bizlere göstermektedir.
Ama “inanç”, Kur’an’ın getirdiği ölçülerle yeterince donanmamış ve câhilî
1887] 67/Mülk, 10
1888] 8/Enfâl, 53
1889] 6/En’âm, 59
1890] 27/Neml, 65
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kültürün izlerinden yeterince arınmamışsa, insan düşüncesi vâkıalardan uzaklaşıp, vehim ve kuruntuların tutsağı olmaya başlar. Bâtınî ve zannî vesveseler, insanı muhkem olanın karşısında köreltir, iman, vâkıasız tartışmaların ve kuruntuların eşiğinde eylemsiz bir kabul haline dönüşürken veya düşünce-eylem ilişkisindeki tevhidî zindeliği yitirirken, bozgunculuk (ifsad) çukuruna meyletmeye ve Rabbimizin bahşettiği nimetleri yitirmeye başlar.
Genel olarak müslümanların yeryüzündeki bugünkü aczi, kendilerine verilen nimeti gereğince değerlendirememeleri ve tarihî süreç içinde yitirmelerindendir. Kur’an, eller üzerinde tutulmuş, ama mesajına ve getirdiği ölçüye bağlılık yitirilmiştir. Rasulullah’ın (s.a.s.) ümmeti, Kur’an’ı terkedilmiş halde bırakmışlardır.1891 Kur’an ile olması gereken canlı ilişki terkedildiği oranda, Kur’an’ın yanında bazı yorumlar ve bazı maddî veya ruhçu değerler asıllaştırılmaya başlanmıştır.
Öncelikle câhilî anlayışlardan arınamamış unsurlar, toplum ve düşünce sahasındaki tevhidî çizgiyi zedelemeye başlamışlardır. Toplum ve düşünce hayatındaki çalkantılar, buna bağlı olarak kendini göstermeye başlamıştır.
İlkin, Kur’an’ın hayatla kurulması gereken ilişkisini gerçekleştirecek olan aklın, kültürel yorumların çeşitliliği içinde donuklaşıp, taklit tembelliğine yakalanması, Kur’an ile insan ve evren arasındaki bağı köreltti. Bu körlük içinde Kur’anî yorumlar, zamanla nasslaşmaya başladı. Özellikle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Kur’an çerçevesinde ortaya koyduğu uygulamanın Kur’an’a nisbeti unutulur oldu. Ve Rasulullah’tan (s.a.s.) gelen veya geldiği rivayet edilen haberlerden, Kur’an’a nisbetleri oranında yararlanılacağına, mütevâtir olmayan bu rivâyetler Kur’an’a eş değerde tutulmaya başlandı. Bu taklitçi tutum, zamanla kurumlaştı ve klikleşti; sahabe ve tabiûn’a ait yorumları da dinin aslî kaynağı içine katarak daha ileriki dönemlerde özel bir tutum/din anlayışı oluşturdu. Ve maalesef bu ekol, toplumda ve yönetimde yaygınlaşan zulüm ve bozulma karşısında, tevhid ve adaletin yeniden ikamesi için Kur’an merkezli düşünce ve mücadele çabası içinde olan çalışmalara rey ehli, bid’at ehli, kuru akılcı gibi suçlamalarla saldırmaya başladı. Bu hüzün verici tabloyu, yorum kültürü karşısında -ictihadî yanlışları bir tarafa- Kur’an’ı mutlak belirleyici olarak alan imam Ebu Hanife’yi ve anlayışını tasfiye etmek için devrin yöneticilerinin ve en önemlisi “hadis ehli”nin yönelttiği basit ve çarpık ithamların bilgisinden kalkarak zihnimizde canlandırabiliriz.
Daha sonra dar ve şekilci anlayışların taassubundan arınabilmek telaşının tepkiselliği veya Kur’an’daki gaybî inanç meselelerini dogmatik bulan gayr-i müslimlere, bu inançları aklî olarak ispat edebilme işgüzarlığı gibi çabalarla, aklın kullanım ölçüleri aşıldı. Vâkıanın zâtı, eseri veya kesin bilgisi etrafında kullanılması gereken akıl gücü, çoğu kez sınırsız bir özgürlük istemi ve Kur’ânî ölçülerin unutulduğu fevrîliklerle bilinemeyenler veya bildirilmeyenler üzerine üretilen vehimlerle israf edildi. Aklı kullanma çabası, giderek vâkıasız ve ölçüsüz gevezeliklerle aklı mutlaklaştırma yanlışına dönüştü. Felsefe ve Kelâm çalışmaları, vahyin Kur’an ile sınırladığı gaybî alanı kurcalamaya başladı. Hayatın içinde aklı kullanma zindeliğinin sağlayacağı dirilik, soyut ve vâkıasız tartışmalar dehlizinde gaybî bilgi sınırını aşmaya kalkışarak boğulup gitti.
1891] 25/Furkan, 30
AKIL
- 481 -
Öte yandan, beşerî yorumların şekilciliğe ve aklî çabanın akılcılığa dönüşmesi olayına tepki gösterenlerin muhtaç oldukları çözümü; Kur’an’ın açık, anlaşılır ve muhkem nassları içinde arayacaklarına, evrenin hakikatini, gayb âleminin bilgisini ve Kur’an’ın bâtinî yanını keşf ve ilham yoluyla kavrama iddiasında bulunmaları, durumu hepten bir karmaşa içine sürükledi.
Nakilci, akılcı ve ruhçu kültürlerin oluşturduğu mozaik içinde Kur’an’ın rolü, artık belirleyici unsurlardan sadece önemli biri haline indirgenmişti.
Bu düşünsel çalkantılar içinde gündeme gelen “akıl-nakil” tartışmaları ise, tarafların birbirlerinin tezlerini eleştirdikleri bir alan oluşturmuştur. Akıl-nakil tartışmaları aynı zamanda tarafların, kendi zaaflarını da ifade ettikleri bir boyut kazanmıştır. Bir yanda Kur’an’ın kesin haberi, kulların yorumlarına dayanan bilgilerle aynılaştırılarak bulandırılmış oluyor, diğer yandan da aklın gücü müstağnîleştiriliyordu. Bu kargaşada nakilcilerin çoğu, aklın kullanımını eleştirirken, felsefecilerin ve kelâmcıların çoğu da nakli, arka plana itiyorlardı. Tasavvufî çabaların aklı da nakli de aşan taşkınlığı, herhalde en büyük ölçüsüzlüğü oluşturuyordu.
Asıl sorun, aklın ve naklin değerlendirilmesinde Kur’an’ın belirleyiciliğinin unutulmuşluğu idi. İnsan fıtratı, yaratıcısını tanıyabilme1892 ve Allah’ı birleme1893 kabiliyeti ile yaratılmıştır. Ve ona düşünebilme istidadı verilmiştir.1894 Fakat insan, sahip olduğu bu meziyetlerine rağmen, yaratılışın amacı ve doğru hayat hattı hakkında İlâhî vahiyle tanışıncaya kadar üzerindeki şaşkınlığı da atamaz. Bu konunun en çarpıcı örneğini Hz. Muhammed’in (s.a.s.) risâlet öncesi yaşamında görebiliriz.1895 Bu noktada fıtratın istidatları ve insanın başıboş bırakılmaması1896 çok önemli imtiyazlardır; İnsan, çok hayatî iki imkâna sahiptir. Birincisi, vahyin bildirimi; ikincisi ise, algılama gücü, yani akıl. Kör, sağır, dilsiz ve kalbi/aklı mühürlü olan; bir diğer ifadeyle akletme fonksiyonlarına sahip olamayan canlıya, vahyin telkini hiç bir şey ifade etmez. Kur’an’ın deyişiyle böyle bir canlının hayvandan farklı yanı yoktur.1897 Vahyin bilgisinden mahrum kalan akıl ise, hayatın amacını, gaybî bilginin ölçüsünü, âdil ve haklı bir hayat hattını keşfetme konusunda şaşkınlık içinde kalır.
Akıl ve vahiy, birbirleriyle çelişen değil, birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Çelişik olan aklın vâkıadan kopukluğu, naklin ise bulandırılmışlığıdır. Kıskançlık, hased, kin ve husûmet gibi câhilî duyguları hesaba katmazsak, müslümanların bugünkü düşkünlüğünün ve mahrumluğunun nedeni olarak, yukarıda izah etmeye çalıştığımız olumsuz tutum ve tavırlar sonucunda, vahiy ve akıl nimetinin gereği gibi kıymetini bilememişliğimizi gösterebiliriz.
Kurtuluş yolu, Allah’ın Kitabı ile insan idrâki arasındaki engellerin kaldırılması ve hizmetimize sunulan evrende Kur’anî mesajın sosyalleştirilmesi çabalarıyla kök salacaktır. Tarihî birikimimizi bir kültür zenginliği olarak değerlendirme övüncünün anlamsız objektifliğini bir tarafa bırakıp, müslümanların taşıdığı
1892] 7/A’râf, 172
1893] 30/Rûm, 30
1894] 91/Şems, 8; 33/Ahzâb, 72; 2/Bakara, 31vb.
1895] 93/Duhâ, 7
1896] 75/Kıyâmet, 36
1897] 7/A’râf, 179
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaafların, bu birikimden kaynaklanan unsurlarını, korunmuş olan Kitabımızın nassları rehberliğinde ayıklama ve ıslah etme görevini yüklenmeliyiz. Geleceği hedefleyen muvahhidler için inkılapçı tavır budur.1898
Sefihlik
‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’ sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi kimselere ‘sefih’ denilmektedir.
Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.
Kur’anın Sefih Dedikleri
Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münafıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münafıklar, İslâm’ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.
Münâfıklara “siz de diğer mü’minler gibi iman edin” denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’ derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…İyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”1899 Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden, dolaysiyle İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden yüz çevirirler. 1900
Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen, Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.1901 Allah’ın rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun
1898] Hamza Türkmen, Haksöz Dergisi, sayı 13, Nisan 1992
1899] 2/Bakara, 13
1900] 2/Bakara,130
1901] 2/Bakara, 142
AKIL
- 483 -
sefihlerdir.1902 Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler. Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. 1903
Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir. 1904
Sefih kelimesi olumsuz mânâsıyla kâfir, münafık, müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm’ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat yerine azâbı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları ve bitmez tükenmez azâbı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar, mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir. Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler. Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle, ifsatlarıyla mücadeleye devam ederler. 1905
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir.” 1906
• “İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin.” 1907
• “İdrâk-ı meâlî bu küçük akla gerekmez;
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” 1908
• “Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan dahî,
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-i mekteb ol.” 1909
• Aklı olmayanın dini de yoktur.
1902] 6/En’âm, 140
1903] 7 A’raf/66-67
1904] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282
1905] H. Ece, a.g.e., s. 585-587
1906] 7/A’râf, 155
1907] Hadis-i şerif rivâyeti
1908] Ziya Paşa
1909] Nef’’î
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• En akıllı insan öğüt alan insandır.
• Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin şükrü de düşünüp öğüt almaktır.
• İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve akıl
• İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.
• Akıl, vücudun efendisidir.
• Akıl attır, dizgini ârif ve âlim elinde.
• Akıl ve dirâyetin ak saçlılarınki gibi; ama yüreğin masum çocuk yüreği olsun.
• Akıl için yol birdir.
• Akıl, sağlam bir göz; Kur’an ise ışıkları her köşeye saçılıp yayılan bir güneştir.
• Şeriat ile akıl, nur üstüne nurdur.
• Hurâfeler ve bâtıl inanışlar, zayıf akıllıların dinidir.
• Akıl noksanlığı iki türlü olur: Biri delilikten, öbürü câhillikten.
• Bir akıl iyidir ama, iki akıl daha iyidir.
• Akıl akıldan üstündür.
• Akıl gibi sermaye olmaz.
• Akıl olmayınca başta, ne kuruda biter ne yaşta.
• Akıl tecrübe ile kemâl bulur.
• Akıl vezirdir, gönül padişah.
• Bir akıllının dostluğu, tüm delilerin dostluğundan daha iyidir.
• Ey akıllı! Sakın aklın başına gelince, pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
• Mecnun’la birlikte oturan akıllı, Leylâ’nın yüzünden başka şey konuşmaz.
• Zekî, başkalarını bilendir; kendini bilen ise akıllıdır.
• Akıllı bir kişi, düşmanından da akıl öğrenmeyi ihmal etmez.
• Akıllı olan, başkasının kusurunu görerek kendisininkini düzeltir.
• Aptallar, akıllılardan pek az şey öğrenirler; ama akıllılar, aptallardan çok şey öğrenirler.
• Akıllı olan aklıyla mağrur değil; meşgul olur.
• Akıllıya “ben” yakışmaz.
• Yalnız akıllı olmayı istemek, büyük bir deliliktir.
• İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.
AKIL
- 485 -
• Aklı kıt olan dilini tutamaz.
• Akıllının uzun kulakları, kısa dili vardır.
• Akıllı söylemeden düşünür, akılsız düşünmeden söyler.
• Akıl yeryüzünden kalksa bile, hiç bir kimse akılsız olduğuna inanmaz.
• Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını beğenmiş almış.
• Deliler ve akıllı insanlar zararsızdır. En tehlikeli insanlar, yarı deliler ve yarı akıllılardır.
• Akıllı düşman, akılsız dosttan yeğdir.
• Akıllı iki kere aldanmaz.
• Akıllı neyler balı, akılsız neyler malı.
• Hayatta başarılı olmak için akılsız görünmeli, ama akıllı olmalıyız.
• Akıllı görünmeye çalışmak, olduğundan daha akılsız görünmekten başka işe yaramaz.
• Bir soru soran adamın sorusundan, onun ne derece akıllı olduğu anlaşılır.
• Olabilirsen başkalarından daha akıllı ol; fakat onlara daha akıllı olduğunu söyleme!
• İnsanlar, akıllılar arasında deli; deliler arasında akıllı olmasını bilmeli.
• Akıllı olmak da bir şey değil; önemli olan o aklı yerinde kullanmaktır.
• Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir.
• Aklı bol olan, zamanın kıtlığından zarar görmez.
• Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri olmadan diğerini kabul etmez.
• Aklına çok güvenen, akıl seviyesini aşamadığı için, vahy ve ilhamdan mahrum kalır.
• Doğru işlemeyen akıl, keskinmiş neye yarar? Saatin iyiliği koşmasında değil; doğru gitmesindedir.
• İman, kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde de düşünülen ve idrâk edilen bir gerçektir.
• Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek), bir gece nâfile ibâdet etmekten daha hayırlıdır.
• Delinin yüreği ağzındadır; akıllının dili yüreğindedir.
• “Siz onları görseydiniz deli derdiniz; onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi.” 1910
• Deli dedikleri, aklın esaretinden kurtulmuş olandır.
1910] Tâbiûn’a karşı ashâb için Hasan-ı Basrî
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akletmek, Aklı Kullanmakla İlgili Âyet-i Kerimeler
Akıl Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği (Tümü Fiil Şeklindeki) Âyet-i Kerimeler (Toplam 49 Yerde): 2/Bakara, 44, 73, 75, 76, 164, 170, 171, 242; 3/Âl-i İmrân, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’âm, 32, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd, 51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 28; 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Sâffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/hucurât, 4; 57/Hadîd, 17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
Akletmek, Aklı Kullanmak Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Akıl, Akıl Yürütmek: 2/Bakara, 44, 73, 75-76, 164, 170-171, 242; 3/Âl-i İmran, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’am, 32, 126, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd, 51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 48; 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Saffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/Hucurât, 4; 57/Hadîd, 17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
Akıl Sahipleri: 2/Bakara, 164, 179, 197, 269; 3/Âl-i İmran, 7, 190; 5/Mâide, 100; 12/Yûsuf, 111; 13/Ra’d, 19; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 12; 38/Sâd, 29, 42; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 54; 65/Talâk, 10.
Selim Akıl Sahipleri: 2/Bakara, 269; 3/Âl-i İmran, 7, 191; 13/Ra’d, 19; 39/Zümer, 9.
Şuur (Farkında Olmak, Hissetmek): 2/Bakara, 269; 3/Âl-i İmran, 79; 6/En’am, 26, 109, 123; 7/A’râf, 95; 12/Yûsuf, 15, 107; 16/Nahl, 21, 26, 45; 18/Kehf, 19; 26/Şuarâ, 113, 202; 27/Neml, 18, 50, 65; 28/Kasas, 9, 11; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 25, 55; 40/Mü’min, 56; 43/Zuhruf, 66, 49/Hucurât, 2.
Fıkh: Anlamak (Tam Olarak Anlamak): 4/En’am, 78; 6/En’am, 25, 65, 97-98; 7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 65; 9/Tevbe, 81, 87, 122, 127; 11/Hûd, 91; 17/İsrâ, 44, 46; 18/Kehf, 57, 93; 20/Tâhâ, 28; 48/Feth, 15; 59/Haşr, 13; 63/Münâfıkûn, 3, 7.
Tezekkür: Düşünmek (İbret Almak, Öğüt Kabul Etmek): 2/Bakara, 221, 269; 3/Âl-i İmran, 7; 6/En’am, 80, 126, 152; 7/A’râf, 3, 26, 57, 130; 8/Enfâl, 57; 9/Tevbe, 126; 10/Yûnus, 3; 11/Hûd, 24, 30; 13/Ra’d, 19; 14/İbrâhim, 25, 52; 16/Nahl, 13, 17, 90; 17/İsrâ, 170; 20/Tâhâ, 3, 44; 23/Mü’minûn, 85; 24/Nûr, 1, 27; 25/Furkan, 50, 62; 27/Neml, 62; 28/Kasas, 43, 46, 51; 32/Secde, 4; 35/Fâtır, 37; 37/Saffât, 155; 38/Sâd, 29; 39/Zümer, 9, 27; 40/Mü’min, 13, 58; 44/Duhân, 13; 45/Câsiye, 23; 51/Zâriyât, 49; 54/Kamer, 17, 22, 32, 51; 56/Vâkıa, 62, 73; 69/Hakka, 12, 42, 48; 73/Müzzemmil, 19; 74/Müddessir, 49, 54; 76/İnsan, 29; 79/Nâziât, 35; 80/Abese, 4, 11; 87/A’lâ, 10; 98/Fecr, 23.
Tefekkür: Düşünmek, Kafa Yormak: 2/Bakara, 219; 266; 3/Âl-i İmran, 191; 5/Mâide, 18; 6/En’am, 50; 7/A’râf, 176, 184; 10/Yûnus, 24; 13/Ra’d, 3; 16/Nahl, 11, 44, 69; 30/Rûm, 8, 21; 34/Sebe’, 46; 39/Zümer, 42; 45/Câsiye, 13; 59/Haşr, 21.
Kâfirlerin Düşünüp İbret Alarak Allah’ın Varlığını Anlamalarını İsteyen Âyetler: 2/Bakara, 164, 242, 252; 6/En’am, 65, 105, 109, 126; 7/A’râf, 32, 35, 58, 146-147; 10/Yûnus, 5-6, 15, 20, 67; 12/Yûsuf, 105; 13/Ra’d, 2, 4; 16/Nahl, 11-12, 67, 69, 79; 17/İsrâ, 1, 41, 59; 18/Kehf, 105; 19/Meryem, 77; 23/Mü’minûn, 30; 24/Nûr, 18, 46, 58-59; 26/Şuarâ, 8, 67, 121, 139, 158, 174, 190; 27/neml, 52, 82, 86, 93; 28/Kasas, 71, 73; 29/Ankebût, 15; 30/Rûm, 20, 27, 37, 46, 58; 31/Lokman, 31-32; 32/Secde, 15, 26; 33/Ahzâb, 34; 34/Sebe’, 9, 19; 39/Zümer, 53, 64; 40/Mü’min, 13, 81; 41/Fussılet, 37, 39; 42/Şûrâ, 15, 29, 32; 45/Câsiye, 3-9, 11, 13; 51/Zâriyât, 20-21; 53/Necm, 55, 58, 60; 57/Hadîd, 17.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 467-471; 203-207
2. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 317-319
3. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 654-667
4. Tefsîr-i Kebir, Mefâtihu’l-Gayb, F. Râzi, Akçağ Y. c. 4, s. 177-179
5. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 2, s. 238-247
6. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 83-85
AKIL
- 487 -
7. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 112-125
8. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 398-400
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 51-85
10. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 38-40
11. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 42-44
12. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-77
13. İhyâu Ulûmi’d-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 1, s. 209-225
14. Kur’anla Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal, Birleşik Y. s. 33-38
15. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 97-113
16. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y. s. 59-71
17. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y. s. 77-110
18. Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 82-86
19. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. I/166-176, II/30-32
20. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 30-31
21. Kur’anî Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tûba Y. c. 1, s. 55-74
22. Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-75
23. Akıl ve Din, M. Müştehir Şebüsteri, Objektif Y.
24. Akıl ve Gönül, Seyyid Ahmed Arvasi, Burak Y.
25. Akıl ve İman, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
26. Akıl ve İtikad, İlhan Kutluer, İz Y.
27. Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, Mehmet Erdoğan, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Y.
28. Akılcılık, John Cottingham, Sarmal Y.
29. Aklı Karışıklar İçin Klavuz, E. F. Schumacher, İz Y.
30. Aklını En İyi Şekilde Kullan, Tony Buzan, Arion Y.
31. İslâm’da Aklın Önemi ve Sınırı, Ahmet Yüksel Özemre, Denge Y.
32. Akıl ve Gerçek, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
33. Kur’an’a Göre Gerçek Akıl, Harun Yahya, Vural Y.
34. Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Muhammed Âbid Câbirî, Kitabevi Y.
35. Arap Kültürünün Akıl Yapısı, Muhammed Âbid Câbirî, Kitabevi Y.
36. İslâm’da Siyasal Akıl, Muhammed Âbid Câbirî, Kitabevi Y.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
• Âile; Anlam, Mâhiyet ve Önemi
• Âilede Haklar ve Görevler
• Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!
• Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır
• Kur’ân-ı Kerim’de Âile ve Eşlerin Geçimi
• Hadis-i Şeriflerde Âile ve Eşlerin Geçimi
• Âilede Sağlıklı İletişim
• Âile Hayatı ile İlgili Haramlar
• Doğum Kontrolü
• Düşük Yapma
• Kadın-Erkek İlişkileri ve Âilede Geçim
• Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi
• Kadın-Erkek Eşitliği mi, Adâlet, Uyum ve Birbirini Tamamlama mı?
• Teaddüd-i Zevcât/Poligami
• Kadınlarla; Özellikle Ev ve Çocuklar Konusunda İstişârenin Önemi
• Aile İçi Şiddet
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların kavvâmıdır (yöneticisi ve koruyucusudur). Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür. Eğer karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 1441
Âile; Anlam, Mâhiyet ve Önemi
Âile: Nesep veya evlilikle bir araya gelmiş, ana-baba ve çocuklardan oluşan topluluk demektir. Büyük baba, nine, torunlar da âile tanımı içine girdiğinden onlar da âilenin bir parçasıdırlar.
1441] 4/Nisâ, 34-35
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kadın ve erkeğin birbirlerine karşı duydukları his, arzu, duygu ve meyiller Sünnetullah gereğidir.1442 Allah Teâlâ insana, yaratılışındaki fıtrata uygun olarak bu duyguları vermiş, yalnız bu meyillerin tatmin yolunu da belli prensiplerle sınırlamıştır. Bu sınırlar, Kur’an ve Sünnete uygun evlenmelerdir. İslâm’a uygun olmayan evlenme, ilişkiler ve meyiller yasaklanmıştır.
Evlilik, eşler arasında maddî ve mânevî tatmini sağladığından sükûnet ve rahatlık unsurudur. Neslin devamı ve gelişebilmesi için evlilik müessesesine ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’te belirlendiği şekilde olmadıkça sağlam bir âile yuvası kurulmasından söz edilemeyeceği gibi, doğan çocukların da meşrû olacağı düşünülemez.
İlk âileyi ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Havvâ kurmuştur. O zamandan beri âile müessesesi olgunlaşmış ve gelişmiştir. Bununla beraber, toplumların, ekonomik durumun, iklimin etkisiyle çeşitli âile tipleri meydana gelmiştir.
Âile ana-baba, çocuklar, biraz daha geniş anlamıyla karı-kocanın akrabâsından oluşur.
İslâm âilesinin kurulması için ilk şart, evleneceklerin mü’min bir erkekle mü’mine bir kadın olması, birbirleriyle sıhriyetin Kur’an’da yasaklananlardan olmaması gerekir. Kur’an’da; anne, baba, kızlar, oğullar, kardeşler, teyzeler ve yeğenlerle evlenmenin haramlığı ile sütkardeşler arasındaki evliliğin yasak olduğu hükme bağlanmıştır. Yine Kur’ânî hükme göre hala ve amca ile evlenmek yasaktır. İslâm’ın getirdiği hükümler, iki kız kardeş ve hanımın yeğenini bir arada nikâhlamayı yasakladığı gibi, hanımın vefâtından sonra bunların nikâhlanabileceğini de mümkün kılmıştır. Hala ve amca çocuklarının evlenmeleri ise helâl kılınmıştır. Çocukların eşleri ile kayınvâlide, üvey anne ve üvey baba ile ve evli kadınlarla evlenmek haramdır.
“Sizlere, analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızın yanında kalan üvey kızlarınız -ki onlarla gerdeğe girmemişseniz size bu engel yoktur-, öz oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeş bir arada olmak sûretiyle evlenmek size haram kılındı. Geçmişte olanlar geçmiştir. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.”; “...Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı.” 1443
Âilenin huzurlu olması için, âileyi oluşturan bireylerin birbirlerine karşı görevlerini yerine getirmeleri gerekir. Bu görevler şöyle özetlenebilir:
a- Karı-kocanın birbirlerine karşı görevleri: Karı-koca birbirlerinin bazı eksiklerini, kusurlarını görmezlikten gelmeli, nâmus ve iffetlerini korumalıdırlar. Böylece bütünleşerek âile saâdetini sağlamalıdırlar. Dinimiz âile reisi olarak erkeği tanır: “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdir.”1444 âyeti bunu ifâde eder. Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır. Âilesinin geçimini sağlamak
1442] 3/Âl-i İmrân, 14
1443] 4/Nisâ, 23-24
1444] 4/Nisâ, 34
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 361 -
erkeğin görevidir. İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızâsını gözeterek âile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder. 1445
Kocanın hanımına karşı hak ve görevlerini hadisler ışığında şöyle sıralayabiliriz: Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ey ümmetim! Kadınlara hayırla muâmele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar sizin emriniz altındadır. Fazla tahakküme hakkınız yoktur. Ancak açıktan fuhuş irtikâp etmiş olsalar o zaman durum değişir.” 1446
Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saâdeti evlerinde aramalıdırlar. Meşrû olmayan yollara düşmemelidirler. İffet ve nâmus konusunda titiz davranmalıdırlar: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinâdan korusunlar.”1447 âyeti bunu ifâde eder.
Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı, iyi yönde eğitmelidir. “Âilene namaz kılmayı emret.”1448; “Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezâlandırınız.” 1449
Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür.1450 Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi, kocasına danışmadan onun malından harcama yapabilir. Koca, hanımına asla “çirkinsin” dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı,1451 hanımını asla dövmemeli,1452 hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice tâkip etmeye kalkışmamalıdır. 1453
Hanımının kocasına karşı görevlerine gelince; hanım, âilenin reisi olan kocasına karşı bütün meşrû ve İslâmî meselelerde itaat eder. Kadın eşinin malını âilesinin her türlü sırrını, nâmusunu, çocuklarını korumalıdır. Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir. Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır.1454 Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır. 1455
Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Herhangi bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse Cennet’e girer.”1456 Yine başka bir hadislerinde Rasûlullah Efendimiz: “Kadın kocasının yatağını (ma’zeretsiz) terk ederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar
1445] Riyâzu’s-Sâlihîn, I, 331
1446] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/319
1447] 24/Nûr, 30
1448] 20/Tâhâ, 132
1449] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/339
1450] Ebû Dâvud, Nikâh 41
1451] İbn Mâce, Nikâh 3
1452] Buhârî, Nikâh 93
1453] Müslim, İmâre 56
1454] Ebû Dâvud, Talâk 18
1455] Buhârî, Nikâh 116
1456] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/326
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lânet ederler.”1457 buyurmuşlardır. Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zenginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir. 1458
b- Anne babanın çocuklarına karşı görevleri: Anne ve babanın ilk görevi, çocukların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bir adamın hayır için harcadığı paranın en faziletlisi, âilesine sarfettiği parayla, Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği ve bir de Allah rızâsı için (mücâhid) arkadaşlarına sarfettiği paradır “ 1459
Çocukların ihtiyaçları temin edilirken ne israfa kaçılmalı, ne de cimrilik yapılmalıdır. Her iki husus da dinimizin uygun görmediği şeylerdir.
Anne-baba çocuğunu güzel terbiye etmeli, anlayamayacağı bilgilerden ona bahsetmemeli, eğitimde basitten mürekkebe (karmaşığa) gitmelidir. Evvelâ Allah’ı tanıtmalı, imanı kavratmalı, inandırmalı, uygun yaşa vardıklarında da ibâdetleri öğretmelidirler. Ayrıca nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu anlatmalı, yeme-içme, oturup-kalkma âdâbını öğretip bunları benimsetmelidir. Bunlar yapılırken, ana-babanın, çocuklarına iyi örnek olmaları gerekir. Çünkü çocuklar daima büyüklerini taklit ederler.
Anne-baba, çocuklarına adâletle davranmalı, onların kıskançlık duygularını kamçılamamalı, kız-erkek ayrımı yapmamalıdır. Anne-baba çocuklarına güzel isimler koymalı, sünnet ettirmeli, İslâmî bilgi ve duygularını geliştirmelidir. Anne-baba çocuklarına sevgi ve merhamet göstermelidir. Peygamber Efendimiz, bir dizine Üsâme’yi, diğer dizine de Hasan’ı oturtur, sonra: “Allah’ım bunlara rahmet ve saâdet ihsan buyur, çünkü ben bunların hayır ve mutluluğunu diliyorum” buyurmuştur. 1460
Anne-baba evlenme çağına gelen çocuklarını, temiz ve ahlâklı kimselerle evlendirmelidirler. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Geride kendisine duâ edecek hayırlı bir çocuk bırakan kimsenin amel defteri kapanmaz, kendisine sürekli olarak hayır yazılır.” 1461
İslâm âile hukukunun özelliklerine gelince; Evliliğin gâyesi âileye huzur ve mutluluk, toplumda da iyi bir nesil temin etmektir, “Onun (varlık ve kudret) alâmetlerinden birisi de size kendinizden eşler yaratmasıdır, ki siz onlarla huzur ve sükûnete kavuşursunuz. Ve aranıza sevgi ve rahmet koymuştur.”1462; “Onlar (kadınlarınız) sizin için elbise, siz de onlar için elbisesiniz...”1463 İslâm cinsî ihtiyacın tatminini tabii karşılamakla beraber, evliliğin gâyesinin bundan ibâret olmadığını söylemektedir. “Doğuran siyah kadın, doğurmayan güzel kadından daha iyidir”, “Evlenin, çoğalın: Çünkü ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizinle (çokluğunuzla) ifti1457]
A.g.e., I/323
1458] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, V/174
1459] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/329
1460] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 127
1461] Ebû Dâvud, Vesâyâ 14
1462] 30/Rûm, 21
1463] 2/Bakara, 187
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 363 -
har edeceğim”1464 Kocanın karısıyla müşterek, yüce ve insanî bir hayat sürmek arzusunun belirtisi olan mehrin sembolik bir şey olması da aynı gâyeye matuftur.
Âilenin mutluluğu çocukların asâleti ve İslâm toplumunun kurtuluşu, evleneceklerin eşlerini seçerken kullandıkları ölçü ile yakından ilgilidir. Bu konuda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle bir ölçü koymuştur: “Kadın dört özelliğinden dolayı nikâhlanır: Malı, asâleti, güzelliği ve dindarlığı; eli toprak olasıca, durma dindarını bul!” 1465
İslâm’da evlilik, gereksiz formalite ve merâsimlerden uzak İslâmî bir akittir. Nikâhın ilân edilmesi, yakın dost ve akrabaya ziyafet verilmesi, tef vb. çalınıp şenlik yapılması güzel telâkki edilmiş, teşvik görmüş, böyle bir dâvete icâbet etmemek hoş karşılanmamıştır. 1466
Evliliğin gerçekleşmesinden itibaren karı-koca, Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar âile reisliği hâriç, eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez. Kadın kendi âile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.
Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır. “İyileriniz, âilesine karşı iyi olandır...”1467 Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: “...Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa, belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur.”1468 Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usûlüne uygun “tedricî boşanma” sistemi uygulanacaktır.
İslâm âile hukuku, dördü geçmemek üzere ve oldukça güç durumlara ve şartlara bağlı olarak erkeğin aynı zamanda birden fazla kadınla evlenmesine izin vermiştir. İlk eş, üstüne evlenilmemesi şartını koşmuş ise ikinci evlilik yapılamayacağı gibi, usûlüne uygun evlenmelerde eşlerin hukuk ve şahsiyetini göz önünde bulundurmak gerekir.
Mânevî ve ahlâkî ilişkiler yanında anne-baba ile çocuklar arasındaki hukûkî münâsebetler de itina ile tanzim edilmiştir. Ehliyet, velâyet ve vesâyet hükümleri babalı veya yetim bütün çocukların durumları ve menfaatleri ile alâkalıdır. İslâm, muhtaç ana babaya çocuklarının bakmasını, erkeğin karısına ve muhtaç olan akrabasına geçim sağlamasını teminat altına almıştır. Nihâyet miras hükümleri de yakından uzağa bütün hısımların, ölenin malı üzerindeki haklarını tesbit etmiştir.
İslâm hukuku, zinâyı kesin şekilde yasakladığı için, ona götürmesi muhtemel bütün şüpheli yolları tıkamış, kadınlarla erkeklerin karışık eğlenmelerini,
1464] Avnu’l Ma’bûd Şerh-i Ebû Dâvud, I, 173
1465] Buhârî, Nikâh 16
1466] Buhârî, Nikâh 66 vd.
1467] İbn Mâce, Nikâh 50
1468] 4/Nisâ, 19
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yabancı bir erkekle kadının baş başa kalmasını, yabancı kadın ve erkeğin birbirine ısrarla bakmalarını (…) yasaklamıştır. İslâm’da âile düzeninin oturduğu bunun gibi temeller, İslâm hukukunun âile anlayışını her hâliyle ortaya koymaktadır. 1469
Kocanın karısı üzerindeki yetkileri de âile birliğini devam ettirme esâsına yöneliktir ve bununla sınırlıdır. İslâm’da kadın, kocası karşısında bağımsız bir kişiliğe sahip olduğu gibi, iktisâdî bakımdan da bağımsızdır: İslâm hukukundaki tek kanunî mal rejimi olan mal ayrılığının tabiî sonucu olarak karı ve kocanın mal varlıkları birbirinden ayrıdır; hâkim görüşe göre kadın, kendi mal varlığında dilediği gibi tasarruf edebilir. Bunun için kocasının rızâsına muhtaç değildir. Ayrıca kadın, erkekler gibi mirasa ehildir. Bu mallar üzerinde de kocasının bir müdâhalesi sözkonusu değildir. Zâten İslâm hukuku bakımından kadın ve erkek esas itibarıyla eşittir. Nitekim bir hadiste kadınlar erkeklerin mülkiyetinde olan bir mal olarak değil; aynı haklara sahip kimseler olarak takdim edilmektedir.1470 Aynı şekilde, kadın olma, kişinin ehliyeti üzerinde de olumsuz bir etki yapmaz; tam ehliyetli sayılmak için kişide bulunması gereken nitelikler bakımından kadın ve erkek aynı durumdadır. Ne var ki, erkeğin toplum hayatında yüklenmiş olduğu ağır yükler, onun hak ve yetki bakımından kadına karşı nisbî bir üstünlüğe sahip olmasını gerekli kılmıştır. Nitekim bir âyet-i kerîmede, “erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece vardır”1471 buyurulmaktadır.
Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belirli bir para veya mal öder veya ödeme borcu altına girer. İsim olarak mehir, İslâm öncesi Arap toplumunda aynen, yahûdilikte benzer şekilde (mohar) var ise de, mâhiyetleri farklıdır. İslâm hukukunda mehir, evlenecek kadının âilesine değil; bizzat kendisine verilir ve kadın diğer mallarında olduğu gibi onda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Bu durum, ödenen mehrin satış bedeli, nikâhın da bir satış akdi olduğu iddiâlarını çürütmektedir. Bir kimsenin bir akde hem taraf olup satış bedelini alması, hem de akde konu olması mümkün değildir. Gerçekte mehrin amacı kadına iktisadî bir güç kazandırma ve boşanmanın sûiistimal edilmesini önlemektir. Özellikle boşanmalara sıkça başvurulduğu dönem ve bölgelerde yüksek tutulan ve çoğu kere boşanma ânında ödenmesi kararlaştırılan mehrin bu nevî sebepsiz boşanmalara önemli ölçüde engel olduğu bir gerçektir.
İslâm’da âile esas itibarıyla tek evlilik (monogomi) üzerine kurulmuştur. Fakat belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Ancak bunun bir emir değil; belirli şartlarla başvurulan bir ruhsat olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir evliliğe izin veren Nisâ sûresinin 3. âyetinin devamında: “...Şâyet adâleti gözetmekten korkarsanız o zaman bir tane ile veya câriyenizle yetinin. Doğru yoldan ayrılmamak için bu daha elverişlidir”1472 buyrularak tek evlilik teşvik edilmiştir. Uygulamada müslüman toplumların genellikle tek evliliği tercih ettikleri, bazı zengin kimselerin ve tarımla uğraşanların çok evliliğe belirli ölçüde başvurdukları görülmektedir.
1469] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 75-77
1470] Ebû Dâvûd, Tahâret 94; Tirmizî, Tahâret 82; Dârimî, Vudû’ 76; Ahmed bin Hanbel, VI/256, 377
1471] 2/Bakara, 228
1472] 4/Nisâ, 3
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 365 -
İslâm âilesinde evlâtlık kurumuna yer verilmemiş, bu yapay bir ilişki olarak kabul edilmiştir. Kimsesiz çocukların bakılıp büyütülmesi bütün müslümanlara ve bu arada İslâm devletine yüklenen dinî-hukukî bir görev olmakla birlikte, bir kimseyi himâyesine alanla o kişi arasında evlenme engeli doğacak, tek veya çift taraflı bir miras ilişkisi kurulacak şekilde bir akrabâlık bağının doğduğu kabul edilmemiştir.1473 Esâsen çok evliliğin var olduğu toplumlarda hukuken izin verilse bile evlâtlık kurumuna, uygulamada pek rastlanmadığı, çocuğu olmayanların evlâtlık yerine bir ikinci evliliği tercih ettikleri sosyal bir vâkıadır.
İslâm dini, belirli şartlarla âile birliğinin bozulmasına müsâade etmiştir. Boşanma konusunda kabul edilen sistem, boşanmayı yozlaştıran yahûdi uygulamasıyla onu asla kabul etmeyen hıristiyan tatbikatı arasında yer alan orta bir yol görünümündedir. Hz. Peygamber’in, eşlerin birbirlerine iyi davranmaları ve âile birliğini devam ettirmeleri hakkında çeşitli emir ve tavsiyeleri vardır. Birbirleriyle uyuşamayan eşlerin en son başvuracakları çözüm şekli boşanmadır. Bundan önce uyuşmazlığın eşler arasında çözülmesi, bu mümkün olmazsa iki tarafın âilelerinden seçilecek birer hakeme havâle edilmesi1474 başvurulacak usullerdendir. Eğer bunlar bir fayda vermezse son çâre olarak boşanmaya izin verilmektedir. Ne var ki bu izinle birlikte boşanma yine de hoş görülmemiştir. Bir hadis-i şerifte: “Allah’ın helâl kıldıklarının en kötüsü boşanmadır”1475 buyrulmuştur. Özellikle sebepsiz boşanmalar hiçbir şekilde hoş karşılanmamıştır. Bununla beraber, artık bir arada bulunmasına imkân kalmayan eşlerin genel olarak boşanma hakları kabul edilmiştir. Hıristiyanlıkta olduğu gibi eşlerin evlenmekle artık ayrılmaz bir bütün teşkil ettikleri anlayışı ve dolayısıyla âile birliğinin her durumda devamının istenmesi lüzumsuz bir ifrat kabul edilmiştir.
Boşanma konusunda kocanın kadına nisbetle daha geniş bir serbestlik içerisinde bulunduğu görülmektedir. Bu, boşanmanın mâlî bütün külfetinin kocanın omuzlarında oluşu ve kocayı boşanma kararından önce dikkatli olmaya iteceği düşüncesine dayanmaktadır. Aynı zamanda erkeğin kadın kadar hissî olmaması ve boşanma hakkını genellikle sûiistimal etmeyeceği anlayışı da bu hususta rol oynamıştır. Nitekim kocanın sahip olduğu bu boşanma serbestisi, aynı ölçüde tatbikata yansımamıştır. Bunda kocanın yükleneceği mâlî külfetin yanı sıra, dinin sebepsiz boşanmayı hoş görmemesi de büyük ölçüde müessir olmuştur. Kadın, boşanma konusunda daha sınırlı bir yetkiye sahiptir. O, ancak kocasıyla anlaşarak (muhâlaa) veya belirli sebeplerin varlığında bir mahkeme kararıyla (tefrîk) boşanabilir. Âile birliğinin devamı sırasında olduğu gibi bu birliğin bozulmasından sonra da karı-kocanın, özellikle kocanın çocukları üzerinde belirli sorumlulukları devam etmektedir. 1476
Âile: Bireyden Cemaate, Düzensizlikten Nizâma, Günahlardan İbâdete Geçiş
Âile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için âile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki ayrı cinsiyetten
1473] bk. 33/Ahzâb, 4-5
1474] bk. 4/Nisâ, 35
1475] Ebû Dâvud, Talâk 3
1476] Mehmet Âkif Aydın, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 199-200
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir. Âile, erkeğin eksiklerinin kadınla; kadının eksiklerinin de erkekle tamamlandığı, birbirlerinin ihtiyaçlarının temin edildiği, iki cinsi kaynaştıran bir kurumdur. Âile, erkek ve kadını asil bir duygu ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu huzura erdiren bir müessesedir. Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır.
Evlilik, insan hayatını derinden etkileyen bir inkılâptır, devrimdir. Bireysel yaşayıştan toplumsallaşmaya, cemaatleşmeye ve devletleşmeye geçiştir. Düzensizlikten sistem ve nizama tırmanmadır. Âilelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarına, işyerlerine, toplum ve devletlerine şeriatı hâkim kılmaları beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması evliliktir. Âile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak âilede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur âile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir.
İslâm, akıllı ve büluğ yaşını aşmış bütün müslümanları âile yuvası kurmaya çağırdığı gibi, evliliği ve âile hayatını da bir ibâdet olarak değerlendirir. Kur’ân-ı Kerim, sosyal birliğin en üstün ve sağlam şekliyle sevgi, bağlılık, merhamet, iyilik, müsâmaha, yardımlaşma, doğruluk, insaf ve Allah korkusunu gözeterek âile kurumuyla ayakta tutulmasını hedef alır. Huzur, barış, sevgi ve mutluluk evde yaşanmayınca, toplumda hiç yaşanmaz.
Güçlü ve sağlam toplumlar, ancak fertleri inanç, fikir ve gâye birliği içinde kaynaşmış mutlu âilelerden oluşabilir. Bunun içindir ki, İslâm nizamı, âile kurumunu kutsal bir kuruluş şeklinde sunarak yüceltmiş ve dokunulmazlığını hükme bağlamıştır. “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah’ın varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen topluluk için ibretler vardır.”1477; “Nikâh, benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan benden değildir. Evlenin, çocuk sahibi olun; ben kıyâmet gününde ümmetimin çokluğu ile iftihar edeceğim.” 1478
İslâm dini, evliliği tavsiye ettiği gibi, evlilik çağında olanların evlenmesine yardımcı olunmasını da öğütlemiştir. Bu tür yardımı, anne ve babaların görevleri arasında saymıştır. Dinimiz, bülûğ yaşını aşmış ve yeterli olgunluğa erişmiş, evlenme konusunda dinin hükümlerini öğrenmiş olan kız ve erkeklerin genç yaşlarda evlenip yuva kurmalarını ister. Böylece gençliğin, kontrolü zor istek ve arzuları, helâl yolda tatmin olacaktır. Bugün batıda, tarihe karışmak üzere olan evlilik kurumunun, çoğunlukla otuz yaşın üzerinde oluştuğunu görüyoruz. Batıyı tüm olumsuz konularda örnek almaya çalışan ülkemizde de, artık gençler 20
1477] 30/Rûm, 21
1478] İbn Mâce, Nikâh 1; Ahmed bin Hanbel, II/72
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 367 -
yaş civarını bile evlenme yaşı olarak görmüyorlar. Genç yaşta evlenmek isteyen bazı müslüman gençler de her türlü israf ve zorluklarla kaplı engelleri aşıp kolay yolla yuva kuramıyorlar. Böylece ahlâksızlığın önü açılmış oluyor.
Genç yaşta bekâr insanların çokluğu, düzen ve çevrenin haramları süslemesi, kolaylaştırması ile birleşince, çeşitli ahlâksızlıkların yayılmasına, maddî ve mânevî nice hastalıkların artmasına sebep teşkil ediyor. Bu konuda dinin reddettiği başlık parası, bir ev dolusu gerekli gereksiz eşya veya çeyiz isteme, milyarlarla ifade edilen düğün ve eğlence masrafları gibi İslâm’ın reddettiği israf ve lüzumsuz harcamalar da evliliğe ve gençlerin yuva kurmasına engel oluyor. Dinimiz, bu türlü davranışları büyük vebal sayarak kınamaktadır. İslâm, şer’î bir mâzeret olmaksızın evlenmekten kaçınmayı ve yuva kurma işini zorlaştırmayı bir günah saymıştır. İslâm, evliliği övmekte, bekârlıkta ısrarı yermektedir. Çünkü dinimiz, kadın-erkek ilişkilerinin meşrû olmayan ortamlarda ve ahlâkî olmayan bir şekilde gerçekleştirilmesini büyük bir fitne/şer olarak görür. Âile hayatı, korunmak isteyen mü’minler için kötü yollara en büyük frendir. İslâm’ın bir yandan zinâyı kesin tavırla yasaklarken; diğer yandan evlenmeyi teşvik etmesinin sebebi budur. Nitekim, her konuda olduğu gibi âile yönetiminde de örneğimiz olan Peygamberimiz (s.a.s.) gençlere şu tavsiyede bulunuyor: “Evlilik külfetinin altından kalkabileceğine güvenenleriniz evlensin. Çünkü evlilik, gözü ve cinsel arzuları haramdan korur. Aksi halde korunmak için oruç tutsun.” 1479
“Allah’ın emri, Peygamber’in kavli/sünneti” diye başlanan hayırlı bir iş, düğün töreninden başlayarak yuva ve âileyle ilgili tüm uygulamalarda şeytanın emrine göre değil; Allah’ın emrine, Peygamber’in sünnetine uygun olmalıdır. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min erkek ve mü’mine hanıma o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 1480
Nikâh, bir ibâdettir. Her ibâdette aranacak ilk şart da imandır. Müslümanın evliliği, kâfirlerin yuva kurmalarından çok farklı ve Allah’ın hudûdu çerçevesinde olacağı için bir ibâdettir. Eş seçerken, çeyiz ve düğün masraflarında gereksiz harcamalar konusunda, akıl dışı ve din dışı örf-âdetlere uymada, ev yönetiminde, eşine davranışında, doğum kontrolü husûsunda, çocuklarını yetiştirmede, haramlardan kaçınıp farzlara riâyette... imanını ispat edecektir mü’min. Nikâhın imanla kopmaz bir bağı vardır. İman etmeyen bir kimseyle kıyılan nikâh geçersiz olduğu gibi, evlendikten sonra ağzından çıkan imana zıt bir söz, kafasında oluşan bir küfür düşüncesi sebebiyle de nikâh gidecek, eşler, birbiriyle zinâ yapmış olacaktır. Mü’min olmak, belki o kadar zor değil; ama mü’min kalmak, müslüman olarak ölmek, bizim gibi İslâm’ın hâkim değil; mahkûm olduğu topraklarda yaşayanlar için, hiç de kolay değildir.
Sözü ve hükmü sadece göklerde geçen, yalnız tabiat güçlerine karışan, insanı yarattıktan sonra başıboş bırakan, sınava tâbi tutmayıp her konuda özgür bırakan Allah inancı, müşriklerin Allah inancıdır; mü’minlerin değil. İnsanın işine, eşine, aşına, âile yuvasına, okuluna, mahkemesine, sokaklarına, medyasına, meclisine, kanunlarına, devletine... karışmayan bir Allah’a inanmak, kişiyi mü’min yapmaz. Böyle bir yaratıcıya, ama dünyalarına, yönetimlerine karışmayan bir
1479] Buhâri, Savm 10
1480] 33/Ahzâb, 36
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’a câhiliyye dönemindeki müşrikler, Ebû Cehil’ler de inanıyordu.
Günümüzde müslüman olduğunu iddiâ eden, hatta namaz kılıp oruç tutan nice kimsenin, Allah düşmanlarına/tâğutlara itaat edip onların hükümlerine rızâ gösterdikleri, sadece Allah’a mahsus olan sıfatları başkalarına verdikleri görülmektedir. Yine bazı kimselerin Allah’ı bırakıp birtakım şiar/sloganları, işaretleri, sembol ve bayrakları, gelenek ve görenekleri, artist ve futbolcuları, liderleri, parti ve grupları yücelttikleri ve bu sayılan (benzerleri de eklenebilecek) değerler uğruna büyük fedâkârlıklarda bulundukları, böylece bu değerlere kulluk ettikleri ortadadır. Bu şahısların tâğutun (azılı kâfir yöneticilerin) ortaya koyduğu nefsânî, şeytanî, indî değer yargılarıyla Allah’ın kanunları ve şeriatı çatışacak olsa, hep Allah’ın dinini onların istekleri doğrultusunda yontarak şekil verdikleri bir gerçektir. Putların, putlaştırılanların ve onların arkasına sığınanların emir ve yasaklarını harfiyyen yerine getirdikleri ve Allah’ın dinine tümüyle zıt olan sistemleri, ideolojileri kabul ederek onların hükümlerini tatbik ettikleri gözle görülen bir hakikattir. Bu tür insanların müşrik değil de; mü’min olduklarını nasıl kabullenebiliriz? Böyle kimselerin nikâhı ve ibâdeti de geçerli olmayacaktır.
Âile yuvasının âhirette de devam edecek bir huzur ve mutluluk ortamı oluşturması, nikâhın ve karı-koca sevgisinin bir ibâdet/sevap olması için Kur’an’ın istediği tevhidî iman ilk esastır. İmamların/hocaların eskiden, 32 farzı bilmeyenlerin nikâhını kıymamaları, gerçek anlamda ve sağlam bir şekilde iman edip inancını yaşamaya çalışmayanın nikâhının geçersiz olacağı gerçeğiyle ilgilidir. Kişinin, bulunduğu halle ilgili bilgileri öğrenmesi farzdır. Evlenecek kişilerin nikâhla, talâkla, âile ve evlilik konularıyla ilgili dinî hükümleri; karı-koca ve çocukla ilgili görevleri ve hakları bilmeleri şarttır. Ama bütün bu bilgilerden de önce imanla, irtidatla ilgili konuları ve bu hususlardaki güncel problemleri bilmek ve tevhide inanıp hayata geçirmeye çalışmak başta gelir. Çünkü iman gidince nikâh da gider.
Kur’an’da Rabbimiz şöyle buyurur: “Tertemiz hanımlar, tertemiz erkeklere lâyıktır. Tertemiz erkekler, tertemiz hanımlara lâyıktır.”1481 Yüzünde şeytânî bakışların izi, lekesi olmayan kızlarla; gözünde şehevî bakışların izi ve isi olmayan erkeklerin evliliğinden lekesiz, stressiz, birbirine bağlı, huzurlu yuva oluşur ve nurlu yavrular dünyaya gelir. “İman etmedikçe müşrik/putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik/putperest bir kadından imanlı bir câriye/köle kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik/putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin.” 1482; “Zinâ eden erkek, zinâ eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez...”1483 Sadece evlenecek kızın değil; erkeğin de bekâretinin bozulmamış olması gerekmektedir. Nâmussuzluk, zinâ ve fâhişelik sadece bayanlar için bir suç değil; bu ayıp ve günahlar, bu rezillikler aynen erkekler için de geçerlidir. Yani zinâ eden bir erkek de orospudur, fâhişe ve nâmussuzdur. Kızda aranan iman ve edep/nâmus, damat adayında da aranacak ilk vasıf olmalıdır.
Allah, ilk insan Âdem’i (a.s.) topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır.1484 Havvâ’sız Âdem eksiktir; Âdem’siz Havvâ’nın eksik olduğu gibi. Erkekle ka1481]
24/Nûr, 26
1482] 2/Bakara, 221
1483] 24/Nûr, 3
1484] 4/Nisâ, 1
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 369 -
dın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. “Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz.”1485 Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir.1486 Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.
Gözlerin benzerini görmediği, gönüllerin hayal bile edemediği ırmaklara, köşklere, her çeşit rızıklara sahip olan cennette bile Hz. Âdem, Havvâ vâlidemizle huzur buluyor; Havvâ annemiz de Hz. Âdem’de mutluluğu yakalıyor. Rûm sûresinin 21. âyeti böylece tecellî ediyor. İkisinin huzurundan rahatsız olan şeytan, onların çıplak olması için bütün planlarını kuruyor ve cennetten çıkarılmalarına sebep oluyor. Ama Hz. Âdem’le Havvâ anamız bu dünya evinde birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulunuyorlar, örtünüyorlar ve Allah da onları affediyor. “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın.” 1487
İzzetine, iffetine, şeref ve nâmusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip’te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor.
Çocuk: Cennet Kokusu veya...
Âile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslâm’da evlenmenin, âilenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Âilenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.
Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah’ın bu nârin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve âileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, âilenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin
1485] 2/Bakara, 187
1486] Bk. 7/A’râf, 26
1487] 7/A’râf, 27
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevâbına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alır, sevâbına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1488; “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitne/sınavdır.”1489 Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.” 1490
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.
Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor.
İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. “Allahu Ekber = En büyük Allah’tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsî (hatta müşrik) yapar.”1491 buyuruyor. “Müslüman yapar” demiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.
1488] 66/Tahrîm, 6
1489] 64/Teğâbün, 15
1490] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
1491] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 371 -
Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde âilede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
Âile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. “Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız.”1492 Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. “İyilikte ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” 1493
Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur’ân-ı Kerim’de “ibâdet“olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.
Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, âile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü’min kadın ve erkeklerin bir arada âilece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.
Âilenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.
Âilede Haklar ve Görevler
İslâm, kuruluşunu düzenlediği âile yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibâdet olduğunu bildirmiştir. Bu âilevî görevleri şöyle özetleyebiliriz:
1492] 2/Bakara, 187
1493] 5/Mâide, 2
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Kadının Âiledeki Görevleri
İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi âile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, âile içinde de bir düzenin hakim olması gerekir ki, bu da âilede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, âile düzeninin huzur ve saâdetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, âile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen âilevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz.”1494; “... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.”1495; “Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer.”1496 Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından âile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının malını, âile sırlarını, nâmusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla nâmusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın âiledeki en önemli üç vazifesi bunlardır. “Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyanlardır.” 1497 Peygamberimiz’in müjdesi de şöyledir: “Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, nâmusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin.” 1498
Kadının en başta gelen görevi, iffet ve nâmusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir.1499 Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır.1500 Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet bilmeli, onu cinsî yönden doyurabilmelidir.
Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.
Hanımların bu âile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.
b-Kocanın Âiledeki Görevleri
“Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.”1501 Hanımını, Rabbinin emaneti olarak alan ve iffetini Allah
1494] İbn Mâce, Nikâh 4
1495] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmaret 20
1496] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
1497] 4/Nisâ, 34
1498] Ahmed bin Hanbel, I/191
1499] Bk. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59
1500] Bk. 33/Ahzâb, 33
1501] 2/Bakara, 228
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 373 -
adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm’ın âile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira, bu konuda vârid olan âyet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak sûretiyle İlâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir. Yüce Rabbimiz, âile reisliğinin mutlak bir hâkimiyet demek olmadığını açıklayarak şöyle emreder: “Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmazsanız, olabilir ki, bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş olur.”1502 Anlayışlı ve şefkatli bir eş olmanın en güzel örneklerini sunan Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bir mü’min, mü’mine hanıma buğz etmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, başka bir huyunu beğenir.”1503; “Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.” “Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.”1504; “Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.” 1505
Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve nâmusunu zinâ yapmaktan koruyacaktır.1506 Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir gereği olmaktadır.
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınlar üzerinde kavvâmdırlar. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır.”1507 Âyette geçen “kavvâm” kelimesini ‘hâkim’ diye tercüme etmek yanlıştır. Eğer Allah’ın muradı bu olsaydı, yine Arapça olan “hâkim” kelimesini kullanırdı; ama “kavvâm” kelimesini kullanmış. Bu kelime, Türkçedeki kayyim kelimesiyle aynı köktendir. Kayyim, tayin edildiği kurumu keyfine göre yönetmez. Hakimin gösterdiği doğrultuda yönetir. İşte evi üzerinde “kavvâm” olan erkek de âileyi kendi keyfine göre yönetemez; Allah’ın koyduğu kuralları yürürlükte kılar. Erkekler, kadınların kavvâmı, yani Allah’ın hükümleri çerçevesinde onların yöneticisi ve koruyucusudur.
Kayıtsız şartsız hâkimiyet, ancak Allah’ındır.1508 Âilede uyulması gereken İlâhî kurallara muhatap olmada kadınla erkek eşit statüye sahiptir. Âilede Allah’ın koyduğu kuralları yürürlükte kılma yetkisi kocaya verilmiştir. Evin reisi, Allah’ın koyduğu kurallara göre âileyi yönetecek ve Allah’ın hükmüne zıt bir emir ve yasak koymayacaktır. Eğer İlâhî emir ve yasakları çiğneyen bir istekte bulunursa, hanım bu isteğe itaat etmeyecektir. “Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.”1509 Kadının kocasına itaati, mutlak değil; helal ve meşrû konularda, Allah’ın hükmü doğrultusundadır ve itaat, daha çok kocanın cinsî konulardaki istekleriyle ve temel dinî hususlarla ilgili olarak değerlendirilmelidir.
Her konuda İslâm’la câhiliyye arasında büyük farklar vardır. İslâm, vahiy
1502] 4/Nisâ, 19
1503] Müslim, Radâ 61; Müsned II, 329
1504] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
1505] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
1506] Bk. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30
1507] 4/Nisâ, 34
1508] 12/Yusuf, 40
1509] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynağından ilham almayan kanunlar ve geleneklerden farklı olarak âile kurumunu değerlendirir. Âileyi, içinde Allah’a ibâdet edilen bir mâbed olarak tanıtır. Öyle mâbed ki, orada yapılan her müsbet iş, ibâdettir. Erkeğin, âilesinin nafakasını temin etmesi, hanımına ve çocuklarına şefkat göstermesi büyük bir ibâdet olarak vasıflandırıldığı gibi; kadının itaati, sevgi dolu bir bakışı da bir ibâdet olarak takdim edilmiştir. En doğal bir davranış olan cinsî ilişkiler dahi, hayırlı bir amel, yani bir sevap olarak kabul edilmiştir. Hele çocuk dünyaya getirmek ve o çocukları İslâm’ın istediği gibi güzel terbiye ile yetiştirmek, çok büyük ecir ve mükâfatla karşılık verilecek olan büyük bir ibâdettir.
Âile yuvası kuran nice insan, batı tarzı bir yaşayışın ve propagandanın etkisiyle çocuk istememekte veya bir, ya da ikiden fazlasını yanlış görmektedir. Bu davranış, meşrû bir mâzerete dayanmadıkça dinimizin hoş görmediği bir anlayıştır. Çocuk, dünya nimetleri içinde çok önemli bir yer tuttuğu, evin neşe ve huzurunu temin ettiği gibi, âhiret saâdetine de sebep olabilir. Yuvanın temelini sağlamlaştırdığı gibi, özellikle anneleri evine bağlar. Ev kadınının ulu orta çarşı-pazarı sıkça dolaşıp, başkalarını fitneye düşürmesine engel olur. Batılı ve batıya özenen hanımlar, eğlenceye engel olduğu, gönüllerince gezip tozmaya, lüzumsuz işlerle veya televizyon karşısında vakit öldürmeye, nefislerini azgınlaştıran başı boşluğa engel olduğu için çocuk istememektedir. Yine batılılar, kendi ülkelerinde vatandaşlarına çocuk başına extra para verip çocukların artmasını teşvik ederken; özellikle müslümanların yaşadığı ülkelere doğum kontrolünü ve az çocuğu teşvik etmektedir. Azıcık aklı olanlar, bunun emperyalizmin bir oyunu olduğunu hemen anlarlar ve oyuna gelmezler. Boşanmanın ve geçimsizliğin önüne geçmede çocuğun rolünü dikkate alırlar. Hanımların eve bağlanıp hayırlı işlerin en önemlilerinden olan insan yetiştirmeye çalışmalarının kıymetini ve ecrini bilirler.
İslâm’da çocuk sahibi olmak, büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâmiyet, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. Anne de bu sorumluluğa ortaktır. Âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakım ve yetiştirilmesi, onun sorumluluk alanına girmektedir.1510 Bu sorumluluğun çocuk açısından sonucu, onun ana baba üzerinde bazı haklara sahip olmasıdır.
c- Ana Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri (Çocuğun Ana Baba Üzerindeki Hakları)
1- Güzel isim: Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa güzel bir isim verilir.1511 “Siz, kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse güzel isimler seçin.”1512 Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice insanımız, çocuğuna isim koyarken örnek almasını arzuladığı başta peygamberler olmak üzere sahabe ve kâmil insanların isimlerini, peygamber ve sahabe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına koymayı görev bilmişlerdir.
2- İyi terbiye: Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası
1510] Bk. Buhâri, Rikak 17; Müslim, İmâre 5
1511] Bk. Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62
1512] Ebû Dâvud, Edeb 70
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 375 -
üzerindeki hakları arasında zikredilir.1513 Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir. 1514
3- Evlendirme: Ana babaya ait olan neslin korunması görevi, büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba da sorumlu olur. Peygamberimiz’den rivâyet edilen bir hadiste bu husus vurgulanmaktadır: “Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur.” 1515
4- Eşit muâmele: Aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır.1516 Çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin.”1517 Ebeveyn, çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adâletli olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu daha çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye çalışmalı ve davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmazdır.
Bu temel görevlerin yanında ebeveynin diğer görevlerini de şöyle sıralamak mümkündür:
Tahnîk: Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması. 1518
Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okunur. 1519
Akika kurbanı: Doğumun yedinci günü yahut daha sonraki günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir.
Sünnet (hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye kadar bir zaman içinde çocuk sünnet ettirilir.
Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.
1513] Bk. İbn Mâce, Edeb 3
1514] Tirmizi, Birr 33
1515] İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159
1516] Bk. Müsned IV, 269
1517] Buhâri, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13
1518] Müslim, Tahâret 101
1519] Müsned VI, 391; Ebû Davud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda �����������ilk öğreti-öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.”1520 şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir. Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, âile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.1521 Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezâlandırılmalarını tavsiye eden hadisleri1522 bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
d- Çocukların Anne ve Babalarına Karşı Görevleri
Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: “Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik.”1523 Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir. Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir. “Ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara “öf” bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle.”1524; “Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O’na ibâdet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf” bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. İkisine de merhamet besleyerek tevâzu göster ve de ki: ‘Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçükken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet
1520] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
1521] 20/Tâhâ, 132
1522] Ebû Davud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182
1523] 31/Lokman, 14
1524] 31/Lokman, 14
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 377 -
et.” Rabbiniz gönlünüzdekini daha iyi bilir. Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü O, günaha tevbe edenleri muhakkak affedicidir.” 1525
Abdullah bin Mes’ud diyor ki: “Peygamber (s.a.s.) Efendimize: “Allah’ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber (s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazlardır” buyurdu. “Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular. 1526
Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara saygılı davranmalı, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: “Ey Rabbimiz kıyâmet günü, beni, anne-babamı ve bütün mü’minleri mağfiret eyle. “1527 diye duâ etmelidir.
Bâliğ olan çocuklar ana-babalarının yatak odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Bâliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında ve yatsı namazından sonra yatılacağı zaman. Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir. 1528
Hz. Peygamber, “kime iyilik edeyim?” diye soran bir sahâbîye şu karşılığı vermiştir: “Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara.”1529 Yine Peygamber Efendimiz “Anne Cennet kapılarının ortasındadır.”1530; “Cennet annelerin ayakları altındadır”1531 buyurmuştur.
Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah’a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızâsını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır duâ etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.
Allah’a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah’a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.
e- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri
Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir. Kardeşler maddî hırs sebebiyle,
1525] 17/İsrâ, 23-25
1526] Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51
1527] 14/İbrâhim, 41
1528] 24/Nûr, 58
1529] Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 120
1530] Ahmed bin Hanbel, V/198
1531] Nesâî, Cihad, 6
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aralarındaki birlik ve beraberliği, âhengi bozmamalıdırlar.
Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevk etmemelidir. Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı karakter ve yetenekte olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır. Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar. Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Âilevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.
Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!
İslâm’ın âile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır. Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir Ârâbî/bedevînin, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Rasûlullah’ın “Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?!” 1532 buyurması, İslâm’ın çocuk sevgisine verdiği önemin örneklerinden biridir. Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlâkî) ve meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.
Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat edilmelidir:
1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve anlamaz küçük yerine koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların seviyesine inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz önünde tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın.” buyurmuştur.
2- Çocuklara daima uygun bir dille doğru, tutarlı ve yararlı bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli başlı dinî ve kültürel konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her şeyden önce Allah’ı ve Rasûlünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.
1532] Müslim, Fezâil 64
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 379 -
3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Kadının En Saygın, En Mübârek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 1533
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve
1533] 10/Yûnus, 87
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar.1534 Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları terk etmesini de öğretir. 1535
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: “Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!” Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.
“Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”1536 Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için samimiyet testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.
Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!... Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde âile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.
Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah’ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
1534] 29/Ankebût, 45
1535] 11/Hûd, 87
1536] 13/Ra’d, 11
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 381 -
Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz.
Âilelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması âile hayatıdır. Âile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak âilede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur âile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.
Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden pay alırlar, sevabına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, çocuklarının işleyeceği günahlardan onlar sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden veya onların bezlerine ayırdıkları masrafı, temizliklerine gösterdikleri önemi dinlerine göstermediklerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilirler. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”1537; “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir/sınavdır.”1538 Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûlü’nün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.” 1539
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Çağdaş tüm pedagoglar, “altı yaşa kadar çocuğun karakteri nasılsa, ondan sonraki yaşantısında fazla ekleme yapılmadan aynı izler devam eder” görüşünde birleşirler. Bu sebeple, ilk yıllardaki eğitim ve terbiye, hayâtî ve hayat boyu önem taşır. Çocuğun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır.
1537] 66/Tahrîm, 6
1538] 64/Teğâbün, 15
1539] Buhâri, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.
Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor bilim.
İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına ezan okuyor. “Allahu Ekber: En büyük Allah’tır” diyor. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne şarkıcı veya artistler, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan okuyarak tevhid eğitimi veriyor. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin isteyeceklerdir.
“Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar.”1540 Fıtrat, Allah’ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. “İslâm” yahut en azından “İslâm’a yatkınlık” anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki “...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar” ifadesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifade, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızâlı bir hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.
Hadiste “ebeveyni müslüman yapar” denilmiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak âilede kazanılabilir.
Tek Rabbim Allah’tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır.
1540] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 383 -
Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan1541 insanın temel görevi, Allah’ı tek rab kabul edip O’na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb’ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid, Allah’ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da İlâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz’î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.
Her doğan Allah’ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır. Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takvâ ile en güzel olana uyulması, İlâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.
“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.”1542 Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse âilesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).” 1543
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.1544 Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden
1541] 66/ Tahrim, 6
1542] Abdürrezzak, Musannef IV/ 334
1543] 33/Ahzâb, 66-68
1544] Bk. İbn Mâce, Edeb 3
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir. 1545
Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az-çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir.1546 Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, âile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.1547 Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezâlandırılmalarını tavsiye eden hadisleri1548 bu konuda başta anne-babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve iknâ gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
İslâm’ın âile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır.
1545] Tirmizi, Birr 33
1546] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
1547] 20/Tâhâ, 132
1548] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizi, Mevâkît 182
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 385 -
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.
Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.
Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi görevinde onlardan yardım beklemek, aslî görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 387 -
olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Kadının en saygın, en mübârek konumu, anneliktir. Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.
Neler Yapılabilir? “Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de ihmal edilmemelidir.
Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezâlandırma, öğüt verme. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli, medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
Çocuklara, her şeyden önce Allah’ı ve Rasûlünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 389 -
c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir. Haydi evlerimizi mescid; yani ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya!
Kur’ân-ı Kerim’de Âile ve Eşlerin Geçimi
Kur’ân-ı Kerim’de “nikâh” kelimesi, türevleriyle birlikte 23 yerde geçer. Farklı anlamlarda kullanılmakla birlikte, âile anlamında da kullanılan “ehl” kelimesi ise 127 yerde kullanılır. Karı-koca -eş- anlamındaki “zevc-zevce” kelimeleri de Kur’an’da 81 yerde geçer. Bütün bunlar, Kur’an’ın nikâha, âile hayatına verdiği önemi gösterir. Nice konuları kısaca izah eden, bazı farz ve haramları bir-iki âyetle belirten Kur’an, âile hayatı, geçim, eşlerin birbirine ve çocuklarına karşı haklarını, görevlerini, birbirleriyle ilişkilerini uzun uzun ele almış ve yuvanın huzuru için gerekli prensipleri tafsilâtlı şekilde açıklamıştır.
Kur’an nikâh/evlenme tâbirini, erkek ve dişi olarak yaratılan insan türünün aralarındaki âhenk ve uygunluğu açıklamak için kullanmaktadır. Zira evlilikte huzur havâsı, karşılıklı sevgi ve merhametin gelişme ortamı mevcuttur. Kur’an, âile hayatının huzur ve sükûnet ortamı için gerekli olduğunu, kadınla erkek arasında Allah’ın sevgi bağları oluşturmasında büyük hikmetler olduğunu vurgular: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” 1549
Evlilik fıtrattır. Evlenmeyen erkek veya kadın elbisesiz, yani çıplak sayılır.1550 Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.1551 Kur’an, erkeklere hanımlarıyla iyi geçinmelerini emreder. Eşlerinden hoşlanmamış olsalar bile, mümkün ki hoşa gitmeyen şeyde Allah’ın birçok hayır takdir etmiş olabileceğini hatırlatır.1552 Evlenmeyi tavsiye eden Kur’an,1553 bekârları evlendirmeyi de (başta yöneticiler, bekârların velîleri ve diğer müslümanlar üzerine) görev olarak belirtir. Eğer bunlar fakir iseler, Allah’ın onları kendi lutfu ile zenginleştireceğini müjdeler. 1554
Yaratılıştan gelen kıskançlık duygusuna rağmen Kur’an, erkeklere birden fazla kadınla evlenme izni verir.1555 Bu izin, öteden beri, daha çok gayrı müslimlerce ve İslâm düşmanlarınca, tenkit ve itiraza konu edilmiştir. Ancak, İslâm’ın bu iznini, diğer tâlimatları ve hayatın değişen şartları içinde ele almak gereklidir. İslâm’a göre zinâ kesin olarak haramdır. Bu büyük kötülük olan zinâya giden yolları tıkamak gerekir. Erkeğin güçlü ve yeterli, kadının ise zayıf ve isteksiz ol1549]
30/Rûm, 21
1550] 2/Bakara, 187
1551] 2/Bakara, 228
1552] 4/Nisâ, 19
1553] 4/Nisâ, 3
1554] 24/Nûr, 32
1555] 4/Nisâ, 3
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ması veya doğurgan olmaması halinde, savaş vb. sebeplerle erkeklerin azalması ve kadınların çoğalması gibi durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi zarûrî olabilir. Böyle durumlarda erkeğin bir’den fazla kadınla evlenmesi, bir emir değil; bir izindir. İkinci, üçüncü veya dördüncü eş olacak hanım da buna mecbur değildir. Ayrıca, bu izin kayıtsız şartsız olmayıp adâlet şartına bağlanmış, buna riâyet edemeyeceğinden korkanlara bir kadınla yetinmeleri emredilmiştir. Bütün bu kayıtlar ve şartlar bir arada düşünüldüğü zaman, İslâm’ın bu iznini, zaman içinde değişen şartlara ayak uydurma bakımından en müsâit yol olduğu açıkça anlaşılacaktır. Din, câhiliye döneminde ve o günkü dünyada üst sınırı olmayan çok evlenmeye bir ölçü getirmiş, en çok dörtle sınırlandırmıştır. Ayrıca, metres hayatı gibi çirkinliklere geçit vermemek için bazı gereklilikler varsa, evlenecek kadının şerefi ve geçimini temin etme yükümlülüğünü, masraflarının üstünden kalkabilecek ve de eşleri arasında adâlete riâyet edebilecek erkeğe yüklemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de insanlığın tek bir nefisten yaratıldığı1556 bildirilmiş, bütün insanların Allah’a kulluk için yaratıldığı1557 genel hükmü ile hemen her konuda kadın-erkek aynı emir ve yasaklarla muhâtap tutulmuş, aynı günah ve sevâba erişecekleri bildirilmiştir.
Kur’an’daki hükümler, kadın-erkek bütün müslümanlara ortaktır. Kur’an, kadın ve erkek cinsi için “en-nâs/insanlar” kelimesi kullanır. Kadın-erkek mü’minler için “ellezîne âmenû/iman edenler” ifâdesi dillendirilir. “Ey iman edenler!” veya “Ey nâs -insanlar-!” diye kadın ve erkeklere ortak hitap edilir. Peygamberimiz, kadını ve erkeğiyle bütün insanlığın peygamberidir.1558 O’nun getirdiği hidâyet yoluna, sırât-ı müstakîme uyan kadın ve erkeklere cennet vardır: “...İster erkek, ister kadın olsun, mü’min olarak kim sâlih amel/hayırlı iş yapmışsa onlar cennete girecektir...” 1559
Kur’an’da “Nisâ”, yani Kadınlar anlamına gelen ve kadınlarla ilgili birçok hükmü içeren bir sûre vardır. Kur’ân-ı Kerim’in, yine 19. sûresi, bir kadın olan “Meryem” adını almıştır. “Nisâ” (kadınlar) kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de 59 yerde geçer. “İmrae” (kadın) kelimesi ise 26 yerde zikredilir. Kur’ân-ı Kerim, âile konusuna büyük önem vermiş, bu konuyla ilgili ayrıntılı hükümler vaz etmiştir. Kur’an’da “zevc-zevce” (eş) kavramı, tam 81 yerde kullanılırken, “nikâh” kelimesi de 23 yerde geçer.
Kur’ân-ı Kerim’de gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir. 1560
“Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri, kadınların da kazandıklarından nasipleri var.”1561Bu âyet, erkek gibi kadının da, sadece mânevî kazanımlarını değil; maddî kazanımlarını da vurgulamaktadır. Hukukî ve ticarî işlemleri yapma husûsunda
1556] 4/Nisâ, 1
1557] 51/Zâriyât, 56
1558] 7/A’râf, 158; 34/Sebe’, 28
1559] 40/Mü’min, 40
1560] 3/Âl-i İmrân, 195; 9/Tevbe, 71
1561] 4/Nisa, 32
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 391 -
kadın, erkeklerle aynı konumda kabul edilmiştir.
Allah, ilk insan Âdem’i (a.s.) topraktan ve o bir nefisten eşini yaratmıştır.1562 Havvâ’sız Âdem eksiktir; Âdem’siz Havvâ’nın eksik olduğu gibi. Erkekle kadın birbirlerinin eksiklerini tamamlayan bir elmanın iki yarısı gibidirler. “Onlar (hanımlar) sizin için bir elbise; siz de onlar için bir elbisesiniz.”1563 Elbise, hem ayıplarımızı kapatan, bizi zarar verecek dış etkenlerden koruyan bir sığınak, hem de hoşa giden bir süs olduğu gibi, takvâ ile de ilişkilidir.1564 Demek ki, kocası olmayan kadın çıplak olduğu gibi, karısı olmayan adam da çıplaktır.
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...” 1565
“...Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde birtakım iyi davranışa dayalı hakları vardır. Ancak, erkekler için kadınlar üzerinde bir derece (âile reisliği) vardır. Allah azîzdir, hakîmdir.” 1566
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” 1567
“Ben, erkek olsun, kadın olsun -ki hepiniz birbirinizdensiniz- içinizden, amel eden/çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar. Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi yanında olandır.” 1568
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” 1569
“Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riâyet edememekten korkarsanız, beğendiğiniz (veya size helâl olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Adâletsizlik/haksızlık yapmaktan korkarsanız, bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz (câriyele) ile yetinin. Bu adâletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” 1570
“(Evlendiğiniz) Kadınlara mehirlerini gönül rızâsı ile (cömertçe) verin; eğer gönül hoşluğu ile o mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da âfiyetle yiyin.” 1571
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından, gerek çoğundan
1562] 4/Nisâ, 1
1563] 2/Bakara, 187
1564] Bk. 7/A’râf, 26
1565] 2/Bakara, 187
1566] 2/Bakara, 228
1567] 3/Âl-i İmrân, 14
1568] 3/Âl-i İmrân, 195
1569] 4/Nisâ, 1
1570] 4/Nisâ, 3
1571] 4/Nisâ, 4
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
belli bir hisse ayrılmıştır.” 1572
“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder. (Çocuklar) İkiden fazla kadın iseler ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız, bir kadınsa yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona vâris olmuş ise anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından daha yakın olduğunu bilemezsiniz. Bunlar Allah (tarafın)dan konmuş farzlar (paylar)dır. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.”1573 (İslâm’ın miras hukukunda paylar ile mükellefiyetler arasında dengeleme yolu tutulmuş, daha çok harcama yapmak mecbûriyetinde olanlara çok, daha az harcama yapanlara az hisse verilmiştir. İslâm âile hukukuna göre, evlenirken mehir verecek, düğün masrafı yapacak olan erkektir. Evlendikten sonra da gerek muhtaç olan yakın akrabasına ve gerekse eş ve çocuklarına bakacak, onlara yiyecek, giyecek, mesken gibi asgarî ihtiyaçları temin edecek yine erkektir. İşte bu sebepledir ki genellikle mirasta erkeklerin payı, kadınlarınkinin iki misli olmuştur.)
“Ey iman edenler! Kadınlara zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık bir edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de kadınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (bilin ki) Allah’ın, hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsiniz.”1574 (İslâm’dan önce Araplar kadına çok kötü muâmele ediyor, bu cümleden olarak kocası ölen kadını, adamın miras bıraktığı mal gibi telâkkî ediyorlar, kadın istemese bile onunla evlenme veya onu başkasıyla evlendirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar, kadını kullanarak maddî menfaat sağlama yoluna gidiyorlardı. Bu âyet, bütün bu haksızlıklara son vermiş, kadına lâyık olduğu hakları getirmiştir.)
“Eğer bir eşi bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine kantar kantar, yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, hiçbir şeyi geri almayın. Siz iftira ederek ve apaçık günah işleyerek onu geri alır mısınız? Vaktiyle siz birbirinizle haşir-neşir olduğunuz ve onlar sizden sağlam bir teminat almış olduğu halde onu nasıl geri alırsınız?” 1575
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”1576 (Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimata göre hareket etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâre ile yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimata itaat demektir. İdâre eden
1572] 4/Nisâ, 7
1573] 4/Nisâ, 11
1574] 4/Nisâ, 19
1575] 4/Nisâ, 20-21
1576] 4/Nisâ, 34
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 393 -
veya edilen bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak şeklinde -ki, acı vermekten çok, psikolojik cezâ unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifade buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır.)
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 1577
“Erkek olsun, kadın olsun; her kim de mü’min olarak sâlih ameller/iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” 1578
“Senden kadınlar hakkında fetvâ istiyorlar. De ki: ‘Onlara âit hükmü size Allah açıklıyor: Kitab’da, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nikâhlamak istediğiniz yetim kadınlar hakkında, çaresiz çocuklar ve yetimlerin işleriyle meşgul olmanız hakkında adâleti yerine getirmeniz için size okunan âyetler (Allah’ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.” 1579
“Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında, onlara günah yoktur. Sulh (daima) hayırlıdır. Zaten nefislerde kıskançlık hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 1580
“Üzerine düşüp uğraşsanız da, kadınlar arasında âdil davranmaya güç yetiremezsiniz; bâri birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, günahtan sakınırsanız Allah şüphesiz çok bağışlayan ve merhamet edendir.” 1581
“Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir (diğerine muhtaç olmaktan kurtarır); Allah’ın lütfu geniş, hikmeti büyüktür.”1582 (Bütün tedbirlere rağmen evlilik yürümüyorsa, ev cehenneme dönmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehenneme katlanmak gerekmez; Allah nice kapılar açar.)
“Sizi bir tek nefisten yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da eşini (Havvâ’yı) yaratan O’dur. Eşini sarıp örtünce (onunla birleşince) hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Onu
1577] 4/Nisâ, 35
1578] 4/Nisâ, 124
1579] 4/Nisâ, 127
1580] 4/Nisâ, 128
1581] 4/Nisâ, 129
1582] 4/Nisâ, 130
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir müddet taşıdı. Hâmileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: ‘Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız’ diye duâ ettiler.” 1583
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri/dost ve yardımcılarıdır. İyiliği emreder, kötülükten men’ ederler; namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah azîzdir/dâima üstündür, hakîmdir/hüküm ve hikmet sahibidir.” 1584
“Nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şâhit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şâhitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.” 1585
“Nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâdında bulunanlar, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir. Dilleri, elleri ve ayaklarının, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şâhitlik edeceği bir günde onlar için çok büyük bir azap vardır.” 1586
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır...” 1587
“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih (iyi davranışlı) olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah onları kendi lutfu ile zenginleştirir. Allah (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” 1588
“Evlenme imkânı bulamayanlar ise, Allah lutfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar...” 1589
“Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.” 1590
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” 1591
“(Allah’ın emrine uyan) Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar,mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâata devam eden erkekler ve tâata devam eden kadınlar, (niyet, söz ve hareketlerinde) doğru erkekler ve doğru kadınlar, mütevâzi erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, (tesbîh, tahmîd,
1583] 7/A’râf, 189
1584] 9/Tevbe, 71
1585] 24/Nûr, 4
1586] 24/Nûr, 23-24
1587] 24/Nûr, 26
1588] 24/Nûr, 32
1589] 24/Nûr; 33
1590] 30/Rûm, 21
1591] 33/Ahzâb, 32-34
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 395 -
tehlîl, tekbir, Kur’an tilâveti ve ilimle) Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar; (işte) Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” 1592
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 1593
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1594
“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan biri müjdelenince hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip savaş edemeyecek olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” 1595
“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-, beğenip hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet ediyorlar.”1596 (Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’ diyorlardı. Hâlbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Nitekim, bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına karşı takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” 1597
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda (...) her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” 1598
“Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların mü’min kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 1599
“Ey Peygamber! Mü’min kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir
1592] 33/Ahzâb, 35
1593] 33/Ahzâb, 36
1594] 33/Ahzâb, 59
1595] 43/Zuhruf, 16-19
1596] 16/Nahl, 57
1597] 16/Nahl, 58-59
1598] 81/Tekvîr, 8-9, 14
1599] 60/Mümtehıne, 10
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iftirâ uydurup getirmemek, ma’rûfta/iyi iş işlemekte Sana karşı gelmemek husûsunda Sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”1600 (Biat şartları arasında sayılan, “elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurmama” tâbiri, gayri meşrû bir çocuk dünyaya getirip onu kocasına nisbet ederek iftirâ etmeme anlamına gelmektedir. Âyet, Mekke fethi günü nâzil olmuş, Hz. Peygamber, erkeklerden sonra kadınların biatini kabul etmiştir.)
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1601
“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi. Allah, iman edenlere de Fir’avn’un karısını misâl gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Fir’avn’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Irzını korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de Allah örnek gösterdi. Biz, ona rûhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.”1602 (Âyetlerde bahsedilenlerden Hz. Nûh’un karısı, kocasına inanmadığı ve Allah’a iman etmediği gibi kavmine kocasının mecnun olduğunu söylerdi. Hz. Lût’un karısı da, kâfirdi ve kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz de duman çıkararak haber verirdi. İkisi de lâyık oldukları cezâya çarptırıldılar. Firavun’un karısı Âsiye, Allah’a ve Hz. Mûsâ’ya iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavun, onu ellerinden ve ayaklarından dört kazığa bağlamış, göğsüne kocaman bir taş koymuş, öylece yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence ânında, zikredilen duâyı yaparken rûhu kabzedilmiştir.)
Hadis-i Şeriflerde Âile ve Eşlerin Geçimi
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” 1603
“Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.” “Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.” 1604
“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.” 1605
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” 1606
“Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım.” 1607
1600] 60/Mümtehıne, 12
1601] 64/Teğâbün, 14
1602] 66/Tahrîm, 10-12
1603] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329
1604] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
1605] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
1606] Müslim, Birr 149
1607] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 397 -
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır.” 1608
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 1609
“... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.” 1610
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” 1611
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. 1612
“Mü’min, Allah korkusundan ve O’na itaatten sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada nâmusunu ve malını korur.” 1613
“Dünya bir metâ’dır/geçimdir. Dünya metâının en hayırlısı sâliha bir kadındır.” 1614
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” 1615
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” 1616
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün bebeği kılınan namaz.” 1617
“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” 1618
“Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa benden
1608] Nesâî, Işretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
1609] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
1610] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
1611] Tirmizî, Birr 13
1612] Kütüb-i Sitte, 15/515
1613] İbn Mâce, Nikâh, 5
1614] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
1615] Ahmed bin Hanbel, I/191
1616] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
1617] Müslim, Talâk 31, 34
1618] Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir. Evleniniz, çoğalınız; ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim...” 1619
“Sizden birinizin evliliğinde sadaka sevabı vardır” 1620
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” 1621
“Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.” 1622
“Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir.” 1623
“Dul kadın hakkında velinin yapabileceği bir iş yoktur.”1624
“Bâkire kız, kendisi hakkında velisinden daha fazla hak sahibidir.” 1625
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır.” 1626
“Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.” 1627
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.”1628 âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. 1629
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde davranın.” 1630
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 1631
1619] İbn Mâce, Nikâh 1
1620] Müslim, Zekât 52; Ebû Dâvud, Tatavvû’ 12, Edeb, 160; Ahmed bin Hanbel, V/167, 168
1621] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
1622] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
1623] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
1624] Ebû Dâvud, Nikâh, 25; Ahmed bin Hanbel, I/334
1625] Ebû Dâvud” Nikâh, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; İbn Mâce, Nikâh, 11; Dârimî, Nikâh,13
1626] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
1627] Buhârî, İkrâh 4
1628] 4/Nisâ, 35
1629] Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-
1630] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12
1631] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 399 -
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” 1632
“...Sizden biri hangi düşünceyle hanımını köle dövercesine dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” 1633
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” 1634
“Sizin en hayırlınız, ehline karşı en iyi davrananızdır. Ben âileme en iyi olanınızım.” 1635
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır.” 1636
“Uğursuzluk yoktur. Ancak üç şeyde uğur olabilir: Kadında, atta, evde.” 1637
“Kadınlar, erkeklerin kızkardeşleridir.” 1638
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 1639
“... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.” 1640
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” 1641
“Dünya bir metâ’dır. Dünya metâının en hayırlısı sâliha kadındır.” 1642
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” 1643
“Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” 1644
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız,
1632] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
1633] Buhârî, Tefsir Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet, h. no: 2855; Tirmizî, Tefsir, h. no: 3340
1634] Müslim, Birr 149
1635] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 214
1636] Nesâî, Işretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
1637] Kütüb-i Sitte, c. 17, s. 218
1638] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329
1639] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
1640] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
1641] Tirmizî, Birr 13
1642] Müslim, Radâ 64, hadis no: 1467; Nesâî, Nikâh 15
1643] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469
1644] Ahmed bin Hanbel, I/191
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” 1645
“Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadın ve gözümün bebeği kılınan namaz.” 1646
“Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nûru ise namazda kılındı.” 1647
“Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?” 1648
Ümmü Atiyye (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte yedi ayrı gazveye çıktım. Ordugâhlarda ben geride kalır, askerlere yemek yapar, yaralıları tedâvi eder, hastalara bakardım.” 1649
İbn Abbâs (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kadınları gazveye götürürdü. Onlar yaralıları tedâvi ederlerdi. Kendilerine de ganimetten bir şeyler verilirdi...” 1650
“Hz. Peygamber, savaşa veya sefere giderken kur’a ile hanımlarından birisini beraberinde götürürdü.” 1651
“Peygamber zamanında kadınlar da erkeklerle beraber savaşa katılıp geri hizmetlerde çalışırlardı. Uhud Savaşında müslümanlar kayıp verince Peygamber’in zevcesi Âişe ile Ümmü Süleym, paçalarını sıvamış ve sırtlarında kırba kırba su taşıyarak savaşanların ağızlarına dökmüşlerdi.” 1652
Muavviz kızı Rubeyyi’ şöyle der: “Biz, Peygamber (s.a.s.) ile birlikte savaşa gider, askerlere su verir, yaralıları tedâvi eder, Medine’ye taşırdık.”
“Bâkire kızla, (evlendirilmezden önce) babası müşâvere etmelidir.” 1653
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalıdır.” 1654
“Rasûlullah (s.a.s.), kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen bazı nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.” 1655
“Üç kişi vardır, cennete girmeyecektir: Anne babasının hukukuna riâyet etmeyen kimse; içki düşkünü olan kimse; verdiğini başa kakan kimse.” 1656
İmam Mâlik’e ulaştığına göre, Hz. Ali (r.a.): “Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem
1645] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
1646] Müslim, Talâk 31, 34
1647] Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1
1648] Buhârî, Tefsîr Şems 1, Enbiyâ 17, Nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49, hadis no: 2855; İbn Mâce, Nikâh 512; Tirmizî, Tefsîr 3340
1649] Müslim, Cihâd 142, hadis no: 1812
1650] Müslim, Cihad 137, hadis no: 1812; Tirmizî, Siyer 8; Ebû Dâvud, Cihad 152
1651] Buhârî, Cihad 1071
1652] Buhârî, Cihad, 1074, Meğâzî 18; Müslim, Cihad 136
1653] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
1654] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
1655] Buhârî, İkrâh 4
1656] Nesâî, Zekât 69
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 401 -
gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur.” 1657 âyetinde temas edilen iki hakem hakkında “karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları, bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır” diye beyanda bulunmuştur. 1658
“Kadınların yanına girmekten sakının!” Ensârdan bir zât: “Yâ Rasûlallah! Kayına ne buyurursun?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: “Kayın birader ölümdür.” 1659
“Kadınlara hayırhah olun, onlara karşı hayır tavsiye ediyorum... Onlara hayırlı şekilde davranın.” 1660
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda yaşamasına yardımcı olan kadındır.” 1661
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.” 1662
“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 1663
“Cennet annelerin ayakları altındadır.” 1664
“Allah size, annelerinize itaatsizliği... haram kıldı.” 1665
Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, iyi davranış ve hoş sohbette bulunmama en çok kim hak sahibidir? Güzel geçinmeme, güzel bakmama en lâyık olan kimdir?’ diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Annen!” diye cevap verdi. Adam: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar: ‘Sonra kim?’ dedi. Rasûlullah yine: “Annen!” diye cevap verdi. Adam tekrar sordu: ‘Sonra kim?’ Rasûlullah bu dördüncüyü: “Baban!” diye cevapladı. 1666
“Allah’a yemin ederim ki, eğer annene yumuşak ve güzel söz söylersen, ona yemek yedirirsen, büyük günahlardan sakındıkça, muhakkak cennete girersin.” 1667
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 1668
1657] 4/Nisâ, 35
1658] Muvattâ, Talâk 72 -2, 584-
1659] Müslim, Selâm 20, hadis no: 2172
1660] Buhârî, Nikâh 79, Enbiyâ 1, Edeb 31, 85, Rikak 23; Müslim, Radâ 65, hadis no: 1468; Tirmizî, Talâk 12
1661] Tirmizî, Birr 13
1662] Müslim, Birr 149
1663] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
1664] Ahmed bin Hanbel, Nesâî, İbn Mâce; Keşfu’l-Hafâ, hadis no: 1078
1665] Buhârî, Edeb 4
1666] Buhârî, Edeb 2; Müslim, Birr 1
1667] Buhârî, Edebu’l-Müfred Terc. 1/12
1668] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü!, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terk etmemen.” 1669
“Kim kız çocuklarla sınanır (kime kız çocuğu verilir) de onlara güzel bakarsa onlar, onun için ateşe karşı koruyucu perde olurlar.” 1670
“Kim iki kıza bakıp ergenlik çağına kadar, onları yetiştirirse, Kıyâmet gününde o, benimle şöyle olur.” (Peygamber, böyle deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir.) 1671
“Kimin üç kızı yahut üç kızkardeşi veya iki kızı ya da iki kızkardeşi olur da onlara güzel bakar, onlar hakkında Allah’tan korkar (onlara haksızlık etmez)se, onun için cennet vardır.” 1672
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” 1673
Cerîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!” buyurdu.” 1674
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali’ye (r.a.) buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.” 1675
“Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.” 1676
“Kadını olmayan erkek miskindir/fakirdir!” Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Rasûlullah: “Evet, çokça malı olsa da!” buyurdu. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskînedir, miskînedir/fakirdir” buyurdular. Yanındakiler: “Çokça malı olsa da mı?” dediler. Peygamberimiz: “Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdu. 1677
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ebû Süfyan’ın karısı Hind, (bir gün gelerek) “Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Ebû Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor. (Ne yapayım?)” Rasûlullah (s.a.s.): “Örfe göre sana ve çocuğuna kifâyet edecek miktarda al!” buyurdular.” 1678
“Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz.” 1679
1669] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
1670] Feyzu’l-Kadîr, II/97
1671] Feyzu’l-Kadîr, III/496
1672] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9
1673] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
1674] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
1675] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud nikâh 44
1676] Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 53, hadis no: 1466; Ebû Dâvud, Nikâh 2, hadis no: 2047; Nesâî, Nikâh 13
1677] Kütüb-i Sitte, 15/515
1678] Buhârî, Büyû’ 95, Mezâlim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eymân 3, Ahkâm 14, 180; Müslim, Akdiye 7, hadis no: 1714; Ebû Dâvud, Büyû’ 81, hadis no: 3532; Nesâî, Kudât 30
1679] Buhârî, Cum’a 13; Müslim, Salât 36; Ebû Dâvud, Salât 13, 52; Tirmizî, Cum’a 64; Dârimî, Salât 57; Muvattâ, Kıble 12; Ahmed bin Hanbel, II/16, V/17
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 403 -
“Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın (izin versin).” 1680
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.)’a dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden (istifâde husûsunda) erkekler bize gâlip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!” Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine onlara bir gün verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara söyledikleri arasında şu da vardı: “Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!” Bir kadın sormuştu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse?” “İki de olsa!” buyurdu.” 1681
“Kadınlara karşı hayırhah olun. Çünkü onlar sizin yanınızda esirler gibidirler. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahâne aramayın. Bilesiniz, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 1682
Açıklama: 1- Bu hadis karı-koca arasındaki karşılıklı hak ve vazifeleri tesbitte temel nasslardan biridir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın Vedâ hutbesinden bir parçadır. Tirmizî’deki aslı çok daha uzundur. Burada şunu hatırlatmamızda fayda var: Bu hadîs, İslâm’ın insanlık tarihinde icra ettiği büyük inkılablardan birine temas etmektedir: “Kadın hakları” Kadın hakkı mefhumu sadece cahiliye Araplarına yabancı bir mefhum değildir. Yakın zamana kadar Batı dünyası dahil, bütün insanlığın meçhûlü idi. İlk defa İslâm, kadının da hukukundan bahsetmiş, erkekle hukukî eşitliğe yükseltmiştir. Hz. Ömer der ki: “(Câhiliye devrinde) Allah’ın kadınlar hakkında koyduğu hükümler gelinceye kadar biz onlara hiçbir değer atfetmezdik.”
2- Hadîsteki istîsa vasiyet kabul etmek mânasına gelir. Yani Rasûlullah şöyle demiş olmaktadır: “Ben kadınlar hakkında hayır tavsiye ediyorum, siz onlar hakkındaki bu tavsiyemi kabul edin.” Bazı âlimler: “Kadınlar hakkında kendinizden hayır arayın” veya: “Biriniz diğerinizden kadınlar hakkında hayır talep etsin” şeklinde anlamanın da uygun olacağını söylemiştir.
3- Hadisin müteakip kısmı şu mânada anlaşılmıştır: “Siz kadınlar hakkında, bu hayırhahlık dışında başka bir davranışa yetkili değilsiniz, onlara kötü davranma hakkına sâhip değilsiniz, yeter ki çirkin bir iş yapmasınlar...”
Şu halde onlara kötü davranma hakkı, onların “çirkin iş” yapmalarıyla doğuyor. Çirkin bir iş yapmadıkları müddetçe erkek kötü davranma hakkına sahip değildir. Kötü davranırsa hakkı olmayan bir iş, yani zulüm yapmış olur. Bunun Allah katında mes’uliyeti vardır. Çirkin iş nedir? Âyette nüşûz diye geçen kelime hadiste fâhişe diye gelmiştir. Hatta bu hadîsi, mezkur âyetin tefsiri olarak bile görmemiz mümkündür. en-Nihâye’ye göre, fuhş, fevahiş, fâhişe Allah’a isyan ve
1680] Buhârî, Cum’a 12, Ezân 162, 166, Nikâh 116; Müslim, Salât 134; Ebû Dâvud, Salât 53; Tirmizî, Salât 400; Muvattâ, Kıble 12
1681] Buhârî, İlim 36, Cenâiz 6, İ’tisâm 9; Müslim, Birr 152, hadis no: 2633
1682] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, h. no: 3087
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günah nev’inden işlenen fiillerin pek çirkinlerine denir. Bunların en çirkini zinâ olduğu için çoğunlukla fâhişe, zinâ mânasında kullanılır. Hattâ dilimizde fuhş deyince nerdeyse zinâyı, fahişe deyince de zâniyeyi kastederiz. Fâhiş bir hata, fâhiş bir fiyat dediğimiz zaman kelimeyi aslî mânasında kullanmış oluruz. Şu halde hadiste geçen fâhişe, mübeyyine, “pek açık olay çirkinlik” diye anlaşılmalıdır. Hadiste kastedilen şey de, gerek sözle, gerekse fiille işlenen her çeşit çirkinlikler, ahlâksızlıklar olmalıdır. Bu tâbiri “zinâ” olarak anlamak mümkün değildir.
4- Yatakta yalnız bırakmayı, İbn Abbâs (r. Anhumâ) “yatakta sırtını dönüp konuşmamaktır” diye tefsir etmiştir. Ancak “Bir başka yatağa geçmek” diye tefsir eden de olmuştur.
5- Şiddetli olmayan dövme mevzuunda Nevevî şu açıklamayı sunar: “Şiddetli dövme (darb-ı müberrih) şiddetli, ağır dövmedir. Hadis buna izin vermiyor. Hadisin mânâsı: “Kadınları şiddetli ve ağır olmaksızın dövün” demektir.” Berh, meşakkat demektir. Gayr-ı müberrih tabiri dilimizde umumiyetle yaralayıcı olmaksızın diye tercüme edilmiştir. Ancak, kelimenin aslı yara’dan ziyade, meşakkati, fazla acı’yı ifâde etmektedir. Rasûlullah , “Size itaat ederlerse aşırı gitmeyin” buyurarak, “kendilerinden istenen hususlara riâyet etmeleri hâlinde, zulmen yataklarını ayırmak, dövmek gibi muamelelerde bulunmayın, kötü davranmaya bahâne aramayın” demek istemiştir.
6- Erkeğin kadın üzerindeki hakkı olarak zikredilen “yatağı, istenmeyene çiğnetmemesi” tabirini Nevevi şöyle açıklar: “Bunun mânası, evlerinize girip oturmalarını istemediğiniz kimselerden hiçbirine bu hususta müsaade etmemeleridir. Bunun yabancı bir erkek olması ile, kadının akrabalarından bir kadın olması arasında fark yoktur. Yasak bunların hepsine şâmildir.” 1683
Hakîm İbn Mu’âviye babasından naklediyor: “Ey Allah’ın Rasûlü! dedim, bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” Şöyle buyurdu: “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” 1684
Açıklama: 1- Daha önce kaydedilen hadisteki dövme ruhsatına burada bir kayıt zikredilmektedir: Başa vurmamak. Rasûlullah; kadın, dayağı hak etse bile, başına vurulmamasını, onun haklarından biri olarak zikretmektedir. Âlimler, te’dib sırasında başa vurmaktan kaçınmanın vâcib olduğunu belirtirler.
2- Takbih etmek, kötü söz söylemek mânasında anlaşılmalıdır. Yani her çeşit rencide edici sözler... Hakaret etmek, sebbetmek, ayıplamak, bedduâ etmek, lanetlemek vs. Bütün bunları İslâm yasaklamıştır. Erkek, hanımına karşı rencide edici sözlere dilini alıştıracak olursa, kadın da dayanamayıp mukabele etti mi dirlik kalmaz. Bu çeşit küçük görülen davranışlar, âile huzurunu bozup, boşanmaya kadar götürebilir. Hâlbuki boşanma, gerek erkek, gerek kadın ve gerekçe çocuklar için büyük bir yıkım ve şekâvettir.
3- Evin içi hâriç onu terketmemek tâbiri, yine önceki hadiste geçen “yatakta terketme”nin açıklanması mâhiyetindedir. Kadını yatakta terketmek, bir başka eve, bir başka mahal ve hatta şehre gitmek şeklinde de gerçekleşebilir. Ancak
1683] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 10/78-79
1684] Ebû Dâvud, Nikâh 42, h. no: 2142, 2143, 2144
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 405 -
Rasûlullah (s.a.s.), o ihtimale binâen meseleye açıklık getirmiştir. Kadın yatakta terk’le cezâlandırılacaksa bu müştereken yaşanan meskenin içerisinde cereyân etmelidir. Aynı ev içerisinde bir başka odaya veya aynı oda içerisinde bir başka yatağa geçme şeklinde olabilir. Ne kadını evden uzaklaştırmak, ne de erkek, evi terketmek şeklinde bir “yatakta ayırma cezâsı” İslâmî değildir. Esasen Tercümân’ül-Kur’an olan İbnu Abbâs’ın (r.a.) bunu “aynı yatakta kadına arkasını dönüp konuşmamak” şeklinde açıkladığını önceki hadiste kaydetmiştik. 1685
Âilede Sağlıklı İletişim
Sağlıklı âile, iki tam insanın kurduğu sağlıklı ilişki üzerinde yükselir. Kendi kişiliğini bütünüyle gerçekleştirememiş yarım insanlar, sağlıklı bir âile oluşturamazlar. Eksik kişiliklerin yetiştirdikleri çocuklar da eksik ve yarım kişilikli olacaktır. Çünkü ana-baba âilenin mimarıdırlar. Onların kişilikleri, şahsiyetleri, zaafları ve meziyetleri ister istemez âileyi etkiler.
Bu anlamda kâmil insanlar Allah karşısındaki acziyetlerinin en fazla farkına varan insanlardır. Böyle bir insan, kendi kusurlarını itiraf etmeyi, onları yok saymamayı, özeleştiriyi bir “tevbe” gibi görmeyi bilir. Dolayısıyla kusursuz dost, kusursuz eş, kusursuz evlât aramaz ve insanların hatalarını gördüğünde sanki kendisi tümden hatasızmış gibi mahkûm etme ve süpürme yoluna gitmez. Eşine, âilesine, çocuklarına bir kumarbaz mantığıyla, yani “ya hep ya hiç” anlayışıyla yaklaşmaz. Doğal olarak, insanî birlikteliklerinin sonucunun kumarın sonucu gibi ütmek ve ütülmek gibi kesin ve keskin olmadığını bilir.
Âileyi bir sistem üzerine kurun. Nizamsız ve intizamsız hiçbir sosyal yapı sağlıklı olmaz. Özellikle en büyük nizama âşık olanların nizamsız ve intizamsız olmaları düşünülemez.
Bir âile sisteminin temel ihtiyaçları şunlardır:
Varlığın tanınması,
Değer duygusu,
Emniyet duygusu,
Sorumluluk duygusu,
Paylaşma ve dayanışma duygusu,
Mücâdele duygusu,
Mutluluk duygusu,
Ahlâkî davranış ve adâlet duygusu,
Saf ve temiz bir iman.
Varlığın Tanınması: Bir âilede var olan her bireyin varlığı bağımsız bir şahsiyet olarak tanınmalıdır. Bunun zıddı fark edilmezlik ve aldırmazlıktır. Bir âile fark etmediği, varlığına aldırmadığı bir bireyini ölüme mahkûm ediyor demektir. Çünkü kimi zaman fark edilmemek ölümden de beterdir. Âilede varlığı fark edilmeyen bireyler, sürekli sorun çıkararak, hatta âilenin baş belâlısı olarak varlıklarını
1685] İ. Canan, a.g.e., 10/80
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorla fark ettirme yoluna gidebilirler ya da ömür boyu silik, kimliksiz, kişiliksiz ve pısırık bir tip olarak toplumda “yok gib” hükmünde olurlar.
Değer Duygusu: Her insan bir dünyâdır ve kendi başına bir değeri vardır. Âile içerisinde her birey “benim değerim yok” derse, o fert âile dışında kendisine ilk değer veren kişiye tüm varlığını teslim edecek ve âile, bir ferdini, hem de vahim yaralar açan bir biçimde yitirecektir. Evden kaçmalar, ilk gördüğünde delicesine vurulmalar, ayağı dışarıda olmalar, çoğu zaman âilede ihmal edilen bir duygunun eksikliğinden kaynaklanır.
Emniyet/Güven Duygusu: Âile fertleri âile içerisinde kendilerini güvende hissetmelidir. Eğer âile bireyleri âile içerisinde güvende oldukları kanaatine sahip olmazlarsa, kendilerini güvende hissedecekleri daha başkalarını tercih ederler ve bu da âilenin parçalanmasını getirir. Güven duygusunun inançla çok yakın bir irtibâtı vardır. İnanç insana hem güven verir, hem de başkalarının ona güven duymasını sağlar.
Sorumluluk Duygusu: Âilede sorumluluk duygusunu öğreten başöğretmen babadır. Baba, öncelikle kocalık duygusunu yerine getirerek eşine örnek olmak durumundadır. Ana-baba arasındaki karı-koca sorumluluğu temeline dayalı ilişki, çocuklara da sirâyet edecek, birbirlerine karşı sorumluluk duygusu taşıyan eşler, çocuklarına karşı ana-babalık sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanmayacaklardır. Âilenin her ferdi iyi bilmelidir ki, her hak bir sorumluluk getirir. Sorumluluğunu yerine getirmeyenin hakkını kullanmaya kalkması sözkonusu olamaz. “Hakkım var” sözü “sorumluluğum var” sözüyle yan yana telaffuz edilmelidir. Âilede çocukların da kendi yaşlarına göre sorumluluğu vardır ve sorumluluk terbiyesi daha çocuk doğar doğmaz başlar.
Paylaşma ve Dayanışma Duygusu: Âile içerisinde paylaşma ve dayanışma duygusu varsa, âile bireylerinin hayat içerisinde karışlaştıkları tüm zorlukları, âileyle birlikte aşacaklarına olan inançları pekişir. Bu da âileyi birbirine kenetler ve daha çok fedâkârlık yaparak zor zamanlar için yatırım yapmalarını sağlar. Paylaşan bir âilede yetişen birey, başkalarıyla da paylaşmasını bilir ve daha da önemlisi kendi kuracağı yuvaya paylaşma ve dayanışma duygusunu kolayca taşır. Bu duygudan mahrum âilelerde yetişen bireyler hayatta bencil, yalnız, cimri, sorumsuz ve içe dönük olurlar.
Mücâdele Duygusu: Akıllı bir âile yönetimi, mahrûmiyeti nimete dönüştürmeyi bilir. Evet, mahrûmiyet nimettir. Çünkü o âilede bulunan bireyler -özellikle de çocuklar- hayatın acı, keder ve sıkıntılarına karşı mücâdele etmeyi bu sâyede öğrenirler. İyi bir ana-baba, çocuğuna hiç sıkıntı tattırmayan ana-baba değildir; aksine çocuğuna hayatta karşılaşabileceği zorluklara karşı direnmeyi, yani sabrı ve mücâdeleyi öğretendir. En ufak sıkıntıda çocuklarının yardımına koşan ana-baba, sürekli başkalarından medet uman, kendi imkânlarını hiç kullanmayan; beceri ve kabiliyetine güvenmeyen marazî bir tip yetiştirmiş olurlar.
Mutluluk Duygusu: Âile mutluluk ocağı olmalıdır. Eşler birbirlerine verdikleri değer, sevgi ve saygıyla mutluluğun ağacını dikmeli, çocuklar da bu mutluluğun meyveleri olmalıdır.
Çocukların varlıkları, sağlıkları, başarıları, bu meyvenin çekirdeğinin tekrar fidana dönüşmesi anlamına gelir. Şu iyi bilinmeli ki mutlu olmayan eşler, mutlu
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 407 -
çocuklar yetiştiremezler. Fakat her şeyden önce saâdetin kaynağının Allah olduğu bilinmeli ve o kaynağa ulaşan kanallar sürekli açık tutulmalıdır. Böyle bir âile fosilin elmasa dönüşmesine benzer bir biçimde, acılarını ve sıkıntılarını dahi mutluluğa dönüştürmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır.
Ahlâkî Davranış ve Adâlet Duygusu: Ahlâkî davranış kurallarını çiğneyen bir âilenin, değil mutlu bir âile olması, varlığını sürdürmesi dahi mümkün değildir. Ahlâkî davranışın kaynağı insanlık tarihi boyunca din olmuştur. Çünkü yalnızca din, bir vicdan oluşturur; ideolojilerin vicdan oluşturduğu görülmemiştir. İslâm’ı en geniş anlamıyla insanlığın değişmez değerler bütününe verilen ad olarak tanımlarsak, ahlâkî davranışı oa su değerlerin kendisi olarak algılamamız gerekecektir. Ahlâkî davranış imandan ayrı düşünülemez.
Saf ve Temiz Bir İman: Allah demek anlam demektir. Allah’sız bir hayat anlamsız bir hayattır. Hayatına bir anlam katamayan bireyin, âile oluşturmak gibi sorumluluk gerektiren bir yükün altına girmesi, dahası bu yükü sonuna kadar götürmesi çok zordur. Allah’a iman, tevhid inancının birinci basamağıdır. Tevhid inancı, var olan hiçbir şeyin Allah’tan bağımsız olmadığına inanmaktır. Bu inanca göre her şeyin bir yeri, görevi, sorumluluğu ve hikmeti vardır. İnsan kendi kendisine “ben kimim, nereden gelip nereye gidiyorum, niçim varım, ne olacağım?” gibi temel varlık sorularını sorabilen tek yaratıktır. Bir fare için peynir sadece peynirdir; ancak bir insan için peynir hiçbir zaman sadece peynir değildir, olmamalıdır. İnsanı fareden ayıran, insanın o peynirin oraya “niçin, nasıl” konulmuş olduğu, “amaç ve nedeni” gibi soruları sorabilmesidir. İşte, âilede bu imanın yerleşebilmesi âilenin temeli olan ana-babanın böylesine bir inancı âilede hâkim kılmaları ile mümkündür.
Sağlıksız Kurallar Sağlıksız Âileyi Doğurur
Sağlıksız âilede kurallar, açık-seçik ve âile bireylerinin özellikleri, talepleri, yaratılışları ve ihtiyaçları gözönünde bulundurularak konulmaz. Sağlıksız âilenin kuralları komünist ve faşist gibi despotik devletlerin gizli anayasalarına benzer; telaffuz edilmez, lâkin zorakî uygulanır, uygulanmadığı zaman âile bireyleri başlarına neyin geleceğini bilirler.
Bu tip âilelerin birinci kuralı, her şeyin gözaltında olmasıdır. Âile reisi Gestapo Şefi edâsı içerisinde âlienin tüm bireylerinin aldığı tüm nefesleri sayar ve onların üzerinde “her an gözleniyoruz” izlenimi bırakırlar. Tabii ki âilenin tüm bireylerini olabilecek her türlü tehlikeden ve ileriki zaman ve farklı boyutlarda karşılaşabilecekleri tüm tehlikelere karşı korumak, kollamak ve gözetlemek âile reisinin en tabiî hakkı ve görevidir. Böyle bir âilede ev kışla, âile reisi bir komutan, âile bir müfreze, âilenin bireyleri de birer emir eridirler. Her şey komutla yapılır (haydi sofraya! Yat yatağına! gibi). Her şeyin “kullanma tâlimâtı” vardır, denetim ve teftişlerde kusuru görülen karavana cezâsından beter cezâlara çarptırılabilir. Âileyi oluşturan bireylerin irâdelerini kullanmalarına disiplin suçu gözüyle bakılır, onların düşüncelerini dile getirmeleri hayra alâmet sayılmaz. Âile bireylerinin görüşlerine başvurulduğu görülmez.
Bu tür âile bireyi, öğrenim, askerlik, iş vb. gerekçelerle âileyi terk ettiğinde ele-avuca sığmaz, zaptedilmez biri olup çıkar ve âiledeki tüm yasakların acısını çıkarırcasına büyük bir doyumsuzlukla, yapmaması gereken şeyleri yapmaya,
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
girmemesi gereken kimliklere girmeye, almaması gereken şekilleri almaya başlar. O artık boşanmış bir zemberektir; nerede duracağı belli olmaz. Dengesiz denetim ters tepmiş ve bu kez ortaya asla denetlenemeyen biri çıkmıştır.
Sağlıksız âilede herkes birbirine güvenirmiş gibi yapar, lâkin bu göstermelik ve yüzeysel bir güvendir. Bunun altını kazıdığınızda derin bir güvensizliğin hâkim olduğunu dehşetle görürsünüz. Eşler biraz deşildiğinde, birbirlerinin ardından “hımmm!” yaparak, kinâyeli kinâyeli güvenmediklerini îmâ ederler. Bunu bazen birbirlerinin gıyâbında açıkça dile getirirler, lâkin yüz yüze gelince aksiymiş gibi davranırlar. Böyle bir âilede yetişen çocuk güvene dayalı bir ilişki görmediği için kendisi de gelecek hayatında güvene dayalı ilişki kurmakta zorlanır. Kendisinin elinden tutmak isteyenlerin ise, mutlaka bir artniyetlerinin olduğunu düşünür, öyle ya kendisi âilesinde böyle bir ilişkiye hiç şâhit olmamıştır.
Eşler Arası İlişki
Sağlıklı bir âile için karı-koca ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak gerekir. Sağlıklı bir âilenin temeli karı-koca arasındaki sağlıklı ilişkiyle mümkündür. Çocukların gelişmesi için gerekli olan sağlıklı sosyal yapı, ancak böyle bir âilede ortaya çıkar.
Sağlıklı bir ilişki içine giren tarafların ilk uyması gereken kural, karşılıklı birbirlerini değerli görmek ve kabullenmek, bununla birlikte iletişim ve etkileşim kanallarını sonuna kadar açık bulundurmaktır.
Bir: Uzun vâdeli ve kalıcı mutlulukları, kısa vâdeli ve geçici mutluluklara fedâ etmeyin.
İki: Âileyi oluşturan bireyler olarak, kendi tavır, davranış ve düşüncelerinizden kendinizi sorumlu tutun.
Üç: Âile içerisinde doğru bildiklerinizi doğru bir üslûpla ve doğru zamanı kollayarak söyleyin.
Dört: Âiledeki mânevî atmosferi zenginleştirmeyi bencilce istek ve arzulardan önde tutun. Bunun verdiği iç huzuru ve dinginliği çok geçmeden tüm âile fertlerinin fark ettiğini hayretle göreceksiniz.
Eşler arası ilişki, aşağıdaki 10 madde ile değerlendirilir ve eksiklik varsa giderilir:
1. İnsan-insan ilişkisi,
2. Din kardeşliği ilişkisi,
3. Sevgili ilişkisi,
4. Bedenî-cinsî ilişki,
5. Akrabâ ilişkisi,
6. Dost ilişkisi,
7. Arkadaş ilişkisi,
8. Sırdaş ilişkisi,
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 409 -
9. Yoldaş ilişkisi,
10. Kader birliği ilişkisi.
İnsan-İnsan İlişkisi: Bu ilişki türü, her insan için olduğu gibi eşler arasında da en temel ilişki türüdür. Evli çiftler her şeyden önce insandırlar. Şu temel espri hiç unutulmamalıdır. Evlilik kurumu, insanı insanlığa yabancılaştıran bir kurum değildir. Yabancılara karşı gösterilen asgarî insanî tavır ve davranışı en başta eşler birbirine karşı göstermekle yükümlüdür.
Din Kardeşliği İlişkisi: Evlilik din kardeşliğini iptal eden bir kurum değildir. Nikâh akdinin meşrû kıldığı alanlar dışında müslümanın müslümana yapması yasak olan şeyler iki din kardeşi olan eşler için de geçerlidir. Zulme engel olmak, iyiliği emretmek, alay etmemek, küçük görmemek, sevgi ve şefkat göstermek, iyilikle muâmele etmek gibi.
Sevgili İlişkisi: Sevgi evlilik binâsının çimentosudur. Bu ilişkinin kurulamadığı evlilikler zorakî birlikteliklerdir. Âile kuran eşler, âdetâ bir müddet sonra birbirlerinin yüreğine yük olmaya “birbirimize mecbûruz” tavrı takınmaya başlarlar. Âile kurumuna savaş açan zevkperestlerin eline koz veren bu tür evlilikler, ahlâksızlığın avukatlarına “evlilik aşkı öldürüyor” yalanını söyletmektedir.
Bedenî-Cinsî İlişki: Başka hiçbir ilişkiyi karı-koca ilişkisi kadar zenginleştiremeyecek olan ilişki türüdür. Bir evlilikteki sağlıklı cinsel hayat, eşler arası mutluluğun ödülüdür. Sağlıklı cinselliğin yaşanmadığı âilelerde çatışma ve huzursuzluklar kaçınılmazdır. Bu maddenin ihmalinden dolayı ortaya çıkan huzursuzluklar hep başka gerçekler altında servise sunulur ve gerçek ya gizlenir ya da çoğu zaman farkedilmez. Yanlış bir din ve çarpık bir ahlâk anlayışı verilerek râhip ve râhibeleştirilen kimi erkek ve kadınlar, evlendikten sonra en doğal ve meşrû bir münâsebet türü olan bu ilişkiyi, kendi doğallığı içinde gerçekleştirmekte hayli zorlandıkları görülmüştür.
Akrabâ İlişkisi: Bu, kan ve nesep yakınlığı ilişkisidir. Evliliğin ortak meyvesi olan çocuklar bu ilişki türünün imzasıdır. Eşler birbirleri için çocuklarının ana-babasıdır. Toprak tohumla birleşip sarmaş-dolaş olarak çocuk biciminde meyveye durmuştur. İki ayrı varlık, âdetâ çocukta tevhid olmuştur.
Dost İlişkisi: Evliliği kanatlandıran ve zenginleştiren bir ilişki türüdür. Herkes karı-koca olur, fakat her karı-koca birbirinin dostu olamaz. Bunu becerebilen eşler, evliliği taçlandırmanın yolunu bulmuşlar demektir. Eşler arasında bu tarz ilişkinin kurulması, evliliğin standartlarının üzerinde oluşunun bir işâretidir. Hz. Hatice ile Hz. Peygamber (s.a.s.) arasındaki ilişkide işte bu zenginliği görüyoruz.
Arkadaş İlişkisi: Eşler birbirleri için arkadaşlık açısından üç halde değerlendirilebilir:
1. Birbirleri için ya “hastalık” gibidirler; ki bu durumda birbirleriyle arkadaşlıkları zorakîdir. “Başa geldi bir kere” mantığıyla sürüklenen evlilikler buna örnektir.
2. Ya “ilâç” gibidirler; bu arkadaşlık türünde eşler birbirine lâzım oldukça sığınır, arkadaşlık yaparlar.
Ya da “gıda” gibi arkadaşlık ilişkisi; bu ilişki türü arkadaşlık ilişkilerinin en
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelişmişidir ve birbirlerini sürekli desteklerler. Gıda gibi arkadaşlık kuran eşler birbirlerinin yüreğine yük olmaz, yakıt olurlar.
Sırdaş İlişkisi: Bu ilişki insanı yalnızlıktan kurtarıp ona sırrını paylaşacak birini bulmuş olmanın iç huzurunu kazandırır. Her karı-koca birbirinin sırdaşı olmamakla, sırlarını açacak âile dışı bireyler aramaktadır. Bu da kimi zaman âile sırlarının ağızlarda sakız olmasına ve âilenin dağılmasına neden olmaktadır. Sırlarını birbiriyle paylaşamayan eşler daha başka neleri paylaşabilirler ki?
Yoldaş İlişkisi: Bu, dâvâ arkadaşlığı ilişkisidir, ki aynı amaç uğruna mücâdele vermek, aynı gâyeye koşmak demektir. Bu, eşler arasında duygu, düşünce ve eylem birliğinin gerçekleştiğinin göstergesidir. Bu sâyede âile gâyesiz değil; gâyeli bir âile olur ve o âilede yetişen çocuklar da, ideal sahibi çocuklar olurlar.
Kader Birliği İlişkisi: Aynı âkıbeti istemeleri, aynı istikbale yelken açmaları anlamına gelir. Kader birliği ilişkisi, dünya hayatıyla sınırlı olmayıp daha ötesine uzanan bir birlikteliği hedefler.
Sağlıklı İletişim
Bilinçli ve sağlıklı iletişim anlamlı hayata, anlamlı hayat da sâkin ve doyuma ulaşmış ruh halinin gelişmesine yol açar. Bunun için de özgür ortam şarttır. Özgür ortam içerisinde yapılan iletişim toplumsal sorunların çözümüne olduğu kadar, kişiler arası, özellikle âile içi sorunların çözümüne de katkıda bulunur.
Âilede sağlıklı iletişimin temel şartı üçtür:
1. Muhâtaba Saygı: Bu, insan-insan ilişkisinin olmazsa olmaz şartıdır. Saygı duymadığınız, varlığını kabullenmediğiniz, önem ve değer vermediğiniz hiç kimseye sağlıklı ve başarılı bir ilişki kuramazsınız. Nedense eşler, kimi kritik zamanlarda, birbirlerine insanlıkta eş ve dinde kardeş olduklarını unuturlar ve dışarıdan, tanımadıkları birine karşı gösterdikleri asgarî saygıyı birbirlerine karşı göstermekte cimri davranırlar.
2. Doğal Davranış: Bu, yapmacık ve sentetik davranışlardan uzak durmaktan, muhâtabınıza samimi ve dürüst davranmaktan geçer. Samimiyetsiz ve yapmacık davrananların ilişkisi, gerçek bir ilişki değil, sentetik bir ilişki olacaktır. Sentetik ilişkilerse sağlıksız ve her iki tarafı da aldatan çürük ilişkilerdir. Böylesine çürük insanî bir ilişki üzerine, değil bir âile, sıradan bir dostluk bile binâ edilemez.
3. Empati: Empatinin anlamı, kendimizi karşımızdakinin yerine koymaktır. Olaylara ve eşyaya bir de onun durduğu yerden bakmayı denemek, muhâtabımızı anlamanın en kestirme ve kesin yoludur. Mümkündür ki onun penceresinden farklı göründüğü için öyle davranmakta ya da öyle algılamaktadır. Eşler birbirlerini suçlayıp, yargılayıp, mahkûm edip, infâz etmeden önce mutlaka anlaşmazlık konusu olan şeye bir de karşı pencereden bakmayı denemeli ve kendisini muhâtabının yerine koyabilmelidir.
Âilede sağlıklı bir iletişim için kesinlikle şu dört soruya doğru cevap vermeniz gerekir:
1. Ne söyleyeceksiniz?
2. Ne zaman söyleyeceksiniz?
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 411 -
3. Nerede söyleyeceksiniz?
4. Nasıl söyleyeceksiniz?
Bir doğrunun sadece doğru olması yetmez, o doğrunun doğru bir zamanda, doğru bir yerde, doğru bir kişiye ve doğru bir üslûpla söylenmesi gerekir. Eğer bunlardan biri yanlış olursa, söylediğiniz doğrunun doğru olması etkili olmasına yetmediği gibi, sizin muhâtabınızla ilişki kurmanıza da yetmeyecektir.
Âile Hayatı ile İlgili Haramlar
Eşler Arasında İlişkide Haramlar:
a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme: Bazı dinler, eşler arası cinsî münâsebet konusunda ifrâta düşmüş, hayız halinde bile yaklaşmayı mubah kılmış, bazıları ise bu durumda yatak ve odaları ayırmaya kadar gitmişlerdir. İslâm, hayız ve lohusalık hallerinde yalnızca birleşmeyi haram kılmış, bunun dışında bir yasak koymamıştır.1686 Bu durumlarda birleşmenin tıbbî ve psikolojik sakıncaları bilim adamlarınca ta tesbit edilmiştir.
b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma: Dinî irşâdın önem verdiği husus, insanlara birleşmenin şekil ve tekniği üzerine bilgi vermek değil; fıtrat ve hedefe aykırı davranışları düzeltmektir. Bu cümleden olarak, şekil ile ilgili bir soru üzerine şu âyet nâzil olmuştur: “Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza istediğiniz gibi gelin.”1687 Bundan bir âyet önce “Allah’ın size buyurduğu yoldan yaklaşın” buyurulmuş, Peygamberimiz de “kadınlara anüslerinden (arkalarından) yaklaşmayın”1688 demiştir. Bu nasslara göre şekil/teknik konusunda bir sınırlama yoktur; ancak birleşme yolu tektir, bu da üremeyi mümkün kılacak yoldur.
c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma: Karı-koca arasındaki cinsî ilişkinin aralarında bir sır olarak kalması ve yatak odasında geçenlerin dışarıda anlatılmaması istenmiş, bu sırrı ifşâ edenlere “insanların kötüsü” ve “şeytan” denilmiştir. 1689
d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte, meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir’in ifâdesiyle Kur’ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı.1690 Rasûlullah’a azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah’ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifâde buyurdu. 1691
1686] 2/Bakara, 222
1687] 2/Bakara, 223
1688] Tirmizî, Tahâret 102, Radâ 12; Ahmed bin Hanbel, I/86; 6/305
1689] Buhârî, Nikâh 69; Müslim, Talâk 26
1690] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27
1691] Buhârî, Büyû’ 109; İbn Mâce, Nikâh 30
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu almak câiz olur.
e- Çocuğun haklarına riâyetsizlik: Çocuğun nafakası, bakımı, terbiyesi, tahsili, maddî yönleriyle babaya, mânevî yönleriyle ana ve babaya âit bir borçtur. Ana ve babanın çocukları arasında fark gözetmemesi, meşrû bir sebebe dayanmadan, birisine diğerinden fazla ayrıcalık göstermemesi gereklidir. Ana veya babanın sağlığında, hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermesi konusunda, Rasûl-i ekrem: “Çocuklarınıza eşit davranın, çocuklarınıza eşit davranın...” 1692
f- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik: Çocukların, ana ve babalarına sevgi ve saygı duymaları, ihsânla davranıp onlara karşı güzellik sergilemeleri, onların meşrû sözlerini dinlemeleri ve muhtaç oldukları zaman onlara bakmaları evlâtlık borçlarıdır. “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir; zira annesi onu, karnında güçlüklere göğüs gererek taşımış, onu acı çekerek doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.”1693; “Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı ‘öf!’ bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle.” 1694
İslâm’da kulun emrine itaat, bu emrin meşrû olmasına bağlıdır. Meselâ ana-baba evlâdını, Allah’a şirk koşmaya zorlasalar onlara itaat edilmez, fakat bu durumda bile onlara kötü söylemek câiz değildir.1695 Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “Size büyük günahların en büyük üçünü haber vereyim mi?” ‘Evet yâ Rasûlallah!’ “Allah’a şirk koşmak, ana babaya baş kaldırmak ve (yaslandığı yerden oturumuna gelerek) dikkat edin; yalan söz, yalan şâhidlik!” 1696
Doğum Kontrolü
Doğum Kontrolü; Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavramdır. Âile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak on dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa’da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, “gebeliği önleme metodları” üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dinî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi, ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol
1692] Ebû Dâvud, Büyû’ 83; Buhârî, Hibe 12-13;Müslim, Hibât 13
1693] 46/Ahkaf, 15
1694] 17/İsrâ, 23
1695] 31/Lokman, 14-15
1696] Buhârî, Edeb 6, Şehâdât 10; Müslim, İman 143, 144
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 413 -
yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.
İngiliz iktisat profesörü ve Anglikan rahibi Thomas Robert Malthus (1766-1834) 1803’te yayımladığı, “Nüfusun Toplumun Gelecekteki Gelişmesi Üstündeki Etkileri Konusunda Deneme” adlı eserinde; kıt kaynaklarla, sınırsız ve artan nüfusun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını düşünerek, insan nüfusunun artmasıyla kaynakların tükenebileceğini, bunu önlemek için çoğalmayı geçim kaynaklarına göre ayarlamak gerektiğini ve doğumu teşvik edici bütün tedbirlerden kaçınmak ve “fakirler yasası’’nı ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürdü ve cinsel perhizle doğum kontrolünü başlattı. O’na göre bu yasa, “bir başak veren toprağı iki başak verir duruma getirmeden” halkı çoğalmamaya teşvik ediyordu. Nüfus artışının işsizlik, düşük ücret, yani yoksulluk demek olduğunu fakirler öğrenmeliydi. Malthus’un bu fikirleri, kitabı yayınlandığı yıllarda rağbet görmesine rağmen, teoride kalmıştır. Ancak daha sonraları Yeni Malthusçuluk veya Malthusçuluk adı verilen doktrin ile bu teori, sadece cinsel istekleri önlemeyi öğütleyen bir teori olmaktan çıkarak, gebeliği önleyici tedbirler üzerinde durdu ve giderek uygulanır oldu. “Doğumun isteyerek kontrol altına alınması” diye tanımlanan Malthusçu doktrin, uzun süre ahlâka aykırı ve hatta şeytanca bir öğreti gözüyle bakılmasına ve tabiata aykırı olduğu öne sürülerek tanrı tanımazlarca da kötülenmesine, hayli gürültü koparan Annie Besant dâvâsına (1877) rağmen, sonunda İngiltere’de kesin olarak kabul edilmiştir. Bu akım, özellikle dinlerin büyük tepkisine yol açtı. En sert şekilde Katolikler ve Komünistlerce eleştirildi. Papalar ve rahipler, doğum kontrolünü Allah’ın işine karışmak şeklinde değerlendirdiler. Komünistler de, zenginlerin, servetlerini paylaşmamak için nüfusun çoğalmasını istemediklerinden bu hareketi başlattıklarını söylediler. 1798’de Amsterdam’da ilk klinik açıldı. Sonra bu hareket Birleşik Amerika’da genişleyerek yayıldı. İlk doğum klinikleri burada açıldı. (1916) Gebeliği önleyici her türlü tedbir ahlâkî sayıldı. Bu hareket de giderek dinle ilgisiz bir alan oluşturdu.
Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde “azl” metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahudiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. 1697
Türkiye’de 1967’de çıkarılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’a göre “nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları” şeklinde tarif edilmiştir. Bu husûsun gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanacağını belirten kanun maddesi, tıbbî zaruretler dışında gebeliğin sona erdirilemeyeceğini hükme bağlamıştır. Nüfus planlaması, fertlerin arzularına, karı-koca arasındaki anlayışa bırakılmıştır. Yine de devlet, sağlık ve nüfus siyasetiyle, koruyucu hekimliğin yaygınlaştırılması ve kürtajın serbest bırakılmasıyla, doğum kontrolü konusunda çok ileri kararlar almış, hatta kürtaj meselesi ABD ve
1697] Encyclopedia Britannica, “Birth control”, III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, “Birth control”, mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebû’l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, “İslâm’da Âile Planlaması”, A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Batı ülkelerinde dahi hâlâ yoğun olarak tartışma konusu olmasına rağmen bizde hemen uygulamaya konularak bu konularda zaten yeterince cahil ve bilgisiz olan halkın yanlış yönlere sürüklenmesine sebep olunmuştur. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ve diğer çeşitli bakanlık ve üniversite araştırma ve raporlarında özellikle geri kalmış ülkelerde fakir anne adayı kadınların ve bebek ölümleri oranının çok yüksek olduğu tespit edilmiştir. Yine, kürtaj dolayısıyla: ölen, sakat kalan kadınlar da önemli bir yekün teşkil etmektedir. Tıbbi kontrol, beslenme yetersizliği, işsizlik gibi sebepler âile plânlaması ihtiyacını karşılamadığı halde, annelerin, cahilce yollarla, zararlı ve ilkel usullerle doğum kontrolü uyguladıkları, her yıl yarım milyon kadının öldüğü ve bir milyon civarında çocuğun annesiz kaldığı belirtilmiştir. Geri ülkelerin fakir sınıflarında cinsellik, gebelik, gebelik süresince nasıl hareket edileceğine dair çok eksik ve yanlış bilgilenme vardır. Gebe kadınlar yeterince beslenmemekte ve ağır işlerde çalıştırılmaktadır. Ardı ardına doğum yapılarak toparlanmasına fırsat verilmemekte veya çok küçük yaşlarda gebe kalınmakta; yine, çocuk aldırmanın mubahlaştırılması sonucu fuhuşta artışlar olmaktadır. Öte yandan, her yıl yüzlerce sahipsiz çocuğun sokağa terkedildiği görülmektedir.
İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinâyet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır.
Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:
1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.
2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.
3. İstenmeyen gebelikler.
4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.
5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.
6. Hastalıklar Hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS, Verem vs.
7. Câriyenin çocuğu olursa, âzâd edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)
8. Fazla çocuğun, ibâdete ve ilme engel olacağı fikri.
9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.
Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:
1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesip dışarıya boşalması,
2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir.
3. Ağızdan alınan ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 415 -
4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS’e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.
5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller,
6. Kürtaj,
7. Kısırlaştırma,
8. Lavaj,
9. Laparoskopi.
Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.
Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.
İslâm dininde “azl” vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukahâ arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, câiz, mubah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinâyet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüz yirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de câiz görmüşlerdir. 1698
Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur’ân-ı Kerim’de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bize gelen rivâyetlerde de azl konusunda O’nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. Bu sebeple azli, cumhur, mubah olarak görmüştür. Azli mubah görenler onu, zarûrî hallerde câiz bulmuşlardır. Azle karşı olan âlimler ise, ashâbın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber’in azle karşı olduğunu, Peygamber’in azl konusunda soru soranlara “isterseniz yapmayın” demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Kıyas yoluyla bazı ulemâ da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, “Azl, nikâhı terk etmek gibidir” der.1699 Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür. Dürzîler, âilelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvâya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü’l-harb’de câiz olacağını belirtir. İmam Nevevî de, azli ved’e benzeterek, mekruh olduğunu söyler. İbn Hazm da aynı görüştedir.
Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm’la bağdaşmadığını savunur. O, doğum
1698] İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67
1699] Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd.
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûretlerde tedbir alınabileceğini söylemektedir.1700 O, fakirlikten dolayı âilelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder. Delîl olarak; “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz besliyoruz. Onları öldürmeniz büyük günahtır.”1701 âyetini getirir ve En’âm sûresinin 140. âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler. Mevdûdî, doğum kontrolünün İslâm’ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir. T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960’da başkan Ömer Nasuhi Bilmen’in uygun bulmasıyla “ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızâsı şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemânın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-ı ulemâca câiz görüldüğünü” savunmuştur. Çeşitli fetvâlarda, ulemâ, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da câiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman “devamlı doğum kontrolü”nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber’in “Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah’ın dilediği her canlının kıyâmete kadar dünyaya geleceğini” söylemesini1702 kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm ulemâsı, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, âilenin esas amacıdır. Allah, “Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.”1703 buyurur.1704 Rızık korkusu, basit bir iddiadır. Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk’tır. İnsan, Allah’ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Allah’ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz.1705 Ancak Allah dilediğini kısır kılar.1706 Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allah Teâlâ’nın Kur’an’da “Aralarında adâlet yapamamaktan korkarsanız, bir kadınla yetininiz”1707 şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, âile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır.
Peygamberimiz (s.a.s.), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan
1700] Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967
1701] 17/İsrâ, 31
1702] Buhârî, Nikâh 42; Müslîm, Nikâh 1438; Nesâî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti’l-Azli, 1138
1703] 2/Bakara, 223
1704] Ebû’l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû’l-Kur’ân, İstanbul 1986, I, 151
1705] 4/Nisâ, 119
1706] 42/Şûrâ, 49-50
1707] 4/Nisâ, 3
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 417 -
kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir.1708 Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere her şey bir ölçüye göredir ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir. 1709
Hz. Peygamber sevdiklerine “mal ve evlât bolluğu” için duâ ederdi Amellerde esas Allah rızâsıdır. Bir şey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: Fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, “...O’nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur.”1710 şeklindeki İlâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah’ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, “Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.”1711 Evlenme, bir ibâdet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mâni olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.
Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, “Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir.”1712 şeklindeki Kur’ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karıkocadan ibaret olan çekirdek âilenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu âilelerde, kadının, “çocuk üretim fabrikası” gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler. Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adâlet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve
1708] İbn Mâce, I, 592
1709] 31/Lokman, 14
1710] 41/Fussilet, 47
1711] Bu hadisi değişik lâfızlarla Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hakim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarında rivâyet etmişlerdir.
1712] 2/Bakara, 233
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.
Sonuç olarak, “Allah’ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?” diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, “tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terk etti, zürriyetini kuruttu” tarzında hüküm verilsin veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir. Ama, İslâm’da doğum kontrolü konusu için ictihad gereklidir. İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında câizdir veya değildir gibi ictihad edebilir. Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihada dayalı bir husustur. Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, âile fertleridir. 1713
Düşük Yapma
Kürtaj, ana rahmindeki “cenin”in herhangi bir dış etkiyle düşmesine “düşük yapma” denir. Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb. ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık... ile de olur. Tıpta kullanılan “kürtaj” terimi ana rahminin içini kazıyarak on iki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir.
Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür. Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:
1- Gayr-i meşrû gebelikler,
2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar.
İslâm’ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zinâ ve zinâya götüren bütün ilişkiler haramdır. Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zinâ ve fuhuş olmaz. Gayrı meşrû ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur. Çünkü çocuk günahsızdır. İslâm’a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir. Çözüm, zinâ edenlerin cezâsını çekerek tevbe etmeleridir.
Geleceğe ait düşünceler, vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir. Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez. “Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği” şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur. Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır. Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir. Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir. “1714; “Kim Allah’tan korkarsa, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse O ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur.” 1715
1713] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 411-414
1714] 53/Necm, 39-41
1715] 65/Talâk, 2-3
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 419 -
Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır. Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda “ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği” endişesine yer yoktur.
“Âile plânlaması”, adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen “nüfus artışının önlenmesi” programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan “âile plânlaması” hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir. Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye’ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir. Âile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir. Pathfinder Fund adlı kuruluşun “Türkiye Âile Sağlığı ve Plânlama Vakfı”na sağladığı destekle Türkiye’nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır.
İlaç kullanarak, rahimde hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur, haramdır. Bu bir cinâyet sayılır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül etmeden çocuğu aldırmak câizdir: “Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik yüz yirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir. Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz.” 1716
İslâm’da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah’a ait olduğu bildirilmiştir: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır.”1717; “De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah’ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti.” 1718
Câhiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı. Kur’ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinâyetin cezâsız kalmayacağını bildirmiştir: “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: ‘Hangi günahı yüzünden öldürüldü?’ diye”1719 Mümtehine sûresi 12. âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimiz’e: “Mü’min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri husûsunda...” ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir.
Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her
1716] Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi, XII, 126
1717] 17/İsrâ, 31
1718] 6/En’âm, 151
1719] 81/Tekvîr, 8-9
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) onun durduğu ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır.”1720 Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) şöyle anlatıyor: “Allah Rasûlü’ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?” Şöyle cevap verdi: “Seni yarattığı halde Allah’a denk, ortak ve benzer koşman.” Sonra hangisi? (dedim). “Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen.” dedi. Sonra hangisi? (dedim) “Komşunun karısıyla zinâ etmen” buyurdu. 1721
Dinimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur. Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinâyet saymıştır. Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezâlandırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında, bir kadın ifadesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor. Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor. Hz. Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini Şûra üyelerine soruyor. Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor. Hz. Ömer, Hz. Ali’ye (r.a.): “Sizin görüşünüz nedir?” diye soruyor. O da: “Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler. Yok, seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar. Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir. Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun.” Hz. Ömer bu ictihadı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir.
“Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinâyet sayılır ve cezâ uygulanır.” Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir. Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir. Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz. Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir. Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir. Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa caniye tazir cezâsı gerekir.
Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar “çocuklarını geçindirememek” endişesi taşımazlar. Çünkü rızkı veren Allah’tır. Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler. Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için “âile plânlaması yardımı(!)”nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur. 1722
Kadın-Erkek İlişkileri ve Âilede Geçim
Karı-koca haklarına riâyet: “Kadınların -normal ölçüler içinde- vazifeleri
1720] 11/Hûd, 6
1721] Buhârî; Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83
1722] Halid Ünal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 426-427
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 421 -
kadar hakları da vardır.”1723 Özellikle çocuklarına karşı, yalnız erkek değil, kadın da çobandır.1724 Bu hadisteki çobandan maksat, sorumluluk taşıyan, himâyesine verilenleri koruyan, muhâfaza edendir. Peygamberimiz bir soru üzerine kadının koca üzerindeki haklarını şöyle açıklamıştır: “Yediğin zaman ona da yedirmek, giydiğin zaman ona da giydirmek, yüzüne vurmamak, hakaret etmemek, küsüp evi terketmemek.” 1725
Kocanın hakları ve kadının vazifeleri olarak da: “Kocanın istemediği kimseyi eve almamak, izinsiz dışarı çıkmamak, meşrû isteklerini yerine getirmek, yatağını terketmemek, gücü yettiğince hoşnut kılmaya çalışmak” sayılmıştır.1726 Kusur ve aksaklıklarda karşılıklı sabır, tahammül, iyi niyet esastır: “Onlarla (kadınlarla) güzellikle geçinin, eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin; hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.” 1727 Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyor: “Üç kimsenin namazı başından yukarı bir karış bile yükselmez: Kendisini istemedikleri halde bir cemaate imam olan kişi, eşi kendisine darılmış olduğu halde geceleyen kadın, birbirine hasım olan iki kardeş.” 1728
Geçimsizlik: Bütün iyi niyet ve gayretlere rağmen huzur bulunamaz, geçim sağlanamazsa ve suç kadında ise önce kocanın te’dib hakkı vardır: “... Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın...”1729 Koca te’dib hakkını sırayla öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme, son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne alınarak izin verilmiş, fakat sınırlama yapılmıştır: a- Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, “(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlınız değildir.”1730; “Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?”1731 buyurmuştur. b- Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı men etmiştir. Şu halde buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri bakımından “dövme” denebilir. Âile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: “Karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur...”1732 Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla ayırma salâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı talep edebilir.
Erkeğin Yöneticiliği ve Dövme Yetkisi
İslâm hukukunda “âile reisliği” denebilecek “kavvâm olma” yetki ve sorumluluğu kocaya verilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de; “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kavvâmdır/kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun
1723] 2/Bakara, 228
1724] Buhârî, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâre 20
1725] Ebû Dâvud, Nikâh 41; İbn Mâce Nikâh 3
1726] Hâkim, el-Müstedrek, II/188-190
1727] 4/Nisâ, 19
1728] İbn Mâce, İkame 43; Tirmizî, Salât 149
1729] 4/Nisâ, 34
1730] İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî; Ahmed bin Hanbel
1731] Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93
1732] 4/Nisâ, 35
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için sâliha kadınlar itaatkârdır, Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de nâmuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından (nüşûz) endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” 1733 denilmektedir. Burada “kavvâm“kelimesi, koruma ve yönetme hak ve yetkilerine müştereken sahip olmayı ifâde etmektedir. Âile reisliğinin kocaya verilmesi, toplumun bu en küçük biriminde ortaya çıkabilecek karmaşayı önleme ve huzuru sağlama hedefine yöneliktir. Dolayısıyla burada ontolojik bir üstünlükten ziyâde, fonksiyonel bir yetki farklılığının sözkonusu olduğunu söylemek gerekir. Bu genel kural, yetenek ve harcama yükümlülüğünün yer değiştirdiği münferit örneklerde farklı bir durumun ortaya çıkmasına engel teşkil etmez. Nitekim bazı çağdaş İslâm âlimleri, harcama yükümlülüğünün yer değiştirebildiği zamanımızda bu kuralın değişmez olmadığı hususu üzerinde durmaktadır. 1734
Kur’ân-ı Kerim, bilindiği gibi meseleler hakkında genel prensipler vazeder, çoğunlukla ayrıntıya girmez. Ancak, âile ile ilgili düzenlemelere baktığımızda şaşırtıcı bir şekilde ayrıntıya girdiğini ve kesin hükümler koyduğunu görürüz. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir toplumda varlığı inkâr olunamamış âile kurumunu İslâm’ın da bu derece önemsemesi ve en ince ayrıntısına kadar hükümler vazetmiş olması, sağlıklı bir toplum oluşturulmasında âilenin öneminin ne derece büyük olduğunu göstermektedir. Toplumun düzenli bir işleyişe sahip olması, onu oluşturan alt birimlerin de düzenli ve sağlıklı bir yapıda olmasına bağlıdır.
Bu noktada toplumun en küçük birimi olan âileye düzenli bir işleyiş kazandırılmalı ve devamı sağlanmalıdır. Her topluluğun işleyişinde farklı sorumluluklar, görevler ve bu görevlerin îfâ edilmesi için verilmiş yetkiler olduğu gibi, âilede de bu durum sözkonusudur. Erkeğin yöneticiliği meselesi de bu bağlamda ele alınmalı, eşler arası ve âile içi hukukta doğru ve geçerli ilkeler yakalanmaya çalışılmalıdır.
Konuyla ilgili tartışmalar, Nisâ Sûresi 34. âyette geçen “kavvâmûne” kelimesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. “Yönetici” olarak meallendirilen kavvâmûne kelimesinden yola çıkarak pek çok müfessir, erkeğin dünya işlerinde mutlak bir üstünlük ve mutlak bir yöneticilik vasfına hâiz olduğunu ifâde etmişlerdir. Hatta bazı müfessirler, bu üstünlüğü âhirete de taşımışlardır. Kavvâmûne kelimesini doğru şekliyle anlayabilmek için Kur’an’da geçtiği diğer âyetleri de incelememiz yerinde olacaktır:
“Ey iman edenler, adâleti ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne bi’l kıst)”1735 “Ey iman edenler, âdil şâhidler olarak Allah için hakkı ayakta tutanlar olun. (Kûnû kavvâmîne lillâhi şühedâe bi’l kıst).”1736 Âyetlerde görüldüğü gibi kavvâmûne kelimesi, sadece yöneticilik anlamı ifâde etmemektedir. Öncelikle içerdiği anlam; koruyup gözetmek,1737 işleri güzel idare etmek,1738 bir şeyi hak1733]
4/Nisâ, 34
1734] Meselâ, Bk. Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 93-94)
1735] 4/Nisâ, 135
1736] 5/Mâide, 8
1737] Râgıp el-İsfahânî
1738] Mu’cemu’l-Vecîz
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 423 -
kıyla yerine getirip ayakta tutmaktır. Dolayısıyla kelimenin sadece yöneticilik mânâsına hamledilmesi eksik ve yanlış olacaktır.
Erkeklerin kadınlar üzerinde kavvâm olması, yaygın olarak anlaşıldğı gibi ontolojik, fazîlet vb. alanlarda mutlak üstünlüklerden kaynaklanan bir yöneticilik değildir. Âilenin korunup gözetilmesinde, temsil edilmesinde ve işleyişinde sahip oldukları sorumluluğun daha fazla olmasından kaynaklanan bir görev ve yetkidir. Âyette “erkeklerin kendi mallarından harcaması dolayısıyla...” şeklinde bir ifâde bulunması, verilen hükmün illetini anlamak açısından önemlidir. Âyetin evlilik hayatı ve âile düzeni ile ilgili olduğu açıktır. Allah Teâlâ, tüm düzenlemelerde fıtrî kabiliyetler ölçüsünde sorumluluk yüklediği ve yetkilendirdiği gibi, burada da erkeği daha fazla sorumlu tutmuştur. Bu sorumlulukta ve âileyi idâre etme ve yönetmede erkek bir önceliğe sahiptir. Yukarıda da ifâde edildiği gibi küçük dahi olsa bir topluluğun düzenli işlemesinde böyle bir hiyerarşiye ihtiyaç vardır ve bu çok doğaldır.
Ancak, burada yönetme olayının algılanışı da çok önemlidir. Yönetme deyince akla baskı, emir ve cezâ değil; istişâre ile oluşan, insanın düzenli hayat sürmesini sağlayan bir olgu gelmelidir. Hz. Peygamber’in uygulamasında da bunu görebiliyoruz. Peygamber olması, onu çevresindekilerle istişâreden alıkoymamış, bizzat Kur’an’ın teşvîkiyle bunu her zaman gerçekleştirmiştir. Ancak bu dönemden günümüze dek süren sultacı yönetimler “yönetme“kavramının baskıcı, totaliter bir anlam kazanmasına sebep olmuştur. Bu etkinin erkek yöneticiliği konusunda zihinlere ve dolayısıyla âileye de yansıdığı söylenebilir. Hâlbuki devlet yönetimi konusunda Hz. Peygamber’in uyguladığı bu istişârî metod, her konuda olduğu gibi âilenin işleyişinde de erkeğin yönetici olması konusunda bize ışık tutacak önemli bir veridir. Kısacası, erkek, sahip olduğu özellikler doğrultusunda yüklendiği sorumlulukları, âilenin korunup gözetilmesini, idâresini, istişâre ile gerçekleştirecek, bu konuda kendisine verilen önceliği bir zulüm vesilesi olarak kullanmayacaktır. Çünkü zulümle İslâm’ın bağdaşması mümkün değildir. 1739
Kadının dövülmesi konusunda, dinimiz, bazı sıkı kayıtlarla buna yer vermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuya yer verilmiş olması mevzuya ayrı bir ehemmiyet kazandırmaktadır. Bizce, âyet-i kerîmenin bu meseleye temas etmiş olması kadınları himâyeye mâtuf bir durumdur. Zira başta günümüzün en ileri memleketlerinde bile hâlâ câri olduğu üzere, her devirde, her millette kadınlar dövülmüştür. Kıyâmete kadar da bu realite devam edeceğe benziyor. Sanki insanî münâsebetlerin kadın-erkek bölümünün tabiî bir neticesidir. İnsanlar zarûrî olan münâsebetlerinde her zaman orta yolu koruyamazlar, ifrat-tefrit, rızâ-gazab, sevgi-öfke iç içedir. Bunların sonucu olarak münâkaşalar, ağız kavgaları, yumruklaşmalar, hatta cinâyetler vukua gelir. Bunlar “olmamalıdır” diye bir teşriat olamaz. İslâm bu meselede realiteyi kabul ederek müntesiblerini makul hudutta tutmaya, frenlemeye çalışır. Esasen her meselede “vasat yol”u göstermek İslâm’ın ana ruhunu teşkil eder.
“Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara gelince, evvelâ kendilerine nasihat edin, sonra yataklarında onları yalnız bırakın, yine dinlemezse dövün.”1740 Dikkat edilirse âyet kadının dövülmesini birçok şarta bağlamaktadır:
1739] H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 32, Kasım 93, s. 30
1740] 4/Nisâ, 34
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Meşrû Sebep: Kur’ân’da bu sebep “nüşuz” kelimesiyle ifade edilir. Türkçe meallerde umumiyetle hep “serkeşlik” olarak tercüme edilmiştir. Kelime Arapça’da yükseklik, tümseklik, sivrilik gibi mânâlara gelir. Selef âlimleri kadınla ilgili olarak Kur’ân’da geçen bu tavırdan “kocasına isyanı, koku sürünmemesi, kocasını nefsinden men etmesi, kocasına daha önceki davranışını değiştirmesi, kocasına sevgisizlik izhar etmesi, kocasının tâyin ettiği evde oturmayı kabul etmeyip bir başka yerde oturması gibi durumları anlatmıştır.
Yani, kocasına karşı olan vecibelerini yerine getirmemesi diye hülâsa edebiliriz. Vecibe olmayan işlerdeki itaatsizlikten dolayı dövmeye hakkı yoktur. Ev işlerini yapmaması gibi. Vedâ Hutbesi’nde, kadını dövmeyi meşrû kılan suç “nüşuz” kelimesiyle değil, “fâhiş” kelimesiyle ifade edilmiştir. Biz “çirkinlik” olarak tercüme ettik. Bunu, dilimizde aynı kökten fuhuş kelimesiyle tercümeyi uygun bulmadık. Çünkü fuhuş, zinâ mânasına gelir. Hâlbuki burada zinânın kastedilmiş olması mümkün değildir. Bu hutbede geçen fâhiş kelimesini fuhuşla açıklamak ve böylece Kur’ân’da geçen “nüşuz” kelimesinin vuzûha kavuşturulduğunu söylemek uygun olmaz.
Cezânın Usûl ve Miktarı: Kadın meşrû bir sebeple dövülebilirse de bu, en son başvurulacak yoldur. İlk önce, serkeşliği sebebiyle nasihat edip, tatlılıkla ondan vazgeçirme yolu aranacak. Bu müessir olmazsa yatağı ayrılacak. Bu iş, arkasını dönmek ve konuşmamak sûretiyle gerçekleştirilir. Ayrı bir yatakta yatılır da denmiştir. Bu cezâ da müessir olmazsa dayak meşrû hâle gelmektedir. İslâm burada da yenilik getirerek dayağın derecesini belirtmiş “çok acı verici olmaması”nı emretmiştir.
Şu halde, İslâm, her devirde mevcûdiyetini fiilen dünyanın her köşesinde muhâfaza etmiş beşerî bir realiteyi ciddî kayıtlara bağlayarak kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî seviyeye, en az zararlı bir hâle getirmiştir.
Elmalılı Hamdi Efendi, dayakla ilgili yukarıda temas ettiğimiz âyet-i kerîmenin açıklamasını yaparken bir dipnot düşüyor. Buraya aynen kaydını uygun buluyoruz: Burada, kadın dövülür mü, diye bir soru vârid olabilir. Evet, dövülmez; fakat bu ifâdede kadın demek nâşize (serkeş), âsiye (isyankâr) karı demek olmadığı da unutulmamak lâzım gelir. Sırasına göre insanca olmak üzere birkaç tokat, hissî isyan ile sukuta doğru giden hırçın bir kadına kadınlık şeref ü terbiyesini bahşetmek için güzel bir ders olabilir. Şair Ziya Paşa merhum: “Nush ile yola gelmiyeni etmeli tekdir, / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” demiştir. Zamanımızda Kur’ân’ın bu “onları dövün” emrini sû-i tefsir ederek dillerine dolamak isteyen Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu âyetin tefsîriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş olan bir Fransız karısına ikame ettiği dâvâya karşı “hırçınlık edip kocasını tehevvüre getiren bir kadının yediği dayaktan dolayı talâk (boşanma) dâvâsı ikamesine hakkı olmadığına” hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu.” 1741
Erkeklerin maddî ve mânevî durumları ile ve özellikle ekonomik rolleri, onların âile reisi -sorumlu yönetici- olmalarını tabiî kılmıştır. Âile küçük bir toplumdur; toplum düzenle yaşar. Düzen ise, bir reisi, bir idâreciyi zarûri kılar. İslâm’da devlet başkanından âile reisine kadar her idâreci, İlâhî tâlimâta göre hareket
1741] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. Cilt 2, s. 1351
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 425 -
etmek, İslâmî kurallara göre ve istişâreye uyarak yönetmek mecbûriyetindedir. Şu halde onlara itaat, bu tâlimâta itaat demektir. İdâre eden veya edilen kimse bu tâlimatın dışına çıkar, meşrû kurallara itaatsizlik ederse yaptırım uygulanır. Burada bahis konusu olan, zevcenin itaatsizliğidir. Çare olarak önce öğüt vermek, sonra yatak boykotu ve daha sonra da dövme tavsiye edilmiştir. Kur’an’ı bize tebliğ eden Hz. Peygamber (s.a.s.) hiçbir zaman kadın dövmediği gibi “kadını eşek döver gibi dövüp de günün sonunda onu koynunuza alıp yatmanız olacak şey midir?” buyurarak ümmetini uyarmıştır. Ayrıca bu yaptırım kullanıldığı takdirde, kadının canını yakmayacak ve vücudunda iz bırakmayacak şekilde misvak, kurşun kalem gibi bir cisimle vurmak -ki, acı vermekten çok, psikolojik cezâ unsuru olarak- uygulamak gerektiğini de ifâde buyurmuştur. Şu halde bu dövme yaptırımı, ahlâksız bazı kadınlar için en son çare olarak başvurulacak zarûrî bir yol olup, kayıtlara ve şartlara bağlıdır. Ayrıca kadının da kocasından şikâyetçi olması halinde hakem ve hâkime başvurma, hakkını arama imkânı vardır. 1742
Âilede karı koca arasında bir anlaşmazlık çıkması durumunda bunun nasıl halledileceği meselesi önemli bir problem teşkil etmektedir. Burada kadının âile içindeki konumunu yakından ilgilendiren nokta, böyle durumlarda kocanın karısı üzerinde ne gibi bir yetkisinin bulunduğu hususudur. Koca, âile reisi olduğuna göre, bu yetkinin aşırı kullanımının bir taraftan âile birliğini, diğer taraftan kadının kişiliğini etkileyeceği açıktır. Kur’ân-ı Kerim de, kocasına karşı itaatsizlik ve ahlâksızlık/sadâkatsizlik (nâşize) durumuna düş�������������������en kadının önce na-nasihatle yola getirileceği, ardından yatakların ayrılacağı, bunun da etkili olmaması halinde dövülebileceğinin (darb) belirtilmesi1743 üzerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir. Âyette geçen “darb” kelimesinin yaygın anlamı olan “dövme”den başka bir anlam taşıyıp taşımadığı günümüzde çok tartışılmaktadır. Burada, İlâhî mesaja, doğru mânâ verilmesi açısından âyette sadece darb kelimesinin değil; “nâşize”nin de ne anlamda ve hangi kapsamda kullanıldığının belirlenmesi gerekmektedir.
Genel olarak “itaatsizlik” mânâsına gelen “nüşûz” kelimesi, âilenin huzurunu bozan basit bir davranıştan iffetsiz yaşamaya kadar geniş bir alanı içine almaktadır. Huzuru bozan her davranışın ağırlığına denk bir yaptırımla karşılanması, hem âilenin birliğini koruma noktasından hem de fiil ve yaptırım arasında, gözetilmesi gereken denge açısından önemlidir. Kur’an’ı yorumlamada birinci kaynak olan Hz. Peygamber’in uygulamaları bu konuya da ışık tutacak niteliktedir. Hadis kitapları ve Rasûl-i Ekrem’in hayatından bahseden eserler, Onun eşlerini dövdüğüne dâir herhangi bir olaydan asla söz etmemektedir. Hz. Âişe, Rasûlullah’ın eşlerini ve hizmetçilerini asla ve hiçbir zaman dövmediğini söylemektedir.1744 Ayrıca Hz. Peygamber, kendisine karşı olumsuz davranışından ötürü Hz. Âişe’nin babası tarafından cezâlandırılmasına da rızâ göstermemiştir. Şu halde basit uyuşmazlık durumunda şiddete başvurulması, önerilen bir yöntem değildir. Rasûl-i Ekrem Vedâ hutbesinde kadınlara iyi davranılmasını öğütlemekte, bunun yanında “yataklarını herhangi bir kimseye çiğnetmemeleri”nin (zinâ etmemelerinin) kocaların eşleri üzerindeki hakkı olduğunu söylemekte,
1742] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi
1743] 4/Nisâ, 34
1744] İbn Mâce, Nikâh 51
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aksi takdirde hafifçe dövülebileceklerinden bahsetmektedir.1745 Âyette geçen “nüşûz”un hangi davranışları içermesi halinde dövme cezâsının uygulanabileceğini göstermesi bakımından Vedâ hutbesindeki bu ifâde dikkat çekicidir.
Kadını dövme meselesi, bugüne kadar ve günümüzde de İslâm düşmanlarının, özellikle feministlerin kullandığı önemli noktalardan biri olduğu gibi, bazı müslümanların da şartları gözetmeden mutlak biçimde meşrûlaştırdığı bir konu olmuştur. Konuyla ilgili Nisâ sûresi 34. âyette, öncelikle sâliha kadınların “görünmeyeni koruyanlar” olarak tanımlanması ve devamında da dövme olayından bahsedilmesi, bir nâmussuzluk olayını çağrıştırmaktadır. Ancak metinde “nüşûz” kelimesinin geçmesi, olayın sadece nâmussuzluk ile sınırlandırılamayacağını göstermektedir. Kelime olarak isyan, başkaldırı, geçimsizlik hali anlamlarına gelen “nüşûz” ile âile içinde sürekli problem çıkarma, dikkafalılık, huysuzluk, geçimsizlik gösteren, yani olgun bir kişiliğe ulaşamamış kadınlar anlaşılmaktadır. Bu âyet, sürekli bu fiilleri yapma eğilimini taşıyan kadınların terbiye metodunu göstermektedir. Nüşûz hali gösteren kadınların âile huzurunun yeniden elde edilmesi konusunda âyet bir metod göstermektedir. Bu metodda erkek, kadının işlediği fiile göre tavır takınmalıdır. Anca yine de kadının davranışlarında bir düzelme değil de; aksine bir bozulma görülürse, bu bozulmaya karşılık erkeğin tedrîcen daha sert tedbirler olarak en son dövme olayına başvurması, âilenin kurtarılması açısından son bir çâre olabilir. Âile huzurunu tek taraflı bozan kadın, dövülme gibi onur kırıcı bir olayla karşılaştığında âile saâdetini kurtarma konusunda daha sıhhatli düşünebilir. Bayılıp kendinden geçmiş bir hastayı uyarmak için doktorun hastanın yüzüne tokat atması gibidir bu.
Ancak, şu unutulmamalıdır ki, “dövme” sınırları belli özel bir durum için sözkonusudur. Başka bir deyişle âyet, âile içinde tüm kadın-erkek ilişkileri için genelleştirilemez. Çünkü âile ortamında esas olan eşler arasında sürekli istişâreyle saygı ve sevgi unsurunun temellendirilmesidir. Sözkonusu âyet, dövme olayını, bu saygı ve sevgi unsurunu tek yönlü olarak bozan ve istismar eden, şirret kadınlar için sınırlandırmıştır. O halde, özel şartlar için geçerli olan dövme olayını “erkek, eşini dövebilir” şeklinde genelleştirmek kişinin kendi zâlimliğini Kur’an’a âlet etmek olacaktır.
Burada şu soru akla gelebilir: Âile huzurunu bozan kişinin kadın değil de; erkek olduğu zamanlarda problem nasıl çözülecektir? Kadın, erkeğin âile içindeki geçimsizliklerine, sorumsuzluklarına katlanmak zorunda mıdır? Elbete ki kadın da eşini düzeltme yönünde bazı girişimlerde bulunup öğüt verebilir. Ancak kadının erkeği dövmesi, kadının yapısı gereği üstlenemeyeceği bir davranış olduğu gibi, çoğunlukla vâkıaya da tekabül etmediğinden erkek yüzünden bozulan ve boşanma noktasına yaklaşılan bir durumda ise, kadının yapacağı âileler arası (kadın ve kocanın yakınlarından veya temsilcilerinden oluşan) hakem heyetine veya meşrû mahkemeye başvurarak problemin çözülmesi yönündeki talebi olacaktır.
Kişiliğini oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk çıkarıp âilenin işleyişini tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi önerilen bu metodu, âilenin saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda ölçülü, vakarlı kadınlar için de, onların belki haklı olarak karşı gelmelerine teşmil etmek Kur’an’a aykırıdır.
1745] Müslim, Hac 47; Ebû Dâvud, Menâsik 56; Tirmizî, Tefsîr 9
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 427 -
Rasûlullah’tan gelen haberlerde birçok problemlerine rağmen hanımlarının hiçbirini dövmemiş olduğunu görüyoruz. Bu da bizim için önemli bir veridir.
Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır? Âyette bu suçla ilgili “nüşûz” kelimesi kullanılıyor. Bazıları bu kelimeye “huysuzluk, geçimsizlik, dikbaşlılık” anlamı vermiştir. Aslında nüşûz, bu anlamlardan daha büyük bir suçtur. Râgıb el-İsfahanî şöyle der: “Nüşûz; kadının kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır.” Âsım Efendi, el-Kamusu’l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı verir: “Nüşûz; hâtun, zevcine buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele eylemek mânâsınadır.” Yani “nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidir.” Bu lügatçilerin açıklamalarına göre nüşûz; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin tutma, sadâkatsizlik sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik sözkonusudur.
Ayrıca, Kur’an’da geçen “fa’dribûhunne” emrindeki “darb” kelimesinin âyetlerde sadece dövme anlamında değil, çok farklı anlamlarda kullanıldığından yola çıkılarak, Zuhruf sûresi 5. âyette olduğu gibi, bu âyette de uzaklaştırmak, uzakta tutmak anlamında olabileceğini iddia edenler de vardır. O takdirde bu âyetteki “fa’dribûhunne” emri “dövün” anlamında değil; “onları bulundukları yerden uzaklaştırın!” mânâsındadır. Yalnız, bu yorum, şâz bir yorumdur, müfessirler ve âlimlerin cumhûru bu yoruma katılmazlar.
Aslında, klasik dönemin bazı âlimleri de dövme yetkisine çok ihtiyatla yaklaşmışlardır. Hz. Peygamber’in, müslümanların en hayırlılarının eşlerine en iyi davrananlar olduğunu ve kendisinin bu konuda örnek teşkil ettiğini söylemesini, eşlerini ancak kötü kimselerin döveceğini ifâde ederek onlara böyle davranılmamasını emretmesini gözönüne alan bazı âlimler, kadının dövülemeyeceğini veya fazîletli davranışın onlara böyle bir cezâyı uygulamamak olduğunu belirtmişlerdir.1746 Fakat tatbikatta her zaman Rasûlullah’ın bildirdiği bu esaslara göre davranıldığını söylemek mümkün değildir. Bunların büyük çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur’an’dan değil; nefis ve hevâlarından, câhilî örf ve âdetten almakta, Rasûlullah’ın ifâdesiyle leîm/kötü koca sıfatını hak etmektedir.
Kadın-Erkek Eşitliği mi, Adâlet, Uyum ve Birbirini Tamamlama mı?
Gül bayramında güller yarıştırılır ve güllerden bir gül birinci seçilir. Güllerle lâleler yarıştırılmaz. Elmayla armut toplanmaz; iki elma üç armut toplansa beş eder denilmeyip iki elma üç armut eder denilir. Evrende yaratılanların içinde en değerlisi Âdemoğludur, yani kadınla erkektir. Her ikisi de aynı topraktan yaratılmışlar. Toprağın diğer toprağa üstünlük sağlamaya kalkması yanlıştır. Aynı toprak ayrı özelliklerde yaratılmıştır. İkisine de verilen ortak özellikler yanında, kadına verilip erkeğe verilmeyen, erkeğe verilip kadına verilmeyen özellikler de vardır. Herkes kendi özellik ve güzellikleri içinde birincidir, yarış yapmıyoruz; yapacaksak, kadın-erkek hayırda, Allah’a güzel kulluk yapmada yarışmalıyız.
Allah, bir kısmımızı diğerlerine üstün kıldığını, herkesin diğerinden üstün bir tarafı olduğunu, kimsenin başkasındaki üstünlüğü istememesi gerektiğini
1746] Bk. Abdülkerim Zeydân, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e ve’l-Beyti’l-Müslim, Beyrut, 1993, c. 7, s. 316-317
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haber veriyor.1747 Biz, kendimizdeki özellikleri keşfedip geliştirmeli ve üstünlüğün sadece takvâda olduğu bilinciyle Allah’a yakın olmaya çalışmalıyız. Kadın-erkek olarak da birbirimizin beşer olarak doğal olan eksiklerimizi tamamlamaya, yardımlaşmaya çalışmalı, yeryüzündeki hilâfet görevimizi beraberce yerine getirme gayretinde olmalıyız.
“İnsanlar, tarağın dişleri gibi birbirleriyle eşittir” buyuran Peygamber Efendimiz kadınla erkeğin hukuk karşısında ve insan olarak denk olduklarını vurgulamıştır. Allah huzurunda dereceler alma konusunda ise iki cinse de eşit haklar verilmiş ve Allah’ın emir ve yasaklarına kim fazla riâyet ederse o daha değerli olur denilmiştir. Doğuştan, şu veya bu şekilde yaratılmaktan dolayı üstünlük iddiâsı, şeytanın iddiâsıdır. İslâm, ancak sonradan çalışılarak elde edilecek üstünlüğe değer verir. Şeytanî çıkarımlarla ve bâtıl üstünlük savları yerine; ilimde, imanda, ahlâkta, fazîlette, Allah’a hakkıyla itaat ve ibâdette üstün olma yarışına girmeli, bu konuda da birbirimizi rakip değil; yardımcı görmeliyiz. “O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” 1748
Kadın-Erkek Farklılığı: Yaratılışta, Allah’a kul olmada, sorumluluk yüklenmede, yüklendiği sorumlulukları yaşama ve yaşatmada kadın ve erkek arasında bir ayrımın yapılamayacağını biliyoruz. Ancak insanın kadın ya da erkek olarak yaratılması, her birinin kendine has fiziksel ve ruhsal farklılıklarla birbirinden ayrıldığını göstermektedir. Bu durumda zorunlu eşitliğin ötesinde, birbirini tamamlayıcılık özelliğinin ele alınması ve bu anlamda erkek ve kadının birbirine eşit olmadığının vurgulanması gerekmektedir. Bu farklılığın gözardı edilmesi, hele bunun kadın hakkı ve özgürlüğü adına yapılması, öncelikle kadına zulüm olacaktır. Çünkü eşitlik başka, adâlet başkadır. Kadınla erkek arasında doğal farklılıkları görmezden gelerek yapılan bir eşitleme, kimlik bunalımına neden olmaktadır.
Rabbimiz, insan soyunun devamı için farklı fizyolojik özelliklerle donattığı kadın ve erkeği; birbirlerinde sükûn bulmaları ve aralarında sevgi ve merhamete dayalı ilişkinin temellendirilmesi için âdeta birbiriyle örtüşen bir kimlikle yaratmıştır. “Kaynaşmanız, sükûnet ve tatmine ermeniz için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”1749 Fizyolojik farklılıkların oluşturduğu bu tamamlanmışlık kadına; anneliği, anneliğe hazırlayan biyolojik farklılıkları ve dış görünümünden kaynaklanan çekiciliği tanırken, erkeğe; fizikî güç ve gücün hayata geçirilmesine imkân sağlayan özellikleri tanımıştır. Kadının erkeğe oranla daha çekici olduğu gerçeğini Kur’ân-ı Kerim belirtmiştir: “Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzûrudur.” 1750
Cennet tasvirlerinde kadının cinsel kimliğinin kullanılması,1751 Âl-i İmrân Sûresi, 14. âyette bahsedilen “züyyine -süslendi-” ifâdesiyle daha iyi anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde
1747] 4/Nisâ, 32
1748] 67/Mülk, 2
1749] 30/Rûm, 21
1750] 3/Âl-i İmrân, 14
1751] 44/Duhân, 53-54; 52/Tûr, 20; 55/Rahmân, 56; 56/Vâkıa, 35, 38
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 429 -
kadının erkeğe sunulmasının temel nedeni kadındaki bu câzibedir. Zâten bunun farkında olan kadınlar, insanlık tarihi boyunca bu özelliklerini erkeklere karşı kullanmışlardır. Ancak, burada sorun, kadının bu âyetlerde câzibesinin vurgulanmasıyla, onun onuruna bir eksiklik gelip gelmeyeceğidir. Kanaatimizce âyetlerdeki tasvirler, kadının yaratılış itibarıyla câzip kılınmışlığının anlatımıdır.
Cinsellik, hem kadın ve hem de erkek için “...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”1752 âyetinde görüldüğü gibi nikâh akdi ile meşrûlaştırılmıştır. Bu noktada, salt kadın ya da erkeği öncelemekten öte bir birliktelik, birbirleriyle huzura kavuşma ve aralarında sevgi ve merhametin olduğu bir beraberlik1753 sözkonusudur. Ayrıca Kur’an toplumsal ahlâkı da gözönünde bulundurarak kadının câzibesinin istismarını örtünme emri ile engellemiştir. Hıristiyanlıkta görüldüğü gibi cinselliği lânetleme yerine olumlarken, bir taraftan örtünme emredilmiş ve bir taraftan da cinslere irâde eğitimi tavsiye edilmiştir.1754 Ancak, şu tekrar vurgulanmalı ki; kadın-erkek farklılığını birinin diğerine üstünlüğü olarak almak, üstünlüğü takvâ çizgisinde değerlendiren İslâm’ı değil; maddeci görüşün güç anlayışını ön plana çıkarmak olacaktır. 1755
İslâm, saâdet asrında, kadınlara yüzyıllardır gasbedilen haklarını tam olarak vermiştir. İslâm öncesi kadın aleyhindeki statüyü, yeni düzenlemelerle kadın lehinde değiştirmiştir. Bu düzenlemelerle İslâm tarafından kadına temel insan hakları tanınmış, yaratılışının farklı oluşundan ileri gelen farklı haklar ve sorumluluklar da akılcı ve gerçekçi bir biçimde düzenlenmiş, böylece erkeklerle kadınlar arasında hak ve görevler itibarıyla bulunması gereken dengeler âdil bir şekilde ve her iki tarafın yararına olacak şekilde ortaya konmuştur.
Ancak, ayrıntılar itibarıyla sözkonusu durum, o döneme ve o dönemde toplumda geçerli olan geleneklere ve görüşlere göredir. O zaman, o bölgede ve o toplum için biçilen hak ve sorumluluklar elbisesi, başka zaman ve mekânlarda ve farklı toplumlardaki kadına bol veya dar gelebilir. Elbisenin kumaşı tarihe karışmış, modeli terkedilmiş olabilir. Bu takdirde Kur’an ve Hadiste açık ve kesin biçimde ifâdesini bulan kadınla ilgili temel ve genel esaslar korunarak kadın-erkek ilişkileri ve aralarındaki haklar ve görevler dengesi gözden geçirilerek yeniden kurulabilir.
Sadece kadının değil; erkeğin de hakları ve sorumlulukları (Kur’an ve Sünnet prensipleri doğrultusunda) yeni baştan ele alınarak çağın gereklerine ve toplumun ihtiyaçlarına uygun hale getirilebilir. Buna şiddetle ihtiyaç vardır. (Kadının tarihî süreç içinde ve genelde hâlâ devam eden çok çeşitli zulümlerine keffâret şeklinde kadının lehine olumlu ayrıcalık yapılarak) erkeğin hak ve görevlerini, âilenin yapısını dikkate alarak kadınların haklarını geliştirmek ve genişletmek kaçınılmazdır.
Müslüman kadının sosyal durumunu belirlemede başvurulan kaynak eserler olan fıkıh kitapları bazı konularda kadınlara gerçekten mâkul ve faydalı haklar tanımıştır. Bu takdir edilecek bir husustur. Ancak, bazı yerlerde de kadın haklarını ve özgürlüğünü (fitne endişesi ve sedd-i zerâi gerekçesi ve ataerkil örf-âdet
1752] 2/Bakara, 187
1753] 30/Rûm, 21
1754] 24/Nûr, 30-31
1755] H. Koç, F. Candan, a.g.m. s. 26
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaklaşımıyla) gereğinden fazla kısıtlamış, onu erkeğin bir uydusu haline getirmiştir. Kadınların, Allah’ın kendilerine bahşettiği yetenek ve nitelikleri sonuna kadar serbestçe geliştirmeleri erkekler kadar onların da haklarıdır. Onların bu haklarına saygı göstermek, bunların gerçekleşeceği sosyal ortamı hazırlamak, bu konuda kadınlara destek olmak, erkeklerin görevleridir. Sosyal imkân ve fırsatlardan yararlanmayı sağlayan ortamın hazırlanması, erkekler kadar hatta onlardan daha çok kadınların görevidir. Kadınlar buna tâlip olmalı, bu uğurda mâkul bir mücâdeleyi/çabayı bile göze almalıdırlar.
Kadının haklarını ve sosyal hayattaki hareket alanını kısıtlayan fıkıh kitaplarından çok; gelenekler, töreler ve Doğu zihniyetidir. İslâm’la ilgisi bulunmayan, çoğu zaman İslâm’a zıt düşen sözkonusu gelenekler, töreler ve zihniyet dinî bir renge, İslâmî bir kıyafete sokularak sunulduğundan; bunlara karşı olan, İslâm’a da karşı çıkmış gibi gösterilebilmektedir. Sözünü ettiğimiz Doğu zihniyeti ve onu yansıtan kadın aleyhinde oluşmuş gelenekler ve görenekler baskıcıdır, kadına karşı şüphecidir, ona güvenilmemesini ister. Kadını kayıtsız şartsız erkeğin egemenliğine sokar. Onun bir gölgesi ve uydusu haline getirir. Kadının da, toplumun da doğasına aykırı olduğu gibi, İslâm’ın da reddettiği ve zulüm saydığı bu anlayışı ve ona bağlı uygulamaları kaldırmak veya etkisiz hale getirmek kadın-erkek her mü’minin görevidir.
Hak ve sorumluluklarını bilen, kişilikli, aydın ve bilgili müslüman bir kadın, İslâm toplumunun güvencesidir. Bu nitelikteki kadınların bulunduğu bir toplumun erkekleri de daha kişilikli olur. Yüce Allah: “Sizi eşler olarak yarattı”1756 diyor. Kadınlı-erkekli yaratılmış olmayı büyük bir lütuf ve nimet olarak gösteriyor. Eşlerin ayrı cinsten olmalarını kalp huzurunun, ruh sükûnunun sebebi olarak zikrediyor.1757 O halde eş sahibi olmak en büyük nimet, eşi mutlu etmek en büyük görevdir. Babasız, kardeşsiz, oğulsuz, kocasız, amcasız, dayısız ve dedesiz bir hayat bir kadın için anlamsız ve çekilmez olduğu gibi; annesiz, bacısız, kızsız, karısız, halasız, teyzesiz ve ninesiz bir hayat da bir erkek için anlamsız ve çekilmezdir.
Mutlak kemâl, Cenâb-ı Hak’a mahsustur. Kadın da, erkek de noksan ve kusurlu tarafları olan varlıklardır. Kadında bulunan bazı özellikler ve nitelikler erkeklerde, erkeklerde bulunan bazı hususlar da kadınlarda yoktur veya zayıf olarak vardır. Bu durumda, evlilik bağı ile bir araya gelen bir kadınla erkek birbirinin eksiğini tamamlayarak daha mutlu, daha huzurlu, daha güvenli bir hayat yaşama imkânına sahip olur. “...Kadınlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...”1758 Kadın-erkek birbirinde kusur arayacağı yerde, varolması tabiî olan bu kusurları/eksiklikleri tamamlamanın yolunu ve çarelerini ararlarsa daha mutlu olurlar.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, onları aşmayın.”1759 “Allah’ın koyduğu hudûdu aşanlar zâlimlerdir.”1760 buyuruluyor. Allah’ın koyduğu sınırlar vardır, erkeğe erkeklik tabiatının koyduğu sınırlar vardır, kadına ise kadınlık tabiatının koyduğu sınırlar vardır. Bu sınırlarda durmak, sınırları zorla1756]
35/Fâtır, 11
1757] 30/Rûm, 21
1758] 2/Bakara, 187
1759] 2/Bakara, 229
1760] 2/Bakara, 229
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 431 -
mamak, sınırları aşmamak mutluluğun temel şartlarından biridir. Kadın kadın olduğu için, erkek de erkek olduğu için memnun, bahtiyar ve mutlu olmalı ve şükretmeli, biri öbürüne özenmemeli, onun gibi yaratılmadığı için kendisini talihsiz veya talihli saymamalı, Allah’ın kendisi için seçtiği cinsiyeti şükür ve iftiharla kabullenmeli, bu konudaki İlâhî takdîre râzı olmalıdır.
Bir kadının bir erkeği sırf erkek olduğu için ayıplaması ne kadar saçma ve sakat ise, bir erkeğin de sırf kadın olduğu için bir kadını ayıplaması o kadar saçma ve gülünçtür. Aslında bir kadını kadın olduğu için ayıplamak onu kadın olarak yaratan Allah Teâlâ’yı ayıplamak anlamına gelir ve bunu ancak aklen ve fikren nâkıs, mantıken zayıf kimseler (din ve akıl yönünden eksik) kimseler yapar.
Kadınlar hür ve serbest olmalıdır, diyoruz. Ancak, Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah’ın ve kadınlık fıtratının koyduğu sınır zorlanmamalı, bu sınır aşılmamalıdır. Bir insanın haddini bilmesi, durması gereken noktada durması özgürlükten beklenen faydaların hâsıl olmasını sağlar. Özgürlük; başıboşluk, keyfîlik, sorumsuzluk değildir. Özgür olmak isteyen İlâhî ve tabiî kurallar çerçevesinde nefsine hâkim olmalı, kendini disipline etmelidir. Haklar ve özgürlükler konusunda anlamı ve içeriği olmayan bir eşitlikten söz edip kadını erkekle yarıştıranlar ona en büyük haksızlığı yapmaktadır. Kadın-erkek birbiriyle yarışsın, birbiriyle rekabete girsin diye değil; birbirini tamamlasın, birbirine destek olsun diye farklı iki cins olarak yaratılmışlardır (Beşerî ve İslâm dışı bir anlayış olduğu kadar, adâlete ters yanlış bir eşitlik savunusu olan feminizmin yanlışlığının temeli de bu fıtrî farklılık ve tamamlayıcılığı inkâr etmesidir.). Kadın ve erkek tabiatını ve fıtratı bilmeyenler, onların gereklerini dikkate almayanlar er geç bu tabiatın hışmına uğrarlar. 1761
Kadın hakları konusunda aşırı davrananlar da olmuştur. Bu ifratçılar, Allah’ın koyduğu kanuna ve kadının durumuyla ilgili İlâhî yasalara karşı çıkmışlar, kadını her konuda erkekle yarıştırmışlardır. Tefritçiler kadını Doğunun çürümüş taklitçiliğine terkederken, ifratçılar da Batı taklitçiliğine mahkûm etmişlerdir. Bu ifratçıların amacı, erkekle kadını her konuda eşit kılmaktır. Onlara göre her konu ve konumda kadın erkekle eşittir. Ama şunu unutuyorlar: Allah’ın fıtrat kanunu, bu iki cinse bazı hususlarda farklı özellikler vererek onları birbirinden ayrı ve birbirini tamamlayıcı kılmıştır. Yüce Allah’ın hikmeti gereği, fizikî yapıları farklıdır. Her birinin yeteneğine ve tabiatına uygun bir görevi vardır. Bütün özellikleri, güzellik, fazîlet ve zorluklarıyla birlikte annelik görevi kadına aittir. Bu nedenle kadın, genel olarak erkekten daha fazla evde kalır.
Fıtrattaki bu ayrılık, kadının eğitimini ve çalışmalarını ihmal etmemizi gerektirmez. Kadın hakları konusunda ifrâta giden modernist yaklaşımdaki bazıları, Yüce Allah’ın, adâleti sağlamak gibi bazı zor şartlarla birlikte erkeklere bir’den fazla kadınla evlenme müsâadesi vermişken, onlar bunu uygun ve câiz göremiyorlar. Kur’an’ın genelde kadınla erkek arasındaki miras paylarındaki âdil taksimine rızâ göstermiyorlar; kızlara da erkek gibi eşit miras takdir ediyorlar. Yine onlar Allah’ın kanununda haram sayılan şeyleri helâl göstermek için Kur’an ve Sünneti bilmiyorlar veya bilmezlikten geliyorlar. Neticede mevcut bâtıl düzeni temize çıkarmaya yelteniyorlar yahut da yöneticilerin helâli haram, haramı helâl kılma gibi sapkınlıklarını görmezlikten geliyorlar. (Zinâyı hoş gören kanuna
1761] Süleyman Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, (Önsöz) s. 9-11
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşı susarlarken, şeriatta mevcut olan bazı esasları inkâr ediyorlar veya olmadık te’villerle kâfirlerin hoşlanacakları bir din oluşturmaya çalışıyorlar. Meselâ, bayanların başını açmasının haram olmadığını, hele üniversitelerde okumak için rahatlıkla baş açmak gibi teferruat sayılacak konularda mevcut düzenin kurallarına uyulması gerektiğini iddiâ ediyorlar.) Yine, “Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!”1762 hadis-i şerifi varken; kadınların peruk takmasına fetvâ veriyorlar. Ayrıca, bu modernistlere göre “kadının ev dışında (pardösü vb. şekilde) dış elbise giyme zorunluluğu yoktur; kol, boyun ve başı açıkta bırakan ve çok uzun olmayan elbiseler giymek câizdir!” Onların bu tutumları, namaz ve benzeri ibâdetleri inkâr etmekten farksızdır.
Bu düşünceye sahip olanların câhilliğini veya hâinliğini ispat eden en önemli belge, Hz. Peygamber’in “elbise giydiği halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymış olmasıdır.1763 Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani şeffaf ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Âlimler bunu şöyle ifâde etmişlerdir: “Sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”
(Müslümanlara karşı acımasız ve hor görülü, kâfirlere karşı ise zelil ve hoş görülü bu televizyon şeyhülİslâmlarına göre kamusal alanlarda, üniversite ve diğer eğitim kurumlarında başörtüsü yasağı zulmü diye bir problem yoktur. Düzen ve tâğutların “irticâ” adıyla İslâm’ın sosyal hayata yansıyan her görüntü ve düzenlemesine düşmanlığına karşı bunlar kör ve dilsiz kesilmişlerdir.) İfratçı modernistler, geleneksel örfe ve Doğu hayranlığına karşı çıkarlarken, Batı hayranı olmuşlardır. Her iki zümre de aynıdır. Yüce Allah, ne Doğuya ne Batıya uymamızı; ne eskinin, ne de yeninin peşinden gitmemizi istiyor. En doğrusu Hz. Peygamber’in yoluna, hak dine tâbi olmaktır. Bu nedenle ifrat ve tefritten uzak, azgınlığın ve bozgunculuğun bulunmadığı, İslâm’ın gösterdiği sırât-ı müstakîmde, orta yolda yürümek gerekir. “Tartıyı adâletle yapın, terâzide eksiklik yapmayın.” 1764
Toplumumuzda kadının konumu, erkekle uyumu, -istisnâlar dışında- insanî alanların hemen tümünde eşit hak ve yetkileri, adâletle ele alınmamış, kadın ya çok yüceltilerek(!) Batı ve bâtıl oyunlara âlet edilmiş veya Allah’ın verdiği, erkeğinkiyle benzer hakları elinden alınmıştır. Yani ya ifratla veya tefritle bakılıp değerlendirilmiştir. Kadınlara alaylı ve de yüksekten bakanlara göre de kadın, erkekle insanî konularda eşit olmak bir yana, şeytanın tuzağı, İblis’in oltasıdır. Aklı ve dini noksan bir yaratıktır. Bu geleneksel yaklaşıma göre de kadınların ehliyeti noksandır. Erkeğin câriyesi konumundadır. Erkek dilerse onunla evlenir; ona bir miktar mal vererek her şeyine sahip olabilir. Dilediğinde keyfî olarak boşar. Boşanma sonucunda kadın ne mal, ne de tazmînat alabilir. Derler ki:
1762] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25
1763] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
1764] 55/Rahmân, 9
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 433 -
“kadınlar ayakkabılara benzer. Erkek dilediğinde bu ayakkabıları giyer, dilediğinde çıkarır.” Kadının çapkınlığı fâhişelik kabul edilirken, erkeğin çapkınlığı suç bile sayılmaz, hatta açıkgözlülük olur.
Kadın, evlendiği erkeği sevemese, sabretmekten ve kendisine zehir olan hayata katlanmaktan başka çaresi yoktur. Kurtuluşu, erkeğin boşamasına veya elinde avucunda ne varsa ona vererek boşanmaya râzı olmasına kalmıştır. Aksi halde ona kul olmaktan başka hiçbir çıkar yol yoktur. Kimileri câhiliyye anlayışlarına dönerek kız çocuklarına mirastan hiç pay vermezler. Terekesini alış-veriş yoluyla erkek çocuklarına aktarırlar ve böylece kadınlara mirastan pay kalmamış olur (veya hiçbir gerekçe göstermeden sadece erkek kardeşler kendi aralarında miras taksimi yaparlar. Bazıları, kız çocuklarını evlâttan bile saymazlar. “Kaç çocuğun var?” sorusunun cevabı olarak, erkek çocuklarının sayısını söyler. Ayrıca sorarsanız, utana sıkıla “sözüm meclisten dışarı, şu kadar da kızım var!” diye cevap verir.)
Müslümanların çoğu, günümüzde hanımlarını evlerine hapsetmiş, ilim öğrenmelerine müsâade etmeyerek topluma faydalı olan hiçbir aktif faâliyete sokmamışlardır. Kimileri sâliha bir kadının evinden ancak iki defa çıkabileceğini belirtmiştir: Babasının evinden kocasının evine, kocasının evinden de kabre... (Tabii, bu tefrît, ifrâtı doğurmuş, böyle kimselerin kızları evlerine zor girer hale gelmiş veya evlerinde bile Allah’a isyan etmenin bin bir yolunu icat etmişlerdir.)
Müslüman kadın, çoğu kez hayat ortağı olarak eşini seçme hakkından bile mahrumdur. Velîsinin dilediği eşi kabul etme veya reddetme hakkı bile yoktur. Kimi babalar, kızlarının rızâsını almadan ve hatta istişâre bile etmeden, görüşünü bile sormaya lüzum görmeden evlendirme hakkını kendilerinde görürler. 1765
“Kadınlar, erkekleri tamamlayan diğer yarılarıdır.”1766 Kadın ve erkeğin bir elmanın iki yarısı gibi kabul edilmesi, kadın-erkek arasındaki adâlet, toplumun büyük kesimi tarafından, bırakın uygulamayı; teoride bile kabul edilmez: “Kadınların saçı uzun, aklı kısadır”, “Kadın yüzünden gülen, ömründe bir kere güler”, “Kadını sırdaş eden tellâl aramaz”, “Kadının sofusu, şeytanın maskarasıdır”, “Kadının yüklediği yük şuraya varmaz” “Karıdan korkmayan yanılır”, “Kızı olan tez kocar”, “Kız yedi yaşından sonra ya erde, ya yerde”, “Kızı kendi arzusuna bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya.” Bunlar, kadın aleyhtarı onlarca atasözünden/atesözünden birkaçı.
Teaddüd-i Zevcât/Poligami/Çok Eşlilik
Teaddüd-i zevcât: Birden çok kadınla evlenmek, nikâhlı eşlerin birden çok olması demektir. Bir erkeğin aynı anda dörtten fazla kadınla evli bulunması câiz değildir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Eğer yetim kızlar hakkında (adâleti yerine getiremeyeceğinizden) korkarsanız sizin için helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Eğer bu şekilde de adâlet yapamamaktan endişe ederseniz, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz cariye ile yetininiz. Bu, sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır; altına girdiğiniz sorumluluğu ihlâl etmemeniz açısından daha uygundur.” 1767
1765] Yusuf el-Kardavî, naklen; Tahrîru’l-Mer’e, Kadın ve Âile Ansiklopedisi, c. 1, s. 17-19, 13
1766] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 2329
1767] 4/Nisâ, 3
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetteki “ikişer, üçer, dörder” ifadesi toplam olarak dörtten fazla sayıyı kapsamaz. Hz. Peygamber’in şu hadisleri âyeti tefsir eder: “Abdullah b. Ömer (r. anhümâ) şöyle demiştir: Gaylân es-Sakafî, câhiliye devrinde nikâhı altında on kadın varken İslâm’a girdi. Onunla birlikte eşleri de Müslüman oldular. Rasûlüllah (s.a.s.), bu eşlerden dört tanesini seçmesini emretti.”1768 Kays b. el-Hâris’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Nikâhım altında sekiz kadın olduğu halde Müslüman oldum. Nebî’ye (s.a.s) giderek, durumu anlattım. Bana: “Onlardan dört tanesini seç!” buyurdu.”1769 Nevfel b. Muâviye, beş kadınla evli iken İslâm’a girmişti. Nebî (s.a.s) ona; “Dördünü tut, diğerinden ayrıl”1770 buyurmuştur .
Zâhirîler ve İmâmiye erkek için dokuz kadınla evlenmenin câiz olduğu görüşündedirler. Onlara göre, “ikişer, üçer ve dörder” ifadesindeki “vav”lar tercih için değil, toplama içindir. Ancak Arap dilinde bu gibi hitaplar vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de; “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur”1771 âyetinde, meleklerin kanat toplam sayısı değil, ayrı grupların kastedildiği açıktır. İslâm’dan önce Arabistan’da çok eşliliğin sınırsız bir şekilde uygulandığı kabul edilir. Ancak çok eşlilik daha çok varlıklı kimseler ve kabile başkanları için söz konusu idi. Halktan erkeklerin çoğunluğu ise tek eşliydi. 1772
Eski İran, Çin ve Brehmenler hukukunda, Babil’de Hammurabi kanunlarında birden çok kadınla evlilik kabul edilmişti. Roma hukukunda istifraş yani evli olmaksızın birlikte yaşamak mevcuttu.1773 Tevrat’ta Dâvud’un (a.s.) birkaç kadınla evlendiğinden söz edilir.1774 İncil’de birden fazla kadınla evlenmeyi yasak eden bir hüküm yoktur. Bu yüzden XVI. asra kadar Hristiyanlarda çok evlilik normaldi. Hatta filozof Herbert Spenser’e göre, XI. asırda İngiltere’de kadının başka bir erkeğe belli bir süreyle ödünç verilebileceği hakkında kilise kanun çıkarmıştır. 1775
Hz. Peygamber de çok evli idi. Bunun dinî, ictimâî, siyasî, terbiyevî bir takım hikmetleri vardır. O’nun çok evliliğinin asıl amacı sahabe hanımlarına bir kaç muallim yetiştirmektir. Çünkü bir toplumun yarısı kadındır. Kadınlar da, erkeklerin yükümlü olduğu hükümlerle yükümüdür. Kadınlar kendileriyle ilgili gizli meseleleri Hz. Peygamber’den sormaya çekinirlerdi. Ay hali, lohusalık, cünüplük, vb. konular bunlar arasındadır. Allah elçisinin edeb ve hayâsı da bunları cevaplamaya engeldi. İşte Hz. Peygamber’in âileleri, özellikle hanımlarla ilgili şer’î hükümleri, diğer kadınlara tebliğ etmede önemli rol oynamışlardır.
Kimi zaman Rasûlullah’ın evliliği câhiliyye âdetlerini yıkıp yeni bir hüküm koymak amacına yöneliktir. Zeyneb binti Cahş ile evliliği buna örnek gösterilebilir. Çünkü Zeyneb (r. anhâ) önce, Hz. Peygamberin evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise ile evlenmiş, ancak geçimsizlik sebebiyle başaramamışlardı. Câhiliyye devri
1768] eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VI, 159 vd.
1769] Ebû Dâvud, Talâk, 35
1770] eş-Şevkânî a.g.e., VI, 149
1771] 35/Fâtır, 1
1772] Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhyye Kamusu, İstanbul 1967, 11, 112, 113
1773] Mahmut Es’ad, Tarih-i İlm-i Hukuk, İstanbul 1331/1912, s. 75, 97, 139, 141, 149, 165, 173, 175
1774] Samuel, 2/12, 7/8
1775] Mustafa es-Sibâî, el-Mer’e beyne’l-Fıkh ve’l-Kanun, s. 210 vd.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 435 -
örfüne göre, evlâtlığın dul kalan eşiyle evlenmek yasaktı. Cenâb-ı Hak evlâtlığı kaldırarak, bunların dul kalan eşiyle evlât edinenin evlenebileceğine izin verdi ve ilk uygulama Allah elçisi ile Zeyneb’in (r. anhâ) evlenmesiyle başladı. 1776
Allah elçisinin (s.a.s.) Ebû Bekr kızı Âişe ve Hz. Ömer’in kızı Hafsa ile evlenmesi sosyal bir hikmete dayanır. İslâm onlar sayesinde güç kazanmış, âileler, hatta kabileler arasında kopmaz bağlar meydana gelmiştir. Hz. Peygamber kızı Fâtıma’yı Hz. Âli’ye biri vefât edince diğeri olmak üzere iki kızını da Hz. Osman’a vermiştir. Bu dört sahabe, Rasûlüllah’ın en yakın dostu, yardımcısı olup, onun vefâtından sonra da İslâm toplumunu yöneten liderlerdir.
İnsanların gönüllerini bir noktada toplamak ve kabileleri birleştirmek için de evlilikler olmuştur. Nitekim Cüveyriye (r.anhâ), Müstalikoğullarının başkanı el-Hâris’in kızıdır. Bu kabile esir alınmıştı. Cüveyriye de esir düşmüştü. Kurtuluş fidyesi için Hz. Peygamber’den yardım istedi. Hz. Peygamber fidyeyi vereceğini ve kendisiyle de evlenmek istediğini bildirince de Cüveyriye kabul etti ve evlendiler. Esirleri ellerinde tutan sahabiler; “Biz Allah’ın Rasûlünün sihrî hısımlarını nasıl esir tutarız” diyerek hepsini serbest bıraktılar. Bu durum karşısında Müstalikoğulları topluca İslâm’a girdi. 1777
Birden çok Kadınla Evlenmenin Şartları:
İslâm birden çok kadınla evlenebilmek için bir takım şartlar öngörmüştür, Bu şartlar şunlardır:
1- Eşler arasında adâletli davranmak. Bu insan gücü ile sınırlı olmak üzere yedirmek, giyim, barınma, ilgi ve muâmele konularında adâletli davranmayı kapsar. Ancak bunun güçlüğüne Kur’ân-ı Kerim’de şöyle işaret edilir: “...Eğer adâlet yapamamaktan korkarsanız, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz câriye ile yetininiz.”1778 Buna göre eşler arasında adâlet yapmama ve zulüm yapma korkusu varsa tek eşle yetinme esası getirilmiştir. Ancak adâlet sevgi, kalbin meyli, aşk gibi hususları kapsamaz. Çünkü bunlara güç yetirilemez. İslâm ise insana gücünün yetemeyeceği yükü taşıtmaz. Bununla birlikte, eşlerden birine aşırı derecede meylederek, diğerlerini sevgiden mahrum etmek yasaklanmıştır. Âyette şöyle buyurulur: “Kadınlar arasında adâletli davranmaya ne kadar gayret gösterirseniz de buna güç yetiremezsiniz. Hiç değilse birisine aşırı meyledip de diğerini (ne dul ne kocalı durumda) askılı bırakmayın.” 1779
Yukarıdaki iki âyet birlikte değerlendirildiği zaman İslâm’da çok eşlilik aslî bir kural değil, fevkalâde hâl ve şartlar bulununca başvurulabilecek bir ruhsat olduğu sonucuna varılır.
2- Eşlerin geçimini sağlamaya gücü yetmek. İslâm’da bir erkeğin evlenebilmesi için, tek veya daha fazla eş olsun, bunların yeme, içme, giyim ve barınma harcamalarını sağlayacak güce sahip olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ey gençler topluluğu! Sizden evliliğin külfetlerini yerine getirmeye gücü
1776] 33/Ahzâb, 37
1777] es-Sâbûnî, Tefsîru Ayâti’l-Ahkâm, 2. Baskı, Suriye 1397/1977,11, 319 vd.; İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 116, vd.
1778] 4/Nisâ, 3
1779] 4/Nisâ, 129
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeten evlensin.”1780 Evlilik külfetinin başında eşin geçim masraflarının geldiğinde şüphe yoktur.
Çok evliliğe İslâm’ın izin vermesinin Hikmetleri: İslâm’da tek evlilik, esas, çok evlilik ise istisnadır. Ona ancak ihtiyaç veya zarûret hallerinde başvurulur. İslâm hiçbir kimseye çok evliliği farz kılmadığı gibi, buna teşvik de etmemiştir. Ancak genel veya özel bazı sebepler bulununca çok evlilik mubah sayılmıştır.
Genel sebepler: Bazı beldelerde çeşitli sebeplerle erkek nüfus azalır, kadın nüfus ise normalin üstünde artabilir, Savaş sonralarında böyle durumlarda sık sık karşılaşılır. Nitekim Birinci Dünya Harbinden sonra Almanya’da bir erkeğe dört veya altı kadın düşüyordu. Bu durum karşısında Alman kadınları, erkeklerin birden çok kadınla evlenmeleri gerektiğini açıkça savunuyorlardı. Böyle bir ortamda taaddüdü zevcât, kadınları fuhuştan korumak, onlara sıcak bir yuva sağlamak, bu yolla yetim kalan çocuklarını da hikâye etmek amacına hizmet eder.
Kimi zaman da bazı beldelerde nüfusun hızlı artışını sağlamak için çok kadınla evliliğe ihtiyaç duyulabilir. Savaşta nüfusun büyük bir kısmının ölmesi gibi. İslâm’ı yaymak amacıyla da çok evlilik olabilir. Nitekim Hz. Peygamber 54 yaşına kadar Hz. Hatice (r. anhâ) ile tek evli olarak kalmış, bu yaştan sonra 9 kadar eşi olmuştur. 1781
Özel sebepler çoktur:
1- Kadının hastalığı, yüzünden kadınlık görevini yapamaması. Tedavi imkânı bulunmayan kadın hastalığı, kadının çocuk doğuramayacak durumda olması gibi. Böyle bir durumda hasta kadını boşayıp, başkası ile evlenmek yolu bir çare gibi görülüyorsa da kocasının ve belki çocuklarının yuvasından onu uzaklaştırmak yerine onun rızâ ve muvâfakatıyla ikinci bir evliliğe imkân sağlamak daha üstün bir özlük hakkı olsa gerek. Böylece ilk eşin hakları da korunmuş olur.
2- Bazı erkekler kendi eşi dışında başka bir kadına öne geçilmez istekle bağlanmış olabilir. Onu zinâdan korumanın tek yolu ikinci evliliktir.
Bu duruma göre çok evliliğin mubah oluşu zaruret, ihtiyaç, özür veya geçerli bir maslahattır. Günümüz İslâm ülkelerinin bazılarında çok kadınla evlenmek hâkim iznine bağlanmıştır. Çünkü, birden çok kadınla evlenecek erkekte adâlet ve nafakaya güç yetirme niteliklerinin bulunup bulunmadığını tesbit etmek bunu getirir. Bu iki niteliğin varlığı nass’larla istendiği için bunu araştırmak ve bir esasa bağlamak İslâm devletinin yetkisi altındadır.
XX. yüzyılın ortalarında yapılan âile hukukuna ilişkin konular, Tunus dışında diğer İslâm ülkelerinde çok kadınla evlenmeyi yasaklamamışlar, yalnız bazı koruma önlemleri almakla yetinmişlerdir. Suriye, Irak ve Pakistan’da çok kadınla evlenebilmek için hâkimden izin alınması şartı konmuş buna rağmen evli bir erkeğin izinsiz olarak akdettiği ikinci ve daha sonraki evlenmeler geçerli sayılmıştır. Ancak, devletin belirlediği usûllere uymadığı için ilgiliye cezâ verme yoluna gidilmiştir. 1782
1780] Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2,3,19; Müslim, Nikâh, 1,3; Ebû Dâvud, Nikâh, I; İbn Mâce, Nikâh, ; Nesâî, Sıyâm, 43
1781] Vehbe ez-Zühaylî, a.g.e, VII, 169, 170
1782] Suriye Medeni Kanunu, Mad. 17; Irak Med. Kan. Mad. 3-4, Pakistan Âile Hukuku KararÂİLEDE
GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 437 -
Diğer yandan Tunus kanunu çok eşliliği sert cezâ tehdidi altında yasaklamış, gizli olarak çok kadınla evlenmelerin artması üzerine de 1958’de önceden belirlenen cezâlar arttırılmıştır. Bu arada Tunus mahkemeleri, kanun koyucunun maksadını yorumlayarak ikinci evlenmeleri bâtıl saymıştır. 1783
“Eğer yetim kızlar hakkında (adâleti yerine getiremeyeceğinizden) korkarsanız sizin için helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Eğer bu şekilde de adâlet yapamamaktan endişe ederseniz, o zaman bir tane ile veya mâlik olduğunuz cariye ile yetininiz. Bu, sizin haktan eğrilip sapmamanıza daha yakındır; altına girdiğiniz sorumluluğu ihlâl etmemeniz açısından daha uygundur.” 1784
Yeğeni Urve bin Zübeyr’in sorusuna Hz. Âişe’nin verdiği cevaptan yola çıkarak: “Eğer velîsi olduğunuz mal sahibi yetim kızları kendinize nikâhlamakla onlara karşı adâletsizlik yapacaksanız, hoşunuza giden diğer kadınlardan biriyle evlenin…” Hz. Âişe’nin açıklamasına göre, mal sahibi yetim kızların velîleri, malları için onlarla evlenmek istiyor, fakat vermeleri gereken mehri de vermek istemiyorlardı.1785 Said bin Cübeyr, Katâde ve tâbiînden diğerlerine göre bu cümlelerin anlamı şudur: “Nasıl ki yetimlerin haklarına tecâvüz etmekten haklı olarak çekiniyorsanız, aynı şekilde evlenmeye niyetlendiğiniz kadınların hak ve çıkarları için de aynı özeni gösterin.”
Bu âyet, dul ve yetim kadın ve kızların mağdûriyetlerini gidermek için, olağanüstü durumlarda birden fazla evliliğe cevaz vermiş, hatta teşvik etmiştir. Nitekim bu âyetin öncesinde ve sonrasındaki hükümler de savaşın açtığı yaraları sarmak için inmiştir. Normal durumlarda vahyin tavsiyesi tek eşliliktir. Âyetin sonu buna delâlet eder. 1786
Bazıları tek eşliliği savunurken modern söylemden etkilenmiş olabilir. Fakat bu etkilenme, bu söylemin yanlış olduğu sonucunu vermez. Sadece, doğru sonuç yanlış bir zihniyetle savunuluyor denilir.
Çünkü...
Esasında Kur’an’ın tavsiyesi de tek eşliliktir: Zâlike ednâ en lâ teûlû: cevretmemeniz için en az olanı daha makbuldür. Nisa üç böyle bitiyor. Efendimiz gençliğinin en hızlı yıllarında 40 yaşına kadar tek eşli kaldı. Efendimiz Hz. Ali’nin Hz. Fâtıma üzerine evlenme isteği üzerine onu azarladı. Hz. Ali’ye verdiği cevaptan kızlarıyla everirken Hz. Osman’dan da böyle bir söz aldığı zımnen anlaşılıyor.
İşin esası tek eşliliktir; diğeri ruhsat. Ruhsatlar aslın yerini almamalıdır.
Kadınlarla; Özellikle Ev ve Çocuklar Konusunda İstişârenin Önemi
“İslâm’da istişâre” mevzûu açıldığı vakit her seferinde, mevzû üzerine gelen namesi
1783] Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 239, 240; H. Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 66-67
1784] 4/Nisâ, 3
1785] Buhârî ve Müslim
1786] M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 145, Nisâ 3 âyetinin izahı.
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
suallerden biri “kadınla istişâre” meselesidir, bunun da sebebi muhtemelen, bu mesele hakkında verilen ana fikrin, dinleyenler tarafından çoğunlukla bilinen ve bir bakıma genel kültür halini almış bazı mevcut mâlûmâta ters düşmesidir. Umumiyetle şu soruyla karşılaşırız: “Kadınlarla istişâre edin, fakat onların sözüne uymayın” diye sahih bir hadis var mı? Bu konuda esas nedir? Kadınlarla istişârenin hükmü nedir?”
Hemen kaydedelim ki, kadınla istişâreyi mutlak bir ifade ile reddetmek hem Kur’an ve hem de sünnette gelmiş bulunan bir kısım muhkem naslara aykırıdır. Açıklayalım.
1- Kur’an’a Göre: Kur’ân-ı Kerim’de, kadınla istişâreyi ne sarahaten ne de zımnen men eden bir âyet vardır. Aksine bazı meselelerde kadınla istişâre emredildiği gibi, muhtelif istişâre örnekleri de vardır.
a- Çocuğun süt emme müddeti Kur’ân-ı Kerim tarafından iki yıl olarak tesbit edildikten sonra, aynı âyetin devamında, anne ile baba, aralarında istişâre ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri belirtilir: “Ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur.” 1787
b- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir âyette, yine çocuğun emzirilmesi meselesinde bu işi bizzat annenin varılacak mutabakatla, ücretle yapabileceği belirtilir: “Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun ber şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir.” 1788
c- Kadınla istişâre bahsini münakaşa eden âlimler tarafından da delil olarak zikredilen, daha ikna edici bir diğer Kur’anî delil Hz. Mûsâ’nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber’e, kızı tarafından yapılan teklifi içeren âyettir: “İki kadından biri: ‘Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır’ dedi.”1789 Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu teklifi kabul eder ve Hz. Mûsâ çoban olarak tutulur.
d- Kur’ân-ı Kerim’de verilen çeşitli istişâre örneklerinden biri Sebe Melikesi (Belkıs) ile alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman’dan tehdidkâr bir mektup alır. Bunun üzerine, askerî komutanlarının da hazır bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve fikirlerini sorar: “Ey ileri gelenler! Ben Süleyman’dan mühim bir mektup aldım. Bismillahirrahmanirrahim diye başlıyor ve “Sakın bana asi olmayın, teslim olarak bana gelin” diyor. Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir husûsunda bana fikrinizi söyleyin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm vermedim.” 1790
İstişâre adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler: “Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten fazla anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!” Hanım lider kararını verir: “Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri vakit orasını tahrib edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil kılarlar. (Süleyman’ın askerlerinin de) yapacakları
1787] 2/Bakara, 233
1788] 65/Talâk, 6
1789] 28/Kasas, 26
1790] 27/Neml, 30-32
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 439 -
budur. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım.” 1791
2- Sünnete Göre: Hz. Peygamber’in (aleyissalâtu vesselâm)n sünnetinde de durum Kur’an’dakine yakındır. Zira Rasûlullah da bir kısım meselelerde kadınlarla istişâreyi mükerrer hadislerinde emretmiştir. Ayrıca birçok kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel ettiği de Ashab tarafından rivâyet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla istişâreyi yasaklayan birkısım zayıf rivâyetler de vârid olmuştur. Nitekim, konuya girerken kaydettiğimiz soruda zikredilen muhtevâ, böyle bir rivâyetin tercümesidir. “Kadınlarla istişâre edin, fakat onlara muhalefet edin.” (Aslında, bu rivâyete ciddî hadis kitaplarında rastlanmaz.)
Münâvî tarafından “muteber bir aslının olmadığı” belirtilen bu rivâyeti1792 genişçe tahlile tabi tutan Sehâvî, el-Makaasıdu’l-Hasene’de şu bilgileri kaydeder: “Ben bu sözün Hz. Peygamber’e nisbet edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer’e nisbet edilen, bu söze yakın şu rivâyeti kaydeder: “Kadınlara muhâlefet edin. Zira onlara muhâlefette bereket vardır.” İbn Lâl, içinde çok zayıf râvîden başka inkıtânın (yani kopukluğun) da yer aldığı bir senedle -ki aynı senedle hadisi ed-Deylemî de rivâyet etmiştir- şu rivâyeti kaydeder: “Enes’in rivâyetine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiç kimse istişâresiz bir iş yapmasın. Şâyet kendisine fikir verecek birisini bulamazsa, bir kadınla istişâre etsin, ama ona muhâlefet etsin. Zira kadına muhâlefette bereket vardır.” 1793
Bu mevzûda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) nisbet edilen diğer bir rivâyet de Hz. Âişe ve Zeyd İbn Sâbit’ten gelmektedir: “Kadınlara itaat pişmanlıktır.” Ne var ki, âlimler bunun da “sahih” değil, “zayıf” (ve bazısı da mevzû) olduğunu belirtirler. 1794
Ancak, aynı mânâyı ifade eden, zayıf da olsa başka rivâyetler de gösterilebilir.1795 Suyûti, “Kadınlara itaat ettiği zaman erkekler helâk olmuştur”1796 rivâyetini de kaydeder. Suyûtî bu rivâyeti, Taberânî ve Hâkim’in tahric ettiğini, Hâkim’in hadise “sahih” hükmünü verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve bahsi “Allahu a’lem -doğruyu Allah bilir- sözüyle kapar.
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: “Hadis ilminin umumi prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de amel edilebildikten başka, bir mevzûda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini kuvvetlendirir ve ayrıca “sahih bir asla” dayandıklarını gösterir. Şu halde, bu meselede aynı prensip mûteber olamaz mı?”
Cevap: Evvelâ, zayıf hadisle amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak, zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin âyete veya sahih hadise muhâlefet etmemesi, bir bakşa ifade ile, o mevzûda zayıf hadisten başka “nass”ın bulunması lâzımdır. Yukarıda görüldüğü üzere, “Kadınla istişâre etmeyin” ifadesi değil sahih hadislere, bizzat Kur’an’a aykırıdır.
İkinci olarak; Bu mevzûdaki zayıfların birbirini destekleyip kuvvetlenmeleri
1791] 27/Neml 33-35
1792] Münâvî, Feyzu’l-Kadir 4/263
1793] Sahâvî, el-Makaasıdu’l-Hasene, s. 248-249
1794] Keşfu’l-Hafâ, II/3; Geniş bilgi için, Bk. Münâvî, a.g.e., 4/262-63
1795] Üsdü’l-Gâbe 2, 205; 6, 275
1796] Süyûtî, el-Leâli, c.II, s. 174
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bir “sahih asl”a delalet etmeleri meselesine gelince, sözkonusu rivâyetlerin ifade ettiği manayı “mutlak” değil “mukayyed” olarak alırsak cevap müsbet olabilir. “Kadınlarla istişâre edin ve fakat muhalefet edin” veya “kadınlara itaat pişmanlıktır”, “kadınların re’yi ile amel kalbi ifsad eder” gibi rivâyetler söylendiği şekilde yani mutlak olarak alınınca, “hiçbir meselede, hiçbir sûrette, hiçbir kadınla istişâre etmeyin” mânâsı çıkar. Hâlbuki en azından bazı meselelerde istişârenin bizzat Kur’ân-ı Kerim’de emredildiğini gördük. Sünnette gelen deliller ise daha çoktur.
Sünnette Nazarî Beyan: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatında kadınlarla istişâre örnekleri eksik değildir. Burada da, örneklere geçmeden önce, istişâreyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve reddedici mahiyette olan bazı rivâyetleri kaydedeceğz. Bunlar bazı meselelerde “kadınlarla istişâre etmeyi” emretmektedir:
“Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişâre edin.” 1797
“Kızları husûsunda kadınlarla istişâre edin.” 1798
“Bâkire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşâvere etmelidir.” 1799
“Dul kadın kendisiyle istişâre edilmeden evlendirilmemeli, bâkire kız da izni alınmadan nikâhlanmamalı.” 1800
Görüldüğü üzere, özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede fikrinin alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kızın arzusu hilâfına, babası tarafından gerçekleştirilen birkısım nikâhları, şikâyet üzerine, iptal etmiştir.1801 Rasûlullah’ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızâsı hilafına yapılan nikâh akitlerinin batıl olacağına hükmetmiştir. 1802
Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde “istişâre etmek”le kayıtlı ve me’mur değildir. Bu hususu te’yid eden bir rivâyette “Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlarla bile istişâre eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi” denmektedir.1803 Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla istişâre edip de beyan edilenin aksini yaptığını tespit eden rivâyete rastlamadık. Tirmizî’de “kızıl rüzgâr”la alâkalı hadiste geçen “kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder” cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan istişâre değil, annenin ihmal ve istiskal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste, “... babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir” denmektedir. 1804
Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişâre husûsunda nazari beyanlardan başka, fiilî örnekler de mevcuttur:
1- İlk örnek olarak, nübüvvetin bidâyetlerine ait bir vak’ayı zikredebiliriz. Rasûlullah (s.a.s.) henüz peygamberliği husûsunda bilgi ve yakin sahibi değilken,
1797] Üsdü’l-Ğâbe, 4/15
1798] Ebû Dâvud, Nikâh 24
1799] Ebû Dâvud, Nikâh 24, 25
1800] Buhârî, İkrâh 3; Müslim, Nikâh 64
1801] Buhârî, İkrâh 4
1802] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî 15/351; Azimâbâdî, Avnu’l-Mabud 6/119
1803] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr 1/27
1804] Tirmizî, Fiten 38
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 441 -
o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tâhire validemize açtılar. Vâlidemiz (r.a.), Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle teselli etti: “Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de ikram edersin...” 1805
2- Değişik bir örnek “ifk (iftira)” hâdisesiyle alâkalıdır. Âyet-i kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda teferruatıyla açıklanan ifk yani Hz. Âişe vâlidemize (radıyallahu anhâ) münâfıklarca yapılan iftira hâdisesi üzerine Rasûlullah (s.a.s.) zevce-i tâhireleri hakkında geniş bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berire -ki Hz.Âişe’nin cariyesi idi- gibi cariye bir kadının da fikrine mürâcaat etmişti. 1806
3- Üçüncü örnek, diğerlerinden hem daha meşhur, hem de mühim bir istişâre hâdisesidir. Kadınla istişâre meselesini ele alan âlimler, istişârenin câiz olduğunu söylerken, delil olarak bunu kaydeder. Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hudeybiye Sulhü sırasında zevcesi Ümmü Seleme’nin tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak’a. Kısaca özetleyelim:
Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Rasûlullah (s.a.s.) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke’ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler. Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber yanındakilere: “Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı tıraş edin” emrini verir. Ne var ki Ka’be’yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menasiki de yapmaktan imtina ederler.
Rasûlullah emri üç kere tekrarlar... Ashab yine de şaşkın şaşkın bakınmakla mukabelede bulunurlar. Rasûlullah son derece öfkeli halde, çadırına, zevce-i pâkleri Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:
“Neyin var ya Rasûlallah?”
“Hayret ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla ‘Kurbanlarınızı kesin, traş olun, ihramdan çıkın!’ diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme bakıyorlar.”
“Ya Rasûlullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir.”
Bu tavsiye üzerine Rasûlullah (s.a.s.) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (r. anhâ) dediği gibi, Rasûlullah’ı gören Ashab-ı Güzin de teker teker kalkıp kurbanlarını keserler (Vâkidî II/613).
İmâmu’l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: “Beyan ettiği fikirde isabet etmiş Ümmü Seleme’den başka kadın bilinmiyor” demiş ise de, kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb’ın kızı örnek gösterilerek tenkid edilmiştir. 1807
1805] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1
1806] Buhârî, Şehâdât 16
1807] Keşfu’l-Hafâ 2, 3
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ashab’tan Örnek: Kadınla istişâre meselesindeki ıtlakı kaldırıp, tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab’tan kaydedelim:
1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak’adır. Hz. Ömer, bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için, bir tahdid getirerek, mübâlağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman, cemaatte bulunan bir kadın âyet okuyarak: “Ey Ömer, Allah “Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altun vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın...”1808 diyerek sınırlamazken, sen nasıl sınır koyarsın?” diye müdâhale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.): “Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti” diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar. 1809
2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzûmuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (r.a.), kocası cihada gitmiş olan bir kadının “bekârlıktan” yakındığını işitince, kızı Hafsa vâlidemize (ve kadınlardan tecrübeli olanlara1810 mürâcaat ederek: “Kızım (söyle bakayım), bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir?” diye sorar ve aldığı cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder/sınırlar. 1811
3- el-İsâbe’de İbnu Hacer’in kaydettiği bir rivâyet, istişâreye son derece ehemmiyet veren Hz. Ömer (r.a.)’in, zaman zaman, akıl ve faziletce üstün, okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah’a da mürâcaat ettiğini ve hatta onun re’yini başkalarının reyine tercih edip, uyduğunu belirtir. 1812
4- Hâlid İbn Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fâtıma Bintu’l-Velid ile istişâre etmiştir. 1813
5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf’ın Hz. Ömer’den (r.a.) sonra halife tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman’ı belirlerken üç gün herkesten fikrini sormuş bu meyanda kadınların da görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslâm’da kadınların rey hakkı meselesine en mükni örnektir. 1814
Meselemizi rivâyetler açısından hülasa etmek gerekirse, kadınla istişâreyi kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir. Üstelik cevazına delalet eden rivâyetler çoktur. Kur’anî örneklerden başka, bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve bir kısım meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişârenin fiilî örnekleri vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet edebilme ihtimaline karşı da “Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak gerekmektedir” deriz.
Bu Meselede Temel Prensip: Kadınla istişâre meselesini, istişâre adabı üzerine, âlimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşâvirin “liyâkat”ı üzerinde
1808] 4/Nisâ, 20
1809] Bk. Bâkillânî, et-Temhîd s. 199
1810] Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527
1811] İsâbe 4, 341
1812] Üsdü’l-Ğâbe, 7/233
1813] İbn Kesir (v. 774), el-Bâisu’l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183
1814] Said İbn Mansur, Sünen II/186; Bâkillânî, a.g.e. s. 198; İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, s. 526-527
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 443 -
ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişâre etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse elbette ona mürâcaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münâvi, “Kadınlara itaat pişmanlıktır” rivâyetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- “erkeklere ait işlerde” diye kayıtlar. 1815
Liyâkat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi mürâcaatı meşrû ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf “erkek olduğu için” erkeğe mürâcaat hiçbir âlim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb’ın kızının, o meselede bilgi ve dirâyet sahibi olduğunu gösteren rivâyetleri müfessirler kaydederler. 1816
Şu halde liyâkatli olan herkes, kadın veya erkek, istişâreye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyâkattir.
Şurası da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı, çoğunlukla, erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Bu sebeple, onlarla istişâre mevzûunda ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Nitekim, beşerin tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hâkimiyet kurduğu sarayların, çeşitli entrikalarla kaynayarak “devletleri ve saltanatları fesada götürdüğünü” tesbit etmiştir. 1817 Öyleyse, kadınlarla istişâreyi yasaklayan rivâyet, bu beşerî tecrübenin, hadis formuna dökülmüş, öfkeli ve mübalağalı bir ifadesi olabilir, mutlak bir hakikat değil. 1818
Aile İçi Şiddet
Aile İçi Şiddet Araştırması Sonuçları
İstanbul Üniversitesi’nin çıkardığı Türkiye’nin aile içi şiddet profili, her dört kişiden birinin mağdur olduğunu ortaya koydu.
Şiddet uygulayanlara neredeyse cezai yaptırım uygulanmıyor, şiddet eğitim düzeyi ile doğru orantılı yükseliyor.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Türkiye genelinde yaptığı bir araştırma, aile bireylerine şiddet uygulayanlardan sadece yüzde 2’sinin cezalandırıldığını ortaya çıkardı. Farklı coğrafi bölgelerde yaşayan bin 133 kişiyi kapsayan araştırmaya göre, Türkiye’de her dört kişiden biri, aile içi şiddete mâruz kalıyor. Şiddet mağdurlarının yüzde 75’ini kadın ve çocuklar oluşturuyor.
Aile bireylerine uyguladıkları şiddet nedeniyle cezalandırılanların sayısı ise yok denecek kadar az. Şiddet mağduru 264 kişiden, resmi makamlara başvurarak şikâyetçi olanların sayısı 20. Şikâyetçilerden 13’ü polis ve savcının ikna kabiliyeti ile şikâyetinden vazgeçerken, adliyeye yansıyan 7 olaydan, sadece 4 olay mahkumiyetle sonuçlanmış durumda. Şiddet mağduru 244 kişi ise terk edilmek, yeniden şiddetle karşılaşmak veya ailenin diğer bireyleri tarafından dışlanmak korkusuyla şikâyetçi olmuyor.
Araştırmanın en ilginç yanı, eğitim düzeyi ile aile içi şiddetin doğru orantılı olarak yükselmesi. Aile bireylerine şiddet uyguladığını kabul eden 283 kişi arasında ilk sırayı 82’lik bir rakamla üniversite mezunları alıyor.
1815] Feyzu’l-Kadir 4, 262
1816] İbn Kesir 5/273
1817] Feyzu’l-Kadîr, 4/263
1818] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, c. 16, s. 158-166
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aile içi şiddet olaylarının tamamına yakını metropol ve il merkezlerinde yaşanıyor. Araştırmada şiddete mâruz kaldığını açıklayan 264 kişiden 99’u metropollerde, 141 de il ve ilçe merkezlerinde yaşıyor. Gecekondu ve kırsal kesimde yaşayan şiddet mağdurlarının sayısı ise sadece 24.
Aile içi şiddet mağduru olduğunu açıklayan 264 kişinin coğrafi bölgelere göre dağılımında ilk sırayı 58 kişiyle Marmara Bölgesi alıyor. Şiddet mağdurlarının diğer bölgelere göre dağılımı şöyle: Karadeniz 56, İç Anadolu 49, Akdeniz 42, Doğu Anadolu 26, Güneydoğu Anadolu 17, Ege 8, yurtdışı 2, yanıt vermeyen 6.
Şiddet Türleri
Şiddet mağdurlarına uygulanan şiddet türlerinin başında; dayak, zorla cinsel ilişki, aç bırakma, eve hapsetme, üzerinde sigara söndürme, kesici veya delici aletlerle yaralama, küfür, aşağılama ve eve para bırakmama geliyor. Aile bireylerine şiddet uygulayan kişilerin yüzde 82’sini erkekler oluşturuyor. Araştırmaya göre şiddet uygulayanların yüzde 45’ini erkek eş, yüzde 24’ünü baba, yüzde 24’ünü ise ağabey ve abla oluşturuyor. Şiddet uygulayan ������������������������annelerin oranı ise yüz-yüzde 10.
“En olgun mü’min, ahlâkı en güzel olan ve âilesine karşı en çok lütufkâr davranandır.” (Hadis rivâyeti)
“Bir zaman gelecek, kişinin helâkı, karısının, ana-babasının ve çocuklarının elinde olacaktır. Bunlar onu, fakirlikle ayıplarlar ve gücünün yetmediği şeyleri kendisinden isterler. Adam bu sebeple tehlikeli işlere girerek dini gider ve kendisi de helâk olur.” (Hadis rivâyeti)
“Sizin hayırlınız, âile fertlerine hayırlı olanınızdır.” (Hadis rivâyeti)
“İnsan ömrünün din seçmekten sonra en önemli olayı, iyi bir eş seçimidir.”
“Haramlardan sakınan müslümana göre evlilik, aşkın meyvesi değil; aşk, evliliğin meyvesidir.”
“Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktadır.”
“Âileyi, evliliği sürdüren vücut değil, ruhtur.”
“Âile, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır.”
“Bir karı-kocanın tartıştıklarını görürseniz, kadını savunun, çünkü kocanın savunulmaya ihtiyacı yoktur; o her zaman haklıdır.”
“Her yanda evi olan adamın, hiçbir yerde evi yoktur.”
“Beşiğindekini ağlatan âile gülmez.”
“Bir âileyi idâre etmek, bir devleti idâre etmekten hiç de kolay değildir.”
“Âile, kralların bile giremediği bir kaledir.”
“Evlilik huzur bulmak içindir, didişmek için değil!”
“Biraz çaba göstererek iyi geçinmek varken, huysuzluk etmek akıl kârı değildir.”
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 445 -
“Sen kocana câriye ol ki, o da sana köle olsun. Sen ona yer ol ki, o da sana gök olsun.”
“Evlilerin en çok yapmaları gereken şey, iyi niyetle iletişimdir, konuşmaktır.”
“Sevgi ve saygı karşılıklıdır.”
“İyilikle halledilebilecek bir şeyde zora başvurmak yanlıştır, zulümdür.”
“Her insanın sabrının bir sınırı vardır, bunu zorlamamak gerekir.”
“Akıllı insan, evliliğini cennet edecek bir biçimde davranmaya çalışır ve evliliğini cehenneme dönüştürecek davranışlardan uzak durur.”
“Sayılmak istiyorsanız, saymayı öğrenmeniz gerekecektir. Sevilmek istiyorsanız sevmeyi öğrenmeniz gerekecektir.”
“Hep karşımdaki değişsin, diye düşünmek yanlıştır. Güzele doğru karşılıklı değişmek lâzımdır.”
“Hanımın ilk görevi güler yüzlü olmaktır.”
“Biz herkese iyilik etmiyor muyuz? Başkalarından önce kendi âilemize karşı iyi olmamız lâzım.”
“Nasıl ki biz kusursuz olamıyorsak, karşımızdakinin de kusursuz olamayacağını peşinen bilmeli ve kabullenmeliyiz.”
“Dünya cennet değildir, elbette problemler olacaktır.”
“Mutlu olmak için önce sabırlı olmak gerek.”
“Her istediğini söyleyen, istemediğini işitir.”
“Eşler birbirleriyle anlaşabilmek için gayret göstermelidir.”
“Mesele kendimizi samimi olarak tenkit edebilmektir. Karşımızdaki bizi bir konuda suçluyorsa, onun zıddını ispat etmek bize düşer.”
“Evlilikte ana kural, karşılıklı olarak kişi onuruna saygı gösterilmesinin gerekliliğidir.”
“Eşler birbirleriyle didişmek yerine, birlikte gelişmek için uğraşmalıdırlar.”
“Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların annesini sevmektir.”
“Saygı, sevgiyi besleyen ve geliştiren, saygısızlık da, sevgiyi öldüren bir etkendir.”
“İnsanı insana sevdiren, tatlı dil, güler yüz ve güzel davranışlardır.”
“Huzursuz bir âile, en çok çocukları yıpratır.”
“Eşini üzen, ezen, hırpalayan insan, onu mutsuz ettiği zaman kendisi mutlu olamaz, bunu unutmamalı.”
“Sinir harbi her iki taraf için de rahatsız edicidir.”
“Saygı ve sevginin olmadığı bir yuva kime, ne verebilir?”
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yalnız kendini düşünen insandan, mümkün olduğu kadar uzağa kaç.”
“Dozunu aşmayan kıskançlık güzeldir ve sevgi ifâdesidir.”
“Aşırı kıskançlık ve diktatörlük evlilikte mutluluğu engeller.”
“Eşler arasında ortak ilgi ve alâkaların olması, onları birbirlerine yakınlaştırır.”
“İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar.”
“Eşler, ‘hatâ karşıdadır’ peşin hükmü yerine; ‘acaba benim hatam nedir?’ diye düşünebilselerdi problemlerin halli çok daha kolay olurdu.”
“Hayatımızın bir yönünü İslâm’a göre, bir yönünü nefsimize göre yaşamak yanlıştır.”
“Âile hayatında her müslüman erkek Rasûlullah’ı, her müslüman kadın da O’nun değerli hanımlarını örnek almalıdır.”
“Huzurlu bir yuvada yaşamak, ancak karşılıklı fedâkârlık ile mümkündür.”
“Evlilik İslâm’a hizmete engel değildir ve olmamalıdır.”
“Evlilik geçici duygular ve imkânlar üzerine değil; iman ve ahlâk güzelliği üzerine kurulmalıdır.”
“Yüzü güzelden kırk günde bıkılır, ahlâkı güzelden kırk yılda bıkılmaz.”
“Eşinizin ve çocuklarınızın sevgisini kaybetmek istemiyorsanız, onlara asla kötü söz söylemeyin, hakaret etmeyin.”
“Eşinize ve çocuklarınıza iltifat etmek, onları mutlu etmenin bir yoludur.”
“İyilik eden hem dünyada ve hem de âhirette kârlı çıkar.”
“Eşler birbirlerine olan saygılarını kaybetmemeye dikkat etmelidirler. Saygının bittiği âilede pek çok şey bitmiş demektir.”
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 447 -
Âile ve Geçim Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Âile Kavramıyla İlgili Kelimelerin Geçtiği Âyetler:
Âile Anlamına da Gelen “Ehl” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (127 Yerde): 2/Bakara, 105, 109, 126, 192, 217; 3/Âl-i İmrân, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 121, 199; 4/Nisâ, 25, 35, 35, 58, 75, 92, 92, 123, 153, 159, 171; 5/Mâide, 15, 19, 47, 59, 65, 68, 77, 89; 6/En’âm, 131; 7/A’râf, 83, 94, 96, 97, 98, 100, 123; 9/Tevbe, 101, 120; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 40, 45, 46, 73, 81, 117; 12/Yûsuf, 25, 26, 62, 65, 88, 93, 109; 15/Hicr, 65, 67; 16/Nahl, 43; 18/Kehf, 71, 77, 77; 19/Meryem, 16, 55; 20/Tâhâ, 10, 29, 40, 132; 21/Enbiyâ, 7, 76, 84; 23/Mü’minûn, 27; 24/Nûr, 27; 26/Şuarâ, 169, 170; 27/Neml, 7, 34, 49, 49, 57; 28/Kasas, 4, 12, 15, 29, 29, 45, 59; 29/Ankebût, 31, 31, 32, 33, 34, 43, 46; 33/Ahzâb, 13, 26, 33; 36/Yâsin, 50; 37/Sâffât, 76, 134; 38/Sâd, 43, 64; 39/Zümer, 15; 42/Şûrâ, 45; 48/Feth, 11, 12, 26; 51/Zâriyât, 26; 52/Tûr, 26; 57/Hadîd, 29; 59/Haşr, 2, 7, 11; 6/Tahrîm, 6; 74/Müddessir, 56, 56; 75/Kıyâme, 33; 83/Mutaffifîn, 31; 84/İnşikak, 9, 13; 98/Beyyine, 1, 6.
Karı-Koca, Eş, Çift Anlamlarına Gelen “Zevc-Zevce” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (81 Yerde): 2/Bakara, 25; 35, 102, 230, 232, 234, 240, 240; 3/Âl-i İmrân, 15; 4/Nisâ, 1, 12, 20, 20, 57; 6/En’âm, 139, 143; 7/A’râf, 19, 189; 9/Tevbe, 24; 11/Hûd, 40; 13/Ra’d, 3, 23, 38; 15/Hicr, 88; 16/Nahl, 72, 72; 20/Tâhâ, 53, 117, 131; 21/Enbiyâ, 90; 22/Hacc, 5; 23/Mü’minûn, 6, 27; 24/Nûr, 6; 25/Furkan, 74; 26/Şuarâ, 7, 166; 30/Rûm, 21; 31/Lokman, 10; 33/Ahzâb, 4, 6, 28, 37, 37, 37, 50, 50, 52, 53, 59; 35/Fâtır, 11; 36/Yâsin, 36, 56; 37/Sâffât, 22; 38/Sâd, 58; 39/Zümer, 6, 6; 40/Mü’min, 8; 42/Şûrâ, 11, 11, 50; 43/Zuhruf, 12, 70; 44/Duhân, 54; 50/Kaf, 7; 51/Zâriyât, 49; 52/Tûr, 20; 53/Necm, 45; 55/Rahmân, 52; 56/Vâkıa, 7; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehıne, 11, 11; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1, 3, 5; 70/Meâric, 30; 75/Kıyâme, 39; 78/Nebe’, 8; 81/Tekvîr, 7.
“Nikâh” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (23 Yerde): 2/Bakara, 221, 221, 230, 232, 235, 237; 4/Nisâ, 3, 6, 22, 22, 25, 25, 127; 24/Nûr, 3, 3, 32, 33, 60; 28/Kasas, 27; 33/Ahzâb, 49, 50, 53; 60/Mümtehıne, 10.
B- Âile Yuvası Konusunda Âyet-i Kerimeler:
a- Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
b- Karı-Koca Arasındaki Anlaşmazlığın Çözümü: 4/Nisâ, 35, 128.
B- Kadın ve Hakları:
a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.
c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.
f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.
g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.
h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.
i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.
j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.
k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.
l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.
m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A’râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.
n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.
o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.
p- Peygamber Hanımlarına Kur’an’ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.
r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.
t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talâk, 6.
u- Mekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
C- Erkek ve Hakları:
a- Erkek, Kadın İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Erkek, Kadın Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
c- Erkeğin Sorumluluk Yönünden Üstünlüğü: 2/Bakara, 228; 4/Nisâ, 34.
d- Kadının Her Türlü İhtiyacı Erkeğin Üstünedir: 2/Bakara, 233.
e- Erkek Kadın Üzerine Kavvâmdır/Sorumlu-Yöneticidir: 2/228; 4/Nisâ, 34.
D- Kadın ve Hakları:
a- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
b- Kadın, Evlât Yetiştiren Tarladır: 2/Bakara, 223.
c- Kadın, Erkek Üzerinde Hak Sahibidir: 2/Bakara, 228.
d- Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
e- Kadınların Miras Hakları: 4/Nisâ, 7, 11-12, 19, 33, 127, 176.
f- Kadınların Mehir Hakları: 2/Bakara, 229, 237; 4/Nisâ, 4, 20-21, 24-25.
g- Kadınların Şâhitliği: 2/Bakara, 282.
h- Kadınlarla İyi Geçinmek: 4/Nisâ, 19, 128.
i- İyi Kadınlar: 4/Nisâ, 34.
j- Kadının Kocasına İtaati: 4/Nisâ, 34.
k- Kadınların Haklarını Allah Korumuştur: 4/Nisâ, 34.
l- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: 64/Teğâbün, 14.
m- Kadının Yaratılışı: 4/Nisâ, 1; 7/A’râf, 189; 30/Rûm, 21; 39/Zümer, 6.
n- Huysuz ve Geçimsiz Kadınlara Karşı İzlenecek Yol: 2/Bakara, 232; 4/Nisâ, 19, 34, 128.
o- Nâmuslu Kadınlara Hz. Meryem Misal Getirildi: 66/Tahrîm, 12.
p- Peygamber Hanımlarına Kur’an’ın Tavsiyeleri: 33/Ahzâb, 28-34.
r- Peygamberimizin Kadınlarla Biatı: 60/Mümtehıne, 12.
s- Annenin Emzirme Süresi: 2/Bakara, 233; 46/Ahkaf, 15.
t- Anneler Emzirmeye Zorlanamaz: 65/Talak, 6.
u- Mekke Müşrikleri Kadınlara Değer Vermezdi: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
D- Nikâh Konusu:
a- Evlenmenin Fazileti: 24/Nûr, 32.
b- Bekârları Evlendirmek: 24/Nûr, 32.
c- Evlenmede Bolluk ve Bereket Vardır: 16/Nahl, 72; 24/Nûr, 32.
d- Evlenmeye Güç Yetiremeyenler: 24/Nûr, 33.
e- Nikâhı Helâl Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 24; 5/Mâide, 5.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 449 -
f- Yetim Kızların Nikâhı: 4/Nisâ, 3, 127.
g- Evlâtlıkların Boşanmış Hanımlarıyla Nikâh: 33/Ahzâb, 37.
h- Câriyelerin Nikâhı: 4/Nisâ, 24-25.
i- Ehl-i Kitabın Nikâhı: 5/Mâide, 5.
j- Vefât İddeti Bekleyen Kadını Nikâhlama İsteği: 2/Bakara, 235.
k- Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 228, 231-232.
l- Üçüncü Talâktan Sonra Nikâh: 2/Bakara, 230.
m- Münâsebet Helâl Olan Kadınlar: 70/Meâric, 29-30.
n- Nikâhı Haram Olan Kadınlar: 4/Nisâ, 22-24.
o- Müşriklerin Nikâhı: 2/Bakara, 221.
p- Zinâ Eden Erkeklerin ve Zinâ Eden Kadınların Nikâhı: 5/Mâide, 5; 24/Nûr, 3, 26.
r- Mut’a Nikâhı (Geçici Nikâh): 23/Mü’minûn, 7; 70/Meâric, 29-31.
s- Nikâhın Şartları: 33/Ahzâb, 50.
E- Mehir:
a- Nikâh Edilen Kadının Mehrini Vermek: 4/Nisâ, 4, 24-25.
b- Boşanan Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 229; 4/Nisâ, 20-21.
c- Temastan Önce Boşanmış Kadınların Mehirleri: 2/Bakara, 237.
G- Teaddüd-i Zevcât (Çok Evlilik)
a- İki, Üç, Dört Evlenmek: 4/Nisâ, 3; 33/Ahzâb, 50.
b- Bir Kadınla Yetinmek: 4/Nisâ, 3, 129.
c- Zevceler (Hanımlar) Arasında Adâlet: 4/Nisâ, 3, 129; 33/Ahzâb 50.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, Şamil Y. c. 1, s. 396-408
2. Kur’an Âilesi, Mûsâ Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.
3. Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Abdurrahman Ateş, Beyan Y. s. 127-149
4. İslâm Cezâ Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, c. 2, s. 47-59
5. Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, Rağbet Y.
6. Âilede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.
7. Âile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.
8. Âile Saâdeti, Sâdık Dânâ, Erkam Y.
9. Âilede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.
10. Âile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.
11. Âile Okulu, Kemalettin Erdil, T.D.V. Y.
12. Âilede Eğitim, Hüseyin Ağca, T.D.V. Y.
13. Âilede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y.
14. Allah Rasûlünün Örnek Aile Hayatı, Ahmet Şelubi, Ahsen Y.
15. Muvahhid Âileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
16. Mutlu Bir Yuva İçin 33 Teklif, Salih Yusufoğlu, Araştırma Y.
17. İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, Nihat Dalgın, İFAV Y.
18. Din Eğitiminde Mükâfat ve Cezâ, Mehmet Emin Ay, Nil Y.
19. Kadın ve Âile, Seyyid Kutup,. Çev. Halit Yılmaz, İhtar Y.
20. Kadın ve Âile Ansiklopedisi (İslâm Kadın Ans) (Tahrîru’l-Mer’e), 1-4, Abdülhâlim Ebû Şakka, DengeY
21. Hz. Muhammed’in Âile Hayatı ve Eşleri, Ziya Kazıcı, Çamlıca Y.
22. İnsan ve Peygamber Olarak Hz. Muhammed, Yasin Pişgin, İlâhiyat Y.
23. Kadın Âile ve Sevgi Üzerine Söyleşiler, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y.
24. Kadın Evlilik ve Âile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
25. Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri, Hidâyet Şefkatli Tuksal, Kitâbiyat Y.
26. İslâm’da Kadın Hakları 1-2, Heyet, Rehber Y.
27. İslâm’da Âile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat
28. İslâm’da Kadının Hakları, Aysel Zeynep Tozduman, Seha Neşriyat
29. İslâm’da Kadın Hakları, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
30. İslâm’da Kadın ve Âile, Mehmet Emre, Bedir Y.
31. İslâm’da Evlilik ve Âile, Heyet, Seha Neşriyat
32. İslâm’da Evlilik ve Âile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama
33. İslâm’da Evlilik ve Âile Mutluluğu, Muhammed Ali es/Sâbûnî, çev. Nihat Yatkın, Ravza Y.
34. İslâm’da Âile, Âyetullah İbrahim Emini, Sekaleyn Y.
35. İslâm’da Âile Ahlâkının Dinamikleri, Âyetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.
36. İslâm Âile Hukuku, Ömer Ferruh, Sebil Y.
37. İslâm Âilesi ve Evlilik, M. İbrahim Kaysî, Hisar Y.
38. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.
39. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
40. İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
41. İslâm’da Âile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.
42. İslâm’da Âile Hukuku, Abdülaziz Amir, Mektup Y.
43. İslâm’da Evlilik ve Âile Hukuku, Fikri Yavuz, Hisar Y.
44. Müslüman Âile, M. Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
45. Müslüman Âileye Doğru, Zeynep Gazali, Madve Y.
46. Hanımlara Fetvâlar, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
47. Hanımlara Özel Dinî Bilgiler, Mustafa Kasadar, Ravza Y.
48. Hanımlara Özel İlmihal, Faruk Beşer, Nûn Y.
49. Hanımlara Özel Fetvâlar 1-2, Faruk Beşer, Nûn Y.
50. Hanımlara İslâm İlmihali, Enbiya Yıldırım, Umran Y.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 451 -
51. Örnek Âile, Necip Ammere, Risale Y.
52. Sünnet ve Âile, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
53. Âile Sırları, Mehmet Çizgi, Mektup Y.
54. Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Âile, Necip Ammare, Görüş Y.
55. Hatalı Atasözleriyle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
56. Uydurma Hadislerle Kadın Aleyhtarlığı, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
57. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Görevleri, M. Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
58. İslâm’da Erkek, Emine Şenlikoğlu, Mektup Y.
59. Kur’an ve Sünnet’te Kadın Hakları, Mübâşir et-tirazi el- Hüseynî, Nursan Y.
60. Delilleriyle Âile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
61. İslâm’da Kadın, Evlilik ve Âile Hayatı, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat
62. Evlilik ve Âile Hayatı, Ahmed Kalkan, Özel Y.
63. Peygamberimiz Kadınlara Nasıl Davranırdı? Nuriye Çeleğen, Nesil Y.
64. Kadın, Rızâ Savaş, Ravza Y.
65. Kadın, Emine Şeyma, Sezgin Neşriyat
66. Kadın ve Sosyal Adâlet, Enis Ahmed, Murat Çetinkaya, Beyan Y.
67. Kadının Adı, Zeynep Burucerdi, çev. Mehmet Durmaz, Dünya Y.
68. Kadının Çalışması, Sosyal Güvenliği ve İslâm, Faruk Beşer, Nûn Y.
69. Kadının Onuru, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
70. Kadının Özgürlüğü, Safinaz Kâzım, çev. Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
71. Kadının Özgürlük Savaşı, Muhammed Kutup, Ravza Y.
72. Kadının Sağlık Kılavuzu, Naciye Akyıldız, Seha Neşriyat
73. Kadının Serüveni, Cihan Aktaş, Demir Kitabevi Y.
74. Kadının Toplumdaki Yeri, Abdülkadir Duru, Özden Y.
75. Kadının Yeri, Mustafa Sıbâî, çev. Abdullah Yalçın-Mehmet Yolcu, Akabe Y.
76. Kadınla İlgili Görüşüm, Şeyhülİslâm Mustafa Sabri, Esra Y.
77. Kadınlar, Şemseddin Sâmi, Gündoğan Y.
78. Kadın-Erkek Üzerine, Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
79. Kadın, Modernizm ve Örtünme, Abdurrahman Kasapoğlu, Esra Y.
80. Kadının Değeri, Ölçüsü, Örtüsü, Necdet Kutsal, Selâmet Y.
81. Kadın ve Evi, İnci Beşoğul, Şamil Y.
82. Kadın Nedir, Alaaddin Başar, Zafer Y.
83. Kadın Hakları, Ney Bendeson, çev. Şirin Tekeli, İletişim Y.
84. Kadın Hareketinin Kurumlaşması, Heyet, Metis Y.
85. Kadının Yeri, Mustafa Sıbai, Akabe Y.
86. Kadın Aşk Âile, Peyami Safa, Ötüken Y.
87. Kadın İlmihali, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
88. Kadın İlmihali, M. Cemal Öğüt, Bahar Y.
89. Kadınlar İçin İlmihal, Muhammed Vâhidî, çev. Cafer Bayar, Kevser Y.
90. Kadınlar İçin İrşad, halid Çelik, SelâmetY.
91. Kadınlara Dinî Bilgiler, Hacı Şakir Efendi, çev. Şevket Gürel, Sağlam Y.
92. Kadınlarımız, Celâl Nuri, Kültür Bakanlığı Y.
93. Kadınlarla İlgili 40 Hadis ve Fetvâlar, Selahaddin Yıldırım, Bayram Ali Öztürk, Seha Neşriyat
94. İslâm’da Kadın, Bekir Topaloğlu, Yağmur Y.
95. İslâm’da Kadının Yeri, Muhammed Taki Misbah, İslâmî Tebliğ Teşkilatı, Uluslararası İl. Bl. Y.
96. İslâm Kadınları, Mehmed Emre, Çile Y.
97. İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, Melâhat Aktaş, Misak Y.
98. İslâmiyet’te Kadın Öğretimi, Tayyib Okiç, D.İ.B. Y.
99. İslâm ve Kadın, Âyetullah Murtaza Mutahhari, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.
100. İslâm’a Göre Cinsel Meseleler, Abdullah Aydın, Metin Yay.Dağ.
101. İslâm’a Göre Evlilik ve Mahremiyetleri, Ali Kayıkçıoğlu, Şelale Y.
102. İslâm’da İzdivaç ve Âile, Mehmet Hulusi İşler, Hisar Y.
103. İslâm’da Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
104. İslâm’da Tesettür ve Haya, Mustafa Uysal, Uysal Y.
105. İslâm’da Kadın ve Âile, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat
106. İslâm’da Kadın ve Cinsellik, Oral Çalışlar, Afa Y.
107. İslâm’da Kadının Yeri ve Vazifeleri, M. Naci Orhan, H. Ali Bozkurt, Can Kitabevi
108. İslâm’da Kadının Konumu, Cevad Behanar, M. Tâki Misbah, Lamia Faruki, Endişe Y.
109. İslâm’da Kadının Yeri veVazifeleri, H. Ali Bozkurt, Berekât Y.
110. İslâm’da Kılık Kıyafet ve Örtünme, Heyet, İlmî Neşriyat
111. İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.
112. İslâm’da Evlilik ve Cinsel Mutluluk, Mahmut Mehdi İstanbulî, Çağrı Y.
113. İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, Abdullah Aydın-Salih Uçan, Mehdi Y.
114. İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, Osman Karabulut, Uysal Kitabevi Y.
115. İslâm Toplumunda Kadın, N. M. Şeyh, çev. Ali Zengin, Fikir Y.
116. İslâm’da Geçici Evlilik (Müt’a), Cevad Hacızade, çev. Kadri Çelik, Evrensel Y.
117. Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
118. İslâm’da Nikâh ve Düğün, Kemal Solak, Şelale Y.
119. İslâm’a Göre Cinsel Hayat, Ali Rızâ Demircen, Eymen Y.
120. İslâmî Açıdan Kadın Sorunu, Muhammed Fadlallah, Şûrâ Y.
121. İslâm’ın Kadına Verdiği Değer, Muhammed Fatih Hikmet, Alper Kitabevi Y.
122. İslâmî Açıdan Kadının Değer ve Hakları, Osman Ersan, Erkam Y.
123. İslâm’da Dört Evlilik ve Rasûlullah’ın Çok Evlenmelerinin Hikmetleri, İsmail Kaya, Uysal Kit. Y.
124. İslâm ve Cinsellik, Fethi Yeken, Petek Y.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 453 -
125. Müslüman Kadının El Kitabı, Arif Aslan, Adese Y.
126. Müslüman Kadının Kimliği, Abdülkadir Telidi, Ravza Y.
127. Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, İbrahim Cemal, Risale Y.
128. Müslüman Kadınların Kahramanlıkları, Seyyid Süleyman Nedvî, çev. Ramazan Yıldız, Özel Y.
129. Müslüman Kadını, Ferid Vecdi, çev. Mehmed Âkif Ersoy, sadeleştiren: Mahmut Çamdibi, Sinan Y.
130. Müslüman Kadının Görevleri, Şehid Hasan el-Benna, Ravza Y.
131. İslâm’ın Kadın Kahramanları, Ahmed Abdül Cevad Dûmî, HisarY.
132. Mü’minlerin Anneleri, Mustafa Şeker, Nizam Y.
133. Allah Rasûlü’nün Dilinden Kadınlara Hitap, Ali Arslan, Arslan Y.
134. Kızımın Din Kitabı, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
135. Hanımlar Rehberi, B. Said Nursi, Sözler/Yeni Asya (G) N./Envar N./İhlâs-Nur Neşriyat
136. Hanımların Din Rehberi, Mehmet Emre, Çile Y.
137. Hanımların Vazifeleri, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
138. Hanımların Saâdet Yolu, İnci Beşoğul, Yener Y.
139. Hanım Sahabiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
140. Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
141. Çalışan Kadın ve Problemli Çocuklar, Sefa Saygılı, Feza Y.
142. Modern ve Postmodern Feminizm, Zekiye Demir, İz Y.
143. Kendini Okuyan Kadın, Hülya Kartal, Nesil Basım Yayım
144. Devrim ve Kadın, Cihan Aktaş, Nehir Y.
145. İslâm’a Şan ve Can Veren Kadınlar, F. Bozer, Fatih Enes Kitabevi Y.
146. Nurdan Anneler, Haluk Nurbaki, Damla Y.
147. Râşid Halifeler Devrinde Kadın, Rızâ Savaş, Ravza Y.
148. Tarihte Kadın ve Cilbab, Fatma Temir, Şahsi Basım
149. Kur’an Açısından Kadın, Ebû’l-A’lâ Mevdûdî, Fikir Y.
150. Kuvâ-yı Milliyenin Kadın Kahramanları, Aynur Mısıroğlu, Sebil Y.
151. Osmanlıda Kadın, Meral Altındal, Altın Kitaplar Y.
152. Şeyhülİslâm Fetvâlarında Kadın ve Cinsellik, Gökçen Art, Çivi Yazıları Y.
153. Fâtıma Fâtımadır, Ali Şeriati, Dünya Y.
154. Sahabe Hayatından Tablolar (Hanım Sahâbîler), Abdülaziz eş-Şennâvi, Uysal Kitabevi Y.
155. Dokunmayın Bacıma, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
156. Bacımın Gözyaşları Ne Zaman Dinecek, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
157. Gerçeği Arayan Genç Kız, Gülay Atasoy, Türdav A.Ş. Y.
158. Kur’an ve Sünnete Göre Tesettür, Lütfü Aydın, Nursan Y.
159. Sohbet ve Tesettürde Âdâb, İsmail Çetin, Dilara Y.
160. Bir Genç Kız Yetişiyor, Esra Nuray Sezer, Nesil Y.
161. Sosyal Hayatta Kadın, Heyet, İSAV, Ensar Neşriyat
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
162. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
163. Mahremiyetin Tükenişi, Cihan Aktaş, Nehir Y.
164. Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Nilüfer Göle, Metis Y.
165. Türkiye’de Kadın Olgusu, Ender Aral, Say Y.
166. Türkiye’de Kadın Olmak, Necla Arat, Say Y.
167. Türkiye’de Kadın, Aytunç Altındal, Anahtar Kitaplar Y.
168. Risâle-i Nur’da Kadın ve Evlilik, Faruk Beşer, Nûn Y.
169. Feminizm Nedir, Muhammed Emin, Türdav A.Ş. Y.
170. Biz Kadınlar, Gülay Atasoy, Nesil Basım Yayın
171. Erkeklerin İpi Kızların Elinde, Abdülkadir Duru, Özden Y.
172. Başörtü Meselesi, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
173. Başörtülü Melek, Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
174. İzdivaç ve Mahremiyetleri, Ali Eren, Erhan Yay. Dağ.
175. Tarihte İz Bırakan Meşhur Kadınlar, Mehmet Zihni Efendi, Şamil Y.
176. Evlilik ve Nikâh, Faruk Beşer, Nûn Y.
177. Erkeklerin Vazifeleri, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
178. İnsan ve Cinsî Hayat, H. İbrahim Erbıyık, Nesil Basım Yayın
179. Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Kadının Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.
180. Müslüman Kadının Şahsiyeti, Kültür ve Dâveti, Abdulhâlim Nuhoğlu, Ravza Y.
181. Peygamber ve Kadın, Şehid Bintül Hüda, Yedi İklim Y.
182. Peygamberimizin Dilinden Müslüman Kadını ve Yuvası, Abdullah Naim Şener, Bahar Y./SönmezY.
183. A’dan Z’ye Cinsel Konular ve Âile Sırları, Mehmet Çizgi-Ayşe Çizgi, Mektup Y.
184. Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çile Y.
185. Tesettür ve Toplum, Cihan Akteş, Nehir Y.
186. Örtülü Olmayan Hanımlara, Abdülhamid Bilali, çev. Fatma Zehra, Şafak Y./Buruc Y.
187. Örtünme ve Çıplaklık, Hasan Çalışkan, Esra Y./Rahman Y./Tekin Kitabevi Y.
188. Açıklamalı Hanımlar Rehberi, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
189. Celâl ve Cemal Aynasında Kadın, Mustafa Yağmurlu, Beyan Y.
190. Günümüzde Kadının Kimliği, Heyet, Pendik Belediyesi Kültür Y.
191. Genç Kızlarla Başbaşa, Mü’mine Güneş, Nesil Basım Yayın
192. İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra Y.
193. İlâhî Hikmette Kadın, Kadının Çıkış Yolu, Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
194. Bir Başka Açıdan Kadın, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
195. Sistem İçinde Kadın, Cihan Aktaş, Beyan Y.
196. Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Kadın, Rızâ, Savaş, Ravza Y.
197. Bilinmeyen Kadın, A. Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y.
198. Çağımızda Kadın Sorunu, Mustafa Yağmurlu, Beyan Y.
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 455 -
199. Kur’an’ın Gölgesinde Kadın, Seyyid Kutub, çev. M. Nuhoğlu, Ravza Y.
200. Bir Dünyanın Kadınları, Yıldız (Kavuncu) Ramazanoğlu, Ekin Y.
201. Dâvetçi Müslüman Kadın, M. Hasan Bureyğiş, Çev. Mehmet Çelen, Seçkin Y.
202. İzahlı Kadın İlmihali, A. Uysal, M. Uysal, Uysal Kitabevi Y.
203. Savaş Çağrısı, İslâmi Bir Yaklaşımla Kadın, Melahat Aktaş, Düşünce Y.
204. Hz. Havvâ’nın Kızları, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
205. Rasûlullah’ın Kızları ve Torunları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.
206. Rasûlullah’ın Annesi ve Hanımları, Âişe Abdurrahman, Uysal Kitabevi Y.
207. Rasûlullah’ın Pâk Zevceleri, Mahmud es-Savvaf, Nur Y.
208. Peygamberimizin Hanımları (Mü’minlerin Anneleri), Mustafa Eriş, Erkam Y.
209. Cennetle Müjdelenen Sahabe Hanımları, Muhammed Ali Kutub, Esra Y.
210. Sûfî Gözüyle Kadın, Süleyman Uludağ, İnsan Y.
211. Bacı’dan Bayan’a, Cihan Aktaş, Pınar Y.
212. İslâm’ın Işığına Uyanmak, Âişe Aslı Sancar, Medine Y.
213. Toplum ve Dinlere Göre Kadın ve Erkek, Abdülbâki Remdûn, Nursan Y.
214. Müslüman Kadın ve Sorunları, (Heyet) Hazırlayan: Sefer Turan, Selâm Y.
215. Hicab, Mevdûdî, Hilâl Y.
216. Hicab, Muhammed Salih bin el-Useymin, Tevhid Y.
217. Çıplaklık Kültürü, Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali Haddad Adil, Seçkin Y.
218. Tesettür-i Şer’î, İskilipli Âtıf Efendi, Bedir Y.
219. Kadın Tesettürü ve Zinânın Hükmü, Ekrem Doğanay,
220. Başörtüsü Ne Her şey, Ne Hiçbir Şey, Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, Mazlum-Der İst. Şb. Y.
221. Gençlik ve Evlilik, Yusuf Özcan, Türdav Y.
222. Gençlere Âile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.
223. Kur’an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.
224. Modernizmin Evsizliği ve Âilenin Gerekliliği, Cihan Aktaş, Beyan Y.
225. Kur’an ve Sünnete Göre Evlenme ve Boşanma Mehmet Soysaldı, Şûle Y.
226. Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
227. Evlilikte Mutluluğun Yolları, W.E. Sargent, çev. Ömer Rızâ Doğrul, Toker Y.
228. Evlilik ve Cinsel Hayat -Dinî ve Tıbbî-, Âsım Uysal, Uysal Y.
229. Mürşid-i Müteehhilîn, Evli Müslümanlara Rehber, Kutbüddin İznikî, Bedir Y.
230. Sivil Kadın: Türkiye’de Sivil Toplum ve Kadın, Ömer Çaha, Çev. E. Özensel, Vadi Y.
231. Osmanlıda Kadınlığın Durumu, Salahaddin Asım, Arba Y.
232. Sıfır Noktasındaki Kadın, Neval el Seddavi, Metis Y.
233. Türkiye’de Kadın (Marksist Bir Yaklaşım), Aytunç Altındal, Birlik Y.
234. Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Fatmagül Berktay, Metis Y.
235. İslâm’ın Bilinçaltında Kadın, Fetna Ayt Sabbah, çev. Ayşegül Sönmezsay, Ayrıntı Y.
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
236. İslâmcı Kadınların Yaşam Alanı: Tepkisel İndirg. mi? Türkiye’de Kadın Olgusu, Serpil Üşür, Say Y.
237. Ey Müslüman Kız Kardeşlerim, Ağlayın!, Zübeyde Bittari, Rek-Tur Kitap Servisi
238. Başörtüsünün Kaynağı Kur’an ve Rasûlullah’ın Fiili Sünnetidir, Haksöz, sayı 45, Aralık 94
239. Gündemdeki Konu: Başörtüsü, Ahmed Kalkan, Qıyam, s. 4, Ocak 87
240. Nebevî Sünnet, Muhammed Gazâlî, İslâmî Araştırmalar Y. s. 59-95
241. Kadınlara Hitap, Ali Arslan, Hikmet Neşriyat
242. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Neşriyat
243. Büyük Kadın İlmihali, Ümmühan Hambeyoğlu, Hikmet Neşriyat
244. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Y.
245. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 84-158
246. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (Âile:) c. 2, s. 196-200 (M. A. Aydın); c. 24, s. 82-94
247. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1/75-77, c. 3, s. 270-277
248. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mustafa Armağan), c. 2, s. 323-329
249. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 700-704
250. Akaid ve Şeriat, Mahmud şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121
251. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-304
252. Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112
253. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131
254. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112
255. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381
256. Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din, Ozan Y. s. 209-245
257. İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000
258. İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997
259. Kur’an Çerçevesinde Kadın, Hülya Koç, Fatma Candan, Haksöz, 31-34, Ekim 93-Aralık 94
260. Tezkire, Kadın ve Beden Siyaseti Dosyası, yıl 10, sayı 19, Şubat-Mart 2001
261. Hadislere Göre Kadının Sosyal Durumuna Umumi Bir Bakış, Neda Armaner, A.Ü.İ.F.D. 1961/9
262. Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, Cihan Aktaş, İslâmî Araştırmalar, V, 1989, 4, s. 251-259
263. Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, Hayrettin Karaman, İslâmî Araştırmalar, V (1989)
264. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 84-158
265. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 24, s. 82-94 (M. Âkif Aydın)
266. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 270-277
267. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mustafa Armağan), c. 2, s. 323-329
268. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 700-704
269. Başörtüsünün Kaynağı Kur’an ve Rasûlullah’ın Fiili Sünnetidir, Haksöz, sayı 45, Aralık 94
270. Gündemdeki Konu: Başörtüsü, Ahmed Kalkan, Qıyam, s. 4, Ocak 87
271. Nebevî Sünnet, Muhammed Gazâlî, İslâmî Araştırmalar Y. s. 59-95
272. Akaid ve Şeriat, Mahmud şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121
ÂİLEDE GEÇİM VE KADIN-ERKEK İLİŞKİLERİ
- 457 -
273. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-304
274. Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112
275. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131
276. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112
277. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Yeni Boyut Y. s. 332-381
278. Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din, Ozan Y. s. 209-245
279. İslâmiyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000
280. İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997
281. Kur’an Çerçevesinde Kadın, Hülya Koç, Fatma Candan, Haksöz, 31-34, Ekim 93-Aralık 94
282. Tezkire, Kadın ve Beden Siyaseti Dosyası, yıl 10, sayı 19, Şubat-Mart 2001
283. Hadislere Göre Kadının Sosyal Durumuna Umumi Bir Bakış, Neda Armaner, A.Ü.İ.F.D. 1961/9
284. Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, Cihan Aktaş, İslâmî Araştırmalar, V, 1989, 4, s. 251-259
285. Müslümanın Evliliği ve Aile Hayatı, Ahmed Kalkan, 6. Baskı, Beka Y.
AHLÂK
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AHLÂK
• Ahlâk; Anlam ve Mâhiyeti
• Ahlâk İlmi
• “İslâm Ahlâkı” Kavramının Kapsadığı Konular
• Güzel Huylar ve Çirkin Huylar (Faziletler ve Reziletler Listesi)
• Kur’ân-ı Kerim’de Ahlâk Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Ahlâk Kavramı
• Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
• Câhiliyye Ahlâkı
• Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
• Batı Câhiliyyesine Göre Ahlâk Anlayışı
• İman - Ahlâk Münasebeti; Lâ İlâhe İllâllah Ahlâkı
• Ahlâk ve Hukuk
• Aile Ahlâkı
• Ticaret Ahlâkı
• Ekonomi ve Tevhid
• Ekonomi ve Ahlâk
• Hangi Ahlâk?
• Ahlâk Toplumu
• Karakter (Huy) ve Karakterlerin Değişip Değişmemesi
• Edeb, Âdâb
• Âdâb-ı Muâşeret, Görgü Kuralları
• Ahlâkî Davranışlar
“Ve (ey Rasûlüm) sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin.” 528
Ahlâk; Anlam ve Mâhiyeti
Ahlâk, Arapça “hulk” kelimesinin çoğuludur. Hulk: Huy, seciye, tabiat, din ve yaratılış anlamlarına gelir. Buna göre ahlâk kelimesinin sözlük anlamı; huylar, seciyeler, insanın mânevî yapısını belirleyen özelliklerdir.
Terim olarak ahlâk: Ahlâk, “insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır” şeklinde tanımlanabilir. İslâm âlimlerince genel kabul görmüş şekliyle ahlâkın tanımı şöyledir: “Ahlâk, insanın nefsinde yerleşen öyle bir hey’et (meleke)dir ki, fiiller hiçbir fikrî zorlama olmaksızın, düşünüp taşınmadan bu meleke sâyesinde kolaylıkla
528] 68/Kalem, 4
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve rahatlıkla ortaya çıkar.” Hulk veya hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır. Ahlâk bu çerçeve içinde, “insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır” şeklinde tanımlanabilir.
Bu tanımın tahlil edilmesi bizi ahlâkın mâhiyeti hakkıda şu sonuçlara götürür:
a- Ahlâk, fiil ve davranışlardan ziyâde, bu davranışların kaynağı olan, mânevî kabiliyetler kompleksini (hey’eti) ifâde eder. Buna göre ahlâkî davranışlar, ahlâkın kendisi değil, onun bir tezâhürü, bir sonucudur. Çünkü “ameller niyetlere göredir.” 529
b- Ahlâk; sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelmez. İyi ve kötü huyların hepsine birden ahlâk denir. Kendisinde iyi huylar geliştirmiş olana “iyi ahlâklı”; kötü huylar geliştirmiş olana da “kötü ahlâklı” denilir. Şu halde esâsen ahlâksız insan yoktur.
c- Ahlâk, insanda gelip geçici bir hal değil, onun mânevî yapısında yerleşen bir meleke halini alan istidat ve kabiliyetler bütünüdür. Peygamberimiz bu konuda “Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır”530 buyurmuşlardır.
d- Ahlâk, insanı, düşünüp taşınmaya, herhangi bir baskı ve zorlamaya gerek kalmaksızın, görevleri rahatlıkla ve memnuniyetle yapmaya sevkeder. Riya, korku, menfaat temini gibi sebeplerle yapılan davranışlar, güzel ahlâk sınıfına girmez.
e- Güzel ahlâklı olabilmek için, görevleri memnuniyetle yerine getirme alışkanlığı büyük önem arzeder. Böyle bir alışkanlık da ancak eğitim ile kazanılır. Burada eğitimden maksat, insanın kendi kendini eğitmesi, yani nefsini ıslah etmeye çalışmasıdır. Bu, bir irâde eğitimidir.
Ahlâkın muhtevâsı çok geniştir. İnsanla ilgili bütün davranışlar ahlâkın konusunu teşkil eder diyebiliriz. Kişinin Allah’la ilişkisi ahlâkın konusunu teşkil ettiği gibi; kişinin nefsiyle (kendisiyle) durumu, kişinin başka bir kişiyle, içinde bulunduğu toplumla, devletle ilişkisi, kişinin çevresiyle (tabiatla, hayvanlarla) münâsebeti de ahlâkın konusunu teşkil eder. Yaptıkları ve yapmadıkları; yani yapmaması gerekirken yaptıkları ve yapması gerektiği halde terk ettikleri, söylememesi gerekirken söyledikleri ve söylemesi gerekirken söylemedikleri de ahlâkın konusunu teşkil eder. Her ibâdetin ahlâkla ilgili boyutu vardır. Her İlâhî emrin ve ibâdetin terk edilince ahlâkî bir zaaf olduğu gibi, hakkıyla yerine getirilince insan ahlâkını yücelten boyutu da vardır.
Gâye ve Vâsıtalarda Ahlâkın Lüzumu: Yüce gâyeye âdi araçlarla ulaşmak mümkün ve doğru değildir. “Gâye, vâsıtayı mubah kılar” sözü İslâmî değildir. Bu söz, pragmatizmi yücelten Batının sloganıdır. Gâye ve neticenin Rabbânî olması gerektiği gibi, ona ulaştıran araçların ve metodların da Rabbânî olması gerekir. İslâm’da, gâyeye götüren vâsıtalar da meşrû olmalı, aynı zamanda ahlâkî kavramlara da uygun olmalıdır.
529] Buhârî, İman 41, Bed’u’l Vahy 1
530] Buhârî, Libas 43
AHLÂK
- 137 -
Ahlâk İlmi
İnsanın güzel ahlâkî özelliklere sahip olabilmesi, bu vasıfları kendisinde en doğru bir şekilde nasıl geliştirebileceği konusunda bazı bilgilere ihtiyaç vardır. İşte ahlâk ilmi, insanın bu ihtiyacını karşılamayı üstlenir. İnsan hayır ve şerrin ne olduğunu bilmeden bu konulardaki hatalardan kurtulamaz.
Ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olan insanın, ahlâkî kabiliyetlerini tetkik ve tahlil eden, iyi ve kötünün, fazilet ve reziletin nelerden ibâret olduğunu araştıran, insanın yapmakla yükümlü olduğu görevleri ve uymak zorunda bulunduğu kuralları bildiren bir ilimdir.
Ahlâk ilminin konusu: Ahlâk ilmi, ahlâkî fâil olarak insanı ve onun ahlâkî kabiliyetlerini, duygularını ve bunlardan doğan fazilet ve reziletleri inceler. Güzel huyları geliştirmenin, kötü huyları ıslah etmenin yollarını araştırır ve gösterir. Ahlâk ilmi, bir kurallar ve değerler ilmidir.
Ahlâk ilminin gâyesi: Bu ilmin gâyesi, iyi huyları ve güzel vasıfları insanlara kazandırmaktır. İnsan, beden sağlığını olduğu kadar, ruh sağlığını da korumak ve geliştirmek zorundadır. Ahlâk, kısaca “neyi yapmalıyız?” sorusunun cevabını araştıran bir ilimdir. Dolayısıyla ahlâk ilmi bize hayır ve şer hakkında bilgi vermeyi, insan olarak uymak zorunda olduğumuz kuralları, görev ve sorumlulukları tanıtmayı, böylece ahlâkî ve sosyal bakımdan mükemmel insanlık meydana getirmeyi gâye edinir.
Ahlâk İlminin Kısımları
a- Nazarî ahlâk: Nazarî/teorik ahlâk, ahlâkın teorik olan kısmında bize bilgi verir. “Vazife (görev) nedir? İyi ve kötü nedir?” gibi soruların cevaplarını araştırır. Böylece nazarî ahlâkta, ahlâk problemleri incelenerek, insanın ahlâkî yaşayışına temel teşkil edecek genel prensipler, kural ve kanunlar tespit edilir.
b- Amelî ahlâk: Ahlâk ilmi, tatbikî bir ilimdir, yani bu ilim, sadece “bilmek” için değil; “yapmak” için vardır. Amelî ahlâk, nazarî ahlâkın tespit ettiği kural ve kanunların hem bir neticesi, hem de tatbikidir. Amelî ahlâk, bir vazifeler ilmidir. İyi ve kötü fiillerin, fazilet ve reziletlerin neler olduğu ayrıntılı olarak belirtilir.
İslâm ahlâkı Kur’ân-ı Kerîm’e dayanır. Yani her yönüyle Cenâb-ı Allah tarafından vahiy yoluyla belirlenmiş bir davranışlar manzûmesidir. Her şeyden önce İslâm ahlâkı bir vazife ahlâkı şeklinde ortaya çıkmıştır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’deki her emir, mü’minler için bir görev belirlemiştir. İnsanın bir mü’min olarak bu emirlere muhâtap olmayı kabul etmesi, bunları birer görev olarak telâkkî etmesi anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullah’a (s.a.s.) hitâben: “Sen en yüce bir ahlâk üzeresin”531 buyurulmuş ve Hz. Peygamber’in kendisi de: “Ben ahlâkî prensipleri tamamlamak üzere gönderildim.”532 buyurmuştur. Aynı şekilde Rasûlullah’ın çoğu hadisleri insanların birbirlerine karşı daha iyi davranmaları konusunda birer emir ve tavsiye mâhiyetinde olup müslümanlara görev yüklemektedir. Dolayısıyla İslâm’ın getirdiği ahlâk anlayışı her şeyden önce bir görev ahlâkıdır.
İslâm ahlâkının diğer bir yönü de davranışlardaki niyet duygusudur. Zira Hz.
531] 68/Kalem, 4
532] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber (s.a.s.), “ameller niyetlere göredir”533 buyururken, İslâm’ın önemli bir prensibini belirlemiştir. Müslüman için bu niyetin arkasındaki en büyük yönlendirici duygu, mü’minin her davranışında “Allah rızâsı”nı gözetme duygusudur. Zira mü’min herhangi bir davranışta bulunurken, asla bir dünyevî çıkar beklemeyip gönlünde sadece Allah rızâsını ve onun sevgisini kazanma arzusunu taşımaktadır/taşımalıdır. “Yoksula, yetime ve esire O’nun rızâsı için yemek yedirirler ve ‘biz size sırf Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz’ (derler).” 534
Niyet ve Allah rızâsı duygularının yanı sıra, Allah Teâlâ’ya karşı bir sorumluluk duygusu taşımak müslüman ahlâkının temel prensiplerindendir. İslâm’a göre müslümanın bu sorumluluk duygusu Allah Teâlâ’dan korkmak, onun emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri asla aksatmaksızın yerine getirmek, yasakladığı her şeyden kaçınmak İslâm ahlâkının temel ve ilk prensipleridir. Diğer bir temel prensip de müslümanın diğer mahlûkata/yaratıklara karşı son derece merhamet, adâlet ve şefkatle davranması, zayıf ve muhtaç olanlarına yardım etmesi, ana ve babaya saygılı olması ve onların gönüllerini kazanmaya çalışması gibi hususlardır.
Bütün bunların yanı sıra, insanın kendi duygularına hâkim olması, mütevâzî, sabırlı, edepli, hayâlı ve insaflı olması gibi prensipler de müslümanın başkasına karşı sorumlu olduğu hususlardır.
İnsanın, dolayısıyla müslümanın, toplum içinde güzel ve hoş karşılanmayan her türlü kötü davranış ve alışkanlıklarını zamanla değiştirebilmesi gerekir. Bu kötü huy ve davranışlardan kurtulmanın tek yolu, irâdesini kontrol altında tutup ona tam olarak sahip olmasıdır. Bu kötü davranış biçimlerinden de ancak Allah’ın bize emrettiği ibâdetlere sımsıkı sarılmak sûretiyle kurtulmak mümkündür. Ama irâdesine hâkim olamayan bir kimsenin bu gibi kötü huy ve alışkanlıklardan uzaklaşması kolay değildir. İbâdetlere sıkı sıkıya bağlanmak, Allah’ı daima bizi görüyor gibi hissedip onu hatırda tutmak, sürekli olarak iyi insanlarla oturup kötülerden uzak kalmak, âsî insanların bulunduğu yerlere gitmemek, Allah’ın emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınmak sûretiyle İslâmî anlamda bir ahlâka sahip olunabilir.
Bütün bu çizilen prensiplere göz attığımızda İslâm ahlâkının saf ve sağlam bir iyi niyete dayandığı; Allah’ın rızâsına önem vermesi, uygulayanından dünyevî hiçbir çıkar beklemeyip uhrevî bir fayda peşinde bile olmaksızın sırf Allah rızâsı ve sevgisini göz önünde bulundurmasını talep etmesi gibi özellikleri ile her türlü şekilci ve pragmatist ahlâk anlayışından uzak olduğu görülmektedir.
İslâm’da emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker prensibi insanların ahlâkını daima iyiye doğru yönlendirmek içindir. Hz. Peygamber’in “Ahlâkınızı güzelleştiriniz” diye tavsiyelerde bulunması müslümanın daima ahlâkını güzelleştirmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bunun yanı sıra, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde İslâm toplumunun daha mükemmel bir ahlâkî yapıya kavuşması için bir hayli emir ve nehiylerin sıralandığını ve müslüman için Allah’ın râzı olacağı bir hayat tarzının belirlendiğini biliyoruz. Bu gibi ahlâkî emir ve yasaklamaların bazılarını
533] Buhârî, İman 41, Bed’u’l Vahy 1
534] 76/İnsan, 8-9
AHLÂK
- 139 -
şöyle sıralayabiliriz:
“Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi, anneye ve babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır, yaşlanır, yanında kalırlarsa sakın onlara ‘öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı, tevâzu kanatlarını indir (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve ‘ey (her varlığı terbiye edip yetiştiren) Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara merhamet et’ de...”
“Seninle akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver. (Malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar Şeytan’ın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer (elin dar olduğu için) Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek onlardan yüz çevirecek (onlara bir şey vermeyecek) olursan, bari onlara yumuşak söz söyle, gönüllerini al, bolluğa kavuşmaları için Allah’a duâ et. Ellerini boynuna bağlanmış kılma, tamamen de açma, sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.” (Ellerin boyna bağlanması cimriliği temsil eder. Ellerin açılması da israfi ifade eder. Yani cimrilik de israf da İslâm nazarında kötü bir alışkanlık olup her iki durumda da insanın pişmanlık duymasına yol açar.)
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır.”
“Zinâya yaklaşmayınız. Çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur.”
“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyiniz. Kim zulmen birini öldürürse, onun velisi (olan mirasçısı)na yetki vermişizdir. (Öldürülenin hakkını arar. Ancak o da) öldürmede aşırı gitmesin (Katil yerine katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin). Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki verilmiş)tir. Katilin akrabası kendisine verilen bu yetkiyi kötüye kullanmasın.”
“Yetimin malına yaklaşmayın, ancak erginlik çağına (yaşına) erişinceye kadar en güzel tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). Ahdi de yerine getirin. Çünkü insana ahdi sorulacaktır.”
“Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir. Sonu da daha güzeldir.”
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü şeyden) sorumludur.”
“Yeryüzünde kabara kabara (böbürlenerek) yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın. Boyca da dağlara erişemezsin.”
“Bütün bunlar hepsi kötü olan ve Rabbinin katında hoş görülmeyen şeylerdir.” 535
İslâm’da ahlâkı imandan ayırmak mümkün değildir. Zira bütün Kur’ânî emirlere boyun eğmek imanın gereğidir. Bu emirlere uymakla da en üstün ahlâkî değerler elde edilir. Rasûlullah (s.a.s.): “Mü’minlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanıdır.”536 buyurmuştur. Bu duruma göre ahlâkî açıdan mükemmel bir anlayış ve davranışa sahip olmayan kişi iman açısından da kemâle ermiş olamaz. Diğer bir hadiste de şöyle buyurur: “İman yetmiş şûbedir/türdür. En
535] 17/İsrâ, 23-38
536] Buhârî, Edeb 39
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır; en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” 537; “Allah’a yemin olsun ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.”538; “Haklı olduğu halde bile çekişmeyi bırakan kimseye Cennet’in avlusunda bir köşk verileceğine, yalan söylemekten kaçınan kimseye Cennet’in ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de Cennet’in en güzel yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim.”539; “Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” 540
Bu ve buna benzer hadislerde Hz. Peygamber güzel ahlâkın üstünlüğünü dile getirmiştir. Ayrıca: “Müslüman, müslümanların onun elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.”541; “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun olup amelleri de güzel olandır.” buyurmakla iyi müslümanı tarif etmiştir. Sahâbilerden biri Rasûlullah’a şöyle sorar: “İslâm’da en hayırlı iş nedir?” Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığına selâm vermendir.” Ashâbın ileri gelenlerinden Abdullah İbn Mes’ud da buna benzer bir soru sorunca Rasûlullah şöyle buyurmuşlardır: “Vaktinde kılınan namaz, ana babaya itaat, Allah yolunda cihad.” İslâm ahlâkının temel prensipleri olarak sadece bunlarla amel eden ve bu prensipler çerçevesinde hareket eden bir toplum her zaman dimdik olarak ayakta durabilir. İnsanlara karşı daima yumuşak davranmak, hatalarına rastladığında, bu hatalarını son derece yumuşak bir ifadeyle ve onları üzmeyecek bir tarz ve üslûpla söylemek gerekir. İnsanları ikaz ederken de aynı üslûbu uygulamak müslümanın prensibi olmalıdır. İslâm’ın insanların hayatlarında görülen pratik ahlâkı insanın kendisine, hemcinslerine, çevresinde ve Allah’a karşı olan bütün görevlerini içine alır. Bütün bunlara baktığımızda İslâm ahlâkı hürmet, hizmet, merhamet, edep, hayâ, nefse hâkimiyet, tevâzu, adâlet ve benzeri hususlar üzerinde yükselmiştir.
Ayrıca İslâm yalan, küfür, lânet okuma, alay etme, kibirlenme, koğuculuk yapma, gıybet etme, riyâ, cimrilik, kıskançlık, vs. gibi duygu ve davranışların kesinlikle yasaklandığını bildirerek, müslümanın bütün bunlardan da uzak kalması gerektiğini açıklamıştır. 542
İslâmî ahlâkın temelinde vahiy vardır. Kur’ân-ı Kerim’deki her emir ve nehiy, bir vazifeyi gündeme getirir. İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî emirleri, kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam’a, Hz. Âişe (r. anhâ) vâlidemiz şöyle cevap vermiştir: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân idi.” 543
Ahlâk ile birlikte ele alınması gereken bir kavram da edebdir. Edeb lafzı, edb kelimesinin ismidir. Edb ise, insanları ziyafete dâvet etmek mânâsınadır. Bu
537] Ebû Dâvud, Sünnet 14
538] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72
539] Ebû Dâvud, Edeb 7
540] Tirmizî, Birr 62
541] Müslim, İman 14
542] Ahmed Ağırakça, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 67-69
543] Müslim, Müsâfirîn 139
AHLÂK
- 141 -
itibarla edeb, insanların dâvet olunduğu bütün hayır, fazilet ve mekârim-i ahlâkı (güzel huyları)içine alır. Seyyid Şerif Cürcani: “Edeb ma’ruftan ibarettir. İnsanı her türlü hata ve fenalıktan koruyan bir melekedir” der. Kamus mütercimi Âsım Efendi ise, edeb maddesinde şunları zikreder. Edeb; nezâket, incelik ve usluluktur. İnsanlara karşı sözü ve hareketi ile yumuşak bir muamele ve güzel bir tavır üzere olmaktır. Bütün hatalı davranışlardan kendisiyle korunulan şeyleri bilmektir. Kişinin benliğinde (tabiatında, seciyesinde) yerleşmiş bir meleke olup; ona sahip olanları, kötülenmeyi ve ayıplanmayı gerektirecek şeylerden korur. Âriflerin deyimi ile edeb, Dinin tesbit ve tâyin ettiği ahlâkî sınırları korumak ve saygı gösterilmesi gereken yola girmektir. Bu ise insanın gönlünde yer etmiş olan güzel ahlâktan ibârettir. İnsanı hakka götüren yolların hepsi edebtir. Fıkıh âlimlerine göre edeb; Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetine dayanan hareketler mânâsına gelir.”
İnsanın edebten nasibi yoksa o insan değildir. İnsanla hayvanı birbirinden ayıran en bâriz fark edebdir. Kur’ân-ı Kerim’i iyice tetkik edersen, bütün âyetlerin mânâsının edeb olduğunu görürsün. İnsanların toplum içerisindeki davranışlarını ve birbirleriyle münasebetlerini düzenlemek gâyesiyle konulan hükümleri, tekrar gözden geçirmeliyiz!.. Bu hükümleri kim ve hangi yetkiye dayanarak koymuştur? Eğer tâgûtî güçlerin koyduğu veya çevre kültürünün getirdiği hükümlere göre insanlarla ilişkilerimizi düzenliyorsak, bu düpedüz ahlâksızlık ve edepsizliktir. İslâm dininin tesbit ve tâyin ettiği ahlâkî hükümlere göre ilişkilerimizi sürdürüyorsak, ruhlar âleminde verdiğimiz misak’a sadâkat gösteriyoruz demektir. Gerek nefsimize, gerek ailemize ve gerek içinde yaşadığımız topluma karşı olan vazifelerimizi, İslâm’ın tâyin ettiği ölçülere göre edâ etmek borcundayız. İnsanların hevâ ve heveslerinden kaynaklanan ahlâk anlayışı, başlı-başına bir fâciadır ve sürekli değişir. 544
İslâm’da ahlâkın mâhiyeti ve niteliği Kur’ân-ı Kerim’in hükümlerinde yer aldığına göre, “İslâm ahlâkı” deyimini “Kur’an ahlâkı” şeklînde ifade etmek gerekmektedir. Gerçekte Hz. Âişe’nin rivâyet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı” olduğu belirtilmiştir.545 Bu bakımdan İslâm ahlâkının teorik yönü Kur’an’da (aynı zamanda hadislerde), tam uygulanma örneği de Hz. Peygamber’in ahlâkî şahsiyetinde somutlaşmaktadır. Nitekim Peygamberimiz: “Ben ancak ahlâkî faziletleri tamamlamak için gönderildim” buyurarak İslâm’da ahlâkın önemine işaret etmişlerdir.
İslâm’da ahlâk edeb, terbiye ve ahlâkî güzellikleri kazanıp kötülüklerden kaçınmak, nefsin tezkiyesine (temizlenmesine, ıslahına) ait davranışlardır. Bu, dinin öngördüğü iyi bir kul olma esasını da güçlendirmektedir. Dolayısıyla insan her şeyden önce nefsini terbiye etmeli, ona karşı olan görevlerini yerine getirmelidir. Bu da nefsi koruma ve yüceltmedir, yani insanın her türlü maddî ve mânevî kötülüklerden korunması yanında; ikinci olarak, koruduğu bu nefsini geliştirmek, olgunlaştırmak ve yüceltmektir. Bir başka söyleyişle İslâm’da ahlâkın konusu nefis kabul edilmekte, bu da insanın maddî ve mânevî yönünü, yani beden ve ruhunu ilgilendirmektedir. Böylece insanın beden ve ruh yönünden terbiye edilmesi, ahlâkın öngördüğü bir kişiliği kazanması amaçlanmaktadır. Nitekim
544] Yusuf, Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılâb Y., s. 39-42
545] Müslim, Müsafirîn 139
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâk alanında ortaya konulan eserlere “Kitabü’l-âdab”, “Tehzibü’l-ahlâk” veya “Mekârimü’l-ahlâk” isimlerinden birinin konulması gelenek olmuştur.
Hadis ve hukuk bilginlerinin yazdıkları ahlâk kitaplarında genel olarak Kur’an ve Sünnet’te belirtilen ahlâkî emirler ve kuralların şerh edilmesi ve açıklanması esastır. Allah’ın yüceliği, ihsan ettiği nimetlerin büyüklüğü karşısında hamd edilmesi, Hz. Peygamber’e bağlılık yanında insanın bizzat kendisine, nefsine, ailesine, çocuklarına, din kardeşlerine, öteki İnsanlara karşı görevleri belirtilir. Nefsin (maddî ve mânevî yönden) güzelleştirilmesi konusunda mü’min ya da genel olarak insanların yücelmesi, aklî olgunlaşması amaç olarak hedef gösterilmektedir. Ayrıca buna paralel olarak, özellikle ruhun erdemle güzelleştirilmesi kapsamında; sebat ve metânet, nefsine hâkim olma, şecaat veya cesâret, tevâzu ve vakar, eşref ve haysiyet (izzet-i nefs) hilm, edeb ve hayâ, doğruluk ve dürüstlük, iffet, sabır, cömertlik nitelikleri sayılmıştır. Bu niteliklerin karşıtı olan yalan, hiyânet, karıştırıcılık, bozgunculuk, utanmazlık, şerefsiz ve haysiyetsiz bir hayat yaşamak, sabırsızlık, cimrilik, korkaklık vb. erdemsizliğe götüren nitelikler olarak tanımlanır ve açıklanır.
Genel olarak ahlâkçılara göre insanın doğuştan gelen temel yetenekleri değiştirilemez, ama kazanılmış huyları değiştirilebilir. Zaten İlâhî kitapların ve insan eğitimcileri olan mürşidlerin güzel ahlâka teşvikleri de insanın değiştirilmesi mümkün olan huylarını hedef alır. İnsan boyunu, rengini, akıl kapasitesini değiştiremez, ama davranışlarını istediği biçimde yönlendirebilir. İnsanın sorumluluğu da seçimi elinde olan davranışlaryla sınırlıdır. Seçimi elinde olmayan işlerden ötürü insan sorumlu değildir. O, Allah’ın küllî irâdesi ve kaderinin belirlediği bir husustur.
İslâm ahlâkının asıl kaynağı Kur’ân ve onun ışığında oluşan Sünnettir. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul biçiminde ahlâk geçmemekle birlikte bunun tekili olan huluk ve halk kelimeleri geçer. Halk yaratma, biçim verme demektir ki bu, Allah’ın eylemidir. “Rabbimiz her şeye biçimini veren, her şeyi yaratıp sonra onu yaratıldığı amaca yönlendiren Allah’tır.”546
Huluk ise davranış biçimi, huy, âdet ve gelenek anlamını verir. Bu kelime ilk defa Kalem Sûresi’nde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in davranış biçimini övmek üzere kullanılmıştır: “Muhakkak ki sen, büyük bir huluk (ahlâk) üzerindesin!”547 Daha sonra Şu’arâ Sûresi’nin, “Bu (davranışınız) sadece eskilerin huluku (geleneği)dir.”548 âyetinde önceki milletlerin, peygamberleri red geleneği, huluk kelimesiyle anlatılmıştır.
(Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyette yer alan “amel” teriminin alanı ahlâkî davranışları da içine alacak şekilde geniş tutulmuştur. Bunun yanında birr, takvâ, hidâyet, sırât-ı müstakîm, sıdk, amel-i sâlih, hayır, ma’rûf, ihsân, hasene ve istikamet gibi iyi ahlâklılık; ism, dalâl, fahşâ, münker, bağy, seyyie, hevâ, isrâf, fısk, fücûr, hatîe, zulüm gibi kötü ahlâklılık ile aynı veya yakın anlam ifâde eden birçok terim vardır. Hadislerde ise bu terimler yanında ahlâk ve hulk kelimeleri de kullanılmıştır.)
Kalem Sûresi’nin 4. âyeti münasebetiyle İmam Fahreddin Râzî, Hz.
546] 20/Tâhâ, 50
547] 68/Kalem, 4
548] 26/Şu’arâ, 137
AHLÂK
- 143 -
Muhammed’in (s.a.s.) ahlâkını şöyle anlatmaktadır: “Huluk ve hulk, ruhsal bir yetenektir ki onunla nitelenen kimse, kolaylıkla güzel işleri yapar. Güzel işleri kolaylıkla yapma durumuna huluk denir. Huluk’un çoğulu ahlâktır. Güzel huluk, cimrilikten, kızmaktan, katılıktan uzaklaşmak, sözü ve işi ile kendini insanlara sevdirmek, başkalarıyla ilişkiyi kesmemek; alışverişte ve diğer işlemlerde hoşgörü sahibi olmakla olur.”
Hz. Âişe (r.a.): “Allah’ın Elçisi’nin (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân’dı”549 demiştir. Yani onun, Kur’ân âdâbıyla edeplendiğini, emirlerini tuttuğunu, yasaklarından kaçtığını kasdetmiştir. Allah’ın Elçisi (s.a.s.), her fazîleti, her üstün meziyeti kendinde toplamıştı. Soyu yüksek, zekâ ve anlayışı üstün idi. Bilgisi, utanması, ibâdeti çoktu. Cömert, yiğit, sabırlı, şükredici, mürüvvet, sevgi ve şefkat sahibi, tutumlu, dünyâya değer vermez, alçak gönüllü, âdil, öfkesini yenen ve affedici idi. Akrabayı ziyaret eder, güzel geçinir, tedbirli, güzel yönetir, güzel konuşur idi. Duyuları güçlü, biçimi güzeldi. Bu ve benzeri bütün güzel huylara, fazîlet ve meziyetlere sahipti. Bundan dolayı kendisi: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”550 demiştir. Kur’ân’ın ve ona aykırı olmayan sağlam Hadîslerin çizdiği genel çerçeve içinde yasakları çiğnemek, İslâm ahlâkına aykırıdır. Buna göre adam öldürmek, zina etmek, yalan söylemek, adâletten ayrılmak, haksız yere başkasının malını yemek, gasbetmek, çalmak, dedikodu yapmak, iftira etmek, bilmediği şeylerin ardına düşmek, insanların ayıp ve kusurunu araştırmak, insanları halka rezil etmeğe çalışmak, hased etmek, çekememezlik ve benzeri şeyleri yapmak İslâm ahlâkına aykırıdır, başka deyişle ahlâksızlıktır. Bunları yapmamak, tersine başkalarına iyilik etmek, doğru olmak, doğru söylemek, âdil davranmak, adam kayırmamak, rüşvetten, iltimastan kaçınmak, kendisini düşündüğü kadar başkalarını da düşünmek, hâsılı Kur’ân ve Hadîsin övüp teşvik ettiği huyları ve davranışları yapmak, iyi ahlâktır.
Kur’ân-ı Kerîm, güzel ahlâk davranışlarına a’mâl-i sâliha (yararlı işler) demektedir. Kur’ân’da iman, hep sâlih amel ile birlikte anılmıştır. Salih amel (güzel ahlâk) ile birlikte bulunmayan imanın bir değeri yoktur. Çünkü din ve iman kafada kalan soyut-pasif bir düşünceden ibaret değil, sâlih amel biçiminde görünen eylemli inançtır.
Kur’an’ın gösterdiği güzel ahlâka (sâlih amellere) uyan toplumlar, egemen yaşadıkları gibi,551 âhirette cennetle ödüllendirilirler. 552
Güzel ahlâk kurallarını çiğnemeye fısk (yoldan çıkma, güzel ahlâktan ayrılma) denilir. Ahlâksızlık, toplumları yok eder: “Biz bir kenti helâk etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz, orada kötü işler yaparlar, böylece o ülkeye (azâb) karar(ı) gerekli olur, Biz de orayı darmadağın ederiz. Nitekim Nuh’tan sonra nice kuşakları helâk ettik. Kullarının günahlarını haber alıcı, görücü olarak Rabbin yeter. Kim bu aceleciyi (dünyâyı) isterse, orada ona, (evet) istediğimiz kimseye hemen çabucak dilediğimiz kadar veririz; ama sonra yerini cehennem yaparız! Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. Kim de âhireti ister ve inanarak ona yaraşır biçimde çalışırsa, öylelerinin
549] Müslim, Müsâfirîn 139
550] Muvatta’, Husnu’l-huluk: 8
551] 21/Enbiyâ, 105; 24/Nûr, 55
552] 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69; 4/Nisâ, 123-124
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışmalarının karşılığı verilir.”553
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez. Allah da bir kavme kötülük istedimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyucuları da yoktur.”554 Bir millet, kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetleri değiştirip isyana dalmadıkça Allah onların elindeki ni’metleri değiştirmez. Bir ulus ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da lütfettiği nimet ve imkânları alıp onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder, küçülürler. Bu durum, Allah’ın sosyal yasalarındandır. Sağlam ahlâk ve karakter sahibi uluslar güçlü, müreffeh olmuşlar; karakterleri bozulunca zayıflamış, perişan duruma düşmüşler, başka ulusların egemenliği altına girmişlerdir. Böyle kimseler, Allah’ın cezasını hak ederler. Bu, onların mahvolması, egemenliklerini kaybetmeleri demektir. Allah bir ulusu cezalandırmak dileyince O’nun cezasına kimse engel olamaz.
Güzel ahlâkını bozan ulusların mahvedileceğini vurgulayan bu âyet, daha sonra inmiş olan Enfâl Sûresi’nde de yinelenmiştir: “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan(güzel meziyet)i değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir. (Evet) Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi: Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı; biz de onları günahlarıyla mahvetmiştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Hepsi de zulmedicilerdi.” 555
Bu âyetlerde de bir önceki âyetin bildirdiği “Bir millet kendi ahlâk ve meziyetini değiştirmedikçe Allah’ın, onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceği” gerçeği vurgulandıktan sonra; tarihte ahlâkını bozan, güzel huylarını kötüleriyle değiştirip zulüm ve fıska saptıkları için Allah’ın hışmına uğrayarak helâk edilen uluslardan birer örnek verilmektedir: Firavun ve kavmi, hakkı yalanlayıp haksızlık yapan, insanları köleleştirip ezen o zorbaları yüce Allah, suda boğmak sûretiyle cezalandırmış, yerlerini, yurtlarını ellerinden alıp başka bir ulusun egemenliğine vermiştir.
İşte ahlâkını, güzel karakterlerini bozup haksızlığa sapan her milletin sonu böyle hüsrandır. Nitekim günümüzde de bu İlâhî yasa tecellî etmiştir: Halkı ezen diktatörler, Çavuşeskular, Jiwkoflar, Brejnewler, Honeckerler devrilmiş, halka zorla uyguladıkları komünist rejimler yıkılmış; baskı ile kendilerine bağladıkları, ezdikleri uluslar bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Mülkün temeli ahlâk ve adâlettir! 556
Görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’ân-ı Kerim, bu sebeple onun ahlâkî mâhiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış,557 ona Kendi rûhundan üflemiştir.558 Bu sebeple insanlığın atası olan ve bütün insanlığı temsil eden Hz. Âdem karşısında Allah’ın emri gereğince melekler secdeye kapanmıştır. Ancak insanın bu üstün rûhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir
553] 17/İsrâ, 16-19
554] 13/Ra’d, 11
555] 8/Enfâl, 53-54
556] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, 23/434-439
557] 95/Tîn, 4
558] 15/Hıcr, 29
AHLÂK
- 145 -
varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücûrunu da takvâsını da ilham etmiş”,559 yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrâna uğramıştır.” 560
Kur’ân-ı Kerim’in insanın ahlâkî mâhiyeti hakkındaki bu dengeli yaklaşımı, onun ahlâkî hüküm ve tercihlerini de aynı şekilde değerlendirmesine yol açmıştır. İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği İslâm ahlâkının temelde dinî kaynaklı olması sonucunu doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nass bulunan konularda yükümlülüğün kaynağı dindir. “Allah ve Rasûlü bir şeye hükmedince, artık mü’min erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Rasûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”561 Hz. Peygamber, ahlâkî hükümlerin de dâhil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır.562 Bununla birlikte, Allah’ın hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ana, baba, İslâmî devlet gibi başka otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir.563 Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında, birçok ahlâkî davranışlar için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helâl da haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüpheli şeylerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.”564 buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı öğütlemiştir. Ne var ki Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır.565 Ayrıca İslâmî terminolojide “hevâ” adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim kötü arzuların esiri olan insanı “hevâsını ilâh/tanrı edinen”566 şeklinde tanıtmış, öte yandan yanlış yolda olan atalarını taklitte direnenleri, “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; akıllarını kullanmazlar”567 ifâdesiyle eleştirirken bu arada dinî hükümlerle selim aklın hükümlerinin birbirini desteklediğine işaret etmiştir.
Kur’an ve Sünnet’te faziletlerin fert ve toplum hayatına maddî ve mânevî faydaları, rezîletlerin zararları üzerinde durulmuştur. Diğer yandan, kişinin rûhî benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevincin, kötülüğün meydana getirdiği pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.), “Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mü’mindir”568 buyurmuş, hatta iyilik (birr) ve kötülüğü (ism), kişinin vicdanında (nefs) meydana getirdiği etkilenmenin mâhiyetine göre tarif etmiştir.569 Ancak vicdan duygusu, insanı kötülük yapması halinde kına559]
91/Şems, 8
560] 91/Şems, 9-10
561] 33/Ahzâb, 36
562] Ebû Dâvud, Akdıye 12
563] Buhârî, Ahkâm 4, 43; Müslim, İmâre 34, 38
564] Buhârî, İman 39; Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108
565] 2/Bakara, 169
566] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
567] 2/Bakara, 171
568] Ahmed bin Hanbel, Müsned I/398
569] Müslim, Birr 14, 15; Tirmizî, Zühd 52; Müsned, IV/227
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yan bir güç (en-nefsü’l-levvâme) olabileceği gibi,570 kaskatı kesilmiş kalp571 haline dönüşerek kötülük karşısında duyarlılığını kaybetmiş bir duruma da gelebilir. Bu yüzdendir ki İslâm’da bütün ahlâkî vazifeler uhrevî müeyyideye/yaptırıma bağlanmış,572 iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Ancak ahlâk kurallarının uygulanmasında, özellikle sosyal düzenin sağlıklı işletilmesinde genellikle sadece bu motiflere dayanan bir ahlâk tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek,573 O’nun rızâsına lâyık olmak ve O’ndan hoşnut olmak574 temel ahlâkî motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gâyesinin Allah rızâsı olduğu vurgulanmıştır. 575
İslâm ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sadece bir seçkinler ahlâkı olmadığı, aksine maddî, zihnî ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğunu gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi, gâye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar da vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’ân-ı Kerim’e göre, öncelikle iman sevgisi kazanmalı, fenâlıklardan ve isyankârlıktan nefret etmeli,576 kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru (zikrullah) ile huzura kavuşturmalıdır.577 Bu sûretle Allah şuuru insana ahlâkî ve mânevî hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan vazgeçme ve tevbe edip Allah’tan af dileme fırsatı sağlayacaktır.578 İslâm’ın öngördüğü bu ahlâkî terakkînin ulaşacağı son nokta, insanın gâye bakımından çıkar kaygılarını aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde, bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızâsına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir.579 Bu son noktada İslâm ahlâkı pragmatik eğilimleri ortadan kaldırmakta ve kategorik bir ahlâk hüviyeti kazanmaktadır. 580
“İslâm Ahlâkı” Kavramının Kapsadığı Konular
1) Nazarî Ahlâk: Ahlâk ve Mâhiyeti, Ahlâk İlmi, Edeb, Âdâb, Âdâb-ı Muâşeret, Yükümlülük ve Sorumluluk, Yaptırım, Niyet, Gayret…
Ahlâk İlmi, Ahlâk Felsefesi, İslâm Ahlâkı, Eski ve Modern Câhiliyenin Ahlâk Anlayışı, Kur’an ve Sünnette Ahlâk, Bir Bilim Dalı Olarak İslâm Ahlâkı, Ahlâkî Özgürlük, Ahlâkın Kaynağı, Ahlâkın Gâyesi...
570] 75/Kıyâme, 2
571] 5/Mâide, 13; 39/Zümer, 22
572] 28/Kasas, 83-84; 20/Tâhâ, 15; 40/Mü’min, 17; 45/Câsiye, 27
573] 2/Bakara, 165
574] 5/Mâide, 119
575] 9/Tevbe, 72; 57/Hadîd, 27
576] 48/Hucurât, 7, 14
577] 13/Ra’d, 28
578] 3/Âl-i İmrân, 135
579] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsân, 8-9
580] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 2-3
AHLÂK
- 147 -
2) Amelî Ahlâk (Pratik Ahlâk): İnsanın Kendine Karşı Görevleri (Bedenine, Ruhuna/Mânevî Varlığına, Aklına Karşı), Ailesine Karşı Görevleri, Toplumsal Görev ve Sorumlulukları, Rabbine Karşı Görevleri.
3) Güzel Ahlâk (Övülen Davranışlar): Sâlih amel ve ihsân bilinci; Sabır, kanaat/doyumluluk, iffet-hayâ, cömertlik ve infak bilinci, yumuşaklık ve yumuşak huyluluk, merhamet ve şefkatli olma, af/bağışlama, takvâ, hikmet, doğruluk ve dürüstlük, güvenilir ve emîn olmak, tevâzu, iki kişinin arasını düzeltmek, adâlet, tevekkül, istişâre/danışma, samimiyet/ihlâs, (hevâ ve heveslere, irâdeye hâkim olma; bakışları haramdan sakındırma, sözde durma, öğrenme sevgisi, ilmi ve ma’rûfu yayma, hakkı savunma, haksızlığa karşı direnme, sevgi, saygı, kibarlık, sevecenlik ve misâfirperverlik, yardımseverlik, zühd (âhireti dünyaya tercih), doğallık, içtenlik, temizlik, titizlik, hoşgörü, çalışkanlık, dayanışma, eşitlik ve paylaşım bilinci, önyargısızlık, cesaret, İslâmî ve insanî kurallara uyma duyarlılığı, özveri/fedâkârlık, özgüven, kötülüğe karşı bile iyilik, kendinden esirgeyene bile verme, kendinden kaçana bile kucak açma, evlenmek, evlendirmek, mâlâyâniyi terk (faydalı şeylerle meşguliyet), itidalli/dengeli olup her türlü aşırılıktan kaçınmak, özeleştiri yapabilmek, eleştiriye açık olmak, nasihati sevmek.
4) Âdâb-ı Muâşeret (Görgü ve Nezâket Kuralları): Selâm verme, tokalaşma, oturup kalkma ve meclis âdâbı, konuşma âdâbı, dâvet ve tebliğ, aksırma ve esnemeyle ilgili âdâb, hediye, şaka yapma, giyim, yemek âdâbı, dâvete icâbet, hasta ziyareti, ölüye karşı görevler…
5) Kötü Ahlâk
Sözle ilgili kötü davranışlar: Yalan, hakaret ve sövme, lüzumsuz ve boş konuşma, koğuculuk, gıybet, yanlış övgü, yemin, öfke, kötü zan, tecessüs/gizli kusurları araştırma…
Bireysel davranışlarla ilgili kötü davranışlar: Gurur-kibir, övünme ve tafra, riya/gösteriş, cimrilik, israf, dünyaya aşırı bağlılık (dünyevîleşme), hırs, haset, iki yüzlülük/nifak, davranışları sözlerine uymamak, aşırı sevinç veya şikâyetçilik, haram yeme, kötü alışkanlıklar edinmek ve varsa terk etmemek (içki, kumar, sigara vb.), rüşvet alıp vermek, imansızlık, şirk, laikçilik, haksız tekfircilik, hurâfecilik, ırkçılık, kabilecilik, teslimiyetçilik, taklitçilik, iffetsizlik, hayâsızlık, doyumsuzluk, yapaylık, samimiyetsizlik, hoşgörüsüzlük, bencillik, küstahlık, tembellik, sabırsızlık, adâletsizlik, acımasızlık, ruhsuzluk, şahsiyetsizlik, kimliksizlik veya çok kimliklilik, zevksizlik, önyargılılık, gösterişçilik, saygısızlık, kabalık, çıkarcılık, kurnazlık, mal ve makam sevgisinde aşırılık…
Sosyal ahlâkla ilgili kötü davranışlar: Öldürme, kan dâvâsı, intihar; İffet ve namusa saldırı; Kişilik haklarına saldırı; Sarhoşluk; Hırsızlık, gasp ve yağma; Haksız ve haram kazanç; Aldatma; Fâiz; İhânet; Eziyet ve zulüm ve kötülüklere, zulme karşı tavırsızlık; Suç ortaklığı; Söz ve taahhütlerine sadâkatsizlik; Gerçeği gizlemek ve yalancı şâhitlik; Düşmanlıkta ve kötülükte yardımlaşmak; Tartışmayı sevmek, özellikle dinde tartışmak; Ana babaya ve saygı duyulması gerekenlere saygısızlık…
6) Siyasal Hayatla İlgili Ahlâkî Hususlar: Yöneticilerin nitelikleri ve görevleri, İslâmî yönetimin temel İlkeleri (bey’at, şûrâ, adâlet -Allah’ın indirdiğiyle hüküm-), yönetilenlerin görev ve sorumlulukları, zâlim ve haksız yönetime karşı
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tavır, hilâfet, şeriat, ideolojiler: materyalizm, kapitalizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik vb.
7) İnsan Hakları ve Ahlâk: Din ve vicdan hürriyeti, ibâdet ve tesettür hürriyeti, dâvet ve tebliğ hürriyeti, kadın hakları, diğer insanî haklar, Özgürlük…
8) Çalışma Hayatıyla İlgili Ahlâkî Yükümlülükler: Çalışma, üretim ve kazanma, harcama ve tüketimle İlgili görevler, işçi-işveren ilişkileri, iş ahlâkı; hak ve sorumluluklar…
9) Ticarî Hayatla İlgili Ahlâkî Problemler: Alış-veriş, akit, şirket, ölçü-tartı, ticarette yalan, yemin ve malın kusurunu söylememe, fâhiş fiyat, kandırma, faiz, îne Satışı, hava Parası, borsa, sigorta, çek, kredi ve kredi kartı vb.
10) Sosyal Hayatla İlgili Ahlâkî İlişkiler: Sevgi, kardeşlik ve dostluk, toplumsal barış ve uzlaşma, insan haklarına saygı, insanlar arası ilişkiler, komşuluk ilişkileri, töre ve törenler...
11) Aile Hayatıyla İlgili Ahlâkî Kurallar: Evlenme, boşanma, çocuk, nafaka, çocuk terbiyesi, miras, karı-koca ve çocukların hak ve görevleri, kardeşler ve akrabalar…
12) Eğitim ve Öğretim Hayatında Ahlâkî İlkeler: İlim Anlayışı, öğrenme ve öğretme, fıtrat, öğrenci-öğretmen ilişkileri ve haklar-sorumluluklar, farz ve haram ilimler, faydasız bilgi, eğitim ilkeleri, câhilî eğitim-rabbânî eğitim, emanet bilinci, eğitim kurumları…
13) Hukukî Hayatla İlgili Ahlâkî Esaslar: Muâmelât, akidler, rızâ, borç, emânet mal, buluntu, yargılama hukuku, suçlar-cezâlar…
14) Peygamberimiz’in Örnek Ahlâkı
15) Allah’a Karşı Görevler
a- Genel Olarak: Küfür ve şirkten tümüyle kaçınıp tevhidî bilinçle iman etmek, Allah’a itaat, Günlük ibâdetlere özen göstermek, Kur’an’ı (anlayarak, düşünerek, uygulama, tebliğ ve topluma hâkim kılma gayretleriyle) okumak, Şükretmek, İmtihan ve musîbetlere tahammül, O’na güvenmek, Rahmetinden ümit kesmemek ve azâbından emin olmamak, Takvâ, ihlâs ve ihsân bilincine sahip olmak, Allah için ilimle meşgul olup ilmi yaymak, Allah’a yapılan adak ve vaadleri yerine getirmek, Çok yemin etmekten sakınmak ve yapılan yemine saygı göstermek, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapıp hakkı ve sabrı tavsiye etmek, devamlı Allah’ı hatırlamak, O’nu tesbih ve tekbîr etmek, Sık sık duâ etmek, Tevbe etmek, O’nu her şeyden çok sevmek…
b- İbâdetlerle İlgili Görevler: Namaz, Oruç, Hac, Zekât, Diğer İbâdetler (Zikir, Şükür, Tefekkür, Cihad vb.)
c- Haramlarla İlgili Görevler: Yeme-içme, giyinme ve süslenme, sanat, spor ve eğlence, cinsî hayat; Günah, Haram, Mekruh alanlarında görevler.
d- Bid’at ve Hurâfeler: Gayb bilgisi (falcılık, burç falı, kehânet, cincilik, büyücülük, muska, nazar boncuğu), Hurâfeler, Mezar ziyaretlerinde hurâfeler, Bid’at (Mevlit, kandiller, mistik âyinler, Sünnette olmayan zikir ve nâfileler…
16) Kur’an’ın Çok Önem Verdiği Ahlâkî Davranışlar: Sâlih amel, infak, ıslah,
AHLÂK
- 149 -
ahde vefâ/sözde durmak, tevbe, hakka bâtılı karıştırmamak ve hakkı gizlememek, sabır, adâlet, af, şükür, ihsân (güzellik sergilemek, yardım etmek ve Allah’ı görür gibi ibâdet etmek), Allah’a itaat etmek, ana babaya ihsan/iyilik ve güzel davranmak, insanlara güzel söz söylemek, haksız yere kan dökmemek, Allah’a ve O’nun sevdiklerine dostluk, O’nun sevmediklerine düşmanlık, tefrikadan kaçınmak ve dinde ihtilaf etmemek, ihlâs, Allah’ı sevmek ve Allah için sevmek, haram ve günahlardan sakınmak, doğru olmak, içki ve kumardan sakınmak, maddî ve mânevî temizliğe riâyet etmek, Allah için güzel borç vermek ve hayırda yardımlaşmak, fâizden ve haram kazançdan sakınmak, yalan ve iftirâdan uzak durmak, Müslümanlarla vahdet içinde kardeşlik bilinciyle yaşamak, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker yapmak, insanlara karşı yumuşak olmak ve kaba katı yüreklilikten kaçınmak, istişâreye önem vermek, azim ve tevekkül içinde olmak, cömert olup cimrilikten sakınmak, isrâf etmemek, fuhuş, zinâ ve onlara yaklaşma gibi kötü davranışlardan kaçınmak, aile bireyleriyle güzel geçinmek, emânetlere riâyet edip ihânetten kaçınmak, her çeşit hırsızlıktan kaçınmak, tesettüre riâyet etmek, gözleri haramdan korumak, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek ve azâbından emin olmamak, gıybet, alay, lakap takma ve sûi zan gibi çirkin davranışlardan kaçınmak, ölçü ve tartıyı adâletli yapmak, hasedden/kıskançlıktan sakınmak.
Güzel Huylar ve Çirkin Huylar (Faziletler ve Reziletler Listesi)
• Fazilet (erdem) – Rezilet (çirkinlik, alçaklık)
• Hikmet – İlimsizlik ve amelsizlik
• Adâlet – Zulüm ve Gadr/İnsafsızlık
• Şecaat (yiğitlik, cesurluk) – Cebânet (korkaklık)
• İffet – Fuhuş
• Emniyet (emin olmak) – Hiyânet
• Edeb – İsâet (kötülük ve terbiyesizlik)
• İttika – Fısk, Fücur
• İhsan – Bağışlamama, İyilik Etmeme
• İhlâs - Riyâ
• İstikamet – Hıyânet, Sözden Caymak, Sapıklık
• İtaat – İsyan
• İtimad – Hiyânet, İşi Kötüye Kullanmak
• İktisad – İsraf
• Ülfet – Uzlet
• İnsaf – Zulüm, Haksızlık, Hakkı İnkâr
• Beşâşet (güler yüzlülük) – Ubûset (yüz ekşiliği, çatıkkaşlılık)
• Teennî – İsti’câl (acelecilik)
• Ta’zîm (hürmet) – Tahkîr (küçümseme, hakir görme)
• Tefe’ül (hayra yorma, güzel zan) – Teşe’üm, Tetayyur, Uğursuz Görme
• Tefekkür – Gaflet
• Tevâzu – Tekebbür
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• Tevekkül – Allah’a Güvenmemek, Sebeplere Sarılmamak
• Sebat (kararlılık, sözde durmak) – Kararsızlık
• Cûd (cömertlik) – Cimrilik (hasislik ve tama’)
• Hazm (anlayışlı, tedbirli davranmak) – Tedbirsizlik, Aşırı İhtiyat
• Hüsn-i Zan –Sûi zan (kötü sanma), Tecessüse Sebebiyet
• Hıfz-ı Lisan – Mâlâyâni
• Hak – Bâtıl
• Hilm – Hiddet, Tehevvür, Gazab, Öfke
• Hamiyet (nâmus ve şeref yolunda çaba) – Câhiliyye hamiyeti (bâtılı koruma yolunda çaba)
• Hayâ – Vekahat (utanmazlık, hayâsızlık)
• Huşû (haşyet, Allah korkusu) – Gaflet İçinde Kendini Büyük Görmek
• Hayır – Şer
• Dostluk (velâyet) – Adâvet (düşmanlık, kindarlık)
• Diyânet (dindarlık) – Dinsizlik, Din Hükümlerine Aykırı Davranmak
• Zikir – Nisyân (unutmak), Gaflet
• Rızâ (hoşnut olmak) – Reddetmek, İtiraz Etmek
• Rıfk (yumuşaklık, yavaşlılık, nezâket) – Unf (şiddet, sertlik, kabalık)
• Sa’y (çalışmak, güç harcamak) – Atâlet, Belâet, Meskenet (tembellik, gevşeklik, miskinlik, umursamazlık)
• Ayıpları Örtmek – Kusurları Yaymak, Gıybet ve İftira, Bühtan
• Şefkat – Merhametsizlik
• Şükür – Küfrân-ı Nimet, Nankörlük
• Sabır – Ceze’ (sabırsızlık)
• Sadâkat – Yalan, Hıyânet
• Salâh (iyi hal, sâlih amel) – Fesât, Fücur
• Sıla-i Rahim – Kat-ı Rahim
• Salâbet (metîn olmak, kalp kuvveti) – Gevşeklik ve İnanç Bozukluğu, Taassup
• Zarâfet (incelik, kibarlık) – Kabalık
• Azim (kararlılık, niyet, yönelme) – Tereddüt ve Terâhî (geciktirme)
• Muhabbet (sevgi) – Nefret, Buğz, Makt (kin)
• İsmet (günahlardan korunma gayreti ve huyu) – Suçluluk, Günahkârlık
• Af (bağışlama), Safh (göz yumma) – İntikam, Muâhaze (azarlama)
• Ahd (söz verme ve sözde durma) – Ahde Vefâsızlık, Döneklik
• Fütüvvet (yiğitlik, nefis şerefi, cömertlik, af) – Cebânet (korkaklık), Zillet, Cimrilik, Ürkeklik
• Ferâset (zihin uyanıklığı, çabuk anlayış yeteneği, insan sarraflığı) – Belâhet (anlayışsızlık)
• Kadirşinaslı (değer bilme) – Kadirnâşinaslık (değer bilmemezlik)
• Kanaat – İsraf (savurganlık), Hırs
• Kerem (cömertlik) – Cimrilik
AHLÂK
- 151 -
• Lutf (iyilik ve güzellik), Yumuşaklık – Cevr (eziyet)
• Latîfe, Mizah (şaka ve hoş duygulu söz ve davranış) – Aşırı Şaka, Eşek Şakası, Aşırı Ciddiyet, Asık Suratlılık
• Muhâbât (heybetlilik, faziletlerle iftihar etme) – Ucub, Gurur, Câhilce Övünme
• Metânet (sağlamlık, dayanıklılık, fikrinde sâbitlik) – Gevşeklik, Kuvvetsizlik, Zaaf
• Medh (övgü) – Zem (yergi, birinin kötü hallerini ortaya sermek), Meddahlık
• Müdârâ, Mümâşât (yüze gülmek, güzel davranışlarda bulunmak, hoşgörü ve sükûn – Müdâhane (yağcılık, yaltaklanma, dalkavukluk), Geçimsizlik
• Muhabbet (sevgi, dostluk) – Buğz, Nefret, Düşmanlık
• Merhamet – Gadr (gaddarlık, acımasız, katı kalpli, duyarsız ve duygusuzluk)
• Mürüvvet (erkeklik, insanlığa uygun şeyleri yapmak, olgunluk – Nâmerdlik
• Müşâvere – Dediğim Dediklik, Kendini Beğenmişlik
• Muâvenet, Teâvün (yardımlaşmak) – Yardımı ve Hizmeti Esirgemek, Bencillik
• Minnet (iyilik etmek) – Minnet (ikinci mânâsı; yapılan iyilikleri birer birer sayarak başa kakmak)
• Nâmus (şeref, iffet, edeb, hayâ, istikamet gibi faziletlerin tümü) – İffet ve İstikametten Mahrûmiyet
• Samimiyet – Nifak
• Lafını Bilmek – Nemîme (koğuculuk, laf getirip götürme)
• Vaad (söz vermek ve sözünde durmak) – Söz Vermemek ve Caymak
• Vefâ (verilen sözü yerine getirme, borcu ödeme, gereken şeyi yerine getirip altta kalmama – Hulf, Cayma, Vefâsızlık
• Vakar (ağırbaşlılık) – Hafiflik
• Himmet (yüksek bir irâde, kalbin Allah’a yönelmesi), Dâvâ Adamlığı – Huyun Aşağılığı ve Küçük, Basit Şeylerin Adamı Olmak
• Yüsr (kolaylık) – Usr (güçlük, çetinlik, uzlaşmaz tip)
• Helâl İstek ve Şehvet – Haram ve Aşırı İstek ve Şehvet, Hevâ
İslâm Ahlâkı
İnsanın yaratılış gayesini bildirerek iki cihan mutluluğuna erişmenin şartlarını geçekleştirme, ahlâkın başta gelen gayesidir. Müslüman’ın temel görevi Allah’a kulluktur. Hiçbir ortak koşmadan yüce Allah’a kulluk yapmaktır. Bu kulluğun esaslarını Kur’an’ı Kerim’den; ibâdetlerimizi tam anlamıyla yerine getirmeyi de Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) uygulamalarından öğrenmekteyiz.
Bu kulluk esasları içerisinde ahlâkın büyük bir yeri vardır. İnsan ahlâk sayesinde iyiye ve doğruya yönelir. İnsanın maddî ve mânevî yapısı bir âhenk içinde terbiye edilmiş olur. Güzel ahlâk sayesinde kişi, yalnız kendisini geliştirmiş ve korumuş olmaz; aynı zamanda toplumun korunmasında ve gelişmesinde de çok önemli katkılar sağlamış olur. Fertleri ve toplumları sağlam ve dürüst hale getirmek, ahlâkın gayeleri arasındadır. 581
581] Vedat Aydın, Ahlâk Dersleri, Denge Yay., s. 17
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahlâkın önemi
İslâm dini ahlâka büyük bir önem vermiştir. Ahlâk iyi huyları benimsemek, kötü huylardan arınmaktır. Huylar iyi de olur, kötü de olur…
Dolayısıyla Ahlâk, güzel ve çirkin veya iyi ve kötü diye ikiye ayrılır. İslâm dini mü’minlere iyi huylara sahip olmalarını ve Kötü huylardan kaçınmalarını emretmektedir Zaten İslâm dininin ihtiva ettiği hükümler dört kısma ayrılmaktadır:
1- İtikada ait hükümler,
2- Helâl, haram, mubah ile mekruha ait hükümler,
3- İbâdetlere, muâmelâta ait hükümler,
4- Ahlâka ait hükümler.
Ahlâkın önemini âyet ve hadisler ortaya koymaktadır.
Ahlâkî Vazifeler
1- Kişinin Kendine Karşı Vazifeleri
a- Bedenî Vazifeler
1. Temiz Olmak: Öncelikle, mü’min kişinin temiz olması gerekir. Çünkü Rabbimiz Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah temiz olanları sever.” 582
Rasûlullah (s.a.s.): “Temizlik imanın yarısıdır”583; “Allah temizliği sever.”584 buyurmuştur. Dolayısıyla mü’min her türlü temizliğine dikkat etmelidir.
2. Sağlığı Korumak: Peygamberimiz (s.a.s.) sağlığın korunması için bizleri uyarmaktadır. “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların kıymetini bilmiyorlar ve aldanıyorlar. Bunlar sağlık ve boş zamandır.” 585
Sağlığın korunması için, dengeli beslenmeli ve temiz ortamlarda bulunmalı, ayrıca sağlığımıza zarar veren alkollü içkiler, uyuşturucular ve sigara gibi sağlığımıza zarar veren her türlü şeyden sakınmalıyız. Hastalandığımızda da tedavi olmamız dinimizin emridir.586
b- Rûhî Vazifeler:
1. Doğru ve sağlam bir inanca sahip olmak,
2. Ruhu ibâdetler ile beslemek,
3. Güzel ahlâk sahibi olmak,
4. Kötü huylardan arınmak,
5. Doğru ve sağlam bilgiler edinmek,
6. Bâtıl inançlardan uzak durmak,
582] 9/Tevbe, 108
583] Müslim, Tahâret 1, Hds no: 223
584] Tirmizî, Edeb 41
585] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 177, Hds no: 2019; Abdullah İbnü-l Mubarek, Kitabüz-Zühd ve’r-Rekaik, Terc. M. Adil Teymur, Seha Yay. s. 17
586] Bk. Ebû Dâvud, Tıb 1, Hds. No: 3855
AHLÂK
- 153 -
7. İrâdeyi güçlendirmek.
2- Ana Babaya Karşı Vazifeler
Anne ve babanın çocuk üzerinde hakları vardır. Çünkü onun dünyaya gelmesine vesile olmaları ve büyümesi için zorluklara katlanmaları, kendilerine saygıyı gerekli kılar. Allah (c.c.) anne babaya karşı saygılı olunmasını, onlara of dahi denilmemesi gerektiğini emretmektedir. 587
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) der ki; Rasûlullah (s.a.s.)’e; “Hangi iş, davranış Allah’a daha sevimlidir?” diye sordum. O da: “Vaktinde kılınan namazdır” dedi. ‘Sonra hangisi?’ “Anaya babaya iyilik etmek” ‘Sonra hangisi?’ “Allah yolunda cihad etmektir” buyurdu. 588
Caime oğlu Muâviye anlattı: Babam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “Ya Rasûlullah savaşa gitmek istiyorum, size danışmaya geldim”dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Anan hayatta mı?” diye sordu. Cesime: “Evet” dedi. “Ondan ayrılma, çünkü cennet annelerin ayağının altındadır. (Ona hizmet edip onun gönlünü almak seni cennete götürür)” buyurdu.589
3- Evlâdın anne ve babasına karşı yapması gereken görevler şunlardır:
1. Muhtaç oldukları vakit onlara bakmak, her ihtiyaçlarını karşılamak,
2. Her ne zaman çağırırlarsa hemen koşup gitmek,
3. Emirlerine her zaman itaat etmek (günah olmadıkça),
4. Yanında gâyet yumuşak konuşmak, kırıcı olmamak,
5. Kendi için istediği ve râzı olduğu şeyleri onlar için de istemek; istemediği ve hoşnut olmadığı şeyleri onlar için de istememek,
6. Onlara çok duâda bulunmak.
Anne Babanın ölümünden sonra da :
1. Onların mağfireti için duâ etmek,
2. Akrabaların ve sevdiği dostlarının ziyaretine gidilmesi.
Bir kişi: ‘Ya Rasûlallah! Ana ve babamın vefâtından sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Evet, onlara hayır duâda bulunur, onlar için istiğfar eder (Allah’tan bağışlanmalarını ister), vasiyetlerini (isteklerini) yerine getirir, yakınlarıyla ilgisini kesmez ve dostlarına ikramda bulunursan” dedi. 590
Onların ruhları için hayır yapmak gerekir. Anne ve babanın memnun olacağı, hoşuna giden şeyleri gerek sağlığında, gerekse ölümünden sonra yapmalıdır. Onları memnun etmek evlâtlık görevidir. Anne babaya iyi davranmak gerekir.
587] Bk. 17/İsrâ, 23
588] Buhârî, Edeb 1; Müslim, İman 36, Hadis no: 137; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla 2, Hadis no: 1960
589] Nesâî, Cihad 6; İmam Hafız el-Munziri, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s. 114, Hds no: 11
590] Ebû Dâvud, Edeb 120; İbn Mâce, Edeb 2; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 128, Hds no: 32
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlara karşı gelmek büyük günahlardandır. 591
4- Anne ve Babanın Çocuklarına Karşı Vazifeleri
Aile yuvasının süsü ve mutluluk kaynağı olan çocuk, anne ve babaya Allah’ın bir emanetidir. Çocuklarının terbiyesinden sorumludur.
Ebeveynin çocuklarına karşı başlıca vazifeleri şunlardır:
1. Çocuklarını sağlıklı olarak besleyip büyütmek, çocuklarının beden ve ruh sağlığını korumak,
2. Çocuklarına haram lokma yedirmemek, Peygamber Efendimiz: “Allah yolunda harcanan paraların sevabı en çok olanı, aile fertlerine harcanan paradır”592 diye buyurmuş; başka bir hadisinde de; “İnsanın aile bireylerini sefil bırakması kendisine günah olarak yeter” 593 demiştir.
3. Çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına da kamet okumak594 ve güzel bir isim koymak,595 ayrıca Allah Teâlâ’ya şükür için kurban (akîka) kesmek sünnettir. Hz. Âişe’den (r.a.) şöyle rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) bize “erkek çocukları için iki, kız çocukları için bir koyun ‘akîka’ olarak kurban etmemizi emretti.” 596
4. Çocuğu iyi terbiye etmek, ona ahlâk yönünden güzel örnek olmak. Peygamberimiz: “Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir bağışta bulunmamıştır”597 buyurarak çocuk terbiyesinin önemini belirtmiştir.
5. Çocuğuna namaz kılmayı, diğer dinî ve ahlâkî görevleri öğretmek, 598
6. Çocuğunu okutmak, geçimini sağlayıcı bir meslek sahibi yapmak,
7. Çocukları sevmek, onlarla ilgilenmek. Çünkü çocukların yemek içmek kadar sevgiye de ihtiyaçları vardır.
8. Çocuklara sevgi gösterirken, hediye verirken ayrım yapmamak, eşit ve adâletli davranmak, “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin.” 599
9.Evlenme çağına geldikleri zaman çocukları evlendirmek.
Ebû Hüreyre (r.a.)’den (bir gün) Rasûlulah (s.a.s.) Hz. Ali (r.a.)’nin oğlu Hz. Hasan (r.a.)’ı öptü, Akra b. Habis de Peygamberimizin yanında bulunuyordu. Akra: “Benim on tane çocuğum olduğu halde, hiç birini öpmedim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz” buyurdu.600 Çocuklara merhamet edip onları sevmeli, Allah’ın bizlere bir emaneti olduğunu unutmamalı, onların ahlâklı, faziletli yetişmesi için gay591]
Bk. Buhârî, Edeb 6; Müslim, İman 143-144, Tirmizî, Birr 4
592] Müslim, Zekât 38; Tirmizî, Birr 42; İbn Mâce, Cihad 4
593] Ebû Dâvud, Zekât 45
594] Bk. Ebû Dâvud, Edeb 108; Tirmizî, Edâhî 17
595] Bk. Buhârî, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62
596] İbn Mace, Zebâih 1, Hds no: 3163
597] Tirmizî, Birr ve’s-Sıla 33, Hds no: 2618; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 4, s. 255, Hds no: 2
598] Bk. İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizî, Mevâkît 182
599] Buhârî, Hibe 12; Müslim, Hibât 13
600] Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65; Ebû Dâvud, Edeb 145; Tirmizî, Birr 12
AHLÂK
- 155 -
ret etmeli, onlar için çok duâ da etmelidir. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar kendinizi ve ailenizi (çoluk çocuğunuzu) ateşten koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.” 601
Kendimizi ve ailemizi cehennem ateşinden korumamız için Allah Teâlâ bizleri uyarıyor. Haksızlık, ahlâksızlık, zulüm, her türlü şirk, isyan, küfür ve günahlardan sakınmak sûretiyle ve ibâdetlerimizi, kulluk görevlerimizi en iyi şekilde yaparak kendimizi ve ailemizi cehennemden korumaya çalışmalıyız. Dinimizin emri budur. Kendimizi ve ailemizi seviyorsak ve düşünüyorsak bu böyledir.
5- Eşlerin karşılıklı Vazifeleri
Eşlerin birbirleri üzerinde hakları vardır. Önderimiz Peygamberimiz (s.a.s.) bunu bize bildirmektedir: “Dikkat ediniz, kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır.” 602
Eşlerin Birbirlerine Karşı Vazifeleri Şu Şekilde Sıralanabilir:
1. Önce eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı olmalı,
2. Erkek ailesinin beslenme, yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını da helâl yönden temin etmelidir.
3. Erkek, ailesinin İslâmî vazifelerini en iyi şekilde yapmasına yardımcı olmalı ve gerekeni yapmalı,
4. Erkek hanımına karşı sert olmamalı, yumuşak, nâzik davranmalı. Çünkü dinimizin emri de budur.
Allah Teâlâ Şöyle buyurur: “Kadınlarla iyi geçinin.”603 Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle bildirmektedir: “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâken en iyi olanıdır ve sizin en hayırlınız da kadınlara karşı en iyi davrananızdır.”604; “Bir kimse, karısına kin beslemesin (ona sert davranmasın). Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”605; “Kadınlarını dövenleriniz, sizin hayırlınız değildir.”606 buyrulmaktadır.
5. Kadın evine bağlı olmalı, kendi hakkında kötü söz söylenmesine sebep olacak davranışlardan kaçınmalı, dedikodulara sebep olmamalıdır.
6. Kadın çocuklarına en iyi şekilde bakmalı ve evinde yapması gereken şeyleri yapmalı.
7. Çocuklarının terbiyesinde de anne-baba birlikte gerekeni yapmalıdır.
Abdurrahman b. Avf’dan (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Kadın beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur ve kocasına itaat ederse, kendisine: ‘Hangi kapısından istersen cennete gir!’ denir.”607; “Herhangi bir kadın,
601] 66/Tahrîm, 6
602] Tirmizî, Radâ 11; İbn Mâce, Nikâh 3
603] 4/Nisâ, 19
604] Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 15; İbn Mâce, Nikâh 50
605] Müslim, Radâ 61
606] Ebû Dâvud, Nikâh 42; İbn Mâce, Nikâh 51
607] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4; Ahmed bin Hanbel, 1/191; Terğib ve Terhib, c. 4, s. 214, Hds. 14
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse cennete girer”608 buyrulmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) bir sahabeye hitaben: “Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.”609; “Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkeklerinki kadınlara göre (aile reisliği bakımından) bir derece daha fazladır.”610 Bu üstünlük, erkeğin aile başkanı olmasıdır. “Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler.”611 Tabiî ki, ailenin başkanı olmak; gurura, kibre ve sert davranmaya sebep değildir. Sorumluluğun erkekte olduğunu göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle beyan ediyor: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlığınızdan (elinizin altındakinden) sorumlusunuz.”612 Dolayısıyla aile reisi olarak erkek, gereken sorumluluğu yerine getirmelidir. Ailesini huzur ve mutluluk içerisinde idare etmeyi bilmeli ve onlara çok iyi davranmalı ve buna çok dikkat etmelidir. Kadın da, evin huzur ve mutluluğu için gerekeni yapmalıdır.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Bir kimse karısını yatağına dâvet edip de (mazereti olmadığı halde) gelmez ve kocası da ona dargın olarak gecelerse, sabah oluncaya kadar melekler o kadına lânet ederler.” 613
Görüldüğü gibi erkek, cinsel ihtiyacını gidermek için hanımını yanına çağırdığında gelmesi gerekmektedir. Hiçbir mâzereti yokken kadının kocasından uzak durmaya çalışması câiz değildir.
Zinâ haram olduğu için mü’min erkek cinsel ihtiyacını zinâ yaparak gideremeyeceğine göre, kadın kocasının ihtiyaç hissettiğini anladığı zaman birtakım gereksiz bahaneler göstererek kocasını mahrum etmesi asla doğru değildir. Aynı şekilde kadın da cinsel ihtiyacını gidermek için kocasını çağırdığında onun da reddetmesi doğru değildir. Haramların, günahların yaygın olduğu bir toplumda ve teknolojik imkânlar sayesinde ahlâksızlığın arttığı bir ortamda günahlardan korunmak için karı-koca birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Kadın kocasına güzel görünmek için süslenmeli, câzip olmaya çalışmalıdır Çünkü gerek tv.de gerekse sokaklarda, caddelerde kadınların süslü püslü, açık saçık gezmeleri, câzibeli, tahrik edici olmaları sebebiyle onlardan etkilenmek söz konusudur. Ancak hanımların evde kocalarına câzibeli görünmeye çalışmasıyla erkeklerin dışarıdaki câzibelerden korunması daha kolay olur. Bu gerçekleri hanımlar iyi düşünmelidir. Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden tahrik eden bir kadın gören olduğu vakit hemen karısının yanına gelerek cinsel ilişkide bulunsun, çünkü böyle hareket etmesi gönlündekini (fitneyi) def eder”614 buyurmuştur. Gaye Allah’a kul olmaktır. Allah’a iyi kul olmada karı-koca birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Hanımların, kocalarına karşı süslenmeleri, onlara câzibeli görünmek için gayret etmeleri gerekir. Çağırdığı zaman kocasının yanına gelmemesi ve cinsel ihtiyacını gidermede zorluk çıkarması sebebi ile kocalarına zulmetmiş olurlar.
608] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
609] Buhârî, Savm 51-55; Müslim, Sıyâm 182-187, Kader 34
610] 2/Bakara, 228
611] 4/Nisâ, 34
612] Buhârî, Cum’a 11-19; Müslim, İmare 20; Ebû Dâvud, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihad 27
613] Buhârî, Bed’u’l-Halk 7, Nikâh 85; Müslim, Nikâh 120-122; Ebû Dâvud, Nikâh 40
614] Müslim, Nikâh 10
AHLÂK
- 157 -
“Allah, zulmedeni sevmez.”615 Hanımların bu şekilde davranmaları mü’min bir hanımın davranış biçimi değildir.
Karı-koca birbirlerinin her türlü ihtiyaçlarını gidermede gevşek davranması yanlıştır. Bu ise ailenin huzur ve mutluluğuna engeldir. Ailenin mutluluğu için karı-koca birbirlerinin haklarına riâyet etmeli ve Allah’a iyi kul olmaya çalışmalıdırlar.
6- Akrabalara Karşı Vazifelerimiz
Akraba Arapça’da “yakın” mânâsına gelen “karib” kelimesinin çoğuludur. “Yakınlar” mânâsına gelir. Akraba iki şekildir:
1. Nesep yönünden: Amca, dayı, teyze, hala, yeğenler gibi akraba olanlar,
2. Evlilik yönünden: Eşinin babası, annesi, kardeşleri gibi akraba olanlar.
Akrabaya önem vermek, onlarla alâkayı kesmemek ve zaman zaman ziyaretlerde bulunmak dinimizin emridir. 616
Enes b. Mâlik (r.a.)’dan; Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim rızkının bol ve ömrünün uzun olması kendini sevindirirse, o kimse yakınlarıyla ilgilensin” Tirmizî’nin rivâyeti şöyledir: “Akraba ve yakınlarınızı tanıyın (onlarla alâkayı devam ettirin). Çünkü sıla-i rahim (yakınlarla alâkayı sürdürmek), yakınlar arasında sevgi meydana getirir, malı çoğaltır ve ömrün uzamasına sebep olur.” 617
İbnu’l-Hâris sordu: “Ya Rasûlullah, (önce) kime iyilik edeyim?” Rasûlullah (s.a.s.): “Annene, sonra babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve bir de bunları takip eden akrabana (iyilik etmen ve onlarla alâkayı sürdürmen) vâcip bir haktır. Yakınlarına da!”618 buyurdu. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) akraba ile ilgilenmeyen ve alâkayı kesenlerin âhirette perişan olacaklarını bildirmektedir: “Akraba ile alâkayı kesenler cennete giremez.” 619
Âyet ve hadisler; akrabaya karşı çok iyi muâmele edilmesini, onlarla dostluğun kesilmemesini onlara karşı görevlerimizi yapmamızı emretmektedir. İhtiyaçları olduğu zaman gidermeye çalışmalı, sevinç ve üzüntülerini paylaşmalı, onlara iyi davranmalı, sık sık ziyaretlerine gitmeli ve bu şekilde akrabalık görevini yerine getirmeye çalışmalıyız.
7- Komşularımıza Karşı Vazifelerimiz
Bize, aile ve akrabalarımızdan sonra en yakın insanlar komşularımızdır. Aynı sokakta veya aynı binada olmamız hasebiyle onlarla sık sık görüşmek söz konusu olmaktadır. Onun için komşularımızla çok iyi geçinmek İslâm’ın emridir. Allah Teâlâ komşularımıza iyi davranmamızı emretmektedir: “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya (eş, dost ve arkadaşa), yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle,
615] 42/Şûrâ, 40
616] Bk. 16/Nahl, 90
617] Buhârî, Büyû’ 13; Müslim, Birr ve’s-Sıla 20)-21; Ebû Dâvud, Zekât 43; İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 144, Hds no: 3
618] Ebû Dâvud, Edeb 129, Hds no: 5140
619] Buhârî, Edeb 11; Müslim, Birr ve’s-Sıla 18-19; Ebû Dâvud, Zekât 15
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hizmetçi ve işçiye) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve gururlanan kimseyi sevmez.” 620
Ebû Hureyre’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Allah’a ve Âhiret gününe inanan, komşusuna iyi davransın.” 621
Komşularımıza karşı vazifeleriniz, şu şekilde sıralanabilir:
1. Komşularımızla iyi geçinmek, onlara karşı güler yüzlü olmak,
2. Onların hakkına saygılı olmak, söz ve davranışlarımızla onları kırmamak ve rahatsız etmemek,
3. Herhangi bir sıkıntısı varsa onun giderilmesine çalışmak,
4. Hastalandıklarında ziyaretlerine gitmek, “herhangi bir ihtiyacın var mı?” diye sormak, varsa yardımcı olmak,
5. Üzüntü ve sevincini paylaşmak ve ikramda bulunmak,
6. Vefât ettiğinde cenazesine katılmak. Bu hususlara dikkat etmeli, komşuluk görevimizi en iyi şekilde yerine getirmeliyiz. İyi işlerde yardımcı olmalı, kötü işlerde ise asla yardımcı olmamalı, hatta uyarmalı, o yanlış ve kötü işten vazgeçirmeye gayret etmeliyiz.
Komşuyu rahatsız etmemeye çalışmalı, elinde olmayan ses ve gürültüden dolayı komşuyu azarlamamalı, sabretmeli, anlayışlı olmalı, komşunun misafiri gelmiştir, çocuklar oynarken ses, gürültü gelebilir. Çok rahatsız edilme durumu varsa, güzel sözle uyarmak gerekir. Marifet, insanlara kaba, kırıcı, sert davranmak değildir. Marifet insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek ve iyi bir örnek olmaktır.
Komşularımız İslâmî yaşamdan uzaksa, İslâmî bir hayat biçimine kavuşması için onlara yardımcı olmalı, gereken izahlar yapılmalı ve çok duâ etmelidir. Yani komşulara da maddî ve mânevî yardım yapılmalıdır. Peygamberimiz şöyle buyuruyor. “Komşusu aç iken bunu bildiği halde tok olarak yatan bana (tam) inanmış değildir.” 622
İslâm’da Ahlâkî Müeyyideler
İslâm’da ahlâk nizamının özelliklerinden biri de “ceza”dır. Ceza, bilindiği gibi, dinî literatürde sadece olumsuz anlamıyla kullanılmaz; olumlu ve olumsuz karşılık (Türkçedeki ödül ve ceza) anlamında kullanılır. Bu cezanın esasını, kişinin iman ettiği cennet ve cehennemdeki karşılaşacağı hususlar belirler. Yani sevap ve karşılığı cennetteki mükâfat; günah ve karşılığı cehennemdeki cezâ. Kötü ahlâkın cezâsı, bazen dünyada da verilir. Meselâ, yalancı şâhitlik eden, terbiyesiz söz söyleyen, hâinlik eden kimseye İslâm devletinde hâkim cezâ verir. Bazı ahlâkî suçların cezası da kişinin kendi kendine vermesiyle ancak affedilecek, tevbe yerine geçecektir. Meselâ, yeminini bozan kimse kendini cezâlandırıp yemin keffâreti olarak, köle âzâd etmek veya on fakiri sabahlı akşamlı doyurmak ya da on fakiri alışılmış biçimde giydirmektir. Bunlara gücü yetmezse, peşi peşine üç
620] 4/Nisâ, 36
621] Buhârî, Edeb 48-49; Müslim, Lukata, 3, Hds no: 14; Ebû Dâvud, Edeb 132, Hds no: 5154
622] İmam Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 189, Hds. 24, Taberânî ve Bezzar’dan
AHLÂK
- 159 -
gün oruç tutar.623 Bazen kötü ahlâkın cezası; yaygın olarak ahlâkî problemleri yaşayan toplumun helâk olması şeklinde tezâhür eder. “Sizden öncekiler şunun için helâk oldu: Onlardan ileri gelenlerden biri hırsızlık ettiği zaman, ona dokunmazlar. Zayıf birine hemen had tatbik ederlerdi.” İslâm ümmeti de bugün; korkaklık, zillet, zâlimlere karşı çıkmama gibi kötü ahlâk sebebiyle, farklı şekilde helâki yaşamaktadır. “Öyle bir fitneden sakının ki, o fitnenin cezâsı, sadece o zulmü işleyenlere isâbet etmekle kalmaz (karşı çıkmayan tüm topluma da gelir).” 624
Kur’ân-ı Kerim’de Ahlâk Kavramı
Görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak insanı tanıyan Kur’ân-ı Kerim, bu sebeple onun ahlâkî mâhiyeti konusuna özel bir önem vermiştir. Buna göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış,625 ona Kendi rûhundan üflemiştir.626 Bu sebeple insanlığın atası olan ve bütün insanlığı temsil eden Hz. Âdem karşısında Allah’ın emri gereğince melekler secdeye kapanmıştır. Ancak insanın bu üstün rûhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır. İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücûrunu da takvâsını da ilham etmiş”,627 yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte vermiştir. Dolayısıyla “nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense hüsrâna uğramıştır.” 628
Kur’ân-ı Kerim’in insanın ahlâkî mâhiyeti hakkındaki bu dengeli yaklaşımı, onun ahlâkî hüküm ve tercihlerini de aynı şekilde değerlendirmesine yol açmıştır. İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği İslâm ahlâkının temelde dinî kaynaklı olması sonucunu doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nass bulunan konularda yükümlülüğün kaynağı dindir. “Allah ve Rasûlü bir şeye hükmedince, artık mü’min erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Rasûlüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”629 Hz. Peygamber, ahlâkî hükümlerin de dâhil olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz olduğunu açıklamıştır.630 Bununla birlikte, Allah’ın hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ana, baba, İslâmî devlet gibi başka otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir.631 Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında, birçok ahlâkî davranışlar için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye rağmen, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helâl da haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüpheli şeylerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.”632 buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı öğütlemiştir. Ne var ki Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, ken623]
Bk. 5/Mâide, 89
624] 8/Enfâl, 25
625] 95/Tîn, 4
626] 15/Hıcr, 29
627] 91/Şems, 8
628] 91/Şems, 9-10
629] 33/Ahzâb, 36
630] Ebû Dâvud, Akdıye 12
631] Buhârî, Ahkâm 4, 43; Müslim, İmâre 34, 38
632] Buhârî, İman 39; Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
disine kötülük ve edepsizlikler telkin eden şeytanın baskısı altındadır.633 Ayrıca İslâmî terminolojide “hevâ” adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet yolunun engelleri olarak gösterilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim kötü arzuların esiri olan insanı “hevâsını ilâh/tanrı edinen”634 şeklinde tanıtmış, öte yandan yanlış yolda olan atalarını taklitte direnenleri, “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; akıllarını kullanmazlar”635 ifâdesiyle eleştirirken bu arada dinî hükümlerle selim aklın hükümlerinin birbirini desteklediğine işaret etmiştir.
“İyilik, yüzünüzü doğu ve batıya çevirmeniz değildir, ancak; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; çok sevdiği malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, ihtiyacı olanlara ve kölelere veren; namazı kılıp zekâtı veren, yaptıkları anlaşmalara vefâ gösteren; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerin iyiliğidir. Sâdık (doğru) olanlar da, muttakî olanlar da işte bunlardır.” 636
“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle veya hiç olmazsa aynısıyla karşılık verin.” 637
“…İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun.” 638
“Muhakkak ki Allah adâleti, iyiliği ve (muhtaç olan) akrabaya yardım etmeyi emreder; haksızlıktan, fenalıktan, zulüm ve azgınlıktan men eder; iyice anlayıp tutasınız diye size böylece öğüt verir.” 639
“Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi, anneye ve babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır, yaşlanır, yanında kalırlarsa sakın onlara ‘öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara acımadan dolayı, tevâzu kanatlarını indir (onlara karşı alçak gönüllü ol) ve ‘ey (her varlığı terbiye edip yetiştiren) Rabbim! Bunlar beni küçükken nasıl (acıyıp) yetiştirdilerse sen de bunlara acı’ de...”
“Seninle akrabalığı olana, yoksula ve yolcuya hakkını ver. (Malını gereksiz yere) saçıp savurma. Çünkü (gereksiz yere mallarını) saçıp savuranlar Şeytan’ın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Eğer (elin dar olduğu için) Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek onlardan yüz çevirecek (onlara bir şey vermeyecek) olursan, bari onlara yumuşak söz söyle, gönüllerini al, bolluğa kavuşmaları için Allah’a duâ et. Ellerini boynuna bağlanmış kılma (cimri olma), tamamen de açma (israf da etme), sonra kınanır, hasret içinde kalırsın.”
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır.”
“Zinâya yaklaşmayınız. Çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur.”
“Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyiniz. Kim zulmen birini öldürürse, onun velisi (olan mirasçısı)na yetki vermişizdir. (Öldürülenin hakkını arar. Ancak o da)
633] 2/Bakara, 169
634] 25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23
635] 2/Bakara, 171
636] 2/Bakara, 177
637] 4/Nisâ, 86
638] 5/Mâide, 2
639] 16/Nahl, 90
AHLÂK
- 161 -
öldürmede aşırı gitmesin (Katil yerine katilin akrabasını veya katille beraber bir başkasını öldürmesin). Çünkü kendisine yardım edilmiş (yetki verilmiş)tir. Katilin akrabası kendisine verilen bu yetkiyi kötüye kullanmasın.”
“Yetimin malına yaklaşmayın, ancak erginlik çağına (yaşına) erişinceye kadar en güzel tarzda (onun malını kullanıp geliştirebilirsiniz). Ahdi de yerine getirin. Çünkü insana ahdi sorulacaktır.”
“Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir. Sonu da daha güzeldir.”
“Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan (o yaptığın kötü şeyden) sorumludur.”
“Yeryüzünde kabara kabara (böbürlenerek) yürüme. Çünkü sen yeri yırtamazsın. Boyca da dağlara erişemezsin.”
“Bütün bunlar hepsi kötü olan ve Rabbinin katında hoş görülmeyen şeylerdir.” 640
“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini konuşsunlar. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” 641
“Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel şeyle sav; o zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” 642
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki merhamet edilesiniz.” 643
“Kim iyi iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim de kötülük yaparsa zararı yine kendisinedir. Sonra (ölünce) Rabbinize döndürüleceksiniz.” 644
“Ve Sen (Rasûlüm); büyük bir ahlâk üzerindesin” 645
“O nefsini günahlardan tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır.” 646
“İman edip iyi işler yapanlar da halkın en hayırlısıdır.” 647
Hadis-i Şeriflerde Ahlâk Kavramı
“Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanları ahlâkı en güzel olanlarıdır.” 648
“Sizin hayırlınız ahlâkça en güzel olanınızdır.” 649
“Kıyâmet gününde mü’minlerin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz.
640] 17/İsrâ, 23-38
641] 17/İsrâ, 53
642] 41/Fussılet, 33-34
643] 49/Hucurât, 10
644] 49/Câsiye, 15
645] 68/Kalem, 4
646] 91/Şems, 9-10
647] 98/Beyyine, 7
648] Buhârî, Edeb 39; Tirmizî, Radâ 11; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Nikâh 50
649] Buhârî, Menâkib 23; Müslim, Fezâil 68; Tirmizî; Birr 47
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez.” 650
“Mîzâna konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiç bir şey yoktur. İnsan güzel ahlâkı sâyesinde, (devamlı) oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”651
“Güzel ahlâk gibi şeref yoktur.” 652
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 653
“İnsanların cennete girmelerine en çok sebep olan nedir ya Rasûlullah?” dediler. “Allah’tan korkmak (emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak) ve güzel ahlâklı olmak” buyurdu. “İnsanların cehenneme girmelerine en çok sebep olan nedir?” suâline karşı da; “İnsanın ağzı ve avret yeridir” cevabını verdi.” 654
“Allah güzel ahlâklı kulunu nâfile namaz kılan ve nâfile oruç tutanın derecesine eriştirecektir.” 655
“Her kimi yaptığı iyilik sevindirir ve kötülük (günah) üzerse, o kimse (olgun) mü’mindir.” 656
“İyilik ahlâk güzelliğidir, günah ise kalbinde rahatsızlık uyandıran ve başkalarının öğrenmesinden hoşlanmadığın şeydir.” 657
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’ın karşısına gelerek: “Ya Rasûlallah! Hangi amel daha faziletlidir?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Güzel ahlâktır” dedi. Bu soruyu dört sefer sordu, Rasûlullah (s.a.s.) ona dönerek; “Sana ne oluyor, anlamıyor musun? Güzel ahlâktır” buyurdu 658
Bir grup insan gelerek Rasûlullah (s.a.s.)’e “Allah’a, kullarından en sevgili olan hangisidir?” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) de: “Ahlâkı en güzel olandır” buyurdu. 659
“Sizlerden kıyâmet gününde en çok sevdiğim ve bana en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” 660
“İnsanlara, güzel ahlâkla muâmele et.” 661
“Su buzu erittiği gibi; güzel ahlâk da günahları eritir (yok eder); Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli bozar.” 662
“Gerçekten siz mallarınızla insanları memnun edemezsiniz. Onları ancak güler yüz
650] Ebû Dâvud, Edeb 8, h. no: 4799; Tirmizî; Birr ve Sıla 61, 62, h. no: 2003, 2004
651] Tirmizî, Birr ve Sıla 62, h. no: 2004
652] İbn Mâce, Zühd 24
653] Muvattâ, Husnü’l-Hulk 8; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B. 135, Hds. 273; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/381
654] Tirmizî, Birr 61-62; İbn Mâce, Zühd 29
655] Ebû Dâvud, Edeb 8; Tirmizî, Birr 62
656] Tirmizî, Fiten 7
657] Müslim, Birr 14-15; Tirmizî, Zühd 40; Dârimî, Rikak 73
658] Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib Terc. c. 5, s. 259, Hds. 14
659] Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 264, Hds. 25, Taberânî ve İbn Hıbban Sahih’inden
660] Tirmizî, K. Birri ve’s-Sıla, B. 70, Hds. 2087
661] Tirmizî, K. Birr, B. 54, Hds. 2053; Dârimî, K. Rikak, B. 74, Hds. 2794
662] Hafız el-Munzirî, a.g.e., c. 5, s. 269, Hds. 35, Beyhâkî’den
AHLÂK
- 163 -
ve güzel ahlâkınız (huyunuz) memnun eder.” 663
Sa’d, mü’minlerin annesi Hz. Âişe’den (r.a.) sorar: ‘Ey mü’minlerin annesi, bana Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkını anlat.’ Hz. Âişe; “Sen Kur’ân okuyorsun, değil mi?” dedi. Ben ‘evet okuyorum’ dedim. “İşte, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’an idi” dedi. 664
“Rabbim! Ahlâkın en güzellerine varmak için bana yol göster...” 665
“Haklı olduğu halde bile çekişmeyi bırakan kimseye Cennet’in avlusunda bir köşk verileceğine, yalan söylemekten kaçınan kimseye Cennet’in ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de Cennet’in en güzel yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim.” 666
“Hayâ, imandan bir şûbedir.” 667
“İman yetmiş şûbedir/türdür. En üstünü ‘Lâ ilâhe illâllah’tır en aşağısı da yol üzerinde insanlara eziyet/zarar verecek bir şeyi kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.” 668
“Akıllı kimse, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan (keyfine göre davranan) ve Allah’tan (hak etmediği, lâyık olmadığı) temennide bulunan kimsedir.” 669
“Allah’a yemin olsun ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği güzelliği kardeşi için de istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.” 670
“Müslüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların emin olduğu kimsedir.” 671
Ebû Zerr (r.a.) şöyle dedi: ‘Ben ile bir adam arasında bir söz olmuştu. Onun annesi, gayr-ı Arab olan yabancı bir kadındı. Ben, kavga sırasında onun annesine hakaret ettim. O kimse, beni Rasûlullah’a (s.a.s.) zikredip şikâyet etti. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Sen, filan kimseyle sövüştün mü?” dedi. Ben: ‘Evet’ dedim. “O’nun annesini kötüledin mi?” buyurdu. ‘Evet, kötüledim’ dedim. “Muhakkak ki sen, içinde henüz câhiliyye ahlâkı kalmış bir kimsesin!” buyurdu.672 Velid b. Müslim’in munkatı olarak rivâyetine göre, sövülen zât, Bilâl el-Habeşî (r.a.) imiş. Ona: ‘Ya’bne’s-Sevdâ= Ey kara kadının oğlu’ diye hakaret etmiş. Bilâl’in şikâyeti üzere Peygamber’in tevbîhi vaki’ olunca Ebû Zerr (r.a.), yanağını yere koymuş: ‘Bilâl, ayağı ile basmadıkça yanağımı yerden kaldırmayacağım!’diyerek kusurunun affını istemiştir. 673
663] Hafız el-Munzirî, Terğib ve Terhib, c. 5, s. 270, Hds. 37
664] Müslim, Musâfirîn, B. 18, Hds. 139; Ebû Dâvud, Tatavvu, B. 26, Hds. 1342; Nesâî, K. Leyl, B. 2, Hds. 1601; Dârimî, Salât B. 165, Hds. 1342
665] Müslim, Müsâfir 201
666] Ebû Dâvud, Edeb 7, h.no: 4800
667] Buhârî, İman 4, 6
668] Buhârî, İman 3; Müslim, İman 58; Ebû Dâvud, Sünnet 14; Tirmizî, Birr 80; Nesâî, İman 16; İbn Mâce, Mukaddime 9
669] Tirmizî, Kıyâmet 26
670] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72
671] Buhârî, İman 4; Müslim, İman 14
672] Buhârî, Edeb79, İman 23, Itk 28; Müslim, Eymân 38-40; Ebû Dâvud, Edeb 133, Hds no: 5157
673] S. Buhârî Tercemesi, Çev. Mehmed Sofuoğlu, İst. 1987, c. 1, s. 185, dipnot: 45; S. Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terc., c. 1, s. 42, dipnot: 3
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Düşün! Sen, ne kırmızı tenli, ne de siyah tenliden daha üstünsün! Ancak takvâ ile üstün gelebilirsin.” 674
“Hiç şüphesiz, sizin şu soylarınız herhangi bir kimseye sövme/hakaret sebebi değildir. Hepiniz Âdemoğullarısınız. Birbirinize benzersiniz. Hiç kimsenin din ve takvâ dışında kimseye üstünlüğü yoktur. Ağzı bozuk, cimri ve ahlâksız olması, kişiye yeter.” 675
“Helâl da haram da bellidir; bu ikisi arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüpheli şeylerden sakınan kişi dininin şerefini korumuş olur.” 676
“Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mü’mindir” 677
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) nasıl bir ahlâka sahip olduğunu soran Hz. Urve b. Hişam’a, Hz. Âişe (r. anhâ) vâlidemiz şöyle cevap vermiştir: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân idi.” 678
“Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” 679
“Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez. Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir.” 680
“Allah (c.c.), kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar.” 681
“Pehlivan, meydanda başkalarını yenen değil; öfkelendiği sırada nefsine hâkim olan kimsedir.” 682
“Kul, kendisiyle münâsebeti kesen akrabalarına sıla-yı rahim yapmadıkça, kendisine zulmedeni affetmedikçe ve kendisine vermeyene vermedikçe fazilet sahibi bir kimse olamaz.” 683
“Size iyilik yapanlara karşılık iyilik yapmak, kötülük yapanlara da kötülük yapmak yükseklik değildir. Asıl yükseklik, size zulmedenlere, kötülük yapanlara karşı da kötülük etmeyip iyilikte bulunmaktır.” 684
İmam Malik’den; Muaz b. Cebel (r.a.): (Yemen’e vali olarak giderken) ‘Ayağımı üzengiye koyduğum zaman Rasûlullah’ın (s.a.s.) bana son tavsiyesi şu oldu: “Ey Muaz, İnsanlar için ahlâkını güzelleştir, onlara karşı iyi ahlâklı ol!” 685
Peygamber efendimizin zevcesi Hz. Âişe (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.),
674] İmam Suyutî, A.g.e., c. 2, s. 101, Hds. 1489 (2740); Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 158; Ahmed İbn Hanbel, Kitabu’z-Zühd, Çev. Mehmed Emin İhsanoğlu, İst. 1993, c. 2, s. 550, Hds. 2365; İbn Kesir, A.g.e., c. 13, s. 7421
675] İbn Kesir, A.g.e., c. 13, s. 7422; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 145, 158; et-Taberî, Taberî Tefsiri, c. 7, s. 518
676] Buhârî, İman 39; Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, 108
677] Ahmed bin Hanbel, Müsned I/398
678] Müslim, Müsâfirîn 139
679] İbn Mâce, c. 2, s. 850, hadis no: 2547
680] Tirmizî, Birr 81; İmam Mâlik, Muvattâ, Sadaka 12
681] Müsned, Ahmed b. Hanbel, 2/235, 238
682] Buhârî, Edeb 139; Müslim, Birr 106, h. no: 2608; Ebû Dâvud, Edeb 3, h. no: 4779
683] Mefâtihu’l Gayb, T. Kebir, c. 7, s. 73; Benzeri için Bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/148
684] Tirmizî, Birr 10
685] Muvattâ, Husnu’l-Hulk 1
AHLÂK
- 165 -
iki şey arasında serbest bırakılınca, günah olmadığı müddetçe, bunun en kolayını alırdı. Şâyet günah ise, insanların en fazla ondan uzaklaşanı olurdu. Rasûlullah (s.a.s.), kendi şahsı için kimseden intikam almamıştır. Ancak, Allah’ın mukaddes kıldığı şeyler çiğnenmişse, o zaman Allah için onların intikamını alırdı.” 686
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri (mâlâyaniyi) terketmesi, müslümanlığının güzelliğindendir.” 687
“Kişi, ahlâkının güzelliğiyle, geceleyin namaz kılan ve şiddetli sıcakta oruç tutarak susuz kalan kimsenin derecesine yükselir.” 688
Abdullah b. Ömer anlattı: Rasûlullah (s.a.s.), utangaçlığından dolayı din kardeşini ayıplayan bir adamın yanına varınca: “Onu kendi haline bırak. Çünkü hayâ imandandır.”689 buyurdu.
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde (bineğinde, onun arkasında) idim. Bana şu nasihatte bulundu: “Yavrum! Allah’a karşı (emir ve yasaklarına uyarak edebini) koru, Allah da seni (dünya ve âhirette) korusun! Allah’ı(n üzerindeki hukukunu) koru ki O’nu karşında (dünya ve âhiretin fenalıklarına karşı hami) bulasın -veya önünde demişti-. Bollukta Allah’ı tanı ki, darlıkta da O, seni tanısın. (Dünya ve âhiretle ilgili) bir şey isteyince Allah’tan iste. Yardım talep edeceksen Allah’tan yardım dile. Zira kullar, Allah’ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için biraraya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah’ın yazmadığı bir zararı sana vermek için biraraya gelseler, buna da muktedir olamazlar. Kalemlerin mürekkebi kurudu ve sayfalar dürüldü. Sen, yakinî bir imanla, tam bir rızâ ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şâyet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki Nusret(i İlâhî) sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir, zorlukta da kolaylık vardır, bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.” 690
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Bir gün, Rasûlullah (s.a.s.) ashâbına: “Şu kelimeleri kim (benden) alıp onlarla amel edecek ve onlarla amel edecek olana öğretecek?” buyurdular. Ben hemen atılıp: ‘Ben! Ey Allah’ın Rasûlü!’ dedim. Peygamber elimden tuttu ve beş şey saydı: “Haramlardan sakın, Allah’ın en âbid kulu ol! Allah’ın sana ayırdığına râzı ol, insanların en zengini ol! Komşuna ihsanda bulun, mü’min ol. Kendin için istediğini başkaları için de iste, Müslüman ol! Fazla gülme. Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” 691
“Rabbim bana dokuz şey emretti: Gizli halde de alenî halde de Allah’tan korkma(mı), öfke ve rızâ halinde de adâletli söz (söylememi), fakirlikte de zenginlikte de iktisad (yapmamı), benden kopana da sıla-ı rahm yapmamı, beni mahrum edene de vermemi, bana zulmedeni affetmemi, susma hâlimin tefekkür olmasını, konuşma hâlimin zikir olmasını, bakışımın da ibret olmasını, ma’rûfu (iyi, doğru ve güzel olanı) emretmemi.” 692
Ukbe (r.a.) anlatıyor: Bir gün Peygamber’le karşılaştım, elimi tuttu ve: “Dünyada ve âhirette bulunan kimselerin en güzel ahlâklısını sana bildireyim mi? Gelmeyene
686] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 20, h. no: 77
687] Tirmizî, Zühd 11; İbn Mace, Fiten 12; Muvatta
688] Ebû Dâvud, 40/7
689] Buhârî, İman 16; Müslim, İman 12, h. no: 59
690] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmet 60, h. no: 3518
691] Tirmizî, Zühd 2, h. no: 2306; İbn Mâce, Zühd 24, h. no: 4217
692] Rezin tahriç etmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 16/317
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gitmen, vermeyene vermen, sana zulmedeni bağışlamandır.” buyurdu. 693
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın kılıcının kabzasında şu ibareyi bulduk: “Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap! Aleyhine de olsa hakkı söyle!” 694
“Teennî Allah Teâlâ’dandır, acele de şeytandan.” 695
“Teenni, âhiretle ilgili olanlar dışında her amelde güzeldir.” 696
“Rasûlullah (s.a.s.) Eşeccü Abdi’l-Kays’a dedi ki: “Muhakkak ki sende Allah ve Rasûlünün sevdiği iki haslet var; hilm ve teenni.” 697
“Kim Allah adına sığınma talebinde bulunursa ona sığınma verin, kim Allah adına isterse ona verin, kim sizi davet ederse ona icabet edin, kim size bir iyilik yaparsa karşılıkta bulunun, şâyet verecek bir şey bulamazsanız kendinizi, ona karşılığını vermiş görünceye kadar dua edin.” 698
“Her nerede olursan ol Allah’tan ittika et ve kötülüğün arkasından iyilik yap, bu onu yok eder. İnsanlara iyi ahlâkla muamele et.” 699
“Rasûlullah’dan ateşe insanları en çok atan şeyin ne olduğu soruldu: “Ağız ve ferc!” buyurdular. En ziyade neyin insanları cennete soktuğundan sordular: “Allah’a takvâ ve güzel ahlâk!” buyurdular.” 700
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Mü’minlerden hangisi efdal (en faziletli)dir?” “Ahlâkça en güzelleridir!” cevabını verdi. Tekrar soruldu: “Pekiyi, mü’minlerden hangisi en akıllıdır? “Ölümü en çok zikreden ve kendilerine gelmezden önce onun için en iyi hazırlığı yapanlardır. İşte akıllılar bunlardır.” 701
Rasûlullah (s.a.s.)’a “Hangi insan daha hayırlıdır?” diye sorulmuştu: “Ömrü uzun, ameli de güzel olandır” buyurdular.” “Öyleyse insanların kötüsü kimdir?” diye soruldu: “Ömrü uzun, ameli kötü olandır!” buyurdular.” 702
“Size en hayırlınız ve en şerliniz kim olduğunu haber vermiyeyim mi?” buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler. Cemaat: “Evet, haber veriniz!” dedi. “En hayırlınız, kendisinden hayır umulan ve şerri dokunmayacağı hususunda emin olunandır; en şerliniz de kendisinden hayır ümit edilmeyen ve şerrinden de emin olunmayan kimsedir.” 703
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabrediciler arasına kaydeder: Dinî konularda kendinden üstün olana bakıp, ona uymak. Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp, Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din hususunda kendinden
693] Ahmed bin Hanbel, 4/148, 158
694] Rezin tahric etmiştir; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 16/317
695] Tirmizî, Birr 66 h. no: 2013
696] Ebû Dâvud, Edeb 11, h.no: 4810
697] Tirmizî, Birr 66, h.no: 2012; Müslim, İman 25, h.no: 17; Ebû Dâvud, Edeb 161, h. no: 5225
698] Nesâî, Zekât 72, h.no: 5, 82; Ebû Dâvud, Zekât 38, h.no: 1672
699] Tirmizî, Birr 55, h.no: 1988
700] Tirmizî, Birr 62, h.no: 2005
701] İbn Mâce, Zühd 31, h.no: 4259
702] Tirmizî, Zühd 22, h.no: 2331
703] Tirmizî, Fiten, 76, h.no: 2264
AHLÂK
- 167 -
aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemediğine üzülürse Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” 704
Ukbe İbn Amir (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Bir gün): “Ey Allah’ın Rasûlü! Kurtuluşumuz nasıl olacak?” diye sormuştum, şöyle cevap verdiler: “Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!” 705
İmam Mâlik anlatıyor: “Bana ulaştığına göre, Lokman Hekim’e: “Sende gördüğümüz bu (meziyetin mahiyeti) nedir?” diye sormuşlardı. (Bununla onun faziletlerini kastetmişlerdi). Şu cevabı verdi: “Doğru sözlülük, emaneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeyi terketmek. “Bir rivâyette şu ziyade gelmiştir: “Vaadime vefâkârlık etmek.” 706
“Kendisi ateşe haram edilen ve kendisine de ateşin haram kılındığı kimseyi size haber vermeyeyim mi? Ateş, (halka) her yakın olana, yumuşak huylu ve insanlara kolaylık gösterene haram kılınmıştır.” 707
“Kim şu üç şeyden berî olarak ölürse cennete girer: Kibir, gulûl (ganîmet/devlet malından çalma), borç.” 708
“Sakın sizden kimse kararsız olup da: ‘Ben insanlarla beraberim, eğer insanlar iyilik yaparsa ben de iyilik yaparım, kötülük yaparsa ben de kötülük yaparım’ demesin. Aksine, nefsinizi sâbit tutun, halka iyilik yaptı mı siz de iyilik yapın, kötülük yaparsa zulme yer vermeyin.” 709
“Kim halkın öfkesini dinlemeden/önemsemeden Allah’ın rızâsını ararsa insanların sıkıntısına karşı Allah kifâyet eder. Kim de Allah’ın öfkesini dinlemeden/önemsemeden halkın rızâsını/memnuniyetini ararsa, Allah onu insanlara havâle eder.” 710
“Ramazan girip çıktığı halde günahları affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de onlar sâyesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün. Ben yanında zikredildiğim zaman bana salât (salevat) okumayan kimsesinin de burnu sürtülsün!” 711
“Kim bana çeneleri ile bacakları arasındaki şeyler hususunda garanti verirse, ben de ona cennet hususunda garanti veririm.” 712
“Sizin hakkınızda en ziyade korktuğum şey, zenginlik hırsı ile karınlarınızın ve ferclerinizin (cinsel organlarınızın), şehvetleri bir de fitnelerin şaşırtmalarıdır.” 713
“Zânî bir kimse, zina yaptığı sırada mü’min olarak zinâ yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçkici, içki içtiği sırada mü’min olduğu halde içki içmez. Hırsız, insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar
704] Tirmizî, Kıyâmet 59, h.no: 2514
705] Tirmizî, Zühd 61, h.no: 2408
706] Muvatta, Kelâm 17, h.no: 2, 990
707] Tirmizî, Kıyâmet 46, h.no: 2490
708] Tirmizî, Siyer 21, h.no: 1572, 1573
709] Tirmizî, Birr 63, h.no: 2008
710] Tirmizî, Zühd 65, h.no: 2416
711] Tirmizî, Deavât 110, h.no: 3539
712] Buhârî, Rikak 23, Hudûd 19; Tirmizî, Zühd 61, h.no: 2410
713] Ahmed İbn Hanbel, IV/420, 423
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü’min olarak çalmaz.” 714
“Kişi zinâ edince iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi muallak durur. Zinâdan çıkınca iman adama geri döner.” 715 (Tirmizî, şu ziyadede bulunmuştur: “Ebû Cafer el-Bâkır Muhammed İbn Ali’nin: “Bunda imandan çıkıp İslâm’a geçiş vardır” dediği rivâyet edilmiştir.”)
“Kim (başkalarının kusurlarını teşhir edip herkese) duyurursa, Allah da (onun kusurlarını) duyurur. Kim de riyâ yaparsa Allah da onun riyâsını ortaya çıkarır.” 716
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.” 717
“Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de mü’mine meşakkat verirse, Allah da ona meşakkat verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizâya, husûmete girerse Allah da onunla husûmete girer.” 718
“Kim, bile bile, yalan yere İslâm’dan başka bir din ile yemin ederse, bu kimse dediği gibidir. Kim kendisini bir şeyle öldürüp (intihar ederse) kıyâmet günü o şeyle azab verilir. Kişinin gücü dışında olan bir şey üzerine yaptığı nezir muteber değildir. Mü’mine lânet etmek onu öldürmek gibidir. Bir mü’mine küfür nisbet etmek onu öldürmek gibidir. Kim kendisini bir şeyle keserse kıyamet günü onunla kesilir. Kim malını çok göstermek için yalan bir iddiada bulunursa, Allah onun azlığını artırır.” 719
“Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun ya da sussun.” 720
Tirmizî’nin İbn Ömer (r.a.)’den yaptığı diğer bir rivâyette, Rasûlullah: “Kim susarsa kurtulur” buyurmuştur.
“Kişinin mâlâyani şeyleri terki İslâm’ının güzelliğinden ileri gelir.” 721
“Allah’ın zikri dışında kelâmı çok yapmayın. Zira Allah’ın zikri dışında çok kelam, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah’a en uzak olanı kalbi katı olanlardır.” 722
“Âdemoğlunun, emr-i bi’lma’ruf veya nehy-i ani’lmünker veya Allah’ı zikredip (Allah’ı hatırlaması ve hatırlatması) hâriç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” 723
Ebû Saîdi’l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık.” 724
714] Buhârî, Mezâlim 30, Eşribe 1, Hudûd 1, 20; Müslim, İman 100, h.no: 57; Ebû Dâvud, Sünnet 16, h.no: 4689; Tirmizî, İman 11, h.no: 2627; Nesâî, Sârık 1, h.no: 8, 64
715] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h.no: 4690; Tirmizî, İman 11, h.no: 2627
716] Buhârî, Rikak 36; Müslim, Zühd 48, h. no: 2987
717] Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
718] Ebû Dâvud, Akdiye 31 h. no: 3635; Tirmizî, Birr 27, h. no: 1941; İbn Mâce, Ahkâm 17, h. no: 2342
719] Buhârî, Eymân 7, Cenâiz 84, Edeb 44, 73; Müslim, İman 176, h.no: 110; Tirmizî, İman 16, h.no: 2638; Ebû Dâvud, İman 9, h.no: 3257; Nesâî, Eymân 7, h.no: 7, 5, 6
720] Tirmizî, Kıyâmet 51, h. no: 2502
721] Tirmizî, Zühd 11, h.no: 2318, 2319; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 3, h.no: 2, 903
722] Tirmizî, Zühd 62, h.no: 2413
723] Tirmizî, Zühd 63, h.no: 2414
724] Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu’n-Nebi 67, h.no: 2320
AHLÂK
- 169 -
“Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm’ın ahlâkı hayadır.” 725
“Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği şeyi güzelleştirir.” 726
“Bana en sevgili olanınız, kıyâmet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur olanınız, kıyâmet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır.” (Cemaatte bulunan bâzıları): “Ey Allah’ın Rasûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir?” diye sordular. “Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!” cevabını verdi. 727
“İyilik (birr), güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttalî olmasından korktuğun şeydir.” 728
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” 729
“Zâlim de olsa, mazlum da olsa mü’min kardeşine yardım et!” Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim; ama zâlimse nasıl yardım edebilirim, söyler misiniz?” dedi. Peygamberimiz: “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. 730
“Şeytan, Kıbleye dönen (mü’minlerin artık kendisine ibâdet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte (hâlâ ümitlidir).” 731
“Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın.” 732
“Biriniz bir meclise gelince selâm versin. Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm sonuncudan evlâ değildir (ikisi de aynı ölçüde önemlidir).” 733
“Âilene (onların bulunduğu evine) girdiğin zaman selâm ver ki, selâmın, hem senin üzerine hem de âile halkına bereket olsun!” 734
“Biriniz kardeşini (Allah için) seviyorsa ona sevdiğini söylesin.” 735
“Birbirinizle kinleşmeyin, hasetleşmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun...” 736
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun.
725] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbn Mâce, Zühd 17, h.no: 4181, 4182
726] Tirmizî, Birr 47, h.no: 1975; İbn Mâce, Zühd 17, h.no: 4185
727] Tirmizî, Birr 77, h.no: 2019
728] Müslim, Birr 15, h.no: 2553; Tirmizî, Zühd 52, h.no: 2390
729] Buhârî, İman 6, 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
730] Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Müslim, Birr 62; Tirmizî, Fiten 68
731] Tirmizî, Birr 25; Müslim, Münâfıkun 65
732] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66, İman 93, hadis no: 54
733] Tirmizî, İsti’zân 15, h. no: 2707; Ebû Dâvud, Edeb 150, h. no: 5208
734] Tirmizî, İsti’zân 10, h. no: 2699
735] Ebû Dâvud, Edeb 122, h. no: 5124; Tirmizî, Zühd 54, h. no: 2393
736] Buhârî, Edeb 57; Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır.” 737
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” 738
“Sakın (sebepsiz, kötü) zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” 739
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah da o kimsenin ayıp ve kusurunu (kıyâmet gününde) örter.” 740
“Ashâbım, birbirinizle yardımlaşmayı kesmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize hased etmeyin, birbirinizden yüz çevirip ayrılmayın. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olun. Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla bırakması (küs durması) helâl değildir.” 741
“Sadece mü’minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttakî olan yesin.” 742
“Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi?” “Evet (Ey Allah’ın Rasûlü, söyleyin!)” dediler. “İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır.” Tirmizî’de şu ziyade gelmiştir: “Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum).” 743
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi) kişinin, müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine (kötülük olarak) yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” 744
737] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57-58, 62; Müslim, Birr 30-32; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn Mâce, Duâ 5
738] Tirmizî, Birr 18
739] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
740] Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 46, 60, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17; Benzer bir hadis için Bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
741] Buhârî, Nikâh 45
742] Ebû Dâvud, Edeb 19, h. no: 4832; Tirmizî, Zühd 56, h. no: 2397
743] Ebû Dâvud, Edeb: 58, hadis no: 4919; Tirmizî, Kıyamet: 57, hadis no: 2511
744] Müslim, Birr 32; Ebû Dâvûd, Edeb
AHLÂK
- 171 -
“Bir mü’minin diğer mü’mine üç günden fazla küsmesi helâl değildir. Eğer üzerinden üç gün geçer de ona rastlarsa, ona selâm versin. Selâm verilen, selâma karşılık verirse sevapta ortak olurlar. Eğer selâma karşılık vermezse günah ona döner.” 745
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 746
“Allah Tebâreke ve Teâlâ şöyle hükmetti: “Benim rızâm için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, Benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve Benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vâcip olmuştur.” 747
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 748
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” 749
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hastalandığında ziyâretine gitmek, ölünce cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” 750
“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” 751
“Birbirinize hediye verin ki, dostluğunuz artsın ve kalbinizdeki kin gitsin.” 752
“Sakın iyilikten hiçbir şeyi küçük görme, iyilik yap. İsterse mü’min kardeşini güler yüzle karşılama derecesinden hafif olsa bile.’’ 753
“Her iyilik bir sadakadır. Müslüman kardeşini gülümseyerek karşılaman ve kovandan onun kovasına su boşaltman da iyiliktendir.” 754
Bir sahâbi Peygamberimize ‘İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır?’ diye sordu. Buyurdu ki: “Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir.” 755
“Allah, kaba ve ağzı bozuk kişiyi kesinlikle sevmez.” 756
“Geçmiş peygamberlerin sözünden (hiç noksansız) insanların eriştiği haberlerden birisi de: ‘Utanmıyorsan dilediğini yap’ sözüdür.” 757
“Her ne halde olursan ol, Allah’tan kork, günahın arkasından sevabı ulaştır ki,
745] Ebû Dâvud, Edeb 55, h. no: 4912
746] Ebû Dâvud, hadis no: 4599
747] Muvatta, Şi’r 16, h. no: 2, 953, 954
748] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
749] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
750] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4, h.b no: 2162; Ebû Dâvud, Edeb 98, h. no: 5030; Tirmizî, Edeb 1, h. no: 2738); Nesâî, Cenâiz 52, h. no:4, 52
751] Buhârî, 4/117
752] Muvatta, Husnü’l-Huluk 16
753] Müslim, Birr 144
754] Tirmizî, Birr 36
755] Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20
756] Bu hadis, hasen-sahihtir; Tirmizîi, Kitabu’l Birri Ve’s Sıla, B. 61, Hadis No: 2070
757] Buhârî, Kitabu’l Edeb, B.78, Hadis No.145 - İbn Mace, Kitabu’z Zühd, B.17, Hadis No: 4183
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günahı silsin. İnsanlara güzel ahlâk ile muâmele et.” 758
“Kim din kardeşinin ırzını/nâmusunu onun gıyâbında müdâfaa ederse, Allah, kıyâmet günü onu cehennem ateşinden uzaklaştırır.” 759
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.” 760
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 761
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır.” 762
“Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.” 763
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celalım adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 764
Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyet edilmiştir. O şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam geldi ve: ‘Yâ Rasûlallah! Bana açlık ve meşakkat isâbet etti (yani açlıktan dermansız kaldım)’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.), onu (doyurmak) için hanımlarına haber gönderdi. Fakat onların yanlarında hiçbir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) : “... Bu gece şu adamı konuk edip yemek yedirecek bir adam yok mu ki, Allah, ona rahmet eylesin...” dedi. Ensar’dan bir zat, derhal ayağa kalktı: “Ben, yâ Rasûlallah!” diye cevap verdi. Sonra o adamı, alıp evine götürdü. Hanımına hitâben: “İşte Rasûlullah (s.a.s.)’ın konuğu. Ondan hiçbir şeyi tutup alıkoyma (konuğa ikram et)” diye tenbih etti. Kadın: “Vallahi, yanımda çocukların azığından başka birşey yok” dedi. Kocası: O halde çocuklar akşam yemeği yemek istedikleri vakit onları uyut, sonra gel, kandili söndür. Biz bu gece karınlarımızı dürelim (yani Rasûlullah’ın (s.a.s.) konuğu için biz, bu geceyi aç geçirelim)” dedi. Kadın kocasının dilediği işleri yaptı. Sonra o konuk, sabahleyin Rasûlullah’ın huzuruna vardı. Rasûlullah (s.a.s.): “... Andolsun ki, Aziz ve Celil olan Allah, bu gece falan erkek ve falane kadının işlerinden hayret etti -yahut güldü- Yani hayret uyandıracak şekilde râzı ve hoşnut oldu...” dedi. Aziz ve Celil Allah da, (onlar ve bütün Ensar hakkında) şunu indirdi: “... Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhâcirleri) öz nefislerine tercih ederler...” 765
Hz. Habib bin Ebi Sabit’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: Yermuk (savaşı) günü, Hâris bin Hişam, İkrime bin Ebî Cehil ve Ayyaş bin Ebî Rebia, savaş alanında yara
758] Tirmizî, Birr ve’s-Sıla 54, Hadis No: 2053
759] Ahmed bin Hanbel, VI, 449-450
760] Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
761] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
762] Et-Tâc, c. 5, s. 78
763] İbn Mâce, Zühd 16
764] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
765] 59/Haşr, 9; Buhârî, Tefsir 409; Müslim, Eşribe 172, hadis no: 2054 -173-
AHLÂK
- 173 -
ala ala nihâyet yıkılıp can çekiştiler. Bu sırada Hâris bin Hişam su istedi. Askerlerden biri ona su götürürken, İkrime’nin ona baktığını gördü. Bunun üzerine sucuya: “İkrime’ye götür ver” dedi. İkrime de, suyu alırken, Ayyaş’ın kendisine baktığını görünce sucuya: “Götür Ayyaş’a ver” dedi. Fakat sucu, daha Ayyaş’ın yanına varmadan Ayyaş vefât etti. Bunu üzerine İkrime’ye döndü ve fakat daha ona ulaşmadan o da vefât ettiği için bu sefer Hâris’e döndü. Ona ulaştığında Hâris de son nefesini verdiği için her üçü de su içemeden vefât etmiş oldular. 766
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gadabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 767
“Ey diliyle inanıp iman kalbine inmeyenler topluluğu, müslümanları gıybet etmeyiniz. Onların ayıplarını araştırmayınız. Kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onların ayıplarını araştırır. Allah kimin ayıbını araştırırsa, onun evinin içinde dahi ayıbını açar, perişan eder.” 768
“Eğer sen, insanların ayıplarını araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsad etmeye ramak kalırsın.” 769
“Kim bir ayıp görür de onu örterse, (Câhiliyye devrinde) toprağa diri diri gömülen kızları diriltmiş gibi olur.” 770
“Kim bir mü’mini, bir münâfığın şerrinden korursa, Allah ona bir melek gönderir. Kıyâmet gününde onun etini cehennem ateşinden korur. Kim bir müslümanı kötülemek isteyerek ona söz atarsa, söylediği sözü isâbet edip içinden çıkana kadar Allah, onu cehennem köprüsü üzerinde hapseder.” 771
“Kim, hürmeti düşecek, şerefinden noksanlık olacak bir yerde müslümana yardımcı olmaz, onu yalnız bırakırsa, Allah da yardımını istediği yerde onu yalnız bırakır. Kim şerefinden kaybedeceği, saygının azalacağı bir yerde müslümana yardımcı olursa, yardımını istediği yerde Allah, ona yardımcı olur.” 772
Hz. Âişe (r.anhâ), haber verip şöyle dedi: Bir kimse, Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna gelmek için izin istedi. Rasûlullah: “Ona izin verin. O, aşiretin ne kötü kardeşidir (yahut o, aşiretin ne kötü oğludur.” buyurdular. O kimse, Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanına girince; Rasûlullah ona karşı yumuşak sözler söyledi. Ben: “Yâ Rasûlallah, biraz önce sen, onun için söylediğin o sözleri söyledin. Sonra da ona yumuşak kelâm ettin?” diyerek bunun sebebini sordum. Rasûlullah: “Yâ Âişe, insanların en şerlisi, çirkin hareketlerinden korunulması için insanların kendisini terk ettikleri yahut karşılaşmak istemeyip yalnız bıraktıkları kimsedir.” buyurdular. Not: İbn Battal’ın beyanına göre gelen kişi: Uyeyne b. Hısn El Ferazi’dir. 773
766] M.Yusuf Kandehlevî, Hayatu’s Sahabe, çev. Ahmet Meylani, İslâmi Neşriyat, Ank., TY, c. 1, s. 414; Kenzu’l Ummal, c. 5, s. 310 -Ebû Nuaym ve İbn Asâkir’den-
767] Tirmizî, Zühd 64
768] Ebû Dâvud, Edeb 40, hadis no: 4880; benzer rivâyetle, yakın bir mânâda: İbn Mâce, Hudûd 5, h. no: 2548; Tirmizî, Birri ve’s-Sıla 84, h. no: 2101
769] Ebû Dâvud, Edeb 44, hadis no:4888
770] Ebû Dâvud, Edeb 45, hadis no: 4891
771] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4883
772] Ebû Dâvud, Edeb 41, hadis no: 4884
773] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Birr ve’s-Sıla, 83; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 58, hadis no: 2064
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kardeşinle münakaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka yapma ve ona, yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!” 774
“Kardeşinin derdine sevinip gülme! Sonra Allah onu esirger de, senin başına verir.” 775
“Kim bir (din) kardeşini bir günahtan ötürü ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” Ahmed bin Hanbel diyor ki: Şârihler, (bu hadisin şerhinde) “tevbe ettiği bir günahtan ötürü” dediler. 776
“Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder.” 777
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” Bir rivâyette şu ziyâde gelmiştir: “...Ma’rûfu emretmeyen, münkerden nehyetmeyen de bizden değildir.” 778
“Ölülerinizin iyiliklerini anın (hayırla yâd edin). Kötülüklerini (anmaktan) vazgeçin.” 779
“Ölülere sövmeyin. Çünkü onlar, önden göndermiş oldukları amellerinin karşılıklarına ulaşmışlardır.” 780
“Hasedden sakının, ateşin odunu veya otu yediği gibi, hased de iyi amelleri yer.” 781
“Sizden biriniz, yaratılış, mal ve evlât husûsunda kendisinden üstün kılınmış kimselere baktığı zaman (üzülmesin), hemen kendisinden aşağı (halli) kimselere baksın!” 782
“İki müslüman karşılaşıp musâfahada bulununca (tokalaşınca), ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka affedilir.” 783
“Musâfaha edin (tokalaşın) ki, kalplerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin.” 784
“Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır.” 785
“Kim Allah rızâsı için bir arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunursa, bir münâdi ona şöyle nidâ eder: ‘Dünya ve âhirette hoş yaşayışa eresin. Bu gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın.” 786
“Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez.” 787
“Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah’a ve âhirete
774] Bu hadis ğaribtir; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 57, hadis no: 2063
775] Bu hadis, hasen ğaribtir; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, 18, hadis no: 2621
776] Bu hadis, ğaribtir ve senedi muttasıl değildir; Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyâme 17, hadis no: 2620
777] Tirmizî, Birr 75, h. no: 2023
778] Tirmizî, Birr 15, h. no: 1920
779] Ebû Dâvud, Edeb 50, hadis no: 4900
780] Buhârî, Cenâiz, 148 -98’inci ölülerin şerlilerini anmak bâbı-
781] Ebû Dâvud, Edeb 52, hadis no: 4903; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4210
782] Buhârî, Rikaak 77; Müslim, Zühd ve’r-Rekaaik.8, h. no: 2963
783] Ebû Dâvud, Edeb 153, h. no: 5211, 5212; Tirmizî, İsti’zân 31, h. no: 2729
784] Muvatta, Husnü’l-Hulk 16, h. no: 2, 908
785] Müslim, Birr 40, h. no: 2568; Tirmizî, Cenâiz 2, h. no: 967
786] Tirmizî, Birr 67, h. no: 2009
787] Buhârî, Edeb 29; Müslim, İman 73, h. no: 46
AHLÂK
- 175 -
inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin.” 788
“Size Ashâbımı, sonra da onların peşinden gelecekleri (sonra da bunların peşinden gelecekleri) tavsiye ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü’mindir.” 789
“Kim sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine Allah için buğz eder, verdiğine Allah için verir ve men ettiğini Allah için men ederse, iman kemâle erer.” 790
“Allah rızâsını dileyerek öfke yudumunu yutan bir kulun yudumundan sevabça daha büyük (ve faziletli) bir yudum Allah katında yoktur.” 791
“Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir, demişler. Bunun üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Amma şuna sövmüş, buna zinâ isnâdında bulunmuş (fâhişe, namussuz demiş), şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecektir. ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınacak, bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.” 792
“Enes (r.a.)’den rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: “Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah’ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.” 793
788] Buhârî, Edeb 31, 85, Nikâh 80, Rikaak 23; Müslim, İman 74, h. no: 47; Ebû Dâvud, Edeb 132, h. no: 5154
789] İbn Mâce, Ahkâm 27, h. no: 2363; Tirmizî, Fiten 7, h. no: 2166
790] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4681; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, h. no: 2642
791] Buhâri, EdEbû’l Müfred, B.640, no.1318; İbn Mâce, Zühd 18, h. no: 4189
792] Müslim, Birr ve’s-Sıla, 59 h. no: 2581
793] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar,
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahlâkî Örnek Olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)
“Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel örnek” olan Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın tasdikiyle “yüce bir ahlâk” üzere yaşamıştır.
Ahlâkın özünü kişilik; kişiliğin özünü ise kendiliğinden, devamlı ve kuşatıcı olan kısmı teşkil eder. İzlenmesi gerekli yol olarak “sünnet” de içerdiği devamlılık ve kuşatıcılık ile Hz. Peygamber’in eşsiz ahlâkını şüphe ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde insanlığın düşünme, ibret alma ve doğruyu bulma yeteneğinin istifadesine sunar. Muhtemel her yönü ve her türlü tezahürü ile hayatı bütünüyle kucaklayan istikamet, doğruluk ve adâlet; özü sözle, sözü de davranışla ayrılmaz bir vücut halinde birbirine nakşeden içtenlik ve samimiyet; düşünülen, söylenen ve yapılan her şeye güzellik ve insanilik damgasını vuran incelik, nezaket ve haya; her türlü iyiliğin özünü simgeleyen şefkat, merhamet ve muhabbet; her durum ve şartta insancalığı, insana yakışırlığı temsil eden hilm, cömertlik, sabır ve cesaret; kökü sağlam, dalları ise gökte olup her daim Rabbin izniyle yemişini veren iman ağacının özünü teşkil eden takvâ, itidal ve hakkaniyet; her türlü güzellik ve olgunluğun en güzel elbiseleri olan tevazu, sadelik ve vefâ... O’nun yüce ahlâkının ana çizgilerini oluşturur.
Yeme-içme, giyim-kuşam, istirahat ve eğlenme gibi tabi ihtiyaçlarını karşılamasında; ailesi , akrabaları, dostları ve düşmanları ile ilişkilerinde; duâ, ibâdet ve niyazında; tebliğ ve sohbetlerinde; geçimini teminine yönelik faaliyetlerinde; tebessüm ve vakarında; afiyet ve hastalığında; zenginlik ve fakirliğinde; savaşta düşmanla olan mücadelesi ile evinde çocuklarıyla olan muhabbetinde; vefât etmiş oğlu İbrahim’in bedenine damlayan gözyaşlarıyla şehid olmuş amcası Hz. Hamza’nın delik deşik edilip hunharca parçalanmış bedenine bakan gözlerinde... kısacası hayatının her an ve her aşamasında bütün bu yüce değerler olgunlaşma çabası altında kendilerini gösterir ve O’nun şahsiyetinin ayrılmaz parçaları haline gelirler.
Hayat, devamlı değişen ilişkiler bütünü olup bütün değişimleri ile bir süreci ifade eder. Ahlâkîse istikrarı, gelişimi ve olgunlaşması ile bu sürece kimliğini kazandıran, şahsiyetini verendir. Bu açıdan Peygamber Efendimizin detaylarıyla bilinen hayatına bakıldığında, bu hayata örnek şahsiyetini verenin, yüce değerlerin, dosdoğru yolun, insanca, insanın yaratılış amacına uygun yaşamanın İlâhî kelimelerle ifadesi olan Kur’ân-ı Kerim’in olduğu rahatlıkla görülür. Kendisine O’nu en iyi tanıyan kimselerden biri olarak “O’nun ahlâkı nasıl idi?” diye sorulduğunda, sevgili eşi Hz. Âişe’nin “O’’nun ahlâkı Kur’an idi.” şeklinde cevap vermiş olması bu açıdan çok önemlidir. Öncelikle yaratan ve emredip en güzeline hidâyeteden yüce Allah’ın “Yâsîn, hikmet dolu Kur’an hakkı için, sen şüphesiz gönderilenlerden (Rasûllerden)sin, dosdoğru yol üzerindesin.” 794 ; “Nûn. Kaleme ve yazdıklarına andolsun ki sen Rabbinin nimeti ile bir mecnun değilsin ve hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir vardır. Ve hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.”795 ve benzeri âyetler ile Peygamber Efendimizin bir yandan üstün ahlâkına bir yandan da s. 225-226) (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.
794] 36/Yâsîn, 1-4
795] 68/Kalem, 1-4
AHLÂK
- 177 -
bu üstün ahlâkın İlâhî öğreti ile bağlantısına şahadeti; sonra da bu İlâhî şahadete selim akıl ve kalpleri ile doğru bilgi, tecrübe ve haberlere istinaden katılıp, bu hakikati tasdik eden nice insanların buna tanıklığı göstermektedir ki O, özü, sözü ve hareketi ile hayatının başından sonuna kadar her anına damgasını vuran ahlâkı ile İlâhî öğreti Kur’ân-ı Kerim rehberliğinde insanî olgunluk ve kemale ulaşarak âlemlere rahmet olmuş; olgunluk ve kemali gaye edinenlere de en güzel örnek olarak Allah’ın kulu ve elçisi olmanın gereğini yerine getirmiş; “yaratan Rabbinin adıyla” okumanın anlamını, şeklini ve beşeri düzlemdeki fonksiyonunu bütün insanlığa göstermiştir. Dolayısıyla O’nun eşsiz ahlâkını tetkik, insanı, Kur’an rehberliğinde yaşanmış bir olgunluğun, kemalin kıyısına götürmekte; insana, hayatı hayat olarak bütün karmaşıklığı içinde bütünlüğü ile anlama, tatma ve yaşama imkânı vermektedir. Zaten O’nu âlemlere rahmet ve insanlığa güzel örnek yapan da işte bu kuşatıcılık ile bütünlüğüdür; insanca yaşamanın eşsiz rehberi Kur’ân-ı Kerim’i özü, sözü ve davranışı; ailesi, topluluğu ve devleti ile hayata yansıtmış olmasıdır.
İnsan yaşamının üzerinde gerçekleştiği yeryüzü nice başarılara şahitlik etmiş; insan elinde çiçeklenen nice güzelliklerin tanığı olmuştur. Ancak bütün bu güzellik ve başarıların tek bir insanın şahsiyetinde Hakk’a ve hakikate şahitlik ettiği pek görülmemiştir. İşte Peygamber Efendimizi ve O’nun eşsiz ahlâkını mümtaz kılan, hayatın muhtelif yönlerinde ortaya konulan çeşitli başarıların sahibi olan diğer insanlardan ayırıp da O’nu tüm olgunluk ve kemalin numunesi haline getiren husus bu kuşatıcılığı ile bütünlüğüdür. Bu durumda insana ait yaşamın her anı ve her safhası için O’nun asil hayatı ve güzel ahlâkında olması gereken, olgunluk ve kemale işaret eden bir örneklik vardır.
“Muhammedî Risâlet” adlı eserinde Allâme Seyyid Süleyman en-Nedvî bu hususu şu güzel cümleleri ile ifade eder: “...eğer zengin ve varlıklı bir insan isen, Rasûlullah’ın Hicaz’la Şam arasında eşya taşıdığı ve Bahreyn’in hazinelerine sahip olduğu zamanı hatırla! Ve sen de O’nun gibi hareket et. Eğer fakir ve yoksul isen Rasûl-i Ekrem’in EbûTalib mahallesinde mahsur kaldığı, vatanını ve bütün mülkünü terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zamanı düşün. Eğer hükümdar isen O’nun Arapların idaresini ele geçirdiği, her tarafa hakim olduğu, ileri gelenlerin, şan ve şeref sahiplerinin O’na itaat ettiği zamanı hatırla. Eğer zayıf ve kimsesiz isen Rasûlullah’ın Mekke’de yaşadıklarını hatırla! O’nda senin için güzel bir örnek vardır... Eğer fatih ve muzaffer bir hükümdar isen Bedir’de, Huneyn ve Mekke’de düşmana galip geldiği günlere bakarak Peygamber Efendimizin hayatından ibret al. Eğer mağlup olmuşsan Uhud harbinde Rasûlullah’ın şehid ve ağır yaralı ashâbı arasındaki halini düşün. Eğer öğretmen isen mescidin sofasında ashâbına nasıl öğretmenlik yaptığını hatırla! Eğer öğrenci isen Cebrail’in huzurunda nasıl diz çöküp hidâyetistediğini düşün. Eğer nasihat eden bir vaiz, emin bir mürşit isen Mescid-i Nebevi’de bir kütük üzerinde vaaz eden Rasûlullah’a kulak ver. Eğer hiçbir yardımcın olmadığı halde hakkı ayakta tutmak, iyiliği haykırmak istiyorsan Mekke’deki zayıf haline rağmen Peygamber Efendimizin hakkı açıkça ilan ettiği zamanı hatırla. Eğer düşmanını yenersen, Rasûlullah’ın Mekke’yi fethettiği günü hatırla. Hakem ya da hakim isen, İslâm güneşi doğmadan önce, Kureyş reisleri birbirine girmek üzereyken Rasûlullah’ın Hacer-i Esved’i yerine koymak için verdiği hükme bir göz at. Sonra gözünü çevir ve bir daha bak: Rasûlullah’ın Medine mescidinin avlusunda insanlar arasında
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
adâletle hüküm verdiği zamanı düşün... Hülâsa her ne olursan ol, ne işle uğraşırsan uğraş, yaşadığın müddetçe, günün her saatinde Rasûlullah’ın hayatında senin için güzel bir hidâyet, hayat karanlıklarını aydınlatan güzel bir misal vardır. Böylece işlerin düzelir, sıkıntıların sona erer... O’nun hayatı bütün insanlık için hayatın her safhasında örnekti. O’nun hayatı aydınlanmak isteyenler için bir nur, hidâyete ermek isteyenler için bir kandil, doğru yolu bulmak isteyenler için de bir rehberdi.”
Peygamber Efendimizi herhangi bir şekilde görebilmek, O’nunla herhangi bir şekilde hayatın bir anını paylaşabilmek ya da onunla ilgili güvenilir bir eseri okuyabilmek, bir şekilde ona ulaşabilmek, görüp duyabilme ve görüp duyduklarını gereğince değerlendirebilme imkanına sahip bir insan için onun şahsiyet ve ahlâkının güzelliği ve eşsizliğini idrak noktasında yeterlidir. Onu gereğince takdir edebilmek ve onun bu güzellik ve eşsizliğinden yeterince istifade edebilmek ise insanın taşıdığı “sorumluluk” endişesiyle bağlantılı olarak onu, Allah elçisi ve dolayısıyla hakikatin (kitap ve hikmetin) öğreticisi, açıklayıcısı; olgunluk ve kemalin eğitimcisi olarak görebilmek ve değerlendirebilmekle; hiçbir istisnaya yer vermeksizin hayatın bütününü onun evrensel örnekliğine açabilmekle mümkündür. Bu durumda meramı ifâde için şu âyet yeterli olacaktır: “Andolsun ki Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için elbette pek güzel bir örnek vardır.” 796
Yakınları, dostları ve kendisini görenler tanıklık ederler ki Rasûl-i Ekrem’in mübârek cismi baştan aşağı kusursuz, bütün azası birbirine uygun, alnı, göğsü ve iki omuzlarının arası ve avuçları geniş; boynu uzun ve düzgün; omuzları, pazuları, baldırları iri ve kalın; bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Karnı, göğsü ile beraber olup şişman değildi. Ayaklarının altı çukurdu, düz değildi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, güçlü kuvvetli idi. Cildi ipekten yumuşak, başları orta büyüklükte, kaşları hilal, çekme burunlu, az değirmi (yuvarlak) çehreli idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara ve güzeldi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine yakındı. Çatık kaşlı değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki hiddetlendiğinde kabarıp görünürdü. Yüzü âdeta pembe beyazdı. Yani ne kireç gibi beyaz ne de kara yağız, esmer idi. İkisi ortası gül gibi kırmızıya dönük, beyaz ve berrak olup yüzünde nur gibi bir parıltı vardı. Dişleri inci gibi beyaz ve parlak olup hafifçe seyrekti. Konuştuğu ve tebessüm ettiği vakit beliriverirdi. Saçları ne pek kıvırcık ne de pek düzdü. Uzadığı zaman kulaklarının memelerini geçerdi. Sakalı sıktı fakat uzun değildi. Bir tutamdan fazlasını keserdi. Vefâtlarında saçı sakalı henüz ağarmaya başlamıştı. Başında pek az, sakalında yirmi kadar beyaz kıl vardı. Vücudu tertemizdi. Koku sürsün, sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı... Haline hüzün ve tefekkür, bakışlarına da netlik ve derinlik hakimdi. Çoğu zaman sükut eder ancak gerektiğinde konuşurdu. Konuştuğunda ağır ağır, tane tane konuşur; önemli yerleri tekrar ederdi. Sevgi ve sevincini tebessümle ifade eder; yüz rengi ve hatları, haline delalet ederdi. Yürüdüklerinde ayaklarını kuvvetle kaldırır, vakar ve sükunetle çabuk ve uzun adımlarla, sanki yüksekten iner gibi yürürlerdi. Bir şeye yönelmek istediklerinde sadece başlarıyla değil bütün vücutlarıyla döner, sebepsiz hiçbir tarafa bakmazlardı. Temiz, düzenli ve sağlıklı idiler. Ağırbaşlı, vakur, canayakın, sıcak, samimi ve ilgili idiler...
796] 33/Ahzâb, 21
AHLÂK
- 179 -
Peygamberimizin dış görünüşü ve tabii özellikleri, iç ahlâkı ve iç dünyasını aksettirmektedir. Bu meyanda yapılan tarifler, nihâyetinde samimiyeti, içtenliği, sevecenliği, güvenilirliği, dürüstlüğü, bilinçliliği, dinginliği... ile noktalanmaktadır. Yüzünün parlaklığı, yürüyüşünün eminliği, yönelişinin tamlığı bu açıdan değerlendirilirse bu açıkça görülecektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de birçok yerde797 Yüce Allah “sîmâ”yı “iç”i tanıtan, ahlâkı gösteren bir alâmet olarak değerlendirmiştir. İbn-i Abbas’ın: “İyiliklerin yüzlerde bir parlaklığı, kalpte bir nuru, bedende bir kuvveti, rızıkta bir genişliği ve gönüllerde bir sevgisi vardır. Kötülüklerin de yüzlerde bir sevimsizliği vardır.” sözü ile, Hz. Osman’ın “Kişinin işlediği her bir amelin elbisesi kendisine giydirilir. Hayır ise hayır; şer ise şer...” sözleri de bunu göstermektedir. Bu durumda, Medine dışında konaklamış bir kervandan, pazarlık etmeksizin söylenen fiyat ile kırmızı bir deveyi alıp, yularından çekerek şehre doğru yürüdüğünde Hz. Peygamber’in arkasından olayı değerlendirerek tanımadıkları bir kimseye bu şekilde karşılığını peşin olarak almaksızın deveyi vermiş olmalarından hayıflanan kervan ehline “rahat olun! bundan daha temiz ve daha nurlu başka bir insan görmedik” şeklinde görüş bildiren o kadının, ya da vefâtı sonrasında, hücre-i saâdetine girip de peygamberimizin yüzünü açıp alnını öptüğünde “Ah! Hayatında olduğun gibi ölümünde de güzelsin.” diyerek duygularını ifadeye çalışan Hz. Ebûbekir’in bu samimi sözlerini ve de neden onu ansızın görenlerin heybetinden heyecana kapıldıklarını, görüp tanıyanların ise onu o derece sevdiklerini daha iyi anlayabiliyoruz.
Rasûl-i Ekrem’in şahsiyetinde, “yaratan Rabbin adıyla okuma...” ve “emredildiği şekilde istikamet üzere olma” çaba ve gayretinin yeri ve etkisi âşikârdır. Kendisine gelen ilk vahyin “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Kâlem ile öğreten, insana bilmediğini öğreten Rabbin ne büyük kerem sahibidir.” âyetlerinden oluşmuş olması; yaşlılık emareleri üzerinde belirdiğinde, halini soran ashâbına “Beni, Hûd sûresi ihtiyarlattı.” şeklinde cevap vermiş olması buna işaret etmekte olup, mezkûr sûrede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Ve aşırı gitmeyin. Çünkü O, her ne yaparsanız onu hakkıyla görendir.” 798
İnsan, bir münasebetler sentezidir. Her insan bir ilişkiler bütünü içerisinde yaratılır ve şahsiyetini, kişiliğini, ahlâkını bu bütün içerisindeki tavrı ve rolü ile ortaya koyar. Yüce Allah’ın “birleştirilmesi emredilen” olarak ifade ettiği bu ilişkiler bütününü muhafaza edebilmenin yolu olan yaratana kulluk, yaratılana da şefkat, merhamet ve adâletin, emrolunduğu üzere dosdoğru şekilde yerine getirilmesinin zorluğu ve zor olduğu kadar da insani olgunluğa ulaşabilmedeki önem ve rolü tartışmasızdır. İşte bizler Rasûl-i Ekrem’in eşsiz ahlâkında, özünde, sözünde ve davranışlarında ve hatta ağaran saç ve sakallarında hep bu “emrolunduğu gibi dosdoğru olma” endişesi ve gayretini görmekteyiz. O, Allah Teâlâ ile olan ilişkisinde, iç dünyasında, evinde, ailesi ve akrabası ile olan münâsebetinde; dostlarına, tanıdık tanımadık bütün insanlara karşı olan tavırlarında; istirahatinde, ticaretinde, savaşta ve savaş sonrası ganimet taksiminde; mescitte imamlıkta, en önde liderlikte, hayatı ve vefâtında hep bu endişeyi taşımış, olanca gayretini buna sarfetmişti. O, durumunu şöyle ifâde ediyordu: “Rabbim beni ne güzel terbiye etti.”; “Ben ancak ahlâkî faziletleri tamamlamak üzere
797] 2/Bakara, 173, 7/A’râf, 46-48, 47/Muhammed, 30, 48/Fetih, 29 ve 55/Rahmân, 41
798] 11/Hûd, 112
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gönderildim.” O halde, Rasûlullah’ın ahlâkını tanımak, onu, içerisinde bulunduğu ilişkiler bütünü ile tanımakla mümkün olacaktır. Bu yapıldığında ise onun ahlâkî yüceliğinin temelinde bu ilişkiler bütününü hayranlık verecek şekilde, biç birini ihmal etmeksizin muhafaza etmiş olmasının; birleştirilmesi emrolunan her şeyi hayatı ile birleştirmiş olmasının bulunduğu görülecektir.
Ahlâkî faziletlerin başında “adâlet” ve “ihsân” gelir ki her iki kavram da nihâyetinde “her şeyi yerli yerine koyma”yı ve “yapılması gerekeni layıkı ile yapma”yı ifade eder. Nitekim Yüce Allah: “Muhakkak ki Allah adâleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye sizlere öğüt verir.”799 buyurur. Rasûl-i Ekrem, hayatı boyunca her şeye gereken değeri gerektiği kadarı ile vermiş; ihmalkârlık, duyarsızlık ve aşırılık onun hayatında kendine bir yer bulamamıştır. Bir insanın ihmal ve dengesizliğe meydan vermeksizin, hiçbir aşırılığa düşmeksizin, hayatın her bir yönünde davranmış olması ve bu denge ve istikrarı hayatın hem yatay hem de dikey boyutunda muhafaza etmiş olması elbette olgunluk ve kemalin zirvesidir. Beşer olması peygamberliğine bir nakısa getirmemiştir. Peygamberliği ona ailesini, dostlarını unutturmamıştı. Allah’a olan bağlılığı ve deruni duyguları onu dünyadan el etek çekmeye yöneltmemişti. Liderliği, komutanlığı, hakimliği onu hastaları ziyaretten, fakirlerle sohbetten men etmemişti. Mekke’deki hayatı ile Medine’deki hayatı arasında yaşananlar ve sahip olunan imkanlar çok farklı da olsalar duruş bakımından hiçbir farklılık olmamıştır.
Adâlet ve ihsan onun hayatının her demini kuşatmıştı. Gençliğinde toplumda el-Emin olarak tanınır ve bilinirdi. Ticaret hayatındaki dürüstlüğü takdir edilir, insanlar arası anlaşmazlıklardaki hakemliği makbul görülürdü. “Doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür” der, doğruluğu imanın gereği; yalanı, emanete ihaneti ve verilen sözlerde durmamayı nifak alameti sayardı. Doğruluk hassasiyeti o derecede idi ki şaka bile olsa ondan tâviz vermezdi. “şaka yapar mısınız?” diye sorulduğunda “evet, ama doğru sözden başkasını söylemem” demişti. Onun bu özelliğini düşmanları bile bilir, onu öldürmek için ellerinden geleni yaptıkları halde kıymetli eşyalarını ona emanet etmekten çekinmezlerdi. Mekke’den Medine’ye hicretinde yatağına yatırıp geride bıraktığı Hz. Ali’ye her emaneti sahibine vermesini tembihlemişti.
En zor durumlar bile onu verdiği söze bağlılıktan vazgeçiremezdi. Hiçbir menfaat ona, bu konuda geri adım attıramazdı. Mekke’den Medine’ye gelirken müşriklere yakalanan ve kendilerine karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakılıp Bedir savaşı öncesi Hz. Peygamber’e kavuşan Huzeyfe el-Yeman ve bir arkadaşı, olayı Rasûl-i Ekrem’e anlattığında sayılarının azlığı, adama olan ihtiyaçlarının şiddetine rağmen onlara savaşa katılamayacaklarını ifade ile “siz geriye dönün, her hâl u kârda sözünüze riâyet edeceğiz. Bizim sadece Allah’ın yardımına ihtiyacımız var” demişti. Hudeybiye’de müşrikler ile yapılan anlaşmanın şartlarından biri de Mekke’den müslüman olarak Medine’ye gidecek olan kimselerin, talep edilmesi durumunda Mekkelilere geri verilmesi idi. Daha antlaşma henüz imzalanmış iken EbûCendel, elleri zincirli bir halde, hapsedildiği zindandan kaçarak müslümanların bulunduğu yere gelmişti. O esnada orada bulunup, anlaşmayı yapmış olan müşrik Süheyl Bin Amr, antlaşmanın derhal tatbikini talep ile kaçağın
799] 16/Nahl, 90
AHLÂK
- 181 -
kendisine teslimini istediğinde bu durum müslümanların ağırına gitmişti. Rasûl-i Ekrem ise inananların selamet ve kurtuluşuna olanca düşkünlüğüne rağmen “Ey Ebû Cendel, sabret! Biz ahdimizden dönemeyiz. İnşâallah Allah sana yakında bir yol açacaktır!” demişti. Ne ahde bağlılıktan tâviz vermiş ne de Ebû Cendel’i ihmal etmişti. Sözde durmayı, ahde bağlılığı kul olmanın gereği olarak görmüş; işin sonucunu Allah’a havâle etmiş, O’na güvenip dayanmıştı.
“Helâl rızık kazanmak için çalışmanın mecburi bir görev” olduğunu; en hayırlı kazancın da el emeği ve meşrûticaret vasıtasıyla sağlanan kazanç olduğunu söyler; satarken ve satın alırken kolaylık gösterene Allah’ın rahmetini müjdeler, doğru ve güvenilir tacirlerin peygamber ve şehidlerle beraber olacaklarını ilan ederdi. Bazen pazarları gezer, satıcıların mallarını kontrol eder ve “bizi aldatan bizden değildir” derdi. Kendisi de bilfiil ticaretle uğraşmış, kanaati, dürüstlüğü ve vefâsı ile tanınmıştı. Bazen borçlanır, borçlarını vaktinde ve en güzel şekilde öderdi. Hakka riâyete önem verir, her hak sahibine hakkının mutlaka verilmesinde ısrar ederdi. “Hak sahibinin söze hakkı vardır” diyerek hakkın üstünlüğünü ilan ederdi. Hiçbir olayın hakkı zayi etmesine müsâade etmezdi. Yahudi alacaklısı, alacağını talep üzere gelip de elbisesini çekerek, yakasından tutarak “Siz Abdulmuttaliboğulları hep borcunuzu uzatırsınız” gibi kaba sözler söylediğinde, Hz. Ömer sinirlenerek sert bir şekilde karşılık vermişti. Rasûl-i Ekrem ise olup biteni tebessümle karşılamış ve Hz. Ömer’e “Ey Ömer! Ben ve o, senden bunun dışında bir söz duymaya çok daha muhtaç idik. Bana borcumu güzelce ödemeyi, ona da alacağını güzelce istemeyi tavsiye etmeliydin, vâdenin dolmasına daha üç gün vardı” diyerek fazlasıyla ödenmesini sağlamıştı. Bu olay, yahudinin müslüman olmasına vesile olmuştu.
Bir defasında kestiği hayvanın etini satan bir bedeviden, evde var zannettiği hurma karşılığında bir miktar et almış; eve geldiğinde ise hurma kalmadığını görmüştü. Derhal çarşıya gelerek bedeviyi bulmuş “senden hurma karşılığında et almıştım fakat ne yazık ki hurmam kalmamış” diyerek durumu izah etmişti. Aldatıldığını düşünen bedevi bağırıp çağırmış, Rasûl-i Ekrem ise onu susturmaya çalışanlara “siz müdahale etmeyiniz zira bedevinin hakkı var” diyerek tekrar meseleyi anlatmaya çalışmış ama bedevi söylenmeyi bırakmamıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz bedeviyi, Ensar’dan bir kadına havâle ederek etinin karşılığı olan hurmaları almasını sağlamış, bedevî de Rasl-i Ekrem’in sabır ve müsamahakârlığından duygulanarak “Muhammed! Cenâb-ı Hak sana ecir ve mükâfatını versin, sen bana hakkımı hem de fazlasıyla verdin” demişti. Hakka riâyetve en güzeliyle karşılık vermek onun ahlâkının en önemli esaslarındandı. O, “borçlarını daha iyi, daha mükemmel bir şekilde ödeyenler faziletli kimselerdir” der, aldığı borçları fazlasıyla geri öderdi.
Adâlete riâyet, kişinin kendisi, anne babası ve yakınlarının aleyhine de olsa âdil olabilmeyi; muhataba duyulan kin ve nefret duygularının adâletsizlik ve aşırılık yönündeki baskılarına direnebilmeyi gerektirir. Üst tabakada hırsızlık yapmış bir kadın için aracılıkta bulunulduğunda “İsrailoğulları işte bu yüzden helak olmuştur. Onlar, kanunları fakirlere uygular, zenginleri ise affederlerdi. Allah’a yemin ederim ki eğer Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim” diyerek her türlü iltiması reddeden, buna karşılık suçun tesbiti ve cezanın terettübü için kılı kırk yaran Rasûl-i Ekrem, bu tarafsız adâlet ve hakkaniyetin emsalsiz temsilcisidir. Onun bu eşsiz özelliğidir, yahudilerin bile
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaşmazlıklarını ona götürmesine sebep olan.
Rasûlullah, Hz. Ali’ye şöyle nasihat etmişti: “Sana iki kişi muhakeme için geldiğinde ikisini de dinlemeden sakın karar verme! Zira ancak her ikisini de dinlediğinde doğruyu bulabilirsin.” Hz. Ali, bu nasihat sayesinde davalarda zorluk çekmediğini, kolaylıkla doğruya ulaşabildiğini söylerdi. Rasûl-i Ekrem, âdil liderlerin kıyâmet gününde Allah’a en yakın kimseler olacaklarını, zâlimlerin ise en uzak olacaklarını; fakir, yoksul ve muhtaç kimselere kapısını kapatan hakimlere Allah’ın da kapısını kapatacağını söylerdi. Bir savaş sonrası ganimetleri taksim ederken “bu taksim Allah rızâsı için yapılmıyor” şeklindeki bir ifadeyle karşılaştığında “ben âdil olmazsam kim âdil olur?” diyerek mukabelede bulunmuştu. Kalabalık içerisinde üzerine yüklenen birisini, elindeki ince değnekle uyarmak istediğinde kazara o kimsenin ağzı çizilmişti. Peygamberimiz bu durumda, o kimseden aynısını kendisine yapmasını istemişti. Adâlet hususundaki hassasiyeti, hakkaniyete riâyeti ile tamamlanıyordu.
Onun adâleti sert, kaba ve kırıcı değil, bilakis yapıcı, onarıcı ve ıslah edici idi. Adâlete bağlılık ile geçen güzel ömrünün sonunda ölüm döşeğinde iken halka hitaben “birisine bir borcum varsa veya birini kırdıysam yahut birinin mal veya şerefine bir zarar verdiysem işte şahsım, işte şerefim, işte mâlim mülküm! Benden karşılığını bu dünyada alsın” demiş, onun bu sözleri sükunet ile karşılanmış, ancak bir adam Rasûl-i Ekrem’den birkaç dirhem alacağı olduğunu söylemiş ve parasını almıştı. Ne mutlu, adâlete riâyetle zulmün zerresine bile bulaşmadan ömür sürmüş olanlara!
Adâletten her ayrılış, zulme doğru atılan bir adımı ifade eder. “Muhakkak ki şirk elbette pek büyük bir zulümdür”800 âyetinin de işaret ettiği üzere, adâlete en uzak nokta şirk; adâletin özü de her türlü erdem ve iyiliğin bayrağı tevhiddir. Dolayısıyla yaratana kulluk peygamberimizin ahlâkının özünü teşkil eder ki, hayatı bunun en güzel şahididir. Hayatın yatay ve dikey boyutundaki her türlü kemale ait istikrar ve sebatının temelinde de bu sağlam bağlılık yatar. “şükreden bir kul olabilmek” onun her türlü düşünce, söz ve eyleminin saiki idi. Gece boyu namaz kılmaktan ayakları morardığında “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı. Niçin böyle yapıyorsunuz? diye soran Hz. Âişe’ye: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevap vermişti.
Allah’ın dinine dâvetettiği Tâifliler kendisine horlama, aşağılama hatta taşlama ile mukabelede bulunmuş, o ise teselliyi Rabbine münâcaatta bularak, O’na olan bağlılık ve sevgisini “senden gelen her şeye ben râzıyım, yeter ki bana gazap etmiş olma...” şeklindeki duygu yüklü sözleriyle ifadeye çalışmıştı. Birçok vesile ile ashâbına “içinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” demişti. Bu hayatının her ânı için geçerliydi. Bir defasında bütün gece boyunca Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’nın duâsı olarak geçen “eğer onlara azap edersen elbette onlar Senin kullarındır. Şâyet onları bağışlarsan elbette Sen yegâne izzet ve hikmet sahibi olansın”801 âyetini tekrar edip durmuştu.
Allah’ı zikir ve O’nu tesbih her ânını kuşatmıştı. Devamlı Kur’an okur, hatta başkalarının da okumasını ister, onu başkalarından dinlemeyi çok sevdiğini
800] 31/Lokman, 13
801] 5/Mâide, 118
AHLÂK
- 183 -
söylerdi. Özü, sözü ve davranışı ile Kur’an’ı hayata yansıtmak, her anının en büyük hedefiydi. “Gözümün aydınlığı namazdır” der, her vesilede namaz kılmayı arzulardı. “Haydi Bilal! Kalk, kamet getir de bizi rahatlat, bizi huzura kavuştur” derdi. Bu, O’nun için bütün dünya güzelliklerinin üstünde idi. Hz. Enes, “Rasûlullah’ı gecenin hiç ihtimal vermediğiniz bir anında namaz kılarken, yine hiç ummadığınız bir anında da uyurken görebilirsiniz” demektedir. Bazen o kadar oruç tutardı ki hiç orucu bırakmayacağı zannedilir; bazen de oruca o kadar ara verirdi ki artık daha oruç tutmayacak denilirdi.
Allah’a olan bağlılığı, ibâdete olan düşkünlüğü had safhada olmakla birlikte bu, onu dünyadan ve insanlardan uzaklaştırmaya sevk etmemiş, bilakis itidali sâyesinde ihsan üzere bütün sorumluluklarını yerine getirmesinde en önemli etken olmuştur. “En hayırlı amel, az da olsa devamlı olandır” der, dinde aşırılık ile insanın bir yere varamayacağı ihtarı ile arkadaşlarına itidal üzere yaşamayı tavsiye ederdi. Sadece ibâdette değil yeme-içme, giyim-kuşam, dostluk-düşmanlık gibi hayatın her yönünde aşırılıklardan korunmada ısrar ederdi. Acıkmadan yememek, yediğinde ise iyice doymadan sofradan kalkmak, O’nun âdeti idi. Bir seferinde her gün oruç tutmak, her geceyi namaz ile ihya etmek ve evlenmemek üzere anlaşan arkadaşlarını “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı sorumluluklarını en fazla bileniniz olduğum halde bazı günler oruç tutarım, bazı günler ise tutmam. Aynı şekilde geceleri bazen uyur bazen de namaz kılarım, kadınlarla da evlenirim” diyerek itidâle yönlendirmiş; nefsin, vücudun, gözlerin... hanımın, çocukların, akrabaların ve dostların... insanın üzerinde hakları olduğunu beyan ile itidalin esasını ortaya koymuştur. Zaten bu, adâlet ve ihsanın da gereğidir. O’nun hayatı ve ahlâkı da olanca ağır sorumluluk ve muhtelif işlerine rağmen bu itidalin kusursuzluğu ile parıldar; yolunu arayana rehber, karanlıklardan çıkmaya çalışana da ışık olur.
Rasûl-i Ekrem nasıl yaşardı, diye sorulduğunda buna en kısa ve en basit olarak kul gibi yaşardı şeklinde cevap verebiliriz. Kulluk bilinci ve tevazuu hayatının her anında hakimdi. “Şüphesiz ki ben bir kulum. Kulun yediği gibi yer, oturduğu gibi otururum” der, hayata da bu gözle bakardı. Sadelik ve tevazu, şahsiyet ve yaşamının ayrılmaz vasıflarıydı. “Allahım! Âhiret hayatından başka bir hayat yoktur” diyerek dünyadaki yaşamını bir yolculuğa benzetir ve bu tanımlamaya aykırı her türlü tavır ve davranıştan kaçınırdı. Külfet, zorlama, gösteriş, riya, ucub ve kibir dünyada en çok O’na uzaktılar. Şekilcilik ve resmiyet O’nun ahlâkında kendilerine hiçbir yer bulamazlardı. Sade giyinir, önüne gelen nimeti küçük görmezdi. Çoğu zaman kuru ekmek, hurma ve sütle yetinir, şikâyetçi olmazdı. Kuru ekmek ve sudan oluşan mütevazi dâvetleri kırmazdı. Bir yemekten hoşlanmadığında herhangi bir yorum yapmaz yiyemeyeceğini belirtirdi. Hasır üzerinde yatardı. Çoğu zaman kalktığında sağ tarafında hasır iz yapmış olurdu. Üç gün art arda buğday ekmeği ile karnını doyurmamış, Medine dönemi boyunca bir günde iki öğün yemek yememiştir. Hz. Âişe“Ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesi yemek pişirmek üzere ateş yakmaz, sadece hurma ve su ile karnımızı doyururduk” demiştir. EbûÜmame de Rasûlullah’ın şöyle dediğini bize naklediyor: “Rabbim, Mekke vadisini benim için altına çevirmeyi teklif etti. Fakat ben ‘hayır ey Rabbim! Gün aşırı yiyeyim ve aç kalayım. Aç olduğum zaman Sana yakarıp Seni hatırlayayım. Doyduğum zaman da Sana duâ edip şükredeyim’ dedim.
Bir gün Hz. Ömer, peygamberin evine geldiğinde Rasûlullah’ın hasır üzerinde
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örtüsüz yattığını ve hasırın izlerinin sağ yanında çıkmış olduğunu, odada bulunan bütün eşyanın hurma lifleriyle doldurulmuş bir yastık, bir hayvan derisi ve bir su kırbasından ibaret olduğunu, yiyecek olarak da sadece birazcık arpanın bulunduğunu görmüştü. Manzara karşısında duygulanarak ağlamış ve peygamberin “neden ağlıyorsun?” diye sorması üzerine “Bizans’ın kayseri, Fars’ın kisrası debdebe içinde yaşarken sen seçilmiş insan, Allah’ın Rasûlü böyle mi yaşayacaksın?” demişti. Rasûlullah ise “Ey Ömer! Sen bunun için mi ağlıyorsun? Bilmez misin ki onlar bütün nasipleri dünya hayatında verilmiş insanlardır” diyerek hayata bakışını dillendirmiştir.
Cuma günleri ve dışardan heyetler geldiğinde giymesi için ipekten bir elbise alması teklif edildiğinde de “Bunu âhiretten alacak bir payı olmayan giysin” demişlerdi. Sâlim bir kafaya, sıhhatli bir bedene ve günlük yiyeceğine sahip olan kimsenin bütün dünya nimetine sahip olduğunu söylerdi. İnsanın dünyadan nasibini de giyilip eskitilen, yenilerek tüketilen ve hayır olarak sarfedilip kazanılan olarak özetler; Kur’an’ın ifâdesiyle “Allah’ın verdiklerinde âhiret yurdunu gözetirdi.”802 Vefâtında, üzerinde iki yerinden yamalı bir elbise vardı. Zırhı, ailesinin geçimi için bir miktar arpa borç aldığı bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu. Ve evinde yiyecek olarak sadece bir avuç arpa vardı.
O’nun bu hali inancının, dünya hayatına bakışının, fedakarlığının ve cömertliğinin doğal bir sonucuydu. Yoksa bir zorlamanın ve dünyevi nimetlere olan soğukluğun eseri değil. Zira olanca sadeliğine rağmen bazen güzel yemekler yediği, güzel elbiseler giydiği olurdu. Nimeti takdir eder, Allah’ın bir lütfu ve ikramı olarak görürdü. O’nun yaptığı, içinde bulunulan ortamda yapılabilecek olanın en iyisini yapmaktan ibaretti. Komşusu açken tok yatmamak gibi.
Rasûl-i Ekrem’in tevâzûve sadeliği, kendini beğenmenin, gösteriş ve kibrin ve hatta her yerde bir şekilde kendine yer edinen bencilliğin bir elbisesi değil, aksine eşsiz bir samimiyet ve içtenliğin doğal bir muhafazası idi. Arkadaşları arasında bulunurken, O’nu farkedilmez yapan da işte bu özelliğiydi. Bir meclise geldiğinde boş bulduğu yere oturur, “Ben bir kral değilim” diyerek kendisi için ayağa kalkılmasını istemez, elinin öpülmesine müsaade etmezdi. Bir defasında kendisini görüp de heyecanlanan bir kimseye “Heyecanlanma! Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” demişti. Kendisine “yaratılmışların en hayırlısı” diye hitap edildiğinde “yaratılmışların en hayırlısı İbrâhim idi” diyerek cevap vermiş, kendisi için Allah’ın O’na vermiş olduğu “Allah’ın kulu ve elçisi” vasfından başka bir vasfın kullanılmamasını istemişti. Sık sık bu konuda arkadaşlarını uyarır, şeytanın kendilerini kandırmaması için dikkatli olmalarını tavsiye ederdi.
Oğlu İbrahim vefât ettiği gün, güneş de tutulmuştu. Bazı kimselerin “işte bakın güneş de Rasûlullah’ın matemine iştirak ediyor” yollu düşünmeleri üzerine olaya hemen müdâhale etmiş ve “güneş tutulması Allah’ın âyetlerinden biridir. Kimsenin ölüm veya doğumu üzerine meydana gelmez” diyerek insanların kendisine olan sevgi, hürmet ve bağlılıklarının yanlış mecralara kaymasını engellemiştir.
“Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede aşırıya gittikleri gibi sizler de beni övmede aşırıya gitmeyin. Ben sadece bir kulum. Benim için sadece ‘o, Allah’ın kulu ve Rasûlü’dür’ deyin” sözleri, O’nun bu konudaki hassasiyetinin güzel bir göstergesidir. Yine
802] 28/Kasas, 77
AHLÂK
- 185 -
O’nun tevâzûve sadeliği, pasifliğin, acizliğin kendisine yüklediği geçici bir vasıf değil, aksine Allah sevgisi ve kulluk bilincinin incelik ve ruhi derinliğinin hayata doğru doğal bir inkişafıydı. Başarıları arttıkça, insanların sevgi ve bağlılığı çoğaldıkça O’nun büyük bir içtenlik ve tevâzûile Rabbine yönelişi, hayatının hiçbir safhasında bu sadelik ve tevazuundan tâviz vermeyişi bunu açıkça göstermektedir.
Bizler Rasûl-i Ekrem’i, Hayber’i fethettiğinde, dizgini hurma ağacının kabuğundan yapılmış bir merkep üzerinde Hayber’e girerken düşündüğümüzde; ya da yaşanan onca zorluğun ve çekilen onca hasretin ardından büyük fetihle birlikte, başını devesinin eyerine değecek kadar eğmiş, yüzü şefkat parıltılarıyla parlar olduğu halde Mekke’ye girerken gördüğümüzde eşsiz bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu idrak ederiz. O anda o, sadece Rabbini hamd ile tesbih ediyor ve O’ndan mağfiret diliyordu. “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde ve insanları bölük bölük Allah’ın dinine giriyor gördüğünde, Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Zira O tevbeleri çokça kabul edendir” 803
Yaşlı bir yük devesinin üzerinde, sırtında dört dirhem bile etmeyecek basit bir hırka, veda haccına giderken şöyle duâediyordu: “Allahım! Bu haccı riyâ, gösteriş ve ünden uzak et.”
İnsan kişiliğinin en açık ve net olarak gözlemlenebileceği yer, evidir. Rasûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin ifadesiyle evde normal, sıradan bir insan ne yapıyorsa onu yapardı. Kendi işini kendi yapardı. Elbisesini diker, yamar, ayakkabılarını tamir ederdi. Keçilerinin sütünü sağar, devesinin boynuna yağ sürer, evi süpürürdü. Evde ailesi ile meşgul olur, ezan okunduğunda da namaza giderdi. Sorumluluklarının fazlalığı ve ağırlığı O’nun hayatında herhangi bir açığa, ihmale meydan vermezdi. Düzenliydi, tertipliydi; yaşanması gerekli her şeyin O’nun hayatında bir yeri vardı. Eşlerini sever, onlarla ilgilenir, dini yaşayıp uygulamada, kötülüklerden temizlenip, iyiliklerle olgunlaşmada onlara rehberlik eder, aile sorumluluğu ile hareket ederdi. Onlar için en iyisi ve en güzelini, ahlâkî faziletlerin en üstününü arzular, sevgi, şefkat ve ilgisi ile elinden geleni yapardı. Her akşam eşlerini ziyaret eder, onlarla sohbet ederdi. Geceleri onları namaza kaldırır, daima onları iyilik yapmaya teşvik ederdi. “Kişinin, eşinin ağzına koyduğu lokma sadakadır” der, kendisini ailesinin dünya âhiret saâdetinden mesul tutardı. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in hiçbir eşine vurmadığını, kaba söz söylemediğini belirtir. Zaten Rasûl-i Ekrem, “en hayırlınız ailesine karşı en merhametli olanınızdır” derdi. Ailesine karşı en merhametli olan da oydu.
Çocuklarını çok sever, onlarla oynar, ilgilenirdi. Çocuk sevgisini merhametin bir eseri olarak görürdü. On çocuğu olduğu halde, onlardan hiçbirini öpmediğini söyleyen bedeviye “Allah, senin kalbinden merhameti aldıysa ben ne yapabilirim?” demişti. Ahlâkve fazilet ile dolu hânelerinde mânevî havayı, kendilerini kuşatmış olan sevgi ve şefkat halesi içinde teneffüs ederek yetişen çocuklarının her derdiyle ilgilenir, bir baba olarak bütün sorumluluklarını yerine getirirdi. Kız çocuklarını iyi yetiştirip güzelce evlendirmeyi, cennetin anahtarlarından biri olarak görürdü. Erkek çocukları zaten daha küçük yaşlarda vefât etmişlerdi. Kızlarını ise büyütmüş ve evlendirmiş, torunları olmuştu. Yine onlarla ilgileniyor, onları ziyaret ediyordu. Gece namaza kalktıklarında onları da uyandırır, daima
803] 110/Nasr, 1-3
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilik yapmaları, âhiret yurdu için hazırlanmaları gerektiğini söyler, “yarın kıyamet gününde ben sizler için bir şey yapamam” derdi. Bütün gayret ve çabası onların iyi birer kul, faziletli birer insan olmaları içindi. Bunun için herkesten önce onlardan sabır ve fedakarlık beklerdi. “Allahım! Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur” diye duâ eder, ailesini her türlü aşırılık, lüks, israf ve cimrilikten; dünya malına düşkünlükten sakındırırdı.
Tehlike, sıkıntı ve zorluk olan yerlerde onları öne geçirir, menfaat, rahat ve kolaylığın olduğu yerlerde ise onları geriye alırdı. Bir defasında kızı Hz. Fâtıma’yı ziyârete gitmiş, ancak içeride süslü bir perde gördüğünde, kapıdan geri dönmüştü. Sebebi sorulduğunda “benim dünya ile ne işim olabilir?” demiş, kızına perdeyi satıp bedelini ihtiyaç sahiplerine vermesi tavsiyesinde bulunmuştur. Hz. Fâtıma, işlerinin yoğunluğu ve değirmende tahıl öğütmekten dolayı karşılaştığı zahmetten dolayı, kendilerine bir harp esirinin hizmetçi olarak verilmesini istediğinde, Hz. Peygamber, “mescidde yatan aç ve çıplak insanlar varken, bu isteğinizi karşılayamam!” diyerek, onların bu taleplerini geri çevirmiştir. Akşam olduğunda kızı ve dâmâdının yanına giderek, “size benden istediğinizden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatacağınız zaman 34 defa Allahu Ekber, 33 defa Elhamdu lillâh ve 33 defa da Subhânallah deyin” buyurmuştur.
Hz. Peygamber ve ailesinin, hiçbir sadakayı kabul etmemesi ve bunun kendilerine haram oluşu da bu açıdan çok önemlidir. Rasûl-i Ekrem’e 10 yıl boyunca hizmet eden Hz. Enes’in şu şehâdeti, Rasûl-i Ekrem’in ev halkına muamelesini uzun uzadıya anlatmaya gerek bırakmamaktadır. “Rasûlullaha on yıl boyunca hizmet ettim. Bir kere bile bana, “yaptığım bir şey için neden bunu yaptın, yapmadığım bir şey için de neden bunu yapmadın?” demediler.
Mescidde, cemaate hitap ederken, sevgili torunları Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka kendilerine doğru geldiklerini görünce, dayanamayıp hutbesine ara vermiş, aşağı inerek torunlarını kucağına almış, sonra da “elbette ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihandır”804 âyetini okumuştur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara ‘ihsan’ üzere davranın. Muhakkak ki Allah, kendisini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”805 İhsan, Rasûl-i Ekrem’in içinde bulunduğu ilişkiler bütünündeki istisnâsız tutumuydu. Sevgi, şefkat, merhamet, hilm, nezaket, incelik, fedâkârlık, cömertlik ve cesaret gibi üstün ahlâkî vasıflarının bir yumağı idi. “Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz; gerçekten birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Sizlere gerçekten birbirinizi sevebilmenin yolunu öğreteyim mi!? Selâmlaşınız.”806 der; yemek yedirmeyi, tanıdık tanımadık herkese selâm vermeyi İslâm’ın en hayırlı amellerinden sayardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) çevresindeki herkesle ilgilenir, karşılaştıklarına önce davranıp selâm verir; musâfaha ettiğinde karşısındaki elini çekmedikçe elini çekmez; birisiyle konuştuğunda muhâtabı sözünü bitirip ayrılmadıkça onu bırakmaz; döndüğünde bütün cephesiyle dönerdi.
804] 64/Teğâbün, 15
805] 4/Nisâ, 36
806] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
AHLÂK
- 187 -
Herkesi kuşatan sevgi ve ilgisi ahlâkının ayrılmaz parçasıydı. Anne ve babasını küçük yaşlarda kaybetmiş olmasına rağmen onları unutmamış; yıllar sonra bir vesile ile harap olmuş bir mezarın yanından geçerken durup oturmuş, ince ruhundan sızan gözyaşları ile ‘Bu Vehb kızı Âmine’nin kabridir’ demişlerdi. Kendisine emeği geçenleri asla unutmaz, daima onları hayırla yâd ederdi. Amcası Ebû Tâlib’in hanımının, dadısı Ümmü Eymen’in, süt annesi Hâlime’nin ve ailesinin O’nun gönlünde özel bir yeri vardı. Süt annesi geldiğinde, onu hürmetle karşılar, ilgi ile ağırlar, hırkasını çıkarıp altına sererdi. Ölümü sonrasında babanın arkadaşlarına iyiliği merhametin gereklerinden sayar, ‘içlerinde akrabâları ile ilişkilerini kesen bir kimsenin bulunduğu topluluğa Allah’ın rahmeti inmez’ der; sırasıyla annenin, babanın, yakın akrabaların kişinin üzerinde hakları olduğunu beyan ederdi. Dostlarına karşı vefâlı ve samimi idi. 26 yıl beraber yaşadıkları ilk eşi Hz. Hatice’yi daima hayırla yâd etmeleri; vefâtından yıllar sonra bile bir koyun kestiklerinde bir parçasını Hz. Hatice annemizin arkadaşlarına göndermeleri; kızı Zeyneb’in, savaşta esir düşmüş kocasının fidyesi için annesinden yâdigâr gerdanlığını Rasûl-i Ekrem’e gönderdiğinde gerdanlığı görüp de ağlaması eşsiz bir vefânın örnekleri değil midir?
Rasûl-i Ekrem, bir peygamber, bir insan, bir komutan, bir hâkim, bir dost, bir komşu, bir akraba... Bir insan olarak bütün sorumluluklarını yerine getirir, hayatı her şeyiyle paylaşırdı. Kendisini arkadaşlarından ayırmaz, ‘kendisini ayrıcalıklı göreni Allah sevmez’ derdi. Ashâbı ile birlikte oturur, fakirler ve kimsesizler ile birlikte yiyip içerdi. Onların konuşmalarına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Meclisinde bulunan herkes ilgi ve sevgisinden hisselenir, her biri Rasûl-i Ekrem’in en çok kendisini sevdiği duygusuna kapılırdı. Dertleriyle dertlenir; sevinçleriyle sevinir; gecesi gündüzüyle hayatı onlarla paylaşırdı. Yapılması gerekli bir iş olduğunda hemen el atar, Mescid-i Nebevî’nin yapımında, şehrin etrafına hendek kazımında olduğu gibi onlarla beraber çalışır; girdiği savaşlarda olduğu gibi tehlike anlarında hep ön plana çıkarak onlara örnek ve siper olurdu.
“Büyüklerine saygı duymayan, küçüklerini de sevmeyen kimse bizden değildir” der, çevresinde bulunan herkese güzelce muâmele ederdi. Mekke’de iken arkadaşı Habbâb bin Eret’i bir yere göndermiş, dönünceye kadar da bu işi yapacak kimsesi olmadığından her gün Habbâb’ın evine giderek keçilerini sağmıştı. Hayber fethi sonrası Habeşistan muhâcirleri Medine’ye döndüklerinde “hangisine sevineyim, Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi?” diyerek arkadaşlarına olan sevgisini göstermiştir.
Ashâbından biri vefât ettiğinde, arkasında mal bıraktıysa, onu mirasçılarına güzelce dağıtır; borç bıraktı ise onu üstlenip ödemeye çalışır, ödeyemediğinde “borçlu kimsenin cenaze namazını kılamam” diyerek müslümanları borcu ödemeye teşvik ederdi.
İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak; kötülük, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmamak, O’nun çevresindekiler ile ilişkisinin genel karakteriydi. Ashâbını eğitmek, kötülüklerden temizleyerek iyiliklerle olgunlaştırmak için elinden geleni yapar; dünya ve âhiret saâdetleri için gayret ederdi. Onlara olan sevgi ve samimiyetine halel gelmemesi için “bana birbiriniz hakkında herhangi bir şey söylemeyin. Zira ben hepinizin karşısına temiz bir kalple çıkmak isterim” der, kimsenin kusurunu araştırmaz, kimseyi de hatasından dolayı yargılamazdı. Bir
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimse bir hata yapıp günah işlediğinde, isim belirtmeden, kırıp incitmeden durumu düzeltir; aynı şekilde şüpheli şeylere meydan vermeyerek onların kalplerini de muhâfaza ederdi.
Hizmetinde bulunanlara evlâdı gibi muâmele eder, “köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara köle, câriye değil; oğlum, kızım diye seslenin. Ağır bir iş vermeyin; verirseniz onlara yardımcı olun”; “köleleriniz hakkında Allah’tan korkun” der, onları her fırsatta özgürlüğe kavuşturmayı en büyük iyiliklerden biri olarak görür; bütün esirlerine bu şekilde davranıp her birini özgürlüğüne kavuşturarak ashâbına örnek olurdu.
Çocukları sever, onları yolda oynarken gördüğünde selâm verir, bineğine bindirir, aralarına karışırdı. Bazen bir hizmetçi, bir câriye teklifsiz yanına gelir, kendisine yardım etmesini ister, o da hemen kalkıp onların işini görürdü. Dulların ihtiyaçlarını karşılar; yaşlı insanlara daima yardımcı olurdu. Medine’de yaşlılık sebebiyle bunamış bir kadın vardı. Bir gün bu kadın Rasûl-i Ekrem’e gelmiş, “Muhammed, seninle bir işim var” demişti. Rasûl-i Ekrem de onunla beraber sokağa çıkmış, oturarak onu dinlemiş ve isteğini yerine getirmişti.
Sâliha kadını dünya nimetlerinin en güzeli olarak görür, “kadınlar hakkında Allah’tan korkun” derdi. Bir gün çok sayıda kadın akrabası Peygamberimiz’in etrafına oturmuş, yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer içeri girince hepsi susmuş ve çekilmişler; Rasûlullah da bu duruma gülmüştü. Hz. Ömer; “Ey Allah’ın Rasûlü, Allah seni hep mütebessim kılsın, neden güldün?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem, kadınların ondan çekinip de sakınmalarına güldüğünü söyledi. Hz. Ömer’in “benden değil; Rasûlullah’tan korkun” sözü üzerine kadınlardan biri “O, senin kadar hiddetli değildir” demişti. Medine’ye girerken yol kenarında şarkı söyleyen küçük kız çocuklarını gördüğünde “Beni seviyor musunuz?” diye sormuş, “evet yâ Rasûlallah, seni seviyoruz” demeleri üzerine “Ben de sizleri seviyorum” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, “Geniş olun! Zira Yüce Allah, geniş olanı sever” der; genişliği, hilmi ve anlayışı ile ashâbına örnek olurdu. İnsanları, zayıflıkları, ihtiyaçları ve idealleri ile bütün olarak değerlendirir; yadırgayıcı, yargılayıcı olarak değil; anlayışlı bir yol gösterici olarak onlara muâmele ederdi. Anlamak, affetmek ve yol göstermek, O’nun insanlara karşı tavrının özüydü. “Hizmetçimi bir günde kaç defa affedeyim?” diye soran bir kimseye “yetmiş defa affet!” diye cevap vermiştir. Bir defasında bahçesine izinsiz girip de hurma toplayıp yiyen ve biraz da elbisesinin cebine koyan bir kimseyi azarlayarak ve elbisesini soyarak Rasûl-i Ekrem’e şikâyet eden birine; “O, bilmiyordu, ona öğretmeliydin; o, açtı, onu doyurmalıydın!” diyerek bahçe sahibine nasıl davranması gerektiğini öğretmişti.
Çöllerde göçebe halinde yaşayan bedevî insanlar, Medine’ye geldiklerinde Rasûl-i Ekrem onlarla ilgilenir, kabalıklarını yadırgamazdı. Bir defasında yolda giderken bir bedevî gelmiş, Rasûl-i Ekrem’in hırkasını arkadan çekerek “Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana ver” demişti. Çekilen hırkası boynunda iz yapmış, Peygamberimiz bu haliyle dönmüş, tebessüm ederek arkadaşlarına “evet, istediğini verin” demişti.
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’nin ifadesiyle hiçbir zaman şahsî intikam peşinde koşmamıştı. Kötülüklere iyilikle mukabelede bulunurdu. O, her zaman
AHLÂK
- 189 -
kerem sahibi, yüce gönüllü idi. Hayatı boyunca O’na tuzaklar kuran münâfıklar, yahûdiler ve müşrikler de onun kerem ve şefkatinden nasiplerini almışlardı. Hayatını anlatan eserlerde, O’nun, münâfıkların reisi Abdullah bin Übeyy vefât ettiğinde gömleğini kefen olarak ona verdiğini, olanca entrikalarına karşılık yahûdilere olan güzel ve âdil muâmelesini ve de onca mücadelenin neticesinde Mekke’ye girdiğinde orada müşriklere “gidiniz, hepiniz özgürsünüz” diyerek “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizleri affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir”807 âyetiyle hitap etmiş olduğunu; kendisini taşlayıp horlayanlar için; canına kastedip kendisiyle savaşanlar için Yüce Allah’a; “Allah’ım, onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar” şeklinde duâ ettiğini okuduğumuzda “(Ey Muhammed) Sen af yolunu tut, bağışla, iyiliği emret, cahillere de aldırma”808 âyetinin hayata konabileceğini ve yine Rasûl-i Ekrem’in “Rabbim, bana intikam alacak gücüme rağmen düşmanlarımı affetmemi, benimle ilişkisini kesenle görüşmemi ve beni mahrum bırakana vermemi emretti” sözünün hakikatini daha iyi anlayabiliyoruz.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “... Allah’ın rahmeti ile onlara yumuşak davrandın. Kaba, katı yürekli olsaydın, zaten etrafından dağılıp giderlerdi. Öyleyse onları affet, bağışlanmaları için duâ et ve işlerinde onlara danış. Kararını verdiğinde de artık Allah’a tevekkül et. Zira O, kendisine tevekkül edenleri sever.”809 Âyette ifade edilen Allah’ın rahmetinden kaynaklanan “yumuşaklığın” ve gerçekten eşsiz bir şekilde insanların küçüğüyle büyüğüyle; kadınıyla erkeğiyle, fakiriyle zenginiyle O’nun etrafında sevgiden bir tek vücut haline gelmelerinin sırrını merak eden için, namazı uzun tutup da cemaatten bazılarını usandıran sahâbisini “namaz kıldırırken fazla uzun tutma. Cemaatte yaşlı olan, hasta olan vardır” diyerek uyaran ya da “nice zaman olur, uzunca bir namaz kılayım, diye namaza başlarım da, ağlayan bir çocuk sesi işittiğimde, arkamda namaz kılan annesinin şefkat duygularını bildiğimden, namazı kısa tutarım” diyen peygamberi düşünmek yeterlidir.
Naz ve nimet içinde büyüdüğü halde, müslüman olması sebebiyle ailesi tarafından dışlanıp fakr u zarûrete dûçar kalan Mus’ab bin Umeyr’i yırtık-pırtık elbiseler içinde gördüğünde gözyaşları akıtarak onun bu fedâkârlığına saygı gösteren; Câbir bin Abdullah’ın ifadesiyle, kendisinden bir şey istenildiğinde asla “hayır!” demeyen, kapısına gelenleri boş çevirmediğinden nice geceler ailesi ile birlikte aç yatan, elinde kalmış bir miktar parayı verecek bir fakir bulamadığında, o parayı alıp evine gidip yatmaktan utanıp da mescidde yatan ve sabahleyin bir fakir bulunup da o parayla ihtiyacı karşılandığında Allah’a hamd edip evine giden... evet, bu örneklerde ve benzeri yüzlerce örnekte Rasûlullah’ın eşsiz ahlâkını görmek mümkündür.
Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi tavsiye eder, bunun sevgiyi arttırıp dostlukları pekiştireceğini söylerdi. Sadaka kabul etmemesine rağmen hediye kabul eder ve daha güzeli ile hediyelere karşılık verirdi. Varını yoğunu çevresindeki yoksul, ihtiyaç sahibi kimselerle paylaşır; verecek bir şeyi olmadığında da güzel sözler ile gönüllerini doyururdu. Gelir kaynaklarını, ailesinin geçimi için ayırdığı bir kısmı müstesnâ, fakirlere dağıtılacak şekilde düzenlemiştir. Cimrilik ve kötü huyun mü’minde bulunmayacağını söyler, insanların durumunu düzeltmek için
807] 12/Yusuf, 92
808] 7/A’râf, 199
809] 3/Âl-i İmrân, 159
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
elindeki tüm imkânları seferber ederdi. Bazen ödünç aldığı bir şeyi fazlasıyla geri öder; bazen satın aldığına anlaştıkları fiyatın fazlasını verir, bazen de ihtiyaç sahibi olduğunu anladığı bir kimseden bir şey satın alır, sonra da onu ona hediye ederdi.
İbn Abbas’ın deyimiyle O, hayırlı işlerde rüzgârdan daha fazla cömerttir. Dostu Ebû Zer’e fakirleri sevmeyi ve onlara yakın olmayı tavsiye etmiş, sevgili eşi Hz. Âişe’ye de “Ey Âişe! Hiçbir zaman muhtaç birini kapından boş çevirme, verebileceğin yarım bir hurma da olsa ver. Ey Âişe! Fakirleri sev, yakınına al ki Allah da kıyâmet gününde seni yakınına alsın” diye nasihat etmişti. Yüce Allah’tan, gerçek zenginlik olarak tanımladığı “gönül zenginliği” isterdi.
Ashâbının en fakir ve yoksul olanları, bir de devamlı eğitim-öğretimle meşgul olduklarından geçim sıkıntısı çekenleri, Ashâb-ı Suffe olarak tanınırlardı. Zira genelde mescidde kalırlar; Hz. Peygamber’in yanından ayrılmazlardı. Rasûl-i Ekrem, her şeyini onlarla paylaşır, yemeğini onlarla yerdi. Büyük bir kazanı vardı. Yemek onda pişirilir ve beraberce yenilirdi. Onlar, O’nun daimî misafirleriydi. Bütün mü’minler de öyle. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin” diyerek “yemeğini, bıçağın deve hörgücüne gelmesinden daha çabuk ikram edildiği eve hayrın geleceğini” ve “misafiri kapıya kadar geçirmenin sünnetin bir parçası olduğunu” söylerdi.
Yetimlere bakmanın, şefkat göstermenin üstünlüğünden bahseder, dul ve miskinlere bakmanın Allah yolunda savaşmak veya gündüz oruç tutup gece namaz kılmak gibi olduğunu söylerdi. Ebû Zer’e bir gece yürürlerken “Ebû Zer! Şu Uhud dağı altın olsa da bana verilse, borcum için ayıracağım müstesnâ, bir dirheminin bile yanımda üç gün kalmasını istemem” demiştir.
Rasûl-i Ekrem, yağan yağmur tanelerinde Allah’la olan ahdi görür, “her bir canlıya yapılan iyiliğin sevap olduğunu” söylerdi. Sırtı karnına yapışmış bir deveye rastladığında sahibine; “bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah’tan korkun; onlara güzelce binin, onları güzelce doyurun” demiştir. Yine bir defasında: “Otu bol bir yerde yolculuk ederseniz, devenize yerden nasibini verin. Eğer kurak bir bölgede yolculuk ederseniz, oradan süratle geçin. Eğer geceleyin bir yerde konaklarsanız, sakın yol kenarında konaklamayın, zira yol, geceleyin hayvanların gidip geldiği, böceklerin yuvalandığı yerdir” buyurmuşlardı. Canlıya canlı gibi davranır, hayata Allah’ın bir emaneti olarak bakardı.
Rasûl-i Ekrem, yüksek sesle konuşmaz, arkadaşlarının yanında ayaklarını uzatmazdı. Ashâbından Ebû Said el-Hudrî’nin ifadesiyle “bâkire kızlardan daha hayâlı idi, hoşlanıp hoşlanmadıkları yüzünden anlaşılırdı.” Ağızlarının içi görülecek şekilde kahkaha ile gülmezdi. Hayânın, imanın bir parçası olduğunu beyan ile bir defasında “hayâ imandandır ve hayâlı olan kişi cennettedir. Hayâsızlık kalbin katılığındandır. Kalbi katı olan ise cehennemdedir” buyurmuşlardı.
Yine bir defasında Hz. Âişe’ye “cezasını ben çekecek bile olsam, hiç kimsenin kabahati hakkında konuşmak istemem” demişlerdi. Asla kaba ifadeler kullanmaz, hayâ duygusunu davranışların kontrol mekanizması olarak görürdü. “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!” sözü Peygamberlerin ortak sözü olup bunun en güzel ifadesi değil midir? O’nun hayâsı ve utangaçlığı, O’nu, soyutlanmaya, pasifleşmeye sevk etmez; yapması gerekenin ardında bırakmazdı. Zaten O’nun
AHLÂK
- 191 -
hayatı, Mekke’de yaşadıklarıyla, Medine’de yaşadıklarıyla, bütünüyle şükrün ve sabrın; Allah’a derin bir bağlılığın ve tevekkülün; azim ve sebatkârlığın ve nihâyeteşsiz bir cesâretin en somut örnekleri ile doludur.
Dinî, tebliğ süreci incelendiğinde sözlerin ifadeden âciz kalacağı bir manzara ile karşılaşılır. Derin bir huşû ile sarsılmaz bir iman ve azim ile... Bu gerçeği ifade için, kendisine yapılan her türlü teklife karşılık olarak verdiği şu tarihî cevabın yeterli olacağını düşünüyoruz: “Güneşi sağ elime; ayı da sol elime koysalar ben, yine de dâvamdan vazgeçmem!” Hz. Ali der ki: “Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken bazen biz Rasûlullah’ın arkasına sığınırdık. En cesurumuz O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.”
Hayâsı, cesaretine gölge olmadığı gibi, ciddiyet ve vakarı da neşe ve tebessümüne engel olmazdı. Allah ile beraberliği sıcak ve canlı muâşeretine perde olmazdı. Abdullah bin Hâris, Rasûlullah’tan daha hoş ve mütebessim bir kimse görmediğini söylerdi. Ashâbıyla şakalaşır ve onlarla beraber gülerdi. Küçük kuşunun ölümüne üzülen Enes’in küçük kardeşine: “Ebû Umeyr! Nuğeyr’e (küçük serçe) ne oldu?” diye soracak kadar çevresiyle ilgiliydi. “Bir peygamber zırhını giydi mi artık onu çıkarmaz” diyecek kadar sebatkâr; “Allah’ın hizmetçileri sefâhat içinde yaşamazlar” diyecek kadar da fedâkârdı.
Karamsarlık, O’nun kalbinde bir yer bulamaz, imanı ve samimiyeti ile hayatın her ânında, her türlü şart altında sorumluluk bilinciyle hareket ederdi. Kıyâmetin kopması esnâsında bile eldeki fidanın dikilmesini tavsiye edecek kadar “hayır” ve “sorumluluk” anlayışına sahipti. Vefâtına sebep olacak hastalığı ağırlaştığı için Hz. Ebû Bekir’i imamlığa geçirmiş, biraz iyileşip de odasının kapısından saf saf huşû ile namaz kılan ashâbını gördüğünde Allah’a hamd etmişti. Vefâtı esnâsında, hazırlatıp Üsâme bin Zeyd’i kumandan tâyin ettiği son ordusu sefere hazır halde şehrin dışında bekliyordu. Belki bu ordu, O’nun yeryüzüne diktiği son fidanıydı.
Hayatı boyunca insanlar için tek üstünlük ve fazilet ölçüsü olarak “takvâ”ya başvurmuş, “üstünlük ancak takvâ iledir” diyerek her türlü emâneti ehli olana tevdî etmişti. Bu evrensel ilke Hz. Üsâme’nin kumandanlığında ne güzel parıldıyordu.
Hz. Hatice’nin oğlu Hind bin Hâle, Rasûl-i Ekrem’i bize şöyle tanıtır: “Rasûlullah’ın hüzün ve tefekkür içinde olmadığı bir an yoktu. Devamlı tefekkür ederdi. O’nun için rahat yoktu. Çoğu zaman sükût eder, gereksiz yere konuşmazdı. Söze başlayınca mağrur ve kibirli kimseler gibi dudak ucuyla konuşmaz, kelimeleri gâyetgüzel telaffuz ederdi. Güzel konuşurdu. Sözleri, hakkı bâtıldan ayırırdı. Ne fazla, ne de eksik, gerektiği kadar konuşurdu. Sert ve kaba bir insan değildi. Başkalarını hiçbir zaman hor ve hakir görmezdi. Nimet az bile olsa, ona büyük değer verir, asla nankörlük etmez, onu hiçbir şekilde kötülemezdi. Yiyecek ve içecekleri ne över ne de kötülerdi. Dünya için ve dünyada kendisini ilgilendiren işler için asla öfkelenmezdi. Fakat hakka tecâvüz söz konusu olduğunda hakkı sahibine iâde etmedikçe ve haksızı gereğince cezalandırmadıkça öfkesi dinmezdi. Kendisine ait bir şey için asla kızmaz ve intikam almazdı. Bir şeye işaret ettiğinde parmağıyla değil; bütün eliyle işaret eder, bir şeye hayret ettiğinde elini ters çevirirdi. Konuşurken ellerini birleştirir ve sağ elinin ayasını sol elinin baş parmağının iç tarafına vururdu. Öfkelendiğinde hemen vazgeçer ve bunun için büyük gayret sarf ederdi. Sevindiği zaman gözlerini yumardı. En
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fazla güldüğünde tebessüm eder, gülümsediğinde de dişleri dolu taneleri gibi gözükürdü. Kahkaha ile gülmezdi...”
Rasûl-i Ekrem, ilk İlâhî vahye mazhar olduğunda sevgili eşi Hz. Hatice, onu şu şekilde teselli etmişti: “Cenâb-ı Hak, hiçbir vakit seni mahcup etmeyecektir. Çünkü sen yakınlık bağlarına saygı gösteriyor, borçluların borcunu veriyor, fakirlere yardım ediyorsun. Misafirlerini ağırlıyor, doğruları destekliyor, yükünü taşıyamayanlara yardımcı oluyorsun.”
Yine Hz. Âişe annemiz de Rasûl-i Ekrem hakkında şu sözleri söylüyordu: “Hz. Peygamber hiç kimseyi azarlamazdı. Kendisine fenalık edenlere fenalıkla mukabele etmezdi. Kendisine yapılan kötülüklere göz yumar, fâillerini bağışlardı. Bir şey hakkında iki şıktan birini tercih durumunda kaldığında günah olmamak kaydıyla kolay olanını seçerdi. Şahsına yapılan bir kötülüğün intikamını almaz, ancak bir kimse İlâhî emirlere isyan ettiğinde onu hak ettiği cezaya çarptırırdı. Rasûl-i Ekrem, hiçbir müslümanı ismiyle lânetlememiş; hiçbir kadın, köle, câriye, hizmetçi veya hayvanı dövmemiş ve hiçbir kimsenin meşrû ricâsını reddetmemiştir. Evine her girdiğinde tebessüm eder, arkadaşları arasında oturduğu zaman kesinlikle ayağını uzatmaz; sözlerini dinleyenler ezberleyecek kadar ağır ağır söylerdi.”
Hz. Hüseyin, babasından kendisine dedesini anlatmasını istediğinde Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem’i şöyle anlatmıştı: “Rasûlullah, söz ve davranışlarında hep mûtedil olmuş, hiçbir zaman haddi aşmamış, çirkin bir söz söylememiş, çirkin bir davranışta bulunmamıştır. Bunun için özel bir gayret de sarf etmemiştir. Çarşı ve pazarlarda çok dolaşmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabele etmezdi. Affeder ve bağışlardı. Allah yolunda cihad müstesnâ, hiçbir şeye eliyle vurmamıştır. Hiçbir hizmetçisini ve hanımını dövmemiştir. Kendi şahsına yapılan zulümlerden intikam aldığını hiç görmedim. Allah’ın haramları çiğnendiğinde ise şiddetle öfkelenirdi. İki şeyden birini tercih etmede muhayyer bırakıldığında kolay olanı tercih ederlerdi. Evine girdiğinde herkes gibi elbisesini temizler, koyununu sağar ve kendi hizmetini kendisi görürdü.”
“Lüzumsuz yere konuşmazdı. Müslümanları birbirine ısındıracak ve birbirlerinden nefret ettirmeyecek şekilde konuşurdu. Her kabilenin güzel hasletli insanlarına ikramda bulunur ve onları kavmine başkan tâyin ederdi. Halkı hatalı işler ve sözlerden sakındırır, kendisi de sakınırdı. Güzel yüzünü ve güzel ahlâkını kimseden esirgemezdi. Ashâbını daima arar, halka olup biten hâdiseleri sorardı. İyiliği över ve pekiştirir, ona güç katardı. Kötülüğü zemmeder ve onu zayıf düşürürdü. Her işinde îtidal üzereydi, ihtilâfsızdı. Müslümanların gaflete düşmesinden korkar, onları ikaz etmeyi ihmal etmezdi. Her halinde ibâdet ve iyiliğe hazırdı. Hakkın sınırını aşmadığı gibi, hakkı yerine getirmekten de geri kalmazdı. O’na yakın olanlar halkın en hayırlılarıydı. O’nun yanında arkadaşlarının en üstünü nasihati en yaygın ve kuşatıcı olanıydı. Mertebesi en yüksek olanlar da insanların durumunu düzeltmek için canıyla, malıyla çalışan; iyilik ve yardımı en güzel olanlardı.”
“Hz. Peygamber kalkarken de otururken de hep Allah’ı zikirle meşgul olurdu. Bir cemaatin yanına geldiğinde üst başa geçmez, hemen meclisin sonuna otururdu. Ashâbına da bunu emrederdi. Kendisiyle beraber oturan herkese değer verirdi. Orada bulunanların her biri kendisini en itibarlı kişi zannederdi.
AHLÂK
- 193 -
Kendisiyle oturan ya da bir ihtiyacı için yanına gelen kimseye dönüp gidinceye kadar sabrederdi. Biri bir istekte bulunursa onu hemen yerine getirir; imkânı olmadığında tatlı dille bunu anlatırdı. Gönlü ve hoşgörüsü bütün insanlığı kuşatacak kadar genişti. Onlara şefkatli ve merhametli bir baba olmuştu. Hak konusunda herkes O’nun katında eşitti.
Rasûlullah’ın meclisi bir ilim, hayâ, sabır ve emanet meclisiydi. Orada yüksek sesle konuşulmaz, hiç kimse ayıplanmaz ve kimsenin ayıp ve kusuru dışarı vurulup yayılmazdı. O meclisteki herkes eşitti. Tek üstünlük ölçüsü takvâ idi. Büyüklere herkes saygı gösterir; küçüklere şefkat ve merhametle muâmele ederdi. Fakir ve muhtaç olanları, herkes kendisine tercih eder, garipleri koruyup gözetirdi.” “Rasûlullah daima güler yüzlü, yumuşak huylu, şefkat ve merhameti bol bir insandı. Sert ve kaba sözlü değildi. Orada burada dolaşıp durmaz, kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Cimri bir insan değildi. Hoşuna gitmeyen şeyleri görmezlikten gelirdi. Hiç kimsenin ümidini kırmaz, hoşlanmadığı bir söz ya da davranışı sükûtla karşılardı.
Kendi hesabına şu üç şeyden sakınırdı: 1- İnsanlarla münâkaşa ve mücâdele etmekten, 2- Boş sözlerden, 3- Yararsız ve boş şeylerle, kendisini ilgilendirmeyen işlerle uğraşmaktan. Başkaları hesabına da şu üç şeyden uzak dururdu: 1- İnsanları tenkit etmekten, 2- İnsanların ayıp ve kusurlarını, gizli hallerini araştırmaktan, 3- İnsanlara hakaret etmekten.
Rasûlullah konuşurken mecliste bulunanlar başlarını öne eğer, başlarına kuş konmuş gibi hareketsiz dururlardı. Hz. Peygamber sustuğunda konuşurlar, ama asla O’nun yanında tartışmazlardı. Biri konuşacak olursa, diğerleri o, sözünü bitirinceye kadar sessizce beklerlerdi. Hz. Peygamber, ilk konuşanın sözüyle son konuşanın sözünü aynı dikkatle dinler, asla bıkkınlık göstermezdi. Onların güldüklerine güler, onların hayret ettiklerine de hayret ederdi.” “Yabancıların konuşma ve sorularındaki kabalık ve sertliğe ashâbı da kendisi gibi davransın düşüncesiyle sabrederdi. “Bir ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi aradığını görürseniz onun bu ihtiyacını karşılayınız veya ona yardım ediniz” derdi. Kendini, olduğu gibi göstermeyen övgüleri kabul etmezdi. Hakkın sınırını aşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi. Hakkın sınırı aşıldığında ya müdâhale eder ya da kalkıp giderdi.” “İnsanların gönülce en cömerdi, dilce en doğrusuydu. Tabiat itibarıyla en yumuşak huylusu, soyca da en şereflisiydi. O’nu ansızın görenler heyecana kapılır, tanıma imkânına erenler ise O’nu severdi. O’ndan önce de O’ndan sonra da O’nun gibi mükemmel bir şahsiyet görmedim.”
Enes bin Mâlik de der ki: “Rasûlullah’ın elinden daha yumuşak bir dibace veya ipekli kumaşa dokunmadım. O’nun kokusundan daha güzel bir koku koklamadım.”
Rasûl-i Ekrem’in ahlâkını birazcık olsun öğrenebilmek adına tarihî tecrübe ve tanıklıklar içerisindeki bu küçük seyrimizin sonunda diyebiliriz ki, söz biter, kalem kırılır, kulaklardan kalplere sadece Yüce Allah’ın “Şânım hakkı için, size kendi içinizden bir Rasûl geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır geliyor; üzerinize hırs ile titriyor; mü’minlere de pek raûf (çok şefkatli), pek rahîm (merhametlidir)”810 âyetinin eşsiz ifadesi akar. Hamd olsun âlemlerin rabbi Allah’a! Salât u selâm da
810] 9/Tevbe, 128
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mesajlarıyla insanlara rehber, hayatlarıyla da ışık olan kutlu elçilerine. 811
Câhiliyye Ahlâkı
Tevhid kelimesindeki espri, İslâm’ın genel bakış tarzıdır. Önce reddedilmesi gereken hususların ortaya konulup belirlenmesi; zihin, kalp ve ilgili organlardan bu “bâtıl”ların uzaklaştırılması gerekir ki, sonra boşalıp temizlenen yere “hakk”a ait hususlar girsin. İslâm ahlâkının ayrıntılarına geçmeden önce de, câhiliyyenin ve özellikle günümüz modern câhiliyyesinin ahlâka bakış tarzlarını incelememiz gerekir. Anca bu şekilde İslâm ahlâkı, câhiliye ahlâkıyla karışıp bulanması, reddedilmesi gereken sentezler oluşması engellenebilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı: Kur’ân-ı Kerim’de câhiliyye kelimesi, toplam 4 yerde geçer.812 Câhiliyye kelimesinin kökü olan “c-h-l” ve türevleri ise toplam 24 yerde zikredilir.
Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak câhiliyye zannına kapılıyorlardı.”813 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu yerleştirmişlerdi...”814 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”815 Demek ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi câhilî yönetimin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
d- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!) evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...”816 İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafet/kıyafetsizliğin eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın ifâdelerinden anlaşılan odur ki; câhiliyye mensûbu câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,817 azap, mûcize istemekle Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak kurar, yalancıdır, kıskançtır.818 Şirke dâvet eder.819 Allah’a yalan isnad eder.820 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını
811] Yasin Günaydın
812] 3/Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26
813] 3/Âl-i İmrân, 154
814] 48/Fetih, 26
815] 5/Mâide, 50
816] 33/Ahzâb, 33
817] 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
818] 12/Yusuf, 89
819] 25/Furkan, 63
820] 2/Bakara, 67
AHLÂK
- 195 -
aşan olağanüstü şeyler göstermelerini talep eder.821 Allah hakkında kötü zanda bulunur.822 Kavmiyetçidir.823 Ayrıca açılıp saçılmak,824 zinâ etmek825 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün özlemi içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen insanlardır.826 Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden uzak durmanın yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,827 Allah’tan kâfirleri bağışlamasını istememeli828 ve fâsıkların getirdikleri haberleri aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar. 829
Câhiliyye kelimesi “İslâm’dan önce” diye tercüme edilemez. Çünkü o daha çok şimdiyi gösterir. Câhiliyyede teslimiyet ve tevâzuya aykırı düşen özellikler baskındır. İnsanın kendi gücüne güvenmesi, sınırsız benliği, İlâhî ölçü tanımazlığı ile kulluğa aykırı düşen her şeyi câhiliyyede vardır.830 Câhiliyye insanından kimse İslâm’daki kulluk, teslimiyet ve alçakgönüllülüğü isteyemez. O, kendi kendisinin Rabbidir.831 Tevâzu ve teslimiyet kime karşı olursa olsun, ona göre hür doğmuş Arab’ı köleleştirmekten başka bir şey değildir.832 Çağımızdaki benmerkezci ve ferdin inanç ve amellerinin sadece kendisini bağlayacağı, dolayısıyla sorgulanamayacağı anlayışı, eskinin aynen benzeridir.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyyesi de, Batı etkisindeki yaşayış ve ahlâksızlıklar ve atalar dini halinde devam eden Kur’an’a ters eski gelenekler de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
Günümüzde Câhiliyye: Câhiliyye’yi, yanlızca İslâm’dan önceki dönem diye çevirme yanlış olacaktır. O dönemin adı da ‘câhiliyye’dir. Ancak bu kavram, câhilî davranış ve inançların genel adıdır. Firavun nasıl, haddi aşan, azan, kibirlenip kendini Allah’a muhtaç görmeyen, zulmün ve tuğyanın (azıp-sapıtmanın) sembolü ise; câhiliyye de bilgisizliğin, bilgisizce hareket etmenin, yaptığı şeyin sonucunu düşünmemenin, Allah’ı ve O’nun âyetlerini anlamamanın, Allah’a isyan etmenin ne kadar kötü olduğunu idrâk edememenin sembol kavramıdır.
İnsanların hevâlarına uyduğu, nefislerinin, isteklerinin kulu oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara ibâdet edildiği, sömürü ve zulmün bulunduğu, kavmiyetçilik ve asabiyyenin (tarafgirliğin) yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda câhiliyye var demektir. Günümüzde de çeşitli yerlerde, tıpkı câhiliyye döneminde olduğu gibi Allah (c.c.) unutulmuştur. O ve O’nun hükümleri hayata ve insanların işlerine sokulmamaktadır. O’nun gönderdiği hükümlere uymayı bir tarafa
821] 6/En’âm, 35
822] 3/Âl-i İmrân, 154
823] 48/Fetih, 26
824] 33/Ahzâb, 33
825] 12/Yusuf, 33; 4/Nisâ, 17
826] 5/Mâide, 50
827] 7/A’râf, 119
828] 11/Hûd, 46
829] 49/Hucurât, 6
830] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da İnsan ve Allah, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190
831] 25/Furkan, 43
832] T. İzutsu, a.g.e., s. 191
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakalım; o hükümler, yani şeriat yanlış, eksik ve hatta çağdışı sayılmaktadır. Günümüz insanlarının çoğu, unuttukları âlemlerin Rabbi Allah’ın yerine sayısız ilâhlar ve putlar bulmuşlar ya da koymuşlardır. Tıpkı eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi sahte tanrılara ibâdet edilmektedir. Ölçüler İlâhî kaynaktan değil, hevâlardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte, sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine gereği gibi kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık en geniş şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, ribâ (fâiz) ekonominin can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek çok şey çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp satılmakta, açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir.
Kısaca, Kur’an’ın câhiliyye toplumu dediği müşrik toplumun anlayışı ve ahlâkı az bir değişiklikle günümüzde de aynen devam ediyor. Allah (c.c.), O’nun yüce hükümleri ve Âhiret hesaba pek katılmıyor. Bu durum da ‘câhiliyye’den başka bir şey değildir. 833
Câhiliyyenin Temel Özellikleri, Câhiliyye Ahlâk ve Âdetleri
Câhiliyye Arapları’nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) Putlara tapmak: Câhiliyye insanları Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: “Biz onlara ancak bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz”834 derlerdi.
2) İçki içmek: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şâirleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)’in bildirdiğine göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır.835
3) Kumar oynamak: Câhiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Câhiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şâirlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: “Ben ölürsem, sen, âciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme.”
4) Fâiz yemek: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat fâiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vâdesi bitince borçluya gelir: “Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?” derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve fâizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar’ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek “Ey iman edenler! Kat kat fâiz yemeyin.”836 buyurmuştur.
Fâizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; “Fâiz de tıpkı alış-veriş gibi” diyorlardı. Bunun üzerine inen âyette:
833] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 101
834] 39/Zümer, 3
835] Müslim, Eşribe 3
836] 3/Âl-i İmrân, 130
AHLÂK
- 197 -
“Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.”837 buyrulmuştur.
5) Zinâ etmek: Câhiliyye Araplar’ı arasında fuhuş da nâdir şeylerden değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa işaretle: “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın.”838 buyurulur.
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili câhiliyye Araplarının şu âdetlerini zikredebiliriz:
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona (kendisinden çocuğu olmadığı ve asil bir çocuğa babalık yapmak istediği için) “şu adama git ve ondan hâmile kal” derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsî münâsebette bulunurdu. Kadın hâmile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu dâvete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: “Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım” içlerinden birine işaret ederek “çocuğun babası sensin” derdi. O da bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. 839
6) Kadına hakkını vermemek: Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, âdetâ bir eşya gibi telâkkî edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen âyette: “Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir.”840 buyurulmuştur. 841
7) Bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmak: Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. “Onlar: ‘Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur’ dediler.” 842
8) Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek: Câhiliyye Arapları’nın kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telâkkî ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin
837] 2/Bakara, 275
838] 24/Nûr, 33
839] Buhârî, Nikâh 36
840] 4/Nisâ, 19
841] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/440
842] 6/En’âm, 139
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyetlerde buna işaret edilir:
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlât müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” 843
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman...” 844
“Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.” 845
9) Ekin ve hayvanlarından putlarına pay ayırmak: Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor, bir kısmını Allah’ın böyle emrettiğini sanarak Allah’a veriyor ve bir kısmını da Allah’a eş koştukları putlarına bırakıyorlardı. Onlar bu bâtıl inanç ve âdetlerinde biraz daha ileri giderek Allah’ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. “Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O’na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: ‘Bu Allah’ındır, şu da ortak koştuklarımızındır’ dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!”846 Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah’ın adının anılmasına engel oluyorlardı. 847
“Onlara: Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?”848 İslâm, topluma hâkim olunca bütün bu câhilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır. 849
Bütün bunlara baktığımızda, câhiliyye’nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Câhiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre câhiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; câhilî sistemler ve hükümlerdir.
Câhiliyye; insanın insan irâdesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah’a ibâdetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsânelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, câhiliyyenin bir görüntüsüdür. Kısaca câhiliyye, Allah’ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah’ın hükmünden başka hükme rızâ gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. 850
843] 43/Zuhruf, 17
844] 81/Tekvîr, 8-9
845] 6/En’âm, 137
846] 6/En’âm, 136
847] 6/En’âm, 138
848] 5/Mâide, 104
849] 5/Mâide, 103
850] Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
AHLÂK
- 199 -
Câhiliyye erkekleri için en büyük zevk içki içmekti. Onlar için şarap tâlihin üstün hediyesiydi. Sürekli içerlerdi. İstedikleri şarabı içmekle hem övünür, hem de gurur duyarlardı. Şaraba büyük paralar harcanırdı.851 Abid’in şiirlerinden birisi o dönem ile birlikte âdeta modern câhiliyyeyi tasvir etmektedir: “Ayıkken yıllanmış güzel kokulu şarabın fiyatını yükseltiriz. Ve zevkini aldığımız zaman, hesabını tutmayız heder olan servetin.” 852
Misâfirperverlik, hürriyet sevgisi, cesâret, mertlik vasıflarına önem veren câhiliyye insanı, bir taraftan misâfirine her türlü ikrâmı yaparken, diğer taraftan yolcuyu çevirip soyuyordu. Tam bir muammâ içinde olan câhiliyyenin sosyal yapısı, özde kavmiyetçi idi. Kan yoluyla yakınlık bağı üzerinde binâ edilmiş olan ve bir kişinin haklı ya da haksız olsun kavimdaşlarından yana olmasını zorunlu kılan o yıkıcı haysiyet duygusu, kişinin kendi kavmine olan sevgisi, başkalarına dil uzatması, câhiliyyenin kişisel değerleri ölçmekte kullandıkları nihâî kriterlerdi. Putperestlik devrinde, kavmiyetçiliği aşan bir “iyi” ölçüsü hiç yok gibi gözükmektedir.853 Bu sapkın anlayışın modern temsilciliğine örnek olarak Almanya’da Hitler’i, İtalya’da Mussolini’yi, Arap ülkelerinde de Baas rejimlerini gösterebiliriz. Câhiliyyenin bu yanı, Türkiye’de “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” ifâdelerinde somutlaşmaktadır. Türk’ün Türkten başka dostunun olmadığı, Arap Müslümanların Türkleri her zaman arkadan vurdukları türünden anlayışlar kadim câhiliyyenin bölgedeki bu topraklardaki yansımasıdır. Bunun en uç ifâdesi de “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter” ifadesidir.
Kâbe’de 360 kadar put vardı. Her kabilenin kendine has bir putu vardı. Bundan başka her evde bir put bulunur, âile fertleri buna ibâdet ederdi. Putperestlik câhiliyye Arabının ikinci tabiatı olmuştu ve günlük hayatın her konumunda nüfûzunu icrâ etmekteydi. Câhiliyye Arap inancının esası hastaya şifâ, çocuk edinme, kıtlık, vebâ gibi belâları kaldırma işini başka ilâhlara devrederek, dünyanın idâresini onlara taksim etmekten ibâretti. Cenâb-ı Hakk’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat dilemekle elde edilebileceğine inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunlar adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir kısmını bunlara tahsis ederlerdi. Günümüzde benzer şekilde kabirlere gidilip kabir ehline duâ ederek onların tasarrufuyla çocuk sahibi olmak istenmektedir. Ayrıca bazı şeyhlerin nefeslerinden şifâ umulmakta, diri veya ölü olsun şefaatlerine sığınılmaktadır. Kur’an’da Yüce Rabbimiz şefaati ancak izin verilenlerin yapabileceğini ve yetkiyi sadece kendine has kıldığını belirtirken, günümüz câhiliyyesinde dünyada iken bazı efendi veya şeyhlere bu makam verilmiştir. Bu yanlış anlayış, İslâmî kesime hitap eden kitap, dergi, radyo ve televizyonların büyük bir kısmınca sürdürülmekte ve yaygınlaştırılmaktadır.
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz câhillik etmekte olan bir kavimsiniz.”854 Günümüz modern câhiliyyesinde de açıkça gördüğümüz ahlâkî değerlerin gittikçe ivme kazanan ifsâdı, câhiliyyenin belirgin özelliklerindendir. Tapınma duygularını
851] T. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y. s. 79
852] T. İzutsu, a.g.e., s. 79-80
853] A.g.e., s. 88
854] 27/Neml, 55
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendilerine sunulan ve kendileri gibi âciz varlıklarla tatmin eden zavallı insanlar onların getirdikleri ahlâksız tutumları bir ibâdet coşkusu içerisinde îfâ etmektedirler.
Defalarca tebliğ edildiği halde, artık yola gelmeyen bilinçli olarak tercihini kullanmış olan câhilî bir topluluğa nasıl tavır alınacağı konusunda Allah, Rasûle ve dolayısıyla bize şunu emretmektedir: “Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden yüzçevir.”855 Câhillerden yüzçevirmek, onlardan, öncelikle zihinsel olarak kopuşu gerektirmektedir ki, onların diniyle Müslümanların dini arasında hiçbir alâka kalmasın.
Buraya kadar bahsettiğimiz câhiliyye; İslâmî düşünüş, davranış ve ahlâkına aykırı tüm değer yargılarına sahip, vahye karşı alınmış bilinçli bir tavrın adıdır. Bu tavırda vahiyle bir çatışmaya girilmiştir. Bu câhilî yaşayış biçimi bir çağda olup geçen ve bir daha tekerrür etmeyen tarihî bir olay değil; bir sistemdir, bir inançtır ve her zaman da aynı organik yapıya ve güçlere sahiptir. 856
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
Câhiliyye dönemi Arap toplumunda Kadın; genellikle bütün tarihçilerin kabul ettiği üzere kadının hiçbir değeri yoktu. Öyle ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca kadın, erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.
Kur’an’dan anladığımıza göre, müşrik Araplar kendi zihinlerinde düşük ve değersiz saydıkları kızları Allah’a lâyık görüyorlar, beğenip hoşlandıkları erkekleri ise kendilerine izâfe ediyorlardı.857 Meleklerin de Allah’ın kızları olduğunu iddiâ ediyorlardı.858 Allah Teâlâ ise Arapların kendilerince değersiz bulduklarını Allah’a, değerli saydıklarını kendilerine ayırmalarını “çarpık bir paylaşma” olarak niteliyor.859 Ve kızları diri diri toprağa gömecek kadar aşağılamaları hakkında “bak ne kötü hüküm veriyorlar!”860 buyuruyor.
Yine Kur’an, çeşitli konuları işlerken, kadının toplumsal, hukukî uygulamalarda uğradığı zulümlere işaret ediyor. Meselâ: “Kadına zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.”861 mealindeki âyetten, kadının mal gibi miras kalması ve kadına zorla mirasçı olunması şeklindeki zulmün câhiliyye döneminde yürürlükte olduğunu anlıyoruz. Zıhar’ı yasaklayan âyetler de Kur’an’ın tâbiriyle “çirkin” bir geleneğin varlığına işaret ediyor. Boşanma ile ilgili âyetlerde, kadınların haklarını koruma noktasında mü’minlere Allah’tan korkmalarını emrediyor. Bu ve bunun gibi birçok âyetlerle, kadının câhiliyye dönemindeki, hukukî uygulamalarda zulme mâruz kaldığını, yaratılış itibarıyla da hor ve hakir görüldüğünü anlıyoruz.
855] 7/A’râf, 198-199
856] S. Kutub, a.g.e., s. 315
857] 16/Nahl, 57
858] 43/Zuhruf, 19
859] 53/Necm, 21-22
860] 16/Nahl, 59
861] 4/Nisâ, 9
AHLÂK
- 201 -
Batıda ve Batılılaşmış Toplumlarda Kadın: Eski câhilî düşünceler, modern dünyanın “izm”lerinde de farklı biçimlerde bütün çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi Rönesansla başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimiyle günümüze kadar devam eden, akılcı ve pozitivist temele oturan modernizm; Batının geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucudur. Modernizm hayatı sekülerleştirip, her türlü dogmaya karşı olduğunu söylerken sahih-muharref ayrımı yapmamış, tahrif edilmiş dinî düşüncelerden topladığı verileri, sahih din için de genelleştirmiştir. Artık modernizm, sadece Ortaçağ kiliselerinin ruhban sınıflarını değil; tarihte oluşmuş tüm geleneksel değerler yanında sahih din değerlerini de karşısına almaktadır. Modern insanın kadına bakış açısında hiçbir zaman sahih-muharref ayrımı yapılmadığı görülmektedir.
Batı mâcerasında kadın konusundaki yaklaşımlara bir göz atacak olursak, Hıristiyanlığın, Yunan ve Eski Roma kültüründeki “kadının ikinci sınıf bir varlık” olduğu anlayışını düzeltmemiş olduğunu hatta kadının aşağılanmasının Hıristiyanlıkta daha da güçlendiğini görürüz. Kadın öylesine kötülenmiştir ki 6. yüzyılda Mason meclisinde kadının ruhu var mı, yok mu diye ciddî bir şekilde tartışılmıştır. Batı tarihinde kadına yapılan zulümler önemli bir yer tutar. Acaba bu zulümler, tarih sayfaları arasında mı kalmıştır, yoksa kılık değiştirerek başka şekillerde mi devam etmektedir? Eşitlik, özgürlük, bağımsızlık söylemlerinin bayraklaştırıldığı günümüzde kadının aşağılanması ve sömürülmesi bitmiş midir?
Modernizm bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de insanın varoluş nedenini çarpıtarak “insan”ı sömürmektedir. Ve modern düşünce, insanın tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim alışkanlığını “moda” adı altında sunmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında “çağdaş kadın” aldatmacası içerisinde kadının sömürülmesi ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimi ile ucuz iş gücüne duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün de bir reklam aracı olarak kullanıldığı herkes için âşikârdır. Kadın fizikî güzelliğini sağlamak için kendisine sunulan kozmetikleri tüketirken, başkalarının da tüketmesi için hazırlanan her türlü reklamda bir nesne olarak cinsel kimliği ile kullanılır. Kapitalizmin hayatiyeti için gerekli olan sınırsız tüketim “reklam” ile sağlandığına göre kadın, reklamcıların dolayısıyla kapitalizmin kullandığı vazgeçilmez bir sömürü unsurudur.
Modern düşüncede genellikle kadın, bilgisi, görgüsü ve ahlâkıyla değil; kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer kazanır. Öyle ki günümüzde haremin değil; harem duvarlarının kaldırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Modernizmin evleri, işyerlerini ve sokakları kaplayan hareminde sadece genç, güzel ve bu özelliklerini bir şekilde pazarlamaktan kaçınmayan kadınlara yer vardır.”
Modernizmde hayat bulan feminist hareketler kadın-erkek arasındaki uyum yerine, haksız bir rekabet ortamı oluşturarak iki cinsi birbirine düşman hale getirip fıtratı bozmaktan başka bir fonksiyon görmemektedirler. Dünyada ve yaşadığımız toplumdaki kadının problemlerini bu şekilde ortaya koymak ise tam bir çözümsüzlüktür. Feminizm, ahlâkî kuralları kadının özgürlüğünü sınırladığı gerekçesiyle protesto etmektedir. Kadın özgürlüğünden anlaşılan ise onun eğitim, sosyal ve siyasî hayata katılımı değil; âile, eş ve çocuğun sınırlayıcılığının(!) keşfedilerek câzibesini kullanma yolunda serbestliğidir.
Türkiye’de kadın özgürlüğü ve bağımsızlığından dem vuran dergilerdeki
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ağırlıklı konular kadınların gerçek problemleri değil; cinsellik, moda gibi konular olmakta, siyaset ile ilgili verilen haberler ise ancak dedikodu düzeyinde sunulmaktadır. Dergilerin genelinde oluşturulmaya çalışılan kadın tipi ise “akleden, sorgulayan, bilgili” tanımlamalarının çok ötesinde “çağdaş, câzibeli, tehlikeli ve yasak ilişkiler deneyebilen, sıradışı” kadın tiplemesidir. Bu da kadının özgürleştirileceği yerde, kelimenin tam anlamıyla “kullanıldığı”nın göstergesi değil midir?
Kısacası, çağımız câhiliyyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip câhilî oyunların kurbanı olmuştur. Arap toplumunda diri diri toprağa gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiâsıyla tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir. Ancak bir farkla; bu defa kadın gerçekten diri diri bir batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu farketmesi mümkün olmayacaktır.
Modern dünyanın, geleneği sorgulayıp reddetmesiyle, kadının İslâm’daki konumu gündeme gelmiş ve temel amacı İslâm’a saldırı olan bu zihniyet, kadın konusunda kültürel İslâm’da kullanılmaya elverişli noktalar yakalayabilmiştir. Müslümanlar yapılan saldırılara cevap verme çabasıyla çeşitli kaynaklara başvurmuşlar, ancak çoğunlukla gerçek İslâm’ın kadına biçtiği konumu yansıtır mâhiyette güncelliği olan veriler ortaya koyamamışlardır. Çünkü pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kalkış noktaları, tarih içinde şekillenen yorumlar olmuş ve bu yorumlar Kur’ânî çerçeveyi ortaya koymada yardımcı olacağı yerde engelleyici bir etki oluşturmuştur. Bu etkinin oluşması, gerek insanların bu yorumları ele alış tarzından, gerekse yorumların bizzat içeriklerinden kaynaklanmıştır. 862
Câhiliyye Döneminde Fuhuş: Câhiliyye döneminde erkekler çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim bu husus İmru’ulkays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir. Câhiliyye devrinde fâhişelik yapan câriyeler öksürerek ilişki teklifinde bulundukları için kendilerine “kahbe” de denirdi. Aralarında sahipleri tarafından para kazanmak amacıyla zorla bu işe itilenler de vardı. Kur’an’da; “...Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın”863 meâlindeki âyet bunlarla ilgilidir.
Câhiliyye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek, kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür kadınlara “zevâtu’l-ahdân” veya “muttehızâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla câriyelerle evlenmeye izin veren,864 açık ve gizli kötülükleri (fevâhiş) yasaklayan865 âyetlerinde dolaylı olarak bunlardan söz edilir. Bu dönemde metres hayatı yaşayan evli kadınlar da vardı. “Dımd” denilen bu kadınlar kocalarından başka bir veya birkaç erkekle beraber olurlar, özellikle kıtlık zamanlarında karınlarını doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.
İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hayvanlarla ilişki şeklindeki cinsî sapıklıklara
862] H. Koç, F. Candan, Kur’an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s. 25-27
863] 24/Nûr, 33
864] 4/Nisâ, 25
865] 6/En’âm, 151; 7/A’râf, 33
AHLÂK
- 203 -
da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim bunlardan özellikle livâta üzerinde durmakta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa başlatan Lût kavminin866 bu yüzden helâk olduğunu anlatarak bundan ibret alınmasını istemektedir.867 Câhiliyye devrinde birçok yerleşim merkezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde “mâhûr” (muhtemelen Farsça “mey-hor”dan -içki içen-) denilen işret ve zinâ âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Buralarda câriyeler içki sunar, rakseder ve gayrı meşrû ilişkide bulunurlardı. Bu tür ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kimseler de vardı. Bunlara “kavvâd” (Türk argosunda “kavat”) veya “kavvâde”; âilesini kıskanmayan ve fuhşa itenlere de “deyyûs” denirdi.
Bazı fâhişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların kapılarına bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri dâvet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliyye dönemindeki nikâh türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir.868 Aynı rivâyette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden çocuk sahibi olmak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden hâmile kalıncaya kadar bunu sürdüren erkeklerle (buna nikâhu’l-istibdâ’ denirdi), on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu çocuğun nesebinin nasıl tâyin edildiği hakkında da bilgi vardır. Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız çocuğu olması durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi âdeti de toplumda fuhşun yaygın olması, kız çocuklarının ileride fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bulunması ile açıklanabilir. 869
Eski Türklerde durum:
Eski Türklerde kadın yerli ve yabancı erkeklerden kaçmaz, onlarla gâyet serbest görüşebilirdi. Örtünmeye dâir hiçbir kayıtları yoktu, İbn Fazlan’ın Seyahatnâmesi’nde anlattığına göre Bulgar Türkleri, kadın-erkek hep beraber nehre inip çırılçıplak yıkanırlardı. Bununla beraber herhangi bir şekilde zina etmezlerdi. Zina onlara göre en büyük suçtu. Zina eden şahıs kim olursa olsun, yere çakılan dört kazığa el ve ayaklarını bağlayıp sonra da. onu boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak iki parçaya ayırırlardı. Kadına da aynı cezayı tatbik ederlerdi. Kadın ve erkeği ikiye ayırdıktan sonra vücutlarının her parçasını bir ağaca asarlardı.
Oğuz Türklerinde de durum aynıydı. Kadın erkeklerden kaçmaz ve vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemezdi. İbn Fazlan bunu şöyle bir misâlle anlatır: “Bir gün bir adamın evine misafir olduk. Adam ve karısıyla beraber oturuyorduk. Kadın bizimle görüşürken bir aralık gözümüzün önünde avret yerini açıp kaşımağa başladı. Biz utancımızdan yüzlerimizi kapayıp “Estağfirullah!” dedik. Kocası güldü. Tercümana: Onlara söyle: Bu kadın onu sizin huzurunuzda açıyor. Siz onu görüyor ve koruyorsunuz. Sizden ona hiçbir zarar gelmiyor. Bu hareket, kadının onu örtüp de başkalarına müsaade etmesinden daha iyidir” dedi, İbn Fazlan sözlerini şöyle bağlıyor: “Zina diye bir şey bilmezler. Böyle bir suç işleyen
866] 27/Neml, 54; 7/A’râf, 80-84
867] 29/Ankebût, 28-35
868] Buhârî, Nikâh 36
869] Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 210
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birini ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler. Şöyle ki: Bu kimseyi, iki ağacın dallarını bir yere yaklaştırarak bağlarlar. Sonra da bu dalları bırakırlar. Dalların eski durumuna gelmesi neticesi, o kimse iki parçaya bölünür.”
Kutluklarda da zina eden kadın ve erkeği yakarlardı.870 Göktürklerde sağlam bir aile hayatı vardı. “Fuhuş nedir bilmezlerdi. Evli bir kadına tecavüzün cezası idamdı. Bir genç kıza tecavüz ise, genç kız evlenmeyi kabul etmezse aynı ceza ile karşılık görürdü. Hırsızlık yapan, çaldığının on mislini öder ve cemiyetteki yerini kaybederdi. On mislini ödeyecek serveti yoksa hürriyetini kaybeder, esir olarak satılırdı.” 871
Fuhşun yasak olduğu, zina edenlerin en ağır şekilde cezalandırıldığı bir yerde muhakkak ki iffetin derin bir mânâsı vardır. Nitekim eski bir inanışa göre kadınlar doğum yapacağı zaman imdatlarına koşan Ayzıt adında bir doğum tanrıçası olduğu kabul edilirdi. Ayzıt’ın hiç müsamaha kabul etmeyen bir şartı vardı: İsmetini muhafaza etmemiş olan kadınların yardımına, ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne kadar kıymetli kurbanlar ve hediyeler takdim ederlerse etsinler, bir türlü gelmezdi. 872
Bu misâller bize gösteriyor ki, müslüman olmadan önce bile Türklerde, câhiliyet Arapları ve hristiyanlık sonrası Avrupa milletleri ile mukayese edilemeyecek şekilde sağlam bir iffet ve namus anlayışı vardı. Bu anlayışın onların sadece örf ve âdetlerinden doğan sosyal bir ahlâk olduğu söylenemez; zira Ayzıt’ın iffetsizliğe müsaade etmemesi, kadını iffetli olmaya iten tamamen dini bir motiftir. Onların diğer milletlerden tamamen farklı olarak fuhuş bataklığına düşmelerine mâni olan otorite, İslâmîyetten önce kabul ettikleri Budizm, Brahmanizm, Mani. ve Zerdüşt dinleri ile Şamanizm’den kalan inançların oluşturduğu bir milli ahlâktır. Daha sonra İslâmîyet Türk kadınının şahsiyetine yakışmayan mezkûr pürüzleri törpüleyecek, onu gerçek iffet anlayışına sahip kılarak lâyık olduğu üstün değere kavuşturacaktır. 873
Modern çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü, ahlâk(sızlığ)ı, dünya görüşü ve değer yargıları, her çeşit müşriğin çok ilkel olduğunu, on dört asır öncesinin câhiliyye hayatına dönmek isteyen gericilik olduğunu göstermektedir. Müslümanlara gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi hortlatmak isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı değer yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır. Câhiliyyenin itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında câhiliyye zannı ve inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır.874 Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan, hevâya dayanan ahlâk anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu ifsad edecek şekilde açılıp saçılması şeklinde kendini gösteren, kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren, kadınları hor gördükleri için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri gömmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler. 875
870] Geniş bilgi için Bk. İbn-i Fazlan Seyahatnamesi, s. 31, 57, 91
871] Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s. 286-297
872] Türkçülüğün Esasları, s. 167; Mustafa Rahmi Balaban, Tarih Boyunca Ahlâk, s. 97
873] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Y., 5. Bsk, s. 73-75
874] Bk. 3/Âl-i İmrân, 154
875] Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl, 58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14
AHLÂK
- 205 -
Eski Arap Câhiliyyesinde Ahlâkî Durum:
İnsan kanı değersiz kabul edilmektedir. Kabilecilik, baskınlar, düşmanlık ve zulüm her tarafı kuşatıyor, özellikle müstaz’af dediğimiz güçsüz halk yığınları bu zorbalık ve yanlışlıklardan çok etkileniyor. Kız-erkek ayrımı sözkonusudur ve kız çocuklarının doğumuna ana-babalar çok üzülürler.876 Kız çocuklarını fakirlikten ve namus anlayışından dolayı diri diri toprağa gömenler vardır.877 Toplumun sınıflara ayrılması, kölelere eziyet, câriyeleri fuhşa zorlama ve köle ticareti gibi insan onuruna ters ahlâkî problemler mevcuttur. Fuhuş, zina gibi ahlâksızlıklar yaygındır, kız çocuklarının geleceği tehlikededir. Bütün bunların temel sebebi ve önemli problem olarak putlara tapma, şirk, içki, kumar, fal, medyumluk, sömürü, egemen güçlerin tahakkümü câhiliyyenin temel görüntüsüdür.
Asr-ı Saâdette İslâm’ın mücâdele ettiği ve sonunda tarihin çöplüğüne attığı bu ahlâkî problemlerin, günümüz câhiliyyesinde ne oranda mevcut olduğunu değerlendirmemiz zor olmasa gerektir.
Günümüz câhiliyyesinin en belirgin temsilcisi olan Batı kültür ve uygarlığınının temel dayanaklarını, ahlâkla ilişkisi bakımından kısa da olsa tanımak gerekir. Batı tarihi, kökleri itibarıyla Roma, Yunan uygarlıklarının ve Hıristiyanlığın mirası üzerine bina edilmiştir. Sanayi devriminden sonra kapitalizm, aşırı özgürlükçülük, ateizm, hümanizm, pragmatizm ve sömürü ahlâk ve din halini almıştır.
Batı Câhiliyyesine Göre Ahlâk Anlayışı
Hayatın tümü bu iki durumun dışına asla taşmaz; ya hidâyet veya sapıklık. “Ya İslâm veya câhiliyye.”
Bugünkü çağdaş Avrupa medeniyetinin(!) temellerini Yunan ve Roma câhiliyyeleri teşkil eder. Bu gerçeği, her ne kadar “câhiliyye” olarak değil de “medeniyet”(!) diye adlandırıyorlarsa da durum değişmez. 878
Gerçekten uluslararası siyonizm, Darwin ve tekâmül nazariyesini ve Avrupa câhiliyyetinden arta kalan bütün erdemlilikleri üç büyük bilim adamı(!) olan, Marx, Durkheim ve Freud vasıtasıyla tamamen yok etmek için en korkunç bir şekilde istismar etmiştir. Bunların üçü de dinle alay etmek, onu hafife almak ve onu aşağılamak sûretiyle kitlelerin gözünde en kötü bir şey haline getirmişlerdi.
Durkheim: “Din, fıtrî değildir.”
Marx: “Din halkın afyonudur.”
Freud: “Ahlâkın normal hallerinde bile bir katılık vardır. O, bizzat insan varlığı için zararlı bir baskıdır” der.
Kadının evinden sokağa dökülmesine yol açtılar.
Marx: “Kadın, mutlaka çalışmalıdır.”
Durkheim: “Kadın için evlenmek fıtrî bir şey değildir.”
Freud: “İnsan, mutlaka kendi cinsel varlığını gerçekleştirip her türlü (dinî ve
876] Bk. 16/Nahl, 58, 59
877] Bk. 5/Mâide, 32
878] Muhammed Kutup, Yirminci Asrın Câhiliyyeti, s. 30-31
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâkî) baskı ve prangalardan kurtulması gerekir.” 879
Freud: “Cinsiyet her şeydir. Her şey de cinsiyetten fışkırmaktadır.”
“Çocuk, annesinin memesini seksüel (cinsî) lezzetle emiyor. Cinsel şuurla annesine (tabii olarak kız çocuk da babasına) yapışıyor” demektedir. 880
Freud’un bu görüşlerinin, ahlâkın bozulmasında katkıları vardır. Günümüzde hâlâ Freud’un bu görüşlerini savunanlar da vardır. Meselâ, Aile Mutluluğu ve Cinsel Eğitim adlı kitaptan bir örnek verelim: Freud “Çocuğun anne karnında duruş biçimini bile cinsel tatmin amacına yönelik bir pozisyon şeklindedir, çocuk anne karnında bu şekilde durmak sûretiyle bir cinsel haz arayışı içindedir, çocuğun anne karnında duruş şekli bunun bir tecellisidir” anlamında olayı açıklamaktadır. (Yazar bu görüşün üzerine şunları ilâve etmektedir:)
Çocuk yaşantının ilk yıllarında cinsel yaşamın oral dönemindedir. Oral, ağız demektir, yani ağız yoluyla, emmek yoluyla bir nevî haz duyar, cinsel hazzını bir şey emmekle karşılar, annesini emer, emzik emer, gerekirse parmağını emer vs. bu, onun için bir cinsel gelişim evresidir.
Çocuk annesini emerken sadece bedensel olarak süt içtiği için beslenmekle kalmaz. Bu, görüldüğü gibi çocuğun gelişmesinde oral safha olarak bilinen bir aşamada önemli katkılar sağlamaktadır. Çocuk, annesinin memesini bazen acıtarak emer veya ısırır, bunların yorumları vardır. Çocuk bunları zannedildiğinin aksine bilinçsiz olarak değil, belli bazı gereksinimlerini karşılamak için, örneğin cinsel tatmin sağlamak ihtiyacıyla böyle davranmış olabilmektedir. 881
Görüldüğü gibi çocuğun masum davranışlarının ve annesinin memesini beslenmek için emmesinin dahi “cinsel tatmin sağlamak” için olduğunu söylemektedirler. Böylece çok yanlış anlamalara sebep olmaktadırlar.
Hakka karşı olan, haksızlığı, ahlâksızlığı, zulmü esas alan Batı emperyalizmi, İslâm topraklarını işgal ederek, insanların İslâm’dan uzaklaşmasına, bâtıl yolu takip etmelerine sebep olmuşlardır.
İslâm’ı reddeden, ona karşı çıkan Batılılar her yönüyle İslâm’a aykırı yaşam sürmektedirler. Bu şekilde devam ederek kötülük, yanlışlık, haksızlık, hırsızlık, zulüm, içki, kumar, zinâ, homoseksüellik ve her türlü ahlâksızlık dünyaya yayılmıştır ve bunları da normal karşılamaktadırlar. Bunların bu sorumsuzca, gayr-i İslâmî yaşantıları câhiliyye yaşantısıdır.
İslâm dini câhiliyye yaşantısını ortadan kaldırmak için gelmiştir ve kaldırmıştır. Rasûlullah (s.a.s.): “Câhiliyye (yaşantısının) her bir nevi ayağımın altındadır, kaldırılmıştır.”882 buyurarak câhiliyye hayatına son vermiştir. İslâm’a karşı olan Batılı güçler, canları istediği gibi zevklerine, keyiflerine göre yaşamak istedikleri için ne gerekiyorsa yapmışlardır. Yaşam içerisinde her şeyi kolaylaştırmak, zevkli ve keyifli yaşamak adına her türlü teknolojik icatlar yaparak bu kolaylığı sağlamışlardır. Bu imkânları, kolaylıkları nasip eden Allah’a şükredeceklerine, son din olan İslâm’a bağlanarak hak yoldan gideceklerine aksine bu Batılılar, bâtıl yolu
879] M. Kutup, a.g.e., s. 30-31
880] Muhammed Kutup, Taklitlerin Çarpışması, s. 23
881] Kemal Çakmaklı, Aile Mutluluğu ve Cinsel Eğitim, Seha Yay., s. 117-118
882] Müslim, Hac 147; Ebû Dâvud, Menâsık, 57, Hds no: 1905
AHLÂK
- 207 -
tercih ederek teknolojilerini bu mantıkla kullanmışlardır. Sinema, televizyon, video, internet ve basın-yayınla müstehcenliği sergilemişlerdir. Seks filmleri, pornografik ve erotik yayınlar yaparak insanların ahlâklarının bozulmasına, haktan uzaklaşmalarına çok büyük katkı sağlamışlardır. Bunları yaparken de kalkınma, çağdaşlık, modernlik, ilericilik diyerek İslâm’a aykırı tüm yaşantılarını, çağın gereği diyerek ahlâksızlıklarını iyi göstermeye çalışmışlardır ve çağdaşlaşma, ilerleme, batılılaşma budur demişlerdir. Halkı müslüman olan ülkeler de Batının teknolojisini biz de alalım, biz de bu kolaylıklardan yararlanalım diyerek, onların tüm yaşantılarını aynen almışlar ve böylece onlar da İslâmî yaşantıyı bırakarak, İslâm’a aykırı yaşantıya uymuşlardır.
Batıya Göre Ahlâk Anlayışı
A- Ahlâkın Lüzumsuzluğu ve Zararları
Bazılarına göre ahlâk, beşer tabiatıyla uyuşmamaktadır. O, insana güç ve kuvvet sahibi hâricî bir kuvvet tarafından zorla yüklenmiştir. Bunlara göre ahlâk, insanî arzuların tatmin edilmesine engel olan, insana hürriyetten faydalanma imkânı vermeyen bir baskı aracıdır. Özgürlükleri kısıtlar, insanı baskı altında tutar. Bu baskı sonucu birçok rûhî hastalıkların, asabî buhranların isâbet etmesi kaçınılmazdır. Stresler, bunalımlar… hep bu ahlâkî baskının sonucudur.
Bazıları ahlâkın geçmiş asırların bir artığı olduğu kanaatindedir. Onlara göre ahlâk, vahşi ve ilkel insanların kötü(!) duygularından kaynaklanmış, sert ve katı kayıtlardan ibarettir. Tekâmül ve medeniyet yolunda insanlık ilerleyince, ahlâkın bu kayıtları hafiflemiş, zincirleri yavaş yavaş çözülmüştür.
Neticede şunları söylemek isterler: İnsanlığın, artık ahlâkın boyunduruğundan tamamen kurtulması, bu vahşi kural ve bağlardan tamamen sıyrılması ve uygar olması icap etmektedir.
Meselâ Freud: “Ahlâk, en zayıf derecesinde bile katılığın timsalidir. Beşerin en çirkin duygularından ortaya çıkmıştır ahlâk. Beşerî duygulara güzel veya çirkin denilemez. Çünkü beşer tabiatı böyledir” der.
Bunlar, insanın şerefini, yüceliğini, kutsal değerleri ayaklar altına alır ve insanı hayvan derekesine indirmek isterler. İnsanların da aynen hayvanlar gibi hiçbir ahlâkî kurala bağlı olmadan, istedikleri gibi anırıp istedikleri yere pislemelerini, yani tümüyle özgür olmalarını istemektedirler. Bu yüzden Darwin de insanın aslının hayvan (maymun) olduğunu iddia etmiyor mu? Hayvan derekesine inen, şerefi ve ahlâkı olmayan insanları sömürmek çok kolaylaşacaktır çünkü. Zaten insanlık, onların inancına göre yahûdilerin merkebi sayılmaktadır.
Ahlâken çöken insanlık, ciddi şeyleri düşünemeyecek, bu emperyalistlere kolaylıkla yem olabilecektir. Emperyalist ve kapitalistlerin oyuncağı olacaktır. Moda, kadının pazarlanması (yan ürünleriyle birlikte fuhuş sektörü), lüks, israf, oyun, eğlence, düşüncesizce ve doymamacasına tüketim…
İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biridir ahlâk. Hâlbuki bazı hayvanların bile terbiyesi mümkün olmaktadır. İnsanın terbiyesi, elbette daha önemli ve daha mümkündür.
Freud: “İnsanın arzu ve istekleri şuur altına itilmek sûretiyle ancak ahlâk
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meydana gelebilir” diyor. İslâm toplumu için bu sözler doğru ve geçerli değildir. İnsan (müslüman), hislerini görmezlikten gelmez, onları inkâr etmez. İslâm ahlâkı duyguları sınırlandırır, kontrol altına aldırır ve onlara güzel hedef (yön, istikamet) çizer. Şehevî hislerin şuur altına alınması ile bu şekilde kontrol edilmesi arasında çok fark vardır. Şuur altına atılma şuursuz bir işlemdir. Müslüman, şuurlu/bilinçli olarak, hem kendine ve hem de başkalarına zarar vermemek için duygularına sınır ve hedef çizer.
Hayvan, arzularını zapt etmeye muktedir değildir. Dıştan bir zorlama ile ancak arzularını durdurabilir. İnsanda ise bu, Allah’ın ona ihsan ettiği bir meziyettir; duygu ve hareketlerine hükmeden “irâde”siyle kendisini durdurmayı becerir. Güçlü insan, irâdeli insandır. İnsanın yeryüzünün halifesi olarak Allah tarafından en güzel sûrette yaratılması, mükerrem olması, meleklerden bile üstün seviyeye çıkabilmesi, irâdesi ve kendini yönlendirebilmesi sâyesidindedir.
Sınırsız özgürlük, ahlâk kurallarından kurtulmak, aşırı hürriyet anlayışı, kendisine hiçbir sınır konulmamasına çalışarak insanı bir yönden ilâhlaştırmaya götürür. Diğer yönden insanı böyle sınırsız yüceltmenin sonu, insanı aslında alçaltmak, hayvandan da aşağı hale getirmek olur. İnsan, kendi hevâ ve hevesinin, nefsî duygularının ilâhlığını kabullenmiş, aşağı isteklerin kulu durumuna düşmüş olur.
İnsan, nefsinin isteklerine tâbi olduğunda, hevâsının/keyfinin, her arzusuna uyduğunda ilerleyebilmesi, terakki edebilmesi ve yüce hedeflerini gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. Çünkü beşerin gücü sınırlıdır. İnsan, bu gücü basit çıkarları ve şehevî arzuları tatmin yolunda tükettiğinde, üstün fikrî rûhî faâliyetlerde bulunabilmek, bunlara yönelebilmek için kendinde güç bulamayacaktır.
“Peki, Avrupa ve özellikle Amerika, ahlâk konusundaki bu yanlışlarına rağmen, nasıl yükselmiş ve yükseliyor?” Bu soruyu, kısaca ve maddeler halinde cevaplayalım:
1. Batının bugünkü durumu, bir yükselme midir? İnsanların rahat yaşamaları ve kolaylıkları için bazı teknik buluşlarını, yükselme ve ilerleme kabul etmek doğru mudur? Cinâyet ve intiharların, içki ve uyuştucuların, bunalım ve streslerin, sömürü ve soygunların, savaş ve saldırıların… alabildiğine arttığı huzur ve mutluluğun filmlerde bile yer alamadığı bir hayat, yükselme kabul edilebilir mi? İlerleme kabul edilen hususlar ve buluşlar, hangi yolda ve hangi yönde gerçekleşmektedir? İnsanlığın esas faydası, huzur ve mutluluğu bu şekilde gerçekleşebilir mi? Hangi çağa ve hangi hayat biçimine saâdet asrı adı verilmektedir? Bu ve bunlara benzer sorulara cevap verildikten sonra olay daha bir netlik kazanacaktır.
Elbette, bazı ilerlemeler de var: Bu da, ahlâksızlığın bazı alanlara henüz yayılmadığının göstergesidir. Batılı insanda bazı ahlâkî özellikler, hatta “müslümanım” diyenlerden daha İslâmî ve ahlâkî şekilde varlığını sürdürebilmektedir. Bazı konularda farklı anlayışla ve bilinçsizce de olsa müslümanlık yaşanmaktadır. Ama özellikle kadın, şehvet, cinsellik, eğlence, sömürü, inanç ve ibâdet gibi konular toplumları hızla çöküşe doğru sürüklemektedir. Batının düşünürleri, aydın ve uzmanları, bilim adamları ahlâkî bataklığa batmadıkları için kendi
AHLÂK
- 209 -
alanlarında bir şeyler yapabilmektedirler. Bu sınıftaki insanların hemen hepsi, özel hayatlarında mazbut insanlardır. Hatta halkın ahlâkî çöküşüne karşı “bu, tehlikeli yoldur, bu gidişin sonu uçurumdur!” diyebilmektedirler. Seslerini kitlelere duyurup duyuramadıkları ayrı bir konu.
2. Batı uygarlığı ve yaşayış tarzı, yüzlerce senelik sömürü ve hırsızlığa dayanmaktadır. Asırlardır mazlumların kan ve terleriyle, sömürdüğü yer altı kaynaklarıyla beslenmiş koca ağacın içindeki çürüme, dışarıdan hemen belli olmayabilir; dışarıdan güçlü gibi gözüken ağaç, içerideki çürüme arttıkça ânî yıkılışlara gebedir. ABD ise Avrupa’ya göre genç ve zengin bir devlettir. Çoğunlukla zulüm, köleleştirme, işgal ve sömürülerden kazandığı ekonomik, maddî ve mânevî güçlerini henüz harcayıp tüketmemiş durumdadır. Mikrop bünyeye girdiği halde, genç bünyede zâhiren belli olmaz; hâlâ bünye güçlü ve sağlıklı gözükebilir. Tedbir alınmadığı takdirde bu mikrop, güçlü zannedilen bünyeyi yine ânîden deviriverir.
3. Şehevî ve nefsî bağları tamamen başıboş bırakan bütün toplumların âkıbeti helâktir. İşte tarih: Peygamberimiz zamanındaki Sasani ve Bizans İmparatorlukları. Bu dönemlerin ABD ve Sovyetler Birliği’ne eş iki süper güç olan bu iki devleti, İslâm çok kısa bir sürede temelden sarstı ve ânîden yıkıverdi. Âd, Nûh, Semûd kavimleri, Sodom Gomore, Babil, Roma İmparatorluğu ve nice güçlü zannedilen devlet ve toplumların yıkılması, hep bozuk inanç ve ahlâk sâyesinde olmuştur. Osmanlı Devletinin yıkılmasında da saray hayatının etkisi, entrikalar, kadınlar saltanatı, Katerina’lar, câriyeler, israf, lüks hayat, Batıya özenti; yani ahlâkî problemler önemli rol oynamıştır.
4. Batılılar, ahlâksızlık bataklığına battıkları halde, birikmiş güçleri sâyesinde dünyevî yönde belirli ölçüde çalışmaya ve gelişmeye muktedir olabilmektedirler. Fakat mânevî yükselmeye güç harcamadıkları için, medeniyetleri maddî bir uygarlıktan öteye geçememektedir. İnsanî duygulara ve ahlâkî ideallere yer vermeyen maddî uygarlıkların bir çatışmalık, bir savaşlık, bir devrimlik, hatta bir kaosluk güçleri vardır. Ve sonunda bu uygarlıklar ya kendi kendilerini yiyip bitirirler, ya da dışarıdan bir güçle mahvolurlar.
5. Toplum ve devletlerin eceli, yani helâk, bazen değişik şekillerde de oluverir. Güçlü kabul edilen eski kavimler, ahlâksızlıkları yüzünden farklı biçimlerde helâk olmuşlardı. Bugünkü Batılı toplumların helâki de aids, uyuşturucu gibi ahlâkî problemler ve bunların sonucuyla olabilir.
6. Sovyetler Birliği’nin ve onunla birlikte Avrupa’daki Doğu blokunun 1988’lerde böylesine güçlü görüldükleri bir zamanda, böylesine ânî ve hızlı bir şekilde çökeceğini kim tahmin ediyordu? Dün Sovyetler’in ve bu bloğa bağlı nice komünist devletlerin ânî çöküşü gibi, yarın da bu gidişle Amerika ve Batı ülkelerinin sonu aynı, hatta daha feci olacaktır. Unutmamak gerekir ki, çok feci çağdaş hastalıklar, kalp sekteleri ve ânî ölümler bu çağda boy göstermektedir. Yoldan çıkan ahlâksız toplumların bazısını rüzgârla, sivri sinekle helâk eden Allah, belki bu toplumları da mikrop denen küçücük ordularıyla helâk edecektir. Her şey O’nun ordusudur, askeridir. “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”883; “…
883] 48/Fetih, 4, 7
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbinin ordularını, Kendisinden başkası bilmez.” 884
7. Allah’ın kâfir/inkârcı toplumlara olan sünneti (sünnetullah) ile mü’min toplumlara ait sünneti farklıdır. İnkârcı/kâfir Batı ülkelerinde olup bitenler, Allah’ın kanunlarından bazısının gerçekleşmesiyle ilgilidir: “Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca, (daha önce indirmiş olduğumuz darlık ve musîbetleri kaldırıp) üzerlerine bütün her şeyin (nimetlerin) kapılarını açıverdik…”885; “ Kim (yalnız) dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz (tam veririz). Ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.”886; “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir. Sonra karşılığı ona tastamam verilecektir.”887 Bu kanunlara göre Batılılar dünyevî istek ve çalışmalarının karşılığını gördü. Ama tercüme akıllılar, yine Rabbanî kanunlardan olan iki konuyu bilmiyorlar:
a- Allah, Müslümanları, kâfirleri hâkim kıldığı yolla egemen kılmaz. Ancak O’nun yolunda düzgün yürüdükleri zaman onları hâkim kılar: “Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halîfe (sahip ve hâkim) kıldığı gibi, kendilerine de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını (yeryüzünde halîfe kılacağını), onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar Bana ibâdet/kulluk ederler; hiçbir şeyi Bana şirk/eş koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfredip inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır (büyük günahkârlardır).”888; “Andolsun, Zikir’den sonra Zebûr’da ‘yeryüzüne sâlih/iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık. İşte bunda, (Bana) kulluk eden bir toplum için bir mesaj vardır.”889 Dolayısıyla kötüler ve kötülüğün sürekli pâyidar olamayacağı, ahlâksız insanların uzun süreli hâkimiyetlerini sürdüremeyeceği; iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğunu, hâkimiyetin eninde sonunda iyi insanların, güzel ahlâklı ve doğru inançlıların eline geçmesinin mukadder olduğunu Kur’an anlatır.
Ama yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaşırlar ve sâlih amelleri terk edip sâlih insan olmaktan çıkarlarsa, yeniden doğru yola dönünceye kadar, Allah onları hükümran kılmaz.
b- Kâfirlerin bu hâkimiyeti, sonsuza kadar sürmez. Sadece Allah’ın takdir ettiği sınırlı bir zaman süreci içindir. Sonra onu kâfirleri helâk kanunu tamamlar: “Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca, (daha önce indirmiş olduğumuz darlık ve musîbetleri kaldırıp) üzerlerine bütün her şeyin (nimetlerin) kapılarını açıverdik. Nihâyet onlar, verilenlerle (nimetlerle) şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire bütün ümitlerini yitirdiler. Böylece, zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” 890
“Kendilerine âyetlerimiz ayan beyan okunduğu zaman inkâr edenlere: ‘İki topluluktan hangisinin (dünyadaki) mevki ve makamı daha hayırlı, meclis ve topluluğu daha güzeldir?’ dediler. Onlardan önce de, eşya ve görünüş bakımından güzel olan nice nesiller
884] 74/Müddessir, 31
885] 6/En’âm, 44
886] 11/Hûd, 15
887] 53/Necm, 39-41
888] 24/Nûr, 55
889] 21/Enbiyâ, 105-106
890] 6/En’âm, 44-45
AHLÂK
- 211 -
helâk ettik. De ki: ‘Kim dalâlette/sapıklıkta ise, çok merhametli olan Allah ona mühlet verir. Nihâyet kendilerine vaad olunan şeyi -ya azâbı (mü’minler karşısında yenilgiyi) veya kıyâmeti- gördükleri zaman, mevki ve makamı daha kötü ve topluluğu daha zayıf olanın kim olduğunu çok geçmeden görecekler.” 891
“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, halkı (peygambere başkaldırmasınlar ve Bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Sonra kötülüğü (yoksulluk ve darlığı) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihâyet çoğaldılar ve ‘Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu’ (onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişlerdi) dediler. Biz de onları, hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” 892
“Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” 893
“Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın mütreflerine (bolluktan şımaranlarına, azgın liderlerine) (itaat) emrederiz. Onlarsa orada bozgunculuk yaparlar, yoldan çıkarlar. Artık o belde cezâyı hak etmiştir. Biz de onu nasıl lâzımsa, öyle helâk ederiz.” 894
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler. Onlar, bunlardan daha çok, kuvvetçe daha sağlam idiler. Öyle iken, kazandıkları şeyler, kendilerinden (onlara gelen azaptan) hiçbir şeyi savamadı.” 895
“De ki: ‘Allah’ın azâbı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası mı yok olur!” 896
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” 897
“Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.” 898
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 899
Türkçe’de tehlike olarak bilip kullandığımız kelimenin aslı, helâk kavramıyla ilgilidir. Helâk kelimesiyle tehlike kelimesi aynı kökü paylaşırlar. Tehlike (aslı, tehlüke): Helâke Sebep olan, helâke yani yok olmaya, büyük zarara sebep olabilecek durum demektir. İnsanlar tehlikeden, tehlikeli olan şeylerden kaçınmak ister. Bu, doğaldır; insanın kendini koruma fıtratıyla ilgilidir. Yokolmak, helâk olmak istemez insan. Ama insanların çoğu, tehlikenin ne olup olmadığı ve esas tehlikeye karşı nasıl bir tedbir aldıkları konusunda çoğunlukla aldanmaktadırlar.
İblis, kendine bağladığı, Hakk’tan yüz çeviren kimselerin yaptıklarının
891] 19/Meryem, 73-75
892] 7/A’râf, 94-95
893] 14/İbrâhim, 13
894] 17/İsrâ, 16
895] 40/Mü’min, 82; Ayrıca, Bk. 35/Fâtır, 43-45
896] 6/En’âm, 47
897] 30/Rûm, 41
898] 6/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49
899] 15/Hicr, 3
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. 900
Şeytan günahı, haramları, sağlığa zararlı, birey ve toplum için tehlikeli olan şeyleri tehlikeli olarak göstermeyip, içinde câzibe gösterir. “Şeytan, onların amellerini ziynetleyip süsler.”901 Esas tehlike, esas helâk; dünyada başa gelenler değil; âhiretteki ebedî felâketlerdir.
İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı helâki hak ettiğini vicdân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki helâk endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”902 Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.
Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Ozon tabakasının delinmesi, uzayın bir sürü uydularla kaplanması, “yıldız savaşları” diye ad verilen, içinde toplu katliamlara yol açacak silâhların uzayda bile cirit atması, ormanların mahvedilmesi, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesi, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesi, bunları yapan Batılı insanın helâkini hazırlayan ve kısmen şimdiden cezâsını çektiği ahlâksızlık cinsinden hemen sayılabileceklerdir.
Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor. Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir, ama bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu helâkleri paratoner gibi çekiyor. Kıyâmet senaryoları yetmiyor, Tanrıyı kıyâmete zorlama(!) faâliyetleri için Ortadoğudaki Müslümanlar, uygar Batının insanat bahçelerini dolduranlar tarafından, sözüm ona insan eliyle helâk edilmeye çalışılıyor. Aslında kıyâmeti, çevre felâketlerinin yol açacağı bir tabiat olayı olarak düşünmek, Kur’an’daki kıyâmet olayını çarpıtmak demektir. Bütün bunlarla birlikte, Kıyâmeti unutan, Kıyâmet sonrasına hazırlanmayan, hatta Kur’an’daki Kıyâmet olayını inkâr eden insan, bunun dehşetini istemese de daha şimdiden yaşıyor. Ne dersiniz, Batının öncülüğündeki bu tehlikeli gidiş tümüyle helâke doğru değil mi? Batılı toplumlar şimdiden helâki
900] 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
901] 16/Nahl, 63; 27/Neml, 24; 29/Ankebût, 28…
902] 30/Rûm, 41
AHLÂK
- 213 -
yaşamaya başlamadılar mı? Helâk gelip çatmadı mı?!
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 903 Yakında, çok yakında!
B- Ahlâkın Kaynağı ile İlgili Yanlışlıklar
Ahlâkın ne olduğu asırlar boyu düşünürleri meşgul etmiş, ahlâk sözünün neleri ihtiva ettiği üzerinde bir fikir birliğine, varılamamış; çeşitli çağlarda ve muhitlerde bu konuda birbirinden farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ahlâkî fiilin (eylemin) kaynağı olan “iyi” üzerinde herkes mutlaka bir şey söylemiş; fakat iyinin haz mı, saâdet mi, vazife mi?.. olduğu hususunda birleşememişlerdir. Bununla beraber felsefî ekollerin her biri, iyi ile kötü hakkında en doğru bilgiye kendilerinin sahip olduğuna inanmışlardır.
İyinin ne olduğu her çağda, her toplumda ve hatta toplumdaki fertler arasında münakaşa mevzuu olduğuna göre, acaba iyi anlayışı nereden geliyor? Mutlak bir otoriteye sahip kesin ahlâk buyrukları var mıdır? Bu buyruklar Allah tarafından mı, yoksa insanlar tarafından mı konulmuştur?
Her iki görüş de felsefe tarihi boyunca savunulmuştur. Şunu hemen belirtelim ki, ahlâk kanunlarının Allah tarafından konulduğu kabul edilince, (“Ahlâk ile dinin münasebeti” bahsinde gördüğümüz üzere) bunların mutlak bir otoriteye sahip kesin ahlâk buyrukları olduğu da kabul edilmiş olur.
Ahlâk kanunlarının toplum tarafından ortaya konduğunu iddia edenler şöyle diyebilir: Çağlar ve toplumlar değiştikçe ahlâk anlayışının değişmesi, ahlâk denen şeyin toplum tarafından tesbit edildiğinin ispatıdır. Kısaca, toplumun iyi dediği şey iyi, kötü dediği de kötüdür!
Bu iddia karşısında şöyle sorulabilir: Acaba çoğunluğun görüşü her meselede ölçü olabilir mi? Buna müspet cevap vermek mümkün değildir; zira aslında değerli olmayan bir şeyi bâzen birçokları değerli bulabiliyor. Hâlbuki gerçekten değerli olan bir şey toplumların değişmesiyle değerini yitirmez. Üstelik bir kısım insanların değerli bulduğuna, diğer bir kısım itibar etmediğine göre değer ve ahlâk ölçüsünü toplumlar kendiliğinden tesbit edemezler. Ahlâk gibi insanlığa yön verecek bir değerin kaypak ve değişken bir şey değil, sabit ve köklü bir esas olması gerekir. Toplumların bir çağ boyunca daha sonraki devirlerde dehşetle hatırlanan bir çıkmaza düştüğü, bir bataklığa saplandığı olmuştur. Zulümleriyle ortaçağı karartan engizisyon mahkemelerinin dindar hristiyanlar tarafından işletildiği bilinmektedir. Eskiçağ filozoflarından Sokrat’ın, zamanındaki Yunan toplumunun kabul ettiği değerlerin karşısına çıkması. Yunan halkının “Bu dinsiz, çocuklarımızı baştan çıkarıyor!” diyerek onu ölüme mahkûm etmesi de bir başka tipik misâldir. Biz bugün Yunan toplumunun değil, Sokrat’ın ileri sürdüğü değerleri “iyi” olarak benimsiyoruz.
Fertler ve toplumlar ahlâkî değer ölçüsünü koyma gücüne ve üstünlüğüne sahip olmadığına göre, bu esasları tespite yetkili olan kimdir?
Bu sorunun açık ve kesin cevabı şudur: Ahlâkî kanunlar, “itaat” edilmesi gereken buyruklardır. Hâlbuki insan, bir başka şahsın kendine emir vermesinden
903] 15/Hicr, 3
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hoşlanmaz. Bunu hürriyetinin bir nevi ihlâli olarak kabul eder. Şu hâlde ahlâk koyucusunun zaaflardan arınmış, yanılmaz ve otoritesine isteyerek boyun eğilen biri olması gerekir ki, bu da Allah’dan başkası değildir. 904
Ahlâkın Kaynağı
Batı Toplumunda Batıya Has Ahlâkın Olumlu Gözüken Tarafları
Aslında, Allah’a hakkıyla ve şirksiz olarak iman etmeyen kimselerin mükemmel bir ahlâka sahip olmaları mümkün değildir. Tevhide dayanmayan ve Allah’ın rızâsı gözetilmeyen davranış biçimi gerçek anlamda güzel ahlâk vasfına sahip olamaz. Türk halkı, İslâm’ın hâkim olmadığı, hatta suç sayılıp küfrün çirkinliklerinin dayatıldığı bir ortamda yaşamak zorunda bırakıldığı ve çirkin bir kapitalizm içinde geçim kavgasına düşürüldüğü için, inanç ve amel konularında olduğu gibi ahlâk konusunda da yozlaştı. O kadar yozlaşıp dejenere oldu ki, gâvurlardan daha beter ahlâkî problemlere sahip oldu. Batılılar aslında örnek ahlâka kesinlikle sahip olamadadıkları halde, bazı tüccar Yahûdiler ve Batılılardan daha fazla ahlâksızlaşan halkımıza göre Batılılar daha ahlâklı olarak algılanmaya başlandı. Bu, belki imanı zayıf Türk halkıyla mukayese yapılınca bazı konularda böyle bir kabul ortaya çıkabilir, ama asr-ı saâdetteki Müslümanlarla karşılaştırılınca Batılıların da herhangi bir gayr-ı müslimin de ahlâk konusunda da geçer not almaları mümkün değildir. Buna rağmen bazı konularda Batılıların inancı küfür ahlâkı İslâm, Türk halkının da (bazı konularda) ahlâkı gâvurlardan daha beter küfür, denilecek durumlar ortaya çıkabiliyor.
Batılı toplumlarda, bazı hususlarda güzel ahlâktan bazı özellikler, parçalar cılız da olsa bazı parıltılar olduğuna şâhit oluyoruz. Ama tümüyle örnek alınacak, güzel ahlâk denilecek durumun olmadığı hikmetli bakan insanların hemen göreceği şekildedir.
Yüzeysellik, kandırmaya dayanan, şekilcilik, imaj ve gösteriş sozkonusudur. Câhiliye Araplarında da bazı ahlâkî erdemler sözkonusu idi. Her toplumda az da olsa iyi ahlâktan bazı parçalar bulunabilir. Ama tevhide dayanmayan ve bütüncül olmayan ahlâkî özellikler toplumları ayakta tutmaya, onları dünyada bile huzurlu ve mutlu kılmaya yetmez. Batıda henüz kaybolmayan bazı iyi ahlâk özelliklerini sayalım:
Randevuya sadâkat (sözde durma, vakitlere riâyet). Çok ciddi meselelerde veya menfaatine gelmeyen noktalarda aynı özellik pek görülmez. Esas gösterilmesi gereken sadâkat ve ahde vefâ olarak Allah’a karşı bu kurallara uyulduğu gözükmez.
Sosyal adâlet, sosyal hizmetler. İşçilerin hakkı, asgarî ücretin geçim standartlarıyla uyum göstermesi vb. insanî ve maddî özellikler. Mânevî özelliklere önem yok denecek kadar az.
İnsan sevgisi, hümanizm. Diğer yandan bebek yerine köpek. İnsan sevgisi yerine hayvan sevgisi.
Kurallara (trafik kuralları vb.) uyma, kanunlara itaat, vergilere riâyet. Korku ve menfaatten dolayı düzen ve disipline uyulma gereği, ama Allah’ın kurallarına
904] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Y., İst. 1986, 5. Baskı, s. 44-46
AHLÂK
- 215 -
itaatin hiç önemsenmemesi…
Hürriyet, özgürlük anlayışı. Ama, sınırları çok geniş -hayvanî özgürlük-
Demokrasi anlayışı. Ama demokrasi anlayışının da bir kandırmaca olduğu, halkın Batı ülkesinde de kendi kendisini yönetmediği, egemenliğin belirli zümrelerin tekelinde olduğu…
Eşitlik: Kadın-erkek eşitliği (abartılı ve yer yer yanlış şekilde, eşit olmadığı alanları yok sayıp kadına ve topluma zulmederek), dinli-dinsiz, ahlâklı-ahlâksız. Diğer ırklara, diğer dinlere ve diğer toplumlara karşı eşitlik uygulama yönüyle kesinlikle yok.
İnsan hayatına ve sağlığına değer verilir. (Dayağa, işkenceye, insan hakları ihlâline karşı çıkılırken; sigortası olmayan kimseye kimsenin ilgi göstermediğini, başka ülkelerdeki başka inançtan insanlara karşı savaşın ve sömürünün alabildiğine kabul edildiğini veya fiilî durum olarak diğer insanlara zulüm, işkence, katliam, yeni ilaçların denenmesi için koboy olarak kullanım gibi örnekleri çoğaltabileceğimiz tezatlar Batı insanının çifte standardıdır.
(Dış) Temizlik, hijyenik özellikler: İnsanda, giyimde, çevrede (ev, hastane, şehir sokakları…) yüzeysel temizlik, gösteriş, makyaj, imaj, ambalaja önem. Su ile temizliğe fazla önem verilmez, meselâ tahârette su yerine sadece kâğıt tercih edilir. Koltuk ve etek tıraşı, tırnak kesimine dikkat gibi bazı insanî temizlikleri ve abdest gibi suyla sık sık ilişkileri yok. Batı ailelerinde bebek yerine köpek tercih edildiği için; sokaklarda köpek pisliği hayli yaygındır. Evlerde köpeğin yatağa, koltuğa çıkması, kucaklara alınmasının getirdiği temizliğe hiç de uygun olmayan durumlar ciddi bir çelişki gibidir; aslında temizlik anlayışlarının çok yüzeysel olduğunu da gösterir. Evlerde ayakkabı çıkarılması âdeti olmadığı için tuvalete girdikleri ve sokakta yürüdükleri ayakkabı ile oturma odalarına, yatak odalarına nice pislikleri getirdiklerini değerlendirebilirsiniz. Erkeklerin ayakta ve alelacele küçük tuvaletlerini yapmaları, çamaşırlarının temizliğini sorgulamaya iter. Pisliği, kiri belli etmediği için kot pantolon kadın-erkek giysisi olarak çok yaygındır ve Batıya özenen diğer toplumlara da yayılmıştır. “Müşrikler ancak pistirler, pisliktirler...” 905
Kadınlarda çıplaklık ve aşırı özgür/serbest tavır, kadın-erkek ilişkilerinde ahlâkî sınırların çok gevşeklik, bencillik, menfaat ve faydacılık, kendini başkalarından (özellikle başka toplum ve dindeki insanlardan) üstün görüp başkalarını hor görme (istiğnâ ve istikbâr), göstermelik kuralların dışında gönülden saygı, sevgi, kardeşlik, ziyaretleşme ve yardımlaşmanın olmadığı bir yaşayış. Aile dayanışmasının da yok denecek kadar zayıf olması…
Cinsel devrim geçiren Batı, kadınların kıyafet ve davranışlarına aşırı özgürlük getirerek, fuhşu, zinayı alenîleştirecek kadın-erkek ilişkilerinde sınır tanımaz bir tavra giderken, bir yandan da homoseksüelliği de doğal olarak kabul etti. Aynı cinsten kişilerin birbiriyle cinsel ilişkilerini ayıp ve günah sayanları dışlayıp suçlamaya başladı. Resmen erkek erkeğe evlilikleri onayladı. Dinden soyutlanmayı, ateizmi diğer inançlara tercih etmeye başladı. Kendi yaşam tarzlarına aşırı özgürlük ister ve bunu savunurken; bazı ahlâkî özellikleri kınamaya, ayıp
905] 9/Tevbe, 28
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
saymaya başladı. Tesettür, karı-koca kıskançlığı, kızın erkek karşısındaki utanma duygusunu, evlenme öncesi ya da meselâ 18 yaşına girdiği halde hâlâ kızın bâkire olmasını… ayıp saymakta, bunları hatta neredeyse ahlâksızlık kabul edecek bir çirkin ahlâka sahip çıkmaktadır.
Batıda Ahlâkın Kaynakları (Felsefî Ahlâk Sistemleri)
Toplumlar ve devletler, bir sürü acı tecrübeler geçirdiler. Ortaçağ zulümleri, engizisyon, Hıristiyanlığın (daha doğrusu Hıristiyanlık adına kilisenin) baskısı, halk huzursuzluk ve ayaklanmaları… Sonra bilim ve aklın kullanılmasıyla Batı toplumları, fıtrata ait olan bazı özellik ve değerlere ulaştılar, ama onların da ne derece yeterli ve doğru olduğu tartışılır.
Batı toplumlarının ve devletlerinin ahlâk anlayışında şunların kaynak olduğunu görüyoruz:
a- Roma, Yunan, Hıristiyanlık, sekülarizm/laiklik, hümanizm, demokrasi, özgürlük, egoizm, nefislerin hevâ ve hevesi,
b- Emperyalizm,
c- Propaganda, hile, aldatma, reklâm vâsıtasıyla bu araçları kendi amaçları doğrultusunda kullanan egemen güçlerin tahakkümü, vergi ve sosyal devlet anlayışı,
d- Pragmatizm: Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmemesi, eski gelenekler (kültür)
e- İnsan hakları (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki temel esaslar).
Batıda Fertler Açısından Ahlâkın Kaynakları
a- Genel kültür: Okul, TV, çevre ve aileden aldığı ahlâkî değerler (ailenin önemi sıfıra yaklaştı),
b- Örf-âdet, gelenek (ki, bunlar hayli sarsıldı)
c- Fıtrat veya zorunlulukla ilgili birkaç özellik,
d- Hümanizm,
e- Felsefe.
Fertlerin ahlâk esaslarının kaynağı, toplumdur. Bireylerin ahlâkı; içinde yaşadığı toplumun inançlarından, uygulanan kanunlardan, âdet ve törelerden vücuda gelir. Batıda ahlâkın tek kaynağı vardır; o da insandır denilebilir. Akıl, ahlâkî vicdan, toplum kuralları… şeklinde ayrı şeyler söylenmiş olsa da, bunlar kaynağın insan olduğunu, insanın akıl, his ve eğilimleri, insanî itibarlar olduğunu unutturmamalıdır. İlâhî kuralları, kudsî makamın kaynaklığı mevzûbahis değildir. Batıda din, sadece kişi ile Rabbi arasındaki ilişki ve görevlerden bahseden vicdânî bir olgu kabul edilmektedir. Vahiy, ahlâkî konularda da reddedilir veya en azından önemsenmez durumdadır.
Felsefî Ahlâk Sistemleri: Genel felsefenin meşgul olduğu üç ana mes’ele vardır: Bilgi, varlık, ahlâk, insan bilgisinin nereden geldiği; madde, ruh ve hayatın ne olduğu, Allah’ın varlığı problemleriyle birlikte ahlâkın kaynağı, iyi ve
AHLÂK
- 217 -
kötünün tâyin ve tesbiti konuları da eski çağlardan beri filozofları düşündürmüştür. Ahlâkın kaynağı, iyi ve kötünün ölçüsü kimine göre deneylerimiz, kimine göre aklımız, kimine göre de deney ve aklımızdır. Bu üç kategoriden birinde birleşen filozofların yine de farklı düşündükleri, hatta talebe ve müntesiplerinin o görüşlere zamanla değişik biçimler verdikleri görülmektedir.
Batıda Ahlâkın Üzerine Binâ Edildiği Esaslar (Temeller)
1- Örf: Örf, sâbit değil, değişkendir. Zaman ve çevrenin değişmesiyle o da değişir. Örfün mubah kabul ettiği bazı şeyleri akıl kabul ve tasdik etmez. Eski toplumlardaki kölelik. Kadınlara uygulanan bazı yanlış tavırlar ve kadınların bazı kıyafetleri, başlık parası, içki gibi. Örfün değişkenliği toplumlar arası farklılık gösterdiği gibi, zamanla da değişkenlik göstermekte, hatta coğrafyaya ve mekân değişimine göre de değişmektedir. Plaj kıyafetiyle kilise kıyafeti gibi.
Ayrıca, örfe sıkı sıkıya sarılmakta donukluk ve taşlaşma vardır. İlerleme ve gelişmeye, yeni görüşlere sırt çevirme sözkonusudur. Islah ve ıslahatçılara, yeni görüş ve fikirlere, devrimlere düşmanlık vardır.
2- Menfaat Ahlâkı: Ütülitarizm (faydacılık) denen bu görüşün en tipik iki temsilcisi İngiliz Jeremi Bentam (ölm. 1832) ve Jon Stuart Mill (ölm. 1873)’dir. Bentam’a göre ahlâk, en az elem karşılığında en çok haz ve fayda elde etmektir. Bütün canlı varlıklar acıdan kaçar ve haz isterler. İnsan da böyledir. Faziletli insan, büyük hazlara erişmek için küçük hazlardan yüz çevirir ve acıya katlanır. Bir sarhoşun içkiden, âdi suçlunun suçundan duyduğu zevk kötü görülemez; fakat her ikisinin de ardından birtakım acılar gelir ve haz hiç olur. Önemli olan hazzın miktarıdır.
Bentam’ın faydacılık yönündeki fikirlerini Jon Stuart Mill daha geliştirip sistemleştirmiştir. Ona göre iyiyi kötüden ayıran ölçü, o şeyin faydalı olup olmadığıdır. İnsan haz duyduğu şeyi faydalı olduğu için sever. J.S. Mil’e göre hazzın miktarından çok kalitesi önemlidir. İlim ve san’at sevgisi diğer hazlardan daha üstündür.
Bunlara göre iyi ve kötünün ölçüsü menfaattir. Hâlbuki menfaatin hayır ve iyi olabilmesi için meşrû olması şarttır. Yalnız kendi şahsımıza faydalı olup başkasına zarar veren bir şey hayır olamaz. Üstelik menfaat, zamana, mekâna ve şahsa göre değişir. Böylesine değişken bir şey de ahlâkın kaynağı olamaz. 906
Maddî Menfaat: Toplumların gerçekleştirdiği işlerin maddî gâyeleri veya âcil ya da gelecekte bekledikleri birtakım menfaatleri vardır. Meselâ, tüccar, dürüst olur ve ticârî ahlâka uygun davranırsa maddî menfaat elde eder.
Ahlâkın rûhî temeli görmezlikten gelinince; zarar verme, düşmanlık, birbirine sırt çevirme, bencillik, açgözlülük, aldatma, fırsatları değerlendirme olacak ve herkes kendi nefsi için yaşayacak, başkalarını rakip/hasım olarak görecek, karşılıklı merhamet, ülfet, diğergâmlık, kardeşlik, barış ve güvene yer verilmeyecektir.
Ekonomik sebepler bile çok kere ekonomik olmayan birtakım sebeplerin tesir alanına girer. Öğrenim toplumun çoğalması ya da imhası harp veya barış
906] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 48
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ekonomik olmayan sebeplerdir. Ama ekonomi üzerinde küçümsenmeyecek bir etkiye sahiptir.
3- Şahsî Mutluluk, Haz Ahlâkı: Mutluluğun lezzetten ibaret ve elemden de uzaklaşma olduğuna inanılır. Batılılara göre ahlâkın esası lezzettir. Özellikle Epikür (M.Ö. 341-270)’ün felsefesi haz ahlâkına yöneliktir.
Sokrat (M.Ö. V. yüzyıl), “İyiye yönelmeli, iyiyi gerçekleştirmeye çalışmalı” demişti ama iyinin ne olduğunu söylememişti. Fakat Aristip (M.Ö. IV. yüzyıl), iyinin “haz” olduğunu kesin bir dille ifade etmiş ve şöyle demişti: “İradenin tek amacı hazdır. Hazzı sağlayan şey iyidir. O hâlde iyi ile haz aynı şeydir. Acı veren şey ise kötüdür. Hazzın sürekliliği şart değildir. Önemli olan, bütün şiddetiyle tadılan bir anlık hazdır. Hayatı boyunca tadabileceği hazları temin etmek insanın vazifesidir. Mânevi hazza erişilemez; bu sebeple maddî hazlar peşinde koşmalıdır. Ahlâkın kaynağını haz olarak kabul eden Aristip’in kurduğu bu ekole Hedonizm (Hazcılık) denir. Bu ekolün daha sonraki mümessillerinden Theodor’a göre hırsızlık, evlilik dışı münasebetler vs. haz veriyorsa bundan kaçınılmamalıdır; çünkü hazzın kötüsü olmaz.
Daha sonra Epikür (M.Ö. III. yüzyıl) bu görüşü temsil etmiş, fakat mânevi hazzın maddî hazdan daha üstün olduğunu söylemiştir. Ona göre haz, bütün fiillerimizin gayesi olmalıdır. Acı kötüdür, ama vereceği büyük haz için acıya katlanılmalıdır. Şu halde hedonistlere göre herkes hayvanî zevklerini tatmin peşinde koşmalı, nefsinin hazlarını tatmin için uğraşmalıdır. Üstelik zevkin tatminini geciktirmemelidir; zira bütün mutsuzluklar bu gecikmeden doğar.
İnsan ile hayvan arasında fazla bir fark bırakmayan hazcılık, görüldüğü gibi ahlâksız bir ahlâk görüşüdür. Diğer taraftan herkes aynı şeyden lezzet alamayacağına göre zevkin ölçüsü ne olmalıdır? Hazcılıktan nefret eden Sokrat’in talebelerinden Antistenes (M.Ö. IV. yüzyıl), “Haz en büyük kötülüktür. Haz duymaktansa deli olmayı tercih ederim.” demektedir.
Tarihte ve günümüzde zevkinden başka bir şey düşünmeyen, bu sebeple de büyük bir ahlâk bunalımına sürüklenmiş olan toplumlar, bu görüşün iflâsa mahkûm olduğunu ispat etmiştir. 907
Seçkin kişiler, başkaları için hayrı gerçekleştirmek üzere çeşitli acılara ve çilelere tahammül eder. Ana-babalar çocukları için sıkıntılara katlanır ve birçok hazlardan vazgeçerler. Mücâhidler dinleri uğrunda kendilerini fedâ ederler. Şerefli kişiler, bir yangın varsa söndürmeye, boğulanı kurtarmaya koşarlar. Onlar bir haz peşinde değildirler. Kimseden bir övgü ya da mükâfat beklemezler. Bencillik ise, şerefli bir ahlâkın kabul edemeyeceği bir şeydir.
4- Halkın (Toplumun) Mutluluğu: Doğruluk bir fazilettir. Çünkü toplumun mutluluğunu artırır. Doğrulukla toplum yükselir. Doktor doğru olmalıdır ki, sıhhatimize faydalı olsun. Öğretmen doğru olmalıdır ki, çocuklarımızı terbiye edip öğretsin… Eski bir ekol Evdoks (M.Ö.?), Bentom (1748-1833), John Stuart Mill (1806-1873) bu görüşün savunucularıdır.
Toplumun mutluluğu sâbit ve değişmez bir ölçü olmadığından buna güç de yetmez (Her şahıs her şeyden aynı hazzı ve elemi almaz). Hevâ ve hevesler
907] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 46-47
AHLÂK
- 219 -
ortaya çıkar, zulüm ortalığı kaplar. Çok kere toplumun başına güçlüler/kuvvetliler Musallat olur da, sadece kendi menfaatlerine zayıfların aleyhine toplum için birçok kurallar koyarlar. Bunu da toplum menfaati diye lanse ederler.
5- Vicdan: Zenon (M.Ö. 342-270), Kant (1725-1804) bu felsefenin savunucularıdır. İnsanlar, yapılan işler hakkında verdikleri hükümlerde birbirlerinden ayrılırlar.
Vicdanın kendisi de oluşturulmaya ve terbiyeye muhtaçtır. Zira çoğu zaman onu hevâ ve hevesler kaplar, özel menfaatler ona yön verir. Çevre, zaman ve hâdiselerin hükümleri vicdan üzerinde hâkimiyet kurar. Ona dinî bir terbiye verilmezse sesi kısık, hâkimiyeti zayıf olur. Vicdanın sesi kuvvetli olsa bile, insanda bu sese mukavemet edecek, ona âsi olacak başka bir kuvvet daha vardır. Bu da insandaki azimettir. Vicdandan daha güçlü bir sultana ihtiyaç vardır ki, akıl ve azimet de boyun eğsin. Mehmed Âkif bu konuda şöyle der:
“Ne irfandır ahlâka yükseklik veren ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.”
6- Kuvvet: Herbetz Hitşe gibi yeni yeni bazı filozoflar bu görüşü savunur. Bunlara göre güçlülerin zayıflara yakışmayacak özel bir ahlâkı vardır. Bu ekol, insanları iki tabakaya ayırmaktadır: Güçlüler ve zayıflar. Bunların arasına duvar örüyor. Böylece insanları birbirine düşman hale getirir.
Güçlülerin zayıfları sömürmesi, müstemlekeleştirmesi, milyonlarca zayıf bıraktıkları insanları öldürmeleri bu ekolün çirkin görüşlerine dayanmaktadır.
7- Egzistansiyalist Ahlâk: Çağımızda bu görüşün temsilcisi Fransız Jan-Pol Sartr’dır. “Varoluşçuluk” denen bu ekol, Gabriel Marsel’in önderliğinde “Tanrıcı Varoluşçuluk”, Sartr’ın önderliğinde de “Tanrısız Varoluşçuluk” adıyle gelişmeye başlamıştır.
Egzistansiyalizme göre, kendi varlığını kendi yaratan, değerlerini kendi koyan, yolunu kendi seçen yegâne varlık insandır. İnsan kendi kendisini yarattığı için hürdür. Kendinden başka hiçbir şey/değer yoktur. Ahlâkî davranışını da dışarıdan gelen herhangi bir kaideye göre değil, içinde bulunduğu duruma göre bizzat kendisi hür olarak ortaya koyar.
İnsan, toplum veya kutsal bir varlık için değil, kendisi için yaşar. Bu durumda egzistansiyalizme şahsî menfaat ahlâkı denebilir. Sartr, akıl dışı bir görüşe sahip olmakla beraber ahlâkta anarşiyi istemez. Kendine yüklenecek fiil ve hareketlerden, şahsına ve başkalarına olan sorumluluktan insanın kaçmaması gerektiğini söyler.
Ahlâka yegâne kaynak olarak hürriyeti kabul etmeleri çeşitli tenkitlere hedef olmuştur. Bir yandan Sartr, “Hiçbir şey, ama hiçbir şey şu veya bu değeri benimsemeyi bana haklı gösteremez” derken, diğer yandan ahlâk değerlerini insanın kendi koyduğunu söylemektedir. Hiçbir değere bağlanmayan bir insan için, hangi ölçüye dayanarak “değer” tesbit edilebilir.
Ahlâkı haz, menfaat ve hürriyet esasına dayandıran bu filozoflardan başka, ahlâkın kaynağının tekâmül olduğunu söyleyen Lamark, Darvin, Spenser gibileri de vardır. Bunlara göre insana tabiat kanunu hâkimdir. Ahlâk da tabii bir
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tekâmüle ve içgüdülere tâbidir.
Hristiyan ahlâkına “kölelerin ahlâkı” diye hücum eden ve onu miskinliğe teşvik etmekle suçlayan Alman filozofu Nice (XIX. yüzyıl), ahlâkı tabiî ayıklama esasına dayandırır. Ona göre ilerlemenin ve insan sevgisinin ilk şartı zayıfları ve sakatları yok etmektir. Hayatta egoizm hâkim olmalı ve herkes, kendi için yaşamalıdır.
Bu görüşlerin ahlâkla hiçbir ilgisi olmadığı ortadadır. Vaktiyle sofistler de (M.Ö. V. yüzyıl), insanların gerçekten bağlanacağı kanunların tabiat tarafından ortaya konmuş kanunlar olduğunu, ahlâk ve hukuk kanunlarının insan hürriyetini sınırladığını, iyinin herkese göre değişebileceğini söyleyerek Yunan ahlâk anlayışını, âdet ve geleneklerini alt-üst etmişlerdi.908
8- Akılcı (Rasyonalist) Ahlâk Ekolleri: Akılcı ahlâk ekollerine göre ahlâkî fiillerimize yön veren, deneylerimiz değil; aklımızdır. İyi ve kötü akılla bilinir. Yunan filozoflarından Sokrat, Eflatun ve Aristo ahlâkı akla dayandırırlar. Daha sonraları ahlâk konusunda yine birbirinden farklı şeyler söylemekle beraber Dekart, Spinoza ve Laypnic de akılcı ahlâk taraftadırlar.
Akılcı filozoflara göre ahlâk, aklın gösterdiği ideali takip etmektir. Bu ideal ise en üstün hayırdır. Filozofların kimine göre en üstün hayır saâdet, kimine göre de kemâldir. Saâdet ahlâkı’nın en meşhur temsilcisi Aristo’dur. Ona göre saâdet, bedenin değil, aklın istediği saâdettir. En büyük haz ve saâdet, aklın verdiği yüksek ve mânevi hazlardır.
Eski Yunan’da Revâkıyyûn adıyla bilinen ve Kıbrıslı Zenon (M.Ö. III. yüzyıl) tarafından kurulan sisteme göre; acıların da, maddî ve mânevi saâdeti yapan hazların da önemi yoktur. Yegâne hayır; fazilet ve kemâldir. İnsan hayvan derecesine inmemeli, ihtiras ve içgüdülerine esir olmamalı, hâl ve hareketlerini aklın vereceği emirlere göre düzenlemelidir.
Akılcı filozofların bir kısmı dindardır. Bunlar ahlâkın gayesini, Allah’ın irâdesini yerine getirmek olarak kabul ederler. Meselâ Dekart, ahlâk temellerinin insana Allah tarafından verildiğini söylemekle İslâmî görüşe yaklaşmıştır.
İslâm ahlâkının genişliği ve üstünlüğü bu noktada daha belirgin olarak görülebilir; çünkü o, İlâhî kaynaklı olmakla beraber akla büyük bir değer verir; insanın saâdetiyle birlikte kemâlini hedef alır. 909
9- Akılcı-Deneyci Ahlâk Ekolleri: Onlara göre ahlâk kaideleri, deneyler üzerinde akıl yürüterek elde edilir. Şöyle ki, insan önce hareket eder; çeşitli tecrübeler yapar. Sonra da bu hareketleri üzerinde düşünerek bir sonuca varır. Ahlâk kaidelerini de böyle çıkarmalıdır.
İngiliz filozofu Adam Smith (XVIII. yüzyıl), ahlâkın kaynağını sempati duygusunda bulur ve “Başkalarının sempatisini kazanacak şekilde hareket et!” der. Alman filozofu Shopenhavr (XIX. yüzyıl) da ahlâkın kaynağı olarak merhamet duygusunu gösterir. İnsanların hepsi muzdariptir. Saâdet ve fazilet, ıstırap çeken bu zavallılara merhamet etmekle doğar.
908] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 48-50
909] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 50-51
AHLÂK
- 221 -
Sempati ve merhamet gibi müphem ve sınırsız duygular, elbette ahlâka kaynaklık edemez. Akıl da kendi hakkında tarafsız bir gözlemci olamaz.
Yukarıdan beri gördüğümüz ahlâk ekollerinden başka ahlâkın esasını sosyal hâdiselerde, örf ve âdetlerde, iktisatta, vicdanda, vazife duygusunda, cinsî duyguda... arayan din dışı felsefeler de vardır. Bütün bu değişik fikirler bize gösteriyor ki, felsefe, ahlâkın kaynağı konusunda değişmeyen, metafizik bir esasa ulaşamamıştır. Filozoflar arasında körlerin fili tarifine benzer şekilde, ipuçlarını yakalayanlar olmuşsa da, parçaları birleştirip bütüne varamamışlar; bunun için de insanlara ve toplumlara huzur ve saâdet getirememişler; aksine toplumların ve milletlerin yeni yeni ahlâk buhranlarına sürüklenmesine yol açmışlardır.
Demek oluyor ki, insanın iki cihanda saâdetini ve huzurunu temin edecek ahlâk, metafizik temele dayalı dinî ahlâk, hususiyle İslâm ahlâkıdır.
İslâm Ahlâkının Kaynağı
İslâm ahlâkının kaynağı Kur’an ve Sünnettir. Âyetler, hadis-i şerifler ve sahâbelerin hayatıdır; imandır, takvâdır.
İslâm Ahlâkının Özellikleri ve Diğer Ahlâk Anlayışlarıyla Arasındaki Farklar
1- Mutlak hayra sahip olması: Kâmil bir hayır; her yönden üstün ve mükemmel, Allah korkusuna dayanması; Allah’ın her şeyi her yerde görmesi inancına ve O’nu râzı etme gayretine dayanır.
2- Genel maslahat (umumun menfaati): Güç getirilemeyecek emirler yoktur, zorlama yoktur. Zamana ve zemine göre değişmez, sâbit ilkelere dayanır.
3- Sebat (devamlılık): Tüm insanlara, her zaman, istikrarlı, değişmez esaslar.
4- Kapsamlı (geniş) bir murâkâbe (kontrol) sözkonusudur: Kalbin mutmainliği/huzur ve tatmini, selim kalbin, Müslüman gönlün onaylayıp fetvâ vermesi, terbiye edilmiş vicdanın hakemliği, akl-ı selîm, şeriatın hükümleri gibi esaslara dayanır.
5- Kaynağı din, mihveri takvâ (Allah korkusu), gayesi Allah rızâsıdır.
6- Güzel ahlâkı tek tek tesbit eder ve uygulanması için zemin hazırlar. Tatbiki mümkündür ve zor değildir.
7- Gâye Allah’ın rızâsıdır. Bu dünyada ve âhirette Allah’ın rızâsı sağlanınca netice ne olur? Dünyada huzur ve mutluluk: Ferdî ve bütün ümmeti gölgesi altına alan saâdet, gerçek güzellik ve huzur. Dünyayı küçük cennet kılan bir saâdet. Âhiret hayatı da bu insanlar için gerçek ve büyük cennet olacaktır; bu da esas saâdettir.
Helâllara izin (helâl dairesi keyfe kâfidir). Yasaklar az sayıdadır. Ferdin ve toplumun hayrı, dünya ve âhiret hayrı, fazilete/erdeme ulaştırma, fıtrata uygunluk İslâm ahlâkının özelliklerindendir. Kalp huzuru, iç denge, insanın kendisiyle vahdeti, uyum ve barışı sözkonusu olur. İslâm ahlâkı, insanlararası ilişkileri en güzel şekilde düzenler. Toplum huzurunu sağlayarak, dünyevî mutluluğu, insanlara sevap kazandırıcı eylemler yaptırarak âhiret mutluluğunu sağlar.
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İman-Ahlâk Münâsebeti; Lâ İlâhe İllâllah Ahlâkı
Ahlâk, iman ve takvâ ile iç içedir. İman, iyi ahlâk meyvesi verir. İmanla ahlâk arasındaki kopmaz bağ konusunda çok sayıda hadis rivâyeti vardır. “Emânete riâyet etmeyenin imanı, vaadinde/sözünde durmayanın da dini yoktur.”; “Vallahi iman etmiş olmaz (Hz. Peygamber bu sözü üç defa tekrar etti.) “Kim yâ Rasûlallah?” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Komşusunun, şerrinden emin olmadığı kimse.”910; “Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emânete ihânet eder.”911; “Sizden biriniz kendisi için istediğini başka kardeşi için de istemedikçe mü’min olamaz.”
İslâm Ahlâkının iman ve İbâdetle İlgisi
İslâm dinindeki iman ve ibâdet esaslarıyla ahlâkî buyrukları kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sahaları birbirinden ayrı gibi görünen bu esaslar, Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerde birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Zira İslâm dininin hedefi, bütün insanlığın ahlâkını en mükemmele götürmektir. Hz. Peygamber’in ahlâkını soranlara Hz. Âişe’nin: “Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) ahlâkı Kur’ân’dan ibaretti”912 demesi; peygamber olarak gönderilmesinin sebebini Rasûlullah Efendimizin, ahlâkı tamamlayıp bütünlemeye bağlaması913ve Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed’i (s.a.s.) “Şüphesiz sen, ahlâk güzelliğinin yüce bir mertebesinde bulunmaktasın”914 diye övmesi, İslâm dininin en önemli gayesinin beşeriyete mükemmel bir ahlâk disiplini kazandırmak olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır.
Müslüman, dininin buyruklarını benliğine öylesine mâl edecek ki, bütün davranışları en güzel ahlâk prensipleri hâlinde ortaya çıkacaktır. Aslında iman ve ibâdet esaslarının tamamı, müslümanı bu olgunluğa eriştirmek için emredilmiştir. Bu seviyeye çıkan insanın kalbinde bütün mahlûkat için iyi ve güzel duygular boy atacak, asil şahsiyetine yakışmayan her türlü kötülükten uzaklaşacaktır. Tıpkı midenin sindirdiği yiyeceklerin sonunda kuvvet ve enerji şeklinde kendini göstermesi gibi, kalbin derinliklerine inen iman da kendini bize güzel huy şeklinde gösterecektir.
İman ile ahlâkın yakın münasebeti, Hz. Peygamber’in hadîslerinde billûrlaşmış olarak müşâhede edilir: “Mü’minlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlâkı en güzel olanıdır.”915 Şu hâle göre mükemmel bir ahlâka sahip olmayan kimsenin iman itibariyle kemâle ermesi de söz konusu olamaz. Bir diğer hadîste şöyle buyurulur: “İman yetmiş nevidir. En üstünü “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur)” demek, en aşağısı, yol üzerinde insanlara ezâ verecek birşeyi kaldırmaktır. Haya da imanın bir bölümüdür.” 916
Demek ki insanlara eziyet vermesin diye yoldaki bir taşı, bir dikeni kaldırıp atmak, haya duygusuna sahip olmak sadece ahlâkî birer davranış değildir;
910] Buhârî, Edeb 29
911] Buhârî, K. İman
912] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 139
913] Muvatta’, Hüsnü’1-Lulk 1
914] 68/Kalem, 4
915] Ebû Dâvüd, Sünnet 16, hadis no: 4682; Tirmizî, Radâ, h. no: 1162
916] Nesâî, İman 16; İbn-i Mâce, Mukaddime 9
AHLÂK
- 223 -
aksine imanı tamamlayıp mükemmelleştiren birer hareket ve imanın yetmiş küsür bölümünün birer parçasıdır.
İmanı ahlâktan ayrı olarak düşünmeyen Rasûl-i Kibriya Efendimiz yine buyurur ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, hiç bir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” 917
İşte bu nevi hadîsler, dinin temeli olan iman kökleriyle ahlâk esaslarının ayrılamayacak şekilde birbirinin içinde eridiğini ifâde etmektedir. İbâdetlerin gayesinin de, insanı ahlâk olgunluğuna eriştirmek olduğunu; insanların, mânevi dereceleri ahlâkî seviyelerine göre elde edebileceklerini; âhirette, kişinin amelleri değerlendirilirken, mizanının ahlâkına göre ağır veya hafif geleceğini belirten hadîsler pek çoktur:
“Haklı olduğu hâlde bile çekişmeyi bırakan kimseye, cennetin avlusunda bir köşk verileceğine; şakadan da olsa yalan söylemekten kaçınan kimseye cennetin ortasında bir köşk takdim edileceğine, ahlâkı güzel olan kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk sunulacağına ben kefilim.” 918; “Mizana konan ameller arasında güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan, güzel ahlâkı sayesinde, oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.” 919
Malî bir ibâdet olan “sadaka” vecibesinden elde edilecek sevabı, ahlâkî davranışlarla kazanmak da mümkündür. Bunu Hz. Peygamber şöyle ifâde etmektedir: “Allah’ın her günü, vücudundaki her bir mafsal için insanın sadaka vermesi gerekir. İki kimse arasında doğrulukla hükm etmek sadakadır. Ama binmesi için bir kimseye yardım etmek yahut yükünü yüklemek sadakadır. İyi ve hoş söz sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. İnsana eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak da sadakadır.” 920
Bu hadîslerden hareketle vardığımız netice şudur: İslâm dinindeki ahlâkî buyruklar, mutlaka dil veya imanı ilgilendiren emirlerdir. “İmanın yetmiş küsür kolundan her biri anlaşılıyor ki, amelî bir buyruktur ve dinî bir ödevdir. İnsanın “Lâ ilahe illallah” demesi bir dil işidir; fakat bunu dil ile söylemek imandan bir parçadır. Bu böyle olmakla beraber halkın gelip geçtiği bir yerden ona eziyet verecek bir şeyi kaldırmak, meselâ bir taş parçasını ortadan alıp bir kenara koymak da imandan bir cüzdür. Bir müslüman, namazını, orucunu, zekâtını, haccını nasıl bir dinî vazife tanırsa, sıhhatini korumayı, ailesini geçindirmeyi, insanlara güler yüz göstermeyi de dinî bir vazife sayar. Adam öldürmek, içki içmek, kumar oynamak, zina etmek, birine iftira etmek, başkasının malına el sürmek, gasb etmek nasıl günâh ise, nasıl haram ise; gıybet emek, kendini ilgilendirmeyen mevzularda ileri geri konuşmak, sıhhate zarar veren bir şey yemek, mideyi bozmak, edep ve terbiyeye uymayan tavır ve hareketlerle kendi haysiyetini kırmak, nefsini haksız yere alçaltmak da birer günâhtır ve bu yüzden haramdır.” 921
Ahlâklılık, ruh olgunluğuna erme hâlidir. Belli zamanlarda düzenli bir şekilde yapılan ibâdetler, ruhu besleyecek ve kuvvetlendirecektir. Ruhu ve dolayısıyla
917] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâme 59
918] Ebû Dâvûd, Edeb 7
919] Tirmizî, Birr 62
920] Müslim, Zekât 56
921] Babanzade Ahmed Naim, İslâm Ahlâkının Esasları, s. 32
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
irâdesi güçlenen insan, kötü duygulara karşı kolaylıkla mukavemet etme alışkanlığını kazanmış olacaktır. İslâm dininde iman, ibâdet ve ahlâk esaslarının bir arada mütalaa edilmesinin hikmeti budur ve bu sebepledir ki, Dinler Tarihi ve sosyoloji âlimi Gustave Lebon’un dediği gibi, “Kur’ân’daki ahlâkî prensipler, diğer dinlerin kitaplarındaki prensiplerden çok üstündür.”922 Zira Kur’ân’daki emirler, nehiyler, ibretli kıssalar, hükümler, iman ve ibâdet esaslarının yegâne hedefi, mükemmel insanlardan meydana gelen üstün bir toplum kurmaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, ahlâk ile din, birbirinden ayrılması mümkün olmayan yapışık kardeşler mesabesindedir. Ahlâkı dinden ayrı olarak düşünmek, onu güçsüz, tesirsiz ve cılız bir hâlde kalmaya ve adetâ nebati bir hayat yaşamaya mahkûm etmek demektir. Hâlbuki dinin hayat dolu ikliminde yetişip boy atan, İlâhî kaynaklardan beslenerek gelişen ahlâk ise kudretli, dipdiri ve müessir olacaktır. Emir ve yasaklarını kayıtsız-şartsız ifa ettirecek gücü kolaylıkla kendinde bulacaktır. 923
İman ve Ahlâk: İman, mâhiyeti itibariyle birbiriyle bağlantılı birçok boyuttan teşekkül eder. Bu boyutların ahenkli ve uyumlu bir şekilde bir araya gelmesinden mutlak mânâda olgun, bütün iman oluşur. En genel anlamda iman iç (psikolojik) ve dış (fizyolojik) olmak üzere iki boyuttan meydana gelir. Psikolojik boyut zihinsel, duygusal ve iradi unsurların bir araya gelmesiyle teşekkül eder. Duygusal unsurların içeriği ise, sıdk, sevgi, korku (takvâ), fedakârlık, tam bir teslimiyet, ihsan (murâkabe), ihlas, yakin, güven gibi olgularla doludur. Dil ile ikrar ve amel (ibâdetler, ahlâkî davranışlar, hukuki münasebetler) ise, imanın dışa yansıyan tezahürleri olarak fizyolojik boyutu oluşturur.
İmanın hem psişik yapıya ait fenomenlerle (sevgi, korku, teslimiyet v.d.), hem de maddî varlığının ortaya konduğu her çeşit fiille ilişkisi vardır. İnsanın bütün fiilleri, psişik yapı tarafından ortaya konur. Bir iç akt olan iman, amellerin gerçekleşmesini sağlayan, başlıca faktör ve en köklü psişik fenomendir. İnsanın davranışları çoğu kere, bu iç fenomenin gerçekleşmesi anlamını taşır. 924
Kalbindeki inançlar doğrultusunda hareket etmek insanda fıtridir. İnanan bir mü’min de doğal olarak, davranışlarını daima inancına uyduracak ve inançlarıyla davranışları arasında uyum sağlamaya çalışacaktır. Nefsin istekleri, hevâ ve sosyal motivler, insanı inancına ters düşecek şekilde davranmaya sevk edebilir. Böyle durumlarda, kişinin tutum ve tercihini, inancının güçlülüğü veya zayıflığı belirleyecektir. 925
Beden kalbin isteğine ilgisiz kalamaz. Kalb iyi ise, yani iman kalbde bütünlük ve olgunluk arzediyorsa, beden kalbdeki imana uygun olarak eylemini yapacaktır. Çünkü fiziksel eylemler, daima psikolojik eylemleri izlerler. Psikolojik eylem iyi olursa, fizyolojik eylem iyi olur. 926
Bireylerin kalbî inanışları ile inanışa bağlı tutum ve davranışlar bütünlüğü
922] A. Tabbare, İlmin Işığında İslâmiyet, s. 221
923] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, s. 39-43
924] Mustafa Bilgin, Kur’ân-ı Kerim’de İlim İman İlişkisi, s. 152
925] Mazharuddin Sıddıkî, Semâvî Dinlerde İtikat ve Amel, Çev. Muhammed Han Kayani, Fikir Yayınları, İst., 1991, s. 45
926] İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Terc. Selahaddin Ayaz, Pınar Yayınları, İst., 1984, s. 212-213
AHLÂK
- 225 -
şeklinde gerçekleşmesi gereken iman eyleminde, objektif unsur olarak ameller terkedilirse, ortada sadece basit ve kısır bir duygu ile bilgi kalır. 927
“Psişik enerjimizin verimi olan duygu ve düşünceyi icra eden ancak hareket (action) olur. Esasında duygular bir nitelik (keyfiyet) olarak var olmakla beraber bunların şekil almaları ancak fiillerimizle mümkün olur. Burada diyebiliriz ki, hiç ibâdete başvurmayan insanın dindarlığı farazi ve hayalidir. Çünkü pasif bir durumda olan zihni hayatımız ancak hareketle objektifleşir, dıştan görülebilecek hale girer.” 928
Kur’ân-ı Kerim’de “iman” ile “amel” kavramlarının pek çok âyette yanyana, defalarca ve sık sık tekrar edilmesinin amacı, kalbi imanla, imanın dış boyutu arasındaki münasebetleri belirtmek, mutlak mânâda bir imanın kalbi ve amelî boyutların birleşerek oluşturdukları kompozisyondan meydana geldiğini vurgulamaktır.
İmanın dışa yansıyan amel (davranış, fiil) boyutu genel hatlarıyla ibâdetler, ahlâkî davranışlar ve hukuki ilişkiler şeklinde insan hayatında yer alır. Dolayısıyla gerçek, olgun, imanı bütün bir mü’min için, ahlâkî davranışlar imanın fizyolojik (dış) boyutudur. İmanın dışa yansıyan tezahürüdür. Yüce Allah ve onun emirlerine karşı kalbi sıdk, sevgi, takvâ, fedakarlık, tam bir teslimiyet, ihsan, ihlas, yakın dolu olan bir mü’minin ahlâkî tutum ve davranışları da inancı doğrultusunda şekillenecektir. Psikolojik açıdan mü’minin ahlâkî davranışı, onun kalbindeki imanın dışa yansımış şeklidir. 929
İbâdetler ve Ahlâk
İbâdetlerin asıl amacı, kul ile yaratıcı arasındaki mânevî bağı daima sıcak tutmak, kesintiye uğratmamaktır. İbâdetler, kulun doğrudan Yüce Allah’a karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerdir. Fakat ibâdetlerdeki mânevî havanın, ruhi annmışlığın, İlâhî nefesin insanın yaşadığı diğer alanlara, tutum ve davranışlara tesir etmediğini söyleyemeyiz, Abdest, gusül, namaz, oruç, infak gibi ibâdetler oluşturdukları mânevî havayı; insan ilişkileri, ticaret, bireysel tutum ve davranışlar gibi hayatın her sahasına yansıtırlar. Kur’ân-ı Kerim değişik vesilelerle ibâdetlerin insanın ahlâkî yani tutum ve davranışlarına tesir ettiğini vurgular. Fakat ibâdetlerin sırf birtakım ahlâkî faziletleri kazandırmak için meşru kılındığı şeklinde düşünceye saplanmak da ifrat teşkil eder.
A) Namazın Psikolojik Boyutları
Namaz Allah’ı anmak için kılınır. Namaz kılan kişi, Allah’ın huzurunda olduğundan gafil bulunmamalıdır. Yoksa kılınan namaz ruhtan yoksun, şekilden ibaret sayılır. Allah’a teslim olup O’nu düşünerek eda edilen namaz, insan ruhunu etkiler, onu iyiliklere yöneltir, kötülüklerden sakındırır. İnsan ruhunda hiç bir olgunluk ve değişiklik meydana getirmeyen namaz, hakkıyla eda edilmekten uzak, sadece bir alışkanlıktan ibaret kalır. 930
927] Neda Armaner, İnanç ve Hareket Bütünlüğü Bakımından Din Terbiyesi, M.E.B., İst., 1967, s. 46
928] Armaner, a.g.e., s. 47
929] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları. İstanbul, 1997: 9-10
930] S. Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst., 1988, VI/516
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Namazın verdiği bu ruh, mü’minin vicdanına öyle bir kuvvet yerleştirir ki, o kuvvet onu daima hayır işlere, iyiye ve güzele sevkeder, şer ve kötülüklerden, fuhuş ve münkerden sakındırır... Bizim, namaz kıldıkları halde ahlâken düşük ve davranışları bozuk gördüğümüz kimselere gelince, şunu hemen itiraf edelim ki, bu gibilerin kıldıkları namaz, ruhsuz cesetten başka birşey değildir. 931
“O Kitab’dan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette Allah’ı anmak, en büyük ibâdettir, Allah ne yaptığınızı bilir.”932 Vaktinde ve âdabına uygun şekilde eda edilen namaz insan ruhunda hikmetin doğmasına, tavır ve davranışlarında tecellisine vesile olur. Namazla İnsanın gönlü Rabbine bağlanır, Allah’a ulaşmanın zevkine erer. 933
“Onlar ki namaz kılarlar, zekât verirler ve onlar âhirete de yakinen inanırlar.”934; “Namazlara ve özellikle orta ikindi namazına devam edin. Allah’a gönülden boyun eğerek namaza durun.”935 Namaz kılmak ve Allah’la beraber olmak, keder ve üzüntülerden korur. Bu namaz özellikle ikindi namazıdır.936
Namaz insanı kötülükten, çirkin işlerden, sabırsızlıktan, cimrilikten alıkor. Namazda gönüllerini saygı ile Allah’a yöneltmeyenlerde namaz bir sonuç vermez, onlar gösteriş ve cimrilik gibi çirkin işlerini sürdürürler.937 Namazı sırf bir alışkanlık haline getirenler, onun ruhuna inmeyenler kınanmıştır: “Namazlarından gaflet eden şu namaz kılmayanlara yazıklar olsun! Onlar gösteriş yaparlar, yardım etmezler.” 938
Sıkıntı ve zorluklara karşı namaz bir kalkandır. Çünkü namaz ruh için kuvvetli bir gıdadır. Ruh kuvvetlenince bedensel acılar, yorgunluklar az hissedilir. Acı ve yorgunlukların tesiri yok denecek kadar azalır.939 Bundan dolayı Allah (cc.) buyurur ki: “Ehline, namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biz’iz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” 940
Namaz korku ve heyecan anında sihirli bir sakinleştirici, yatıştırıcı olarak takdim edilmiştir. Korkuya kapılanların en fazla ihtiyaç duydukları şey, Allah’ın zikriyle kalblerinin yatışmasıdır. Müslüman korku anında bile, Allah ile olan bağını kesmez. Savaş sırasında silahını yanına alarak, yüzünü düşmana dönüp namazını edâ eder.941 “Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.” 942
Namaz kul ile Allah arasında bir bakışmadır. Namaz, kalbin güç kazandığı,
931] Yusuf el-Kardavi, İbâdet, Terc. Hüsamettin Cemal, Muvahhit Yayınları, Trabzon, 1986, s. 287
932] 29/Ankebût, 45
933] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’lKur’an, Terc. M. Emin Saraç, vd., Hikmet Yayınları, İst., M/46
934] 31/Lokman, 4
935] 2/Bakara, 236
936] M. Mahmud Hicazî, Furkan Tefsiri, Terc. Mehmet Keskin, İlim Yayınları, İst., 1/190
937] Ateş, a.g.e, I/74
938] 107/Mâûn, 5-7
939] Hicâzî, a.g.e., IV/58
940] 20/Tâhâ, 132
941] S. Kutub, Fi Zilâli’lKur’an, III/419
942] 4/Nisâ, 101
AHLÂK
- 227 -
ruhun Allah’a bağlılığını hissettiği, nefsin dünya hayatının değerlerinden daha üstün değerler bulduğu bir rabıtadır. Namaz Allah yolunun yolcularına bir azık, çölde susuz kalanlara bir pınar ve tüm ümitlerin suya düştüğü sırada bir ümit ipidir. 943
Namaz tükenmeyen bir hazinedir, kalbi sükûnete ulaştırır, azim ve sebat verir. Sabır ipi yalnız namazla uzar ve namazla birlikte oldukça asla kopmaz. Namaz sabırla birlikte, tatlı yüz, iç huzuru ve güven telkin eder. “Nefsânî arzuları yenmenin, şehvani duyguları yok etmenin, hak yolunda azimle yürümenin, fesad ve zulümle cihad etmenin zorlaştığı zamanlarda insan oğlunun o ezeli ve ebedi güce sarılmaktan başka çaresi yoktur. Şu mahdut, fani hayatta yollar uzayıp, şiddetler artar, hedefe bakınca henüz ön belirtilere bile rastlamadığı ve ömrün zevale doğru yöneldiğini gördüğü zamanlarda elbette o bitmez, tükenmez İlâhî kuvvete sarılmak mecburiyetini duyar. Şer hareketlerin yayıldığı, hayır fiillerin gizlenildiği, ufukta ışık belirtilerinin görülmediği, yolda işaretlere rastlanılmadığı zamanlarda elbette yöneliş yalnız O’na olacaktır. İşte bu gibi dar zamanlarda namazın hüviyeti ortaya çıkar. Namaz, fani olan insanla, baki olan Allahu Zülcelal arasında bir bağdır. Namaz, bir zerrelik damlayla, bitmez tükenmez derya arasında buluşma zamanı ve yeridir. Namaz, kaynayıp coşan bir hazinenin anahtarıdır. Namaz, fani olan insanoğlunun bu daracık kara parçasının sahasından uçup, kâinatı ihata eden İlâhî kudretin sahasına süzülüşüdür. Namaz, kızgın çöl güneşinin altında, serin bir ağaç gölgesidir. Namaz, bir ilkbahar yağmuru ve bitmeyen meltemdir. Namaz, üzgün ve yorgun gönüllerin şefkatli bir el -İlâhî kudret- tarafından okşanışıdır.” 944
“Ey iman edenler, sabırla bir de namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.”945 İnsan, başı derde girdiğinde namaza yöneldiğinde ruhu açılır, ferahlık duyar. Huzur içinde abdest aldı mı kalbi yatışır. Rabbi’nin huzurunda el bağlayıp işini O’na tevekkül ettiğinde ruhu sonsuz bir hazza ulaşır. 946
“Sabırla, namazla (Allah’tan) yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah’a) saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir.”947 Namaz, gün boyunca, insanın yaptığı işleri kuşatırsa, onlara da ibâdet ruhu nüfuz eder. Gün boyu namazları edaya devam eden kişi, diğer İşlerini de aynı ruhla yapmakta ve bütün işlerini samimi bir niyetle Allah rızâsını umarak sürdürmektedir. Namaz devamlı bir süreç takip etmeseydi, insanın; Allah’la irtibatı ve ünsiyeti azalırdı. Kişiyi gaflet, sıkıntılı meşguliyetler, günlük işlerin doğurduğu huzursuzluklar sarar ve bu olumsuzluklar dünya işlerindeki ibâdet lezzetini giderirdi.948 Onun için namaz günün beş vaktini, beş stratejik noktasını birer nöbetçi gibi tutmuştur. “Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindi) ve geceye yakın üç vakitte gereği üzere namaz kıl. Doğrusu bu hasenat günahları yok eder. Bu, ibretle düşünenlere bir nasihattir.” 949
Namaz insana sorumluluk duygusunu kazandırır. Arzu ve emeller uzun
943] S. Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, I/144
944] S. Kutub, a.g.e., I/294-295
945] 2/Bakara, 153
946] Ateş, a.g.e., I/157
947] 2/Bakara, 45
948] Hasan Turabi, Namaz, Risale Y., Çev. Saim Eminoğlu, İst., 1987, s. 45
949] 11/Hûd, 114
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vadeli olabilir. Çeşitli nedenlerle kişi hedeflerini gerçekleştirmeye bir türlü yeltenemez. Azmi kırılır, gayreti azalır. Ama namaz kılan bir kimse, vaktinde ve gereği üzere, günler ve belirli saatler boyunca gevşemeyen ve durmak bilmeyen bir azim ve kararlılıkla namazın devamlılığından, vazifeye vefâ ve dikkat konusunda istifade eder. Böylece diğer işlerinde de devamlılık ve gayretini, hayatın bütün alanlarına yaygınlaştırma konusunda eğitilmiş olur. 950
Namaz kılan kişinin, dualarının kabulü ve işlerinde başarılı kılması konusunda Allah’a karşı görevi fazlalaşır. Bu sahadaki tereddüt ve şüphelerden arındıktan sonra kişinin iç huzuru, onu çalışmaya sevkeder, mücadele ve tevekkül duygularını artırır. 951
Namaz kılan insan, Allah’ın ipine sarılan insandır. Hayatın sıkıntı ve problemleri karşısında dayanıklıdır. Güvendiği ve dayandığı bu gücün varlığı, onu bu sıkıntılar karşısında ümitsizliğe düşmekten korur. Allah’ın yardımıyla başaracağı bir zamanın geleceğine inanarak yeise düşmez. 952
“Gerçekten insan haris ve cimri yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokundu mu, feryadı basar. Ona hayır (mal) isabet edince de, kıskanç olur. Ancak namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılanlar o kimselerdir ki, onlar namazlarına devamlıdırlar.” 953
Namazın, insanın sinir sistemini rahatlatıcı tesiri vardır. Gerginliği giderir, buhranları söndürür, ızdırapları dindirir. Namaz, sinir krizlerinin sebep olduğu uykusuzluk için yerinde bir tedavi sayılmaktadır. Namaz insan duygularını olumlu yönde etkiler. Bu duygular insan hayatını öyle bir huzur ve ruhu sükunet havasıyla kuşatır ki; bu, insanın fikren dinlenmesinde, duygusal rahatlık içinde hayatını sürdürmesinde sürekli yardımcı olurlar. 954 Belirli aralıklarla her gün tekrar tekrar kılınan namaz, bozulan ruh ve moral dengesini yeniden sağlar. İnsanı disipline ederek, iradesini kamçılar. 955
B) Kıbleye Yönelme Psikolojisi
Namaz kılanın bedeni, ruhu ve zihniyle günde beş defa yöneldiği kıble, müslümanın edindiği gaye ve yürüdüğü yol için bir istikamet ilham eder. Namaz kılan kişinin, kıbleye yönelmeyi, ondan yüz çevirmemeyi alışkanlık edinmesi bir tür psikolojik şartlanma eğitimidir. Bu eğitim müslümanın ruhuna yansır ve müslüman, gayesine sağlam bir iple bağlanmış, kendine doğru yolu ve yönü seçmiş olur. Doğru kıbleyi yakinen bildikten sonra, sapık akımlara kapılmaz. Kişinin bedeniyle şeklen kıbleye yönelmesi yeterli değil, aynı zamanda zihniyle de yönelmesi gerekir. Bu durum onun gaye olarak Allah’a, din ve yol olarak da İslâm’a sımsıkı sarılması neticesini doğurur. Bundan dolayı kıbleye yönelmek, müslümanın fikrî ve ameli istikameti için bir sembol kabuledilmiştir.956 Kıblenin en büyük rolü, bütün kıble ehlini birleştirmesi ve onları tek ümmet olarak birbirine bağlamasıdır. Namazın vesile olduğu bu müşterek yön, müslümanlar arasında kuvvetli
950] H. Turâbî, a.g.e., s. 55
951] Turâbî, a.g.e., s. 117
952] Turâbî, a.g.e., s. 120
953] 70/Meâric, 19-23
954] Abdurrezzak Nevfel, Kur’an ve Modern İlim, Çev. Hamit Ekber, Sönmez Neşriyat, İst., 1970, s. 188-189
955] Safvet Senih, İbâdetin Getirdikleri, Nil Y., İzmir, s. 71
956] Turabî, a.g.e., s. 58-60
AHLÂK
- 229 -
bir bağlılık düşüncesini oluşturur. Kâbe etrafında milyonlarca mü’minin kalbi birleşir. 957
Namazın özellliklerinden biri de kalp huzuruyla Allah’ın divanında durmaktır. Bu huzur, yalnız, namazın başlangıcından bitimine kadar tümünde sağa sola dönmeden, sabit bir yerde durarak ve tayin edilen bir yöne dönerek elde edilir. Şerefli bir yer kabul edilmiş olan Kâbeye bütün mü’minlerin yönelmeleri, aralarında ülfet ve birlik doğurur. Birbirlerini sevmelerine ve birbirleriyle anlaşmalarına yardımcı olur. 958
“İnsanlardan birtakım beyinsizler: “Onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da Allah’ındır, Batı da. Dilediğini doğru yola iletir. Böylece biz sizi insanlara şâhid olmanız için vasat (orta) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şâhid olsun. Senin yöneldiğin yönü (Kâbeyi) kıble yapmamız, Peygambere uyanları, iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenlerden (cayanlardan) ayırdetmek içindir. Şüphe yok ki bu, Allah’ın kendisini hidâyete erdirdiği kimseler dışında kalanlar için büyük (bir yük) tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah, insanlara şefkat ve merhamet edendir. Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Bunun için seni elbette hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nereden bulunursanız, yüzünüzü o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilenlere her âyeti (delil) getirsen de onlar senin kıblene tâbi olmaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onların bazısı da bazısının kıblesine uymaz. Andolsun, şâyet sana gelen bu kadar ilimden sonra onların hevâ ve isteklerine uyacak olursan, şüphesiz, o zaman zâlimlerden olursun.” Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bildikleri halde hakkı gizlerler. Gerçek Rabbindendir. Şu halde sakın şüpheye kapılanlardan olma. Her ümmetin, kendisine doğru yöneldiği bir yön (Kıble) vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışınız. Her nerede (sefere) çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Şüphesiz bu, Rabbinden olan bir haktır. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir. Her nereden (yola) çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı (kullanabilecekleri) delilleri olmaması için her nerede olursanız, yüzünüzü o tarafa çevirin. Onlardan korkmayın, benden korkun da; üzerinizdeki nimetlerimi tamamlayayım. Umulur ki hidâyete erersiniz.” 959
Tek olan kıbleye yönelme, kişiye bütün kabiliyet ve yeteneklerini bir noktada birleştirme alışkanlığı kazandırır, İnsan bütün işlerini ve hayattaki çalışmalarını bir yönde toplar ve gayesine doğru kademe kademe ilerler ve en uzaktaki hedefine varır. Güç ve kabiliyetlerini, gayret ve çabalarını bir istikamette toplayamayan, çeşitli yönlere dağılan ve yaşamları süresince bir gayeye ulaşamayan, dünyada gelişi güzel bir hayat sürüp, her zaman bir yoldan diğerine geçen insanlar hayatta başarılı olamazlar. Zamanın olaylarına ve problemlerine göre değişen arzuları arasında psikolojik bir çatışmaya girerler, yaptıkları boşa çıkar. 960
957] Turabî, a.g.e., s. 67
958] Konyalı, Mehmed Vehbi, Hulâsâtu’l-Beyan Fî Tefsîr’l -Kur’an, Üçdal Neşriyat, İst., 1976, I/245; Muhammed Ali Sâbûnî, Kur’ân-ı Kerîm’in Ahkâm Tefsiri, Terc. Mazhar Taşkesenlioğlu, Şamil Y., İst, 1984, I/105
959] 2/Bakara, 142-150
960] Turabî, a.g.e., s. 66; Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 11-18
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oruç Psikolojisi
Mü’minler orucu faydasından dolayı değil, Allah emrettiği için tutar. Ama şurası bir gerçektir ki, Allah’ın emrettiği şeyler insanın yararına olan şeylerdir. Oruçta da insan için biyolojik ve psikolojik pek çok faydalar vardır. Her şeyden önce oruç nefsin şehvetini kırar, önüne geçilmez ihtiraslarını ve taşkınlıklarını frenler. 961
Nefis insanın yaşaması, üremesi ve yaşam faaliyetlerini devam ettirebilmesi için yaratılmıştır. Fakat aynı zamanda insanlar nefsi dizginlemek, ona hakim olmak, onun zararlarından korunmak zorundadır. Dolayısıyla nefs-i emmare için bir takım baskı, kontrol ve düzenleme mekanizmalarına ihtiyaç vardır. İşte bunların başında oruç gelir.962 “Ey iman edenler, sizden evvelkilere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Ta ki, korunasınız.” 963
Oruç insanın duygu ve düşüncelerine saflık ve incelik kazandırır. İnsanı şefkatli, yumuşak huylu yapar.964 Sevgi, merhamet gibi duyguların açığa çıkmasına zemin hazırlar. Kalbleri yumuşatıp iman gereği iyi huyların canlanmasına aracılık eder. 965
Oruç insana sabırlı ve dayanıklı olma alışkanlığı kazandırır. Sıkıntılı anlarda, zor şartlarda, oruç tutan insan sıkıntılara karşı bağışıklık kazanmış durumdadır. Ama oruç tutmayan insanlar ise daha işin başında ruhen çökerler. 966
Orucun emredilmesindeki psikolojik hikmet nefsi terbiye etmek, sabra ve zorluklara dayanmaya alışmaktır. Oruçla insanın azim ve iradesi kuvvetlenir. Arzu ve isteklerine hakim olabilme kabiliyeti kazanır. 967
Oruç mânevî duygulan kuvvetlendirir. Ruh beden kafesine bürününce maddenin etkisinde kalıp hayvansal duyguların esiri olur. Oruçla insan açlığa alışırsa, maddi arzular zayıflar, rûhanî hisler kuvvetlenir, kalp gözü açılır. 968
Tokluk ağırlaşmaya, zihnî donukluğa, gönül darlığına sebep olur. Açlık ise bedeni rahatlatır, çeviklik ve zindeliği artırır. Zihni berraklaştırır, gönlü ferahlandırır.969 Vücudun açlığıyla. dimağın zindeliği artar. Tokluk tembellik ve ağırlık getirir.970 “Oruç tutmanız sizin hakkınızda hayırlıdır, bilirseniz.” 971
Oruçta sinir sistemi tam bir rahatlama içindedir. Bir ibâdeti yerine getirme mutluluğu insandaki gerilim ve bunalımları hemen hemen tümüyle yok eder. Bir ay boyunca ibâdet zevki ile huzura eren bilinçaltı sanki yıkanmış gibi sinir sistemindeki gerginlikleri silip götürür. Oruçlu bulunulduğu sürece cinsel arzulardan
961] Ateş, a.g.e., I/304; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, D.İ.B. Neşriyatı, İst., 1935, I/627
962] Ayhan Songar, Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İst., 1981, 41
963] 2/Bakara, 183
964] Ateş, a.g.e., I/304
965] Sâbunî, a.g.e., 1/180, Songar, a.g.e., s. 42
966] Ateş, a.g.e., I/304-305; Yazır, I/627-628
967] Sabuni, a.g.e., I/179; Hicâzî, a.g.e., I/135
968] Ateş, a.g.e., I/305; Uludağ, Süleyman, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, T.D.V. Y., Ankara, 1989, s. 87
969] Uludağ, a.g.e., s. 86
970] Nevfel, a.g.e., s. 210
971] 2/Bakara, 184
AHLÂK
- 231 -
uzaklaşmak da sinir sistemi üzerindeki pek çok olumsuz etkileri kaldırır. 972
“Oruç tutan kişi, sırf Allah’ın rızâsını tahsil için aç kalmaktadır, dünya nimetlerinden uzak durmaktadır. Meseleyi bu açıdan ele alırsak, orucun, sırf Allah’ın emridir diye, herhangi bir fayda, bir çıkar gözetmeksizin tutulması gerekir. Böylesine hasbi bir davranış, bu şekilde bir teslimiyet ve en büyük yerden gelen emre itaat ise insana, insan olma haysiyet ve şerefini taşıyan kimseye, insan olma hazzını duyan bir kişiye büyük bir ruhi huzur ve doyum verecektir. İşte bu noktada orucun en büyük faydası, paha biçilemeyecek kazancı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu, büyük bir ruh ve vicdan huzuru, borcunu ödemiş, vazifesini yapmış kimselerin eriştiği tatmin duygusudur.”
İnsan ruh ve bedenin birleşmesinden meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın rahat ve huzuru bu iki unsur arasındaki dengenin varlığına bağlıdır. Psikolojik açıdan araştırıldığında beden ve ruh arasındaki dengeyi sağlayan en kolay ve uygulanabilir vasıtanın oruç olduğu gözlenmiştir. İnsanın iradesini güçlendiren faktörlerin başında oruç geldiği görülmüştür. 973
Oruç ibâdetinde riya ve gösteriş bulunmaz. Bir kimsenin oruçlu olup olmadığının bilgisi Allah (c.c) ile o kişi arasındadır. Yalnız Allah’ın rızâsını umarak oruç tutan kimse, gizli-açık her nerede olursa olsun Allah’tan korkmayı ve sakınmayı, oruç vasıtasıyla öğrenir. Kişinin zihnine yerleşen, her yaptığı şeyin Allah tarafından bilindiği inancı ona vicdani bir rahatlık ve huzur verir. Böyle kimselerde ruhi bozukluklar ve dengesizlikler görülmez.974 “Oruç nesillerin ruhunda emanet duygusunun filizlenmesi için en hayırlı bir vesiledir. Yeni terbiye metodu, amelî yoldan çocuğu emin kılmaya önem verir. Bu arada oruca benzer bir yol mevcut değildir. Oruç, yemek ve içmeyi terketmeye bir davettir. Oruç tutanın gözetleyicisi ise, onun kalbidir. Dilerse yer, arzu ederse su içer ve Allah’tan başka kimsenin onu görmediğini bilir.” 975
Hac Psikolojisi
Hac ibâdetine bakıldığında onun, İslâm’ı ayakta tutan en güçlü sütunlardan biri olduğu görülür. Batılılar, haccın müslümanların kalplerini ne denli etkilediğini, müslümanlar arasındaki bağları ne derece güçlendirdiğini, dinî ruhu ne derece temizleyip arındırdığını bilirler. Zengin-fakir, idareci-idare edilen, işveren-işçi bir araya gelerek gönüllerini güçlendirirler, kalbleri-nin derinliklerinde İslâm’ı yenilerler, aralarındaki bağları kuvvetlendirirler. Orada hayır, mutluluk, rahat ve sükun bulurlar. 976
Hac ibâdeti insan sevgisini İslâm kardeşliğini geliştirir. Her insanın Allah katında eşit olduğu düşüncesini aşılayarak, insanların kibir ve gurura kapılmalarım önler. İradeyi güçlendirir, zorluklara karşı insanı sabırlı ve dayanıklı yapar. Nefse hâkim olmayı öğretir. Dini duyguların gelişmesine tesirde bulunarak, bu duygunun şuur haline gelmesine yardım eder. 977
972] Songar, a.g.e., s. 41
973] Celal Kırca, Kur’ân-ı Kerim’de Fen Bilimleri, Marifet Yayınları, İst., 1984, s. 138
974] Kırca, a.g.e., s. 138
975] Nevfel, a.g.e., s. 210
976] Hicazî, a.g.e., II/114
977] Kırca, a.g.e., s. 220
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hac ibâdeti; rengi, hedefi ülkesi ne olursa olsun bütün dünya toplantıları arasında mutlak güven, ruhi sükunet ve huzurun hakim olduğu yegane toplantıdır.978 Herkesin ihrama girmesi dünyadan giderken götüreceği kefeni hatırlaması, dünya hırsına kapılmaması içindir. İhram giymek, kişiye, zenginliğinden ve mevkiinden dolayı kimseyi küçümsememeyi, herkese karşı alçak gönüllü olmayı ilham eder, egoizmi giderir. 979
“Hacc bilinen aylardır. Her kim o aylarda kendisine haccı farz ederse; artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de azık edininiz. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey kâmil akıl sahipleri; Benden korkun.”980 Büyük-küçük her türlü günahtan sakınmak kişiyi Allah’a bağlayıp her şeyden vazgeçirir. Hacda mü’min dünya meşguliyetlerinden elini çeker. Allah’a bağlı bir ruh hali meydana getirmek için üzerindeki dikişli elbiseden soyunur. Kâbenin şerefine yakışır şekilde edepli tavır takınır. 981
Allah’ın kutsal kıldığı mekanlarda müslümanlar birbirleriyle tanışarak aralarında ülfet ve yakınlık tesis ederler. Hacca giden insan malını, bedenini ortaya koyarak, ailesinden dostlarından ayrılığa ve yolculuğun meşakkatlerine katlanarak bu İbadeti eda etmeye giriştiği için aynı zamanda sabretmesini de öğrenir. 982
Haccın amacı ruhu dünya düşüncelerinden arındırıp Allah’a yöneltmektir. Hacda başkalarını incitmek, gönül kırmak gibi şeyler yoktur. Hacı adayı azığını beraberine alarak gönül huzuru içinde ibâdetini ifaeder. 983
Hac, ferdî şuurun asgari seviyeye inip, içtimai şuurun azami sınıra eriştiği bir ibâdettir. Hacda oluşan içtimai heyecan ve coşku seline kendilerini kaptıran bireyler, cismani varlıklarından sıyrılarak toplum içinde erirler. Ferd olarak fâni, toplum olarak bâkî olurlar. 984
Hac ibâdeti müslümanın kalbini Allah sevgisiyle dolduran psikolojik bir eğitimdir. Mukaddes hislerin kaynaştığı mübârek beldede İslâm’ın azamet ve ihtişamını gören müslümanın Allah’a ibâdet aşkı artar. İşlediği günahlara pişmanlık duyar. Rasûlullah’a karşı sevgi ve bağlılığı artar. Dünyanın her tarafındaki müslümanlara karşı kardeşlik duyguları uyanır. İçinde dini kahramanlık meşalesi yanar. İslâm’ın yüce prensiplerine uyma istek ve gayreti artar. Mukaddes topraklar ve oraların hatırası... Haccın ayırıcı izleri ve bunların ruhlar üzerinde bıraktığı tesir... Cemaat kuvveti, onun düşünce ve davranıştaki tezahürü gibi insanın ruh dünyasında meydana gelen daha pek çok psikolojik tesirler... İşte bütün bunlar müslümanın ruhu üzerinde derin tesirler bırakmaktadır. Böylece müslüman, seyahatından tertemiz bir kalble, tertemiz bir yoldan hayır işlere karşı azimeti her zamankinden daha kuvvetli, şer kuvvetlerin tahrikine karşı daha sağlam bir halde döner... İşte müslümanın geçirdiği bu psikolojik eğitim, onun mânevî varlığını kuvvetle sarar ve kendisini yepyeni bir hayata kavuşturur. Adeta kendisini
978] Nevfel, a.g.e., s. 213
979] Mahir İz, Din ve Cemiyet, Med Yayınları, İstanbul,1982, s. 62
980] 2/Bakara, 197
981] S. Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an, I/408
982] Konyalı M. Vehbi, a.g.e., IX/3531
983] Ateş, a.g.e., I/347
984] UIudağ, a.g.e., s. 94
AHLÂK
- 233 -
yeni doğmuş bir çocuğa döndürür.” 985
Hac ibâdeti, “kitleler psikolojisi açısından ele alındığında insanın apayrı bir yönü ortaya çıkar. İnsan fıtraten medeni olduğu için, kitlevi bir yanı da vardır. Bu tarafının tatmin edilmesi gerekir. Yani ben inanç ve anlayışımda yalnız değilim. Benim imanımı takviye eden bu kadar deliller var. Dünyanın dört bucağından gelmiş, ayrı ayrı dilleri konuşan, ayrı ayrı renkten komutanından erine, devlet başkanından halkına varıncaya kadar aynı inancı paylaşan bu kadar insan, bembeyaz ihramlar içinde aynı zikri beraber yapıyor, Kâbe karşısında hepsi de aynı huzur ve huşu içerisinde... İşte bütün bunlar kitlevi yönümüzü iliklerimize kadar takviye eder. İmanımız sadece kendimize, kendi bulduğumuz ve duyduğumuz delillere münhasır kalmaz, Hacca gelenler sayısınca sanki kuvvet kazanıp güçlenir.” 986
İnfak Psikolojisi
Şüphesiz mal ve servet oldukça çekici ve tatlıdır. İnsan paraya çok tutkun ve düşkündür. Maddenin aşağıya çekip kendine yapıştığı bir İnsan yükselemez, melekut âlemine çıkamaz. Malın kirlettiği ruh ve kararttığı kalb, mânevî gerçekleri göremez, İlâhî sırları idrak edemez. Bunun için bir ruh temizliği, kalb arındırması gereklidir. Her hastalık kendi cinsinden bir şeyle tedavi edilir kuralı uyarınca, maldan gelen hastalık yine malla tedavi edilir. Bundan dolayı malın belli bir kısmının yoksullara verilmesi, hayır yolunda harcanması emredilmiştir. “İyilik yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; O’nun sevgisiyle malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolculara, düşkünlere ve kölelere hürriyete kavuşmaları için veren; namazı dosdoğru kılan, Zekâtı veren ve akitleştiklerinde akidlerine vefâ gösterenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar da bunlardır.” 987
“Allah, faizi mahveder. Sadakaları artırır ve Allah hiçbir günahkar kâfiri sevmez”988 Sadaka Allah’a ve âhiret gününe inanan mü’minin psikolojisinin bir göstergesidir. O başkasını kendisine tercih eden bir psikolojinin alâmetidir. 989
“Onlar ki namaz kılarlar, Zekât verirler ve onlar âhirete de yakînen iman ederler.”990 İnsan ruhunu yücelten Zekât, doğuştan gelen bencilliği yok eder. 991
“O halde ey iman edenler, yakınlığı bulunana, yoksula, yolcuya hakkını verin. Bu Allah’ın rızâsını isteyenler için daha hayırlıdır. Ancak bunlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış için verdiğiniz faiz Allah katında artmaz.”992 Zekât veren toplumlarda, bireysel olarak, insanlarda nezaket, hoşgörü, sevgi, fedakarlık, başkalarının hakkına saygı gösterme faziletleri gelişir. 993
985] Karadavî, a.g.e., s. 379-380
986] S. Senih, a.g.e., s. 188-189
987] 2/Bakara, 177
988] 2/Bakara, 276
989] Said Havva, el-Esâs fi’t-Tefsîr, Çev. M. Beşir Eryarsoy, Şamil Yayınevi, İst, 1989, II/176
990] 31/Lokman, 4
991] S. Kutub, Fî Zılâli’l- Kur’an, Xl/461
992] 30/Rûm, 38
993] Hicâzî, a.g.e., IV/274
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mü’minler gerçekten felâha ermişlerdir. Ki onlar namazlarında huşû içindedirler, onlar boş sözlerden yüz çevirirler. Ki onlar Zekâtlarını verirler.”994 Zekât kalbi temizler, cimrilikten arındırır. Şeytanın fısıldadığı fakirlik vesvesesinden insanı kurtarır. 995
“Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”996 İnfak, insanın hırsın, cimriliğin, egoizmin pençesinden kurtuluşu demektir. “Ne infak edelim?” diye sana soruyorlar. De ki: “Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlersiniz, şüphe yok ki, Allah, onu hakkıyla bilir.”997 Zekât toplumda psiko-sosyal yapıyı etkiler. Toplumun bireyleri arasında tesanüdü sağlar. Ayrılık fikirlerini şuurlardan siler.
“Psikolojinin verilerine göre, ruh sağlığının esası insanın sosyal hayata katılması, topluma faydalı olduğunu hissetmesine bağlıdır. Zekât toplumsal katılımın en canlı örneklerinden biridir. Yine psikolojinin verilerine göre, Zekât inananı mali ibâdete alıştırmak sûretiyle, onu ruhi bunalımlara, hatta intiharlara götüren mal tutkusunun esiri olmaktan kurtarır.998 İnfak eden yani veren insan kalbinde ve şuur altında bir rahatlama ve zevk duyarak mutlu olur. 999
Zekât, zenginlerle yoksullar arasındaki çekememezlik hastalığına tesirli bir ilaçtır. Zenginlerin fakirlere yardım ellerini uzatmasıyla, yoksulların zenginlere karşı duydukları kin ve nefretleri söner, gönülleri sükuna kavuşur.1000 Zekât vermek mü’minler arasında nefret ve düşmanlığın ortadan kalkmasına neden olduğu gibi, muhabbet ve dayanışma kapılarını açar. 1001
Zekât insandaki hasislik, pintilik, cimrilik gibi huyları giderir. Yerine, cömertlik ve iyilik duygularını getirir. Merhamet’ duygularını geliştirir, gönül zenginliği kazandırır, insanı inceltir, yumuşatır. Kalb katılığını giderir. 1002
“Günümüzdeki psikoloji bilginlerinin yaptıkları araştırmaya göre insanoğlu yapılan ihsanlara karşı bir gün mutlaka düşmanlık beslemektedir. Psikolojik bir vakıa olarak ihsanın karşılığı düşmanlıktır.
Psikoloji âlimleri buna sebep olarak şunu ileri sürmektedirler: Sadaka alan kişi verenin karşısında zaaf ve noksanlık hissetmekte ve bu duygu şuur altında yer ederek kendisini rahatsızlandırmaktadır. Kendisinden üstün olan kişiye karşı kin ve düşmanlık emareleri göstererek ondan daha üstün olduğunu kabul etmeye çalışmaktadır. Zira hep veren kişinin karşısında kendisinin küçüldüğünü ve zaafım kabul etmektedir. Veren kişi de daima karşısındakine karşı kendisinin üstünlüğünü izhar etmektedir. Bunun neticesi sadakayı alan kişi karşısındakine düşmanlık yapacak kadar nefsinin rencide edildiğini hissetmektedir.
Bu sayılan sebeplerin bütünü belki cahiliyyet cemiyetleri için doğru olabilir.
994] 23/Mü’minûn, 1-4
995] S. Kutub, a.g.e., X/300
996] 2/Bakara, 3
997] 2/Bakara, 215
998] Nevfel, a.g.e., s. 204
999] Halûk Nurbaki, Sonsuz Nur, Damla Yayınevi, İst., 1987. s. 168
1000] Hicâzî, a.g.e., 1/129
1001] Konyalı M. Vehbi, a.g.e., V/2043
1002] Uludağ, a.g.e., s. 92
AHLÂK
- 235 -
Ne yazık ki bu cemiyetler İslâm’ın ruhundan habersizdirler. İslâm’ın hükümlerini bilmezler. Fakat aynı iddialar bu din için mevzubahis değildir. Zira İslâm bu problemi daha başka şekillerde halletmiştir. Fertlerin gönüllerine mal ve mülkün Allah’ın ihsan ettiği rızıklar olduğu fikrini yerleştirererek bu probleme çare bulmuştur. Bu hakikat karşısında uzak ve yakın bütün rızıkların esas sebebini bilmeyenlerden başka kimse münakaşa etmez. Bütün rızıklar Allah’ın ihsanıdır ve oraya hiç bir insanının kudreti ulaşamaz. Bir buğday tanesinin yetişmesi için güneşten toprağa, havadan suya kadar bütün tabiat kuvvetleri birlikte emek sarf etmişlerdir. Ve bütün bunları var etmek insanoğlunun kudreti dahilinde olmayan şeylerdir... Bir damla sudan tutun da kâinatta mevcut olan her şeyi bu bir buğday tanesine kıyas edin. Mal sahibi bir şey infak etmişse Allah’ın malından infak etmiştir. Verdiği her sadaka Allah Teâlâ’ya verilen bir karzdır. Şüphesiz ki, Allah Zülcelâl onların karşılığını kat kat fazlası ile verir. Bunun karşılığında sadakayı alan mahrum kişi de Allah Teâlâ’nın kat kat ihsan etmesi için mal sahibine bir vasıtadır. İşte şu anda karşısında bulunduğumuz, İslâm âdâbı bu şuurun neticesinde ortaya çıkmıştır. Âyet-i kerime bir kat daha bu duyguyu gönüllere yerleştirmekte, veren kişinin üstünlük taslamamasını, alanın da horlanmamasını temin etmektedir. Çünkü her ikisi de Allah’ın rızkından yemektedirler. Veren kişi Allah’ın yolunda yine Allah’ın malını vermişse mutlaka bunun mükâfatını Allah’ın ind-i İlâhîsinde görecektir. Verirken de Allah’ın belirttiği bu edep tavrını takınmalıdır. Allah Teâlâ’nın kendilerinden almış olduğu ahde sadakat göstermelidirler.” 1003
Hz. Peygamber’in şu hadisinde belirttiği gibi güzel ahlâk, İslâm dininin temel hedefidir. “Ben ancak en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”1004 Şu âyet de bu konuyu teyid etmektedir: “Onlar, o mü’minlerdir ki kendilerine yer yüzünde iktidar verdiğimiz takdirde (zorbaların yoluna sapmazlar, bilakis) namaz kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a dönecektir.” 1005
Diğer bir âyette de şöyle buyurulmuştur: “Yüzlerinizi doğu veya batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere inandı, Allah rızâsı için yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve esaret altındaki kölelere mal verdi, namazı kıldı, zekâtı verdi. Antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar doğru yolda olanlar ve Allah’ın azâbından korunanlardır.” 1006
Güzel ahlâk, imanlı olmanın delili ve imanın meyvesidir. Güzel ahlâk olmadan imanın bir değeri yoktur, Hz. Peygamber bu hususa işaret ederek şöyle buyurdu: “İman; ümit ve temenni ile geçerli olamaz. Ancak kalpte yerleşir ve amel ile tasdik edilirse geçerli sayılır.” 1007
Hz. Peygamber’den “din nedir?” diye sorulunca O, şöyle cevaplamıştır: “Din,
1003] S. Kutub, Fi Zılâli’l - Kur’an, II/83-84; Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İst, 1997, 18-26
1004] Muvatta, Husnü’l-Huluk 8
1005] 22/Hacc, 41
1006] 2/Bakara, 177
1007] Deylemî; Müsned
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâkın güzel olmasıdır.”1008 “Kötülük nedir?” diye sorulduğunda ise şöyle buyurmuştur: “Ahlâkın kötü olmasıdır.” 1009
Kıyâmet gününde hayırlı ameller arasında kulun terazisinde en ağır gelen amel, güzel ahlâktır. “Kim, kötü huylu ise ve kötü işleri yapıyorsa nesebi ile yol alamaz. (Şerefli bir aileye mensub olması âhirette ona hiçbir fayda sağlamaz.)”; “Kıyâmet gününde mü’minin terazisinde hiçbir şey güzel ahlâktan daha ağır değildir. Muhakkak ki Allah, kaba ve ağzı bozuk kişiyi asla sevmez.” 1010
Güzel ahlâk, İslâm’daki ibâdetlerin meyvesidir. Mü”min güzel ahlâklı olmazsa yaptığı ibâdetler, -hiçbir kıymeti ve faydası olmayan- hareket ve ayinlerden ibaret kalırlar. Yüce Allah namazın faydaları hakkında şöyle buyurmuştur: “Namazı da kıl. Çünkü namaz, insanı kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyar.”1011 Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kimin namazı, onu kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymazsa, onun Allah’tan uzaklaşması artar.” 1012
Hz. Peygamber (s.a.s.) oruç hakkında da şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz oruçlu bulunduğu gün, kötü söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Şâyet birisi kendisine söver veya çatarsa, ben oruçluyum desin.” 1013
Hacc hakkında ise yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Hac bilinen aylardandır; (Şevval, Zilkade ayları ve Zilhicce ayından on gün). Kim o aylarda (ihrama girerek) haccı (kendine) farz ederse bilsin ki, hacda kadına yaklaşmak, günaha sapmak ve kavga etmek yoktur.” 1014
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bir hadiste: “Bir kimse hacceder ve hac esnasında kadına yaklaşmaz, kötü sözler söylemez ve büyük günahlardan çekinir, küçük günahları işlemekte ısrar etmezse o kimse, günahlarından arınarak annesinden doğduğu günkü gibi hacdan döner.”1015 buyurmuştur.
Müslümanın Özellikleri: Bir insanın ahlâk açısından gerçek müslüman olabilmesi için devamlı yapması ve kendisinden faydalanması gereken en önemli ahlâkî özelliklerden bazıları şunlardır:
Şüpheli şeylerden sakınmak: Müslüman kimsenin; Hz. Peygamberin (s.a.s.) emrine uyarak haramlardan sakınması ve şüpheli şeylerden sakınmasıve şüpheli şeyler hakkında ihtiyatlı hareket etmesi gerekir. Yüce Peygamberimiz bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Helâl belli haram bellidir. Fakat aralarında birtakım şüpheli şeyler vardır ki, bunlar helâl midir, haram mıdır, çok kimseler bilmezler. Şüpheli şeylerden sakınan kimse dinini de ırzını da kurtarmış olur. Her kim bu şüpheli şeylere düşerse harama düşer. Yasak bir yerin etrafında davarlarını otlatan bir çoban gibi, çok sürmez hayvanları içeriye dalabilir. Dikkat!.. Her padişahın kendine mahsus bir korusu vardır. Gözünüzü açın!.. Allah’ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı sellerden Biliniz ki; bedende bir et parçası vardır. O, yarayışlı olursa bütün beden yarayışlı olur, bozuk olursa bütün vücud
1008] Ebû Dâvûd, Edeb 124; Ahmed b. Hanbel, Müsned III/502
1009] Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 502
1010] Ebû Dâvûd, Edeb 7
1011] 29/Ankebût, 45
1012] Câmiu’s-Sağir, II/181; Taberânî
1013] Buhârî, Savm 2
1014] 2/Bakara, 197
1015] Buhârî, Hacc 4
AHLÂK
- 237 -
bozulur, işte o et parçası kalptir.” 1016
Haramdan kaçınmanın en yüksek derecesi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu hadisinde belirttiği derecedir: “Kul, sakıncalı şeylerden korktuğundan dolayı sakıncasız şeyi de bırakmadıkça müttakîler derecesine ulaşamaz.”
Gözleri haramdan korumak: Müslüman olan kimsenin, Allah’ın (c.c.) haram kıldığı şeylere bakmaması gerekir. Çünkü bakmak, şehveti celbeder ve insanı yavaş yavaş günah ve suç işlemeye sevkeder. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim lüzumsuz yere bakmamak hususunda mü’minleri uyarmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Mü’minlere de söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar...” 1017
Hz. Peygamber de (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Bakmak, şeytanın zehirli oklarından biridir. Kim, Allah korkusundan mahremi olmayan kimseye bakmayı terkederse, Allah ona öyle bir iman ihsan eder ki, onun tadını taa kalbinde duyar.” 1018
Başka bir hadiste de şöyle buyurmuştur: “Mutlaka gözlerinizi haramdan sakınmalısınız ve ırzlarınızı da behemehal korumalısınız. Aksi takdirde Allah, yüzlerinizdeki nuru çıkarıp sizi çirkinleştirir.” 1019
Dili korumak: Müslüman kimsenin; faydasız, saçma, çirkin, kötü sözler ve deyimleri kullanmaktan, gıybetten ve koğuculuktan dilini koruması lazımdır. İmam Nevevî bu konuda şöyle demiştir: “Dinin ve kanunun muhatabı olma çağına gelen kişilerin faydalı olduğu açıkça bilinen sözlerden başka, dillerini her türlü sözden korumaları gerekir. Konuşmak ve konuşmamak eşit olduğu zaman ve susmak daha faydalı olduğunda konuşmamak sünnettir. Çünkü mubah olan konuşma, bazen haram veya mekruh bir sözü söylemeye sebep olur. Normalde böyle konuşmalara çok tesadüf edilir. Susarak haram veya mekruh sözleri söylemekten kurtulmak gibi iyi ve faydalı bir şey yoktur.”
Dilin, insanın başına gelmesine sebep olduğu felaket ve belaları belirten birçok hadis, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilmiştir. Bu hadislerden birinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dillerinin biçtikleri faydasız sözlerinden başka bir şey insanları yüzükoyun cehenneme düşürür mü?”1020 Başka bir hadiste de: “Çok ayıplayıcı, lânet edici, fâhiş sözler söyleyen ve hayasızlık yapan kimse olgun mü’min değildir”1021 buyurmuştur. Konuyla ilgili diğer bir hadiste ise; “Kim çok konuşursa, hatası çok olur. Hatası çok olanın da günahı çok olur. Günahı çok olan kimseye cehennem daha layıktır.”1022 buyrulmuştur.
Utanmak (Hayâ): Müslüman kimsenin her zaman ve her durumda hayâlı olması lazımdır. Fakat hayası, onu doğruyu söylemekten alıkoymamalıdır. Başkalarının işlerine karışmamak, harama bakmamak, müslümanlara karşı mütevazı ve şefkatli olmak, alçak sesle konuşmak, rızkına kanaat etmek ve benzeri hareketler de hayâdan sayılır. Bir rivâyette; “Hz. Peygamber (s.a.s.), hayâ bakımından
1016] Buhârî, İman 39
1017] 24/Nûr, 30
1018] Buhârî, İmân 39; Hâkim, Müstedrek
1019] Taberânî
1020] Tirmizî, İman 8
1021] Tirmizî, Birr 48
1022] Beyhakî
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
perde arkasındaki bâkireden daha utangaçtı.”1023 diye bildirilmiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İmanın yetmiş yahut altmış bu kadar şubesi vardır. O şubelerin en faziletlisi: ‘lâ ilâhe illâllah / Allah’tan başka ilâh yoktur’ sözüdür. En aşağısı da yoldan gelip geçenlere eziyet verecek şeyleri atmaktır. Hayâ da imanın bir şubesidir.” 1024
Âlimler hayâ hakkında şöyle demişlerdir: “Hayânın hakikati şudur: Hayâ, kötülüklerden sakınmayı emreden ye hukukta hak sahiplerinin hakkını ödemekte kusurlu davranmayı men eden bir huydur.” 1025
Din ve Ahlâk
Din ile dünya birbirinden kopuk olmadığı gibi, ahlâk ile din de birbirinden ayrı şeyler değildir. Gerçi din ve ahlâk kavramları birbirinin eşit karşılıkları olmasalar bile ahlâkî ilkelerin dinin bir kısmına denk düştüğünü rahatlıkla düşünebiliriz. Ayrıca ahlâkın dinden farklı olduğunu söylemek de pek kolay gözükmüyor. Farklılığın bozuk din ve bozuk ahlâktan kaynaklandığını sanıyoruz.
Yaratma ve hüküm nasıl Allah’a aitse,1026 ahlâkî ilkelerin kökeni de dinî ve İlâhî’dir. Çünkü daha cennette Âdem ve eşine ahlâkî kurallar öğretmiştir. Tıpkı konuşmayı öğretmesi ve kural koyması gibi, tevbeyi de öğretmiştir. 1027
Bu nedenledir ki İlâhî buyruklara aykırı kurallar ahlâkî değildir. Çünkü hem ahlâkın kendisi olan vahye, hem de fıtrata aykırıdır. Kur’an, Peygamber’in getirdiği dinin büyük ahlâk olduğunu ifâde ederken,1028 Hz. Muhammed de (s.a.s.) “güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildiğini” belirtmektedir. Peygamberler hem din hem de ahlâk önderleridir; vahiy de bunun klavuz kitabıdır.
İlahî Ahlâk, İman
Tesbitlerimize göre ahlâk, kendisi tabiat içerisinde yer alan insanın tabiatıdır ve bu tabiata ait kurallar bütünüdür. Bu mânâda İslâm ise bu mükemmel ahlâkı oluşturmak için gönderilmiş fıtrat dinidir. Bunun anlamı, coğrafyanın zirvesinde yaratılan insanın bu önemli konumunu koruması için hem maddî hem de mânevî âlemin sahibi olan Allah’ın ona gönderdiği mesaja muhatap olmasıdır. Diğer bir ifâdeyle din, yaşadığı dünyanın mirasçısı (halifesi) olan insanın, o coğrafyada kaybolmasını (dalâlet) önlemek, anlamlar dünyasını korumak ve Yaratıcıyla bağını koparmasına engel olmak için gönderilmiş bir değerler sistemidir. Zira Kur’an (vahiy), insana uzatılan Allah’ın ipidir.1029 Tabii buna göre de vahyin rafa kaldırılması, insanın ipsizleşmesi anlamına geliyor. Kadim kültürümüzde ahlâka aykırı davranan insanlara “ipsiz” denmesinin nedeni bu olmalı: Çünkü bu İlâhî değerler sisteminden dışarı çıktığı zaman Âdemoğlu, şerefli mevkiinden aşağıların aşağısına yuvarlanmaktadır. 1030
1023] Buhârî, Menâkıb 23
1024] Buhârî, Hibe 35
1025] Fethi Yeken, Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, İslâmoğlu Y., s. 49-53
1026] 7/A’râf, 54; 6/En’âm, 57
1027] 7/A’râf, 11-27; 2/Bakara, 30-39
1028] 68/Kalem, 4-7
1029] 3/Âl-i İmrân, 103, 112
1030] 95/Tîn, 4-8
AHLÂK
- 239 -
Bu bağlamda ele alacak olursak iman, insanın Allah’la olan bağını koparmaması, canlı ve sağlam tutması anlamına geliyor. Tabii ki insanın Allah ile bağını gerçekleştirmesi (iman), kalp ve gönül bağı ile mümkün olmaktadır.
Daha açık bir ifadeyle iman, insanın savrulmasını önlemek için bağlaması gereken bir emniyet düğümüdür ve bunun takılacağı kanca, kalp ya da gönülden başkası değildir.1031 Bu bakımdan Kur’an imanın bir ahit, sözleşme ve şehâdet olduğunu müteaddit âyetlerde dile getirmektedir.1032 Vahyi terketmek, tahrif etmek veya şirk koşmak ahdi bozmak olarak değerlendirilmektedir. 1033
Şehâdet ve iftira kavramları iman kavramının anlamı konusunda önemli ipuçları oluşturmaktadır. Her şeyden önce şehâdet, Allah ve Rasûl’e imanın sembolik ifadesi olmuştur. İslâm’ın beş esasının ortaya konulduğu hadis bu ifâdeyle başlamaktadır.1034 Bu bağlamda şehâdet kelimesinin anlamı iki ayrı boyut kazanmaktadır. Bunlardan birincisi ontolojik mânâda Allah ile kul arasındaki sözleşmenin sahiciliğidir ki İslâmî öğretinin ezelî bir gerçeklik olduğunu, türedi bir iftira olmadığını tesbit eden bir durumdur. Allah’ın, âhiretin, vahyin ve Peygamber’in hakk (gerçek) olduğunu söylemek bu bakımdan anlamlıdır. Uydurma olan ise tevhidî gerçekliğe muhâlefet olarak ortaya çıkan şirk felsefesidir. Bu sebeple Kur’an şirki, Allah’a iftira olarak değerlendirmektedir.1035 Ayrıca İslâmî öğretinin Hz. Âdem’le, şirk felsefesinin de İblis’le başlatılması bu konudaki şüpheleri ortadan kaldırmaya dönük İlâhî ihbarlardır.
Din, dünyanın değer klavuzu, ahlâk bu kılavuzun içselleştirilmesi gereken eylem planı, iman ise bu sistemin özünü oluşturan bilinç bağıdır. Tersinden okuyacak olursak imansız bir ahlâk, ahlâksız bir din ve dinsiz bir dünyanın nasıl olacağını sormaya gerek yok. Dünyanın hali ortada.
Ahlâk ve İman: Şimdi imanî kavramların ahlâkî kavramlarla ilişkisini irdelemeye çalışalım.
1- Ahlâklılar İman Edebilir: Muhâtabımızın davranışındaki asâleti takdir edebilmek için o değerin bizde de bulunması gerekir. Aksi taktirde muhatabımızdaki güzel meziyet bizim için bir anlam ifâde etmeyecektir. Şöyle ki; Rasûl’ün emin olmasının önemini anlamak için emanetin önemine inanmak gerekir. Elinden dilinden kimsenin emin olmadığı, sözünde sâdık olmayan bir kezzap için peygamberin (s.a.s.) emin olmasının pek bir anlamı olmayacaktır. Rasûl’ün doğruluğunu ve vahyin (kitabın) hak olduğunu söylemem ve söylediğimin arkasında durabilmem için bizzat benim sâdık (doğru), dürüst ve güvenilir bir insan olmam gerekir. Hakkı ketm eden, doğruyu söylemeyi zül addeden, ama yalanı hayat haline getirmiş bir dalkavuğun İlâhî vahye şâhitlik etmesi, mümkün değildir. Çünkü hakka şahitlik etmek, yalanlayanların karşısında ve haktan yana olanların yanında yer almak anlamına gelir ki bunu ancak kişiliği bozulmamış ve ahlâkî olgunluğu yakalamış insanlar başarabilir. Kişilik kaybına uğramışların nifakı ile, dinden çıktıkları halde kendilerini hak dinin içerisinde sananların fıskı, ne imanla bağdaşır ne de ahlâkla. Yanlıştan kurtulmak, şahsiyetini düzeltmek
1031] 49/Hucurat, 14
1032] 7/A’râf, 1, 71, 178
1033] 2/Bakara, 40, 63, 64, 83, 84
1034] Buhârî, İman 1, 2; Müslim, İman 19, 22; Tirmizi, İman 3
1035] 4/Nisâ, 48
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve çevresiyle uyumlu olmak, İslâm kelimesinin kök anlamını oluşturmaktadır. 1036
İnsan tabiatına hakkı teslim etmek için sevgi, çirkinlik ve kötülükten sakınması için de nefret yerleştirilmiştir. Bu duygular iman etmenin ve küfrü reddetmenin de temelidir.1037 Kalbindeki güzel duyguları tersine çevirmiş bir ahlâksızın iman etmeyeceğini Kur’an, daha baştan belirleyerek dini yalanlayanların özelliklerini sayıyor ki bunların tamamı ahlâkın konusudur: Yağcılıktan hoşlanan, boşyere yemin eden, aşağılık rezil, herkesi kınayan ve laf taşıyan, iyiliğe engel olan, saldırgan, günahkâr, kaba, şerefsiz ve kendini güçlü gördüğü için Allah’ın âyetleriyle alay eden, tüm bu özelliklerine rağmen kendini doğru yolda sanan, herkesin emin bildiği Muhammed’i (s.a.s.) yanlış yolda gören kimseler. Ki o eşsiz insan dosdoğru yolda ve büyük bir ahlâk üzerindedir.1038 Allah’a temiz kalple gitmek, imanın ve kurtuluşun temelidir.1039 Selim kalp, küfürden arınmış kalp demektir.1040 Selim ve hâlim olanlar Allah’ın dinine teslim olmakla kalmıyor, bu teslimiyet de iman gibi gelişerek devam ediyor. 1041
Azgınlığın zıddı olan takvâ (sakınma ve korunma), nankörlüğün zıddı olan şükür kavramları da boyun eğme ve itaat anlamını içermektedir. Aynı zamanda sâdık, selim, emin kelimeleri gibi hem ahlâkî hem de imanî kavramlardır. İnsanın fıtratında nankörlükten nefret etme ve iyilik karşısında şükür ve minnet duygusu yer almaktadır. Şükürsüzlük, nankörlüğün (küfür) kalbe yerleşmesi ve hayatı istilâ etmesi sebebiyle ortaya çıkan ârizî bir haldir ve insanların çoğu bu durumdadır.1042 Şâyet öyle bir hastalık ârız olmadı ise maddî olsun mânevî olsun gördüğü iyiliğe insanın şükür veya teşekkür etmesi gerekir.1043 Kendisine yol gösteren birine insanın şükretmemesi veya minnet duymaması eğer insanlıktan çıkmadıysa mümkün değildir. İman bir şükürdür ve Allah da iman edenlere şükredeceğini vaad etmektedir.1044 Kulun iman etmesi ya da şükretmesi, görevi olduğu halde, Allah’ın da ona şükretmesi ne mükemmel bir tevazu ve ahlâk öğretisidir. Kaldı ki Allah’ın kuluna minnet borcu yoktur, sırf büyüklüğünün ve merhametinin bir sonucu olarak kuluna ihsanda bulunmaktadır.1045 Karşılık beklemeksizin insanlara iyilik ve yardımda bulunmak gibi bir erdemi, önemli bir ahlâk kuralı yapan da bu espridir. İnsanın sayamayacağı ve karşılığını ödemekle bitiremeyeceği nimetler karşısında nankörlük ve azgınlık etmeyip, iman ve itaat etmesi gerekir ki her ikisi de şükür demektir.1046 Ve de insanın nankörlük etmeyip şükretmesi gereken nimetlerin başında vahiy gelmektedir. Onu bırakıp bâtıla inanması veya hevâsına tâbi olması, nimete nankörlüğün daniskasıdır. Bu bakımdan inkâr ve şirk nankörlüğün en beteridir. 1047
1036] Zebidî, Tâcü’l-Arûs
1037] 49/Hucurat, 7
1038] 68/Kalem, 1-15
1039] 26/Şuarâ, 89; 37/Sâffât, 84
1040] Zebidî, Tâc
1041] 33/Ahzâb, 22
1042] 10/Yûnus, 60
1043] 7/A’râf, 58
1044] 4/Nisâ, 147
1045] 27/Neml, 40
1046] 14/İbrâhim, 34
1047] 29/Ankebût, 67
AHLÂK
- 241 -
Allah’ın dini, kul ile Allah arasında bir sözleşme ve bu da nimet olduğuna göre ahde vefa göstermek de şükrün ta kendisidir.1048 Ölünceye dek İlâhî öğüde teslimiyet ve inkıyad içinde olmak, Allah’ın ipine/nimetine bağlı kardeşler olarak yaşamak, hayra çağırmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak hem imanî, hem de ahlâkî görevimizdir.1049 Fıtratımızın parçası olan mârufu emr, fıtratımıza yabancı olandan (münker) sakındırmak imanın bize yüklediği insanî sorumluluğumuz değil mi? Ebeveynimize karşı ihsânı emreden, kötülüğü bile iyilikle savmayı öneren Kur’an’ın kendisi dahî muhsinler için hidâyet ve rahmet değil mi?1050 Allah’ın kendileriyle birlikte olduğu muttakîler, muhsinler değil mi?1051 Bu sebeple yönünü Allah’a teslim eden muhsinlerden, din yönünden daha güzel kim vardır?1052 Onlar sapasağlam bir kulpa yapışanlardır.1053 O halde dinen güzel olan ahlâken de güzel değil midir? İman etmek de, sâlih amel işlemek de ihsânın kendisidir.1054 Zaten hayatın ve ölümün yaratılışındaki maksadın hangimizin daha iyi davranış (amel) sergilediğini denemek olduğunu söylemiyor mu Kur’an?1055 Allah için, en güzel kıvamda yarattığı insanın en güzel şekilde davranmasını istemekten daha tabiî ne olabilir?1056 Durum bu olduğu halde, imanın kuvveden fiile geçmesinden başka bir şey olmayan davranışlarımızı, imandan ayrı değerlendirmek ne derece tutarlı olabilir?
2- İman, Davranışın Rûhudur: İslâm İlâhîyatında, iman-amel ilişkisine dâir yaygın kanaatler bir türlü netleşmemiştir. Genelde tartışmalar davranışların (amel), imandan bir parça olup olmadığı yönünde cereyan etmiş, imanın insanî bir eylem olduğu nedense çoğunlukla gözardı edilmiştir. Kanaatimce bunun nedeni eylemlerin tek tek ele alınması, bütüncül ve gayeci bir bakış açısından mahrum kalınmasıdır. Şâyet hükümler bütün olarak ele alınsa ve dinin aslî düşüncesini teşkil eden imanın gayesinin eyleme dönüşmek olduğu gözönünde bulundurulmuş olsaydı, tartışmalar böylesi bir kısır döngüye mahkûm edilmezdi. Allah’ın kurallarına âzamî ölçüde uygun davranmaya özen göstermiş bir insanın gafletle bir kusur işlemesini, ömründe bir defa Rahman’a dönmemiş, sadece sorarsanız müslümanım demiş bir insanın hayat tarzıyla aynı kefeye koymak, iman-amel tartışmasını insafın kapısına getirip koymuştur. Her davranışta insanın imandan çıktığını söyleyen Hâricî mantığının aşırılığı kadar, ne kadar günah işlersen işle imana bir şey olmaz diyen Mürcie mantığının da aşırılığı sözkonusu değil midir?
Böylesi karmaşık bir kafa yapısının kelâmcıları getireceği nokta ortada: “İman artar mı, artmaz mı ya da eksilir mi eksilmez mi?” tartışması... Allah, imanın ve teslimiyetin arttığını söyleyecek, mü’min bir insan da bu âyetlerin altında imanın artıp eksilmeyeceğini, ama kuvvetlenip zayıflayabileceğini konuşacak?! 1057
1048] 2/Bakara, 39-41; 5/Mâide, 7
1049] 3/Âl-i İmran, 100-104
1050] 2/Bakara, 83; 23/Mü’minûn, 96; 31/Lokman, 2-5
1051] 16/Nahl, 128
1052] 4/Nisâ, 125
1053] 31/Lokman, 22
1054] 5/Mâide, 93
1055] 67/Mülk, 2
1056] 95/Tin/4
1057] 33/Ahzâb, 22; 8/Enfâl, 2
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oysa artma kelimesi gelişmenin, eksilme kelimesi de gerileme ve zayıflamanın müradifidir. Allah’ın âyetleri kâfirin küfrünü ve tuğyânını artırıyor da mü’minin imanını neden artırmıyor, merak konusu.1058 Bunun nedeni açık: Amelin her parçasını imandan çıkarmaya yeter sebep gören Hâricî mantığından kaçarken, bütün kötülükleri işlemek durumunda bile imandan çıkılmayacağına hükmeden Mürcie pervasızlığını sergilemek. Bu noktada rahmetli Şâtibî’nin bütünlük ve gayelilik prensibini bir daha hatırlatmak durumundayım. Bir mekruhu işlemek veya bir müstehabı terketmek insanı günahkâr yapmaz, ama mekruhları toptan işleyip müstehapları toptan terk etmek günahkâr yapar. Bir haramı işlemek veya bir emri (farzı) ihmal etmek günahtır, ama haramları bütünüyle irtikâb etmekle emirleri toptan terketmek günahtan öte bir şeydir. Çünkü hükümler tikel olarak ayrı, tümel olarak ayrı hüküm giyerler. 1059
Ayrıca İslâm kelimesi, anlam genişliği nedeniyle bazen iman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılırken bazen davranışların da tamamını kapsayacak şekilde dinin genel adı oluyor.1060 Her ne kadar “iman ettik demeyin, İslâm olduk deyin” 1061 âyetinde İslâm, kelime anlamında kullanılmış ve iman kelimesiyle farklılık arzetmiş olsa da sonraki ıstılahî/terim anlamıyla imanı da kapsayacak şekilde hak dinin adı olmuştur. Dolayısıyla imanı ve ahlâkı bir potada eriten bir işlev kazanmıştır. Çünkü kelime; tevâzu, gönülden itaat ve boyun eğme anlamına geliyor. 1062
Hadisler de iman ile amellerin sıkı bağlantısını gündeme getirmektedir. Buhârî’nin İman Kitabı’ndaki (Kitabu’l-İman) bab başlıklarının yarısı, iman ve İslâm’dan olan davranışları ifâde ediyor. Burada Buharî birçok âyet ve hadisi zikretmektedir. İslâm’ın beş temelinden sadece birisi şehâdet, diğerleri amellerdir.1063 “Müslim, elinden ve dilinden diğer müslimlerin emin olduğu kimsedir.”1064; “İslâm’ın efdalı budur.”1065; “Hayâ, imandan bir şubedir.”1066; “Yemek yedirmek ve selâm vermek İslâm’ın hayırlı olanıdır.”1067; “Kendisi için istediğini kardeşi için istemek imandandır.”1068; “Peygamberi sevmek imandandır.”1069; “Cihad, namaz, oruç, zekât ve humusu edâ etmek imandandır.”1070 En ilginç olanı da “imanı amellerin en efdali” kabul eden hadis ve bunu temellendiren âyetlerin geçtiği bölümdür. 1071
Bu hadislerin senetleriyle ilgili tartışmayı konunun uzmanlarına bırakıyor ve diyorum ki; imanın amellerle ilgisinin olmadığına dair zayıf da olsa rivâyet edilen bir hadis var mı? Nasıl olabilir ki ihsan hem Allah’a ibâdet, hem de insanlara
1058] 5/Mâide, 24; 8/Enfâl, 2; 9/Tevbe, 124, 125
1059] Şâtıbî, Muvâfakat, c. I, s. 125, 126, İz Y., İst., 1993
1060] 39/Zümer, 22; 3/Âl-i İmrân, 19; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 14; 16/Nahl, 120-123
1061] 49/Hucurât, 14
1062] 2/Bakara, 121-132; 68/Kalem, 35
1063] Buharî, İman, bab 1
1064] Bab, 4
1065] Bab, 5
1066] Bab, 4, 6
1067] Bab, 6
1068] Bab, 7
1069] Bab, 8
1070] Bab, 26, 28, 30, 34, 40
1071] Bab, 18
AHLÂK
- 243 -
güzel davranmaktır.1072 Aslında iman ilkeleri, genelde görmeden iman etmeyi gerektiren gaybî meselelerdir. Allah, Âhiret Risâlet ve Melek gibi. Bunlar olmasa ne amel kalır ne ahlâk. Ama amel ve ahlâk olmayacaksa “Allah var” “Âhiret var” demenin ne mânâsı kalır?
Yapmadığımız şeyleri söylemeyi kınayan İlâhî buyruğa rağmen yaptığı çirkinlikleri mâzur göstermek isteyenlerin “kalbime bak” demesini haklı çıkarmaya hiç bir ilim adamının hakkı olmasa gerek. Çünkü içi başka, dışı başka insanlar; hem ahlâken, hem de iman açısından hoş karşılanmaz. Münâfıkları ahlâklı olarak değerlendirmek nasıl mümkün değilse, imanlı olarak değerlendirmek de imkânsızdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: İman; ahlâkı onarmayı, aslına uygun olarak yeniden inşâ etmeyi, onu güzel davranışlarla süslemeyi hedefleyen niyet, zihniyet ve kararlılığın adıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu, uyum, âhenk ve olgunluğu; kötü, çirkin, eğri, uyumsuz, düzensiz ve alçakça bir hayata tercih etmektir. Şeytanı dünyamızdan sürüp Allah’ı merkeze alan bir hayat sürmenin ilânıdır. İnsanın Allah’a, dünyanın insana âmâde olduğu bir anlayış ve yaşayışın kendisidir iman. İyi düşündüğümüzde anlarız ki, ahlâk da bundan ayrı birşey değildir. Hayatımızı hevâya, boş şeylere ve uydurma düzenlere değil de; Allah ve insan için anlamlı işler yapmaya adamak, iman kadar da ahlâkın gereği değil midir? En hayırlımız ahlâkça en güzel olanımız ise1073 ve bunda şaşılacak birşey yoksa; ahlâkça en iyimiz neden iman yönünden en mükemmelimiz olmasın?1074 Yoksa iman mükemmel olunca ahlâkın mükemmel olması gerekmiyor mu? Şâyet güzel ahlâkı sağlayan iman değilse, iman hiçbir zaman kuvveden fiile çıkamayacak hayâllerden ibâret sayılır.
Diyelim ki iman amel ile aynı şey değil veya ameller imanın bir parçası değil. Peki, imanın bir sonucu, hedefi veya göstergesi de mi değil amellerin bütünü. Bugün modern eğitimde bile öğretimin amacının davranış geliştirmek olduğunu biliyoruz. İnancımızı, zihniyet ya da düşüncemizi oluşturan iman ile onun eyleme geçirilmiş halinden başka bir şey olmayan ama aynı zamanda onu besleyen amellerimizin tamamının adı İslâm ise, -ki Cibril Hadisi de 5/Mâide, 85 âyeti de bunu ortaya koyuyor- ve de İslâmca en güzel olan ahlâkça en güzel olan ise,1075 ahlâk imanı da kapsayan bir sistemin adı değil midir? Veya İslâm, hem imanı hem de ahlâkı deruhte eden bir program değil midir? İmanca en olgunların, ahlâkça güzel olanlar olduğunu haber veren hadislerle1076; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim”1077 hadisi de, buna işaret etmektedir. Zaten ahlâkçıların nazarî ve pratik ahlâk ayrımı da bu sistemin inanç, felsefe, dünya görüşü ve güzel amellerden oluşan bir sistem olduğunu haber vermektedir.
Allah’ın fıtratına bağlı kimliğimizi korumak, deforme olduysa özüne döndürmek hem imanın, hem ahlâkın konusudur. Ve ahlâk da birkaç tane yüz kızartıcı suçtan kaçınmakla, suya sabuna dokunmamaktan ibâret değildir. Ahlâk;
1072] 16/Nahl, 90; 4/Nisâ, 36; Buhârî, İman, Bab, 37
1073] Buhârî, Edeb 38, 39
1074] Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4682; Ahmed bin Hanbel, II/185, 250
1075] Ahmed bin Hanbel, II/469, 481; V/89, 99
1076] Ahmed bin Hanbel, IV/385; Ebû Dâvud, Sünnet 14
1077] İmam Mâlik, Muvatta, Husnü’l-Huluk 8
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imanı, güzel ameli ve âhiret hesabını birlikte değerlendiren sistemin adıdır. Hukuk, bu sistemin sadece devlet gücüne dayalı olarak dünyevî yaptırımlarla uygulanan kurallarından ibarettir. Hukukçuların hemen hemen tamamının ahlâkı, hukukun kaynağı kabul etmesinin nedeni budur.
Muhammed (s.a.s.) Medine devletini gerçekleştirinceye kadar Mekke’de nâzil olan hükümler, genelde hukukî değil; ahlâkî hükümlerdir. Çünkü Mekkî hükümler küllî temel esaslar, Medenî yasama ise o küllî hükümlerin üzerine kurulan sınırlandırıcı ve tamamlayıcı esaslar olarak değerlendirilmektedir.1078 Örnek olması bakımından Mekke’de nâzil olan İsrâ sûresinde ahlâkî kurallar vaz’ ediliyor. Cimrilik, israf, fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesi, haksız yere cana kıymak, yetim malı yemek, verilen sözden dönmek, ölçü ve tartıda hile yapmak, mahrem kusurların ardına düşmek ve kibirli yürümek gibi davranışların çirkinliği ilân ediliyor, ama herhangi bir maddî ceza öngörülmüyor. 1079
Kur’an’ın ahlâkı öne alması, bugünkü müslümanların tebliğ faâliyetleri için önemli bir ilke sunmaktadır. Bu büyük sistem olmadan, ne hukukî, ne siyasî ve ne de ticarî bir sistem kurulabilir. Kurulsa bile Bolşevizm gibi 70 yılda sarsıntı geçirir. Çünkü ahlâk, hukukun temeli ve arkaplanıdır. Zira hukuk, ahlâkın en önemli kurallarını seçerek ödünç almış ve maddî yaptırımlarla uygulamaya adım atmıştır. Buna rağmen hukuk, velînimeti olan ahlâka yan baktığı an kendi kuyusunu kazmaya başlamış demektir.
Müslümanların çökmüş sistemlerini yeniden kurması gerekiyor. Bunu yaparken kendi insanını ciddi bir ahlâkî eğitimden geçirmesi gerekiyor. Ahlâkî umdeleri içselleştirmeden bir insana fıkıh/hukuk maddeleri ezberletmek yontulmamış insan üretmenin ilk şartıdır. Şâyet kelamî ve fıkhî araştırmalar yapacaksak, bunu ahlâkî bir öğreti dahilinde yapmamız lâzım. Bunun kaynağı Kur’an ve hayatın gerçekleridir. Rasûl’ün ve önceki ümmetlerin tecrübesi de önümüzdedir. Bugünkü dağınık ve pejmürde görüntümüz de bu sistem yokluğunun tipik ifadesidir.1080
“İyilik, yüzünüzü doğu ve batıya çevirmeniz değildir, ancak; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden; çok sevdiği malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalanlara, ihtiyacı olanlara ve kölelere veren; namazı kılıp zekâtı veren, yaptıkları anlaşmalara vefâ gösteren; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerin iyiliğidir. Sâdık (doğru) olanlar da, muttakî olanlar da işte bunlardır.” 1081
Müslüman İnsanın Ahlâkı: Hayatında, şahsiyetinde, konuşmasında, yatıp kalkmasında, çalışıp didinmesinde (birimlerinde) bulunması icab eden İslâm ahlâkından kısaca bahsedelim:
Dinin (İslâm’ın) olmadığı bir yerde ahlâkı konuşmak veya ahlâk aramak, deve dikenlerinin ekili olduğu tarlada pirinç aramaya benzer. Bir cemiyetin ahlâka kavuşması ve ahlâklanması için o ahlâkın vahye dayanması icabeder. Vahye dayalı olan bir ahlâk, hem hayatın ve hem de o hayatta yaşayan tüm insanlığı kuşatmış demektir.
1078] Şâtıbî, Muvâfakat c. 3, s. 41, 392
1079] 17/İsrâ, 28-38
1080] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 112-115
1081] 2/Bakara, 177
AHLÂK
- 245 -
O cemiyetin ve o cemiyette yaşayan insanların siyasetinin, hukukunun, iktisadının, nikâhının, eğitiminin, ticaretinin ahlâkı var demektir. İslâm’ı ve onun güzel ahlâkını kabul etmeyen bir toplum, ahlâksızlığın bataklığına saplanır ve o toplumun ahlâkı, ahlâksızlık olur. Tıpkı komünist rejimlerinin dininin dinsizlik olduğu gibi...
İslâm ahlâkından arındırılmış bir topluma konulacak kanunlar, yasalar tıpkı örümcek ağına benzer. Arıların rahatlıkla delip geçtiği, cılız sineklerin takılıp kaldığı örümcek ağına.
İslâm âlimleri müslüman ferdin, müslüman ailenin, müslüman cemiyetin ahlâkından bahsettiği gibi, bir de devlet ahlâkından bahsetmiştir. Devlet ahlâkının anlatıldığı bölümde, başkan ile tebaa arasında olması icab eden sıkı ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Yüzde doksan dokuzunun matematiksel ifade ile müslüman olduğu söylenen bir ülkede, halkının inancına saygılı olmak şöyle dursun, onların inancını, dinini tehlike gören bir başkasının bulunduğu yerde barıştan, huzurdan, saâdetten bahsedilebilir mi? Bir de bu başkanlar halkının dininin tehlikeli olduğunu ihbar etmek için ülke dışına gider, zavallı bir insan gibi yahûdiye şikâyet ederse, o yerde güvenden, birlikten, dirlikten konuşulabilir mi?
İşte halkı müslüman olan ülkelerin bulunduğu acı tablo budur. Konuyu fazla dağıtmadan ve uzatmadan, bir damla sudan yaratılan insanın taşıması ve yaşaması gerekli olan İslâm Ahlâkı mevzusu ile onu başbaşa bırakıyorum. 1082
İslâm Peygamberi (s.a.s.) dâvetindeki açık metod ve risaletin ilk gayesini şu hadisiyle ilan etmiştir: “Muhakkak ki ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” 1083
Böylece, risâletin, tarihi hayat akışı içerisindeki yerini belirlemiş oldu. Risâlet sahibi (s.a.s.) nübüvvet nurlarını etrafa yaydı. Faziletleri neşretmeye, kemâl ufuklarını aydınlatmaya uğraştı ki, insanlar hakikate aydınlıklar içinde akın yapsınlar. İslâm’da teşrî edilen ve iman edilmesi gereken rükünler, körü körüne inanılması gereken şiarlar değildir. İslâm, insanı kapalı ve mânâsız amellerle mükellef kılmamıştır.
Hayır, hayır! İslâm’ın farz kıldığı bütün ibâdetler kişiyi sağlam bir ahlâkla yetiştirmek için tekrarlanan alıştırmalardır. İslâm, aynı zamanda durumlar ne kadar değişirse değişsin, insanın bu ahlâka sarılmasını da temin eder.
Bu ibâdetler kişinin isteyerek sarıldığı, beden ve hayatının rahatlaması için devam ettiği riyâzî temrinlere benzer. Kur’an ve Sünnet bu hakikati açıkça îzah eder. Namazın hikmetini îzah ederken, Kur’an “(Namazı kılın) şüphesiz ki namaz kötülükten ve münkerden alıkor”1084 buyurur. Evet... Rezilliklerden uzaklaşmak, kötü amel ve sözlerden temizlenmek namazın hakikatidir. Yine bir rivâyette: “Namazı; ancak azametim karşısında eğilen, kullarıma kibir taslamayan, isyanda ısrar etmeyen, gündüzleri zikrimle geçiren, miskin, yolda kalmış, dul ve musibetzedelere merhamet edenlerden kabul ederim “1085 buyurur Yüce Mevlâ...
1082] Abdullah Büyük, Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâli, Takdim
1083] Mâlik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 8, II/553
1084] 29/Ankebût, 45
1085] Bezzâr
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zekât; ceplerden alınan vergi ve haraç değil, bilakis o, şefkat ve merhamet duygularını uyandıran, çeşitli tabakalar arasında ülfet ve muhabbeti sağlayan bir araçtır. Kur’an zekâtın hikmeti hakkında da: “Onların mallarından sadaka (zekât) al ki bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, (mallarını ve hasenatlarını) bereketlendirmiş olasın”1086 buyurur. Nefsi cimrilik pisliğinden temizlemek, cemiyeti de daha yüce bir seviyeye çıkarmak zekâtın birinci hikmetidir. Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) müslümanın vermekle yükümlü bulunduğu “Sadaka” kelimesinin şümulünü çok geniş tutmuş ve: “Müslüman kardeşinin yüzüne tebessüm, iyiliği emr, kötülükten menetmen, yolunu şaşırmışsa yol göstermen, yoldan; taş, diken, kemik vs. şeyleri temizlemen, kovandan müslüman kardeşinin kovasına su dökmen, görmeyene rehberlik etmen (hep) sadakadır “1087 buyurmuştur.
Asırlarca kin ve düşmanlık içinde yaşamış bedevi bir topluma bu tâlimat, İslâm’ın hedeflerini bildirmeye kâfidir. O, bunlarla bütün insanlığı karanlık câhiliyyet hayatından nura çekmiştir. Oruç da böyledir. İslâm oruca, belirli bir vakit için bir takım arzu ve isteklerinden mahrum kalmak nazarıyla bakmaz. Bu hususu Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle açıklar: “Kim yalan söz(leri) ve onunla amel etmeyi terk etmezse, Allah’ın onun yeme ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.”1088; “Oruç, yeme ve içmeyi terk ile değil, ancak o; kötü söz ve benzeri şeylerden yüz çevirmek iledir... Birisi sana sataşır veya cehalette bulunursa ‘Ben oruçluyum’ de.”1089 Kur’an orucun semeresini şöyle zikreder: “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç sizlere de farz kılındı. Umulur ki (kötülüklerden) korunasınız.” 1090
Kişinin; İslâm’ın varlıklılara farz kıldığı ve mukaddes beldeye sefer yapmakla yerine getirilebilen hac ibâdetini gaybî (hikmeti bilinmeyen) bir ibâdet kabul etmesi büyük hatadır. Zira Kur’an bu İslâm şiarından şöyle bahseder: “Hac (ayları) bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda) haccı (kendisine) farz eder (ihrama girer) se artık hacda kadına yaklaşmak, günah yapmak, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (Âhiret için veya hac seferine yetecek miktarda) azıklanın. Muhakkak ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ve ey kâmil akıl sahipleri! Benden korkun.” 1091
İşte bunlar toplu olarak İslâm’ın bazı meşhur ibâdetlerinden misallerdir. Bu ibâdetler İslâm’ın temel rükünleri olarak ta bilinmişlerdir. Bunlarla ahlâk arasında kopmaz bağlar vardır ki, onları da îzah edeceğiz.
Zikredilen ibâdetler mâhiyet itibariyle ayrı ayrı görünüyorlarsa da, cevher olarak, Rasûlullah’ın (s.a.s.) beyan ettiği şu gaye etrafında birleşirler: “Muhakkak ki ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
Namaz, oruç, zekât, hac vb. ibâdetler, insanı arzu edilen kemâle erdiren, hayatını temizleyen ve değerini yükselten ruhî nezâfet için basamaklardır. Bu özelliklerden dolayı bunlara İslâm’da büyük yer verilmiştir. Kişi bunlarla kalbini tezkiye edip, özünü temizlemez, Allah ve insanlarla arasını düzeltmezse uçuruma gidiyor sayılır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Her kim Rabbine suçlu olarak varırsa hiç şüphesiz ona cehennem var. O, orada ne ölür (rahata kavuşur) ne dirilir (fayda
1086] 9/Tevbe, 103
1087] Buhâri, Edeb 33
1088] Buhârî, Zübdetü’l-Buhârî, I/277
1089] İbn Huzeyme, İbn Mâce, Sünen IV/593
1090] 2/Bakara, 183
1091] 2/Bakara, 197
AHLÂK
- 247 -
görür). Kim de ona iman etmiş, sâlih amellerde bulunmuş olarak gelirse işte onlar, onlar için de en yüksek dereceler, Adn cennetleri vardır ki, altlarından ırmaklar akar. Orada ebedi kalıcıdırlar onlar. İşte günahlardan (isyandan) temizlenen kimselerin mükâfatı.” 1092
Ahlâk Zaafı, İmanın Zaafına Delildir
İman; kişiyi iyiliklere yönelten ve kötülüklerden alıkoyan bir kuvvettir. Bunun içindir ki Allah (c.c), kullarını iyiliğe dâvet, kötülükten men ederken bunu kalblerdeki imanın bir gereği kılan Kur’an’da bunun misalleri pek çoktur.
Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarına “Ey iman edenler” diye başlayan emirler vermesi ve onlara “Allah’tan sakının ve sâdıklarla beraber olun”1093 buyurarak imanlarına hitap etmesi inanç ve aksiyon arasındaki bağı göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Risâlet sahibi (s.a.s.) güçlü imanın mutlak olarak güçlü ahlâkı gerektirdiğini, ahlâksızlığın iman za’fından veya yokluğundan neticelendiğini îzah buyurmuşlardır. Rasûlullah (s.a.s.) arsızı, kötü yolda olanı, rezalete bulaşanı, kimseden hayâ etmeyeni şöyle vasıflandırmıştır: “İman ve hayâ birbirine bağlı ve eşittirler. Biri gidince diğeri de gider.” 1094
Komşusunu inciten, onlara kötülük edenler hakkında İslâm şiddetli hükümler koymuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Allah’a yemin olsun ki iman etmemiştir! (Bunu üç kez tekrarlamış ve): “Kim, ey Allah’ın Rasûlü?” denilince de: “Komşusu, kötülüklerinden emin olmayan”1095 demiştir.
Rasûlullah’ı (s.a.s.), etbâına bâtıldan yüz çevirmeyi hurafe ve gevezelikten uzaklaşmayı emrederken şöyle buyurduğunu görürsün! “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır söylesin, ya da sussun.”1096 İşte, Allah Rasûlü (s.a.s.) imanın kemâl ve sadâkâtına güvenerek, semeresini verinceye kadar faziletleri empoze etmeye, böyle davranıp devam ediyordu.
Böyle olmasına rağmen cemiyetimizde dindar sayılanların bir kısmı, ibâdetlerin îfa edilmesini, bunların tatbikini çok kolay görmektedirler. Böyle görmelerine rağmen, bunlar, aynı zamanda gerçek iman ve güzel ahlâkın hilâfına bazı amellerde bulunurlar. İşte bunlar; ibâdetlerin ruhuna erişmeyen, zirvesine varamayan, ancak şeklen ve taklid icabı yapan kimselerdir. Nice çocukların namaz hareketlerini gördükleri ve duydukları şekilde yapabildikleri gibi... Nice tellalların hac menasikini yapmacık bir tevazu ile yapabildikleri gibi... Tabii ki bunlar sağlam inanç ve yüce maksatlar için kâfi değildir. Doğru bir istikametle fazilet derecesinde bir hüküm verebilmek için şaşmaz bir mihenk gerek, o da yüce ahlâktır...
Bu konuda Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu vârid olmuştur: Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü! Falan kadın namaz, oruç ve sadakayı çokça yerine getirmekle anılıyor. Ancak o, diliyle komşusuna eziyet ediyor” dedi. Rasûlü Ekrem (s.a.s.): “O, ateşliktir,” buyurdu. Sonra adam devamla: “Falan kadın da az namaz kılıp, oruç tutup,
1092] 20/Tâhâ, 74-76; Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, Ribat Y., 1-4
1093] 9/Tevbe, 119
1094] Hâkim, Taberâni, K. Sitte 17/582
1095] Buhârî, Edeb 29
1096] Buhârî, Edeb 31, 85
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
peynirden de (büyük miktarda) sadaka vermekle anılıyor. Fakat komşularına eziyet etmiyor “ deyince, Allah Rasûlü (s.a.s.): “O da cennetliktir”1097 buyurdu.
Bu cevap yüksek ahlâkın kıymetini takdir etmekte ve aynı zamanda sadakanın da içtimâi büyük bir ibâdet olduğunu îzah etmektedir. Sadakanın faydası başkasına da sirâyet ettiği için namaz ve oruçta az miktarın farz olunması, sadakada farz kılınmamış ve az bir miktar ile yetinilmemiştir. İslâm Peygamberi ahlâk ile gerçek iman ve ibâdetin alâkasını beyan etmekle ilgili suale cevap vermekle yetinmemiş, bilakis ahlâkı dünya ve âhiret salahı için esas kılmıştır. Bundan dolayı ahlâk meselesi önemli bir konudur. Fikir ve akidede iyice yerleşmesi için devamlı irşad ve aralıksız nasihata ihtiyaç vardır. İman, salâh ve ahlâk birbiriyle iç içe ve birbirine bağlı unsurlardır. Birini diğerinden ayırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashâbına: “Müflis kimdir, bilir misiniz?”diye sorar. Ashâb: “Bize göre o, para ve eşyası olmayandır” deyince Rasûlü Ekrem: “Müflis; ümmetimden namaz, zekât ve oruçla gelen, fakat bununla beraber, şuna sövmüş, buna iftira etmiş, diğerinin malını (gasbetmiş), başkasının kanını akıtmış ve bir başkasını da dövmüştür. Tüm hak sahiplerine onun hayırları verilir. Üzerindeki borcu tükenmeden hayırları tükenir ve alacaklının günahlarından ona yüklenir ve sonra da ateşe atılır.” (İşte esas müflis budur)1098 buyurur.
Evet, işte müflis budur. Bu, bin liralık mala sahip olup üzerinde iki bin liralık borç olan kimse gibidir. Nasıl olur da bu miskin, zengin sayılabilir? Bazı ibâdetleri yapan ve dindar görünen biri, bunun yanında da kötülük aracı, asık suratlı ve zulümle iç içe olursa nasıl takvâlı bir insan sayılabilir? Rasûlullah (s.a.s.) bu durumla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır: “İyi ahlâk suyun buzu erittiği (veya buzun suya dönüp eridiği gibi) günahları yok eder. Kötü ahlâk da sirkenin balı bozduğu gibi (iyi) amelleri mahveder “ 1099
Zarar ve çirkefliğiyle tüm rezaletler birinde bulunursa, bu insanın dini, elbisenin vücuttan çıkarıldığı gibi çıkar gider. Böylesine iman iddiası da yalan sayılır. Ahlâktan yoksun bir imanın ne kıymeti var ki! Allah’a bağlanmak iddiasıyla birlikte bu fesadın mânâsı nasıl îzah edilebilir?
İmanla ahlâkın bu açık alâkası hususunda Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kimde üç haslet bulunursa o münâfıktır. İsterse namaz kılsın, oruç tutsun, umrede bulunsun ve ‘Ben müslümanım’ desin (değişmez): Konuşunca yalan söylerse, Vaadini yerine getirmezse, Emânete hıyanet ederse.” 1100
Başka bir rivâyette de: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, vadini bozar, emanete hiyânet eder. Bunları yaptıktan sonra, ister namaz kılsın, oruç tutup müslüman olduğunu da iddia etsin (değişmez).”
O (s.a.s.), yine şöyle buyurmuş: “Kimde dört haslet varsa o hâlis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu terkedinceye kadar onda bir münafıklık alâmeti var demektir: Emanete hiyânet eder, Konuşunca yalan söyler, Söz verdiği zaman tutmaz, Mücadele ve düşmanlık yaptığı zaman haktan ayrılır.” 1101
1097] Ahmed b. Hanbel; İhyâ, III/116
1098] Müslim, Kitâbu’l-Birr ves-Sıla 59
1099] Beyhakî; İhyâ, III/119
1100] Buhârî, K. İman
1101] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, Ribat Yayınları: 5-8
AHLÂK
- 249 -
Daha Güzel Bir Âleme Doğru: Şimdiye kadar bahsettiğimiz prensiplerden anlıyoruz ki, İslâm, beşeriyeti büyük adımlarla fazilet ve edeble yoğrulmuş bir hayata götürüp, bu hedefe ulaştırıcı tüm sebepleri de risaletin temel prensipleri kabul eder. Aynı zamanda bu sebepleri ihlal eden vasıtaları da risâletten çıkma ve uzaklaşma olarak telakki eder. Ahlâkî meseleler kişinin uzak kalması mümkün olan meseleler değildir. Bilakis onlar dinin razı olduğu ve hürmetle karşıladığı hayatın esaslarıdır.
İslâm tüm faziletleri tek tek sayıp mensuplarını onları işlemeye teşvik etmiştir. Peygamber’in (s.a.s.) iyi ahlâkla bezenmeyi emreden sözlerini toplarsak, hiçbir ıslahatçı liderde bulunmayan bir eser meydana getirmiş oluruz. Bu faziletlerin tafsilatına ve ayrı ayrı anlatımına geçmeden, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) iyi ahlâk ve davranış güzelliğine yaptığı sıcak ve manalı dâvetinden bazı bölümler sunmak istiyoruz... Şüreyk oğlu Üsâme anlatıyor: “Bizler Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında iken sanki başımızda kuşlar varmış gibi hareketsiz otururduk. Kimseden ses seda yok! Tam o esnada bir grup insan gelip: “Allah’a en sevimli kullar kimlerdir,” dediler. O da: “Ahlâkça en iyi olanları”1102 buyurdu. Bir başka rivâyette: “İnsana verilen en hayırlı şey nedir?” denilince: “Güzel ahlâk.”1103 buyurdu. Yine şöyle buyurdu: “Hayâsızlık ve edepsizliğin İslâm’da yeri yoktur.” 1104
“Sizin en hayırlınız ahlâkça en iyi olanınızdır “ yine: “imanı en kâmil mü’min kimdir ?” diye sorulunca: “Ahlâkı en iyi olandır.”1105 buyurmuşlardır. Yine Abdullah b. Amr şu hadisi nakleder. Allah Rasûlü (s.a.s.): “Size bana en sevimli olup, kıyamette bana en yakın olanınızdan haber vereyim mi? diye iki veya üç defa tekrarladı. Ashâb: Buyurun söyleyin ey Allah’ın Rasûlü deyince: “O, ahlâkça en iyi olanınızdır.”1106 buyurdu. Yine: “Kıyamet gününde mü’minin mizanında iyi ahlâktan daha ağır birşey yoktur. Allah (c.c.) hayâsız ve arsızdan hoşlanmaz. Muhakkak ki, iyi ahlâk sahibi, namaz kılan ve oruç tutanların derecesine nâil olur.”1107 buyurdu.
Bu açık ifade, ahlâkı ıslah etmeye çalışan bir filozoftan sâdır olsaydı pek acayip olmazdı. Esas garip olan, bir dinin peygamberinden sâdır olmasıdır. Zira dinlerin önemi sadece ibâdetlerde düğümlenir sanılır, İslâm peygamberi (s.a.s.) bir yandan insanları çeşitli ibâdetlere dâvet edip, düşmanları karşısında devletini cihad üzerine ikame ederken, diğer yandan da ümmetinin kıyamet gününde terazilerinde en ağır gelecek amelinin iyi ahlâk olduğunu vurgulamıştır ki, bu bile İslâm’da ahlâkın önemine delâlet etmeye kâfidir.
Nice dinler vardır ki, “sadece belli bir akideye sarılmakla günahlar affolunur veya belli ibâdetleri yapmakla hatalar silinir, prensibine inanır. Ama İslâm böyle demiyor. O, akideyi, iyilikleri işlemeye ve vecibeleri eda etmeye teşvik eden itici bir kuvvet kabul eder. O, ibâdeti kötülükleri silen bir araç, kemâle ulaştıran bir hazırlık addeder. Yani kötülükleri, kişiyi yücelten iyilikler yok edebilir.
Bu esaslar çerçevesinde Rasûlullah (s.a.s.) ümmetine ahlâkın değerini küçümsemeyecekleri derecede kemale ulaşmalarını temin ettirinceye dek bu gerçekleri
1102] İbn Mâce, Zühd 31, h. no: 4259; Taberâni
1103] İbn Hibbân; İhya, III/118
1104] Tirmizî, K. Birr ve’s-Sıla 41
1105] İbn Mâce, Zühd, 31; Taberânî
1106] Ahmed bin Hanbel; Hindî, Kenzu’l-Ummâl, II/139
1107] Ahmed bin Hanbel, Hindî, Kenzü’l-Ummal, II/139
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pekiştirip öğretmek için ısrar etmiştir. Enes (r.a.) şu hadisi rivâyet eder: “Kul iyi ahlâk sayesinde âhirette büyük derecelere ve en büyük makamlara erişir. Hâlbuki o, dünyada iken ibâdetinde zayıf sayılırdı. Yine o, kötü ahlâkı sebebiyle cehennemde en aşağı dereceleri boylar.”1108 Âişe (r. anhâ)’dan: “Mü’min iyi ahlâkı sayesinde gece namaz kılan ve gündüz oruç tutanların derecesine ulaşır.”1109 Bir diğer rivâyette; “gündüz” ve “gece” kelimeleri yoktur. İbn Ömer’den: “İbâdetinde mûtedil olan mü’min iyi ahlâk ve üstün huyu sebebiyle çokça oruç tutan ve Allah’ın âyetlerini tatbik edip namaz kılanların derecesine ulaşır.”1110 Ebû Hureyre’den: “Mü’minin; şerefi, dini, mürüvveti, akıl ve değeri ahlâkı iledir.”1111 Ebû Zerr (r.a.) şu hadisi rivâyet eder: “Kalbini ihlâsla dolduran, dürüst, lisanı doğru, nefsini mutmain ve ahlâkını da müstakim kılan kurtulmuştur.” 1112
Güzel ahlâk, bir cemiyette sadece nazarî bilgiler ve eğitim, mücerred emir ve yasaklarla sağlanamaz. Çünkü kişileri faziletlere alıştırmak ve öğretmenin “şöyle yap,” “böyle yapma” demesi kâfi değildir. Bunun için köklü bir eğitim, uzun bir çalışma ve devamlı bir alıştırma gereklidir. Terbiye güzel bir numuneye dayanmazsa netice vermez. Kötü insan, çevresine iyi tesirler bırakamaz, iyi tesir, ancak gözlerin kendisinde olduğu kişilerden sadır olabilir. Böyle bir kişinin edebi ve yüce ahlâkı sayesinde gözler ondan hayâ eder, insanlar hürmetle Önünde eğilir, isteyerek onu takip ederler. Takip ve ittiba eden kişinin, bir şeyler kazanabilmesi için tabi olduğu ve uyduğu kişinin, kendisinden kıymet ve değer bakımından daha önde olması gerekir. Allah Rasûlü (s.a.s.) ashâbı arasında dâvet ettiği ahlâk için en güzel numune idi. O, dâvet ettiği yüce ahlâkı ashâbının kalbine muazzam siretiyle nakşediyordu. Abdullah b. Amr (r.a.) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.) kötü ahlâklı ve kötülükten hoşlanan biri değildi. O, şöyle buyururdu: “En iyileriniz ahlâkça en üstün olanlarınızdır.” 1113
Enes (r.a.) anlatıyor: “Ben, Rasûlullah’a on yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki bana bir defa “öf!” bile demedi. Herhangi bir şeyi niçin böyle yaptın veya şöyle yapmadın da demedi.”1114 Yine Enes’den (r.a.): “Dul bir kadın Rasûlullah’ı elinden tutar, ihtiyacı için onu dilediği yere kadar götürürdü. Bir insan onunla Mûsâfaha yapsaydı kendisi Rasûlullah’ın elini bırakmadan Rasûlullah onun elini bırakmazdı. O, yüzünü çevirmeden Rasûlullah çevirmezdi. Arkadaşları arasında ayaklarını uzattığına kimse şahit olmazdı. Yani O, arkadaşları arasında kibirlilik taslamaz ve bu hususta çok titiz davranırdı”1115 Hz. Âişe’den (r.anhâ): “Rasûlullah iki işten birini seçmekle karşı karşıya kalsaydı, günah olmadığı sürece kolay olanını tercih ederdi.
“O, günahlardan, insanların uzağı idi. Nefsi için intikam almış değildi. Ancak haram işlediğinde kızar, tâviz vermezdi. O, eliyle, ne bir kadın, ne bir hizmetçi ne de herhangi birşeyi dövmemişti. Sadece Allah yolunda cihad esnasında böyle
1108] Taberâni; İhya, III/43
1109] İmam Mâlik, Muvatta 6, 2/553
1110] Ahmed bin Hanbel; İhya, III/120, 121
1111] Hâkim
1112] Buhârî
1113] Buhârî, Edeb 38, 39
1114] Müslim, Fedâil 13
1115] Tirmizî
AHLÂK
- 251 -
değildi.”1116 Enes’den (r.a.): “Rasûlullah ile yürüyordum. Üzerinde, kaba kenarları sert bir aba vardı. Bu esnada, bedevi biri gelip O’nun abasını çekti. Öyle ki Rasûlullah’ın omuzlarında abanın tesiriyle izler hâsıl olmuştu. Bundan sonra adam “Ey Muhammed! Bana, Allah’ın senin yanındaki malından ver” dedi. Rasûlullah tebessümle ona iltifat edip kendisine maldan verilmesini emretti.”1117 Hz. Âişe’den (r.anhâ) şu hadis rivâyet edilir: “Allah nezâket sahibidir. Öyle olmayı da sever. Nezâket karşısında verdiği mükafatı katılıkta veya başka herhangi birşeyde vermez.”1118 Başka bir rivâyet şöyledir: “Nezâket birşeyde onu süsler, birşeyden alındımı, onu da lekeler bırakır.” Cerir’den (r.a.): “Allah yumuşaklığa karşı verdiğini hamakata karşı verecek değildir. Allah bir kulunu sevdi mi ona yumuşak huy ihsan eder. Bir ev halkı yumuşak huydan nasib almadılar mı hayrın tümünden mahrum sayılırlar.”1119 Âişe’den (r.anhâ), Rasûlullah’ın evde meşgul olduğu işler sorulunca şöyle cevap vermiştir: “O, evinde aile efradının hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de hemen abdest alır, namaza giderdi.” 1120
Abdullah b. el-Haris’ten: “Ben Rasûlullah’dan (s.a.s.) daha fazla tebessüm eden birini görmedim.”1121 Enes b. Malik Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle anlatır: “Rasûlullah insanların en güzel ahlâkına sahipti. Ebû Umeyr adında bir süt kardeşim ve “Nuğayr” adında hasta bir kuşu vardı. Rasûlullah (s.a.s.) bu çocuk ile latife eder ve “Ey Ebû Umeyr, Nuğayr’den ne haber?” derdi.1122 (Nuğayr, Arapçada kuşcuk mânâsına gelir)
Allah Rasûlü’nün cömertliği ve hiçbirşeyi saklamaması, cimrilik yapmaması Şemâil kitaplarında meşhurdur. O, hiçbir an haktan dönmeyecek kadar cesurdu. Hükmünde ebediyyen zulüm yapmayacak kadar adildi. Tüm hayatı boyunca sâdık ve emindi. Cenâb-ı Hak müslümanlara onun mübârek ve şerefli izlerini takip etmelerini emrederek şöyle buyurmuştur: “Gerçekten Rasûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umar olanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir (imtisal) numunesi vardır.” 1123
Bu konuda Kadı el-Iyaz şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en iyisi, en cömerdi ve en cesuru idi. Bir gece duyulan bir ses üzerine Medine ahalisini korku sardı. İnsanlar ses tarafına doğru gitti. Rasûlullah (s.a.s.) onları geride bırakarak ilerledi ve sesin olduğu yere varip haberi inceledi. Kendisi Ebû Talha’nın çıplak atı üzerinde, kılıcı da boynunda asılı duruyor ve “Hiç korkmayın” diyordu. Ali (r.a.) şöyle der: “Savaş alevlenip gözler şaşkına çevrildiği zaman, biz Rasûlullah ile kendimizi korurduk. (O’na iltica ederdik). (O anda) düşmana ondan daha yakın birisi olmazdı.”
Câbir b. Abdullah’dan (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden istenen hiçbir şeye yok demezdi. Hatice (r.anhâ) O’na şöyle dedi: “Sen düşkünün yükünü kaldırır, yoksula verir ve musibetzedelere yardım edersin.” Biri gelip O’ndan birşeyler
1116] Müslim
1117] Buhârî
1118] Müslim
1119] Taberâni
1120] Tirmizî
1121] Tirmizî
1122] Buhârî
1123] 33/Ahzâb, 21
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istedi: “Benim yanımda birşey yok, fakat benim hesabıma istediğini satın al. Bize birşeyler gelince onu öderiz” dedi. Ömer (r.a.): “Allah (c.c.) güç yetiremiyeceğiniz şeyi size yüklemedi” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bu görüşü beğenmedi. Ensar’dan biri de: “Ey Allah’ın Rasûlü infak et. Allah varken azalacağından endişelenme” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah, yüzünde belirtileri hissedilecek derecede tebessüm etti ve: “Ben de bununla emrolundum” buyurdu.
Kâinatın Efendisi ashâbı ile ülfet eder, nefret ettirmezdi. Her kabilenin ileri gelenleri ikram eder ve onu başlarına emir tayin ederdi. İnsanları korur, onları kötülükten sakındırırdı. Hiç kimseye karşı yüzünü ekşitmez ve ahlâkını nahoş etmezdi.
O, ashâbını arar, herbirine ayrı ayrı değer verirdi. Öyle ki, her arkadaşı Rasûlullah’ın yanında kendisinden daha kıymetli birinin olmadığı hissine kapılırdı. Bir ihtiyaç için onu durduran biri ondan ayrılmadan o ayrılmazdı. Ondan bir ihtiyacının giderilmesini isteyeni boş çevirmezdi, en az güzel bir söz ile de olsa razı etmeye çalışırdı, insanlara öyle nazik ve hoş davranırdı ki onlar için bir (büyük) baba yerine geçmişti. Hak hususunda herkes O’nun yanında eşitti.
Devamlı güler yüzlü, yumuşak huylu ve nezaketli bir yaratılışa sahipti. Sert ve kaba değildi. O, ne bağırır, ne çağırır, ne de ayıplar, ne de aşırı methederdi. Arzulamadığı birşeyi görmezlikten gelir, onu işleyenden tamamiyle ümit kesmezdi. Âişe (r.anhâ): “Rasûlullah’tan daha güzel ahlâklı kimse yoktu. Arkadaşları veya aile efradını çağırdıkları zaman “buyrun” mânâsına gelen “Lebbeyk” derdi diye nakleder. Cerir b. Abdullah (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) ta müslüman olalıdan beri her beni gördüğünde veya ayrıldığında mutlaka tebessüm etmişlerdir. Ashâbıyla mizah eder, onlarla yarışlar tertib eder, çocukları okşar ve kucağına alırdı” der.
O; fakir, dul, köle herkesin dâvetine icabet eder. Medine’nin en ücra köşesinde bulunan hastayı ziyarette bulunur ve mazeret gösterenin mazeretini kabul eder’di. Enes’den (r.a.): “Biri Rasûlullah’ın kulağına eğilip birşeyler söylemek isteyince, dilediği gibi O’na başını eğip arzusunu takdim ederdi. Biri elinden tutunca, o elini bırakmadan Rasûlullah bırakmazdı. Karşılaştığı kişiye selam verir, Mûsâfaha yapardı. Kimseye karşı ayaklarım uzatmaz, bu sebeple yeri daraltmazdı. Yanına gelene ikram eder, bazen onun için elbisesini yere serer, altında bulunan minderi verir ve üzerinde oturması için ısrar ederdi. Ashâbına bazen künyeleri ile hitap eder, ikram olarak en güzel isimleriyle çağırırdı. Konuşan bir kişi kendisi bırakıp, konuşmasını kesmeden onun konuşmasını yarıda kesmezdi” diye rivâyet eder.
Yine Enes (r.a.) rivâyeten: Rasûlullah’a (s.a.s.) bir hediye getirildiğinde “Falanca kadının evine götürün. Çünkü Hatice’nin sâdık dostu olup, çok seviyordu” derdi, diyor. Âişe (r.anhâ): “Hatice’yi kıskandığım kadar başka hiçbir kadını kıskanmadım. Rasûlullah O’nun bahsini çok yapar, bir hayvan kestiğimizde onu Hatice’nin arkadaşlarına hediye ederdi. Onun kız kardeşi yanına girmek için izin istediğinde izin verirdi. Bir gün yanına bir hanım geldi. Onun gelişine çok sevinip hal hatır sordu. Hanım gidince de: “Bu hanım bize Hatice hayatta iken de gelirdi. “Ahde sâdık kalmak iman icabıdır” buyurdu.
Ebû Katâde: Necâşî heyeti gelince Rasûlullah onlara bizzat hizmette bulundu.
AHLÂK
- 253 -
Ashâb: Biz hizmeti yapabiliriz, deyince: “Onlar ashâbıma hizmet etmişlerdi. Ben de aynı şekilde onları mükâfatlandırmak istiyorum” dedi.
Ebû Üsame’den (r.a.): “Rasûlullah (s.a.s.) bastonuna dayalı olarak yanımıza geldi. Biz de ayağa kalktık. Bunun üzerine: “Acemlerin birbirini ta’zim ettikleri gibi ayağa kalkmayın. Ben kulum, kul gibi yer, kul gibi otururum” dedi.
O, merkebe biner, terkisine birini alır, fakir-fukarayı ziyaret eder, onlarla oturur, arkadaşları arasına katılır, mecliste boş bulduğu yere otururdu. Rasûlullah (s.a.s.) cılız bir deve üzerinde ve üzerinde dört dirhem etmeyen bir aba olduğu halde hac farızâsını etti ve bu esnada şu duayı okudu: “Allahım içinde riya ve gösteriş olmayan bir hac olarak kabul eyle.”
Mekke’ye fâtih olarak İslâm ordusuyla girince, Allah’a tevazuundan dolayı başı neredeyse bineğinin ön kısmına değecekti. O, önderler önderi, çok sükut eder, ihtiyaç olmadan konuşmaz, güzel konuşmayandan da yüz çevirirdi. Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Konuşmasını tane tane yapar, ne fazla uzatır, ne de çok kısa keserdi.
O’na iktida ve benzemek için ashâbı da O’nun yanında sadece tebessüm ederlerdi. Meclisleri vakar, hayır ve emniyet meclisiydi. Orada ne sesler yükselir, ne de hürmetler ihlal edilirdi. Kâinatın Efendisi konuşunca ashâbı O’nu can kulağıyla dinler, sanki başları üstünde kuşlar duruyor gibi kımıldamazlardı. O, tam ahenk içinde yürür, ne acele eder, ne de gevşek davranırdı.
İbn Ebi Hale der ki: “Rasûlullah dört maksat için sükut ederdi: Vakar, takdir, dikkat, tefekkür.” Âişe (r.anhâ) der: “Rasûlullah başkası istediği takdirde kelime veya harflerini sayabileceği şekilde konuşurdu. O, hoş ve güzel kokuları sever, çok kullanırdı. O’na tüm imkanlarıyla dünya takdim edilmişti. Fetihler arka arkaya nasib olduğu halde buna rağmen dünya süsüne önem vermez ve ondan yüz çevirirdi.
Vefât ettiği zaman ailesinin nafakasını temin için zırhı rehin olarak bir yahudide duruyordu. Allah’ın salat ve selamı O’nun, ailesinin ve ashâbının üzerine olsun... (Âmin). 1124
Hayır ve Şerle Karşı Karşıya Olan İnsan: Diğer semavi dinler gibi İslâm da her şeyden önce insanlığın nefsini terbiye etmek ister. İslâm, bu terbiyeyi insandan ayrılmayacak şekilde empoze etmek için çok büyük gayretler sarfeder.
Bütün peygamberlerin risâletine “insanın kendisi” konu olduğu için, her zaman seve seve insanlar onların etrafında toplanmışlardır. Rasûllerin terbiyesi hayatın zor dönemlerinde yok olacak şekilde boş ve kuru kalıplar değildi. Onlar prensiplerini nefsin derinliklerine yerleştirdiler. Bu esaslar insanların damarlarına işleyecek kadar kuvvet buldu, insandan peyda olacak vesveseleri yok edip hedeflerine ulaşmada onlara yön verdi. Semavi risaletler insanların cemiyet halindeki bunalımlarından ve onların bu bunalımlarından kurtulmaları için gerekli ilaçtan bahsederek, onları huzura kavuşturacak nizamı takdim etti. Cemiyetlerin İslahı için “İyi insan” yetiştirmenin gerekli olduğunu beyan etti. Her medeniyet için “güçlü ahlâk”ın vazgeçilmez esas olduğu şuurunu yerleştirdi.
1124] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, s. 9-17
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İlâhî terbiyeden yoksun cemiyetlerin idari teşkilatlarında anarşi vardır. İdareyi elinde tutanlar yetkilerini hep kötüye kullanır. Ahlâkça iyi eğitilmiş idareci ise boş gedikleri kapatmaya cemiyeti aydınlatmaya ve gidişatında devamlı iyiliğe yönelmeyi esas alır. Bu insan, kasırga ve firtınalı zamanlarda da bu esaslara dikkat eder.
İyi bir hâkim, adâletiyle açıkları kapatabilir. Bunun yanında zâlim hakim ise, apaçık kanunları saptırabilir. İşte, insan nefsi de böyledir. O, dünyada vuku bulan olaylar, fikir, rağbet ve maslahatlar karşısında yalpalayabilir. Bunun içindir ki, nefsi ıslah, hayata hayrın hakim kılınması için ilk esastır.
Nefisler terbiye edilmeden ufuklar aydınlanamaz. insanlığın halihazırda olan halleri de, gelecekleri de fitne ve desiselerden kurtulamaz. Onun için Cenâb-ı Zülcelal şöyle buyurur: “Muhakak ki Allah bir topluma verdiği nimeti onlar kendilerindeki iyi hali fenalığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allah bir kötülük diledimi artık onun geri çevrilmesine hiçbir çare yoktur.” 1125
Kur’an kötü milletlerin helak oluş sebeplerini şöyle îzah eder. “(Evet, bunların gidişi) Firavun ve hanedanıyla onlardan evvelkilerin gidişi gibidir. Onlar Allah’ın âyetlerini (inkâr ile) kâfir olmuşlardı da, O da kendilerini, günahları yüzünden yakalamıştı. Çünkü Allah en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetindir. Bunun hikmeti şudur: “Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir ve şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işitendir, kemâliyle bilendir.” 1126
İslâm, nefisleri terbiye meselesine iki açıdan bakar:
1. İnsan tabiatında hayra meyyal olan bir taraf vardır. Onun için devamlı hayır yapmak ister, hayrı elde edince sevinir. Serden de üzüntü duyar. Hak ile hayatının huzur ve rahatını bulur.
2. Yine insan nefsinde onu doğru yoldan sapıtabilecek bazı düzensiz kuvvetler vardır. Bu kuvvetler bazen şerri hayır gösterip sahibini uçuruma yuvarlar.
İslâm bu iki kuvvetin varlığını hiçbir zaman gözden uzak tutmaz ve eğitimini ona göre yapar. İslâm yine bilir ki, insan bunlardan hangisine teslim olursa onu o yöne doğru çeker. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Her bir nefis ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki, onu tertemiz yapan kişi muhakkak umduğuna ermiş, onu alabildiğine örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır. “ 1127
İslâm’ın bu konuda yaptığı, insan fıtratını kuvvetlendirip nurlandırmak ve hayra sevkedebilmek için her imkanı seferber etmektir. Böylece nefis de devamlı kendisiyle çekişen kötülük vesvesesinden kurtulmuş olur.
İslâm kendini tüm lekelerden uzak, hâlis fıtrat dini olarak vasıflandırır ve insanların ona yönelmesini emreder. “O halde (Habibim) sen yüzünü (hakiki) bir müslüman olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışına (hiçbir şey) bedel olamaz. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat
1125] 13/Ra’d, 11
1126] 8/Enfâl, 52-53
1127] 91/Şems, 7-10
AHLÂK
- 255 -
insanların çoğu bilmezler.” 1128
Gözün vazifesi kör değilse görmek, kulağın ki işitmek, fıtratın vazifesi de suyun yüksekten akışı gibi hakka, kemâl ve fazilete koşmaktır. Evet, nefse lekeler bulaşıp yaratılışından uzaklaşmadıkça yakışan budur.
Nefislerine Musallat olan kir ve lekeler, geçmiş asırların birikmiş pisliğinden veya helâk olmuş kavimlerin taklidinden başka birşey değildir. Her ikisi de beşer fıtratı için çok büyük tehlikelerdir. Gerçek ıslahatçıların esas cihadı bu pislikleri yok etmek ve insan fıtratını bu lekelerden kurtarmaktır. Tâki insanlık bu sayede esas gayesine yönelsin ve vazifesini idrak etsin.
Az önce, Rûm Sûresi’nin 30. âyetinde İslâm dininin fitrat dini olduğunu görmüştük. Bu âyetten hemen sonra şu âyetle karşı karşıya kalırız: “Hepiniz ona dönün, ondan korkun, namazı dosdoğru kılın, müşriklerden olmayın. (O müşrikler) ki onlar dinlerini darmadağınık etmişler, fırka fırka olmuşlardır. (Bunlardan) her zümre, yanlarında olanla böbürlenirler.” 1129
Küfür değil iman... Fısk-u Fücur değil takvâ... Ayrılık değil, muvahhid mü’minlerin birliği... İşte insanı dosdoğru yaratılışa (fıtrata) götürecek nasihat ve öğütler... İnsan ancak bunlarla huzur ve felaha erişir. Bunlarla çekişmelerden, hırs ve tamahların çatışmasından, sırtlanlar gibi birbirini yemekten kurtulur. Kur’an bunu şu şekilde ifade eder: “Biz, hakikat insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip de güzel amellerde bulunanlar müstesna...”1130 Âyette bahsedilen güzel şekilden maksat hakkı bilip ona sarılmaktır. Onun gerektirdiğini yapmak ta fazilet ve şereftir. Bunları ise nefsinde ve insanlarla olan alakalarında tatbik kemâlin zirvesi ve hayatta her şeye adâletin hakim olması demektir.
Fakat çok kişiler hevâ ve hevesine uyup kemal zirvesinden inip yere çakılmak ta, çok derin uçurumlara yuvarlanmaktadır. İşte “esfel-i sâfilîn” bu önünü göremiyen zavallılar içindir. Cenâb-ı Hak’ın onları gönderişi hidâyet ve adâlet kanunlarına uygundur. Bu kanunlar çok adil ve incedir. Bunları, alemlerin yaratıcısı şu âyetlerde izah buyurmuştur: “Allah bir kavme hidâyet ettikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirinceye kadar onların sapıklığına (hükm) edecek değildir. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 1131
“Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri âyetlerimi (idrak)den çevireceğim. Onlar her âyeti görseler ona inanmazlar, akl-ı selim’in yolunu (doğru yolu) görseler de onu bir yol edinmezler. (Fakat azgınlığın yolunu görürlerse (yol diye işte) onu edinirler! Bu âyetlerimizi yalan saydıklarından, onlardan gafil olmalarındandır. “ 1132
Bu sefil dünyada temiz yaratılışını muhâfaza edip, çirkefliğe bulaşmayan kimdir? Bunun cevabını şu âyet veriyor: “İman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ.” 1133
1128] 30/Rûm, 30
1129] 30/Rûm, 31-32
1130] 95/Tîn, 4-6
1131] 9/Tevbe, 115
1132] 7/A’râf, 146
1133] 95/Tîn, 6
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu izahlar ile iman ve iyi amellerin semeresinin iyi ahlâk olduğunu anlamış oldun. İşte İslâm’ın temiz insan fıtratı ve onu kuvvetlendirme karşısındaki tavrı budur.
Kötü huylar karşısındaki tavrı ise şudur: İnsana öğüt verir, isteklerine gem vurur, akl-ı selim ve temiz fıtrat kaidelerine boyun eğdirir. İnsanda bulunan bazı kötü hususiyetlere Rasûl-i Ekrem şöyle işaret etmektedir: “İnsan ihtiyarladıkça iki haslet onunla devam eder: Hırs ve tûl-i emel”1134; “İnsanda en büyük kötülük, aşırı cimrilik ve fena korkaklıktır.”1135; “İnsanoğlunun altın dolu bir vadisi olsa, ikincisini, buna sahip olsa, üçüncüsünü temenni eder. Topraktan başkası insanoğlunun gözünü doyurmaz. Allah, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.” 1136
Kur’an da bu hasletlerin bazısına işaret eder: “Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara (deve, sığır, koyun, keçi gibi) hayvanlara, ekinlere, olan ihtiraskârâne sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının gecici birer fâidesidir. Allah(a gelince) nihâyet dönüp varılacak yerin bütün güzelliği onun nezdindedir.” 1137
İslâm’ın dikkat çektiği hakikat şudur: Nefsin hevâsına uymak, vesvesesine cevap vermek ne nefsi doyurur, ne de Hakk’ı razı eder. Nefis bir yerde arzuladığını buldu mu hemen ordan başka yere atlamak ister. O dâimi olarak günah bataklığında olduğu halde, zulmü ve kötülükleri irtikab ettiğine aldırış etmez. Kur’an haram olan hevâdan men eder... “ Ve hevâya tabi olma ki, bu seni Allah yolundan saptırır. Muhakkak ki Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttuklarından kendilerine çok şiddetli bir azab vardır.” 1138
Kur’an, kâfirlerin takip ettikleri yolu ve müslümanların bunlara muhâlefet etme gereğini de şöyle beyan eder. “Eğer Allah, onların hevâlarına tabi olsaydı, göklerle yer ve bunlarda olanlar muhakkak fesada uğrardı. Hayır, Biz onlara izzet ve şerefleri olan Kur’an’ı getirdik de onlar şereflerinden yüz çeviriyorlar.” 1139
Nefsin haram olan istekleriyle mubah olanları karıştırmamak gerek. Dindar kesimin çoğu bu iki hususu büyük bir hata olarak karıştırırlar. İnsanın makul dünya imkanlarından faydalanmasında bir sakınca yoktur. İnsanın içindeki bu makul isteklerin sakıncalı olduğuna inanmak hatadır. Böyle bir inanç mâkul ihtiyaçları yaparken bile insana cinâyet işliyormuş hissi verir.
İnsan devamlı kötülük içinde bulunduğuna inanırsa ve kötülüğün hayatının bir cüz’ü olduğunu kabul ederse bunun sonucu olarak daha kötü münkerlere bulaşıp onları gerçek ve kaçınılması imkânsız şeyler olarak kabul etmeye başlar. Kur’an buna dikkat çekmiş ve sarih olarak nefsin faydalı isteklerini mubah kılmış, güzel ve hoş nimetlerin kullanılmasına geniş çapta izin vermiş, güzel ve temiz rızıklardan faydalanmayı mahzurlu görmeyi ve mubahları haram ve dar çerçeveler içerisinde kabullenmeyi kötülük ve çirkinliğe eş bir hareket olarak kabul etmiştir. Allah (c.c.) bu hususta: “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve
1134] Müslim; Tirmizi, Zühd 21
1135] Ebû Dâvud, Cihad 22
1136] Buhârî; Tirmizî, Zühd
1137] 3/Âl-i İmran, 14
1138] 38/Sâd, 26
1139] 23/Mü’minûn, 71
AHLÂK
- 257 -
temiz olmak şartıyla yeyin. Şeytanın izini tâkib etmeyin. Çünkü o hakikaten apaçık bir düşmandır. Şeytan size ancak kötülüğü, haksızlığı ve Allah’a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” 1140
Evet, helâl ve hoş rızıkları mahzurlu kabul etmek, delilsiz olarak Allah’a iftira etmektir. Bu ise, şeytanın emri olan kötülük ve çirkinliğin tâ kendisidir. İslâm çirkin vesilelerle nefsi bu nimetlerden mahrum kılmayı kerih gördüğü gibi, başıboş bir israfın da karşısındadır. İnsan her hususta orta yolu takip etmelidir. Allah Rasûlü (s.a.s.): “İşlerin hayırlısı orta olanıdır” buyurarak bu esası perçinlemişlerdir.
İyi fıtratı destekleyen esaslar iman ve salahta olduğu gibi, çılgın arzuları düzenleyen esaslar da iman ve salahtadır. Yoksa küfür, her şeyi mubah görmek veya her şeyi haram görmekte değildir. Her iki durumda da nefsi kontrol ancak kuvvetli bir ahlâk ile mümkündür.
Kur’an insanı zaaf, tereddüt ve bencillikle vasıflandırırken, bunlardan kurtulmanın da dinin emirleriyle mümkün olabileceğini hatırlatır. “Gerçekten insan haris ve cimri olarak yaratılmıştır. Kendine bir zarar dokunduğu zaman feryadı basar. Ona hayır isabet edince de kıskanç olur. Namaz kılanlar müstesnadır. Namaz kılan o kimseler ki, onlar namazlarında devamlıdırlar. Onlar ki mallarında belirli bir hak vardır, hem dilenenin hem de iffetinden dilenmeyen için. Onlar ki, hesap gününü tasdik ederler. Onlar ki, Rablerinin azâbından korkarlar. Çünkü Rablerinin azâbından emin bulunulmaz. Onlar ki avret yerlerini korurlar.” 1141
Mâlumdur ki, ahlâk durup dururken nefis içinde oluşmaz. İnsanlarla birlikte olgun olarakta doğmaz. Bilakis o, zamanla çeşitli merhalelerle oluşur ve olgunlaşır. İşte ahlâkın, olgunlaşabilmesi için tekrarlanması gereken işlere bağlı olmasının sırrı budur. Namaz, oruç, âhirete iman ve Allah azâbından korkma gibi devam isteyen amellerde bu tekrar için vazgeçilmez unsurlardır. Mâdem ki kötü huy sahibini devamlı kötü yollarda sürüklemek ister.
O halde bu devamlı şerrin tehlikesi muvakkat ilaç ve tedbirlerle önlenemez. Böyle tehlikeli gidişatı ancak kendisinden kuvvetli bir âmil durdurup, aralarındaki muvazeneyi te’min edebilir.
Özet olarak; İslâm insanın pak olan fıtratına önem verir ve bu fıtratın terbiyesini gerekli bulur. İnsana başı boş ve gereksiz isteklerden uzak durmayı öğütler. Onun karşısına dosdoğru bazı hudutlar çizer.
Şu bilinmelidir ki, İslâm’ın emrettiği tüm ibâdetler bizi yüce ahlâk, doğru yol ve istikâmete ulaştırmadıkları müddetçe esas maksatlarına vâsıl olmamışlar ve yerlerine oturtulup, hakkıyla yapılmamışlardır… 1142
Ahlâkî Cürümlere Karşı Konulan Hadler: Kişi zorlama ile fazilet sahibi olmadığı gibi zorlanma ile iman sahibi de olamaz. Nefsî ve aklî hürriyet, mesuliyet ipin esastır. İslâm bu gerçeği takdir etmiş ve ona gereken kıymeti vermiştir. İslâm, ahlâkın binasını kurmuşken, insana hayrı göstermede veya ona yönünü çevirmede niçin zora başvursun ki? İslâm insan fıtratına karşı hüsn-i zan besler.
1140] 2/Bakara, 168-169
1141] 70/Meâric, 19-20
1142] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, Ribat Y., s. 19-25
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O, üstün bir nesli yetiştirmek için önündeki engelleri izale etmeyi yeterli görür. İnsan fıtratı çok kıymetlidir. Bunu demekle onun masum ve melek olduğunu kasdetmiyoruz. Bunun mânâsı şudur: Hayır, insan fıtratına uygundur. Bir kuşun kafesten ve bağlardan sıyrılmasıyla göreceği tesir gibi fıtrat da hayra sarılmak veya ondan ayrı kalmakla tesir görür, İslâm’da gerçek amel, ilk önce menfi engelleri yok etmek ve ağır yükleri hafifletmektir. Bundan sonra insan yerinde saymaya devam eder ilerlemezse artık o, İslâm’ın nazarında hasta biridir. İyileşmesi için başka tedbirlere başvurmak gerekir.
İslâm böyle bir insanı, ancak başkasına zararlı olduğu zaman cemiyetten azleder. İşte bu sahada İslâm, ahlâkî cürümlerle savaşır. İslâm insan şerefinin korunmasını onun çalışıp çabalama gayretiyle hayat sürmesini farz kılar. Yâni onun hırsızlığa başvurmasına sebep bırakmaz. Öyle ise onu hırsızlığa sevkeden sebep nedir? Belini doğrultacak ihtiyaçları mı? Şâyet İslâm cemiyeti bunu temin edecek ve onu bu durumdan kurtaracak sebepleri o ana kadar almamış ise hemen alsın. Zaruri ihtiyaç ve huzurlu bir hayat sürmesini temin etsin. İşte İslâmî bir cemiyete farz olan budur. İnsanı hırsızlığa gitmeye zorlayan sebepler duruyorsa, hırsızlık vebali o kusurlu cemiyete aittir. Yokluk içinde bırakılan ferde âit değildir. Fakat ferdin zaruri ihtiyaçları karşılandıktan sonra da yine hırsızlık yapmaya teşebbüs ederse, ceza görmeden önce durumu çok iyi araştırılır. Belki onu bu durumdan kurtaracak hayırlı bir kapı açılır.
İslâm, cezalan infaz etmede acele etmemeyi o kadar istemiştir ki Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Devlet başkanının affetmede yanılması, cezayı uygulamada yanılmasından daha hayırlıdır.” 1143
Bütün bunlardan sonra da artık bu durumdaki bir şahsın fıtratı bozulur, içinde yaşadığı cemiyette bir kötülük aracı olduğu anlaşılırsa veya bu cemiyetin huzurunu bozup mânevî havasını kirletirse artık bu cemiyet de kalkıp insanları onun şerrinden muhafaza için elini kırarsa elbetteki bu hareketiyle kınanmaz.
Kur’an, el kesmeyi gerektiren hırsızlığı “Zulüm ve fesat unsuru” olarak vasıflandırır. Cezalı bir hırsız hakkında da şöyle der: “Kim yaptığı hırsızlık zulmünden tevbe eder ve hâlini düzeltirse, muhakkak ki Allah tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” 1144
İslâm’ın meşrû gördüğü hadden maksat, düzgün ve âdil toplumu korumaktır. Bu, cemiyeti içindeki zararlı bir unsurdan kurtarır. Çünkü bu unsur, İslâmî cemiyetin adâletine ve zulmü yok etmesine fesat ile mukabelede bulunmaktadır. Bu, İslâm’ın ahlâkî cinâyetlere koyduğu hadlerin faziletleri zorlama ile yerine getirme veya insanları kerhen doğru yola koyma gibi maksadının olmadığını ispatlayan sadece bir misaldir. İslâm’da ideal metod: İnsan kalbine hitap, duygularını iyilik ve kemâle çekmek için okşamak, uyandırmak, yaratıcısına yöneltmek, buna gitmek için de sevgi, iknâ ve olumlu bir dâvet metodu kullanmak ve yüce faziletlerin onun için tabii neticeler olduğunu bildirmektir. Bazı hallerde cemiyetteki şahısların kabiliyetlerini olgunlaştırmak ve huylarını iyileştirmek için tahakküme başvurmak gereklidir. Havuzdan bulanık suyu çekip dökmemizde bir sakınca olmasa gerektir. Bir tarladan verimli ve arzu edilen hasadı elde
1143] Tirmizî, Hudûd 2
1144] 5/Mâide, 39
AHLÂK
- 259 -
edebilmek için elbetteki yabancı ve zararlı otlar temizlenir. İşte tüm insanlığın maslahatını muhafaza etmek, kıymet ve önem bakımından bunlardan az değildir. Hal böyle iken Tevrat ve diğer dinlerin de kabul ettiği hadleri inkâr etmenin bir mânâsı yoktur. İslâm, cemiyette hayır ve faziletlerin yayılmasında şer ve kötülüklerin frenlenmesinde cemiyete büyük görevler yükler. İslâm’ın adlî mekanizmasının tüm hedefi, cemiyette iffetli ve dürüst bir ortam meydana getirmektir.
İşlediği günahtan tevbe isteyen bir katil hakkında Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurur: “...Katil zamanındaki en âlim kişinin yerini sordu. Ona böyle bir âlimin yerini haber verdiler. Katil, âlime şöyle sordu: “Ben yüz insan öldürdüm buna rağmen acaba benim için tevbe etmek mümkün müdür?” Âlim: “Evet kişi ile tevbesi arasına kim girebilir ki? Sen içinde abidlerin bulunduğu falan yere git orada onlarla beraber ibâdet et, bulunduğun memlekete dönme çünkü orası kötülüklerin bulunduğu bir yerdir.”1145 dedi. Bir başka rivâyet de şöyledir: ‘’Katil, bir râhibe giderek tevbe etmem mümkün mü? dedi. Rahip: “Çok büyük günah işledin onun için bilmiyorum. Ötede Nasra ve Kefra adında iki köy vardır, Nasra halkı sadece cennete vesile olacak amelde bulunuyorlar. Kefra halkı ise sadece Cehenneme sebep olacak amellerde bulunup başka hiçbir amelde bulunmuyorlar. Sen de Nasra’ya git, orada amelde bulun, tevben kabul edilir.”1146 İşte bu naslardan da anlıyoruz ki, İslâm nazarında ahlâkın oluşumunda cemiyetin te’siri çok büyük bir âmildir. Bu âmil, zikri geçen sağlam fıtratı muhafaza ve çılgın arzuları terbiye eden diğer âmillere eklenebilir.
Biz inanıyoruz ki, tüm bu hususlara önem vermek, iffetli, temiz ve her türlü kötülüklerden arındırılmış bir cemiyetin oluşumu için kâfidir. 1147
Ahlâk Mefhumu Her Şeye Şâmildir: Her dinin kendisiyle yüceldiği ve diğerlerinden ayrıldığı bazı özel şiarları vardır. Şüphesiz ki İslâm’ın, mensuplarını sorumlu tuttuğu ve onlar arasında vazgeçilmez hususlar kabul ettiği başkalarının da bunlardan nasibi bulunmayan muayyen bazı ibâdetleri vardır. Ancak ahlâkî tâlimat böyle değildir. Müslüman, tüm dünyaya en güzel faziletler takdim etmekle mükelleftir. Onun, müslim veya gayr-i müslim herkese dürüst davranması vaciptir. Müsamaha, ahde vefâ, mürüvvet, yardımlaşma, cömertlik vs. hususlarda da böyledir.
Kur’an, yahûdî ve hristiyanlarla düşmanlık tohumlarını saçacak hiçbir dine faydası olmayan tartışmalara girmememizi emreder. “Düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere yahûdî ve hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele edin. Bir de deyin ki biz hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik. Bizim ilahımız ve sizin ilâhınız birdir. Biz yalnız ona ibâdet ederiz.” 1148
Kur’an, Mûsâ ve İsa (a.s.) mensuplarının müslümanlarla bu kabil tartışmalara girişmelerini çok garip karşılar. “Ey habibim! Onlara Allah’ın dininde ve ona bağlanmakla üstün olmada bizimle çekişip mücadele mi ediyorsunuz? Hâlbuki O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Yaptıklarımızın mükafatı bize, sizin yaptıklarınızın cezası sizedir. Biz ona özümüzle bağlanmışız.” 1149
1145] Buhârî; Müslim, K. Tevbe 45
1146] Taberâni; Müslim, K. Tevbe 47
1147] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, s. 26-29
1148] 29/Ankebût, 46
1149] 2/Bakara, 139
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir yahûdinin Rasûllah’ta (s.a.s.) alacağı vardı. Birgün borcunu istemeye gelerek şöyle dedi: “Siz ey Abdulmuttalip oğulları borcunuzu çok geciktiriyorsunuz. Hz. Ömer (r.a.) Rasûlullah’ın huzurunda nezaketsiz konuşan bu adama te’dip etmek gayesiyle kılıcıyla vurmak ister. Fakat Rasûlullah (s.a.s.) onu durdurarak: “Bana da ona da bundan başkasını söylemen gerek: O’na güzel istemeyi, bana da güzel ödemeyi tavsiye etmeliydin.”
İslâm, kâfir ve fâcir de olsa adâletle davranmamızı emretmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mazlumun duası, günahkâr da olsa kabul edilir. Çünkü onun günahı kendisinedir.”1150 Yine şöyle buyurur: “Kâfir de olsa zulme uğramışın duası makbuldür. Sen şüphe vereni bırak şüphe vermeyene sarıl.” 1151
Bu naslarla İslâm, müslüman olmayanlara da kötü muamelede bulunmayı yasaklamıştır. Diğer dinlere mensup olanlara güzel muamelede bulunmanın bir diğer delili de şu hâdisedir: “Ömer’in oğlunun evinde bir koyun kesilmişti. Eve gelince ‘yahudî olan komşumuza ondan verdiniz mi?’ Çünkü ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle dediğini duydum: “Onu bana vâris kılar zannına düşünceye kadar, Cebrail bana komşuya iyilikte bulunmamı tavsiye etti.” 1152
İslâm, kâfir de olsa akrabalara iyilikte bulunmayı emreder. Çünkü Hakk’a sarılmak, Hak ehline herhangi bir cefada bulunmamakla mümkündür. “Sen anne ve babana dünyada iyilikle muamelede bulun. Bana yönelenin yolunu tut, sonra dönüp bana geleceksiniz. Ben size yaptıklarınızı haber vereceğim.” 1153
Bunlar şahsî açıdan böyledir. Genel mânâda ise İslâm, tüm milletlerin bekâsını, medeniyetlerin yükselmesini, kuvvetlerinin devamını iyi ahlâkın varlığına bağlamıştır. “Milletlerin ahlâkı çökerse, onlar da çöker. Şair şöyle haykırır: Milletler ahlâk iledir. Ahlâkları kötüye giderse onlar da gider.” Bu gerçeği, Rasûlullah (s.a.s.) aşiret ve kavmine ki, onlar arap yarımadasında büyük mevki kazanmışlar ve yönetimi ellerine almışlardı. Buna rağmen onlara, bu saltanatlarının devamının ancak güzel ahlâkla mümkün olabileceğini anlatarak te’kid etmiştir: Enes bin Malik der ki: “Bizler, Muhacir ve Ensâr’ın bulunduğu bir evde iken Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza geldi. Herkes yanıma oturur umuduyla ona yer göstermek istedi. Fakat O, kalkıp kapı kanadına dayanarak şöyle dedi: “Liderlik Kureyş’tedir... Benim sizin üzerinizde büyük hakkım vardır. Kureyş üç şeyi yaptığı müddetçe bu hakka sahip olur: Kendilerinden merhamet talep edildiği zaman merhamette bulunurlarsa, Hükmettiklerinde adâletten ayrılmazlarsa, Söz verdiklerinde yerine getirirlerse. Kim bunları yerine getirmezse Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onun üzerine olsun.” 1154
Bu hadis, millet, devlet ve ailenin kıymet ve makamının ancak yüce ahlâk ve şerefli işlerle mümkün olabileceğini kesin ve açık bir şekilde îzah etmektedir. Meselâ, bir hâkim İslâm’ı tatbik ettiğini söylüyorsa fakat hükmünde adâleti yerine getirmiyor, ihtiyaçları yerine getirmede, merhamette bulunmuyor, sözleşmelerde ahde sâdık kalmıyorsa, böyle biri İslâm ve Kur’an nazarında tüm yüce faziletlerden sıyrılmış yer ve gök âleminde lanete müstehak olmuştur. Hasan (r.a.) şu
1150] Buhârî, Mezâlim 9; Ahmed bin Hanbel
1151] Ahmed bin Hanbel, II/367
1152] Buhârî, Edeb 28
1153] 31/Lokman, 15
1154] Taberânî
AHLÂK
- 261 -
hadisi rivâyet eder: “Allah bir kavme hayır muradettiği zaman yönetimlerini hikmet ehlinin eline, mallarım da cömertlerin eline verir. Bir kavme de şerri murad ederse yönetimlerini sefih insanların eline, mallarını da cimrilerin eline kor.” 1155
İbn Teymiye şöyle der: “Allah, kâfir de olsa âdil devleti ikâme eder, zâlim devleti müslüman da olsa ikame etmez. Kitap ve sünnet nazarında ahlâk en önemli meseledir. O, din ve dünyanın tamamıdır. Bir milletin Allah (c.c.) veya insanlar nazarında değeri düşerse bu düşüş, ahlâk ve faziletlerden yoksun kaldığı nisbettedir.” 1156
Küfür En Büyük Günah, En Büyük Ahlâksızlıktır: Ahlâka zıt bir iman mücadelesinin İslâm’a getirdiği olumsuzluklarla, ahlâksızlığı iman haline getirmek isteyen küfür eyleminin doğurduğu olumsuzluklar birbirini izlerken bazı kavramların en azından nazarî planda da olsa netleşmesi gerekir diye düşünüyorum. Akılların buharlaştığı bir ortamda anlam arayışı, piyasaya bakıldığında boşuna gibi gözükse de akıntıya kapılıp gitmekten daha akıllıca geliyor. Dahası küfür ve ahlâksızlığın Tuna Seli’ne döndüğü bir dünyada olayın sadece nazarî planda ele alınması bir dezavantaj gibi gözükse de konunun anlaşılması bakımından avantajlı olduğu gözardı edilemez. Meseleyi kişiselliğe dökmeden anlam ve eylemin kendisini tartışmak itikadi bir denemede en azından olması gereken bir hassasiyettir sanıyorum.
Önüne gelen her kötülüğe küfür gözüyle bakmak gibi bir genellemenin insanımızı yanlış sonuçlara götüreceği yönündeki hassasiyeti haklı bulmakla birlikte, hiç bir kötülüğün insanın imanını yok etmeyeceği veya kâfir yapmayacağı yönündeki bir genellemenin bizi getireceği çıkmaz konusunda da benzeri bir hassasiyet olması gerekmez miydi, diye sormaktan kendimi alamıyorum. Ahlâk dışı davranışların giderek daha geniş çaplı ahlâksızlıklara yol açacağı gözardı edilerek, insanımızın, en büyük ahlâksızlık olan küfrün kapısına getirileceği düşünülmemiştir. Daha da kötüsü, iffetin ayıplanıp fuhşun alkışlandığı bir dünyada “Ne kadar kötülük yaparsanız yapın imana zarar vermez; cennete gitmenize engel değildir, kâfir olmazsınız.” demeye devam edildiğini görüyoruz. Hatta bu anlayışa engel görülen âyetlerin anlamlarını yerinden kaydırmak için gösterilen çaba, Pavlos’u bile aratır hale gelmiştir. Günahla küfür arasındaki mutlak kopukluk düşüncesi, malesef İslâm-müslüman ahlâkını can evinden vurmuş, kısmen de olsa günahı mü’minin gözünde meşru hale getirmiştir. İmanî ve ahlâkî konularda maddî yaptırım içeren cezaların öngörülmediği düşünülürse bu ayrım, günahtan kaçınmanın garantisi olan içsel/ruhsal otokontrolün temelinden sarsılmasına yol açmıştır.
Şeytan ve yandaşlarının vesvese ve propogandalarına karşı kalplerde gedik açan bu yıkımın toplumu getirdiği nokta ortadadır. Akıllar, toplumdaki kargaşa ve anarşiyi anlamaktan aciz ve dumura uğramış vaziyette. Ne insanımızın yarınları var ne çocuklarımızın. İffet ve namus atılması gereken eski bir eşyayı andırır hale gelmiş; ona saldırı ise kutsal bir savaş olarak ilân edilmiştir. Günahkârlık işbilirlik, temiz kalmak ahmaklık olarak işlem görmektedir. Trilyonların harcandığı eğitim kurumları sadece cehaleti öğretir gibidir. Bu sebeple olmalı ki ülkede olup bitenlere ülkenin aydınları bile akıl erdirmekte güçlük çekiyor. Camiler
1155] Ebû Dâvud; Fethu’l-Kadir, I/262
1156] Muhammed Gazali, Müslümanın Ahlâkı, s. 30-33
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonuna kadar açık olduğu için bunca kötülüğün kaynağı küfür değil de iman sanılıyor! Buna rağmen ulemâ(!), müslümanların gözünde günahın çirkinliğini hafifletmekle meşguldür.
Küfrün Anlamı
Küfür kelimesi, günah ve ahlâksızlık adına ne kadar kötülük varsa bunları ifade eden kelime ve kavramların etrafında döndüğü mihver bir kelimedir.1157 Bu nedenledir ki küfrün cezası, Kur’an’da hep ebedi cehennem olarak hatırlatılmaktadır. Ancak şunu belirtmeliyiz ki Kur’an’ın bu kelimeyi kullanmaya başladığından bu güne kadar küfür kelimesinin anlamında sürekli bir hareketlilik sözkonusudur. Özellikle kavramsal anlamını kazandıktan sonra birtakım anlamları gözardı edilmiş ve bilhassa kalp ile tasdikin zıddı bir konuma indirgenmiştir. Ama buna karşılık kimi zaman bir sövgü kelimesi olarak da kullanıldığı olmuştur. Bu sebeple kelimenin anlam sahasının doğru tesbit edilip, nerede ve hangi anlamda kullanıldığına özen gösterilmesi gerekir.
Küfür kelimesi, bilmemekten veya bildiği halde itiraf etmemekten kaynaklanan inkârı ifade için kullanıldığı gibi inatlaşma veya inanıyor gözükmeyi de içermektedir.1158 Daha da önemlisi Kur’an’ın bu kelimeyi, Arap toplumunun günlük dilde kullanmakta olduğu anlamıyla ödünç alıp dini sahada kullanmış olmasıdır. Câhiliyye Arapları bu kelimeyi nimet azgınlığı, ekmeksizlik veya nankörlük anlamında kullanıyorlardı.1159 Nahl sûresinde Allah, bir takım lütuf ve nimetlerini saydıktan sonra teslimiyet ve nankörlük etme tavırlarından sözederken kelimeyi nankörlük anlamında kullanmaktadır. Hatta bu âyetlerde hem maddî rızıklara hem de dinî ve ahlâkî hükümlere karşı sergilenen nankörce tavrın her iki yönüne de işaret edilmektedir. 1160
O halde kelime, başlangıçta iyiliksizlik anlamında bir umumiyet arzediyordu. Bu nedenle hem insanın iyiliğine nankörlük etmek, hem de Allah’ın insana lütfuna karşı nankörlük etmek anlamlarında kullanılabildi. Bir diğer husus ise kelimenin hem ahlâkî alanda hem de itikadi alanda kullanılıyor olmasıdır. Bu anlamsal bağ, bize daha derin bir ilişki zincirini hatırlatmaktadır. Dünyevi ilişkilere değer kazandıran ve anlam yükleyen ahlâk hükümlerinin, inanç ilkeleri ile hayatın akışı arasında bağlantı oluşturduğunu duyurmaktadır. Hayatın işleyişi ile dinî ilkeler arasında beliren bu ilişki biçimi, bizim “Dünya Görüşü” diye bildiğimiz, somutlaşan dini düşünceden başka bir şey olmamalı. İnsanın ruhundan doğan, İlâhî risalet ve hatırlatmayla kaynamaya başlayan inanç, hayatın üzerine şavkını vurduğunda ahlâkı doğurmaktadır. Bu nedenle ahlâk bir yönüyle hayatın bizzat kendisine diğer yönüyle hayatı vareden gücün tabiatına bağlıdır: İman ve itaat,1 takvâ ve kunut diye bildiğimiz bu bağ koparıldığı anda küfür denen illet kendini hissettirmektedir. Bu nedenle küfür, ahdi bozma ve yoldan sapmadır.1161
Dolayısıyla küfür kavramının, insanın insanla, hayatla ve Allah’la olan ilişkilerindeki arızâyı ifade eden bir anlam yelpazesine sahip olduğunu düşünebiliriz.
1157] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, İst. 1991, s.165
1158] Zebidi, Tâcü’l Arus, küfür maddesi
1159] İzutsu, Kavramlar, s.167-175
1160] 16/Nahl, 78-83
1161] 2/Bakara, 108, 3/Âl-i İmran, 86
AHLÂK
- 263 -
Ve hatta insanın Allah’a muhalif olmasını, insanlarla ihtilaf içerisinde bulunmasını, böylece dünyayı fesad diyarı haline getirmesini sağlayan da bu kavramın kapsamına giren zihniyet, tavır ve hareketler olduğunu söyleyebiliriz. Küfür kelimesinin hem Kur’an’da hem de hadislerde iman ve İslâm’ın zıddı olarak gözükmesi; onun aynı zamanda barış ve emniyetin de iptalini doğuran yegâne sebep olduğunu gösterir sanırım.1162 Küfürle ilgili bir takım kelime ve kavramlara gözatınca, çok yönlü ilişkiyi ve anlam genişliğini görebiliriz. 1163
Küfürle Yakından İlgili Kavramlar
Kendini bilenin Rabbini bileceğine dair hüküm, insana arız olan gafletin içten başladığını gösterir sanırım. Çünkü insanın kendisi hakkındaki yanılgısı, onu Rabbiyle ilgili yanılgılara sürüklemektedir. Varlığını, bir damla suyun içerisinde yer alan hücre parçacığına borçlu olan insanın herkesi kendisine muhtaç görüp, kendisinin hiç kimseye muhtaç olmadığını sanması, galiba dünyanın en büyük yanılgısı olsa gerek. Kendisini bir virüsün elinde oyuncak olmaktan kurtaramayan insanoğlunun bu şişinmesine Kur’an, “istiğna” demektedir ve azmasının nedeni olarak da bu gafleti göstermektedir.1164 Kendini büyük sanma (tekebbür) ve üstünlük taslama (istikbar) ile başkalarını hor görme (istinkaf) bu cehaletin bir sonucudur. Ama bu aldanış kelimeleri, sadece günlük hayattaki edep dişiliği değil aynı zamanda imana engel olan küfrü de ifade için kullanılır.1165 Dahası, hem ahlâkdışılığı hem de iman karşıtlığını dillendirmede kullanılan kelimeler bunlardan ibaret değildir. Küstahlık anlamında bağy,1166 varlık içinde şımarma mânâsında batarat,1167 burun kıvırma olarak “ateve”1168 ve azgınlık, zorbalık anlamında tuğyan.1169 Haşin ve gaddarca davranışlar da bu tavırların bir sonucudur ve o da diğerleri gibi ahlâk ve imana mugayir davranışlardır. 1170
O halde bunun anlamı, Allah’ın gönderdiği vahiy ve elçiyle alay etmekle Allah’ın yarattığı insanla alay etmek arasında özde bir farkın olmadığıdır. Her ne kadar biri ahlâkî, diğeri imani bir mesele olsa da tabiattaki âyeti yalanlamanın kitaptaki âyeti yalanlamaktan farkı yoktur. Biriyle alay etmek diğeriyle alay etmekten neden farklı olsun ki? Birini “ol” emriyle yaratmış, diğerini de “ol” emriyle göndermiştir; dolayısıyla her ikisi de Allah’ın sözüdür. İnsan da vahiy de.1171 Bu sebeple Allah, gönderdiği vahye uyanlarla birliktedir, alaycılara karşıdır. 1172
Kâfirlerin kendileri hakkında düştükleri bu gaflet, onların olaylara bakışını olumsuz yönde etkilemekte, yaptıkları kötülükleri güzel göstermekte ve yollarını karıştırmalarına sebep olmaktadır.1173 Kur’an, kâfirlerin dalâleti hidâyet sanmalarının nedeni olarak, zan, hevâ, kalplerin katılaşması ve şüpheciliklerini
1162] Buhârî, Fiten 21, İman 36, Vudû’ 66; 6/En’âm, 81, 82; 2/Bakara, 253; 61/Saff, 14
1163] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Y., 119-121
1164] 96/Alak, 1-7
1165] 39/Zümer, 59; 40/Mü’min, 27, 28; 4/Nisâ, 173; 74/Müddessir, 19-25
1166] 42/Şûrâ, 27, 42; 28/Kasas, 76, 78
1167] 28/Kasas, 58
1168] 25/Furkan, 21; 45/Câsiye, 8; 7/A’râf, 166
1169] 5/Maide, 64, 68; 18/Kehf, 80, 10/Yunus, 11
1170] 40/Mü’min, 35; 19/Meryem, 12, 14
1171] 36/Yâsin, 82
1172] 15/Hicr, 94-96
1173] 27/Neml, 4
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göstermektedir. Bunlardan zan, kesinlik ar-zetmeyen tahmini bilgi; hevâ, vahye dayanmaksızın insanın kendi uydurduğu kuruntu;1174 kalplerin katılığı ise perdeli, örtülü, paslı olma ve mühürlenme şeklinde de ifade edilmektedir. 1175
İnsanı küfre düşüren bu önyargılar, ahlâksızlıklarının da nedenidir. İnsana iftira etme ahlâksızlığı ile Allah’a iftira etme küfrünün her ikisinin de iftira olduğunu unutmamak gerek! 1176 Kalplerindeki bu eğrilme ve sapma, onları Allah’ın vahyinden şüphe etmeye. sevketmektedir.1177 Bu sebeple de Allah’ın vahyini yalan, peygamberlerini de yalancı saymaktadırlar. Küfrün en yaygın ifadelerinden biri kizb ve tekzip kelimeleriyle ifade edilmektedir. Allah’ın söylemediği şeyleri söylemiş gibi gösterme iftirası ile onun gerçek âyetlerini yalan sayma arasında fark olmadığı gibi,1178 bir insana iftira etmek kadar doğru söylediğini bile bile yalancılıkla itham etmek de o ölçüde ahlâksızlıktır.1179 İnanmadığı halde inanıyormuş gibi görünen münâfıkların inkârı, aynı zamanda bir ahlâksızlık olduğu gibi, fesad ve ifsad da o ölçüde küfür ve ahlâksızlık örneğidir. 1180
İnsanın yalanlaması, onu İlâhî yolu reddedip şeytanî yolu benimsemeye ve sürekli bir bocalamaya itmektedir.1181 Gerçeği reddeden ve serabı gerçeğin yerine koyup sarılan bu insanın halini tasvir için kâfir kelimesi kullanılmaktadır. Böylece kelime gerçeği red (inkâr) etme ve örtme anlamında kavramlaşmaktadır. 1182
Tabii bu durumda gerçeği bastırma girişimi gündeme gelmekte ve zulüm kelimesini küfür kelimesinin anlam alanına taşımaktadır. Çünkü kâfirler, zâlimlerdir.1183 Bir küfür çeşidi olan şirk, en büyük zulüm olarak sunulmaktadır. Üstelik küfür kelimesinin şükrün zıddı olarak sunulduğu bir bölümde.1184 Zira küfür; kendi hevâsını putlaştırması ve İlâhî ölçüyü kaybetmesi nedeniyle kişiyi, sınır tanımayan bir canavara dönüştürmekte, böylece en iğrenç zorbayı ortaya çıkarmaktadır.1185 Bu nedenledir ki inanç ve düşünceye baskı, İslâm’dan değil küfürden kaynaklanan bir sorundur. Nitekim Allah yarattıklarının küfrüne rağmen verdiği süreye sâdıktır. Dinde zorlama yoktur.1186 O halde baskı, dinsizliktendir. 1187
Küfür En Büyük Günahtır
Küfür fiilinin sadece küfür kelimesiyle değil de cuhd,1188 inkâr,1189 iftira ve
1174] 53/Necm, 23
1175] 13/Ra’d, 30, 31; 2/Bakara, 74; 41/Fussilet, 4, 5; 17/İsrâ, 45, 48; 2/Bakara, 5, 7; 83/Mutaffifîn, 14
1176] 46/Ahkaf, 28; 5/Mâide, 103
1177] 40/Mü’min, 34, 35; 3/Âl-i İmran, 7
1178] 6/En’âm, 21, 25
1179] 6/En’âm, 33
1180] 2/Bakara, 7-15
1181] 2/Bakara, 15, 16
1182] Toshihiko İzutsu, s. 165, 166; Zebidi, Tâcü’l-Arus
1183] 2/Bakara, 254
1184] 31/Lokman, 11, 13
1185] 25/Furkan, 43; 28/Kasas, 50; 47/Muhammed, 14; Bakara, 49
1186] 2/Bakara, 256
1187] 10/Yunus, 99; 16/Nahl, 106; 20/Tâhâ, 73; Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 121-124
1188] 16/Nahl, 71; 29/Ankebût, 47
1189] 16/Nahl, 22, 83), tekzib (6/En’âm, 21), şirk (31/Lokman, 11, 13
AHLÂK
- 265 -
zulüm1190 ve benzeri kelimelerle ifade edilmesi gibi Kur’an; günah eylemini de çeşitli kelimelerle zikretmektedir: isim, seyyie, zenb, fuhuş, cünah vs. gibi. Günahla ilgili bu kelime grubunun da yine küfür grubu kelimelerle birlikte kullanıldığını ve aralarında anlam ilişkisi bulunduğunu görüyoruz. Şöyle ki: Allah’ın âyetlerini inkâr eden (küfr), tekzib eden (yalanlayan) lerin günahlarıyla (zenb) birlikte yakalanıp helak edildiğinden bahseden âyetler bunun en çarpıcı delilleridir.1191 Âyetin başına ve sonuna bakmaksızın, kimlerden bahsettiğini düşünmeksizin kelamcı yöntemiyle şu âyetten büyük ve küçük günah ayrımı çıkaranların günahtan ne anladığını merak ediyorum: “Günah ve fuhşiyatın büyüklerinden kaçınan, ancak aşın olmayan hatalar işleyenlerin iyiliklerine iyilikle, kötülük edenlere de yaptıklarıyla karşılık versin diye, yerde ve göklerde ne varsa Allah’ındır.”1192 Ancak Âyetlerin öncesi Allah’ın zikrinden (öğüt) yüz çevirip dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerin bilgisinin eksikliğinden bahsederek kimin doğru yolda, kimin sapkınlık içinde olduğunu Allah’ın daha iyi bileceğini söylüyor. Konunun sonu da aynı bağlamda sona eriyor.1193 Dolayısıyla âyet Mekkelilerin şirk ve aşırılıklarından bahsetmektedir.
İnsan sûresinde “isim” kelimesi, küfür kelimesiyle birlikte ve aynı eylem için kullanılmaktadır.1194 Dahası saldırgan, günahkâr kimseden başkasının âhireti inkâr etmeyeceğini söyleyen âyeti,1195 günahı, inkârın sebebi olarak göstermektedir. Bu hüküm, küfür zihniyetinin insanı taşkınlığa götürmesinin yanında, insanın işlediği günahların insanı boğacak hale getirmesinin de habercisidir sanki. Ateşin kendilerine sadece az bir gün dokunacağını söyleyen kitap ehline: “Allah’tan garanti antlaşması mı aldılar?” diye sorduktan sonra Kur’an, şöyle diyor: “Evet, kim bir günah (seyyie/kötülük) işler de suçu kendisini kuşattrsa işte onlar ateş ehlidir, cehennemde sürekli kalacaklardır.”1196 Bunun anlamı nedir? Günahkâr bir hayat, tövbe edilmediği müddetçe insanın gözünü, basiretini kapatacak bir ivme izleyerek gelişmeye devam ediyor. “Rabbinden gelen kesin deliller üzerinde bulunan kimse, yaptıklarının kötülüğü kendisine güzel gözüken ve hevâsına uyan kimse gibi midir?”1197 Firavun’a yaptıkları güzel görünmüş ve yoldan çıkarılmıştı. 1198
Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onunla alay etmenin seyyie olduğunu söyleyen ve bu günahı işleyenlerin sonunu haber veren âyeti 1199 de küfrün en büyük günah olduğunu haber vermektedir. Haram ayların yerlerini maslahat gereği değiştirenlerin kâfir olduğunu ve Allah’ın onları yola iletmeyeceğini söyleyen âyet de bazı günahların küfür şeklinde cereyan ettiğini gösterir sanırım. 1200
Sonuç: “Küfür En Büyük Ahlâksızlıktır.” İlâhiyat kültürümüzde büyük günahlar diye bildiğimiz kati ve zina gibi haramların günah derecesi, küfürden
1190] 4/Nisâ, 48; 7/A’râf, 37; 29/Ankebût, 68
1191] 8/Enfâl, 52, 54; 4/Nisâ, 48, 50
1192] 53/Necm, 31, 32
1193] 53/Necm, 27-32
1194] 76/İnsan, 24
1195] 83/Muttaffifîn, 12
1196] 2/Bakara, 81
1197] 47/Muhammed/14
1198] 40/Mü’min, 37
1199] 30/Rûm, 10
1200] 9/Tevbe, 37; Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 124-126
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ehven olsa bile onları günah sınıflamasından çıkarmaz. Daha açık bir ifadeyle büyük ve küçük günah ayrımı, küçük günahları meşru, büyük günahları tevbesiz kılmaz ve hepsi de günahsa en büyük günah da (yani küfür) günahlardan bir günahtır. O halde günah işleyen kimsenin küfre düşmeyeceğini söylemek kavram kargaşasının doğurduğu anlamsız bir cümle olmaktan öteye geçemez.
Böyle bir kavram kargaşasının üzerine kurulmuş varsayımların doğurduğu vahim sonuçların farkedilmemesi daha da vahimdir. Tevbe edilmemiş büyük günahların, Allah’ın dilemesi durumunda atfedilebileceğini fakat küfrün ve şirkin affedilmeyeceğini söyleyen âyetlerden genellemeler çıkarmak bu tür varsayımların ürünüdür. Dilemesinin sınırı olmayan Allah’ın büyük günahların hepsini affetmek gibi bir yetkisi varsa bu yetkiyi küfür için (hâşâ) sınırlayan kim? Veya Allah’ın yetkisinin sınırsızlığından hareketle insanların günahlarının atfedilebileceğini bir güvence gibi sunmak mümkün mü? Şâyet mümkün gözükürse bunun çok önemli iki sakıncası vardır. Birincisi Allah’ın kanunlarını ve ilkelerini görmezden gelme anlamına gelir. İkincisi ve konumuz açısından en önemlisi de inananların gözünde günahı meşru hale getirir. “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediği kimse için bağışlar...”1201 âyeti, şirkten tevbe etmiş insanlar için değil, tevbe etmemiş ve küfründe direnmekte olanlar için geçerlidir. Çünkü sahabenin çoğunluğu şirkten tevbe etmiş ve müslüman olmuş kimselerdi. Âyet bu tür kimselerin durumunu ifade etmek için gelmemiştir. Küfürde direnmekte olanlara hitabetmektedir. Öte yandan Allah’ın şirk dışında bütün günahları affedebileceğini söylemek, affedileceği garantisini vermiyor ki. Dahası âyet, bu affetme yetkisini Allah’ın dilediği kimseler için kullanacağını söylüyor. Küfürde direnenlere karşı şirkin affedilmezliği bağlamında söylenen bir sözü, günahları meşrulaştırma bağlamında kullanmak âyeti anlamamak olur. Hele bir de Kur’an’ı hayat haline getiren sahabenin kısmi günahı ile günahtan gözükmez hale gelmiş bir insanı aynı kategoride tutmak ne derece doğru olur?
Bugün İslâm toplumlarında iyiliğin yanından geçmeyen ama cürmün içerisinden hiç çıkmayan ve de fena fil günah olan kimselerin büyük çoğunluğunun “Âmentü”nün esaslarına inandığını söyleyen ve ezbere sayan insanlar olduğunu kim inkâr edebilir? Mü’min ve kâfirin iyilik ve kötülükleri arasındaki fark bir cümleden mi ibaret? Şehâdet ve ahit hiç mi bağlılık gerektirmiyor? Allah’ın yasaklarının kendisini hiç ilgilendirmediğine inanan ve işlediği günahların da başkalarını ilgilendirmediğini söyleyen bir başıboş, gerçekten inanmış veya küfre bulaşmamış insan mıdır? Ömründe hiç namaz kılmayan kimse -ki biz buna “târikü’s- salât” diyoruz-, eskaza bir vakit namazını geçirmiş kimseyle aynı mı? Ağır tahrik altında bir insanı öldürmek zorunda kalan bir katille adam öldürmeyi en büyük zevk aracı haline getirmiş bir ölüm makinası bir olur mu?
Her fırsatta insanları küfürle itham etmeyi elbette savunmuyorum ama bir müslüman olarak hangi davranışın imandan, hangi davranışın küfürden kaynaklandığını veya hangi duruşun imana, hangi duruşun küfre yakın olduğunu bilmek gerektiğine inanıyorum. Bu bağlamda küfür kavramının da diğerleri gibi netleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bu konuda benim düşüncem, küfrün en büyük günah, en büyük ahlâksızlık olduğu yönündedir. Hatta bundan da öte, küfrün, günah ve ahlâksızlık
1201] 4/Nisâ, 116
AHLÂK
- 267 -
zihniyetinin ismi olduğunu düşünüyorum. Günahların günahı ahlâksızlığın da en ahlâksızı bu zihniyettir. Çünkü bu zihniyet tüm kötülükleri meşru hale getiren bir bakış açısından doğmaktadır. Herhangi bir kötülük kötülüktür ama size iyilik yapana kötülük yapmak, daha büyük bir kötülüktür. Allah’ın karşılıksız lütfuna kötülükle karşılık vermekse en büyük kötülüktür. Tolstoy’un dediği gibi; “Günahların en büyüğü, en büyük nankörlüktür.”1202 Neticede, Türkçesi nankörlük olan küfür de en büyük ahlâksızlıktır. Çünkü ahlâksızlık, günah sayılan davranışlar için kullanılıyorsa, küfür olan bir davranış böyle bir nitelemeyi öncelikle hakediyor demektir.
Küfür kavramı bütün kötülüklerin temelini oluşturduğu gibi, günahların yığılması da insanı küfre hazırlayan basamakların oluşturulması anlamına geliyor. Temiz kalmaya özen gösteren bir insanın iman etme şansı, boyunca çirkefe batmış ve yaptığından hiç utanmamış bir insanın şansından daha fazla olmalı. 1203
Ahlâk ve Hukuk
Giriş: Gerek “ahlâk” ve gerekse “hukuk” değerler dünyasına ait olmaları nedeniyle girift ve soyut kavramlardır. Bu nedenle gerek tanımlan, gerek alanları ve gerekse kapsamları net olarak çizilememektedir. Çizilse bile sübjektif özellikler taşımaktadır. Dolayısıyla herkesin kabul edebileceği objektif bir görüntü arzetmemektedirler. Ama bununla birlikte kişiler okudukları tanımlardan birini veya bazısını daha isabetli bulabilirler.
Öte yandan esneklik nedeniyle her iki kavramın karşılaştırmasını yapmak da oldukça netameli gözükmektedir. Çünkü hem ahlâk felsefecileri, hem de hukuk felsefecileri, ahlâk ve hukuk ilkelerini vaz’i alandan beşeri alana çekmekle oldukça görece bir tartışmaya zemin hazırlamışlardır.1204 Neticede bu tartışmalar, neyin ilke, neyin ilke olmadığı kaosunu doğurmuştur. Özellikle ahlâkî ilkelerin kişisel mi, yoksa toplumsal mı veya İlâhî kaynaklı mı, yoksa beşerî mi olduğunu tartışmışlardır. Hukuk felsefesinde ise tabiî hukuk, pozitif hukuk, realiter hukuk, vs. ayrımları oldukça yaygın tartışma alanlarıdır. Böylesine kaotik bir zeminde net yorumlar yapmanın mümkün gözükmemesi de tabiidir.
Ahlâk Nedir? Kelime mânâsı itibariyle huy, tabiat, doğuştan gelen veya sonradan kazanılan bir takım davranış şekilleri, huylar ve tavırlar anlamında kullanılmıştır.1205 Hukuk felsefecileri ise ahlâkı, toplum tarafından benimsenen ve insanların davranışını düzenleyen kurallar olarak tanımlamışlar ve hukuka yakın bir işlevine işaret etmişlerdir. 1206
Ahlâkı hikmet kavramına dayandırarak daha felsefi bir izah yapan Kınalızade Ali Efendi ise, Hikmeti, amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayırır ve Ameli (pratik) Hikmetin Ahlâk ilmi olduğunu belirtir. Ahlâkî davranışların temeline inmeye çalışan Kınalızade iyi davranışların tabiî ve vaz’î olmak üzere iki kaynaktan doğduğunu Nasreddin Tusi’den naklen şöyle açıklar: Tabiî olan davranışları kişi kendiliğinden yapar. Vaz’î olan davranışlar ise toplumun İttifak ettiği temel
1202] Tolstoy, Çocukluk, M.E.B. Y., s. 32
1203] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 126-129
1204] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ank.1987, s.72
1205] Meydan Larousse, “Ahlâk”
1206] Güriz, s.13
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurallar tarafından önceden belirlenmiştir ve bunlar da İlâhî yardıma maz-har olmuş peygamberler vs. tarafından ortaya konmuş din kuralları veya örf, adet ve törelerdir.1207 Görülüyor ki Kınalızade, Materyalist hukuk ve ahlâk felsefecilerinin bölücü tutumlarla dışladıkları bir takım değerleri (norm) daha bütüncül bir yöntemle birleştirmiştir.
Ayrıca ahlâkı, hikmetli davranış ve düşünce anlamına gelen deyimlerle izah etmesi de oldukça anlamlıdır. Çünkü kanaatime göre hikmet, olması gerektiği gibi yapmak veya bir şeyi nasılsa öyle bilmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla böyle bir niteleme, ahlâkı aslına uygun olarak bilmek ve nasıl kavranılması gerekiyorsa öyle davranmak anlamında netleştirmektedir.
Bu bağlamda ahlâkın tanımıyla ilgili olarak değinmekte yarar gördüğüm bir husus, kelimenin etimolojik yapısıyla kavramsal anlamı arasındaki uygunluktur. Ahlâk kelimesi hulk’un çoğuludur ve halk (yaratma) kelimesiyle aynı kökten eş anlamlı olarak türetilmiştir. Yaratmayı (halk) fizikî bir yoktan yaratma olarak anlayanlar insanın değerler dünyasını şekillendiren (ki bu alan soyut, metafizik bir alandır) ahlâk kelimesiyle alaka kurmakta zorlanmışlardır. Bunun sebebi, halk (yaratma) kelimesinin yoktan yaratma anlamına gelen ibda kelimesi gibi bir yaratma anlamına geldiği yanılgısıdır. Hâlbuki halk kelimesi daha çok yaratılmış bir şeyi değiştirerek başka bir mahiyette yaratmadır. Alak sûresinde olduğu gibi kan pıhtısından insan haline getirme1208 şeklinde bir yaratma. Topraktan, sudan, ateşten yaratma1209 ibareleri de böyledir ki bu kelime insanın iç ya da ruh dünyasının düzenlenmesiyle ilgili bir anlam çağrıştırmaktadır. Bilgi, hikmet, örf, din ahlâk ve hukuk gibi etik değerler ve kavramlar daha çok insanın bu dünyasıyla ilgilidir. İnsan sahip olduğu bu yetenekleri sayesinde bahsedilen normları ya kendisi üretir veya İlâhî kaynaktan hazır olarak alır ve pratize eder. Bu da tabiî olarak insanın kendi orijinaline uygun tutum ve davranış demektir.
Hukuk Nedir? Toplumu düzenleyen ve devlet müeyyidesi ile kuvvetlendirilmiş bulunan kuralların bütünü şeklinde yüzeysel olarak tanımlanabilen hukuk kavramı,1210 daha çok kanunla eş anlamlı bir ketime gibi algılanmaktadır. Meşrutiyet dönemi İslâm hukukçularının şeriat ve kanun ayrımına benzer bir şekilde hukuk ve kanun ayrımından da bahsetmek mümkündür.1211 Hüseyin Hatemi’nin hukuk devleti deyiminin, kanunu olan devlet anlamına gelmediği yönündeki betimlemesi böyle bir ayrımın yapılabileceğini göstermektedir. Bugün yürürlükte olan T.C. kanunlarının, kanunda yer almayan bazı durumlarda ahlâk ve örfe göre çözüm üretmeyi tavsiye eden hükümler ihtiva etmesi1212 de hukukun kanunu aşan bir genelliğe sahip olduğu imajını vermektedir. Veya diğer bir ifadeyle hukuk yazılı normlar olarak kanun maddelerinin ötesinde yazısız normlar sahasına uzanan bir esnekliği bünyesinde taşımaktadır. Hâkime yorum ve ictihad hakkı vermesi de bu esnekliğin bir sonucudur.
1207] Kınalızade, Ahlâk-ı Alâi, s. 32, 33. Tercüman 1001 Temel Eser
1208] 96/Alak, 2
1209] Nisâ, 1; Nur, 45; Hacc, 22; Mü’min, 67; A’râf, 12
1210] Meydan Larousse, “Hukuk”
1211] Tuncer Namlı, “Tanzimat ve Sonrası Kanunlaştırmaları Karşısında İslâm Âlimlerinin Tavrı ve Neticeleri, Basılmamış Master Tezi
1212] Güriz, s. 22
AHLÂK
- 269 -
Ahlâk-Hukuk İlişkisi: Hukukun kurucu unsuru norm (değer) unsurudur ve bu değerin bir maddî bir de tinsel (mânevî) unsuru sözkonusudur.1213 Hukukun metafizik değerler dünyasına dayanması, onun kaynağını gündeme getirmektedir. Tabiî hukuk yanlıları hukukun ideal bir dünyadan doğduğunu bu sebeple ahlâk, örf ve din’den kaynaklandığını savunurken -ki bu ayağı yere basan bir bir tanımlamadır- materyalist hukukçular ise insan ihtiyaç ve çıkarlarından hukukun doğduğunu söylemişlerdir.1214 Seküler bakış açısının nitelemesi doğru olmakla beraber son derece eksik veya tek yanlı bir görüntü arz etmektedir. Zira hukukun ihtiyaçtan doğmuş olması bir vakıa olmakla birlikte her ihtiyacı o!an kendi çıkarına göre hukuk ilkesi veya idesi vazetmeye kalkarsa sonuç toplumun dolayısıyla insanın hüsranı demek olur ki son yüzyıllarda teknolojik bakımdan kalkınan insanlığın değerler dünyasında bir çıkmazın içerisine sürüklenmesi, hukuku aşırt derecede beşerileştirme ve böylece ölçüsüz şüpheciliğin içerisine sürüklemenin bir sonucudur. Gâyet net bir şekilde görülmektedir ki “metafiziktir” gerekçesiyle değeri, ahlâkı, dini vs. dışlayan Pozitivizm, insanı insanın canavarı haline getirmiş; bunun bir sonucu olarak da önce dinlerin meydana getirdiği kaynaşmayı ulusalcılık adına parçalamış daha sonra da makyavelîst bir mantıkla devleti milletin üzerinde kutsal bir tabu haiine getirmek ve tabiî hukuk, pozitif hukuk ayrımını doğurmak sûretiyle halklarla birlikte onların mânevî dünyalarını da parçalamış ve mahkûm etmiştir. Aslında bu toplumsal arızâ ideal dünyanın maddesel alanla kucaklaşması anlamına gelen hukukun katı pozitivizm tarafından haksız bir şekilde yaralanması ve sakat bırakılmasının bir sonucudur. Hukuku değer ve idealden yoksun bırakmakla insan doğasının can damarını koparan ve sakatlayan katı materyalizm, suçunun tazminatını da yine mazlum insanlara ödetmektedir.
Anlaşılan odur ki hukuk, yazılı kanun metinlerini aşan değerler dünyasına ait kuralların devlet eliyle uygulanmasıdır. Kaynağı da ahlâk, örf, âdet, din vb. kutsal değerler alanıdır. Hüseyin Hatemi’nin deyimiyle gerçek bir hukuk devletini gerçekleştirebilecek bir hukuk, ancak sâbit ve değişmez değerler dizisine dayanmakla olur ki, bu da ancak Allah’ın ipine sarılmakla rnümkündür.1215 Ancak laik sistem nedeniyle Türk hukuk felsefecileri, hukukun kaynaklan arasında dine yer vermezler. Hâlbuki muhafazakâr Batılı tabiî hukuk yanlıları, dinin hukuk kaynağı olduğunu alenen savunabilmektedirler.1216 Bu farklılık, Türk hukukçularının bir takım gerçekleri ifade etmekte zorlandığının göstergesi kabul edilebilir. Bu açıdan bakıldığında sekülerizmin hukuka getirilmiş bir sınırlama olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Kaldı ki gücü elinde bulunduran batıcılar, aşın materyalizm bağnazlığı nedeniyle bırakınız dini, ahlâkî gerçeklikleri bile hukukla bağdaştıramazlar. Bir kavram kargaşası cambazlığı ile hukuku olduğu gibi eğitimi de çağdaşlık adına ahlâkî ilkelerden arındırdıkları için en aşırı devletçiler bile devletin malını deniz, kanununa uydurup yemeyenleri domuz kabul etmektedirler. Öyle anlaşılıyor ki kamu sahasını, dolayısıyla hukuku, ahlâkî değerlerden ayırmak, eğitim yoluyla halkın çocuklarını halkın değerlerinden koparmak anlamına geliyor. Bu sakat
1213] İsmail Kıllıoğlu, Ahlâk ve Hukuk, İst. 1988, s. 247, 248
1214] Güriz, s. 379-396, 73
1215] Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İst. 1989, s. 16, 35
1216] Güriz, s. 379, 396, 73; Hatemi, s. 42-45
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hukuk ve eğitim anlayışının bir neticesi olarak da devlet kademeleri, tek kişilik hırsız-polis oyununun oynandığı tiyatro sahnesini andırmaktadır.
Türk toplumu bugün hukukun ahlâka dayandırılması gerektiğini savunan hukuk felsefecileri ile bir avuç burjuva azınlığın ahlâkla bağdaşmayan formel hukuk anlayışını reaüter hukuk adına meşrulaştıran hukuk felsefecilerinin çelişkisini yaşamaktadır. Her ne kadar adı konmasa bile siyasi ve ideooljik çalkantıların arkasında en az çıkarlar kadar bu kavga yatmaktadır. Siyasi gücü elinde bulunduran ideolojilerin mensupları, konjonktür gereği halkı karşısına almamak için bu çatışmaların arka planlarının netleştirilmesini de istememektedir. Bunun bir sonucu olarak hukuk düzeninin, halkın idealleriyle çatışması sürmektedir. Halkın idealleri realitedeki pozitif kurallara feda edilirken, “Hayat hukuku takip etmez, hukuk hayatı takip etmelidir” gibi hukuk felsefesinin çok önemli bir prensibi, hukuk adına ihlal edilmektedir.
Hukuk-Ahlâk ilişkisi tartışmalı bir konu olmakla beraber bu konuda müstakil bir eser kaleme alan hukuk felsefecisi İsmail Kıllıoğlu çok net bilgiler vermektedir. Görüşlerini özetlemeyi bu noktada faydalı buluyorum:
A- Hukuk ve ahlâkın birliği yönünden
1- Hukuk ve Ahlâk etik değerler düzenine aittirler ve her ikisi de aynı değeri içerirler.
2- Sujeye (kişiye) ikişkin olup özgür iradeye yöneliktirler.
3- Bununla birlikte her ikisinin de toplumsal yanı mevcuttur.
4- Hukukta zorlayıcılık Ahlâkta vicdanın buyruğu söz konusudur.
5- Meşrûluk ve zorunluluk bakımından iki alanın birliği tartışmalıdır.
6- İkisi arasında uygulama birliği ve âhengi sözkonusudur.
B- Hukuk ve ahlâkın ayrıldığı noktalar yönünden
1- Hukuk dışa, ahlâk içe yöneliktir.
2- Değerlendirme ve karar verme bakımından eylemlerin hukuka uygunluğu ile ahlaka uygunluğu arasında fark olabilir.
3- Hukukun hetoronom, ahlâkın otonom oluşu yönünden bir fark söz konusu olduğunda,
a- Yürürlük kaynakları bakımından şekli, fiili ve kurumsal yürürlük farkları gündeme gelebilir.
b- Sorumlu olunan makam hukukta sistem veya devlet ahlâk alanında ise ya kişisel ya da kamusal vicdandır.
4- Yaptırım bakımından ayrıldığı noktalar ise hukukun talep hakkı vermesi ve zorlayıcı olması ahlâkın ise talep hakkı vermeyip konvansiyonel oluşudur. 1217
Sonuç: Kısaca ifade etmek gerekirse hem öz itibariyle hem de gerçekleştirmek istedikleri hedef açısından hukuk ve ahlâk, birlik ve uyum içerisindedirler.
1217] Kıllıoğlu, s. 336-374
AHLÂK
- 271 -
Ancak yürürlük ve yaptırım açısından ayrıldıkları noktalar mevcuttur. Hayatı cendereye almamak için hukukun kısa ve öz olması ahlâk ilkeleri gibi çok teferruatlı olmamasf gerekebilir. Bu bakımdan hukuk vaz’edenler teferruat alanını ahlâka bırakırken hukuk ilkelerinin ahlâkla uyumlu olmasına itina göstermelidir. Aksi takdirde fert ve toplumu, kurulu düzenin karşısına iterek devlet-millet çatışmasına neden olabilirler. Veya devlet-mîllet elele vererek fert haklarını gaspedebilir, bu yolla millet parça parça tüketilebilir. Böylece milletin hizmetine ve hayrına kurulmuş bir sistem, milletin felaketine yol açabilir. Üstelik hukuk, vazedenlerinin elinde kendi kaynağına (yani toplumun ahlâk yasalarına) ters düşmüş olur ki bu çok açık bir çelişki ve kendi kendini inkâr sayılır. Özellikle Kur’an’ın teşri felsefesi incelendiğinde görülecektir ki İlâhî vahiy, bir siyaset ve hukuk mekanizması öngörmeden önce ahlâkî ve toplumsal bir sistem önermiş, bilahare siyasal göç oluştuktan sonra hukuk kurallarını vaz’etmiştir. Bu bakımdan hukuk kurallarını ahlâkî disiplinin bir parçası kabul etmek veya onu devlet erkiyle uygulanan ahlâk kuralları olarak değerlendirmek daha uygun gözükmektedir. Çünkü adam öldürme, hırsızlık, saldırganlık gibi suçlar hukuken yasak olduğu kadar ahlâken de yasaktırlar. Bu nedenle İslâm fıkıhı, hukuku ahlâktan ayırmayı düşünmemiştir.
Öte yandan hukuk, bir şahsın veya bir grubun eliyle vaz edilirken ahlâk yasaları kamu vicdanından doğmuştur. Daha açık bir ifadeyle hukuk kuralları, önemli bir kısım ahlâk yasalarının insan eliyle somutlaştırılması demektir. Dolayısıyla ahlâk ilkeleri, hukuka oranla daha maşeri ve cumhuri bir niteiik taşır. Şâyet hukuk, toplumsal bir mutabakat sonucu oluşmamışsa bu fark daha da belirginleşecektir. Bu nedenle pozitif hukuk ve ahlâk yasaları arasında bir çelişki ortaya çıktığı takdtirde umumi ahlâk yasalarının tercih edilmesi daha sosyal bir tavır olur. Aksi takdirde sosyal devletten bahsetmek gülünç olmakla eş anlamlı hale gelebilir. Tabiî hukuk taraftarlarının din kurallarıyla hukuk normları arasında uyum olması gerektiği yönündeki tercihleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Batıyla özdeşleşme anlamında bir çağdaşlık adına milletin değerleriyle çelişmek Hatemi’nin tabiriyle gülünç olmayı göze almayı gerektirmekle kalmaz,1218 milletin içerisinde yaşama yerine fildişi kulelerde yaşamayı da beraberinde getirir diye düşünüyorum. Kaldı ki Türkiye’de batıcılık adına hareket ettiği sanılanların, batının kamusal alanda dine tanıdığı müsamahanın çok nisbi bir kısmını bile tanımaya tahammül gösteremediğini biliyoruz. Halka rağmen halkçılık politikaları da bu hukuk mantığının bir sonucu olarak inandırıcı olmamakta ve kabul görmemektedir.
Bilhassa hukuk kavramının hak kelimesinden türemiş olması ve bu kelimenin İslâmi öğretide Allah’ın bir ismi olması sebebiyle ilahsız bir hukuktan bahsetmek, hukuksuz bir hukuktan bahsetmek kadar abes olur. Bu sebeple öteden beri İslâm hukukçuları ne hukuku ahlâksız ne de ahlâkı dinsiz düşünmemişlerdir. Hukuk felsefesi konusunda Üsküdarlı Talat Bey’in şu sözü anlamlıdır: “İlm-i Hukuk’tan sonra bir nükte söyleyim. Eyler bunu kabul bütün zümre-i dühât. Bir zat-ı Hakk bilinmelidir, bir de hakk-ı zat. Bakisinin neticesi yok, hepsi türrehat”1219 Bilhassa ahlâk konusunda müstakil bir kitap telif eden Kınalızade, vaz’i ahlâk kurallarının dinden doğduğunu ve bunun da ibâdet muamelat
1218] Hatemi, s. 32
1219] Hatemi, s.13
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve siyaseti kapsayan fıkıh ilmi olduğunu açıkça ifade etmektedir.1220 Batılı tabiî hukuk felsefecilerinin görüşleriyle örtüşen İslâm hukuk ve ahlâk felsefecilerinin bu görüşünde yadırganacak bir durum da sözkonusu değiidir.
Tabii bu arada bütün insanları inansın veya inanmasın bir dinin hukukuna mahkûm eden ve farklı dinlerin varlığını dikkate almayan bir uygulamanın din adına özellikle İslâm dini adına savunulması mümkün gözükmüyor. İslâm’ın tarihteki uygulama biçiminden, münferit bazı durumlar hariç genelde farklı dinlerin hukuki farklılıklarını dikkate aldığını farketmek mümkündür. Ancak hemen belirtelim ki farklılıkları dikkate almayan tek tip bir dini hukuk dayatması kadar, dinlerin hiç birini dikkate almayan din dışı bir hukuk dayatması da tutarlı gözükmüyor. Böylesi bir uygulama, bütün dinlere yapılan bir saldırıdır ve hiç bir dine yaşama hakkı tanımama olarak değerlendirilebilir. En iyimser ihtimalle bütün dinlerin kamusal alana yönelik öngörülerinin budanrnasıdır. Böylesi bir uygulamayı din özgürlüğü adına savunmak, gülünç olmanın ötesinde bir aymazlıktır. Çünkü hiçbir dinin kamusal öngörülerini hesaba katmayan ve bir azınlığın dini hassasiyetlerini dikkate almayan bir hukukun ahlâka dayanmış olma iddiası daha da gülünçtür. Din olmadan ahlâkı koruma gayreti kadar boş bir iddiadır. 1221
Aile Ahlâkı
Aile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, varsa çocukları, ev halkı, yani yakın akrabalardan oluşan insan toplumudur. Müslüman için âile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Nikâh, iki ayrı cinsiyetten müslümanın İslâmî kurallar çerçevesinde bir araya gelmesidir.
Ailenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir.
Ailede üyeler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma olmalı ve aile fertleri birbirlerine karşı güzel davranışlar sergilemelidir. Ailede mutlu olmak ve bunu hayat boyu sürdürebilmek için eşler ve çocuklar çaba sarfetmeli ve gereken fedâkârlıklardan çekinmemeli, her kişi öncelikle kendi sorumluluklarını yerine getirmelidir. Her insanın, ailesindeki diğer şahıslara karşı görevlerinin olduğunu unutmaması gerekir.
Ailede tevhidî değerlere önem verilmiyor, Allah’a kulluk üzere haklar ve sorumluluklar değerlendirilmiyorsa, böyle bir aile kurumu bireyleri ne dünya ve ne de âhiret mutluluğuna ulaştırabilir.
Şuurlu Müslüman olan eş aile hakkını çiğnemez, ailesiyle iyi geçinir. Eğer eş hak ve sorumluluklarını yapmazsa zâlim (zulüm işleyen) adâletsiz (hak edene hakkını vermeyen) kişi olur ve bunun sonucunda da evlilikte anlaşmazlık, kavga, huzursuzluk olur. Öncelikle kendilerine zarar verirler, Sorumsuz olan kendisinde vicdan azâbı olur. Ailenin psikolojileri bozulur. Ve toplum çöküntüye uğrar.
Eğer eşlerin yanlarında akrabaları uzunca kalıyorsa, evlerinde kaynanası, kaynatası varsa, onlara karşı da sorumluluklarını, ihsan ile davranmayı, eşinin
1220] Kınalızade, s. 33, 34
1221] Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Yayınları: 126-129
AHLÂK
- 273 -
akrabalarını kendi akrabası olarak görüp benzer saygı, sevgi ve fedâkârlığı göstermelidir.
Evli çiftlerden biri: “Eşim bana karşı sorumluluğunu yerine getirmiyor” diyor. Ama kendinin de eşine karşı sorumlu olduğunu unutuyor. Eşler kendini düşündüğü gibi eşini de düşünmelidir. İlk sen sorumluluğunu yap, sen yapınca eşin de senin hakkını gözetecektir. Sorumluluk duygusu çok önemlidir. Özgürlüklerimizden ve haklarımızdan önce görevlerimizi düşünüp ona göre davranmalıyız. Yani, beraber yaşadığımız veya karşımızdaki kişilerin haklarına kendi haklarımızdan önce yer vermeliyiz.
Ailede Sağlıklı İletişim
Âileyi bir sistem üzerine kurun. Nizamsız ve intizamsız hiçbir sosyal yapı sağlıklı olmaz. Özellikle en büyük nizama âşık olanların nizamsız ve intizamsız olmaları düşünülemez.
Bir âile sisteminin temel ihtiyaçları şunlardır:
Varlığın tanınması,
Değer duygusu,
Emniyet duygusu,
Sorumluluk duygusu,
Paylaşma ve dayanışma duygusu,
Mücâdele duygusu,
Mutluluk duygusu,
Ahlâkî davranış ve adâlet duygusu,
Saf ve temiz bir iman.
Eşler Arası İlişki
Sağlıklı bir âile için karı-koca ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak gerekir. Sağlıklı bir âilenin temeli karı-koca arasındaki sağlıklı ilişkiyle mümkündür. Çocukların gelişmesi için gerekli olan sağlıklı sosyal yapı, ancak böyle bir âilede ortaya çıkar.
Sağlıklı bir ilişki içine giren tarafların ilk uyması gereken kural, karşılıklı birbirlerini değerli görmek ve kabullenmek, bununla birlikte iletişim ve etkileşim kanallarını sonuna kadar açık bulundurmaktır.
Bir: Uzun vâdeli ve kalıcı mutlulukları, kısa vâdeli ve geçici mutluluklara fedâ etmeyin.
İki: Âileyi oluşturan bireyler olarak, kendi tavır, davranış ve düşüncelerinizden kendinizi sorumlu tutun.
Üç: Âile içerisinde doğru bildiklerinizi doğru bir üslûpla ve doğru zamanı kollayarak söyleyin.
Dört: Âiledeki mânevî atmosferi zenginleştirmeyi bencilce istek ve arzulardan
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önde tutun. Bunun verdiği iç huzuru ve dinginliği çok geçmeden tüm âile fertlerinin fark ettiğini hayretle göreceksiniz.
Eşler arası ilişki, aşağıdaki 10 madde ile değerlendirilir ve eksiklik varsa giderilir:
İnsan-insan ilişkisi,
Din kardeşliği ilişkisi,
Sevgili ilişkisi,
Bedenî-cinsî ilişki,
Akrabâ ilişkisi,
Dost ilişkisi,
Arkadaş ilişkisi,
Sırdaş ilişkisi,
Yoldaş ilişkisi,
Kader birliği ilişkisi.
Sağlıklı İletişim
Bilinçli ve sağlıklı iletişim anlamlı hayata, anlamlı hayat da sâkin ve doyuma ulaşmış ruh halinin gelişmesine yol açar. Bunun için de özgür ortam şarttır. Özgür ortam içerisinde yapılan iletişim toplumsal sorunların çözümüne olduğu kadar, kişiler arası, özellikle âile içi sorunların çözümüne de katkıda bulunur.
Âilede sağlıklı iletişimin temel şartı üçtür:
1. Muhâtaba Saygı,
2. Doğal Davranış,
3. Empati.
Âilede sağlıklı bir iletişim için kesinlikle şu dört soruya doğru cevap vermeniz gerekir:
Ne söyleyeceksiniz?
Ne zaman söyleyeceksiniz?
Nerede söyleyeceksiniz?
Nasıl söyleyeceksiniz?
Bir doğrunun sadece doğru olması yetmez, o doğrunun doğru bir zamanda, doğru bir yerde, doğru bir kişiye ve doğru bir üslûpla söylenmesi gerekir. Eğer bunlardan biri yanlış olursa, söylediğiniz doğrunun doğru olması etkili olmasına yetmediği gibi, sizin muhâtabınızla ilişki kurmanıza da yetmeyecektir.
Aile Hayatı ile İlgili Haramlar
a- Hayız ve lohusalık hallerinde birleşme,
AHLÂK
- 275 -
b- Kadınlara anüslerinden yaklaşma,
c- Yatak odasında geçenleri başkalarına anlatma,
d- Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma),
e- Çocuğun haklarına riâyetsizlik,
f- Ebeveynin haklarına riâyetsizlik.
Karı-Kocanın Birbirlerine Karşı Görevleri
Karı-koca birbirlerinin bazı eksiklerini, kusurlarını görmezlikten gelmeli, nâmus ve iffetlerini korumalıdırlar. Böylece bütünleşerek âile saâdetini sağlamalıdırlar.
Eşler birbirlerine asla yalan söylememeli ve doğrudan hiç ayrılmamalıdır. Birbirlerine güvenmeli, güven bozucu davranışlardan ve gereksiz şüphelerden kaçınmalıdırlar. Birbirlerine iyiliği emredip, birbirlerinin kusurlarını güzel bir tarzda ıslaha çalışmalıdırlar. Her konuda Kur’an ve Sünneti ölçü kabul edip müslümanca aile ilişkilerini sürdürmeli, dâvâ adamı vasfını bütün aile bireyleri olarak kazanmanın yolu aranmalıdır. Eşler, birbirlerini memnun etmek, eşinin hoşlanmadığı şeyi yapmamakla görevli olduklarını unutmamalıdır. Birbirleriyle hoş ve tatlı şekilde sohbet etmeli, birbirleriyle ilgilenmelidir. Kesinlikle incitici, kaba, hakaret taşıyan sözler söylenmemelidir. İmkân ve gücü oranında koca, evin ağır yorucu işlerinde eşine yardımcı olmalı, özellikle çocuklarıyla her yönden ilgilenmeye çalışmalıdır. Koca eve gelince selâm vererek, güler yüz, tatlı sözle kapıdan içeri girmeli, hanım da güler yüzle karşılamalıdır. Hanımların en önemli görevi kocalarına karşı güzellik sergilemek ve güler yüzlü davranmaktır.
Ailede Haklar ve Görevler
İslâm, kuruluşunu düzenlediği âile yuvasının mutluluğu için, eşlere karşılıklı sevgi ve fedakârlığa dayalı görevler de yüklemiş, bu görevlerin içtenlikle yapılmasının, erkek ve kadın için birer ibâdet olduğunu bildirmiştir. Bu âilevî görevleri şöyle özetleyebiliriz:
Hanımının kocasına karşı görevleri
Hanım, âilenin reisi olan kocasına karşı bütün meşrû ve İslâmî meselelerde itaat eder. Kadın eşinin malını, âilesinin her türlü sırrını, nâmusunu, çocuklarını korumalıdır. Kadın durup dururken kocasından boşanmayı istememelidir. Çok zor durumda kalmadan kocasından ayrılmak isteyen kadına Cennet kokusu haramdır.1222 Kadın kocasından izinsiz olarak evinden dışarı çıkmamalıdır. 1223
Kadının kocasını memnun etmesi onun en önemli görevidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Herhangi bir kadın, kocası kendisinden râzı olduğu halde ölürse Cennet’e girer.”1224 Yine başka bir hadislerinde Rasûlullah Efendimiz: “Kadın kocasının yatağını (ma’zeretsiz) terkederek gecelerse, o kadına melekler sabaha kadar lânet ederler.” 1225 buyurmuşlardır. Kadın kocasına olgun ve iyi davranmalı, zen1222]
Ebû Dâvud, Talâk 18
1223] Buhârî, Nikâh 116
1224] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/326
1225] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/323
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ginliği ve güzelliği ile övünmemeli, ev işlerini düzenlemeli, çocuklarına bakmalı, kocasının malını israf etmemelidir
Evliliğin gerçekleşmesinden itibaren karı-koca, Allah önünde birbirlerinin haklarına uymakla yükümlüdürler. Bu karşılıklı haklar âile reisliği hâriç, eşitlik esasına dayanır. Evlilik kadının şahsiyetini ortadan kaldırmaz, erkeğin hukukî ve sosyal kişiliği eşinin haklarını gölgelemez. Kadın kendi âile ismini taşıyabilir, kendine ait mallar üzerinde tam ve bağımsız bir tasarruf yetkisini kullanabilir.
Karı-koca birbirlerine iyi niyet ve güzel ahlâk ile davranacaklardır. “İyileriniz, âilesine karşı iyi olandır...”1226 Ufak tefek huysuzluk, geçimsizlik ve kusurlara sabredecek, yuvanın yıkılmaması için tahammül göstereceklerdir: “...Kadınlara normal ve iyi davranın; onlarda hoşunuza gitmeyen bir şey olursa, belki bir şey hoşunuza gitmediği halde Allah onu birçok hayırla doldurmuştur.”1227 Anlaşmazlık büyürse hakeme başvurulacak, hakemler de âilenin devamını sağlayamazlarsa son çare olarak, usûlüne uygun “tedricî boşanma” sistemi uygulanacaktır. “Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer.” 1228
Kadının itaati, sevgi dolu bakışı ibâdettir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının haklarına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz.”1229; “Kadın, beş vakit namazını kılar, bir aylık orucunu tutar, nâmusunu korur ve kocasına itaat ederse ona: ‘Hangi kapıdan dilersen oradan cennete gir’ denilir.” 1230
İslâm ahlâkı, hayatın tüm alanlarında olduğu gibi âile kurumunda da başıbozukluğu kabul etmez. Bu sebeple, bir sosyal kurum olması itibariyle, âile içinde de bir düzenin hâkim olması gerekir ki, bu da âilede bir otoritenin bulunması ile sağlanır. İslâm, bu yetki ve sorumluluğu, belli şartlar içinde erkeğe vermiştir. Bu durumda, âile düzeninin huzur ve saâdetinin sağlanması için, her otorite sahibine olduğu gibi, âile reisine de saygılı olmak, kadının başta gelen âilevî sorumluluğudur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kadın, kocasının hakkına riâyet etmedikçe, Rabbinin hakkını (emrini) yerine getirmiş olmaz.”1231; “... Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.”1232; “Kocasını memnun bırakmış olarak ölen kadın, cennete girer.”1233 Kadın, yöneticilik ve sorumluluk bakımından âile reisliğine getirilen kocasının meşrû arzularına saygı göstermekle mükelleftir. Kocasının malını, âile sırlarını, nâmusunu ve çocuklarını da korumak mecburiyetindedir. Kocasını meşrû yollarla tatmin/memnun etmeye çalışmak, çocuklarını güzelce yetiştirmek ve yabancılara karşı tesettürüyle, davranışlarıyla nâmusunu muhafaza etmek: Müslüman hanımın âiledeki en önemli üç vazifesi bunlardır. “Sâliha (iyi) kadınlar, itaatkârdır. Allah, kendilerini (haklarını) nasıl koruduysa, onlar da öylece gizliyi (kimse
1226] İbn Mâce, Nikâh 50
1227] 4/Nisâ, 19
1228] Tirmizî
1229] İbn Mâce, Nikâh 4
1230] Ahmed bin Hanbel, I/191
1231] İbn Mâce, Nikâh 4
1232] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
1233] Tirmizî, Radâ 10; İbn Mâce, Nikâh 4
AHLÂK
- 277 -
görmese de nâmuslarını) koruyanlardır.”1234 Peygamberimiz’in müjdesi de şöyledir: “Kadın, namazını kıldığı, orucunu tuttuğu, nâmusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, cennet kapılarının dilediğinden girsin.” 1235
Kadının en başta gelen görevi, iffet ve nâmusunu korumasıdır. Kadın, gözünü haramdan sakınarak, ırzını koruyarak, görülmesine müsaade edilen yerlerin dışında, örtülmesi gerekli yerlerini örterek bu görevini yerine getirir.1236 Evdeki işlerle ve çocukların yetiştirilip büyütülmesiyle daha çok ilgilenme durumunda olan kadın, dışarı çıkarken câhiliyye çıkışı ile çıkmayacaktır.1237 Câhiliyye çıkışı, yabancı erkekler için süslenme, ince veya dar elbiseler giyme, açılıp saçılarak sokağa çıkmayı içermektedir. Kadınlar, cinselliklerini sadece kocalarına karşı kullanmalı, kocasının yanında dişi; diğer insanların yanında kişi olarak yer almalıdır. Kocasına karşı süslenmeyi ibâdet bilmeli, onu doyurabilmelidir.
Kadın, iyiliği emir ve kötülükten yasaklama görevini, sadece fıtrî öğretmenleri olduğu çocuklarına karşı değil; eşinde gördüğü yanlışları düzeltmek ve doğrularını arttırmak için kocasına karşı da uygulayabilmelidir.
Hanımların bu âile içi görevleri yanında, tabii ki, erkeklerin de görevleri vardır.
Kocanın Âiledeki Görevleri
Dinimiz âile reisi olarak erkeği tanır: “Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdir.”1238 âyeti bunu ifâde eder. Çünkü erkekler kadınlardan daha güçlü olarak yaratılmışlardır.
Hadis-i Şeriflerde Kocanın görevleri şöyle değerlendirilir: Âilesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir. İslâm buna o kadar önem verir ki, bir erkeğin Allah rızâsını gözeterek âile fertlerine yaptığı harcamayı sadaka kabul eder. 1239
Bir kimse hanımına iyi davranmalı, onu kırmamalı, kaba davranışlardan sakınmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ey ümmetim! Kadınlara hayırla muâmele etmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar sizin emriniz altındadır. Fazla tahakküme hakkınız yoktur. Ancak açıktan fuhuş irtikâp etmiş olsalar o zaman durum değişir.” 1240
Koca, hanımına hanım da kocasına ilgi göstermeli, saâdeti evlerinde aramalıdırlar. Meşrû olmayan yollara düşmemelidirler. İffet ve nâmus konusunda titiz davranmalıdırlar: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını zinâdan korusunlar.” 1241 âyeti bunu ifâde eder.
Erkek, hanımına ve çocuklarına dinî emirleri hatırlatmalı, iyi yönde eğitmelidir. “Âilene namaz kılmayı emret.”1242; “Yedi yaşındaki çocuğa namaz kılmayı öğretin.
1234] 4/Nisâ, 34
1235] Ahmed bin Hanbel, I/191
1236] Bk. 24/Nûr, 31; 4/Nisâ, 34; 33/Ahzâb, 59
1237] Bk. 33/Ahzâb sûresi, 33
1238] 4/Nisâ, 34
1239] Riyâzu’s-Sâlihîn, I, 331
1240] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/319
1241] 24/Nûr, 30
1242] Tirmizî, Birr 13
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
On yaşına vardıklarında (kılmazlarsa) cezâlandırın.” 1243
Koca, kendi mal varlığı ve imkânlarına göre hanımının nafakasını sağlayıp her türlü ihtiyacını gidermekle yükümlüdür.1244 Bu hususta cimrilik ettiği takdirde hanımı ilgili yöneticilere ve yargı makamlarına başvurup durumunu anlatabileceği gibi, kocasına danışmadan onun malından harcama yapabilir. Koca, hanımına asla “çirkinsin” dememeli, yaptığı işte sürekli kusurlar aramamalı,1245 hanımını asla dövmemeli,1246 hanımını sürekli zan altında tutup onu gizlice tâkip etmeye kalkışmamalıdır.1247 “Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler (değerli olanlar değer verirler); onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” 1248
“Bir mü’min erkek, bir mü’min kadına buğzetmesin. Çünkü onun bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir.” 1249
“Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.” “Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.” 1250
“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.”1251
“Sizin hayırlınız, kadınlarına hayırlı olan, iyi davranandır.” 1252
“En güzel dünya nimeti, insanın sahip olabileceği nimetlerin en hayırlısı: Zikreden dil, şükreden kalp ve insanın iman doğrultusunda (müslümanca) yaşamasına yardımcı olan kadındır.” 1253
“Mü’min, Allah korkusundan ve O’na itaatten sonra, iyi bir kadından yararlandığı kadar hiçbir şeyden yararlanmamıştır. Çünkü ona emretse sözünü dinler, yüzüne baksa kendisini sevindirir, üzerine yemin etse, yeminini doğru çıkarır, başka tarafa gitse, kendisinin bulunmadığı sırada nâmusunu ve malını korur.” 1254
Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz. Çünkü siz onları Allah’ın emâneti diye aldınız. Allah’ın sözü uyarınca ırzlarını kendinize helâl kıldınız. Onların, sizin yataklarınıza bir adamı almamaları ve iffetlerini korumaları, sizin onlar üzerindeki haklarınızdandır. Eğer böyle bir şey yaparlarsa hafifçe onları dövünüz. Sizin de onların geçimlerini ve giyimlerini sağlamanız, onların sizin üzerinizdeki haklarındandır.” 1255
“Allah’a isyanı emreden kişiye itaat olunmaz.” 1256
1243] Riyâzu’s-Sâlihîn, I/339
1244] Ebû Dâvud, Nikâh 41
1245] İbn Mâce, Nikâh 3
1246] Buhârî, Nikâh 93
1247] Müslim, İmâre 56
1248] İbn Mâce, Edeb 3; Ebû Dâvud, Edeb 6, Rikak 22, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 11
1249] Müslim, Radâ’ 61, hadis no: 1469; Müsned II, 329
1250] Müslim, Radâ 62; Tirmizî, Radâ 11
1251] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
1252] Müslim, Birr 149
1253] Tirmizî, Birr 13
1254] İbn Mâce, Nikâh, 5
1255] Müslim, Hac 147, 194; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 2
1256] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, Cihad 40
AHLÂK
- 279 -
Rasûlullah’a soruldu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizden her biri üzerinde, zevcesinin hakkı nedir?” “Kendin yiyince ona da yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzüne vurmaman, takbîh etmemen, evin içi hâriç onu terketmemen.” 1257
“Kadınlara karşı hayır tavsiye ediyorum. Çünkü onlar sizin yanınızda avândır/esirler gibidir. Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeter ki onlar açık bir fâhişe/çirkinlik işlemesinler. Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetli olmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarında aşırı gitmeye bahane aramayın. Bilesiniz ki, kadınlarınız üzerinde hakkınız var, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakkı var. Onlar üzerindeki hakkınız, yatağınızı istemediklerinize çiğnetmemeleridir. İstemediklerinizi evlerinize almamalarıdır. Bilesiniz ki, onların sizin üzerinizdeki hakları, onlara giyecek ve yiyeceklerinde iyi davranmanızdır.” 1258
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!” 1259
Kocanın Âiledeki Görevleri: Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun nafakasını (geçim ihtiyaçlarını) karşılamak, kendisine doğruluktan ayrılmamaktır. “Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.” 1260 Hanımını, Rabbinin emaneti olarak alan ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edinen koca da, karısına karşı sevgi ve şefkat göstermek, yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek, ona ve yaptığı işlere çirkin dememek, fena söz söylememek, hoş görülü olmak gibi görevlerle mükelleftir. İslâm’ın âile düzenini yaşatmak üzere kocaya tanımış olduğu otorite hakkı, ona kadın üzerinde haksız bir baskı ve zorbalık imkânı vermez. Zira bu konuda vârid olan âyet ve hadisler, bir anlamda kadının müdâfiisi/avukatı olmak sûretiyle İlâhî kaynaklı bir dengeyi temin etmektedir.
Erkek, gözünü harama bakmaktan, ırzını ve nâmusunu zinâ yapmaktan koruyacaktır.1261 Erkeğin bu hareketi, kendini haram işlemekten koruduğu gibi; karısının hukukuna da riâyetin bir gereği olmaktadır.
c- Ana Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri (Çocuğun Ana Baba Üzerindeki Hakları)
Güzel isim koymak. İyi terbiye, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, imanla birlikte ibâdet şuuru vermeye çalışmak. Çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek. Vakti geldiğinde çok geciktirmeden Müslüman biriyle evlendirmek. Çocukları arasında eşit muâmele yapmak.
d- Çocukların Anne ve Babalarına Karşı Görevleri
Şirk ve haram olmayan hususlarda onlara itaat etmek,
Ana babaya ihsân edip onlara iyi davranmak,
Maddî ihtiyaçlarını gidermek,
1257] Ebû Dâvud, Nikâh 42, hadis no: 2142-2144; İbn Mâce, Nikâh 3
1258] Tirmizî, Tefsîr Tevbe, 3087
1259] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
1260] 2/Bakara, 228
1261] Bk. 24/Nûr, 30; 70/Meâric, 29-30
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Saygısızlık etmemek,
Rızâlarını almak,
Onlara kötü söz söylememek,
Öldüklerinde hayırla anmak ve duâ etmek.
Çocuklar anne ve babalarına itaat etmeli ve iyilikte bulunmalıdırlar: “Biz insana, ana-babasına iyilik yapmasını da tavsiye ettik.”1262 Çünkü bir çocuğun yetişip büyümesinde en büyük fedakârlığı, anne ve baba gösterir. Çocuklar anne ve babalarına karşı saygı ve şefkat göstermeli, istediklerini yerine getirmeli, onları memnun etmelidir. “Ana-babaya güzellikle muâmele edin, eğer onlardan biri veya ikisi senin yanında ihtiyarlık hâline ulaşırsa sakın onlara “öf” bile deme, onları azarlama, ikisine de iyi ve yumuşak söz söyle.”1263; “Rabbin şunları kesin olarak buyurdu: Ancak O’na ibâdet edin, ana-babaya ihsan ve iyilik yapın. Birisi yahut ikisi de yanında ihtiyarlarsa sakın onlara “öf” bile deme, onlara darılma ve yüzlerine bağırma, ikisine de ikram et ve tatlı söz söyle. İkisine de merhamet besleyerek tevâzu göster ve de ki: ‘Rabbim ikisine de merhamet et, onlar beni küçükken nasıl terbiye etmişlerse sen de her ikisine merhamet et.” Rabbiniz gönlünüzdekini daha iyi bilir. Ana-baba haklarında iyilik ederseniz Allah size mağfiret eder. Çünkü O, günaha tevbe edenleri muhakkak affedicidir.” 1264
Abdullah bin Mes’ud diyor ki: “Peygamber (s.a.s.) Efendimize: “Allah’ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber (s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazlardır” buyurdu. “Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir?” dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular. 1265
Çocuklar anne-babaları hakkında kötü konuşmamalı, onlara saygılı davranmalı, vasiyetlerini yerine getirmeli, dostlarına ikramda bulunmalıdırlar: “Ey Rabbimiz kıyâmet günü, beni, anne-babamı ve bütün mü’minleri mağfiret eyle. “1266 diye duâ etmelidir.
Bâliğ olan çocuklar ana-babalarının yatak odalarına her zaman izin alarak girmelidirler. Bâliğ olmayan küçükler de şu üç vakitte ana-babalarının veya başkalarının odalarına izin ile girmelidirler: Sabah namazından önce, yani yataktan kalkıp giyinileceği zaman; öğle uykusu sırasında ve yatsı namazından sonra yatılacağı zaman. Çünkü bu vakitler karı-koca arasında mahrem vakitlerdir. Allah Teâlâ, bütün mü’minlere bunu çocuklarına öğretmelerini emretmiştir. 1267
Hz. Peygamber, “kime iyilik edeyim?” diye soran bir sahâbîye şu karşılığı vermiştir: “Ananıza (bunu üç defa tekrarlamıştır) sonra babanıza, sonra en yakın olanlara.”1268 Yine Peygamber Efendimiz “Anne Cennet kapılarının
1262] 31/Lokman, 14
1263] 17/İsrâ, 23
1264] 17/İsrâ, 23-25
1265] Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51
1266] 14/İbrâhim, 41
1267] 24/Nûr, 58
1268] Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 120
AHLÂK
- 281 -
ortasındadır.”1269; “Cennet annelerin ayakları altındadır”1270 buyurmuştur.
Çocuklar ana-babalarına karşı daima saygılı olmalı, onlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü davranmalıdırlar. Ana-babanın bütün söylediklerini Allah’a itaatsizlik söz konusu olmadıkça, dinlemek ve kabul etmek gerekir. Her işte onların rızâsını almaya çalışmalıdır. Onların hizmetlerini kendi hizmetinden önce görmelidir. Öldüklerinde de onları rahmetle anmak, onlar için hayır duâ etmek, hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek gerekir.
Allah’a şirkten sonra en büyük günah ana-babaya itaatsizliktir. Ana baba İslâmî emirleri yerine getirmede ve yasaklardan kaçınmada titizlik göstermiyorlarsa ve hatta kâfir iseler bu onların ana-baba olmalarından doğan haklarını ortadan kaldırmaz. Dolayısıyla onlara Allah’a isyan teşkil etmeyen hususlarda itaat etmek ve her zaman iyi davranmak gerekir.
e- Kardeşlerin birbirlerine karşı görevleri
Kardeşler birbirlerine karşı iyi davranmalı, küçükler büyüklere itaat edip onlara saygı beslemeli, büyükler de küçüklere hoşgörü ile davranmalıdırlar. Ancak bu şekilde âilede mutluluk ve huzur sağlanabilir. Kardeşler maddî hırs sebebiyle, aralarındaki birlik ve beraberliği, âhengi bozmamalıdırlar.
Kardeşlerin kabiliyetleri birbirlerini kıskançlığa sevk etmemelidir. Kimi insan ilme meraklıdır, o sahada ilerler, şan şöhret sahibi olur; kimi insan da ticarete meraklıdır, o sahada çalışır, ilerler, zengin olabilir. Bunları olgunlukla karşılamalı, herkesin aynı karakter ve yetenekte olamayacağı, aynı sahada çalışamayacağı gerçeği unutulmamalıdır. Aralarındaki -varsa tabii- fikir ayrılıklarını, konuşarak, birbirlerinin düşüncelerine hürmet duyarak çözüm yoluna koymalıdırlar. Sertlikler ve tartışmalar daima kötü sonuçlar doğurur. Âilevî huzursuzluklara, tatsızlıklara neden olur.
Karı-Koca Geçimi Konusunda Tavsiyeler, Özlü Sözler
“Haramlardan sakınan müslümana göre evlilik, aşkın meyvesi değil; aşk, evliliğin meyvesidir.”
“Evlilikte başarı, yalnız aradığı kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktadır.”
“Âile, zamanın gittikçe kuvvetlendireceği tek bağdır.”
“Bir âileyi idâre etmek, bir devleti idâre etmekten hiç de kolay değildir.”
“Evlilik huzur bulmak içindir, didişmek için değil!”
“Biraz çaba göstererek iyi geçinmek varken, huysuzluk etmek akıl kârı değildir.”
“Evlilerin en çok yapmaları gereken şey, iyi niyetle iletişimdir, konuşmaktır.”
“Sevgi ve saygı karşılıklıdır.”
“İyilikle halledilebilecek bir şeyde zora başvurmak yanlıştır, zulümdür.”
1269] Ahmed bin Hanbel, V/198
1270] Nesâî, Cihad, 6
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Akıllı insan, evliliğini cennet edecek bir biçimde davranmaya çalışır ve evliliğini cehenneme dönüştürecek davranışlardan uzak durur.”
“Sayılmak istiyorsanız, saymayı öğrenmeniz gerekecektir. Sevilmek istiyorsanız sevmeyi öğrenmeniz gerekecektir.”
“Hep karşımdaki değişsin, diye düşünmek yanlıştır. Güzele doğru karşılıklı değişmek lâzımdır.”
“Biz herkese iyilik etmiyor muyuz? Başkalarından önce kendi âilemize karşı iyi olmamız lâzım.”
“Nasıl ki biz kusursuz olamıyorsak, karşımızdakinin de kusursuz olamayacağını peşinen bilmeli ve kabullenmeliyiz.”
“Dünya cennet değildir, elbette problemler olacaktır.”
“Mutlu olmak için önce sabırlı olmak gerek.”
“Evlilikte ana kural, karşılıklı olarak kişi onuruna saygı gösterilmesinin gerekliliğidir.”
“Bir babanın çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, onların annesini sevmektir.”
“İnsanı insana sevdiren, tatlı dil, güler yüz ve güzel davranışlardır.”
“Huzursuz bir âile, en çok çocukları yıpratır.”
“Eşini üzen, ezen, hırpalayan insan, onu mutsuz ettiği zaman kendisi mutlu olamaz, bunu unutmamalı.”
“Saygı ve sevginin olmadığı bir yuva kime, ne verebilir?”
“Dozunu aşmayan kıskançlık güzeldir ve sevgi ifâdesidir.”
“Aşırı kıskançlık ve diktatörlük evlilikte mutluluğu engeller.”
“Eşler, ‘hatâ karşıdadır’ peşin hükmü yerine; ‘acaba benim hatam nedir?’ diye düşünebilselerdi problemlerin halli çok daha kolay olurdu.”
“Hayatımızın bir yönünü İslâm’a göre, bir yönünü nefsimize göre yaşamak yanlıştır.”
“Âile hayatında her müslüman erkek Rasûlullah’ı, her müslüman kadın da O’nun değerli hanımlarını örnek almalıdır.”
“Huzurlu bir yuvada yaşamak, ancak karşılıklı fedâkârlık ile mümkündür.”
“Evlilik İslâm’a hizmete engel değildir ve olmamalıdır.”
“Evlilik geçici duygular ve imkânlar üzerine değil; iman ve ahlâk güzelliği üzerine kurulmalıdır.”
“Eşinizin ve çocuklarınızın sevgisini kaybetmek istemiyorsanız, onlara asla kötü söz söylemeyin, hakaret etmeyin.”
“Eşinize ve çocuklarınıza iltifat etmek, onları mutlu etmenin bir yoludur.”
“İyilik eden hem dünyada ve hem de âhirette kârlı çıkar.”
AHLÂK
- 283 -
“Eşler birbirlerine olan saygılarını kaybetmemeye dikkat etmelidirler. Saygının bittiği âilede pek çok şey bitmiş demektir.”
Ticaret Ahlâkı
Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır.1271 Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Rızık sağlamak gâyesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır.” Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve âile fertlerinin rızıklarını sağlamak zorundadır. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah’ın rızâsı ve O’nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr’in: “Haram ile beslenen bir vücûda, ancak Cehennem ateşi yakışır” sözü müslümanın rızık teminindeki ölçüyü en güzel şekilde belirtmektedir. Ashâbın, helâl alış-veriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticaretle uğraşan bir müslümanın, İslâm’ın alış-verişe dair koyduğu bütün hükümleri ana hatlarıyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapılan alış-verişleri Allah’ın râzı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdır.
İslâm fıkhına göre bir müslümanın kendisinin ve âilesinin nafakasını sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması ‘farz’dır. Bunun dışında, fakir mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikram etmek için kazanmak da ‘müstehap’tır, dinin güzel ve faziletli gördüğü husustur. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak ise ‘mubah’tır. Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa ‘haram’dır. Buna karşılık, küfre karşı verilen mücâdelede maddî katkıda bulunmak ve malını Allah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para kazanmak da güzel bir ibâdettir. Bu güzel gâye için çalışıp para kazanan kişi sürekli ibâdet hâlinde sayılır.
İslâm’da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad’dan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaat gelir. İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu mânâdaki ticareti İslâm meşrû ve makbûl saymıştır. Ticaret hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur; “Allah, alış-verişi helâl, ribâyı/fâizi de haram kıldı.”1272 Peygamberimiz de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını şöyle ifade eder: “Güvenilir, doğru ve müslüman tâcir, Kıyâmet günü şehidlerle beraberdir.”1273 hadîs-i şerîfi de.
İslâm’a göre ticaret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği gâye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil; insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşrû bir kazanç sağlamaktır.
Meşrû bir ticarette şu özellikler bulunmalıdır:
1) Alan ve satanın rızâsı,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
1271] 67/Mülk, 15
1272] 2/Bakara, 275
1273] İbn Mâce, Ticârât, 1
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3) Ticaretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticarette bulunması gereken bu vasıfları Kur’an şöyle zikreder; “Ey îman edenler! Birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.” 1274
Malın özelliklerinin belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması, o maldan elde edilecek kazancın helâl olması için şarttır: Peygamberimiz şöyle buyurur: “Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan pazarlığı bozmakta muhayyerdir. Alan ve satan doğru söyler, malın özelliklerini açıklarlarsa alış-verişleri bereketlenir; yalan söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse ticaretlerinin bereketi yok olur.”1275 Çünkü böyle bir alış-veriş, taraflardan birinin aldanması, zarara uğraması demektir. Bu ise dinde asla hoş görülmez. Satılan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açıkça belirtilmelidir. Ancak böyle satılırsa ticaret helâl ve bereketli olur. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah’ın gadabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur.” 1276
Müslüman olarak alış-verişlerde dikkat edeceğimiz bazı hususlar vardır. Ticaretle meşgul olan bir müslümanın özen göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kılınan malların satışını yapmamaktır. Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şarapla ilgili olarak “İçilmesini haram kılan Allah Teâlâ, satılmasını da haram kıldı.”1277 buyurarak meseleyi gâyet açık bir şekilde belirlemiştir. Aynı şekilde mü’min bir kasabın, Allah’ın adı anılarak kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir. Çünkü hayvan boğazlarken kasden Allah’ın adı anılmazsa o et haram olur. Buna göre, bir müslüman böyle bir eti satamaz. Aynı şekilde put ve benzeri şeylerin de satışı İslâm’da yasaktır.
Fâiz haramdır. “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır...”1278 İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği”1279 ifade edilmiştir.
Çalışanın emeğini sömürmek, onun hakkını tam olarak vermemek çirkin bir suçtur. “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”1280; “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” 1281
1274] 4/Nisâ, 29-30
1275] Müslim, Büyû, 11
1276] İbn Mâce, Ticârât 45
1277] Ebû Dâvud, Büyû’ 64
1278] 2/Bakara, 275
1279] Buhârî, Büyû’ 24, 113
1280] İbn Mâce, hadis no: 2443
1281] İbn Mâce, hadis no: 2442
AHLÂK
- 285 -
Çalıntı olan bir malın satılması veya piyasaya sürülmesi de câiz değildir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.): “Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur“1282 buyurduğu bilinmektedir. Buna göre ticaretle uğraşan bir müslümanın gerek mal alırken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.
İslâm toplumunda karaborsa (ihtikâr) haramdır. Karaborsa, bir malın fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticarette normal kâr helâldir. Fakat ticaretin gâyesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir. İslâm’ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Piyasada sun’î darlık meydana getirmek, tüketimi sun’î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması... Peygamberimiz karaborsacıyı şöyle tehdit eder. “Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir.“1283 İslâm toplumunda malların fiyatlarına sun’î olarak yapılan müdâhaleler asla câiz değildir. Rasûlullah (s.a.s.): “Pahalılığı arttırmak için fiyatlara müdâhale eden kimseyi Kıyâmet gününde büyük bir ateşin üzerinde oturtmayı Allah Teâlâ üzerine almıştır“buyurmaktadır.
Alış-verişte yemin etmek: Pazarlık esnâsında yemin etmek câiz değildir. Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdır. Çünkü bu, basit bir kazanç için Allah’ın adını istismar etmek, müşteriyi kandırmaktır. Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Kıyâmet günü, Allah’ın, yüzlerine bakmayacağı üç gruptan birinin; “...malı şu fiyata aldım deyip müşterinin kendisini doğruladığı ve malını satın aldığı kimse” olduğunu bildirmektedir.1284 Başka bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ticarette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırabilir, fakat bereketi yok eder.”1285; “Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir.” 1286
Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması: İslâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hileden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme’de şöyle buyrulur: “Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler.“1287
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz’da Arapların önemli bir kısmı ticaretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce
1282] Beyhakî, Sünen, V/336
1283] İbn Mâce, Ticaret 6
1284] Buhârî, Müsâkât 5; Müslim, İman 46
1285] Müslim, Müsâkât 27
1286] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131
1287] 83/Mutaffifîn, 1-3; Ayrıca bk. 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”1288 Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder.
Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticareti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticaretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticaret meşrû değildir.
Hz. Peygamber, dürüst ticaret yapanları şu hadisleri ile övmüştür: “Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.”1289; “Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir.”1290; “En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz.” 1291
Kur’ân-ı Kerim, “ticaret” kavramını, bildiğimiz alış-veriş anlamında kullandığı gibi, aynı zamanda Allah’la yapılacak mânevî ticaret için de kullanır. Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği emâneti olan mal ve mülkü,1292 nefsi/canı Cennet karşılığında mü’min kullarından satın almak ister. Bu ticaret, hem insanın Allah’la ilişkisi yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticarettir.
Kur’ân-ı Kerim, münâfıkların hidâyeti verip dalâlet satın almalarını kazançlı olmayan zararlı bir ticaret1293 olarak vurgular. Hakkı bâtıl ile karıştırmayı ve hakkı gizleyip insanlara açıklamamayı yasaklayan Kur’an, “âyetlerimi az bir karşılık ile (dünyevî çıkarlar uğruna) satmayın!”1294 buyurmuştur. Kur’an, bu çirkin ticareti işleyenlerin karınlarına doldurduklarının ateşten başka bir şey olmadığını, âhirette onlara çok acıklı bir azap verileceğini ifade eder. 1295
Kur’an, altın ve gümüşü (serveti) yığıp biriktirerek onları Allah yolunda harcamayanlara acıklı bir azâbın müjdelenmesini (hatırlatılmasını) emreder.1296 İnfak ve cihadı emreden Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını bu yolla Cennet karşılığı satın almak ister. Bu alış-verişte, Cennet peşin olarak gözle görülür şekilde ve acele verilmediği düşüncesiyle insanın şüpheye düşmesi çok yanlıştır. Çünkü güvenilir bir tüccardan çok daha fazla Allah’a güvenilmelidir. O el-Mü’mindir, kendisine güvenilendir. Mü’min de O’na iman edip güvenendir.
1288] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
1289] İbn Mâce, Ticaret 1
1290] Tirmizî, Büyû’ 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139
1291] Beyhakî, Şuabu’l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366
1292] 3/Âl-i İmrân, 26
1293] 2/Bakara, 16
1294] 2/Bakara, 41-42
1295] 2/Bakara, 174
1296] 9/Tevbe, 34
AHLÂK
- 287 -
O’ndan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir? Allah’la yapılan bu alış-veriş, gerçekten büyük kazanç olduğu için bu ticareti yapanlar sevinmelidir.1297 Sadece cihad meydanına atılıp canlarını Allah’a Cennet karşılığı satanlar değil; aynı zamanda Kur’an’ı okuyup namazı ikame edenler ve infak edenler de Allah’la alış-veriş yapmış sayıldıklarından, zarara uğramayacak bir ticaret umabilirler.1298 Dünyevî ticaret, İlâhî kurallara uyulduğu takdirde meşrûdur, insanın hayrına ve faydasınadır; ama esas kazançlı ticaret, âhirete yatırım yapmaktır. İnsanı acı bir azaptan kurtaracak ticaret çok daha önemli ve hayırlıdır. Bu ticaretin temel şartı, güçlü bir iman, malla ve canla Allah yolunda cihad etmektir. Bu sermâyeler hazırlanınca günahlar bağışlanacak, büyük kurtuluş gerçekleşecek ve Cennetlerdeki güzel köşkler ihsan edilecektir. 1299
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, ancak helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiştir; maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette İlâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete giremez;) ona ancak ateş yaraşır.” 1300
Haramla beslenen kimse, Allah’tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. “...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?”1301 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: “Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.” 1302
Allah’a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: “Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap
1297] 9/Tevbe, 111
1298] 35/Fâtır, 29
1299] 61/Saf, 10-12
1300] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
1301] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 3173
1302] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmet, 2640
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onları hemen yakalayıverdi.” 1303
Ekonomi ve Tevhid
“Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî hilelere başvurmayın.”1304 İslâm dünya görüşünün genel adı tevhittir. Bu ilke, İslâm’ın hayata bir bütün olarak baktığı mesajını verir. Çünkü İslâm, insanın Allah’a olan inancını yitirmemesi ve O’na bağlılığını sürdürmesi için hayatı bu ilkeye göre ayarlar. İnsan, kişiliğini oluştururken de, onun ruhuna, Allah’ın tek İlâh ve her şeyin sahibi olduğu psikolojisini yerleştirir. Bundan maksat, insanın Müslümanca yaşamasını gerçekleştirmektir. Bunu sağlayan en önemli mânevî fon ise, tevhit inancı ve bu inancın insanda oluşturduğu erdemli ruhtur.
İnsan hayatının en önemli boyutlarından birini de iktisat oluşturmaktadır. Bunun için Kur’an bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da adâletin ayakta tutulmasını, sömürünün de ortadan kaldırılmasını öngörmüştür.1305 Kur’an’ın inmeye başladığı dönemde, iktisadî ve ticarî hayat, o günün şartlarına göre oldukça canlıydı. Ancak sosyal yapıdaki ayar alabildiğine bozulmuş, sömürü yaygınlaşmış, özellikle yoksul kesimler acı ve sefâlet içinde bırakılmışlardı. İşte bu yüzden Kur’an’ın İlk dönemde inen âyetleri, değinilen olumsuz durumu düzeltmeyi amaçlayan, bu kötü tabloyu tasvir ve tenkit eden ifade ve hükümlerle doludur.1306 Bu da, toplumda pek çok şeyin düzeltilmesi için, öncelikle iktisadî hayatta ahlâk ve adâleti garanti edecek bir kurallar sisteminin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.
İslâm’a göre her şeyin ve bütün mülkün tek sahibi Allah’tır.1307 Bunun için Allah’ı dikkate almayan bir mülkiyet anlayışı doğru değildir. İnsanın işlevi ise, bir emanet sahipliğinden ibarettir.1308 Demek ki mülkiyet, amacına uygun kullanılması için insana sunulmuş İlâhî bir bağıştır. Bu da insana en çok güven duyan dinin İslâm olduğunu göstermektedir. Görüldüğü gibi bu dünya ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının eseridir.1309 İnsan da böyle bir dünyada anlamlı bir hayat geçirmek ve kendinden bekleneni gerçekleştirmek için yaratılmıştır.1310 Öyleyse Allah’ın hayrı ve nimetleriyle dolu olan bu dünya kötü değildir.1311 Kötü olan, insanın aşırı bir ihtirasla bu dünyaya bağlanıp âhireti unutmasıdır. Çünkü mal ve mülkün, insanı ölümsüz kılacağı zannına kapılmak, büyük bir aldanıştır.1312 Şu halde insan, kendi istifadesine sunulan dünya nimetlerinden meşru şekilde yararlanmalı ve helâl rızık peşinde koşmalıdır.1313 O, kendini malla tanımlamamalı,1314 mal ve mülk de sadece belli grupların elinde dönüp duran bir güç olmamalı1303]
16/Nahl, 112-113
1304] 2/Bakara, 188
1305] Bk. 2/Bakara, 188, 275; 4/Nisâ, 29; 26/Şuarâ, 181-183 vb.
1306] Bk. 73/Müzzemmil, 11-13; 74/Müddessir, 11-15; 104/Hümeze, 1-4; 107/Mâun, 1-7 vb.
1307] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmran, 26-27 vb.
1308] 2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72
1309] 2/Bakara, 29 vb.
1310] Bk. 67/Mülk, 2
1311] Bk. 62/Cuma, 10; 30/Rûm, 46; 73/Müzzemmil, 20
1312] Bk. 96/Alak, 6-7; 42/Şûrâ, 27 vb.
1313] Bk. 62/Cuma, 10; 67/Mülk, 15
1314] 2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72
AHLÂK
- 289 -
dır.1315 Aksi halde iktisadi hayatın dengesi bozulur, bunun sonucunda da, hem kendilerini hem de toplumu felakete sürükleyen bir sömürücü sınıfın oluşması kaçınılmaz olur.
İnsanları maddi ve mânevî yönden yoksulluğa iten en önemli neden, ekonomik güç merkezlerini elinde tutan kesimlerin, hukuk düzenini de kendi lehlerine olacak şekilde düzenlemeleri, sömürüyü alabildiğince yaygınlaştırmaları, kat kat fâiz (ribâ) uygulayarak insanları sefalete mahkûm eden bir zulüm düzeni oluşturmalarıdır. Nitekim sömürgeci önderlerin, işi zaman zaman tanrılık İddiasına kadar götürmeleri iktisadi hayatı alt üst etmiş, karada ve denizde fesadın çıkmasına yol açmış,1316 sonunda toplumsal sefalet ve çöküş kaçılmaz olmuştur.1317 Bu gerçek asgarî ahlâk kodu ile çevrelenmemiş bir ekonominin hem inşâ’ını hem de kendini tahrip edeceği gerçeğini gözler önüne sermektedir.
İnsanın fıtratında, mal, mülk ve evlat gibi arzular; bu arzulardan kaynaklanan ihtiyaçlar vardır.1318 Bunun için dünyaya karşı olumsuz bir tavır takınmak, hem İnsanın tabiatına hem de İslâm’ın ruhuna aykırıdır. Çünkü dinin istediği, arzuların yok edilmesi değil, onların insan fıtratına ve yaratılış gayesine uygun bir şekilde terbiye edilmesidir.1319 Şâyet arzular iyi terbiye edilmezse, insan bilinç çarpıklığına uğrayıp pek çok kötü işi, iyi ve yararlı gibi görebilir. İşte önemli olan insanı böylesi bir sapıklığa ve yanlışlığa düşmekten korumaktır.
Şükür, sabır, cömertlik ve yardımlaşma gibi pek çok erdem, mal ve mülkün kazanılıp kullanılmasıyla gerçekleşir. Zekât gibi zorunlu mali ibâdetin, infak ve ihsan gibi gönüllü eylemlerin temel amacı da, insanı meşru yolla kazanan ve kazandığını israfa kaçmadan harcayan şuurlu bir varlık haline getirmektir. Zaten bilme, İnanma ve şükretme arasındaki tevhidin gerçekleşip İnsanın ahlâkî yüceliğe ulaşması, ancak böyle sağlanabilir. Dünyanın ıslah ve imarı İse, ahlâkî bilince ulaşmış insanlarla gerçekleşir. 1320
Sosyal Adâlet ve Refah Tedbirleri
Ekonomik hayatta karşılaşılan olumsuzlukların giderilmesi için, sosyal adâlet ve refahı garanti edecek tedbirlere; hile, sahtekârlık ve haksız kazanç gibi sapmaları önleyecek yaptırım gücü olan kurallar sistemine ihtiyaç vardır. Bunun için İslâm, sosyal adâlet ve refah tedbîri olarak zekâtı getirmiş, toplum hayatını çökerten faizi yasaklamış ve sömürüyü ortadan kaldırıp halkı iktisadi yönden dengeli biçimde yükselten yepyeni bir ekonomik yapıyı temellendirmekle işe başlamıştır. Kur’an’ın buyrukları ve Peygamber’in (s.a.s.) uygulamaları, olağanüstü durumlarda bu gibi tedbirlerle toplum ekonomisinin yeniden düzenlenebileceğini ortaya koymuştur. Şu halde yöneticiler, toplumun zenginleşmesine, refahın yayılmasına ve sosyal adâletin köklü bir şekilde kurulmasına çalışmalıdırlar. Bu da kültür ve medeniyette yabancıların sömürüsünden ve emirlerinden kurtulup milleti oluşturan fertlere en geniş ölçüde imkânlar sağlamakla gerçekleşebilir. Zevk ve sefâhata dalıp halktan kopan yöneticilerle insanları maddi ve mânevî
1315] Bk. 59/Haşr, 7
1316] Bk. 30/Rûm, 41
1317] Bk. 17/İsrâ, 16; 34/Sebe’, 34-35 vb.
1318] Bk. 3/Âl-i İmran, 14-15; 17/İsrâ, 100 vb.
1319] Bk. 91/Şems, 7-9; 92/Leyl, 4-7 vb.
1320] 11/Hûd, 61 vb.
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sıkıntılardan kurtarmak mümkün değildir.
Öldürücü Rekabet Yerine Hayırlı ve Faydalı Hizmet
Günümüzde ekonomik sefalet, ekonomiye tapıştan kaynaklanmaktadır. Çünkü mevcut ekonomik sistem, büyük ölçüde rant sağlama yoluyla para kazanma üzerine kurulmuş; temelde insanı ve toplumu değil, kişisel çıkarların korunmasını hedeflemiştir. Bu, ülkemizin görülmeyen veya insanlara gösterilmek istenmeyen yüzüdür. Ama bu gerçek ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın sömürgeci güçlerin toplumu ezdiği, bir kurtarıcı gibi sunulan kurum ve kişilerin, ekonominin Deli Dumrul’u oldukları artık herkes tarafından bilinmektedir. Çünkü millet, bunların gerçek yüzünü görmektedir. Yaşanan bu olumsuzluklar, öldürücü bir rekabet yerine hayırlı ve faydalı bir hizmetle; sömürülen insanların, sömürenlerin elinden ve dilinden kurtarılmasıyla sona erecektir.
Sonuç olarak denebilir ki, Kur’an bir ekonomi kitabı değildir. Fakat o, her alanda olduğu gibi iktisadi alanda da dertlere şifa olabilecek evrensel ilkeleri ve doğrulan içerir. Çünkü Kur’an, emek ve çalışmayı ibâdet çerçevesinde ele alıp değerlendirir, dünyanın imarını ve ıslahını da mü’minin görevleri arasında sayar. Öyleyse yoksulluğu övme, dünyayı ıslah ve imarda geri kalma gibi anlayışları Kur’an’la bağdaştırmak mümkün değildir. İslâm’ın insandan istediği, mü’mine yaraşır bir izzetle yaşamasıdır. Bu da büyük ölçüde alan el değil, veren el olmakla gerçekleşebilir. 1321
Ekonomi ve Ahlâk
“Sahip oldukları her şeyden (yardım) isteyenlere ve sıkıntı içinde bulunanlara bir pay (ayırırlardı).”1322 Tevhid ilkesine ve evrensel İslâm düşüncesine dayalı bir toplum oluşturmayı hedefleyen Kur’an, insanların ayrılığa düşmelerini önleyen, insan emeğinin ve onurunun sömürülmesine yer vermeyen bir sistemi öngörür. O, sağlıklı ve ahlâklı bir toplum oluşturmak için, adâletin mutlaka gerçekleştirilmesini,1323 fırsat eşitliği İlkesinin de işletilmesini ister. 1324
Ekonomi terimi, bütün fertler için iktisadi, sosyal ve ahlâkî davranış modelleri öngören bir sistemi ifade eder. İslâm ekonomisini diğer ekonomilerden ayıran en önemli özellik, onun sosyal denge ve dayanışma için şart olan paylaşım adâletini temin etmesidir. Kur’an’ın, ekonomik sistemi yeniden yapılandırması sürecinde ilk hamleyi faize yapması, İslâm ekonomisinin değinilen özelliğini yansıtır. Çünkü faiz, adâletsiz paylaşımın ve haksız kazancın en önemli vasıtasıdır. Bunun için Kur’an, faizi ve tefeciliği, Allah ve Elçisi’ne karşı savaş açmakla eş günah saymıştır.1325 Görüldüğü gibi İslâm’da, dini, ahlâkî ve insani değerleri feda ederek kazanç sağlamak, hiç de makbul bir iş değildir. Şu halde insanî ve İslâmî gayeleri gerçekleştirmek için bir araç olan ekonominin, iman ve ahlâk gibi yüksek değerlerle yönlendirilmesi gerekir.
İslâm’da, ekonomi ile ahlâk değerleri arasında sıkı ve devamlılık arzeden bir
1321] Fâhrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Y., s. 253-256
1322] 51/Zâriyât, 19
1323] 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 8 vb.
1324] 49/Hucurât, 13
1325] 2/Bakara, 278-279
AHLÂK
- 291 -
uyum vardır. Zenginliğe ahlâkî bir özellik kazandıran zekât, dile getirilen gerçeğin en güzel örneğidir. Çünkü zekât, İslâm iktisat sisteminin ahlâkî bir yapısı olduğunu; bu yapının, toplumun mânevî değerlerini bozmadan insanlar arasında dengeli ve uyumlu bir oluşum sağladığını; insandaki aşın kazanç tutkusunu da törpülediğini ortaya koyar. Servet, zekât yoluyla hem sosyal sefaleti azaltma, hem de toplumda mânevî ilerleme sağlama aracı haline gelir. İslâm’da ekonomik faaliyetler tevhid, denge, hür irade ve sorumluluk gibi ilkelere dayalı olduğundan İslâm iktisat düzeni, ahlâkî bir yapıya sahiptir.
Kur’an, ekonominin çıkış noktasına ihtiyaç motifini koyar.1326 Yetimi örselemeyi, yoksulu azarlamayı yasaklar.1327 Servetin bekletilmesini değil, toplumsal işlevini yapabilmesi için işletilmesini ister.1328 Kur’an ilkelerine dayanan İslâm iktisadı, insanın insanı sömürmesine, servetin sefahate, gösterişe ve ahlâk bozukluğuna yol açmasına fırsat vermez. İsraftan uzak, gerekli üretim ve ölçülü tüketime açık yapısıyla yoksulluk kâbusunu ortadan kaldırır. İnsanlar arasındaki husumeti giderip toplumda huzur ve güven sağlar.
Kur’an’a göre insan, mükellef olan ve sorumluluk taşıyan ahlâkî bir varlıktır.1329 Müslüman da, sadece İnanan kişi değil, aynı zamanda İnancının gereklerini yaşayan insandır 1330 Müslüman, servet kazanmayı, kişisel çıkar değil, Allah’a kulluğunu sürdürmenin bir gereği olarak görür. İnsan hayatını çalışmaya dayandıran Kur’an,1331 doğru ve verimli çalışmayı kutsamış, ibâdeti de iş yapmaya engel görmemiştir.1332 Kur’an’ın çalışmayı ibâdet sayması, iman değerine eren mü’minleri çalışmaya sevk etmiştir. Burada, İslâm çalışmayı emrettiği halde “Müslüman ülkelerin birçoğu niçin ekonomik açıdan az gelişmiştir?” diye bir soru akla gelebilir. Müslüman ülkelerin pek çoğunun ekonomik açıdan az gelişmişliği bir gerçektir. Ama bu az gelişmişliğin sebebi, çalışmayı emreden İslâm değildir. Bugünkü Müslüman toplumların durumuna bakıp İslâm’ı yanlış yorumlamaya çalışmak, gerçeği maksatlı olarak saptırmaktır. Unutulmamalıdır ki Avrupa ortaçağın karanlığını yaşarken, dünyanın hâkimi, İslâm’ın hakkını veren Müslümanlardı.
Liberal ekonominin bencil yapısı, iktisadi değerlerle ahlâkî değerler arasındaki dengeleri bozmuştur. Bu dengelerin bozulması sonucu, madde putlaştırılmış, çok sayıda insan sömürgeci sistemlerin yemi haline gelmiştir. Ahlâkî değerlerden tecrit edilen ekonomik sistem, aşırı kâr ve sömürü aracı olmuştur. Bu gerçek, sömürü sistemlerinin zihniyet kimliğini ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Türkiye’de uygulanan ekonomik sistem de aynı özelliktedir. Bugün ülkede cari olan ekonomik sistem, iktisadî ve ahlâkî değerlerle değil, egemen güçlerin şablonları tarafından yönlendirilmektedir. Her türlü yüksek değerden uzak tutulan bu ekonomik model, ülkede sadece sömürgeci ve yoksullaştırıcı bir büyümeyi sağlamıştır. Çünkü ülkede hep işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluklar büyüyor, hayırlı yenilikler içeren verimli ve olumlu gelişmelere bir
1326] Bk. 51/Zâriyât, 19; 70/Me’âric, 25 vb.
1327] Bk. 93/Duhâ, 9-10
1328] Bk. 6/En’âm, 141; 17/İsrâ, 26; 30/Rûm, 38; 9/Tevbe, 34 vb.
1329] Bk. 17/İsrâ, 9, 36 vb.
1330] 43/Zuhruf, 69; 41/Fussılet, 33 vb.
1331] Bk. 53/Necm, 39
1332] Bk. 62/Cum’a 9-10
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
türlü ulaşılamıyor.
Batılı değerler içinde doğan ve İslâmi yapıyı dışlayan kapitalist sistem, günümüzde zengin ülkelerin yoksul ülkeleri sömüren bir aracı haline gelmiştir. Çünkü Batı, sadece kendine çıkar sağlayan değerleri savunmaktadır. İnsan emeğini ve onurunu sömüren ekonomik modeller karşısında, İslâm’ın yeri ve önemi bir kez daha gündeme gelmiş bulunmaktadır. Bu noktada yapılması gereken iş, insan toplumlarında İslâm.i değerler düzenini devreye sokarak ekonomiyi olumlu biçimde yönlendirmek, faiz ve haksız kazanç gibi helal olmayan, iktisadi hayatı kirleten girişimleri etkili tedbirlerle önlemektir. Ayrıca Müslümanların, kendilerini batı modeli ekonomik sistemlerden kurtarmaları gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için toplumun bütün fertlerinde, İslâm’a doğru bir tavır değişikliği olmalıdır. İslâmi değerleri ayakta tutan bütün sosyal kurumlar da İslâmi çizgilere uygun biçimde yeniden ihya edilmelidir. Daha da Önemlisi, Müslümanların, sömürgeci ekonomik sistemlerin kör taklitçisi ve uygulayıcısı olmaktan vazgeçmeleridir.
Yüce Allah Kur’an’da: “Yarışmacılar mutlu son için yarışsınlar.”1333 buyurarak insanları mutlu sona erme yarışına çağırıyor. Alışverişte bile Allah’ı anan ve Kur’an’m iyi Müslüman tanımı içinde yer alan Yüce Allah’ın bu çağrısı, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara yöneliktir. Çünkü O: “İnsan için çalışıp uğraştığından başkası yoktur.”1334 hükmü ile, değinilen gerçeği bütün insanlara duyurmaktadır. 1335
Hangi Ahlâk?
Ahlâk; huy, tabiat, seciye anlamlarına gelir. İnsanın mânevî niteliklerine, tutum ve davranışlarına denilir. İnsan denilince akılda iki mefhum birlikte canlanır: Beden ve ruh. Beden için “sûret”, ruh için ise “sîret” tabirleri kullanılır. Meseleyi yaratılış açısından ele aldığımızda, bedenin yaratılışına “halk”, ruhunkine ise, “hulk” tabir edilir. Hüsn-ü hulk yahut hüsn-ü sîret terkibleri insanın bu iç dünyasının güzelliğini ifade ederler.
Yaratılış itibariyle insanın sûreti de güzeldir, sîreti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır, ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir latife, bir his... Organları arasında tam bir uygunluk, bir tenasüb olduğu gibi, hissiyatı arasında da mükemmel bir ahenk mevcut. Öyle ise, “güzel ahlâk” yahut “kötü ahlâk”dan söz ederken neyi kastediyoruz? Bu soru ile beraber karşımıza insan ruhunun en belirgin bir özelliği olan “cüz’î irade” çıkıyor. İnsan kendi iradesini doğru yahut yanlış kullanmakla, iç alemini ya daha da güzelleştirebiliyor yahut büsbütün bozup mahvedebiliyor.
Zâhirî güzelliğe özenmekte hemen herkes müşterek! Bunun ölçüsü de insandan insana pek fazla farklılık göstermiyor. Aynanın karşısına geçildiğinde, yüzün herhangi bir yerinde bir is, bir karartı varsa bunun güzelliği bozduğunu herkes biliyor. Ruh güzelliğinde, ruhu güzelleştirmede ise, bu hassasiyeti, bu görüş birliğini göremiyoruz. Niçin mi? Çünkü tercih edilen aynalar farklı.
1333] 83/Mutaffifîn, 26
1334] 53/Necm, 39
1335] Fâhrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Y., s. 257-260
AHLÂK
- 293 -
Bütün mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye (r.a.) sorarlar: Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı nasıldı? diye. Aldıkları cevap şu olur: “Siz Kur’an’ı okumadınız mı? Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı Kur’an’dı.” Bu ibretli sözlerle, Müslümanın hangi ayinenin karşısına geçip, ruhuna çekidüzen vereceği, huylarını ayarlayacağı, sıfatlarını, kabiliyetlerini tanzim edeceği ortaya konulmuş oluyordu. Bu ayine Kur’an’dı ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarında görmek istediği ahlâk da Kur’an ahlâkıydı. Kur’ân-ı Kerim’de bize bu ahlâkı ders veren birçok âyet mevcut.
“Allah muhsinleri sever” âyetini okuyan bir mü’min, düşkünleri korumaya, açları doyurmaya, manen gıdasız kalmışların imdadına ilim ve irfanla koşmaya çalışır.
“Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme, çünkü sen asla arzı (yer küreyi) yaramazsın. Ve boyca da dağlara erişemezsin” fermanını okuyan ve “Allah mütekebbirleri sevmez” âyetini dinleyen bir insan kibri bırakır, tevâzuya yapışır.
“Allah tevekkül edenleri sever” âyetinden ders alan bir mü’min, şikâyeti, itirazı, hırsı bir yana atar. Sebeplere teşebbüs ettikten sonra, artık, “elbette, mutlaka, illa” demez; “İnşallah, na-sipse, hayırlısıyla” der. Kalbi kararsızlıktan ve endişeden kurtulur; rızâ ve teslimiyetle dolar.
Misalleri çoğaltabiliriz. Diğer taraftan, Kur’an’ın en birinci tefsiri olan Hadis-i Şeriflerde de bu husus bütün teferruatıyla yer almış. Bunlardan birisi: “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”
Bilindiği gibi, her peygamber kendi ümmetine güzel ahlâk dersi vermiş, onları Allah’ın razı olacağı ahlâk modeline göre yetiştirmeye çalışmıştı. Peygamberimiz (s.a.s.) ise, bu güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildi. Yani, Âdem aleyhisselam ile başlayan bir dersin, en mükemmel tarzını göstermek, en ileri seviyesini vermek için vazifelendirildi. Zira en büyük İlahi ferman O’na (s.a.s.) nâzil olmuştu.
Hadis-i Şerifteki “tamamlama” kelimesi üzerinde dikkatle durmak gerekiyor. Bilindiği gibi yarım olan, eksik olan şey tamamlanır. Hiç varlığından söz edilmeyen bir şeyin tamamlanması da bahis konusu olmaz. O halde, ortada güzel ahlâkın bazı esasları mevcut, ama noksan. Semavî dinlerin tesiriyle, birçok cemiyette yalan ayıplanır, zina yasaklanır, hırsızlık cezayı gerektirir, dedikodu hoş görülmez. Bütün bunlar İlahî iradeye uygun. Ve bütün bunlar Kur’an ahlâkından bazı şubeler. Ama bu kadarı kâfi değil... Bu Hadis-i Şerif ile Hz. Âişe’nin (r.a.) sözünü birlikte değerlendirdiğimizde, Kur’ân-ı Kerim’deki bütün emir ve yasakları, bütün teşvik ve tehditleri birlikte nazara almamız ve güzel ahlâkın ancak bütün emirlere uyma ve bütün yasaklardan sakınma ile tahakkuk edebileceğini kabul etmemiz gerekmiyor mu?
Şu âyet-i kerimeyi ibretle okuyalım: “Allah, şirki (kendisine ortak koşulmasını) elbette bağışlamaz. Ondan başka günahları, dilediği kimse için bağışlar...” Allah’ın hukukuna en büyük tecavüz, ona şerik, yani ortak koşmak. Bu suçu işleyen bir insan, kesinlikle affedilmiyor. Bir başka ifadeyle, Cennete kesinlikle giremiyor. Cehennem azâbına layık bulunuyor. Bu cinâyeti işleyen bir insan artık, diğer insanlarla nasıl iyi geçinirse geçinsin, onlara ne kadar centilmence davranırsa davransın, kul hakkına riâyette ne derece hassas olursa olsun güzelleşemiyor; Allah indinde güzel olamıyor ve güzellerin diyarı olan Cennete adım atamıyor.
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burada çok önemli bir İslâmî kaideyi birlikte hatırlayalım: “Allah için muhabbet ediniz. Allah için buğz ediniz.” Bu kaideden alacağımız dersle, biz de Allah’ın sevdiği kimseleri sevecek, ancak onlara “iyi”, “güzel”, “ahlâklı” diyebileceğiz... O’na karşı en büyük ahlâksızlığı yapan kimseleri, hoşumuza giden birkaç müsbet sıfatlarının hatırına, ahlâklı kabul etmeyeceğiz. O müsbet sıfatların hakkını vereceğiz, ama o kimselerin ahlâkının kemale ermemiş olduğunu, “güzel ahlâkı tamamlamak” üzere gönderilen Peygamberimizin (s.a.s.) terbiyesi altına girmedikleri sürece, bunun mümkün de olamayacağını çok iyi bileceğiz... 1336
Ahlâk Toplumu
“Bütün mü’minler kardeştir...”1337 Kur’an’ın temel gayesi, doğruluk ve adâlet üzerine kurulmuş olan bir ahlâk toplumunu varlık alanına çıkarmaktır. Peygamber’in (s.a.s.): “Ben ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim.”1338 sözü, bu gayeyi açık bir şekilde dile getirir.
Kur’an, müslüman toplumun temel özelliklerini belirtir. İslâm toplumu, temelde tevhid inancına bağlı bir kardeşlik toplumudur.1339 Doğruyu buyuran, kötülükten alıkoyan ve Allah’a inanan en hayırlı toplumdur.1340 Aşırılıklardan arınan, öteki toplumlara örnek olan;1341 düşman karşısında kuvvetli, kendi aralarında merhametli;1342 iyilikte yarışan ve yardımlaşan; 1343 işlerini aralarında şûrâ (danışma) ile yapan;1344 fitne ve fesat çıkarmayı, kargaşaya kapı açmayı en büyük suç sayan;1345 sosyal adâlet dengesinin bozulmasına izin vermeyen;1346 bir toplumdur. Böyle bir toplumda hiçbir haksızlığa ve ahlâksızlığa yer verilmez, kişilerin itibarına ve onuruna gölge düşürülmez.
Kur’an, İslâm toplumundan iç düzeninin sağlanmasını istemiş, sosyal, siyasi ve ekonomik istismarların tamamını yasaklamıştır.1347 Bu toplumun vazifesi, yeryüzünü ıslah etmek, oradan bozgunculuğu, haksızlık ve ahlâksızlıkları söküp atmak sûretiyle yaşanabilir ahlâkî, sosyal ve siyasi bir düzen kurmaktır.1348 Eğer toplumu çekip çeviren bir ahlâk düzeni olmazsa orada adâlet gerçekleşmez, güçlü zayıfı ezer, denge bozulur, hiçbir şey doğru olarak yerine oturtulamaz. Her türlü haksızlıkların ve ahlâksızlığın boy gösterdiği bir toplum, sonunda helak kanunu gereğince yok olmaya mahkûmdur.1349 Şu halde Kur’an’ın belirlediği biçimde bir ahlâk düzeni kurmak, her inanmış insanın hem gayesi hem de görevi olmalıdır. İşte bundan dolayı bütün peygamberler, vahye dayalı sosyal bir düzen kurmak için çalışmışlar, toplumun örnek nüvesini oluşturup adeta bütüne tesir
1336] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1999, s. 185-188
1337] 49/Hucurât, 10
1338] Bk. Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur ‘an, 18/227
1339] Bk. 49/Hucurât, 10
1340] 3/Âl-i İmrân, 110
1341] 2/Bakara, 143
1342] 48/Fetih, 29
1343] 3/Âl-i İmrân, 114; 5/Mâide, 2
1344] 42/Şûrâ, 38
1345] 2/Bakara, 190-191 vb.
1346] 59/Haşr, 7
1347] Bk. 90/Beled, 17; 103/Asr, 3; 5/Mâide, 2; 49/Hucurât, 11-13 vb.
1348] Bk. 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 114; 22/Hacc, 41
1349] Bk. 17/İsrâ, 16; 18/Kehf, 59 vb.
AHLÂK
- 295 -
eden bir maya olmuşlardır.
Peygamber Kıssalarının Ahlâkî Mesajı
Kur’an’da zikredilen peygamber kıssaları, onların toplumlarını sadece Allah’a inanıp O’na ibâdet etmeleri, dürüst ve ahlâklı yaşamaları yolunda onları İkna için gösterdikleri çabaları ve yaptıkları uyarıları içermektedir.1350 Kur’an bu kıssaları, hangi çağda ve hangi toplumda olursa olsunlar, bütün insanlar için bir ibret, yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim eder. Demek ki Kur’an’daki kıssaların anlatılmasından maksat, belli bir toplumun hayatını hikâye etmek değil, ahlâksız bir hayat sürmüş olan toplumların ortak kaderini ve acı sonlarını hatırlatarak öğüt vermektir. Bunun için Kur’an’daki peygamber kıssaları bir hayat hikâyesi olmaktan çok yaşanan hayatın kendisidir. Hem insanların, boş gurura ve büyüklük duygusuna kapılıp günahkârca bir hayat sürmeleri, geçmişte kalmış bir olay değil, her an karşılaşılan bir gerçektir. İşte kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkan Firavun ve Karun gibi azgınların kıssalarıyla da tarihi bir olayın anlatımı değil, ahlâkî bir mesaj amaçlanmıştır.1351 Çünkü Firavun’un boğulması, Karun’un yere batırılması, dünya iktidarının ve servetinin şu veya bu sebeple beklenmedik bir biçimde elden çıkıp gideceği mesajını verir. Kur’an bu gerçeği insanların zihninde sürekli canlı tutmak için, servet ve iktidarını putlaştırıp ahlâksız ve adâletsiz davrananların İlâhî irâde tarafından cezalandırmışını, insanlık tarihinin ibret verici olayları arasında zikreder. Çünkü servet ve iktidar sahibi olanlarla peygamberler arasındaki mücadelenin temel sebebi, zâlim kişi ve kadroların hayatın doğru yaşanmasını istemeyişleridir.
Ahlâk ve Siyaset
Toplumda hayırlı yenilikler içeren köklü değişiklikleri gerçekleştirebilmek için, siyasi güce İhtiyaç vardır. Bilindiği gibi Peygamber (s.a.s.) Mekke toplumu içersinde sosyo-ekonomik yönden zayıf ve ezilmiş sınıfları güçlendirmek için yeni bir ıslahat planı başlatmış, ancak bu planını, Medine’ye hicret edip siyasi gücü elde ettikten sonra gerçekleştirebilmiştir. Siyaset, toplum hayatının düzenini sağlayan ilke ve değerleri, uygulama alanına aktarma aracıdır. Hemen belirtelim ki, iyi yönetim meşru ve âdil güç ile, meşrû güç siyasetle, siyaset de güzel ahlâkla olur. Ahlâksız siyaset, İslâm, insan ve ülke yararı için değil, kitleleri zâlim kişi ve kadrolara kul etmek içindir. “Ticarette ahlâk aranmaz, siyaset ahlâkla olmaz.” diyenlerin toplumu ne hale getirdikleri herkesin malumudur. Şimdi de kötülük dolu akıllanyla zulüm ve sömürüye dayanan sistemlerini devam ettirmek için, zaman zaman yüksek değerleri kendi çıkarlarına alet etme ahlâksızlığını gösteriyorlar. Sömürü sistemlerinin oluşturduğu ahlâksız ortamda yaşayan kitleler, tam bir çaresizlik içindeler. Bu sistem içinde, hangi insan başvurduğu yerden olumlu sonuç alabiliyor? Tam aksine, olumlu sonuç bekleyen hüsrana uğruyor. Çünkü insanlar adâlet beklediklerinden zulüm, dostluk beklediklerinden hiyânet, iyilik beklediklerinden de kötülük görüyorlar.
Pek çok insan sevmeyi, affetmeyi, dürüstlüğü ve fedakârlığı çoktan unutmuş görünüyor. Yalanın ve isyanın sergilendiği toplumda, utanılacak şeyler teşhir ediliyor ve bundan da büyük bir haz duyuluyor. Mahremlik vitrin halini almış,
1350] Bk. 7/A’râf, 59-93, 103-137 vb.
1351] Bk. 28/Kasas, 3-44, 76-81 vb.
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aldatmak, çağdaş vurgunlar yapmak zekâ hakkı kabul ediliyor. Bütün bu olumsuzlukların baş aktörleri, sonrada çıkıp temiz ellerden söz edip temiz toplum istiyor.
İnsanlık bu haksız ve ahlâksız durumdan ancak İslâm ahlâkı ile kurtulabilir. İslâm ahlâkı, Allah’ın vahiylerinden oluşan kuralları yaşama ahlâkıdır. Peygamber (s.a.s.) de Kur’an ahlâkının yaşayan örneğidir. Onun kişiliği, insanın ve imanın kemalidir. Çünkü o, imanı eyleme dönüştürerek dünyaya duyuran bir kişiliğin örneğidir. Bu öyle bir kişilik ki, Hak için halk elinde taşlanmaktan, inancının gereğini yaptığını söylemekten ve davasını yaşatmanın bedelini ödemekten asla korkmaz.
Fert ve toplumlar, iman değerini kaybettikleri gün, mutlu bir hayata ve güzel ahlâka veda etmiş olurlar. Fert ve toplumları noksanlıktan mükemmelliğe ancak İslâm ulaştırır. Öyleyse yetişmeyeni yetiştirmek, noksan olanı tamamlamak gerekir. Elbette yılların yanlışı bir kalemde silinemez. Fakat yetişmeyenin eline yetkiler verilerek yeni yanlışlar yapılmamalıdır. Aksi halde iki yüzlü siyasetin hilekâr kadroları, kitlelere ve masum insanlara karanlıkta hayâl seyrettirmeye devam ederler. İslâm, kendi insanından oluşan toplumla öne geçerse, tüm haksızlıklar ve ahlâksızlıklar sona erer. 1352
Karakter (Huy) ve Karakterlerin Değişip Değişmemesi
“Karakter” kelimesini kullanmamızın sebebi, bu kelimenin dilimizde yerleşmiş bir kavram olmasından dolayıdır. Bu kelimeyi karşılayabilecek diğer kelimeler daha az sıklıkla kullanılmaktadır. “Karakter” kelimesi Fransızca asıllı olup lügatlerde: “Bir bireyin kişiliğini oluşturan ve çevresine gösterdiği tepkileri belirleyen sürekli, duygusal niteliklerin tümü”1353 ne verilen addır. Bu kelime dilimizde genelde “tabiat” kelimesi ile karşılanmaktadır. “Tabiat” kelimesi ise: “Bir varlığı, bir şeyi belirleyen özelliklerin tümü”,1354 “Bir şeyin ulaştığı ve kapandığı son nokta, “Bir kimsenin temel kişiliğini oluşturan özellikler, eğilimler bütünü, huy, karakter”1355 şekillerinde açıklanmaktadır. Ayrıca görüldüğü üzere “karakter” kelimesi “seciye” ve “huy” gibi kelimelerle de karşılanmaktadır. “Seciye” kelimesi “tabiat, huy, yaratılış anlamlarına gelip Fransızca “caractere” kelimesi karşılığıdır.”1356 “Huy” kelimesi ise “farsça asıllı olup; yaratılıştan gelen özellik, tabiat, mizaç; sürekli yenilendiği için vazgeçilemez bir durum almış alışkanlık”1357 anlamlarına gelmektedir. Bu son tarifimizde bu defa da “tabiat” kelimesi “mizaç”la özdeşleştirilmektedir. “Mizaç” kelimesi ise Arapça kökenli bir kelime olup “mânevî niteliklerin, eğilimlerin tümü”1358 anlamına gelmektedir. Bu kelimenin anlamını Arapça bir sözlükten vermememizin sebebi, kelimenin yapı itibariyle Arap dilinde Türkçemizdeki gibi bir mana almamış bulunmasından dolayıdır. Türk Dil Kurumu’nun yayınlamış olduğu Türkçe Sözlük’te de “seciye” kelimesi karşılığında “karakter” kelimesi verilmekte ve “karakter” ke1352]
Fahreddin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Y., s. 249-252
1353] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Gelişim Yay., “Karakter” maddesi
1354] Meydan Larousse, Büyük Lügat ve Ans., “Tabiat” md.
1355] Büyük Larousse Söz. ve Ans., “Tabiat” md.
1356] Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, “Seciyye” md.
1357] B. Larousse, “Huy” md.
1358] M. Larousse, “Mizaç” md., B. Larousse, a.g.m.
AHLÂK
- 297 -
limesine ait olan açıklamada da; bu kelimenin Yunanca asıllı olduğu ve “bir şeyi benzerlerinden ayırt etmeye yarayan temel özellik, seciye”1359 anlamına geldiği belirtilmektedir.
Bütün bu lügavî izahlardan şunu anlıyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm’de insanı niteleyici temel özelliklerin “karakter” kelimesi ile karşılanması hiç de yanlış olmamaktadır. Ancak burada “karakter” kelimesi üzerindeki mütalaiarımız henüz sona ermiş değildir. Bundan sonraki kısımlarda da “karakter” kelimesinin biraz da ıstılahı denilebilecek anlamlarına ve bu arada “karakter-şahsiyet” terimlerinin birbirleri ile olan yakınlığı-uzakhğı konularına dikkat çekmek istiyoruz.
Grolier Universal Ansiklopedisinde “karakter” kavramı hakkında şu mütalalara rastlıyoruz: “Karakter, şahsın ahlâkî prensiblere bağlılığının meydana getirdiği bir tezahürdür. “Şu kimse iyi kraktere sahiptir” cümlesi onun doğru ve düzenli bir kişi olduğunu belirtir. Yine “iyi karakter” cümlesi, çoğu zaman sebat, azim ve kararlılığı belirtmede kullanılır. Psikologlar, karakterin, kişiliği belirleyen merkezî bir görüş açısı mı yoksa bir şahsın ortaya koyduğu belli birtakım spesifik huylar mı olduğu konusunda ayrılık içerisindedirler. Genel kullanım ve deneyim, birinci görüşe ağırlık kazandırmaktadır. Meselâ, bir kimse devamlı olarak camiye gidiyorsa, bu kişinin diğerleri ile olan ilişki ve davranışlarında dürüst olduğu kabul edilir.1360 Buradan da anlaşılabileceği üzere karakter hem iyi hem de kötü tandanslı olabilmektedir. Ancak umumî kullanımda daima karakterin olumlu yönü kastedilmektedir. Hâlbuki karakter, “ruhta iyice yerleşen prensipler vasıtasıyla her irade fiilinin kesin ve muayyen olması üzerine ruhun istikrar kazanmış halidir.”1361 Bu istikrar daha önce işaret ettiğimiz müsbet ya da menfî yönde olabilir. Şâyet karakter menfî tarzda istikrar kazanmışsa bu, o kişinin olumsuz ve gayr-ı ahlâkî şahsiyetini ortaya koyar ki bu duruma Türkçemizde galat-ı meşhur nevinden “karaktersiz şahsiyet” denir. Hâlbuki bu şahıs karaktersizlik sıfatından öte “kötü karakter” sergilemektedir. Ancak ruhun istikrar kazanmış olduğu “prensipler, zamanın ve cemaatın ahlâk prensipleriyle uygunluk teşkil ederse işte o zaman karakter, ahlâklılık vasıfmı taşır ki bu, aynı zamanda kıymet ifade eden bir kavram olur.”1362 Yani, ahlâkî karakter kavramında çevreye karşı hususî bir vaziyet alma vardır diyoruz.
Ferdin karakter yapısı “kendi içinde ahenkli, vahdetli, tek bir istikamete yöneltilmiş bir hayat şeklidir.”1363 Ancak “psikolojik araştırmalar, insanların bazı durumlarda dürüst olurlarken daha başka birtakım Özel durumlarda ise dürüst olmayabildikleri fikrini ileri sürmektedirler. Mesela, bir şahıs, çevresi ve arkadaşları ile dürüst olurken vergi konusunda dürüst olmayabilmektedir.”1364 Buna göre, böyle bir şahsın karakteri de kendisinde zıtlıkları barındırabilen bir karakter yapısıdır diyebiliriz. Gerçi misâlimizdeki vergi konusunda dürüst olmayan şahıs bu hali ile bir tutum-davranış sergilemektedir. Ama bizler, bir insanın davranışlarına veya tutumuna bakarak onun karakteri ya da ruhî kıymeti hakkında bir değerlendirme veya hükümde bulunabilir miyiz? “Bir dinamo makinesinin dönmesi/hare1359]
Türkçe Sözlük, T.D.K. Yayınları, “Seciyye” md.
1360] Grolier Urıiversal Encyclopedia, “Character” md. New York, 1971
1361] Kerschensteiner, G., Karakter Kavramı ve Terbiyesi, s. 15
1362] A.g.e., s. 15
1363] A.g.e., s. 28
1364] Grolier Universal, Encyclopedia, a.g.m.
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
keti elektrik cereyanının bir unsuru sayılmadığı gibi, hareketler de ruhî durumun, daha doğrusu ruhun kıymet şeklinin bir unsuru sayılmaz.”1365 Çünkü “hareketler bazan gerçek ruhî durumun hakiki hüviyetini (mahiyetini) bile göstermeyebilir. Öyle terbiye metotları vardır ki pek erken başladığı, devamlı ve müstekar olarak tatbik edildiği takdirde bazı insanlarda, bilhassa irade bakımından istidadı zayıf olanlarda birtakım alışkanlıklar meydana getirebilir.” 1366
Karakter Değişmez mi?
Karakter değişmez midir; karakterin şekillenmesinde veya değişimlerinde bir hürlük ve dolayısıyla bir sorumluluk payımız var mıdır? Deneyler, insandaki doğuştan karakteri az veya çok ama sürekli olarak gizleyen ve iten sonradan edinilmiş bir karakterin ortaya çıktığını göstermektedir. Ama bu sonradan edinilmiş karakterin devamlı etkisiyle doğuştan gelen karakter tamamen ortadan kalkabilir mi? Kalkması az rastlanabilir olmakla beraber tamamen imkansız bir durum da değildir.
Normal bir kimsenin, kendi karakterini yeterince enerjik bir irade çabasıyla değiştirme gücüne gelince, bu durum varlığı inkâr edilmeyen bir gerçektir. Bunun içindir ki, psikolojik ve mânevî hayatı durmadan değişir, gelişir ve hatta sonsuz bir şekilde ilerleyebilir. 1367
Ayrıca muayyen bir ölçüde muhitin ve yaşama şartlarının değişmesini, fertteki statü değişikliklerinin vb. durumlarının da karakter üzerinde doğrudan doğruya ve en tesirli neticeler meydana getirebileceğini önemle belirtmek lâzımdır.1368 Memur olarak yaşam sürdürmekte iken amir konumuna yükselen, fakir iken zenginliğe kavuşan veya bunların aksine amir iken memur, zengin iken fakir duruma düşen kişilerdeki davranış/tutum değişiklikleri, hep muhitin ve yaşama şartlarının İnsan karakteri üzerinde müsbet ya da menfi olarak yapmış olduğu değişikliklerin birer tezahüründen ibarettir.1369
“Karakter ve Şahsiyet” Kelimelerinin Mukayesesi
Aslında farklı anlamlar ifade eden “karakter” ve “şahsiyet” kavramları Türkçemizde eşanlamlı kelimeler gibi kullanılmaktadır. Hâlbuki bu iki kavram birbirinden ayrıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi umumî mânâda karakter, insanın çevresine karşı değişmeyen bir tavır almasıdır (Tabii ki eğitimde statik mânâda bir değişmezlik ruh sağlığını bozar). Bu çevreye karşı vaziyet alma hem müsbet ve hem de menfi mânâda olabilir. Şahsiyette ise nevi şahsına mahsus bir hal vardır. Şahsiyet, yüksek ve mânevî kıymetlerden ayrı düşünülemez. 1370
Bu iki kavramdan her biri, şahsın mânevî hüviyetinden emniyet ve itimat ister. Mesela karakterin itimat ve güveni hareketlerin muayyen düsturlara bağlı bulunmasıyla ve şahsiyetin emniyet ve itimadı da düşünce, duygu ve hareket tarzlarıyla belli olur. Şahsiyet kavramında insanın bütün varlığı, bütün mahiyeti
1365] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 16
1366] Kerschensteİner, G., a.g.e., s. 16; Musa Kazım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994, 6-9
1367] M. Larousse, a.g.m.
1368] Palmade, Guy, Karakter Bilgisi, Çev. Afif Ergunalp, Anıl Yayınevi, İstanbul
1369] Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 9-10
1370] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 28
AHLÂK
- 299 -
akla geldiği halde, karakter kelimesinde bütün varlık akla gelmez. Zira şahsiyette duygu, düşünce ve hareket tarzları topyekün gözönünde bulundurulur. Karakterde ise daha ziyade yalnız iradeyi harekete getiren düsturlar akla gelir. Bu kavramların ayrılığını iki örnekle daha belirgin hale getirmek istiyoruz.
Meselâ, işlerinde hayli dağınık olan bir adam, davranış prensiplerine göstermiş olduğu İtina ve titizlik sebebiyle pekala karakterli bir kimse olabilir. Böyle bir adamın biricik kusuru, işlerinde dağınık olmasıdır. Bu adam bütün işlerinde emniyetli ve itimatlı davranıyorsa bu kişiye kötü karakterli denemez. Ama bu dağınıklık hali şahsiyet için zıt bir durumdur. Kendine topyekün bir renk ve şekil vermek isteyen şahsiyet dağınıklığa mezun olmadığını bilir.
Yine; ukalâ, bilgiç, haris, kısaca küçük yaratılışlı olan bir insan bu olumsuz sıfatlarına rağmen karakterli olabilir. Böyle bir insan bütün ukalalığına ve bilgiçliğine rağmen düsturlara yani prensiplere göre hareketlerinde tutarlı olabilir. Fakat böyle bir insana hiçbir zaman şahsiyetli diyemeyiz. Çünkü şahsiyet kavramında küçüklük alameti yoktur. Şahsiyet, kendi hareketlerinin metotlarını, yollarını ve vasıtalarını takdir etmekte serbesttir ve canlıdır. Hayatta küçüklükle uğraşan şahıslar vardır; fakat şahsiyetler küçüklüklerle uğraşmaktan hoşlanmazlar. 1371
Karakter Eğitimi
“Karakter eğitimi” kelime anlamı olarak, “bireylerde belli bir ahlâk anlayış ve ölçüsüne göre birtakım özellikler geliştirme amacını güden eğitim”1372 anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi Cenâb-ı Hak, insanı emir, nehiy ve cezaları kaldırabilecek bir kapasitede yaratmıştır. Aynı zamanda insanda, kendisine muvafık gelen şeyler karşısında sevinme vb. kendisine zıt gelen durumlar karşısında da öfke vb. duygular koymuş, daha sonra da akıl vasıtasıyla, nefsin dâvet etmiş olduğu şeylere karşı cehd ve gayret göstermelerini emretmiştir. 1373 İnsanın göstereceği cehd ve gayret nisbetinde de onun karakter eğitimi büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü karakter terbiyesinde emrin büyük bir önemi vardır. Bir emre, korkudan itaat edildiği gibi saygıdan, sevgiden dolayı da itaat edilir. Kur’ân-ı Kerîm, karakter eğitiminde her iki unsuru da kullanmıştır ki biz bu tür âyet-i kerimelere tergîb ve terhib âyetleri diyoruz. Bu husus da ileride tafsilatlı olarak izah edilecektir.
Herhalde emir, karakter eğitiminde ihmal edilemeyecek bir kuvvettir. Zira, güçlü bir otoritenin sıkı ve kesin emirleri kadar iradeyi istemiyerek gündelik hareketlerimiz üzerine çevirecek müsait bir kuvvet daha yoktur.1374 Ancak, karakter eğitiminde bilhassa şuna dikkat edilmelidir: Her karakter istidadına herhangi bir ahlâkî idenin her emrini, her vecibesini değil, belki karakter istidadına uygun
1371] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 28-29; Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Yayınları, İzmir, Ekim 1994: 10-11
1372] A. Ferhan Oğuzkan, Eğitim Terimleri Sözlüğü, T.D.K. Yay., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981
1373] el-Muhâsibî, Ebû Abdillah el-Haris, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut
1374] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 98
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelenini telkin edebiliriz.1375 İşte Kur’ân-ı Kerîm “Hayır işleyin”1376; “Güzel amel ve hareketlerde bulunun.”1377 vb. genel ifadeler kullanarak fertlerin temayül ve istidatlarını Ön plana çıkarmayı yani diğer bir mânâda onların karakterlerine uygun gelen iyi şeyleri yapmalarını tavsiye ederek onları bir nevi karakter eğitim sürecine girdirmiştir. Çünkü bir ferdin “temayül ve istidadı dinî işlerde aktif hizmet görmekle, bir diğerininkisi ilmî hakikatlere, bir üçüncüsü yalnız estetik hakikatlere hizmet etmekle tatmin edilebilir.”1378 Herkes bilir ki estetik ifade etmesi açısından hat sanatının ve büyük hat dahilerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve onların bu bediî sanatı doruk noktasında ortaya koymalarına sevk eden âmil hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’in altmışsekizinci sûresi olan Kalem sûresinin birinci âyet-i kerimesi olan “Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun.”1379 âyeti olmuştur. Yine dinî işlerde aktif hizmet görmek isteyen kişilerin bu noktadaki yegâne saikleri Kur’ân-ı Kerîm’deki emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker “iyiliği emredip kötülükten alıkoymak”1380la ilgili âyet-i kerîmeler olmuştur.
Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm birtakım sınırlamalar dışında, genel ifadelere de yer vermek sûretiyle herhangi bir ahlâkî yargının her yükümünü değil, belki kişinin karakter istidadına uygun geleni almasını hedeflemiştir diyebiliriz. 1381
Karekter Eğitiminin Önemi
Karakter, doğuştan kazanılmayan ve sosyal bir kavram olarak insanların çok yönlü özelliklerini tanımaya yarayan davranışlar bütünlüğüdür. İnsanın kendisine, çevresindekilere, genel olarak topluma karşı tavırlarını belirleyen karakter, toplumsal bir kavramdır. İyiyi bilme, iyiyi sevme ve iyiye ulaşma olarak bilinen karakter, düşünce hissetme ve davranış olarak da tanımlanır.
Alfred Adler’e göre: “Karakter, ne verâsetle geçen ne de doğuştan gelen birtakım yatkınlıklardır. Örneğin bir çocuk, tembel olarak doğmaz. Hırs, kıskançlık, güvensizlik gibi karakter özellikleri kişiliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etsek bile, bunların verasetle geçtiğine ve değişmez olduğuna inanılamaz. Bunlar hayatın, erken yıllarında kazanılmış bir takım özelliklerdir.” Karakter denilince toplumda, olumlu-olumsuz davranışlar anlaşılır. Zayıf karakter, bir suç değildir ama, insanı suça götürebilir. Goethe: “İnsan karakteri, en çok nelere güldüğünden belli olur.” Karakter insanın kendisini tanımasıyla, kendi kimliğini fark etmesi ile başlar. Bu süreç ailede başlar, okullarda devam eder. Hz. Ali: “Her şey zeval bulmaya mahkumdur. Bunun yalnız bir istisnası vardır. o da fazilettir.” Öğrenciler fazileti ve temel ahlâkî değerleri tanıma, anlama ve Akademik donanımlarla birlikte diğer gelişimlerini ailede, okullarda ve yaşadıkları çevrelerde yaşları büyüdükçe de sürdürürler. İnce, derin anlayış, sağlam iman, namaz, dua ve güçlü sevgi ve fazilet ile beslenen ahlâk eğitiminin, karakter oluşumunda rolü büyüktür. “Ahlâk eğitimi ile çatışmalar, kırgınlıklar, huzursuzluklar, disiplinsizlikler ortadan kalkar. Sevgi, saygı ve sağlıklı ilişkiler egemen olur. Öğrencileri
1375] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 94
1376] 22/Hacc, 77
1377] 23/Mü’mimûn, 51
1378] Kerschensteiner, G., a.g.e., s. 94
1379] 68/Kalem, 1
1380] 3/Âl-i İmran, 104, 110, 114; 9/Tevbe, 71, 112
1381] Musa Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Y., s. 1-13
AHLÂK
- 301 -
yücelten, asilleştiren, erdeme ulaştıran, hayata bakışı anlamlaştıran bu eğitim yalnız din kültürü öğretmenlerine, imamlara bırakılmamalı, ortak bir bilinç oluşturulmalıdır. Her eğitimci bu alanda Bilgeliğin ve aklın gerçek bekçileri olmalıdır.”
Karakter eğitiminde, bedensel ruhsal ve zihinsel gelişimlerin tamamlanmasına yönelik yapılan rehberlikler de süreklilik esastır. Bu rehberlikte, mânevî eğitimin önemi büyüktür. Mânevî değerlerin sevgi ile bütünleşerek kazandırılması ile karakterler terbiye edilir. Mânevîyatla güçlenen bu yapı ile kişilerin vicdanlarındaki en küçük ses bile anlam kazanır. Bu sese bağlı olarak her söze ve davranışa olumlu tepkiler verilir. Verilen tepkiler etkili sesler de getirebilir. Böylece bilgi ve belgeye önem verilerek düşüncelere ince ruhluluk kazandırılır. Düşüncenin açıklığı ve doğruluğu kimden gelirse gelsin kabul görmesi iradelere yön verir. Kişisel olarak alınan her kararda, uygulanan her davranışta ahlâkî izler görülür. Vicdanlarda yerleşen bu duygu ile söz ve davranışlar karakter olarak belirginleşir. Kendini tanıyan davranışlarını önemseyen bireylerde, oldukça güzel karakter motifleri kendiliğinden gözükür.
Sağlam bir iradeye, temel özgürlüklere, öğrenme ve kişiliklere saygı ile birlikte sürdürülen karakter eğitimi yasaklar, cezalar ve suçlamalarla değil teşvik, edep ve nezaketle sürdürülmelidir. Bu eğitim birkaç saatlik seminer veya programla belirlenecek olay değildir. Ancak bu konuda verilen teorik bilgiler önemlidir.
Karakter eğitimi nitelikli insan yetiştirme eğitimidir. Kişiler farklı meslek gruplarında görev yapabilirler. Ancak ilişkilerinde “karaktersiz” ifadesi ile muhatap olmamaları için adam gibi adam olmak önemli bir özelliktir. Bu da karakterli bir kimlikle mümkündür. Karakter eğitimi uzun soluklu bir yoldur. Bu yolda anne ve babalara, eğitim kurumlarına, sivil toplum örgütlerine, vakıf ve derneklere büyük görevler düşer. Gerçekleştirilen paylaşımlar etik davranışlar, alışkanlıklar bilgi ile bütünleşerek doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü potansiyeller sistematik olarak uygulanır, görülür. Böylesi bir sorumluluk yaşanmadan çalışkan, başarılı, dürüst, kaliteli, karakterli bireylere ulaşmak zor olduğu gibi yapılan hizmet de yetersiz ve noksan olur.
Yeni kuşakların karakter eğitiminde ciddi anlamda yaşadıkları sorunların temelinde ailelerin, okulların ve sivil toplum örgütlerinin ihmalleri vardır. Çevrenin ve medyanın oldukça etkili olduğu bu çöküşün durdurulmasında bireylerin daha fazla kimlik kayıpları yaşamamaları için ilkeli, planlı ve günlük hayattan kopuk olmayan hayat dersleri ile karakter eğitimi konusunda sorumluluklar önemsenerek, severek örnek davranışlar ve modeller oluşturularak rehberlikler gerçekleşebilir. Yapılan rehberlikler sadece Akademik bilgilerle veya sadece doğru veya yanlışı öğreterek yapılmamalıdır. Yapılan tüm rehberlikler ahlâkî değerlerle bütünleşerek ortak bir bilinç ile yerine getirilmelidir.
Karakter Eğitiminde Uygulanacak Yöntemler: Karakter eğitiminde ailede, okulda, yaz kamplarında ve sivil toplum örgütlerinde şu uygulamalar belli takvimlere bölünerek uygulandığında güzel sonuçlar elde edilir:
Karakter eğitimi öğrenme ile başlar. Öğrenmenin odağında mânevî eğitim yer almalıdır. Kişinin varlık sebebini bilmesi, Allah’a kulluk bilincini en güzel
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şekilde yerine getirmesi önemli bir adımdır. Bu görevlerin başında namaz ibâdeti gelir. Namazların; huşu, tadili erkan ve cemaatle kılınması alışkanlığı oldukça önemlidir. İslâm dünyasının Müslümanların zor günler yaşadığı günümüzde sorumlular çocuklarına: “Yavrucuğum namaz kıl, iyiliği emret, kötülüklerden sakın, başına gelenlere sabret, doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir.”1382; “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki bu Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında her kese zor ve ağır gelen bir görevdir.”1383 âyetlerini hatırlatmada duyarlı olmalıdır. Secdeleri, duaları ve davranışları ile örnek olan anne ve babalar yeryüzündeki mazlumların, müslümanların yaşadığı acıların, pek çok sorunların tanıtımında, doğru bilgilendirmede öncülük yapmalıdır.
Bireyin kendini tanıması, dostunu düşmanını bilmesi, kendi mumunu kendisinin yakması, hem kendisini hem çevresini mutlu kılmada güven ve cesaret sahibi olması, abartılı roller üstlenmeden kendisine saygınlık kazandıracak, hayatı anlamlı kılacak arayışlara yönelik rehberlikler yapılmalıdır.
Hayatı ve ahlâkî değerleri tanıması, bilmesi, inançlarını en doğru ve en yaşanabilir düzeyde sürdürmesi, yabancılaşmanın, kimlik kaybının ve hafife alınmanın tehlikelerine, hazırlanan tuzaklara karşı ahlâk pusulası ile önlemler alınmalıdır.
Karakter eğitiminde gönülleri eğitmeye gönüllü olma önemli bir adımdır, bu konuda duyarlı olanların yol haritası bulunmalıdır, namazların, duaların tüm ibâdetlerin, mitinglerin, yardımların, diri ve uyanık bedenlerin yalnız felaketlerde, acılarda, hüzünlerde değil hayatın her anında ciddiyetle ve süreklilikle bu ritmi devam ettirerek öğrencileri, bireyi her geçen gün gerçeklerle yüzleştirmek önemli bir tavırdır.
Kişiyi önemseyen, anlayan, sorunlarını, başarısızlıklarını gidermede istekleri, yetenekleri yakından tanıma, birlikte karar alma, yaşam becerilerini birlikte kazandırmada öncelikleri belirlemek.
Karakter eğitiminde aileler, okullar, sivil toplum örgütleri sorumlu ve koruyucu olmalıdır. Planlı, aktif, amaçlara uygun, misyon, vizyon ve stratejilerini belirlemede, uygulamada titiz davranmalıdır. Başarısızlık, ezilmişlik, çaresizlik ve ağıtlar yerine yeniden dirilişin temellerini uygulamada ve gerçekleştirmede önsezileri, planları, hazırlıkları eylemleri olmalı.
Tüm bireylerin ortaklaşa ahlâkî liderlik konusunda iş birliği yapması karakter eğitimini uygulama da sistematik metotlar takip ederek, her geçen gün yenilenerek, değişimi kabullenerek kişilerin mânevî motivasyonunu olumlu yönde etkilemeleri gerekir.
Yazılı basın ve görsel donanımların katkısı ile düzeylerine uygun toplumsal olayları irdeleyen gerçekler aktarılmalıdır.
Karakter eğitimi anlamlı ve nitelikli bir müfredatı içermelidir, bu müfredat kişilerin özüne saygı duyan kişilikli ve başarılı olmalarını teşvik eden bir müfredat olmalıdır. Her aile ve okul, bu anlamdaki müfredatını yazıya dökmeli, okulun kültür iklimini oluşturmalıdır.
1382] 31/Lokman, 17
1383] 2/Bakara, 162
AHLÂK
- 303 -
Karakter eğitiminde evlerin, okulların, vakıfların sevdirilmesi gerekir, bu alanların cazip, neşeli, sanatsal görüntülerle donanması, katılımcılarda hayranlık bırakması onları asil duygulara ulaştırması, sanat ve estetiğe yönlendirmesi, ruhunu inceltmesinde önemli yeri vardır.
Kazancın ve yenen lokmanın önemi ciddiye alınarak rast gele her şeyin yedirilmemesi, ikramın, ikram yapılacak yerin önemsenmesi gereklidir.
Karakter eğitimi her alandaki etkinliklerle kendini göstermeli, yapılan her çalışmada ve Akademik gelişmede davranışlar, duygular farklı güzelliklerle donanmalıdır, kitapların, panoların, oyunların, seminerlerin, şiirlerin, gezilerin, deneylerin, incelemelerin, ödüllerin, meclislerin,mitinglerin sergi ve kermeslerin kişinin ruhunda oluşturduğu etkileri önemsemeleri gerekir. 1384
İnanç ve Karekter Eğitiminde Eğitimcilerin Görevleri
Öğrenciyi her ortamda bilgilendiren, terbiye eden, iyiliğe yönlendiren, hayatına değer kazandıran, düşünce eğitimciler, inanç ve karakter eğitimini ciddiye almalıdır. İnanç ve karakter eğitimi birlikte, uzun soluklu ve sabırlı paylaşımlar ile gerçekleşir İnanç ve karakter eğitiminde aileler, okullar, öğretmenler büyük sorumluluk taşımalıdır. Kaliteli ve nitelikli bahçıvanın elinde yetişen üründe kaliteli ve temiz olur. Öğrencilerin zihinlerini karıştıran ifadeler kullanmamalıdır. Aktarılan konular öğrencilerin gelişim düzeyine göre olmalıdır. Peygamberimiz:”Bilginin heder olması, ehli olmayana öğretilmesidir” buyurmuşlardır. Arzulanan inanç ve karakter eğitiminde öğretmenlerin temel bazı sorumluluklarını hatırlamaları ve şu özellikleri yansıtmaları gerekir.
Kişisel Gelişim: Kişisel gelişim kalbinizin derinliklerinde kendinize verdiğiniz bir yatırım sözüdür. İçinizdeki ‘ben’i yeniden ortaya çıkarmak ve geliştirmek, olabileceğin en iyisi olmaya çalışmaktır. Başarıları, yetenekleri ve bilgileri doğrultusunda saygınlık kazanmaktır.
Eğitimciler, bedensel, ruhsal ve zihinsel gelişimlerine yeni mânevî değerler, yeni güçler kazandıran etkinliklerden uzak kalmayarak, çevrelerindeki değişimden, yeniliklerden haberdar olmalıdır. Kendilerini keşfetmede, geliştirmede, iyileştirmede çabalar göstermelidir. Hayat yolculuğunda kendisi ile kucaklaşmalıdır. “İki gününü bir geçiren olmamalıdır.” Kişisel gelişimlerini ön planda tutup, değişimi, gelişmeyi gerçekleştirerek kendisini her geçen gün yenilikler ile taçlandırmalıdır. Aile ve kişisel hayatını erdemli kılan tavırlarla zenginleştirmelidir. İmam Rabbaninin: “İnsanların kendilerine değil hatalarına ve yanlış davranışlarına karşı tavır sergilemelidir.”
Eğitimciler, mânevî sorumluluklar doğrultusunda hareket tarzını sistemli ve sürekli kılmayı alışkanlık edinmeli. Sadece belirli gün ve haftalarda, kutlu gece ve günlerde, yardım kampanyalarında, savaşlarda yaşanan acıların sorumlulukları ile yetinmemeli müslümanca yaşama ve düşünme tarzını hayatın her anına ve her dönemine yaymada yeni metotlar üretmede gönüllü, istekli ve duyarlı davranmalıdır.
Kullanılan Dili Önemsemek: Dil anlatım ve çevreye uyum aracıdır. İnsanların bilgi, düşünce ve eğilimlerini aktarmalarını sağlar.. İnsanların iletişiminde,
1384] Ahmet Çağlayan, Vuslat
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlatılanların ilgi ve sevgiyle dinlenmesinde dilin önemi büyüktür. Öğrenciler için her sınıfta, her yaşta, her zaman, her derste ve her yerde ihtiyaç duyulan dil öğretimi veliler, eğitimciler ve öğrenciler tarafından oldukça önemsemelidir. Konfüçyüs’e: Bir memleketi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu? diye sorduklarında, büyük filozof şöyle cevap verir: “Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım” dinleyenlerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam ederek: “Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa adâlet yanlış yola sapar. Adâlet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, dil çok önemlidir.”Konuşulan dil bir toplumun aynası, ruhunun dıştan görünüşüdür.
İnanç ve karakter eğitiminde dilin önemi büyüktür. Konuşulan dil bilgilenmeye ve olgunlaşmaya zemin hazırlar. Konular ve aktarılan bilgilerin anlaşılır bir dilde sunulması bir sanattır. Sözler çiğ olmamalı demli olmalıdır. Sahibini ve düşüncelerini en güzel şekilde yansıtmalıdır. “Ahlâkın güzelleşmesi, gelişmesi kullanılan dilin gelişmesine bağlıdır.”
Örnek Olay İncelemek: Konuların aktarılmasında, kavratılmasında örnek olayların belirlenip incelenmesi oldukça önemlidir. Örnek olayların incelenmesinde öğrencilerin derse daha aktif katıldıkları görülür. Analizler, değerlendirmeler yapılır. Örnek verilen olaylar gerçek veya hayâl ürünü olabilir. Bir iki örnek verecek olursak konuyu daha iyi kavramış oluruz:
“Önemli bir maçı izlemeye giden bir öğrencinin yanındaki arkadaşının geçirdiği ufak ama ilgiye muhtaç bir kaza geçirmesi sonunda yapılacakların neler olması... Arkadaşına yardım edip ailesini bilgilendirmek orada beklemek mi, yoksa günlerdir beklediği bu çok önemli maçı kaçırmamak mı...?“
“Âcil bir hastası için ilaç alacak parası bulunmayan bir kişinin yaşadığı sıkıntılar sonucu ilacı eczaneden çalıp hastaya ulaştırarak onun yaşamına destek sağlaması..’ gibi olaylar da insanlar ne yapmalı; Siz neler yapardınız?” Diyerek sorular peş peşe sorulabilir. Öğrencilerin konuşmaları, davranış biçimleri, tercihleri, sebepleri gündeme gelerek doğru davranış kalıpları belirginleşmiş olur.
Model Olmak: Kınalı zade Ali Çelebi: ‘Öğrenciler huy taklitçileridir.’ Her çocuk Evde, okulda, sosyal hayatta mutlaka yakından tanıdıkları, sevdikleri, ilgi duydukları, hoşlandıkları insanları taklit etmeyi severler. Taklit ettikleri insanlar, anneler, babalar, öğretmenler, sanatçılar, sporcular veya sosyal statüleri olan kimselerdir. Özellikle ergenlik döneminde bu hayranlık daha da belirginleşir.
Eğitimciler, söz ve davranışları ile okul ortamında, her yerde sevilen özellikler taşıyıp örnek ve model olmalıdır. Örnek ve model olan gönül üstadlarını tanıtmalı ve sevdirmelidir. Öğrenciler değer verdikleri, önemsedikleri modellere karşı daha duyarlı ve istekli davranır.. Sınıf ortamında ve farklı ortamlarda sevgi, saygı, empati ve dürüstlüğü ilke edinen öğretmenin örnek tavır ve davranışları bir öğrenci için en güzel modeldir.
Öğrencilerin Bireysel Yeteneklerinden Yararlanmak: Her öğrencinin farklı bir dünyası güzelliği ve yetenekleri vardır. Öğrencilerin dünyasına girerek onlardaki güzellikleri, yetenekleri keşfetmek gerekir. Mikel Anj’a: ‹Taşlardan
AHLÂK
- 305 -
böyle güzel eserleri nasıl yapıyorsunuz, bunun sırrı nedir diye sorduklarında: ‹O güzellikler taşın kendisinde bulunmaktadır. Ben sadece fazlalıkları alıyorum.’ cevabını alırlar.
Her öğrencinin dünyasındaki duygu ve birikimlerden yararlanmasını bilmek eğitimcinin görevidir. Öğrencilerin başlarından geçen, ailesinin yaşadığı, gördüğü, duyduğu olayları çıkış noktasını çok iyi analiz eden bir eğitimci inanç ve karakter eğitiminde bu malzemelerden oldukça yararlanır.
Ünitelerden-Konulardan Yararlanmak: Öğrencilerin yaşadıkları ortamlardan etkilendikleri, pek çok konuyu merak ettikleri bilinir. Çevresindeki olaylar, kişiler, dersler, konular gelişmeler her zaman onların ilgi odaklarıdır. Bu ilgi ve merakların, duyarlılıkların her zaman canlı ve tazeliğini korumasında eğitimcilere büyük görevler düşer. Yaşlarına uygun bilgilerin aktarılması, davranışlarının güzelleşmesi, arkadaş grupları arasında sevilip sayılmasında ona güç ve destek kazandıran değerler konular ve derslerin kaynaştırılması ile kazandırılmalıdır.
İnanç ve ahlâk eğiminde işlenen konulardan istifade etmek gerekir. Okula başlamanın, okumanın önemi, etkinliklerde görev alma ve paylaşım, bayramlar, ailemiz, yaşadığımız dünya ve çevremiz, toplum hayatımız yılın bölümleri, güneş ve dünya, hareket ve kuvvet sağlıklı büyüme, çevremizdeki canlılar, iletişim, vatan millet, yurdumuz, İslâmîyet ve tatil bunlardan bazılarıdır.
Cevapları Önemsemek: Eğitimcilerin hangi yaş grubu olursa olsun öğrenci sorularını her zaman önemsemeleri gerekir. İlişkilerin anlamlı olmasında, karşılıklı paylaşımın, anlaşılmanın rolü büyüktür. İnanç ve karakter eğitiminde sorulan her sorunun bir cevap bulması önemlidir. Öğrencilerin dünyası sırlarla örülüdür. Bu sırların aydınlanmasında verilen cevapların önemi büyüktür.
Akıllı, meraklı öğrenciler her konu ile ilgilenir sorular sorar. ‘İyi bir soru zekâya, güzel bir cevap bilgiye işarettir.’ Düşünce dünyaları geliştikçe soruları değişir anlamlaşır. Eğitimciler soruları cevaplarken öğrencileri hafife almadan, önemseyerek, onları dinleyerek kızmadan cevaplar vermelidir. Öğrencilerin İlgi ve yeteneklerine göre kısa ve öz olmalıdır. Samimi verilen cevaplar öğrenciler tarafından da yeterli görüldüğü gibi bıraktıkları izler de anlamlı olur.
İnanç ve karakter eğitiminde düşünceler davranışlarımızı, davranışlar alışkanlıklarımızı, alışkanlıklar karakterimizi, karakter ahlâkımızı, ahlâk inancımızı yansıtır. İnanç olmadan bilgi irfana, söz anlayışa, fiil ibâdete dönüşmez. 1385
Değerler Eğitimi
Hayatımıza anlam kazandıran bizi biz kılan önemli enerji kaynağımız değerlerimizdir. Sahip olduğumuz değerler olmazları olur, yapılamayanları yapılır hale getirmede oldukça etkilidir.
Değerlerimiz içimizdeki ‘biz’in aynasıdır. Farklılıklarımızı öne çıkaran içimizdeki enerjiyi açığa çıkaran tılsımdır. Arkamızda bıraktığımız silinmeyen izdir. Değerlerimiz vizyonumuzun temelidir. Misyonumuzdan vizyonumuza ulaşmamızı sağlayacak stratejinin, köprünün ayaklarıdır. Değerlerimiz temel ve kalıcı öğretilerimizdir. Hayâl ettiğimiz var oluş biçimidir.
1385] Ahmet Çağlayan, Vuslat
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kısaca, değerlerimiz hayatımızın önemli kaldıracıdır. Doğruluk, dürüstlük, kendini ifade etme, irade, sevgi, saygı güven, ahlâk, özgürlük ve benzeri kavramlar yaşantımızı ve başkalarının yaşantısını anlamlı kılan önemli değerlerimizden bir kaçıdır. İyi insanlar olabilme, çevreye güven vererek etkileyebilmede abartılı rollerden kaçınarak unutulmaz etkinliklerle, iz bırakan davranışlar ve kişilikler sergilemede değerler eğitiminin önemi çok büyüktür.
Eğitim kurumlarında öğrencilerin düzeylerine ve ilgilerine göre değerler eğitiminin programlanması, tartışılması aklın süzgecinden geçirilmesi önemlidir. Öğrencilerin gelişim düzeyleri göz önünde bulundurularak akılcı bir yaklaşımla karakter ve ahlâkını olumlu yönde etkileyen ona yaratılışının sırrını, kimliğini, sorumluluklarını hatırlatan bu rehberlik önemsenmelidir.
Değerler eğitimi, eğitimin vazgeçilmez amaçlarından biridir. İnsanın önemini öne çıkaran, bireysel kimliğine yeni kazanımlar kazandırarak kurumsal kimliğe anlam kazandıran bu eğitim uzun soluklu planlamaların yapılması ile uygulamaya sokulmalıdır. Kazandırılan değerlerin gerçek yaşamla ilgisini, ilişkisini çok iyi belirleyerek tercih ederek, anlam kazandırarak kavratmak öğrenciler için önemli bir rehberliktir. Bu rehberlikte aktif görev alan eğitimcilerin, önyargılardan arınarak, tercihleri paylaşarak öğrencilerin mutluluğuna yönelik sorumluluklar hissederek örnek tavırlar oluşturmalı.
Değerler eğitimi aracılığı ile varılmak istenen hedef, karakterli , ahlâklı, kişilik sahibi dürüst bireyler yetiştirmektir. Öğrencilerde duygusal güvenin temelini kazandırma, olayları vahyin ve aklın süzgecinden geçirme, çatışan konular karşısında zekice tavırlar sergileme, uyum sağlama, doğru örneklerle sorunları çözebilme gibi davranış kalıpları geliştirmek hedef alınmalıdır. Bilgi olarak aktarılan öğrenmenin kısa zamanda unutulacağı hesaplanarak, davranışların şekillenmesi, sözlerin anlamlı olmasını ciddiye almak gerekir. Toplum içinden örnekler verilerek olumlu ve olumsuz davranış biçimlerinin tartışılması tercihlerin belirlenmesi gerekir.
Değerler eğitimini önemseyen, değerleriyle özdeşleşen insanlar bulundukları ortamlarda büyük onurlar yaşarlar. Bu anlayışın eğitim kurumlarında sistemli olarak uygulanması, öğrencilerin hayata yönelik bilgilendirilmesi, yetiştirilmesi onların zihinsel gelişimlerine zenginlikler kazandırılması ve bu gücün olumlu kullanılması ile, öğrencilerin çevre ve gelecek ile ilgili bakış açılarını farklılaşacağı gibi hiç ölmeyecek gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de âhirete hazırlıklı olmalarına katkılar sağlayacaktır.
Değerler Eğitiminde Ortamın Önemi: Öğrencilerin ahlâk ve değerler eğitiminde her türlü ortamlardan yeterince yararlanabilmesi için, onlara bazı olanakların sağlanması gerekir. Evde okulda uygulanan yöntemlerin, kazandırılan davranışların ve zengin ortamların sağlanması ile öğrenciler her geçen gün daha da olgunlaşır. Bedensel, ruhsal ve zihinsel gelişimi pozitif anlamda destekleyen ortamlar ile öğrenciler kendileri ve çevreleri ile daha uyumlu ve başarılı beceriler sergiler.
Modern donanımların katkıları ile zenginleşen ortamlarda ahlâk ve değerler eğitiminin etkileri daha fazla olur. Resim ve şekillerin, projeksiyon, radyo, televizyon, internet v.b.. araçların yardımıyla öğrenci merkezli rehberliği yapan
AHLÂK
- 307 -
eğitimcilerin olumlu sonuç almaları daha da kolaylaşmış olur. Tüm zengin donanımların yanında bu işi severek gönüllü çalışarak rehberlikte bulunmak esastır. Değerler eğitiminde gönüllülük esastır. Öğrencilerin kişisel gelişimlerini önemseyen, onları geleceğe asil ruhlu, kültürlü ve ahlâklı olarak yetiştirmede istekli ve gönüllü olan eğitim kurumları ve eğitimciler bu konuda sistemli çalışmak zorundadır. Öğrenci sağlık hizmetleri, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri, boş zamanları değerlendiren sosyal etkinlikler takvimi gibi çizelgeleri oluşturmak zorundadır. Bu birimlerin destekleri ile öğrencileri tanıma, bilgi verme, özel sorunları ile ilgilenme, istek ve ihtiyaçlarını belirlemede daha da etkili olunur. Tüm bu etkinliklerin yaşanmasında uygun ortamları, öğrenme dilimlerinin çok iyi planlanması gereklidir.
Eğitim kurumlarında uygulanan yöntemler, konulan kurallar, hazırlanan ortamlar hangi nitelikler taşırsa taşısın tüm bu öğelerin öğrencilere sevdirilmesi benimsetilmesi gerekir. Okulların çevre ve aile ile iş birliği yapması öğrencilerini önemseyip değer vermesi ile tüm ortamlar güzelleşir ve beraberinde huzur ve başarı görülür.
Alternatif Eğitim Üzerine: Son zamanlarda alternatif eğitim, eğitim mi öğütüm mü gibi yaklaşımlarla dergilerin eğitim dünyasına ilgi duymaları , ilgililerin yorumlar ve aktarımlar da bulunması 26 yıllık bir eğitimci olarak doğrusu beni sevindirdiği gibi konuları yazanların tartışanların, eleştiri yapanların çözüm üretmek için çaba sarf edenlerin yıllarca içinde büyüdükleri, çocuklarını okuttukları eğitim sistemine kısmen de olsa yabancı kalmaları da üzüyor…
Vahye dayalı ve kıblesi âhiret olan bir eğitim yaklaşımı inanan insanların vazgeçilmez önceliğidir. Ancak böylesi güzel ve kapsamlı sözlerle arzulanan sonuçlar elde edilmiyor.. Mevcut yapıyı, eğitimdeki yeni gelişmeleri, uygulanacak yeni müfredatları görmemezlikten gelerek tamamen slogan ifadeler ile iyileşme mümkün olmamaktadır. Örneğin: “Mevcut okul modellerini geçmişteki güzellikleri taşımadığından dolayı pek çok özelliklerini yitirdiğini”, “eğitimci yazar”, “ pansuman tedaviler”, “cahili eğitim tevhidi eğitim”, “dayatmacı İslâmî olmayan eğitim sistemleri”, “ ilim kavramında ısrarcılık” “âlimliği kurumsal anlamda yeniden nasıl inşa edebiliriz” “eğitime nereden başlamak lazım”… gibi ifadeler kavram tartışmalarından öteye gidememektedir. Zira “atı alan Üsküdar’ı geçti..” İçinde yaşadığımız hayatın belirleyici, yaygın ve egemen kültürel dokusunu anlama, tanımlama, mücadele etme yolunda asli görevlerimizi unutarak kavramların, adlandırmaların öne çıkması pek de hoş değil. Her ne kadar bu kavramlarla ilgili yaklaşımlar, değerlendirmeler ve farklı bakış açıları yaşadığımız dünyayı, soluduğumuz havayı ve iklimi anlatmaya çaba sarfetse de yeterli olamamaktadır. Haz ve keyif alarak yaptığımız bu tanımlar sayfa aralarında mahkûm kalmaktadır.
Fıkıh usûlünde temel bir kural vardır; “sahip olduğunuz değerlerin çoğunu gerçekleştiremezseniz azını terk etmeyiniz.” Pek çok değerin referans alınarak mevcut yasalara, sıkıntılara ve yapılanmaya rağmen nasıl kazandırılması konusunda eğitimcilerin zihinsel örgütlenmeleri gerekir. Bu örgütlenmelerin dar anlamda gerçekleşen örnekleri de artık rahatlıkla görülmekte. Daha kapsamlı daha yaygın bir örgütlenme ile yapılanların, yapılacakların belirtilmesinde uygulanmasında yarar görüyorum. Her biri özellikli ahlâk okulu olan ailelerin ve
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sivil toplum örgütlerinin bu konuda haysiyet ve hassasiyet ile çalışarak marifet odaklı etkinlikleri ile marufa yönelmeleri, yavrularına “yön vermesi, onları yönlendirmesi”, “çocuklarına vereceklerini planlaması” çocuklarını okutan öğretmenlere şahsiyet ve kişilik kazandırmada bireysel ve kurumsal rehberliklerde bulunması “hayat ile (eğitim dünyası ile) barışık olması” müslümana daha bir yakışacaktır.
Mevcut eğitimi ve sistemi beğenmeyip “alternatif eğitim” diyenlerin problemi, gerçekten alternatif olacak yeterli şeyler üretememeleridir. Bugün ilköğretim okullarının ilk üç sınıflarında pedagojiye aykırı olduğundan dolayı(!) Din Kültürü dersi okutulmamaktadır. Ancak İslâm’ı referans alan pek çok dernek, vakıf ve özel okulların bile bırakın bir, iki, üçüncü sınıflarının müfredatını, diğer sınıflarda bile okutulan alternatif bir müfredatı oluşturamamaktadır. Yurt dışındaki ve yurt içindeki özel okullar üzerinde yaptığım araştırmalar sonucunda bunun somut örneklerini tespit ettim. Var olanların ise eğitimciler tarafından ne kadar ciddiye alındığı ise tartışılır. Bu konudaki örnekleri çoğaltmak mümkündür…
Alman Wilhelm: “Yıkanmaya karşı değilim, ancak yanlış anlaşılmasın bayramdan bayrama, yağmur suyunu biriktirip yıkanan bir adam da değilim” felsefesinden hareketle eğitimcilerin aile, okul, öğrenci ve müfredatlarla ilgili yorumlara yaklaşımlara daha içeriden daha yakından daha sıklıkla bakmaları gerekir. Hangi adlandırmayı kullanırsak kullanâlim sonuçta eğitime yönelik yapılan çalışmaları, gösterilen çabaları küçümsemeyelim. Unutmayalım ki eğitim slogan ile değil görünebilir, uygulanabilir, yaşanabilir somut örneklere ve atılımlara ihtiyacı duyar. 1386
Muvahhidlerin Ahlâkı
Yalnız Allah’ı Rab, İslâm’ı din ve Rasûlullah Muhammed’i (s.a.s.) önder edinen muvahhit mü’minler, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.s.) hükümlerine tam teslim olmuş, hiçbir itiraz gündeme getirmeden “İşittik ve itaat ettik” diye emre âmâde olduklarını beyan eylemişlerdir. Onların bu teslimiyeti, katıksız imanlarından ve emrolundukları gibi sâlih amel işlemelerinden kaynaklanmaktadır…
İmanlarında şüpheye düşmeyen ve emrolundukları gibi amel edip amellerinde taviz vermeyen muvahhit mü’minler, izzet ve şeref üzere bir hayat yaşar, kemâle ulaşmış bir şahsiyet ile insanlık âlemine örnek olurlar… Onlar, yegâne Rableri Allah’ın ve yegâne önderleri Rasûlullah’ın (s.a.s.), kendilerine izzet ve şeref bahşeden çağrısına icabet eden, bu çağrının gereğini yerine getirip şerefli bir hayata kavuşan izzetli şahsiyetlerdir…
“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne icâbet edin…”1387 emrini duyar duymaz hemen tabi olan muvahhit mü’minler, bilir ve katıksız iman ederler ki: “Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur…”1388 Çünkü: “Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve Rasûlüne çağırdıkları zaman mü’min olanların sözü: ‘işittik ve itaat ettik’ de1386]
Ahmet Çağlayan, Vuslat
1387] 8/Enfâl, 24
1388] 33/Ahzâb, 36
AHLÂK
- 309 -
meleridir. İşte kurtuluşa erenler bunlardır.”1389 Hakikatine tam iman edip teslim olmuşlardır…
Muvahhit mü’minler, yegâne Rableri Allah’ın kendilerine hayat örneği ve önderi kıldığı Rasûlullah’ın (s.a.s.), izini takip eden, O’nun sünneti’ne uyma konusunda hassas davranan şahsiyetlerdir… Muvahhitlerin ahlâkının biricik örneği Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkıdır… Rabbimiz Allah, Allah ve âhiret gününe iman edenler için hayat örneği kıldığı1390 Rasûlü Muhammed’e (s.a.s.) itaat olunup uymayı emretmiş, Allah ve Rasûlüne itaat etmekten yüz çevirirlerse, Allah’ın kâfirleri sevmediğini beyan buyurmuştur. “De ki: ‘eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.’ Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.” 1391
Rasûlullah (s.a.s.)’e uymak, Allah’a ve Rasûlüne itaat edip yüz çevirmemek, Âlemlerin Rabbi Allah’ın Muvahhit kullarına emridir… Yegâne Rab ve kendisinden başka hüküm koyucu ilâh olmayan Allah’ın emrini işiten muvahhit mü’minler: “İşittik ve itaat ettik!” deyip imanlarının ve itaatlerinin gereği önderleri Rasûlullah (s.a.s.) uyarlar… Rasûlullah’a (s.a.s.) itaat, gerçekte Allah’a itaattir… Çünkü Rasûl’e itaat etmeyi, Allah emretmiştir… Allah’ın emrine itaat edenler, Rasûlullah’a itaat ederler. “Kim Rasûl’e itaat ederse gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.” 1392
Hayat örneği ve önderi Rasûllah’a (s.a.s.) itaat, O’nun, Kur’ân-ı Kerim’in uygulanışı olan sünnetine uymakla gerçekleşir… O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak, sünnetini yaşamaktır!.. Mü’minlerin annesi Âişe’nin (r. anhâ) beyanıyla: “Peygamber’in (s.a.s.) ahlâkı, Kur’an idi!” 1393
Rasûlullah (s.a.s.)’in ahlâkıyla ahlâklanmak, Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmaktır!.. Rasûlullah (s.a.s.), Allah tarafından güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyur Rasûlullah (s.a.s.): “Ben, ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” 1394
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Kur’an olan ahlâkıyla ahlâklanmak, hayatın her hâlinde ona uymakla gerçekleşir… Bir kısımda uyup, bir kısmında uymamak ve uymadığı kısmında tağutların hükmüne, adetlerine, geleneklerine uymak, Kur’an’a ve Sünnet’e yapılan korkunç bir ihanettir… Muvahhit mü’minler, böyle bir ihanetten berî olup Allah’a sığınırlar… Onlar, kitap ve sünnete uymak konusunda çok hassas olup itaati tam gerçekleştirmeye bütün gayretleri ile çalışırlar… Dinin parçalanması anlamına gelen Kur’an ve sünnetin bir kısmına uyup, bir kısmına uymamak muvahhit mü’minlerin reddettiği, asla kabul etmediği bir olaydır. Şöyle buyurur Rabbimiz Allah: “Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da, bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz. Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası, aşağılık
1389] 24/Nûr, 51
1390] Bk. 33/Ahzâb, 21
1391] 3/Âl-i İmrân, 31-32
1392] 4/Nisâ, 86
1393] Müslim, Salâtu’l-Müsafirin, b. 18, Hds. 139; Nesâî, Kıyûmu’l-leyl, b. 2, Hds no: 1601; Ebû Dâvud, Salâtu’t-Tatavvu, b. 26, Hds no: 1342
1394] İmam Buhâri, Edebü’l müfred, b. 135 Hds no: 273; İmam Malik, Muvattâ, Husnü’l-hulk, Hds. No: 8
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmaktan başka değildir. Kıyamet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.” 1395
Muvahhid mü’minler, asla böyle bir duruma düşmez ve böyle bir durumu kabul etmezler… Onlar, yegâne hayat nizamı olan İslâm’ı ve onun temel düsturu olan Kur’an’ı bir bütün olarak kabul edip iman ederek, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetinde olduğu gibi hayatta uygulamaya gayret ederler… Böylece Rasûlullah’ın (s.a.s.) ahlâkı olan Kur’an ahlâkıyla ahlâklanırlar… Bu hâl, en hayırlı olmanın gereğidir. Mesruk (rh.a.) anlatıyor: Bizler, Abdullah ibn Amr’ın (r.a.) beraberinde oturuyor, O da bize hadis tahdis ediyordu. Bu sırada: Rasûlullah (s.a.s.), aşırılık yapıcı seciyede değildi, aşırılık yapıcı da olmamıştır. Muhakkak olan şu ki: “Sizin en hayırlı olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” buyurur dururdu. 1396
Usame b. Şerik’den (r.a.); Bedevîler, Rasûlullah’a (s.a.s.): “Yâ Rasûlallah, kula verilen (hasletler)’in en hayırlısı nedir?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.): “Güzel ahlâktır” buyurdu.1397 Ebû Hüreyre’den (r.a.); Ebû’l-Kasım (Rasûlullah s.a.s.) şöyle buyurdu: “İslâm bakımından sizin en hayırlınız bilgili oldukları takdirde, ahlâk yönünden en güzel olanlarınızdır!”1398 Ebû Hüreyre’den (r.a.); Rasûlullah’a (s.a.s.): (mü’mini) cennete dahil eden amellerin en çoğu hangisidir? Diye sordular. O: “Takvâ ve ahlâk güzelliğidir!” buyurdu. 1399
Rasûlullah(s.a.s.)’in, Kur’an ahlâkı olan ahlâkıyla ahlâklanan muvahhit mü’minlerin ahlâkî özellikleri, Rabbimiz Allah tarafından şöyle beyan buyrulur: “O Rahman (olan Allah)’ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendilerine muhatap oldukları zaman ‘selam’ derler. Onlar, Rablerine secde ederek ve kıyama durarak gecelerler. Onlar, ‘Rabbimiz’ cehennem azâbını bizden geri çevir. Gerçekten, onun azâbı ödenmesi kaçınılmaz bir borç (veya sürekli bir acıdır)’ derler. “Şüphesiz O, ne kötü bir karargâh ve ne kötü bir konaklama yeridir.” Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler ne kısarlar. (Harcamaları) ikisi arası orta bir yoldur. Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı canı, haksız yere öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa ağır bir ceza ile karşılaşır. Kıyâmet günü, azab ona kat kat arttırılır ve içinde aşağılanmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve Salih amellerde bulunup davranan başka. İşte onların günahlarını Allah, iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder sâlih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner. Ki onlar, yalan şahitlikte bulunmayanlar, boş ve yersiz sözlerle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır. Ve onlar: “Rabbimiz” bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi, takvâ sahiplerine önder kıl” diyenlerdir. İşte onlar, sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarda ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği selamla karşılanırlar. Orada ebedî olarak kalıcıdırlar. O ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir konaklama yeridir.” 1400
Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ’nın bu âyet-i kerimelerindeki muvahhit
1395] 2/Bakara, 85
1396] Buhâri, Edeb 64; Müslim, Fedâil 16, Hds. No: 68
1397] İbn Mâce, Tıb 1, Hds. No: 3436; İmam Buhâri, Edebü’l-Müfred, b. 138, Hds no: 291
1398] İmam Buhâri, Edebü’l Müfred, b. 138, Hds no: 285
1399] İbn Mâce, Zühd, b. 29, Hds no: 4246; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, b. 61, Hds no: 2072
1400] 25/Furkan, 63-76
AHLÂK
- 311 -
mü’minlerin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Muvahhid mü’minler, kibirden ve gururdan arınmış, her hallerinde mütevazidirler. Bu mütevazi kullar, kendilerine sataşmak isteyen cahiliye düzeninin cahil muhataplarının seviyesizliğine inmeyen ve onlarla tartışmayanlardır…
2- Onlar, gece abid, gündüz mücahittirler… Gündüz kulluk vazifelerini çeşitli yönleriyle ve emrolundukları gibi yerine getirmeye gayret ederken, geceleyin “kıyâmu’l-leyl” ‘e dikkat ederek gecelerini, gündüzlerini ibâdet halinde ihyâ ettikleri gibi gereği gibi ihyâ ederler…
3- Gece-gündüz ibâdet hâlinde olan bu şeref sahibi şahsiyetler, her zaman duâ ederek Allah ile olan bağlarını kuvvetlendirirler…
4- Onlar, imanları katıksız ve tevhid akîdeleri sapasağlam olduğu için, Allah’a asla şirk koşmaz ve O’nunla beraber başka bir kanun koyucu, hüküm sahibi olduğu zannedilen bir ilâha tapmazlar… Allah’a karşı tuğyan etmiş olan bütün tağutları inkâr ve reddedeler…
5- Allah’ın haram kıldığı herhangi bir canı haksız yere öldürmezler…
6- Zinâya götürücü bütün yollardan uzaklaşır ve zinâya yaklaşmaz, zinâ etmezler…
7- Tevbe ve istiğfarı çokça yapar ve yaptığı tevbelerinde sabır edip geri dönmezler…
8- Yalan yere şahitlik etmezler…
9- Boş ve faydasız sözlere ve işlere bulaşmaz onlarla karşılaştıkları zaman kendilerine zarar dokundurmamaya gayret eder, izzet ve şerefleriyle onlardan uzaklaşırlar…
10- Onlara Allah’ın âyetleri hatırlatıldıkları zaman, kulak kesilir, dinler ve itaat ederler!...
Muvahhid mü’minlerin diğer özellikleri ve ahlâkî yapıları şu âyetlerde beyan buyrulmuştur: “Mü’minler, gerçekten felâh bulmuştur. Onlar, namazlarında huşuu içinde olanlardır.onlar, tümüyle boş şeylerden yüz çevirenlerdir. Onlar, zekâta ilişkin (söz ve görevlerini mutlaka) yerine getirenlerdir. Ve onlar, ırzlarını koruyanlardır. Ancak eşleri yada sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç, bu konuda kınanmış değillerdir. Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar, sınırı çiğneyenlerdir. (Yine) Onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet edenlerdir. Onlar, namazlarını da (titizlikle) koruyanlardır. İşte( yeryüzünün hakimiyeti ve âhiretin nimetlerine ) varis olacak onlardır. Ki onlar, Firdevs (cennetleri)e de varis olacaklardır. İçinde de ebedî olarak kalacaklardır.” 1401
Emirü’l mü’minin imam Ömer İbnü’l-Hattab (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’a (s.a.s.) vahiy indiği zaman başının ucunda arı uğuldamasına benzeyen bir ses işitilirdi. Bir gün kendisine vahiy indirildi. Bir müddet bekledik. Ve sonra vahiy (durumu) O’ndan kaldırıldı. Rasûlullah (s.a.s.), kıble’ye karşı durdu, ellerini kaldırdı ve: “Allahım, arttır bizi, eksiltme bizi, şerefli kıl bizi alçaltma bizi, gözet bizi, başkalarını tercih etme bize, memnun et bizi, bizden de râzı ol!” diye duâ etti. Sonra: “Bana on âyet
1401] 23/Mü’minûn, 1-11
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
indirildi ki, her kim onların gereğini yaparsa, muhakkak cennete girecektir.” buyurdu. Ve peşinden: “Mü’ minler, gerçekten felâh bulmuştur...”1402 diye oku(maya başla)yarak on âyet bitirdi. 1403
Gereğini yaptıkları taktirde muhakkak cennete girecek olan katıksız iman sahibi muvahhit mü’minler şu vazifelerini asla ihmal etmemeli ve emrolundukları gibi amel etmelidirler:
1- Namazlarını titizlikle kılmalı ve namazlarında huşûlu olmalıdırlar.
2- Boş ve batıl olan şeylerin tümünden yüz çevirip uzaklaşmalıdırlar.
3- Zekât ve sadakalarında hassas olup helâl yollardan kazanıp helâl kılınmış yollara sarf etmeli ve zekât ile sadakanın şartlarını yerine getirerek edâ etmelidirler.
4- Irzlarını korumalı, kadın olsun, erkek olsun iffetlerine zerre kadar bir toz kondurmamalıdırlar.
5- Emanetlerine ve ahitlerine riâyet etmeli, borçlarını ödemek konusunda çok titiz davranmalı, ahitleştikleri mercilerle Allah’a ve Rasûlü’ne (s.a.s.) itaat ettikleri müddetçe itaat etmeli itaatte herhangi bir kusur işlememelidirler!..
İşte felâh bulan muvahhid mü’minlerin özellikleri… bu özelliklere sahip olan izzet ve şeref sahibi mü’minler, “yeryüzünün varisleri” olmaya hak kazandıkları gibi, Firdevs cennetlerinin de varisleri olup içinde ebedî kalacaklardır… Her muvahhid mü’min ahlâkî yapısını bu âyetlerdeki ölçüye arz etmeli ve ona göre davranmalıdır! 1404
İç Dünyamızın Dış Dünyaya Aksi; Ahlâk ve Edep
Allah Rasûlü (s.a.s.) bir hadisi şerifinde şöyle buyurur: “Siz kardeşlerinizin yanına geliyorsunuz. Güzel elbiseler giyinin. Binekleriniz de düzgün olsun. Kendinize öyle dikkat edin ki, diğer insanların içinde, vücuttaki güzel ben gibi göze çarpıcı, (görünüşünüz ve ahlâkınızla) güzel olun. Şüphesiz Allah kabalığı, kötülüğü, çirkinliği sevmez; çirkinleşmeyi de sevmez.” 1405
Evet, mü’min her şeyiyle güzel olmalıdır. Davranışlarındaki cana yakınlıkla, kullandığı kelimelerle, taşıdığı niyetle, güler yüzüyle, güzel giyimiyle, endamının uygunluğuyla, yerinde hareketleriyle, olgunluğuyla… güzel olmalı, takdir ve sevgi toplamalıdır.
Güzel giyim denince ne yazık ki günümüzde markalı, pahalı ve belli kalıplardaki giyimler anlaşılmaya başladı. Neredeyse bütünüyle dikkatini bu konuya yöneltenler ve insanlara bu açıdan bakarak hüküm verenler türedi. Böyle bir bakış ve değerlendiriş elbetteki sathî bir bakış, sığ bir değerlendiriştir. İnsan pahalı giyinmeyebilir, giyinemeyebilir; hatta giyinmemelidir. Ama temiz ve düzenli giyinmek hemen hemen her insanın elindedir. Sadeliğin ayrı bir güzelliği, verdiği ayrı bir olgunluk hissi vardır… Bu güzellik ve olgunluk diğer olgun insanlar
1402] 23/Mü’minûn, 1
1403] Tirmizî; Tefsiru’l-Kur’an, b. 24, Hds no: 3384-3385
1404] Abdullah Dâî, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
1405] Ebû Dâvud, Libâs 4/349; Ahmed bin Hanbel, IV/180; Hâkim, Müstedrek, Libâs 4/184
AHLÂK
- 313 -
tarafından derhal anlaşılır, gerçek mânâda takdir görür. Pahalı, markalı giyinme hevesinde belli bir hafiflik, gösteriş meraklılığı, içteki eksiklik duygusunu dışa yapılan eklerle, şeklî gayretlerle kapatma arzusu vardır. Ne kadar ustaca davranılırsa davranılsın, ne kadar perdelenmeye çalışılırsa çalışılsın bu da insanlar tarafından anlaşılır ve değer kazanmaya çalışan işi değer kaybına uğrar.
İnsanın dış güzellik ve sadeliğini, davranışlardaki güzellik, nezâket, edeb ve tevâzu takip ederse, şüphesiz, güzellikler kalıcı, duygular köklü, hasletler daha değerli olur… Şimdi biraz daha esasa inelim:
İbâdetler, gerçek mânâda Allah’a kulluğun, O’na olan yönelişin gönülden gelen ifade tarzlarıdır. Kulluk vazife ve şuurunun yerine getirildiği ibâdetler, aynı zamanda, ibâdet eden kişiyi mânevî kirlerden temizler, onu gönül berraklığına, ahlâk güzelliğine, iç huzuruna ulaştırır.
Allah Rasûlü (s.a.s.); “Günde beş vakit namaz, sizden birisinin kapısının önündeki gür suyla akan bir ırmağa benzer. Bu ev sahibi günde beş kere bu ıramakta yıkanarak arınır“1406 buyurarak namazın getireceği mânevî temizliğe dikkat çekiyor.
Eğer ibâdetlerimiz meyvesini vermiyor, bizleri gönül temizliğine, ahlâk güzelliğine ulaştırmıyorsa, “nasıl“ve “niçin“ibâdet ettiğimiz konusunda kendimizi ciddî bir muhâsebeden geçirmemiz gerekir.
Biz İslâmî kimliğiyle, ibâdetiyle tanınan bir insan isek, edeb ve ahlâkımızda hoşa gitmeyen haller varsa, bunun insanlar üzerinde nasıl bir tesir uyandırdığını çeşitli açılardan değerlendirerek muhasebe etmek, içinde bulunduğumuz durumun gerçek boyutlarını idrak etmek ve kendimize gelmek zorundayız.
Her gün, -belki bir kaç kere- aynaya bakıp dış görünüşümüze çeki düzen veriyoruz. Acaba davranışlarımıza, edep ve terbiyemize, konuşma, hitap üslubumuza, duygu ve düşüncelerimizin dış dünyaya aksettiriş tarzlarımıza; bizi gören, bizimle komşuluk, arkadaşlık, iş arkadaşlığı, yolculuk eden, bizimle alışveriş yapan, sohbet eden insanların gözüyle de hiç bakıyor muyuz? Kendimizi dıştan bakarak bütünüyle değerlendiriyor muyuz?
Dıştan bakınca ahlâkî görünümümüzün, iç dünyamızın dış dünyaya aksedişinin güzel olması, kılık kıyafetimizin güzelliği, uyumluluğu kadar değer taşımıyor mu!? Ceket yakamızın kalkık oluşu, elbiselerdeki ütü eksikliği veya kırışıklık, saçımızın birkaç telinin isyan edişi veya kıyafetlerimiz arasında yeterli renk uyumunun olmayışı… mühim de bizim davranışlarımız, çehremizin duruşu, kelimelerimizin kulaklara vuruşu… hareketlerimizin bir mü’mine yakışık tavır ve edâ çerçevesinde olmayışı mühim değil midir?..
Kısaca mü’min her şeyiyle güzel olmalı değil mi? Bizler sadece söylediğimiz sözlerle, dile getirdiğimiz kelimelere mi tebliğ yapıyoruz? Diğer davranışlarımızın, genel ahlâkımızın, insanlar üzerinde bıraktığı tesiri muhasebeden geçiriyor muyuz?!.
Bunları dertleşirken çok defa birbirimize hak vereceğimize, aynı fikirlerde buluşacağımıza inanıyorum. Ancak fikirler amele dökülmeden, doğrular hayat
1406] Buhârî; Müslim
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akışına aksettirilmeden, inanılan hakikatler, inanıldığı gibi yaşanmadan çok mânâ ifade etmezler. Bu da inkâr edilemeyecek bir gerçektir.
Din-i Mübîn’in hayatın hiçbir alanını ihmal etmeyişine, küçük-büyük, kadın-erkek her şeyi ve herkesi mânevî bir letafetle kuşatışına dikkat ediniz. Dağlar kadar ağır dertlerin, tasaların, işkencelerin görüldüğü, İslâm nûrunu yaşatmak için mücadelelerin verildiği, nice saldırıların, savaşların, ölümkâlim anlarının yaşandığı, nice şehidlerin verildiği, nice hükümlerin, temel esasların öğrenilip hayata geçirildiği bir devrede Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) nasıl selam verilmelidir, nasıl alınmalıdır, kapı nasıl çalınır, çalınan kapının neresinde durulur, hangi elle yemek yenilir, hangi elle su içilir, ayakkabı önce hangi ayağa giyilir, önce hangi ayak çıkarılır, yatarken nasıl duâ edilir, nasıl yatılır, bir mecliste konuşma âdâbı nasıl olur, ikram nereden, nasıl başlar, büyükküçük hürmet ve sevgisi nasıl olur, baba dostlarına nasıl ilgi gösterilir, sevgi, muhabbet nasıl ve ne uğruna olur, nasıl yayılır, komşu hakları nelerdir, ev içi gönül sıcaklığı nasıl yaşanır, İslâm nûru hanelere nasıl yayılır… güzel hasletler nelerdir… öğretişi, bilgi verişi, teşvik edişi, tatbik ederek sahâbîlere ve kıyamete kadar bütün mü’minlere örnek oluşu… üzerinde ibretle düşünülmesi gereken gerçeklerdir.
Hadis, Fıkıh kitaplarını, tefsirleri karıştırınız, bunun nice hayret verici örneklerini bulacaksınız. Henüz ergenlik devresine girmemiş çocuklara bile anne-babanın odasına girmenin âdâbının öğretilmesi emrine Zikr-i Hakîm’de rastlayacaksınız.
Kendini beğenmenin, büyüklük taslamanın, gururun, cimriliğin, vefâsızlığın, kabalığın, kırıcılığın, çiğliğin, saldırganlığın… ne derece çirkin ve iman erlerine yakışmayan hasletler olduğunu âyet ve hadislerde göreceksiniz.
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.); “Üçüncü bir şahsın bulunduğu yerde iki kişi kendi arasında gizli konuşamaz”1407 buyruğundaki ince duyguya, edeb anlayışına, yalnızlığa ve yanlış duygulara itilecek bir ferde gösterilen şefkate ve yakın ilgiye dikkat edin… Enes’e (r.a.) hitap ederek; “Yavrum! Âilenin yanına girdiğin zaman onlara selâm ver. Bu sana ve âilene bereket getirir.”1408 irşadındaki terbiye ve tavsiye güzelliğine bakınız…
Kaynaklarımız, böyle nice güzelliklerle doludur. Bu güzelliklerden örnekler görmek isteyen kardeşlerimiz, hadis, siyer, tefsir kitaplarını, bu alanda zühd ve takvâya yönelik kaleme alınan eserleri karıştırmalıdırlar. İslâm tarihinde yaşanmış, kaynaklara geçmiş nice hayranlık celbedecek ibret levhalarıyla karşılaşacaklardır.
Edeb, terbiye, ahlâk güzelliği bir mü’min için vazgeçilemez özelliklerdendir. Yapılınca sevabı alınan, yapılamayınca hoş görülen bir müstehab veya bir sünnet gibi değildir. Belki her biri kendi çerçevesiyle düşünüldüğünde böyle olabilir; ancak bütünüyle değerlendirildiğinde böyle olmadığı açıkça görülecektir. Ahlâkı güzel olmayan, edep ve terbiyeden nasibi bulunmayan bir kişide hayır yoktur. Çirkefi devamlıdır, hem kendine hem de mensubu olduğu dâvâya büyük zarar verir… Seyyiât defterine onu hudutsuz derecede pişman edecek kayıtlar düşülür… Kısaca güzel ahlâk, mü’minin şiârıdır.
1407] Ebû Dâvud; Hâkim Müstedrek
1408] Tirmizî
AHLÂK
- 315 -
Hiçbir maddî değer onun önüne geçemez, ondan daha değerli olamaz. Bu gerçek asla göz ardı edilmemeli, maddeler, mânânın önüne geçilmemeli, dünya ve âhiret birlikte karartılmamalıdır.
Bunu açıklamak niyetiyle birkaç kelime söylemek istersek şöyle bir misalle zihinlerde canlandırabiliriz: Çocuklarımızı yarınlara hazırlıyoruz. Kızlarımız daha küçük yaşlardan ileride kuracakları yuvalar için çeyiz yapmaya alıştırılıyorlar. Bu belli oranlarda erkek çocuklarda da var. Zaman zaman komşular aralarında neler yaptıklarını, neler hazırladıklarını konuşuyor, birbirlerinden fikir almaya, bilmedikleri bir yenilik, bir güzellik varsa onu öğrenmeye ve biran evvel yapmaya gayret ediyorlar.
Söyler misiniz; Hangi çeyiz bir ahlâk çirkinliğini örtebilir!?. Dahası hangi kız hangi erkek birlikte yuva kurduğu eşine, hayat basamaklarını birlikte çıkmaya karar verdiği insana iffetinden, güzel ahlâkından, güler yüzünden, samimiyetinden, hak yolda sonuna kadar Allah’ın istediği çizgide yürüme azminden… daha güzel bir çeyiz sunabilir. Hangi perde, hangi tencere, hangi masa, hangi ayna, hangi dolap, hangi işleme, hangi oya… Bu alandaki boşluğu, yokluğu doldurabilir. Hangi dâire, hangi araba iffetten daha kıymetlidir, güzel ahlâktan, edep ve terbiyeden önce gelir.
Bizi biz yapan, Rahman’a kul, mü’mine kardeş, Allah Rasûlü’ne ümmet, hak yol yolcularına yoldaş yapan hasletlerin kıymetleri mutlaka bilinmelidir. Edep ve terbiyenin has bahçesinde, gül kadrini bilenlerden olalım. Zibilliğe alışan, çöp kokusundan haz alan kargaları kendimize rehber edinmeyelim. Güzel ahlâkı ve hasletleri, yön ve yol bilmeyenlerde aramayalım.
Unutmayalım; “Allah iyilik yapanları, güzel davranışlarda bulunanları, samimiyetini taşıyarak güzellikler aksettirenleri sever.” 1409
Hayâ Duygusunda Zaafiyet ve Yozlaşma
“Bir insan İslâm’a sâdık kaldıkça, her şey onun tarafına doğru yol alır ; Toplum, güneş, ay hatta yıldızlar.” Gecesi gündüz gibi aydınlık olan bu din, karanlık bir gecede siyah taşın üstündeki siyah karıncaya dikkat etmemizi bize öğretirken; insanın yozlaşmasının kalbinin taa derinliklerinden geldiğine de dikkat çekmiştir.
Yozlaşma, kelime mânâsı ile tabii, doğal, yaratılıştan gelen dokunun veya ilişkilerin bozulması, ölçüye uygun gözüken ama ölçü dışı olması... Yozlaşmalar, ferdi ve toplumsal bazda olmakta ayrıca eşyayı yani çevremizi de etkilemektedir. Doğru kabul edilen, fıtrattan gelen değerlerin sulandırılması, seyreltilmesi, süte veya ayrana kıvamından fazla su katılması gibidir. Değerleri korumak özen ister. Bazı değerler ise insana ve eşyaya özen gösterir. Değerlere özen göstermek insanları, insanlara özen göstermek ise, değerleri korur.
Var olan toplumlara bakın! Bir bozukluk görüyorsunuz değil mi? yani yozlaşma... Sebebi ise basit bir etkene dayanıyor: Utanma duygusu. Bu duygu nasıl oluşmakta, yozlaşanlar ve yozlaştırılanlar nasıl oluşmakta? Bu konuda öncelikle, tüm kitapların bir kitabı anlatmak için yazıldığı, Kur’an’ı Kerim’e bakmak, incelemek gerektiğini anlıyoruz. Zira tüm insanlığın hayat düsturu, Allah İnsan
1409] 3/Âl-i İmran, 134; Şerafettin Kalay, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilişkisinin nasıl olması gerektiğini anlatan kulluk kitabı, özellikle tertip sırası ile kitabı projeksiyona tâbi tuttuğumuzda şunları algılamaktayız. Önce besmele ile başlıyoruz. Bismillah, Allah adı ile başlar ve bize nedensellik kanununun ilki, olmazsa olmazını öğretir yani her şey, ilk başlangıç Allah ile sonrası, Fatiha sûresi ile devam eden iman, hamd, ibâdet, sığınma, duâ ve dosdoğru yolu isteme, gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil salihlerin yoluna. İnsan olmaya atılan ilk adımdan sonra, bir şifre ile karşımıza çıkan Bakara sûresi, salihlerin yolunun kitabından bahseder ve üç insan tiplemesi ile inanan, inanmayan ve inanır görüneni anlatır, artık muttakiler belli olmuştur yani Allah’tan korkanlar. Sûre, insanın yaratılışı, Âdem, İbrahim ve yahudiler anlatılırken, ilmi alıp amelini yapmayan yahudileşenlere de dikkat çekilmektedir. Ali İmran sûresinde ise, hıristiyanlar ve körü körüne amele saplanıp ilmi terkeden hıristiyanlaşanlar anlatılmaktadır. Nisa sûresinde Salihler toplumu; Maide sûresinde salihlerin nasıl bir hukuk üzere olacağı; En’âm sûresinde hayvan ve hayvanlaşanlar; Araf sûresinde arada kalanlar, cehenneme bakıp sevinenler, cennete bakıp üzülenlerin trajedisi görülmektedir. Ve Enfal ile Tevbe sûreleri ile insanlığın psikolojisi anlatılırken ancak Allah için mücadele edenlerin mutluluğu bulacağı, esenlik yurduna ulaşacağı işlenmektedir.
Sünnetullah gereği, Allah’ın (c.c.) insanoğluna vahyettiği kulluk kitabı Kur’an’ı bilmeyenler; bilip de gereğini yapmayanlar; Kur’andaki ölçüleri ciddiye almayanlar; ölçüden çıkanlar; Âlemlerin Rabbi Allah’ın rızâsını düşünmeyenler; Allah’ın razı olduğunu, O’nun râzı olduğu şekilde yapmayanlar; başka alternatif kulluk kitaplarının muhatapları olacaklardır ve olmaktadırlar. Başka kulluk kitapları yani beşerî dinlerin kitapları ise asırlardır insanlığı kan, gözyaşı, sömürü, ezilmişlik, günaha bulanma ve yozlaşma dan başka bir şey vermemiştir ve vermeyecektir de. İnsanlık, geçmiş tarih ile bunların şahididir.
Günümüzün beşerî dini olan kapitalizmin ise, insanlığın yozlaşmasında ki fonksiyonu ise tartışılmaz. Yozlaşmanın çok basit bir sebebi var. İki cihan serveri Allah Rasûlü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ, İmandandır.”; “Kim ki utanmıyor, istediğini yapsın!” Kapitalizm, insanların ar ve hayâ duygularını kaybettirmektedir. Her şeye ekonomik sebeblerle bakmayı öğreten kapitalizm, erkekleri, kadınları, çocukları utandığı ve sıkıldığı ortamlarda çalışmayı mazur göstermektedir. Ekonomik gerekçelerin arkasına sığınan bu insanlar, yozlaşmanın da kapısını aralamaktadırlar. Ayrıca kapitalizmin bu yozlaşmayı hızlandıran sosyologları, psikologları, antropologları da mevcuttur. 6/En’âm sûresi 112 ve 113. âyetlerde bahsedildiği üzere, insan ve cin şeytanlar, insanları peygamberin yolundan alıkoymak için yaldızlı ve güzel sözler söylerler. Ve yaldızlı güzel sözlerle yozlaştırırlar. Güncel örneklerle sözümüzü bağlayalım: Bugün, Batı orijinli bir hayatı yaşayan, plaja iç çamaşırı ile girmeye kalksa kınanırken, farkı olmayan mayo ile girince tabii karşılanmaktadır. Sokağa pijama ile çıkamazsınız, zira size öğretilen örtünmenin zorunluluğu değil giyinmenin zorunluluğudur. Peki, kadın iç çamaşırı satan ve ondan alanlara ne demeli! Bu iç çamaşırı alışverişi umursamazlığı korkunç değil mi? Bir kadının bir erkeğin saçları ile saatlerce oynamasına süs ve güzellik adına nasıl izin verildi, bu işler kadınlara nasıl kabul ettirildi? Anlamak mümkün değil.
Şu kadarını söyleyelim, bu kapitalizmin dayattığı uygarlık, hayâ duygumuzu inciten pek çok olgunun uygarlık, özgürlük, insan hakları gibi yaldızlı güzel
AHLÂK
- 317 -
sözlerin ve yüksek fikirler(!)’in himayesinde bize kabul ettirildiğidir. 1410
Hayâ duygusu, Harama yaklaşmanın en ufak cezasıdır. Utanıyor iseniz, bu salih toplumlar ve salih kişiler için en büyük cezadır. İnsanoğlu, hayâ duygusu ile hareket ettikçe, haramdan uzak durmayı başarmaktadır. Hayâ terk edilince günaha bulaşma kolaylaşmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, hayâ duygusu, insanoğlunu günahtan koruyan bir kalkandır. Allah Rasûlü (s.a.s.) buyurdu ki: “Hayâ iyilikten başka bir şey getirmez.” Her türlü kötülük, hayâsızlıktan kaynaklanıyor diyebiliriz. İnsanoğlu, iyilik ile kötülük arasında gidip gelmektedir. Özü ise, utanma duygusu ile doğru orantılı değişime uğramaktadır. Utanma duygusu yoğunlaştıkça, insani yönü güçlenen insanın, utanma duygusu gevşedikçe de insanî yönü de gevşemekte, yani insan olmaktan uzaklaşmaktadır. 1411
Yozlaşma, kitaptan uzaklaşma ile başlamaktadır;
Kitaptan uzaklaşanlar, Dinde yozlaşırlar;
Dinde yozlaşanlar, Ahlâkta yozlaşırlar;
Ahlâkta yozlaşanlar, Hayâda yozlaşırlar;
Hayâda yozlaşanlar, Amelde yozlaşırlar;
Amelde yozlaşanlar, İtikatta yozlaşırlar;
İtikatta yozlaşanlar, İlimde yozlaşırlar;
İlimde yozlaşanlar, Düşüncede yozlaşırlar.
Düşüncede yozlaşanlar, İlmi; İlimde yozlaşanlar, İtikadı; İtikatta yozlaşanlar, Ameli; Amelde yozlaşanlar, Ahlâkı; Ahlâkta yozlaşanlar, Hayâyı; Hayâda yozlaşanlar, Dini; Dinde yozlaşanlar, Kitabı Kaybetmişlerdir... Kitabı kaybeden ise, kendini kaybetmiştir. Kendini kaybedenin yozlaşması ise mâlumunuzdur. 1412
Toplumsal Disiplinde Bireysel Ahlâkın Önemi
Eğer yüz yıl önceki dille ifade edilmesi gerekirse bu başlığın; “İctimaî nizâmın tesisinde ferdî ahlâkın ehemmiyeti” şeklinde âdeta tercüme edilmesi icap edecektir. Bu ifade, zaman aşımına uğramış, müzedeki veya hurdalıktaki bir araca benzetilebilir. Yorum, sahibine ait olsun, fakat bu, acaba hangi ilgiyle aklımıza gelmiş olabilir.
Kuşku yok ki, bunu çağrıştıran neden, sık sık telâffuz ettiğimiz ve şikâyet konusu yaptığımız yozlaşmadır. Çünkü fert ve toplum yaşamında gözlenen hızlı değişimlerin ahlâk üzerindeki etkileri ister istemez yozlaşma konusuna girmeyi gerektirmektedir.
Fakat yöntem bakımından, burada bireysel davranışın yozlaşmadaki rolünden çok, yozlaşmanın bireysel ahlâk üzerinde bıraktığı etkiler önem taşımaktadır. Şüphe yok ki her iki şıkkın da üzerinde durmaya değer. Ancak mânevî birikimleri yozlaştırmada; münferit olarak etkileyici rol oynayan kişi sayısı hem çok az olduğu için, hem aynı zamanda bunlar adeta dokunulmaz birer statüye
1410] R. Özdenören, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?
1411] R.Özdenören, Eşikte Duran İnsan
1412] Yusuf Konukoğlu, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahip bulundukları için, belli bir kesimi yersiz huylandıracak psikolojik davranış analizlerinden çok, toplumun hemen bütün fertlerini ilgilendiren sapma ve eğilimlerin nedenleri üzerinde durmak, daha isabetli olur.
Bu nedenler çoktur. Bazı müsait kişilerin ve belli bir kesimin bu konudaki rol ve etkileri ise bu nedenlerin yalnızca bir maddesini oluşturmaktadır. Yozlaşmayı eğer bir sele benzetmek gerekirse, güçlü toplumun her ferdi, bu selin hızını kesebilecek birer küçük engel olarak değerlendirilebilir. Ne var ki yozlaşma selinin karşısında direnç gösterebilmek bakımından, toplumdan topluma çok büyük farklar ortaya çıkar. Bu selin karşısında birer kaya gibi direnebilmek de vardır; selin üzerinde birer çöp gibi yüzüp gitmek ve nihâyet kayıplara karışmak da vardır. Tarihin sayfalarını eğer geriye doğru dikkatle okuyacak olursak bu benzetmenin, bazı toplumlar üzerinde bizi derinden düşündüren mesajlar vereceğini görürüz.
Tarih zaten bu amaçla okunur ve okutulur. Tarihin sahnesine çıkmış, yüzyıllarca varlık göstermiş ve medeniyetler kurmuş nice toplumlar bu dünyadan gelip geçmişlerdir. Çünkü her toplumun da her fert gibi, belli bir yaşama süresi vardır, eceli gelince göçer gider. Ancak toplumlar, fertlere göre biraz daha uzun ömürlü olurlar. Tamamen yok olmuş milletlerin, bıraktığı birtakım silik izler varsa da onlara ait dillerden birini bugün kimse bilmemektedir. Örneğin bir zamanlar Anadoluda Lidyalılar, Frigyalılar, Hititler yaşıyordu. Bu coğrafyada kim acaba bugün Lidya, Frigya ve Hitit dillerinden birini biliyor? Bizans ve Osmanlı İmparatorlukları da bu topraklar üzerinde kuruldu. Milyonlarca insan, bu coğrafyada Osmanlı dönemini yaşamamış olmasına rağmen, bu devletin yıkılmasına üzülmektedir. Ne ki bu insanlar, vârisleri olmakla gurur duydukları Osmanlının dilini bugün kullanamamaktadırlar. Oysa Osmanlı Devleti daha dün yıkıldı. Üstelik Osmanlı ruhu hâlâ yaşamaktadır. Bunlar ibret verici ilginç şeyler değil mi?
Hiç şüphesiz, ömrünü tüketen her şey, geçip gidecektir. Bu İlâhî bir kanundur. Fakat bu akışın doğal hızını kesmeye kalkışmak ne kadar abes ise, ona, doğal olmayan bir hız kazandırmaya çalışmak da o kadar zararlıdır. İşte yozlaşmanın, çözülmenin ve çürümenin temel nedenini burada aramak gerekir. Aynı zamanda yozlaşma ile olumlu gelişme arasındaki farkın sırrı da burada gizlidir.
Bu noktada, bireysel ahlâk ve davranış biçimleri ön plana çıkmaktadır. Çünkü toplumun yıkıcı etmenlere karşı direnip ayakta kalmasını veya çözülüp nihâyet başka toplumların potasında erimesini temelde bu olgu belirler. Onun için yıkılmış milletlerin sosyolojisi, özellikle bu bakımdan ibretlerle doludur. Nitekim tarihin sahnesinden çekilmiş, ancak geride izler bırakmış birçok kavmin, yıkılış ve yok oluş öyküleri çok iyi araştırıldığında, ortak bir özelliğe rastlanmaktadır. O da kişilerin, o kavme özgü değerleri ve kuralları tanımaz hale gelerek meydana getirdikleri kargaşa ortamıdır. Böyle bir ortamı, güç kullanarak bastırmaya çalışmak ise, çok kere durumu daha karmaşık hale getirmekten başka işe yaramamış ve mukadder sonu önleyememiştir.
Toplumsal sorunların birçoğu, teşhisi pek zor ya da mümkün olmayan sinsi hastalıklara benzerler. Bunların, hepsinin de temelinde ahlâkî deformasyonlar vardır. Onun için görünürde, herkesin işinde gücünde olduğu sanılırken (örneğin 31 Mart olayı gibi) birden bire bazı önemli patlamalar yaşanır. Aslında bunlar, sonu yaklaştıran birer süreç sayılırlar. Öyle ise bu gibi gelişmelerde tahmini
AHLÂK
- 319 -
çare olarak atılabilecek ilk adım şu olabilir; Ortaya çıkan ve birbirini izleyen süreçlerin, toplumun ahlâkından neleri alıp götürdüğünü ve bu sûretle toplumu ne kadar yaşlandırdığını her keresinde saptamak ve bu süreçlerin hiç değilse hızını azaltmaya çalışmak... Bu da elbette ki fertlere gereken önemi vermekle ancak mümkün olabilir. Meselenin bu cephesi ise daha çok yöneticileri ilgilendirir.
Bu konudaki belirtilere gelince bunlar özetle; fertler arası bağların çürümeye yüz tutarak, sevgi, yardımlaşma ve dayanışma ruhunun sönmesi şeklinde ortaya çıkarlar. Bunları tehlike çanları olarak yorumlayabilirsiniz.
Bu noktaya kadar birbirini izleyen evreler, her yıkılmış toplumun hayatında vardır. Tarih bunlardan bazı örnekleri çok dakik biçimde tespit etmiştir. Sosyal, kültürel, dinsel ve ideolojik birçok nedenin bir toplumu böyle bir eşiğe kadar getirmesinde ise bireyin önemli rolleri vardır. İşte şimdi bizi en çok ilgilendiren nokta da budur. Bu noktadan itibaren toplumumuzda çoğunluğun din olarak kabul ettiği İslâmın, ahlâk anlayışı üzerinde biraz durmakta yarar vardır.
Bilindiği üzere, İslâm hukukunda tüzel kişiliğin yeri yoktur. Buna bağlı olarak İslâm terminolojisinde “devlet” kavramı da yoktur. Ancak bunu da içeren, daha kuşatıcı bir anlamda “Ümmet” kavramı vardır. Ümmet ise; çatısı altında tüm dünya mü’minlerinin, organize olabileceği siyasal, sosyal, kültürel yönetsel ve hukuksal teşkilât demektir. Bu küresel teşkilât, birçok devletten oluşabilir. Fakat şu noktaya çok dikkat etmek gerekir ki Ümmet anlayışında devlete değil, devleti yönetmek üzere ümmet tarafından seçilmiş kişilere yetki ve sorumluluk verilmiştir. Evet, gerçi böyle bir enternasyonal örgütün anayasasını oluşturan Kur’ân-ı kerim’de seksenden fazla yerde “Ey iman edenler” diye çoğunluğa hitap bulunmaktadır; fakat çok dikkat edilirse bu hitap, aslında içerik olarak daha çok; topluluğun şahsında bireye yöneliktir.
İslâm ferde, o kadar çok önem vermiştir ki onu topluma eşdeğerde tutmuştur. Dolayısıyla onun evrensel erdemlerle yetişmesini ve olgunlaşmasını öngörmüştür. Sünnet kurumu ile ayrıntıları ortaya konan ve açıklanan bu ahlâk yapısı şu faziletlerden oluşur; İffet, hayâ, doyumluluk, kanaat, zühd, dürüstlük, doğallık, içtenlik, titizlik, takvâ, hoşgörü, cömertlik, gönül alçaklığı, çalışkanlık, sabır, danışma duygusu, dayanışma duygusu, eşitlik duygusu, paylaşım duygusu, öğrenme sevgisi, ön yargısızlık, dış temizlik duyarlılığı, cesaret, kurallara uyma duyarlılığı, sevgi, saygı, kibarlık, özveri, hakkı savunma, haksızlığa karşı direnme, başkaları için kaygılanma, Tevhid bilinci, Ümmet bilinci, âhiret bilinci ve şahadet bilinci...
Bu erdemlere fert ve toplum olarak önem verildiği çağlarda müslümanlar hep yükselmiş, kalkınmış, büyük açılımlar gerçekleştirmiş ve müreffeh yaşamışlardır. Bunların ihmal edildiği dönemlerde ise çökmüş, parçalanmış, dağılmış, perişan olmuş, toprak kaybına uğramış, yabancıların boyunduruğu altına girmiş ve heybetlerini yitirmişlerdir.
Bu bir deneyimdir. Günümüzde müslümanlar gerçek anlamda ümmet olarak yaşamamaktadırlar. Ancak bu deneyimden yararlanmak isteyen küçük mü’min gruplar vardır. Mü’min’lerin ortalarından itibaren başlamış olan uyanış hareketlerinin etkisiyle bugün dünyada binlerce mü’min, ümmeti yeniden yapılandırma özlemini taşımaktadır. Fakat bu o kadar kolay olmayacaktır. Çünkü bu özlemin
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farkına varmış bulunan ve bundan dolayı panik içine giren “Küfür Dünyası”, kendi ölçülerine göre “Globalizm” adı altında, alternatif bir Ümmet tasarımını ortaya koymuş bulunmaktadır. İslâm ümmet ideali henüz bir özlemden bile öteye gitmemişken Küfür Ümmetinin işbirlikçileri, İslâm dünyasında ferdin ahlâkını perişan etmek sûretiyle bu ideali kökten sabote etme girişimlerine 11 Eylül senaryosundan sonra fiilen girmiş bulunmaktadırlar. Nitekim Amerika Başkanı George W Bush, “This is Grusade!”, yani, Bu bir Haçlı Seferidir, diyerek savaşın startını vermiştir.
Bu senaryo için dehşet stratejiler öngörülmüştür. Birkaç yıldan beridir, uygulaya konan bu stratejilerden bazıları, gerçek mü’min kişiliğe sahip, birikimli, kaliteli, ahlâklı ve yetişmiş kitleyi kısa zaman içinde eriterek onları tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir. Daha sinsi stratejilerle de geriye kalan eğitimsiz, ya da yarı okumuş, laikçi zihniyete sahip, kaypak, İslâmla kafa kâğıdından başka hiçbir bağı bulunmayan kalabalık sürüleri müzik, moda, sınırsız seks ve alkolle uyuşturarak köleleştirilmiş bir “Ilımlı Müslüman kitle” peydahlamaktır. Bunun şimdiki adı, “Ortadoğu Projesi”’dir. Bu projenin temeli, Haziran 2004’de İstanbul’da düzenlenen NATO zirvesinde resmen atılmıştır.
Görüldüğü üzere hedef yine ilk önce ferttir. Şu halde Küfür Ümmeti henüz tam başarıyı gerçekleştirmemişken, dünya mü’minleri ellerini çabuk tutmak sûretiyle biraz önce sayılan faziletlere ağırlık vererek eğitimi hızlandırmak zorundadırlar. Küfür Ümmeti, Hint yarımadasından, Fas’ın ve Moritanya’nın Pasifik kıyılarına kadar geniş bir coğrafyayı kaplayan Büyük İslâm vatanında son onbeş yıldır fırtınalar kopararak ilk önce ferdi dejenere etmek istemiştir. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki onun ilk hedefi bu olmuştur. Filistin’de Afganistan’da ve Irak’ta sahnelenen senaryolarla Küfür Ümmeti, önce ortalığı savaşlarla karıştırarak genç, eğitimli ve ahlâklı mü’min nesli kışkırtmak, sonra da (vatanlarını ve namuslarını savundukları için) onları terörist diye damgalamak ve tamamen yok etmek istemektedir. Bu bir süreçtir. Eğer bu süreci başarıyla sonuçlandırabilirse bu kez İslâm vatanındaki sürülere el atacak onlara yukarıda sayılan faziletlerin karşıtlarını aşılamaya çalışacaktır.
Evet, Küfür ümmetinin ikinci büyük hedefi ise; Çoğu işsiz, bilgisiz, kültürsüz, ya da beyinleri Hıristiyanlık ve Yahudilik kültürü ile yıkanmış, İslâm’dan kopuk sürüleri kazanmaktır. Onların her birine aşılanacak malzeme ise zaten hazırdır.
İşte listesi:
İffetsizlik, hayâsızlık, doyumsuzluk, iki yüzlülük, yapaylık, samimiyetsizlik, hoşgörüsüzlük, cimrilik, kirlilik, bencillik, küstahlık, tembellik, sabırsızlık, adâletsizlik, acımasızlık, ruhsuzluk, zevksizlik, pespayelik, ön yargılılık, gösterişçilik, teşhircilik, korkaklık, kuralsızlık, sevgisizlik, saygısızlık, kabalık, çıkarcılık, kurnazlık, teslimiyetçilik, taklitçilik. imansızlık, şirk, ırkçılık, kabilecilik, ayırımcılık, bölücülük, laikçilik ve hurafecilik…
İslâm’ın ezelî düşmanları, asrı saâdetten beri bu son evrensel dini ve mensuplarını ortadan kaldırmak, ya da en azından dünya Müslümanlarını ruhsuzlaştırmak için sürekli şekilde yeni stratejiler üretmiş, değişik savaş sistemleriyle emellerine ulaşmak istemişlerdir. Bu amaca o kadar şiddetli bir tutkuyla kilitlenmişlerdir ki onu gerçekleştirmek için sanayi devrimiyle birlikte hem bir yandan
AHLÂK
- 321 -
hızla cephelerini birleştirmiş, hem öbür yandan teknolojide dev ilerlemeler kaydetmişlerdir. Ancak İslâm’ı ve dünya Müslümanlarını çökertmek için ürettikleri tüm stratejiler, teknikler ve savaş sistemleri arasında kişiyi ahlâktan soyutlamak kadar hiçbir şeye önem vermemişlerdir. Kanlı savaşların yanı sıra, kansız savaşların planı da işte bu temel strateji üzerinde kurulmuştur.
Öyle ise, bundan çıkarılacak en büyük ders şudur: toplumun yükselip kalkınabilmesi, birlik ve beraberliğini sağlayabilmesi ve bu sûretle de tehlikelere karşı direnebilmesi için, yatırımın en büyüğü insana yapılmalıdır. Bu amaçla hazırlanacak hangi projede olursa olsun, ruh ve beden sağlığı kadar onun, sağlam bir ahlâk, temeli üzerinde yetişmesine de yer verilmedikçe elde edilecek başarıların hiç biri, tehlikelere karşı bir bağışıklık sistemi oluşturmayacaktır. Bunun çarpıcı delilleri de ortadadır.
Evet, Cumhuriyetin ilânından günümüze kadar, bu coğrafyada yaşanan (darbeler, terör ve soykırımlar, işlenen siyasi cinâyetler, sahnelenen sağcılık, solculuk, vandalizm, ırkçılık, lâikçilik, tarikatçılık, tekfircilik, hortumculuk ve soygun olayları), ruh ve beden sağlığına sahip, ancak (kurnaz, yobaz, münâfık, hain, sahtekâr, müşrik, imansız ve acımasız) grupların bu ülkede var olduğunu kanıtlamaktadır. Onun için Türkiye, her ne kadar görünürde sanayileşmiş ve kalkınmış bir ülke izlenimini uyandırıyorsa da halen bu kampların cirit attığı ve zaman zaman çatıştığı bir arena haline gelmiştir.
İçi dışından çok farklı olan bu tabloyu sağlam, berrak, güven verici ve iç açıcı bir manzaraya dönüştürmek elimizdedir. Devlet ve toplum olarak, her şeyden önce İslâm hakkındaki dış kaynaklı önyargılarımızı bir kenara koyup yeni kuşaklarımızı Kur’ân’ın evrensel terbiyesiyle yetiştirmeye gayret etmeliyiz. Onları bilhassa lâikçi, pozitivist, tarikatçı, ırkçı, tekfirci ya da müşrik gruplara emanet etme gafletine düşmemeliyiz.. Kur’ân-ı Kerim, bizi bu noktada ciddi ifadelerle uyarmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak, Kitabımız şöyle der: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın buyruklarına karşı gelmeyen ve kendilerine emredilenleri yapan melekler vardır.” 1413
Unutmamak gerekir ki, ülkemizde yaşanan düşünce kaosunun, din anarşisinin, yozlaşmanın ve çürümenin içerdeki nedeni, biraz önce sözü edilen fanatik kampların faaliyetleridir. Çünkü bu gruplar arasında şiddetli bir kültür savaşı sürmektedir. Bu ise toplum ahlâkını aşındırmaktadır. Bunlardan her birinin çıkardığı yayın ve sürdürdüğü propaganda, bu ülke insanını ayrı ayrı doğrultularda İslâm’ın merkezinden ve “Orta Ümmet” anlayışından biraz daha uzaklaştırmaktadır. Üstelik bu ülkede, Kur’ân’ın evrensel görüşünü temsil eden “Orta Ümmet” anlayışını tanıtacak alternatif bir eğitim projesi ve onu uygulayan bir kurum da mevcut değildir.
Bu da gösteriyor ki, bazı gruplar, bazen derin devletin desteğinde yeni kuşakları orta ümmet anlayışından uzaklaştırmaya, onları fanatikleştirmeye, saldırganlaştırmaya ve ahlâksızlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunun yanı sıra, ideolojik eğitim mekanizmasının, antropomorfist, lâikçi, kadavracı ve ezberci yöntemi, medyanın tele vole ve magazin bombardımanı eşliğinde bu ülkedeki çocukların
1413] 66/Tahrîm, 6
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beynini yıkamakta, onları zengin, evrensel ve insanî fikirleri anlayabilecek yetenekten yoksun hale getirmektedir. Onun için, biraz önce sözü edilen gruplardan her birinin gerçek amacı, yeni nesli kendi inanış ve ideolojileri doğrultusunda çeşitli karşıt kamplara bölmektir. Çocuklarımızı eğer bu grupların insafına terk etmek yerine onları Kur’an ve Sünnetin öngördüğü evrensel eğitim sistemiyle yetiştirmeye özen gösterirsek yakın gelecekte bu coğrafyanın bir mutluluk ülkesi olacağına inanmalıyız.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; yarı örtülü ve şüpheli bu manzara karşısında her insanın, bu ülkede çok duyarlı ve tedbirli olması şarttır. Hangi düşünce ve inanış grubuna bağlı olursa olsun, bu ülkenin bütün önyargısız insanları evrensel değerlere sahip çıkmak ve bireyin ahlâkını yüceltmek için bir araya gelebilir, her türlü ahlâksızlığa ve fanatizme karşı ciddi bir dayanışma gerçekleştirebilirler. Yeter ki bütün sapmaların ve saplantıların ölümcül virüsü olan ideolojik eğilimlerden uzak dursunlar. 1414
Tekâmüle Götüren Üstün Ahlâk Ancak Eğiterek ve Yaşanarak Kazanılır
Her şeyin dar kalıplar içinde ve fıtratten uzak sunulmaya çalışıldığı günümüzde ahlâktan bahseden, sokak ve parkların isimlerini barış sloganları ile dolduranlara rağmen çeşitli zulüm ve haksızlıklar bütün dehşetiyle sürüyor. Sadece sözlerimizde değil, birçok yaşama ve davranış biçimimizde süslü ambalajı içinde yalan ve sahtekarlık başını almış gidiyor. Gıda maddelerimizden giyimimize, işlerimizden düşüncelerimize kadar devâsa bir kirlenme ile karşı karşıyayız. Öte yandan hergün bir dizi çıkarılan yasalar, polisiye tedbirler bu dejenerasyon karşısında âciz kalıyor. Bir kısmımız tamamen kara tablo içinde ümidimizi kesmiş durumda, bir kısmımız işe hep hatayı karşıda bilip devekuşu gibi başımızı kumlara gömmenin basit nefis hesabı içindeyiz. Nefisler birtürlü sorumluluğu ve görevlerini kabul etmediği gibi yetkili makamlarda olanlarımızda da koltuk, maddî menfaat ve çeşitli dünyalıklar ağır basıyor. Bilenler suspus olmuş, ilim namına ortada gezen fırsatçılar türedi.
Mâlumdur ki Rasûlü Zişan Efendimiz (s.a.s.) Hûd sûresinde geçen “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!”1415 ifadesi beni kocalttı, yaşlandırdı buyurmuştur. Hâlbuki gelmiş ve geçmiş bütün günahları affedilmiş ve Allah’ın en sevdiği zat idi. Bizim, adam gibi adam olmamızı murad ediyordu. Anasından doğup ümmeti için af secdesine kapılmasından kendisine en büyük kötülükleri yapan Tâif’teki Beni Sakif kabilesine karşı buyurduğu “Allahım kavmimi bağışla çünkü onlar bilmiyorlar” üstün davranışına kadar her hareketinde bu niyet, azim ve dirâyet vardı. Peki, önceki asırlarda emirleri açıklayan kitaplar, imkân ve nasihat azdı diyelim binbir çeşit kitap, peryodik yayın, iletişim vasıtaları ve nimetler meşheri içinde yaşadığımız bugün için ne demeye hakkımız var. Bundan 45 yıl önce yurdumuzda okunacak pek dinî eser olmadığı gibi uydurma Hazreti Ali cenk kitaplarına rağmen okuma oranı fazlaydı.
“Ve sen en büyük bir ahlâk üzeresin”1416 âyet-i kerimesi ile müjdelenmesine rağ1414]
Ferit Aydın, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
1415] 11/Hûd, 112
1416] 68/Kalem, 4
AHLÂK
- 323 -
men emredileni önce kendisi hakkiyle yaşıyor ve onu titizlikle örnek alan gökteki yıldız misali Sahabi de hayatına tatbik etmeden geçmiyordu. Bütün nimetleri ve güzellikleri haktan bilen bir sağduyu içinde “Şeklimi ve ahlâkımı en güzel yaratan Allah’a hamdolsun.”1417 deme izzetini gösteriyordu Efendimiz (s.a.s.) Bugünün en yaygın mânevî hastalığı olan övgüden ve müsrif yaşamadan uzak durduğu gibi ismet ve iffetin, dille beraber bütün organlarını fena söz, hareket ve fuhşun her nevinden korumakla kazanılacağını ortaya koyuyordu. Teslimiyet şuuru Abbasiler döneminde Felsefe ile tanıştıktan sonra yavaş yavaş zayıfladı. Nefisler muhasebeden geçirileceğine dinin hükümleri sorgulanmaya başladı. Sünnetin asıl anlamı en olgun ahlâk ve davranışı hedefleyerek yaşamak ve çevresine de ışık olmaktır. Arabistan’da kuvvetli aşireti olmayan emniyet içinde çobanlık yapamazken Efendimizin (s.a.s.) müjdesiyle kısa bir zaman içinde başına altınını koyarak Yemen’e bile gitme rahatlığı doğdu. Hiçbir liderin hayatı onun kadar satır satır kaleme alınmadı ve sevilip korunmadı. Bugün içinde bulunduğumuz en büyük darboğaz kuru bir öğretimin yanında eğitime değer verilmemesidir. Ahlâk derslerinin prensipleri belki kitapla başlar ama bütün çevre ve kuşaklarda müjdeleyici ve sevindirici metotlarla teşvik ve destek görmesi başta eğitici, öğretici ve her kademedeki yöneticilerin şahsiyet ve davranışlarında ve kanunla korunma zırhına bürünmeden örnek hayat olarak benimsenip yaşanması gerekir. Tabii ki bütün yayın organları da bunu teşvik etmeye âmâde kılınmalıdır. Kötülük tohumlarının yayılması zorlaştırılmaz, ferdin ve toplumun zararına götürücü her yol kontrol altına alınmaz üstelik hürriyet, insan hakları ve sosyal ihtiyaç bahaneleri ile ambalajlanırsa süslü nutuk ve pasta ziyafetlerindeki yarenliklerle nereye varılabilir? Bu amaçladır ki Allah’a imandan sonra farz-ı ayn, iyiliği yaymak ve kötülüğe karşı olmak sağduyusunu ayakta tutmaktır. Şüphesiz muhatabımızın iyiliğini yürekten arzu etmekle beraber şefkatli ve çaplı çalışmalar göz ardı edilmez. 1418
40 yıl önce yedeksubay olarak görev yaparken verilen konferanslardan birinde Maurice Aseo adında aslen yahudi birisinin Akdeniz Sahillerinde kurulacak beynelmilel kumarhanelerle milli gelire çok büyük katkıda bulunabileceği vurgulaması başkaları nezdinde hayranlık uyandırırken bana çok dokunmuş “Ahlâk ve Ahlâk Tarihi” üzerine bir konferans da ben hazırlamıştım. Bütün eski ahlâk telakkilerini özetleyerek kalıcı olmadıkları için silinip gittiklerini belgelemiştim. Binbaşı bunu daktilo sırasında görüp çok beğenmiş okuyup getireyim diye götürmüş ve bir daha da getirmemişti. Daha sonra bunu istihbarat âmirine intikal ettirerek ceza vermek üzere hakkımda dosya düzenlemişlerdi. Tahkikata bakan hâkim subay bereket bunu mahkemeye intikal etmeye değer bulmayarak işleme koymamıştı. Takdir beklerken ve zerre kadar suç unsuru yokken ahlâkı, mânevîyata bağlamaktan fevkalâde rahatsız olanlar zuhur etmişti. Hâlbuki kapısında yarım asırdır elpence beklediğimiz batıda ferdin ve toplumun bilgilenmesine ve faydasına olan hiçbir çalışma ve hizmet göz ardı edilip hor görülmez ve her seviyede tartışılmasından memnun kalınır. Zira toplumu dejenere eden sayısız şer hareketler durmuyor ki müslüman da yatıp uyusun.
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) her şeyin temeli olarak ahlâkı görmesi ve güzel
1417] Beyhakî, Şu’abu’l-İman
1418] Afzalur Rahman, Hazreti Muhammed (s.a.s.), Siret Ansiklopedisi, c. 2, s. 623, c. 3, s. 175-186, c. 4, s. 491-497
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
prensiplerine sımsıkı sarılması yola gelmez nice demirleri yumuşatmış ve gülmeyen yüzler rikkatten ağlar hale gelmiştir. Yıllarca kendisine en büyük zulmü yapan kendi kabilesini Mekke’nin fethinde beklenenin aksine affetmesi yılanı bile deliğinden dışarı çıkarmıştır. Mescide küçük abdestini bozan azgın bir bedeviye hücum edilmesine müsaade etmeyerek orasını temizlemiş ve ganimet için atkısını boynuna dolayarak kendini boğmaya çalışanı bile affetmiştir. Ama zengin bir gencin hırsızlık cezası için torpil edilmek istenen biricik kızı Hazreti Fâtıma’yı (r.a.) azarlamıştır. Her şeyde en güzel ahlâk örneklerini Peygamberimiz ve ashâbında bulmak mümkündür. 1419
Osmanlıda idarî yapıda güzel örnekler çoktur. Ötedenberi bazılarınca tenkit edilen Devşirme hareketinde devlete taze kanın yanı sıra nefislere ve nesillere temiz ahlâk ve iyi eğitim ve kültür kazandırmak amacı başta gelir. 7-8 yaşlardan itibaren teknik, dini ve ahlâkî yönden mükemmel eğitim ve öğretim verildiği gibi kabiliyet ve kudretini geliştirerek birçok üstün hizmetlerde kullanılmasına fırsat tanınırdı. Politikacılık dolapları yoktu. İşte böyle bir anlayıştan asırlardır yabancılara göstermekle şeref ve mutluluk duyduğumuz ve üzerinde kendi isimleri bile bulunmayan muazzam hayır eserleri doğmuştur. Yabancıların kasden abarttığı Harem hayatına ve iffete çok değer veren hükümdarlar yeni giren bir kızcağızdan Valide Sultan’a kadar herkesin görev ve sorumlulukları ve davranış biçimlerini gösteren Ahlâkı İnzibatiye levhası ile kayıt ve sıkı takibat altına almışlardır1420. Sultan II. Abdülhamid’in Sansür Yönetmeliği hakkiyle anlatılmış değildir. Onun zamanında 100’e yakın gazete 30’a yakın Mecmua yayınlandığı gibi Düyûn-ı Umûmiye (Düyûn-ı Umûmiye Osmanlıdan kalan genel borçlar olup başlangıcı itibariyle yine İngilizler tarafından borca alıştırılıp yine onların direktifleri doğrultusunda harcamamızdan kaynaklanmıştır) için gazetelere 2 paralık pul yapıştırma mecburiyeti daha sonra kaldırılmıştı. Basın bir millet için en etkili araç olmakla beraber sayfalarını çoğunlukla cinâyet, hırsızlık, gasp ve menfi hareketlere tahsis etmeye ve millet sayesinde ayakta durup milletin ense kökünde boza pişirmeye, kendisini farklı ve mümeyyiz bir sınıf gibi görüp göstermeye hakkı olmaması gerekir. Hatta hatırlayacaksınız bir zamanlar ar ve hayâ damarlarını yerinden oynatan fuhuş ve magazin neşriyatın bir poşet içinde satılması teklif edildi de ne gürültüler kopardılar. İşte bu amaçla Sultan Abdülhamid zamanında Maarif Nezaretince kurulan “Tetkikatı Müellefat Komisyonu” bütün eserleri ahlâkî yönden kontrol ediyor; şahsiyeti, devleti ve idarecileri rencide etmeye fırsat tanınmıyordu. Bir yolsuzluk veya aykırı hareket en yüksek makamca da olsa çekinmeden şahitlerle derhal Adliyeye intikal ettirilecek fakat fitneye sebep olacağı ve halkta çalışma şevk ve heyecanını ve güven duygusunu zedeliyeceği için yayınlanmayacaktır. Halktan kim olursa olsun padişah konusunda bile olsa mahkemelere başvurabilecektir. Ziraat, ticaret, sanayi ve benzeri konularda halkın yararına, tekniğin gelişmesi ve geliri artırmaya yönelik haber ve kültür yazılarına fazla edebiyata ve uzun yazılara kaçmadan açık ve net ifadelerle yer verilecektir. 1421
Sabataist, mason ve diğer din düşmanlarına, hortumculara, istediğini
1419] Said Havva, Er-Rasûl, Petek Y., s. 155-172
1420] Emrullah Öztürk, Osanlı Devşirme Usülü ve Boşnak Gerçeği Zaman Gazetesi, 5. 1O. 1992 Görüşler Düşünceler
1421] Aydın Talay, Eserleri ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid Han, Risale Y., s. 18O-182
AHLÂK
- 325 -
göklere çıkarıp dilediğini çirkeflere batıran menfur ve fırsatçılara hak tanınmamalı ve satın alınarak hizmet edilip beslenmemelidir. 1422
Yozlaşmanın Toplumdaki Tezâhürleri
Hiçbir topluluk hak etmediği bir hal üzere bulunamaz. Eğer bugün İslâm dini ve Müslümanlar eleştirilme konusu oluyor, vahşet, terör gibi kavramlarla bir arada anılacak hale geliyorlarsa, Müslümanlar tutarsız, güvenilirliğini yitirmiş, marjinal suçlamaları ile karşılaşıyorlarsa şapkamızı önümüze koyup düşünmenin vakti gelmiştir, geçmektedir bile. Bu düşünmenin ve iç hesaplaşmanın sonucunda, ya Müslüman kimliğine karşı yapılan eleştirileri bir saldırı kabul edip, karşı koyamamanın ezikliğini hissetmeli, ya da dünyevi hırs ve ihtirasların kirletmiş olduğu davranışların Müslüman sıfatı ile bir arada anılarak eleştiri konusu olmasına sebep olunduğundan dolayı utanılmalıdır.
İslâm dini, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) dinidir. Ve kusursuz olarak tamamlanmıştır. Kendisine tabi olmakla şereflendiğimiz İslâm dininin ve Elhamdülillah diyerek pekiştirdiğimiz Müslüman isminin çizmiş olduğu yolun, takip edilmemesinden dolayı ortaya çıkan tablo, sadece bizlere zarar verecektir. Bu zarar hem kulluk görevlerini ifa edememenin kaybı, hem de taşınan kimliğe muhalif hareket ederek diğer insanların yanlış düşüncelere sahip olmalarına sebep olunması şeklinde düşünülmelidir.
Saf olan Vahyin, inşa ettiği fertlerin, toplum içinde belirleyici olamamaları toplumsal yozlaşma ve kirlenmenin gerekçesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk nesil, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) terbiyesinden geçmiş, Vahyi, hayatlarında belirleyici olarak merkeze oturtmuş, sonraki tüm düşünce ve eylemlerini hep bu merkezin verdiği direktiflere göre tespit etmişlerdir. Vahiy onların tasavvurlarını kuşatmış, bilinçlerini etkilemiş ve hayatlarında daima yön gösteren bir etken olmuştur. İşte bu ruh hali toplumsal bir dönüşümü, bir inkılâbı gerçekleştirmiş, o döneme Asr-ı Saâdet denilmesini sağlamıştır.
Her zaman bir ideal olduğu vurgulanan Asr-ı Saâdet dönemi, şahsi zaaflarımızdan dolayı siyer kitaplarından okunan bir anıdan öteye ne yazık ki geçememektedir. Dümeni kırılmış bir teknenin akıntının yönüne doğru seyir alması gibi, bu günde Müslümanlar olarak bizler, müstekbirlerin belirledikleri senaryoların peşinde itile katıla rol almaktayız. Yitirdiğimiz değerlerimiz, kimliklerde ve kişiliklerde görülen erozyon, toplumsal bir yozlaşmayı peşinden getirmektedir.
Ailelerde görülen bozulmalar: Başından bireylerin, dinlerini tamamlamak, Allah yolunda aktivitelerini arttırmak amacı ile hesapladıkları evlilikler, toplumsal yozlaşmadan etkilenmiş, çiftlerin birbirlerine karşı tavırlarında problemler yaşanmaya başlamıştır. Erkeğin ataerkil olan örften etkilenerek, kadın üzerinde baskı kurmaya çalışması, onu yokmuş gibi hareket etmesi, “Ey iman edenler” İlâhî çağrısına kadınında muhatap olduğunu unutarak, eşinin daha iyi bir kul olması yönündeki çabalarına engel olması bu sorunlardan bazılarıdır. Bunun yanında kadınında, günümüz fitnelerinden olan feminizm rüzgarından etkilenerek başına buyruk bir hal alması, erkeğine karşı onu kaile almayan saygısızca tavırları, fiziksel yapı ve fıtratı gereği Allah (c.c.) tarafından sorumlu ve gözetici olan erkeğin bu özelliğini sindiremeyerek kendisini de bu işlerde rakip olarak görmesi aile içi huzursuzluğu arttırmaktadır.
1422] Aydın Talay, Vuslat Dergisi, sayı 38, ağustos 2004
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca reklâmların cazibesi ve çevreleri ile girdikleri rekabet sonucu yaşanan tüketim çılgınlığı, aileleri israf çamuruna da bulaştırmıştır. Bu da süslemekle, yenilemekle bitirilemeyen evler, yığılan elbiselerden yer kalmayan gar dolaplar, yenmeyip bozulan yemekler gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Tüm bunlara para yetiştirmeye çalışan erkeğin, işi ve çalışmayı hayatın amacı edinmesi, çarçabuk kıldığı namazın haricinde kimliğini ortaya çıkaran hiçbir belirtinin görülmemesi de hüzün vericidir.
Bütün bu problemlerin ortasında unutulan, ihmal edilenler yine çocuklar olmaktadır. Çevresinden bir kişinin hidâyeti için yıllarca çaba göstermeye razı olan kişiler, bir çiçek gibi özen gösterip, terbiye edebilecekleri ve Allah’ın izniyle istedikleri gibi yetiştirebilecekleri çocuklarını unutmaktadır. İlgiden, İslâmî terbiyeden uzak yetişen çocuklar, başıboş kaldıklarından, kendilerini sahte starlara, futbol yıldızlarına, dâvet eden T.v. ve gazetelerin tuzaklarına rahatça düşebilmişlerdir. Sürekli erteleyerek, namazlara kaldırılmayan, “aman değme uyusun” sözleriyle sözde merhamet gösterilen çocuklara asıl kötülüğün yapıldığı anlaşıldığında maalesef çok geç olmaktadır. Birde özellikle annelerde, dehşet bir özenti hastalığı görülmektedir. Çocukların giyimlerine, sözlerine etki eden bu özenti tehlikesi aşağılık kompleksinin bir sonucudur.
Çocukların, marka olan çocuk mağazalarından giydirilmesi için paralar harcanmaktadır. Kız çocukları mini etekler, askılı bluzlar, erkek çocukları ise blue jean’ler üstüne ne anlam ifade ettiği anlaşılmayan resimli, ya da bir işgalci devletin bayrağını taşıyan t’shirt’lerle dışarı salınmaktadır. Batı kültüründen ihraç edilen ve sadece bir defa giymek için yüksek meblağlar ödenen gelinlikleri, küçük kız çocuklarına giydirerek gururla dolaşılması, esasında acizliğin, erimişliğin gerçek bir tablosudur. Yapılan eleştirilere “o daha küçük mini etekten bir şey olmaz, kardeşim” gibi sözlerle karşılık verenlere, “peki neden hoş bir başörtüsü ile başını örtmüyorsun, güzel uzun bir elbise ile çocuğunu süslemiyorsun” diye sorulması gerekmez mi? Ağaç yaş iken eğilir sözünün doğruluğunu ilerleyen yıllarda acı bir şekilde gören bu zihniyet, daha sonra kızlarının örtünmesi ve toplumsal ilişkilerinde ki edebi ile ilgili sıkıntılar çekmektedir.
Gençlerimizde görülen bozulmalar: Ailelerde görülen erozyonun bir devamı olan gençlerde ki bozulmalar esasında çocukluk yıllarında ki eğitim ile ilgilidir. Dışarıda, pusuya yatmış bir kurt gibi bekleyen şirk ve küfr’ün elemanları, savunmasız bırakılan Müslüman ailelerin çocuklarını da maalesef kapabilmektedir.
Gençliğimiz, hayatın amacını şuurlu bir şekilde sindirememiştir. Hayatın, ölümün ve tüm ibâdetlerin âlemlerin Rabbi olan Allah için olduğu kendilerine verilemeyen gençler, etraflarında esen rüzgârlara çabuk kapılmaktadır.
Babaların, sanki kendi gençlik dönemlerin de ki hareketli, faal ortamlarından pişmanlık, rahatsızlık duyarcasına, evlatlarının bu tür faaliyetlere bulaşmaması için gösterdikleri çaba açıklanamaz bir durumdur. Cihad ve şehâdet bilincine sahip baba, oğluna bu bakış açısını ver(e)memektedir. Ve tabii ki mektebinde Cihad ve şehâdet olmayan bir nesil yok olmaya mahkûmdur.
Meşrû uğraşlar içerisinde yer almayan gençlik, tatmini, geyik muhabbetlerinde bulmakta; kendisine arkadaş seçerken “muhabbeti !” olan, şamata yaparak vakit geçirebileceği kimseleri seçmektedir.
AHLÂK
- 327 -
Bütün bu sıkıntıların bir sebebi de gençlere güvenilmemesidir. Sürekli küçük muamelesi yapılan gençler, beceri ve kabiliyetlerini gösterebilecekleri ortamlar bulamayınca pasifize olmaktadır.
Gençliğimizde görülen en önemli problemlerin birisiyle de, evlilik dönemi gelince karşılaşmaktayız. Görüşme adı altında yapılan sayısız muhabbetler, belli bir zaman sonra nefsi tatmin eden bir unsur haline gelmektedir. Büyüklerinde tam idrak edemedikleri bu yöntem, haram olan flörtün farklı bir versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendileri güvenilir aile büyüklerinin, genç erkek ve bayanı tanıyarak birbirlerine uygun oldukları izlenimine vardıktan sonra yapılması gereken görüşmeler yerine, “şurada biri var hadi yürü, burada biri var hadi gel” şeklinde dengesi bozulmuş bir hal alan sözde evlilik çalışmaları, arkasında, flört ihtiyacını gidermiş bir nefs, rencide olmuş birçok gurur bırakmaktadır.
Feminizm fitnesinden etkilenmiş Müslüman kızların, “özgürlüklerinin!” kısıtlanacağı endişesi ile evlenmeyi sürekli erteledikleri, bundan dolayı yaşları ilerleyince de çok büyük sıkıntılar çektiklerini de üzülerek görmekteyiz. İstedikleri yere istedikleri zaman gidebilme, istediği arkadaşında yatıya kalabilme, her türlü müdahaleden uzak bir şekilde giyinebilme, istediği zaman istediği ortam da çalışıp, sıkıldığı zaman işten çıkmak v.b. şeklinde tanımlanan sözde özgürlüklerinin kısıtlanmaması için, umursamadıkları evlilik, yaş ilerleyince artık bir kâbus halini almaktadır. Artık genç bayan, karşı tarafa sunacağı şartlarının çoğundan vazgeçmesine rağmen, idealindeki profilden çok farklı bir şahsiyet ile evlenme durumunda kalabilmektedir.
Ahlâkî yozlaşma: Bâtıl cephesinde görülen gayri ahlâkî davranışlar, bu toplumun içerisinde yaşayan Müslümanları da derinden etkilemiştir. Özellikle pervasızca yapılan pornografik içerikli propagandalar, olağanlaşan çıplaklık kültürü, ahlâkî erozyonu hızlandırmıştır. Tabii ki bu sebepler Allah (c.c.) katında bizim için mazeret olamayacaktır. Çünkü Rabbimiz Allah(c.c.) kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyeceğini vaat etmektedir.
Bu tarz etkileşim Müslümanların gündemini de belirlemiş, muhabbet ortamlarını, ikinci, üçüncü evlilik gibi meseleler doldurmaya başlamıştır. Küfürlü ve argo ifadelerinde artmaya başladığı toplumda, yüksek seslerle bağırıp, çağırarak konuşulmasına da sıkça rastlanmaktadır.
Toplumların ahlâken çökmesinde en önemli etkenlerden olan dedikodu ve zann oldukça rağbet görmekte, Rasûlullah(s.a.s.)’in mealen “Müslüman hırsızlık yapmış olabilir, içkiye bir an meyletmiş olabilir ama asla yalan söyleyemez.” Şeklinde buyurduğu ikaza rağmen, yalana can simidi gibi sarılmalar artmaktadır. Özellikle ticari ilişkilerde ki dengesizlikler, kardeşlik bağlarını zedelemiş, borç alış verişlerinde ki ihanetler güven ortamını yıkmıştır.
Ahlâkî bozulma kıyafetlere de yansımış, modacıların ortaya attıkları tasarımlara ilgi gösterilmiştir. Tesettürü, sadece başı örtmek zannederek, ucube kıyafetlerle ortaya çıkan bayanlar, ne Allah (c.c.) rızâsını kazanabilmekte, ne de hoş gözükmeye çalıştıkları kimselere yaranabilmektedir.
Özellikle son dönemde gerçekleşen İslâmî camianın düğünlerine baktığımızda, başları türbanlı, aşırı makyajlı, elleri ziynetlerle dolu, bazılarının burunları hızmalı, gözleri lensli, sürmeli, rujlu, farlı, allık sürmüş, parfüm kokulu kısaca
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ful makyajlı bayanların sayısı oldukça fazlaydı. Her biri asgari ücret değerindeki başörtüleri ise israil’in katliamlarına destek sağlayan vakko’dan, pierre carden’dendi. Değişimin gücü! bu olsa gerek. Nerede kaldı peygamberin sözleri; “yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin...” hatırlayan var mı acaba... Renk cümbüşünün yaşandığı bu kıyafetlerin İslâmî olduğunu düşünerek, kişinin kendini tatmin etmesi tek cümle ile bir algılama cinâyetidir.
Bu jenerasyon ve etkilediği bazı kitlelerin geldikleri son nokta maalesef bu kadarla da sınırlı kalmamaktadır. Alternatif tatil anlayışları geliştirerek, Antalya ve diğer sayfiye yerlerinde beş yıldızlı oteller açılmış, tesettürlü deniz mayosu! giydirerek Müslüman kadınların plajlara sokulması sağlanmıştır. Allah’ın (c.c.) dini ile alay edercesine takılan bu tavır için ödenen meblağlarda dört kişilik bir aile için milyar rakamlarına ulaşmaktadır.
Hareket Metodunda Görülen Bozulmalar: Müslümanların önünde ittifak ettikleri bir şahsiyetin olmaması, İslâmî mücadelenin metodu hakkında da ihtilaflara sebep olmaktadır. Yıllarca tağuti bir sistemin bir parçası olunmaması gerektiğini savunanların, bugün geldikleri noktada bizzat, sistemin kanun koyma makamında rey hakkına sahip bir kişi olarak yer aldıklarını şaşkınlıkla izlemekteyiz. Tabii bu gelişmeler, kişiler ile sınırlı kalmayıp, yıllarca beraber oldukları kitleleri de etkilemekte, bugüne kadar anlatılanlar mı doğru, yoksa şimdiki uygulamalar mı? çelişkisini doğurmaktadır.
Tüm bu saydığımız olumsuzluklar, olaylara bakış ve yorumlarda da görülmektedir. Dünyada meydana gelen ve ABD’nin bir şekilde müdahil olduğu patlamalar karşısında hemen savunmacı bir mantık takınarak “Biz yapmadık, biz masumuz” gibi yaklaşımla karşılık vererek özür dileme konuma geçenler, yeryüzünün kan gölüne dönmesinde ABD ve müttefiklerinin işgal ve sömürgeci politikalarının yattığı gerçeğini gerektiği gibi haykıramamaktadır.
Müslümana Allah (c.c.) tarafından verilen hakların gasp edilmesine karşı, Avrupa insan hakları mahkemesi gibi seküler bakış açısına sahip, dengesiz makamlardan medet umulması da geldiğimiz fikirsel erozyonun açık bir göstergesidir.
İman etmiş, dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan ve saygınlığı bulunan âlimler tarafından oluşturulmuş bir heyetin, Kur’an’ın referansıyla vereceği kararların, dikkate alınacağının ilanı, ve bu şekilde yapılan uygulamalar, en azından Müslümanların hak arama merciinin neresi olabileceğini tüm dünyaya gösterecektir.
Son dönemde ki gelişmelere karşı basın camiamızın göstermiş olduğu tepkilerde de körü körüne bir kayırmacılığa şahit olmaktayız. Irak’a asker gönderme tezkeresini sırf mevcut hükümet geçirmek istiyor diye eleştirmeyen, manşetlerine alakasız konuları taşıyarak gündemi saptıran bizim medya, tezkere karşıtı gösterileri, “meydanlarda ki bayanların başörtüleri vakko’dan” gibi gerçek dışı iftiralar ile sulandırmaya çalışmıştır. Ayrıca tren kazası haberini de “sabotaj” gibi komik bir mantık ile açıklamaya çalışarak, objektif gazetecilikten uzak bir tavır içinde yar almışlardır. Hükümetin başında farklı görüşe mensup bir parti olsaydı, tezkere haberini “ABD askeri olmayacağız”, tren kazasını da “Katiller” gibi başlıklarla manşetlerine taşıyacaklarına emin olduğumuz zihniyet, ne yazık ki şimdi seviyeli bir eleştiriyi bile yapmaktan çekinmiştir.
AHLÂK
- 329 -
Artık, değindiğimiz tüm bu yozlaşmaya karşı, ilkeli, Kur’an’ı referans alan, adâleti ön plana çıkaran, Allah’tan gereği gibi sakınan fertlere olan ihtiyaç kendisini iyice hissettirmektedir. Hayatın her aşamasında, hangi kişisel pozisyonda bulunursa bulunsun, Allah’a (c.c.) kul olduğunun, âhiret gerçeğinin, hesap vereceğinin bilincini yitirmeyen Muttaki şahsiyetler, geleceğe damgasını vuracak, özlenen toplumsal dönüşümü geçekleştirecektir.
Tüm bu gerçekleri görmezlikten gelerek, birde değişim kılıfı içerisinde açıklamaya çalışanlar ise tarihin çöplüğünde ki yerlerini almayı şimdiden garantilemişlerdir. 1423
Ahlâk Pusulası
Yaşadığımız ortamlar da emirler, tebliğler, yönetmelikler, yasalar belli zaman ve yerlerde değişerek, yenilenerek hareket tarzını belirler. Davranışlara yön veren, kuralları belirleyen bu değişimler ile birlikte ahlâkî kuralların rolü de çok büyüktür. Her ortamda bulunup yer edinirken “ahlâk pusulası” insanlar için önemli bir pusuladır.
Ahlâkî kurallar, hayatımızın her döneminde, her anında, iletişim içinde olduğumuz tüm kişilerle davranışlarımızı belirlerken yasaların da uygulanmasında ve anlam kazanmasında önemli rolleri vardır. Ahlâkî kurallar, bizi ayakta tutan, hedefe götüren ve başarılı kılan, sahip olduğumuz önemli bir enerjidir. Bu enerjinin hayatımızdaki insanların güvenini, saygısını, sevgisini kazanmada, aldığımız kuralların uygulanmasında, düşünce ve davranışlarımızın dürüst olmasında, tüm ilişkilerimizde ve sorumluluklarımızda rolü büyüktür. Kendi problemlerimizi çözerek hayatımıza olumlu yön vermek, çevremizdekileri tanımak, anlamak, etkilemek, daha iyi ilişkiler kurmada ahlâkî kurallar bizi umuda ve mutluluğa taşır. “Benden sonra tufan” gibi bencilce yaklaşımlardan korur. Akıllıca davranmayı, sevmeyi, yardım etmeyi, düşüncelerde ve davranışlarda dürüst olmayı öğretir. Anlık heyecanlardan ve davranışlardan korur. Her geçen gün irfana ve mârufa yönlendirir.
Her insan, görev yaptığı ortamlarda iletişim kurduğu kimselerle iyi dostluklar edinmelidir. Kimi zamanlar “ahlâk pusulası”nı kaybetmiş kişilerle karşılaşılabilir. Bilgisiz, şaşkın, güvensiz, mutsuz, dağınık, beceriksiz, ne zaman ne yapacağı bilinmeyen, çelişkilerle dolu karakterlerin, ahlâkî ilkelere aykırı olan tavırları, yaklaşımları, kararları, ilgisizlikleri karşısında incinir, kırılır, karamsar bile olabilir. Ancak, ahlâkî erdemleri tüm boyutları ile ruhuna, düşüncesine ve davranışlarına egemen kılanlar, yaşanılan olumsuzluklara karşı sorumluluk bilinci ile sabreder, direnir, zor zamanlarda, sıkınıtılı sınavlarda bile ahlâkî onurunu kişisel iletişimde göstermek zorundadır. Zor bir sınavdır bu. Böylesi sınavları başarılı olarak geçirmek, zihnimizi pozitif önerilerle besleyerek davranışlara yansıtmak önemli bir özelliktir. Maddî değerlerin gücüne esir olup ahlâkî değerleri rafa kaldırmaya ve sadece dünyalık zevklerin peşine düşüp insan olmayı unutmak büyük bir tehlikedir.
Kişisel ilişkilerde ahlâkî değerleri önemseyen, ön plana çıkaranlar sözlerine, davranışlarına, hizmetlerine özen gösterir. Kararlarında, uygulamalarında ortak alışkanlıklar sergiler ve böyle yaşamayı benimser. Başkalarından önce kendi
1423] Hamza Er, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşam biçimlerini denetime tabi tutar. Her şeyden önce kendilerine karşı dürüst davranır. Kendileri ve çevreleri ile uyum ve barış içindedir. Sevgiye dayalı ilişkiler kurar. Planlı olmayı, planlamayı önemser. Sorumluluklarını yerine getirir. Hayâllerini bile denetleyecek bir ahlâkî yapıyı öncelikli bir görev bilir.
Kişisel ilişkilerde, yaşantılarında ahlâkî değerleri sürekli diri tutanlar kendilerine yönelik misyonu oluşturur. Ayrıldıkları ortamlardan daima iyimser ve güzel anılarla hatırlanmak ister. Önce ruhlarını, sonra da yaşamlarını sahip oldukları ahlâk pusulası ile dengede tutar. Yarınki kaygıları veya geçmişteki pişmanlıklara göre bugünü anlamlı kılmanın yollarını, güzelliklerini görür ve önerir. Daima dürüst bir yaşam sürme konusunda kararlı ve sabırlı olmaya çaba gösterir. Âdil, sevecen, iz bırakan tavırları ile daima kahraman olarak anılır.
Kendisini tanımaya önem veren her insan bilir ki, kişinin kendisini bilmesi önemli bir erdemdir. Kendisini bilen faziletlidir. Kendisini bilen çevresini, arkadaşlarını bilendir. Kişi, yeteneklerini bildikçe, yakından tanıdıkça ilişkilerine daha da anlam kazandırmış olur. Böylece diğer insanlar ile kurdukları iletişimde daha tutarlı, daha ilkeli, daha ahlâkî nitelikler taşımış olur.
Bu nedenle her insan varlık sebebini, zayıf ve güçlü yönlerini tanımalıdır. Hayatı ve yaşadığı ortamı bir kavga alanı olarak görmemelidir. Hedeflerini belirterek onurlu ve dürüst yaşamalıdır. Kaybedilen kimlikleri, yaşanılan olumsuzlukları görüp de sızlanmanın faydasız olduğunu bilmelidir. toplumun ihtiyaç duyduğu, unuttuğu, kaybettiği “ahlâk pusulası”nı önlerine getiren çabalar sürdürmelidir. Tüm bu çabaları verirken farklı olumsuzluklar yaşasa bile bulunduğu ortamın deniz feneri olmalıdır.
Ahlâk eğitiminde öğrenci merkezli rehberliğin önemi büyüktür. Öğrenci merkezli yaklaşımın en etkili elemanı olan öğretmenin ve aktaracağı bilgilerin ve davranışlarında dikkate alınması gereklidir. Her alanda olduğu gibi ahlâk eğitiminde de öğrencilerin hayatındaki ilk deneyimler, ilk adımlar, alışkanlıklar eğitimcilerin davranış ve rehberlikleri ile oluşur. Onları geleceğe en güzel şekilde eğitip hazırlayan eğitimciler zengin özellikler taşımalıdır. Programların değiştirilmesi, eğitim sisteminin düzenlenmesi, güncel yaşanan olaylar ve gelişmeleri yakından takip eden ve uygulayan eğitimciler ahlâk eğitiminin vazgeçilmez temel taşıdır. Her öğrencinin zihninde, davranışında, bedeninde ve dilindeki tüm güzellikler ve ruhlarında sığınacak yerler bulan önemli mesajları öğrencileri ile paylaşan eğitimciler önder ve örnek insanlardır. Canlı, somut ve doğruların göstericisidir. Onlar her zaman bahçıvana, öğrencileri ise bilgi tomurcuklarına benzer. Bahçıvanın çabası ve emeği gibi eğitimci de yaşadığı toplumun gelecek kuşaklarına emek sarf eder. Öğrencilerini aydınlatan aydın olarak onların dünyasında yeri büyüktür. Verdiği emek hiçbir şeyle kıyaslanamaz.
“Süslü, câzip, sanatsal ve estetik donanımlarla yeni öğretim yılına hazır hale gelen okullarda eğitim ve öğretimin başarılı ve etkili olmasında çaba sarf eden öğretmenlerin ahlâk eğitimini de ciddiye almaları gerekir. Günümüz dünyasında öğrenciler çok uyarıcılı bir ortamda büyüyorlar. Ailede yaşanan sorunlar, medyanın etkisi, ekonomik sıkıntılar, şiddet, yolsuzluk haberleri, kişisel çıkarlar, uyuşturucu alışkanlığı ve olumsuz gelişmeler tüm öğrencileri okullarda ve yaşadığı ortamlarda huzursuz etmektedir. Ümitsiz, güçsüz ve ahlâkî açıdan donanımsız bırakılan öğrenciler farklı sıkıntılar yaşamaktadır.
AHLÂK
- 331 -
Okullardaki ahlâk eğitiminin temel amacı bütün öğrencileri olgunlaştırmak, yüceltmek ve asilleştirmek olmalı. Öğretmenler, öğrencilere özel yetenek ve bilgiler kazandırdığı gibi ahlâkî değerleri yaşama geçirmede de çaba sarf etmeli. Öğrencilere incelik, zeka ve vicdan kazandıran ahlâkî değerler önemsenmelidir.
Her okulda, karşılıklı yardım kurulları, yardımlaşma birlikleri, kooperatifler, okuldaki ihtiyaç sahiplerini koruma ve kollama kurulları, vb. çocukta topluluk duygusunu geliştirecek birçok gönüllü görevliler oluşturmalıdır. Özgür ve grup halinde çalışan bu öğrencilere farklı sorumluluklar vermek, sınıfları ve okulları birer cumhuriyet halinde düşünüp ilgili meclisler kurmak, sorumluluklar yüklemek, birlik ruhunu oluşturmak önemli etkinliklerdir.
Okullar ve öğretmenler, öğrencilere ahlâkî sorumluluk kazandırmada incitici, suçlayıcı söz ve hareketler yansıtmamalıdır. O, seven, sevdiren yaklaşımları ile içten ve samimi olmalıdır. Öğrencilerin zihinlerini karıştıran ifadeler kullanmamalıdır. “Bilginin heder olması, ehli olmayana öğretilmesidir” öğütlerini, seviyeye uygun yapmalı, inanca ait değerleri, duygu ve düşünceleri abartmadan, objektif, somut örnekler ve davranışlarla sunmalıdır. Vicdanları incitmemelidir. Zarif ve güzel bir yaklaşım ile öğrencilere ahlâkî değerleri aktarmalıdır. Sınıf ortamında anlatılan, uygulanan davranışların ve iletişimin örnekleri her ortamda aynı nitelikler taşıdığını hatırlatmalıdır.
Ahlâk eğitimi öğrencilere güzel alışkanlıklar kazandırmak ve sonuç almaktır. Ruhlara ve vicdanlara olan seslenişi ile güzellikleri yansıtması, yaşamasını istemektir. Aktif ve başarılı öğretmenler bu dersin öğrenciye kazandırdığı özgür iradeyi, iyiliği, doğruyu, saygıyı öğretmedeki yerini bilir. Öğretmen bu derste ne din adamı ne de babadır. Her ikisinin yeteneklerini birleştiren, öğrenciye şerefli bir gelecek hazırlayan kişidir. Anlamsız ve felsefi tartışmaları yapmaktansa pratik hayatında öğrenmenin kurallarını, davranışların disipline edilmesini öğretmelidir. Ahlâkî değerleri kazandırmada bütün öğretmenler etkili ve başarılı olmada, işbirliği yaparak yönlendirmede bulunmalıdır.” 1424
Ahlâk eğitiminin ciddiye alınması ile bilgisizlik giderilir, çatışmalar, kırgınlıklar, güçlükler, huzursuzluklar, disiplinsizlikler ortadan kalkar. Sevgi, saygı ve sağlıklı ilişkiler egemen olur. Karakterli, sosyal, sorumlu bireyler ile toplum huzurlu ortama kavuşur. Ses getiren sonuçlar alınır. Sözde ve davranışta lider olmayı amaç edinenler, ahlâk eğitimini önemsemelidir. 1425
İyilikten Hiçbir Şeyi Küçük Görme!
İmam Müslim, Ebû Zerr’in (r.a.) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Allah’ın elçisi (Hz. Fahr-i Cihan (s.a.s.) bana şöyle tavsiyede bulundu: “Asla ve asla, iyilikten hiç bir şeyi küçük görme.” (Diğer bir ifadeyle, iyi ve güzel bir şey bazı insanlara ne kadar küçük ve basit görünürse görünsün, sen asla onu terketme, yap. Her ne iyilik olursa olsun, “bu basittir, bu küçüktür” deme, onu yap.) Şâyet bir Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamayı dahi olsa. “Şâyet bir müslüman kardeşini güler yüzle (tebessümle) karşılamayı dahi olsa, iyilikten hiç bir şeyi (hiçbir güzel şeyi) asla ve asla küçük görme, (onu yap).” 1426
1424] Ahlâk Pusulası, A. Çağlayan Dem Yayınları
1425] Ahmet Çağlayan, Vuslat Dergisi
1426] Müslim, Birr 144
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İyilikten hiçbir şeyi küçük görme” ibaresi üzerinde biraz duracak olursak: Arapçada olumsuz bir edattan sonra nekra (yani belirsiz) bir kelime gelirse, umumiyet ifade eder. Aslında Arapça’da kelmiesi başlı başına umumi bir kelimedir. Bu durum te’kit üzerine te’kit anlamına gelir. Ayrıca Efendimiz (s.a.s.) “küçük görme!” ibaresini nun-ı müşeddede ile kuvvetlendirip te’kit etmiş. Bütün bunlar meselenin ne kadar önemli, hassas ve derin olduğunu gösterir. Bu nedenle biz bu hadis-i şerifi “Asla ve asla hiçbir iyiliği basit ve küçük görme” diye tercüme ettik. Efendimiz (s.a.s.), bu ibarelerle, bizlere sanki şöyle der gibidir: “İyi ve güzel hiçbir şeyi değersiz görme. Câhil insanlar onu ne kadar basit ve değersiz görürse görsün, sen asla onu basit görme. Aslında o şey, çok güzel, çok değerli ve çok önemlidir. O nedenle onu yap ve uygula... Zira koca koca dağlar, küçük küçük zerrelerin bir araya gelmesinden oluşur. Damlaya damla göl olur... Belki o küçük iyilik sebebiyle, âhirette, sevapların günahlarından daha ağır gelip cennete gideceksin... Belki de o kaçırdığın küçük fırsatlardan dolayı kıyamet günü mizan terazinde fazlaca sevap bulamayacaksın ve günahlarınla birlikte cehenneme gideceksin... Ve bundan dolayı da çok pişman olacaksın. Şunu unutma ki Kur’ân-ı Kerim, Kıyâmet günü, “zerre kadar iyiliğin ve zerre kadar kötülüğün hesabının görüleceğini” bildirmektedir. 1427
Efendimiz (s.a.s.), hadis-i şerifimizin ikinci kısmında çok çarpıcı bir misal vererek bizleri güler yüzlü olmaya, tebessüm etmeye dâvet etmektedir. Bir Müslüman, diğer bir Müslüman kardeşini güler yüzle, tebessümle karşılaması, ince bir hayat anlayışının ifadesidir. Hz. Fahr-i Cihan (s.a.s.) bu hadis-i şerifte âdeta bizleri hayata, eşyaya çevreye sempati ile yaklaşmaya, güler bir yüz, tatlı bir dil ile Müslümanları kucaklamaya teşvik etmektedir.
İslâm’ın hayat anlayışını mükemmel bir üslupla özetlemektedir. İyiliklerle dolu, sempatik, güler yüzlü bir hayat... İyiliklerin peşinden koşan, çevreye tebessümle yaklaşan gülümseyen bir Müslüman...
Ashab, Hz. Fahr-i Cihanı tanıtırken, “Rasûlullah (s.a.s.) bizi devamlı tebessümle karşılardı. O gülümsediği zaman dolunay gibi parlayan bir ay parçası olurdu...” diyor. Gül Muhammed’den hayat-ı güllerle dolduran bir çağrı günümüz dünyasının insanlığına sesleniyor:
Nebevî hayat ölçüleri tebessümlerle dolu rahmet pınarlarıdır. Eğer Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sünnetine tabi olursan, çiçeklerle, ağaçlarla eşyayla karşılıklı gülümseyeceğin bir hayatı kazanacaksın. O zaman, kuşların sana İlâhî bir ezgi söylediğini, ağaçların meyvelerini senin önüne sarkıttığını, güllerin sana en güzel kokuları sunmak için bir biriyle yarıştığını göreceksin. Ardından, bu hayatta gülümsediğin gibi, ölüm ötesi hayatta tebessümün zirvesini göreceksin... Zira, kâinatın yaratıcısı Kitab’ında, hisseden gönüllere sesleniyor: “O gün, öyle yüzler vardır ki, (Âlemlerin) Rabbine bakarken, parım parım parlar. (O gün, Alemlerin Rabbine bakan, (sevinçten ve mutluluktan) parım parım parlayan yüzler vardır...” 1428
Hayata gülümsemeyi bize öğreten, tebessümün sadaka olduğunu bildiren, iki hayatta da bizleri güldürecek ölçülerle yüreğimizi ferahlatan, gülücükler peygamberi gül Muhammed’e (s.a.s.), yeryüzündeki güllerin yaprakları sayısınca salat ü selâm ederiz. 1429
1427] 9/Zilzâl, 7-8
1428] 75/Kıyâme, 22-23
1429] Fehmi Çiçek, Vuslat Dergisi
AHLÂK
- 333 -
Nezâket, Kibarlık ve Güzel Ahlâk
Hz. Âişe (r. anhâ), Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in şöyle buyurduğunu nakletti: “Hiç şüphesiz ki Allah Rafîk’tir (mahlûkata aşırı derecede nezaket, yumuşaklık, incelik ve kibarık ile yaklaşır). Bütün işlerde de incelik, nezaket ve kibarlığı sever.”
Saltanat-ı Kibriyası bütün bir kâinatı kuşatan Yüce Rabbimizi bizlere bu ifadelerle tanıtan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), dünyanın en nazik, en kibar ve en ince duygulara sahip insanıydı. Ona on yıl hizmet eden büyük sahabi Enes b. Malik (r.a.), Efendimiz’in güzel ahlâkı hakkında şöyle der: “Ben Rasûlullah’ın ellerinden daha yumuşak ne bir kadifeye ne de bir ipeğe dokundum. Rasûlullah’ın kokusundan daha güzel hiçbir kokuya rastlamadım.
Rasûlullah’a on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile “öf” demedi. Yaptğım bir şey için “Niye öyle yaptın?” demediği gibi yapmadığım bir şey için de “şöyle yapsaydın olmaz mıydı?!” demedi.” Rasûl-i Ekrem Efendimiz bütün dünya insanların içinde ahlâkı en güzel olan kimseydi. Sözlerinde ve fiillerinde en ufak bir çirkinlik bulunmazdı. Kendisi güzel ahlâka sahip olduğu gibi ümmetini de hep güzel ahlâklı olmaya teşvik eder ve “Sizin en hayırlınız ahlâkı en güzel olanınızdır. İman bakımından en mükemmel mü’min ahlâkı en güzel olan mü’mindir. Sizin en hayırlınız hanımına en iyi davranandır” derdi. Onun güzel ahlâkını kelimeler tarif etmekten âciz kalır. Zira onu kâinatın yaratıcısı Kur’ân-ı kerimde “Hiç şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerinesin” diyerek övmüştür. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.); bütün insanlar dünyada yaptıkları işlerin hesabını vermek için saf, saf Allah’ın huzurunda toplandı ve hesabın şiddetinden dolayı akıtılan terlerin topuklara, diz kapaklara, boğazlara ve kulaklara kadar çıktığı kıyamet gününde, suçlular için “Eyvaah bize! Bu kitaba ne oluyor ki büyük küçük demeden (hiçbir şey atlamadan) her şeyi yazmış” diyerek paniğe kapıldığı o dehşet günde, mü’min bir kulun amel terazisinde güzel ahlâktan daha fazla ağır gelen (daha fazla sevap getiren) hiçbir şeyin olmayacağını bildiriyor. Bir gün Rasûlullah’a (s.a.s.): “İnsanları cennete en fazla götüren şey nedir?” diye soruldu. Efendimiz: “Takvâ ve güzel ahlâktır” buyurdu. insanları cehenneme en fazla götüren şey nedir?, diye sorulunca: “Ağız ve cinsel organıdır” diye cevap verdi. Güzel ahlâk o kadar çok sevap getiren bir süstür ki, bir mü’min güzel ahlâkı vesilesiyle, gündüzleri oruç tutan, geceleri de ibâdet eden bir kimsenin derecesine ulaşabilir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), haklı da olsa cedelleşmeyi terk eden bir kimseye cennetin kenarında, şaka da olsa yalan söylemeyi terk eden bir kimseye cennetin ortasında, ahlâkını ve gidişatını güzelleştiren bir kimseye de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine bizzat kendisi kefil olmuştur.
Ağzı bozuk, gidişatı kötü, ahlâkı çirkin ve geçimi zor bir evladın, babanın, amirin ve patronun muamelesi karşısında hayatın ne kadar çekilmez hale geldiğini hep birlikte müşahede ettiğimiz günümüz dünyasında, Müslümanlar için rüyalarını süsleyen cennette Rasûlullah’a komşu olma özlemi, ahlâkı güzel, geçimi hoş iyi huylara sahip Müslümanlara verilecektir. Zira sevgili Peygamberimiz “Sizin içinizdeki en çok sevdiğim ve kıyamet günü bana en yakın olacak kimseler, ahlâkı en güzel olan kimselerdir” demiştir. Sosyal hayatında gerçekten de nazik ve kibar olmadğı halde insanların kendisini beğenmesi için laf kalabalığı yapan ve büyüklenip gururlanan kimselerin ise kıyamet günü kendisinden çok uzakta olacağını ve böylelerini hiç sevmediğini ilan etmiştir. Hiç şüphesiz ki nazik, kibar ve yumuşak olmanın da bir ölçüsü vardır.
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kibar olacağım diye zulme rızâ gösterilemez. Mehmet Akif:
“Yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum...” derken, kâinatın güneşi sevgili Peygamberimiz de bu kadar hoş görülü, nazik ve kibar olmasına rağmen kâfirlere, zâlimlere ve müşriklere karşı İslâm’ın izzetini korumuş yeri gelince onlara hak ettikleri cezayı vermekten asla geri kalmamıştır.
İlk hadis-i şeriften anladığımıza göre, kâinatın yaratıcısının mahlukata incelik, kibarlık, hoş görü ve yumuşaklık ile yaklaşması bu ulvi değerlerin en yücesinin İslâm’da mevcut olduğunun en güzel delillerinden bir tanesidir. Yüce Rabbimiz nezaketi, inceliği ve kibarlığı çok sevdiği gibi, nezaket ve inceliğe verdiği sevabı başka hiçbir şeye vermediğini Rasûlü Ekrem’inin diliyle bizlere bildirmiştir. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz sallAllah aleyhi vesellem “Nezaket, incelik ve kibarlık; bulunduğu her şeyi güzelleştirir, süsler. Bulunmadığı her şeyi de çirkinleştirir” demiştir. nezaket incelik ve kibarlıktan mahrum olan bir kimsenin de hayrın bütün çeşitlerinden mahrum kaldığını ilan etmiştir. 1430
Kaybolan Yitiğimiz: İslâmî Edebimiz
Edep, kısaca, “Her an Allah’la beraber olunduğunun bilinciyle yaşamak, bütün söz ve davranışlarını, niyet ve amaçlarını bu bilince uygun olarak oluşturmak”1431 olarak açıklanabilir. Nitekim Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şerifinde “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurarak, edebin bu gerçek mahiyetini dile getirmiştir. Buradan hareketle, edebin özellikle Allah’a gönülden inanmış ve teslim olmuş Müslümanlar yanında kıymet ve önemi, lüzum ve gerekliliği de açığa çıkmaktadır.
Ancak edep bu kadar önemli ve gerekli olmasına rağmen Müslümanların bu kıymet ve gerekliliği kavrayabildikleri ve edebi bir yaşam felsefesi yaptıklarını söylemek pek kolay olmamaktadır. Gerek kendisiyle birlikte iken (yalnızken) ve gerekse aile içerinde ya da komşu, arkadaş, akraba veya başka sosyal gruplarla birlikteyken zaman zaman edep sınırlarını aştığı görülmektedir. Kişisel ve toplumsal buhranların temelinde yatan ana neden budur. “Edepsizlik” denen bu kötü yaşam biçimi üzülerek belirtelim ki, bu sınırda kalmamıştır. Müslüman, Allah’a, Kur’an’a ve Peygamber’e karşı takınması gereken edebi de bütünüyle kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Modern dünyanın beraberinde getirdiği çarpık anlayış ve bunun yol açtığı sapkın yaşam biçimi en üstün edep gibi algılanıyor. Tabiî bu edepten yoksun anlayış ve yaşam tarzı, insanı mutlu etmek bir yana iyice mutsuz, bencil, hedef ve idealden yoksun hâle getirmektedir. Edepsizliği, kural tanımamazlık ve ardından benliğe ve menfaate tutkuyla bağlılık izlemektedir. Bunun yol açtığı sonucun ebedî helâk ve sonsuz hüsran ve pişmanlık olduğunu, işiten kulağı, gören gözü, hisseden kalbi ve iyi ile kötüyü ayırt edebilen aklı olan herkes görmektedir. Ancak böylelerinin de sayısı her geçen gün ne kadar azalmaktadır.
1430] Fehmi Çiçek, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
1431] İmam Mâlik, el-Muvatta, İstanbul 1982, 47 (8), c. 2, s. 553; Ahmed bin Hanbel, 8595 (8729); Büyük Hadis Külliyatı -Cem’u’l-Fevâid-, Rudânî, İstanbul 1996, c. 4, s. 244, hadis no: 7852; Ayrıca Bk. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, c. 11, s.119
AHLÂK
- 335 -
Bu edebi yeniden önce bizim kazanmamız ve sonra onu üst bir kimlik olarak tüm güzellikleriyle bizde taşıyarak, en yakınımızdan başlayıp başkalarının da onunla donanmasına yardımcı olmamız zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır.
Yiyip İçme Edebimiz ya da Sofra Âdâbımız: Edebi öncelikle günlük yaşantımızda, sıkça tekrarladığımız iş ve davranışlarımızda benimseyip sergilemeliyiz ki, bunun getireceği pratikle edebi iyice özümsememiz ve neticesinde, Allah ile birlikte olmanın edepli insana verdiği haz ve mutluluğu çokça yaşamamız mümkün olsun. Bu davranışlarımızdan birisi yiyip içmektir ki, bu, bizim her gün birden fazla tekrarladığımız ve zorunlu olduğumuz bir davranıştır. Bunu bazen yalnız başımıza, bazen bir toplulukla beraber yaparız.
Yiyip içmek, yani beslenmek insanoğlunun vazgeçemeyeceği işlerdendir. İnsan yaşamak için beslenmek zorundadır. Ancak yeme içmenin önemi sadece varlığını sürdürme amacıyla sınırlı değildir. Biliyoruz ki, insanın yaratılış amacı, ebedî mutluluk diyarı cennetlerde Allah’la buluşmaktır. Bunun içinse ilim ve amel (bilgi ve eylem) gerekir. Bu ikisi ise, ancak sağlıklı bir bedenle kazanılır. Bedenin sağlığı ise, belirli zamanlarda ihtiyaç duyduğu gıdayı almasına bağlıdır. Bu bakımdan kimi irfan sahibi insanlar, yeme içmeyi (beslenmeyi) dinin gereklerinden kabul etmişlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ bir âyet-i kerimede yeme içmenin bu yönüne şöyle dikkat çekmektedir: “Temiz olan şeylerden yiyin; güzel işler yapın.”1432 Güzel işlerin başında ise, Allah’a kulluk gelmektedir. Âyet-i kerime üzerinde dikkatle düşünüldüğünde, sanki yeme içme ile güzel işler yapma arasında bir sebep sonuç ilişkisi kurulduğu, güzel işler yapmayı sağlayacak şeyin temiz şeylerden yemek olduğu görülecektir. Bu bakımdan yemek içmekte de edep kurallarının (şer’i ölçülerin) gözetilmesi, “güzel işler yapma” sonucunun elde edilmesi için zorunludur. Biz yeme içmeyi düzenleyen bu şer’i ölçülere kısaca “sofra âdâbı” diyeceğiz.
Sofra âdâbı sadece yemek esnasında gözetilmesi gereken kurallardan oluşmaz. Aksine bu kurallar, yemek henüz ortada yokken uyulması gereken birtakım kurallarla başlar ve yemeğin yenilmesinden bir süre sonrasına kadar devam eden diğer bir dizi kurallardan oluşur. Yemekten önce uyulması gereken bu kuralları şimdi kısaca açıklayalım:
Yemek Öncesinde Yerine Getirilmesi Gereken Edep Kuralları: Yemekten önce dikkat edilip, gözetilmesi gereken şer’i ölçüler yedi tanedir. İmam Gazalî bunları şu şekilde belirlemiştir: 1433
1- Yemeğin yapıldığı malzeme helâl olmakla birlikte, yemeğin kazanç şekli de helâl olmalıdır.
Allah, helâl ve temiz olan şeylerden yememizi emretmiştir. Bir şeyin temiz olması için öncelikle o şeyin kaynağının da temiz olması gereklidir. Çünkü kaynak, sebep olduğu/ortaya çıkardığı şeye kendi vasıf ve niteliğini vermektedir. Buna göre, haram kazançla alınan besin maddeleri başlangıçta her ne kadar kendileri temiz olsalar da daha sonra içine karıştıkları kaynakla kirlenmektedir. Haram lokmanın insanın gönül ve akıl sağlığı üzerindeki olumsuz etkisi, akıl
1432] 23/Mü’minûn, 51
1433] İhyâu Ulûmi’d-Din, Bedir Yayınları 1973, c. 2, s. 11-15
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kalbi kararttığı bilinmektedir. Haram kazançla kurulan sofralardan beslenen akıl ve gönül zamanla fikir ve basiret yeteneği kaybetmekte ve sahibini cehalet ve zulmün karanlık dehlizlerinde helâk uçurumuna doğru sürüklemektedir. Akıl ve ruh sağlığı bozulmuş bir insanın, istikamet üzere davranışlar ortaya koyamayacağı açıktır. Bundan dolayı, yemekte aslolan, temiz/helâl bir kazancın ürünü olmasıdır.
2- Yemekten önce elleri yıkamak:
İnsanın en çok kullandığı organlarından olan el, dışarıyla sürekli temas hâlindedir. Bu sebeple diğer organlardan daha fazla kir ve pisliğe maruz kalmaktadır. Kir ve pislik, mikrop yuvalarıdır. Ellerinin temizliğine gereken dikkat ve itinayı göstermeyen bir insan, hastalıklara dâvetiye çıkarıyor demektir. Hâlbuki insan, sahip olduğu birçok şey gibi sağlığından da sorumludur, onu korumak zorundadır. Ayrıca beslenmenin (yiyip içmenin) biraz önce açıkladığımız kulluk davranışlarımızla olan dolaylı ilişkisini göz önüne alan İmam Gazalî, dinî görevleri yerine getirmek maksadıyla yemek yemeyi ibâdet saymakta ve buna göre yemekten önce elleri yıkamayı namazdan önce abdest almaya benzetmektedir.
“Edep” Kelimesi Neyi Anlatıyor?
Edep, Arapça bir kelime… Sözlükte, “güzelliği dolayısıyla insanı şaşırtan, takdirini kazanan şey”, “insanı takdire değer ve meziyet sayılan hususlara dâvet eden, bilgisizlik ve kötü davranışlardan alıkoyan şey” ve “söz ve davranış olarak takdire değer kabul edilmiş olan bu meziyet ve davranış tarzlarını uygulamak” olarak tanımlanıyor.1434 Herkes tarafından beğenilen söz ve davranışlar, güzel ahlâk anlamına geliyor. Yine yanlışın her çeşidinden sakınmak da edep kavramı içinde kabul ediliyor. 1435
Tanımlara dikkat edildiğinde edebin kapsamına ilişkin birkaç hususun öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan biri, edebin, güzelliği dolayısıyla insanı hayrette ve hayran bırakan boyutudur. Gerçekten tam bir edebin sahibi insan, görenleri kendisine hayran bırakmakta, takdir ve övgülerine mazhar olmaktadır. Bu yaşanan bugün de sosyal bir olgudur. Hz. Peygamber bunun en üst seviyedeki örneğidir. Gerek Müslümanlar ve gerekse Müslüman olmayanlar tarafından Hz. Peygamber’in üstün ahlâk ve edebine dair yazılanlar bunun en açık delilleridir.
Edepte göze çarpan ikinci husus, onun insanı kötülüklerden engelleyici, koruyucu özelliğidir. Bu özelliği dolayısıyla edep, sahibini, övgüye mazhar yapmakla kalmamakta, bu durumun o kimse için sürekliliğini sağlayarak onu küçük düşürücü durumlardan korumaktadır. Edep, sahibi için bir kalkan ve fren olmaktadır. Sahibini dışarıdan gelebilecek kötülüklerden korurken, kendisinin de bu tür yanlışlıklarda bulunmasına engel olmaktadır. Edebin takdire şayan bir nitelik ve hâl olmasının bir sebebi de budur.
Edepte yerleşik bir başka husus, sahibini bilgisizlikten korumasıdır. Bu ne yazık ki, bugün edep kavramı içinde göz ardı edilen, aranmayan bir husus olmuştur. Hâlbuki edep, köken itibariye eğitim ve bilgi anlamını içinde taşımaktadır.
1434] TDV İslâm Ansiklopedisi, “Edep” Maddesi
1435] Bk. Cürcanî, “Tarifat” ve yine Ethem Cebecioğlu, “Tasavvuf Terimleri Deyimleri Sözlüğü”, “Edep” ve “Edep ve Erkân” maddeleri
AHLÂK
- 337 -
Buna göre edep, aydın olabilmek için gerekli bilgileri ve genel kültürü de ifade etmektedir. Nitekim edep kökünden gelmekte olup, Arapça “te’dip” kelimesi, birini bir konuda bilgilendirmek; “edip” “bir şey hakkında bilgilendirilmiş kişi” anlamına gelmektedir. Hz Peygamber’in çeşitli kabilelerin lehçelerini nasıl anlayabildiği şeklindeki bir soruya verdiği “Eddebenî rabbî ve fe ahsene te’dîbî” (Beni rabbim eğitti ve eğitimimi en iyi biçimde yaptı) sözü edebin bu boyutu gösteren önemli bir açıklamadır. Bugün “literatür” anlamında kullanılan Türkçe “edebiyat” sözcüğü de edep kelimesinden gelmektedir. Bu kelimenin Arap kültüründeki karşılığı için de “edep” kelimesi kullanılmaktadır. Buna göre, bilgisiz birinin tam bir edep sahibi olabilmesi mümkün gözükmemektedir. Edep sahibinin ihtiyaç duyduğu bilgiye de sahip olması zorunludur. O, hâl ve davranışlarını cehalet üzerine oluşturamaz.
Edebin tanımında yerleşik bir diğer husus, pratik boyuttur. Edep sadece teorik bir konu ve alan değildir. O bunun yanı sıra daha çok pratiklerden meydana gelir. Bu aynı zamanda edebin eğitim olmasıyla da ilgili bir konudur. Eğitim, sözün yanında uygulamayı esas alan, pratikler üzerine kurulan ve ilerleyen bir çalışmadır. Öğrenmek ve öğrendiğini uygulamaktır edep. Pratikler, edep kavramı içinde önemli bir boyutu oluşturur.
Edep sadece hayatın belirli alanlarını içine almaz; aksine hayatın tamamını kuşatır. O, insanın bireysel/özel hayatı, okul ve iş hayatı, sosyal hayatı, ibâdet hayatı, devlet ve siyaset alanı… gibi hayatın tamamında insana seslenir ve ona yön verir. Hayatın bütün alanlarına dair bilgiler ve en uygun davranış tarzlarını sunar. Nitekim İmam Gazalî, bütün bu konuları “İhyau ulûmi’d-din” adlı eserinde “Âdâb” (Edepler) başlığı altında sistematize etmiştir.
İnsanın beden ve ruhtan (davranış ve niyetten/maddî boyut ve mânevî boyuttan) meydana gelmesinden hareketle zahîrî ve bâtinî olmak üzere iki tür edebin bulunduğu söylenmiştir. Birincisi, insanın dış dünyayla olan ilişkilerinde gözetmesi gereken edebi gösterirken, diğeri iç dünyasında (kalp hayatında) gözetmesi gereken edebi anlatır.
Müslüman nazik ve kibar insandır. Onu bu şekilde olmaya sevk eden de “Allah’ın her an, her yerde kendisiyle beraber olup, bütün hâl ve hareketlerinde onu gözetlediği” inancı yani kısaca “Allah ile beraber olduğunun farkında olma şuuru”dur. İnsan bazen bu şuuru kaybetse, bundan gafil olsa da gerçekte o her zaman Allah ile beraberdir. Allah bu beraberliği bir âyette şöyle haber verir: “Her nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” 1436
Bütün bu açıklamalardan sonra edebin; “her an Allah’la beraber olunduğunun bilinciyle yaşamak, bütün söz ve davranışlarını, niyet ve amaçlarını bu bilince uygun olarak oluşturmak” olduğu söylenebilir.
Atalarımız bu bilinci sürekli hatırda tutmak ve hatırlatmak için gözün görebileceği yerlere üzerinde “Edep Yâ Hû” yazılı tablolar asarlarmış. Biz de aynı anlayışla bundan böyle “Edep Yâ Hû” adını verdiğimiz bu sayfalarda bu bilincin önce kendimizde sonra başkasında yeniden inşası için gayret göstereceğiz. Bunu yaparken Hz. Peygamberi (s.a.s.) merkez/temel alacak, tüm yorum ve açıklamalarımızı onun bu konudaki sözleri ve davranışları üzerine kuracağız. Çünkü o
1436] 57/Hadid, 4
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın, “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”1437 buyurarak övdüğü mükemmel bir edebin sahibi olup, hayatın her alanında olduğu gibi bu konuda da bizim için en güzel model ve eğitimcidir. 1438
İslâmî Hareketin Ahlâkî Esasları
Ahlâk, insanın ilerleme ve gerilemesinin sebebidir: İnsana, taşıdığı beden ya da canlı olduğu için insan denilmez. İnsana diğer varlıklardan ayıran özellik bir bedeninin bulunması, nefes alıp vermesi, doğurması değildir. Aksine onu sair varlıklardan ayıran ve onlara üstün kılan özellik; insanı tabiattan ayrı bir varlık yapmakla yetinmeyip, onu yeryüzünde halife yapan özelliği, sadece ahlâkî ve mânevî özelliğidir.
Ahlâk insanlığın özü ve işin başı olduğuna göre insan hayatının saâdetinin, ahlâk ile olduğunu itiraf etmek lâzımdır. İnsanlığın ilerlemesi ve gerilemesine hükmeden kanunlar ahlâkî kanunlardır. Bu gerçeği kavradıktan sonra, ahlâkı inceleyecek olursak onun da iki önemli kısma ayrıldığını görürüz: Temel insanî ahlâk ve İslâmî ahlâk.
Temel İnsanî Ahlâk: Temel insani ahlâktan maksat, insanın ahlâkî varlığının esası olan sıfatlardır. Bu dünyada insanın kurtuluş ve başarısı için mutlaka bulunması lazım gelen diğer bütün ahlâkları içine alır. İnsanın gayesi doğru da olsa, yanlış da olsa başarının sırrı bu sıfatlara bağlıdır. Bu ahlâkları taşıyan Allah, Peygamber, vahiy ve âhirete ister inansın, ister inanmasın eşittir. İster temiz bir ruha sahip olup iyi niyet ve salih amel ile yolla çıksın isterse çıkmasın. Çalışması temiz bir gaye için olsun, isterse kirli emeller peşinde koşsun.
Bu sıfatları taşıyan kimse tam olarak onları uygularsa dünyada başarıya erişmesi kaçınılmazdır. Çok geçmeden sabah aydınlığı gibi başarısı ortaya çıkar. Bu sıfatları taşımayanları geçer. Yahut bu sıfatlara kendisinden daha az sarılmış olanları gerilerde bırakır. Bu şahıs ister iman nuruyla nurlanmış olsun isterse olmasın. Hayatı temiz olsun veya kirli olsun farketmez. Çalışmasının neticesinde ister hayır, ister şer murad etsin değişmez. İnsan hiç şüphe yok ki mü’min olsun kâfir olsun, salih olsun fasık olsun aşağıdaki sıfatları taşımadıkça başarı elde etmesi mümkün değildir.
Eğer bir şahısta, irade kuvveti, işin peşini bırakmamak, azim, atılım, sabır, sebat, temkin, zorluklara tahammül, gayret, cesaret, kahramanlık, faaliyet, şiddet, kuvvet, gayeye ulaşma şevki, gerçekleştirmek istediği şey uğrunda her şeyini fedaya hazır olmak, kararlılık, ihtiyat, işlerin sonunu görebilme, düzenli çalışma, görev duygusu, mesuliyet hissi, çeşitli durumlarda tavır alma gücü ve durumu uygun şekilde idare edebilme kabiliyeti varsa şartlara ve imkanlara göre iş çevirebilme yeteneği, his, arzu ve isteklerine sahip olabilme gibi vasıflara sahipse ve insanları cezbedip gönüllerini fethedebiliyor kendini onlara sevdirebiliyor ve onları ihtiyaç duyduğu anda istihdam edebiliyorsa, bu sıfatları haiz olan şahıs mü’min de olsa kâfir de olsa, salih de olsa facir de olsa başarıya ergeç erecektir.
Ferdin başarılı olabilmesi için az da olsa insanlığı ayakta tutan ve insan olmanın gerekleri sayılan bu sıfatları taşımasının yanısıra insana vekar ve güven
1437] 68/Kalem, 4
1438] Osman Arpaçukuru, Vuslat Dergisi
AHLÂK
- 339 -
veren, cömertlik, şefkat, nezaket, ileriyi düşünme, doğruluk, emanet, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, ahde vefâ , vekar, itidal, temizlik, nefse hakimiyet ve zihin açıklığı gibi evsafı taşıması gerekir.
İşte bu sıfatları bir cemaat veya ümmet fertlerinin çoğu kendinde taşırsa artık insanlığın serveti onda demektir. Ve insanlığın ana malına sahip demektir. Mesela, kişi bir icada, buluşa imza atmak için yukarıda ki vasıfları kuşanarak çabalarsa, sonuca ulaşır. Teknolojik ve siyasi başarıyı da elde edebilir. Fetihler yaparak yeryüzün de söz sahibi de olabilir.
İşte Peygamberimiz de (s.a.s.): “Cahiliyye döneminde de olsa eğer onda bir kıymetli cevher varsa müslüman olunca aynı cevher İslâm’ın da hayırlılarıdır.” hadisinde bunları kastetmiştir.
Yani câhiliye döneminde de olsa eğer kişide bir kıymetli cevher varsa, müslüman olunca aynı cevher İslâm’ın malı olacak ve İslâm’ı anladığı takdirde o cevher kıymetini kaybetmeyecektir. Gerçekten de öyle olmamış mıdır? Müslüman olmadan birer cevher olanlar müslüman olduktan sonra büyük faydaları olmuş ve bu dinin bütün emirlerine kendilerinin ehil olduğunu ispat etmişlerdir.
Aradaki fark, kabiliyet ve kuvvetlerini masıyet (isyan-günah) ve şer yolunda kullanmalarıydı. İslâm geldi o kabiliyet ve kuvveti hayra sevketti.
Unutmamalıyız ki, toplumun dışladığı ve sürüklediği şahıslardan câhiliyede de, İslâm’da da bir fayda beklenemez. Peygamber’in (s.a.s.) kısa sürede elde ettiği büyük zafer ve geniş futuhatın tek sebebi vardı o da; bu dâvâyı üstlenmeye ehil insanları ve beşeri gücü Arap Yarımadasında bulmuş olmasıdır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbı gayretsiz, irâdesiz, kendilerine güvenilmeyen ve itimat edilmeyen kimseler olsalardı hiç bu derece büyük zafer elde edilir miydi?
İslâmî Ahlâk: Ahlâkın bu kısmı temel insani ahlâktan ayrı bir şey değildir. Aksine temel insanî ahlâkı tamamlayıcı ve kemale erdirici mahiyettedir. İslâm’ın getirdiği ilk şey insani ahlâkı doğru bir temele oturtmaktır. İnsani ahlâkı bu doğru temele oturtunca, onu bütünüyle güzelliğe ve kemale ermiş bir ahlâk haline getirir.
İnsanî ahlâk ilk şekliyle hem hayır hem de şerde kullanılabilen bir güçtür. Keskin bir kılıç gibi. Bu keskin kılıç bir zâlimin veya hırsızın elinde olduğu zaman zulüm ve haksızlık için bir alettir. Bir mücahidin elinde olursa hakka ve hayra hizmet eden bir alet olur. Bu yüzden insani ahlâk bir ferd veya cemaatta mevcut ise o cemaatın sırf bu ahlâkı taşıdığı için iyi ve düzgün olduğuna hükmedilemez.
İyi ve doğru olabilmesi, doğru yolda kullanılmış olmasına bağlıdır. Bunun için de İslâm bu temel ahlâkı, hak ve hayır yoluna yönlendirmeyi kasteder. Tevhid çağrısının gereklerinden birisi de insanın sarfettiği bunca gayretlerin arkasında Rab Teâlâ’nın rızâsından başka bir şey gözetmemesidir. Düşünce ufkunu ve çalışma çapını Allah’ın tayin ettiği ölçülere uydurmasıdır.
Kendi nefsi, ailesi, milleti ve vatanı gibi câiz olan ve olmayan yollarda kullanmayıp sadece ilayı kelimetullah için kullanmasıdır. İşte böyle yapmak, ahlâkı soyut bir kuvvet olmaktan çıkartıp onu kapsamlı bir hayır ve alemlere rahmet haline getirmektir.
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
En temel insanî vasıflara sahip olan kişi, İslâm ile tanışarak bu vasıflarına anlam kazandırmış olur. Artık bu ahlâkî özelliklerini İlâhî bir yönde kullanmaya başlayacak, böylece, cömert, sevimli, şefkatli, emin, muhlis, adil ve her hususta sâdık bir kişiliğe bürünecektir.
İslâm, insanı kendi şahsında sâlih bir kul yapmakla yetinmez. Onun üstünde insanı “hayrın anahtarı, şerrin engeli” haline getirir. Yani İslâm yeryüzünde hayrın yayılmasını ve şerrin kaldırılmasını insana telkin eder.
Bu ahlâk, güzel hayat, cezbetme ve üstün kullanma gücünü herhangi bir cemaat kendinde uygularsa ve İslâm’ın kendisine yüklediği görevi yerine getirmek için çalışırsa, dünya güçlerinden hiçbirisi ona mukavemet etmeye ve karşı çıkmaya güç yetiremeyecektir.
İslâmî Ahlâkın Dört Mertebesi: İslâmî ahlâk diye tarif ettiğimiz ahlâk, Kur’an ve Sünnet gereği; iman, İslâm, takvâ ve ihsan olmak üzere dört mertebeyi kapsar. Bunların dördü de yaratılış icabı birbirini takip eder. Bir sonraki bir öncekinden kaynaklanır ve sadece onun üzerine bina edilir. Birinci tabaka sağlam olmayınca, temel sağlam olmayınca, üzerine ikinci katın, tabakanın bina edilmesi tehlikeden beri değildir. Bunun için iman tabakası üzerine ikinci kat olan İslâm tabakası onun üzerine takvâ onun da üzerine ihsan tabakası yapılarak bina sağlamlaştırılır.
Bugün görünen manzara, binanın temeli olan iman ile birlikte takvâ ve ihsanın bulunmamasıdır. Böyle olunca da iman olmadan ne İslâm’ın ne de takvâ ve ihsanın bulunması mümkün değildir. Aynı şekilde iman zayıf ise binanın temeli olan bu unsur sallantıda ise bunun üzerine hiçbir bina inşa edilemez. İmkansızdır. Böyle çürük bir temele bina yapılsa bu da zayıf ve direkleri sallanan yıkılmaya hazır bir bina olmaktan öteye geçemez. Aynı şekilde eğer iman zayıf ise, sınırlı ise İslâm, takvâ ve ihsanın da topluca zayıf ve sınırlı olması muhakkaktır. İslâmdan önce imanı sağlamlaştırmak gerektiği gibi takvâdan önce İslâm’ı sağlamlaştırmak gerekir. İhsandan önce takvâyı yerleştirmek şarttır.
Fakat bugün insanları çoğu kez yaratılıştan konmuş olan bu sıralamayı unutmuş görmekteyiz. İman ve İslâm köşkünü sağlamlaştırmadan temelleri atmadan takvâ ve ihsan peşinde koştuklarını ve asıl temele hiç ehemmiyet vermediklerini görmekteyiz. Bundan da kötüsü ve üzücü olanı iman ve İslâm hakkında yanlış bazı düşüncelere kapılmış olmalarıdır.
Giyimlerini, kuşamlarını, yemelerini, içmelerini, oturup kalkmalarını ve buna benzer zahiri bazı amellerini, bazı muayyen kalıplara döktüklerinde, takvâlarının tamamlanacağını zannetmektedirler. Takvânın en üst mertebesine kavuşacaklarını vehmetmektedirler. Veya bazı nafileleri, zikirleri, virdleri ve benzeri müstehab amelleri işlemek sûretiyle ihsanın en üst mertebesine ulaşacaklarını zannetmektedirler. Fakat takvâ ve ihsan sahibi olan bu zevatın hayatlarına baktığınız zaman, bunların henüz iman köşkünün temelini sağlam atmadıklarını, iman binasını muhkem yapmadıklarını gösteren emareleri görürsünüz.
Bu gibi hatalar bulunduğu sürece İslâmî ahlâkın unsurlarını tamamlamada başarıya ulaşmamız asla mümkün olamaz. Öyleyse bu dört mertebeyi tam olarak kavramamız lazımdır. Bu dört mertebenin düşünce yapısını kemale erdirmemiz kaçınılmazdır: İman, İslâm, Takvâ ve ihsan. Bu dört mertebenin yaratılıştan kaynaklanan sırasını çok iyi kavramamız zaruridir.
AHLÂK
- 341 -
İman: İmanın tevhidî ve peygamberliği ikrardan ibaret olduğunu bilmeyen yoktur. Bu ikisini ikrar eden kişi, İslâm’a girmenin kanuni şartını yerine getirmiş ve inananlardan olmuştur. Böyle olunca kendisine müslümanlara yapılan muamelenin yapılmasına hak kazanmıştır.
Fakat sadece kanunî bir işlemi tamamlamak kabilinden olan bu ikrar hemen üzerine İslâm köşkünü diğer üç mertebesiyle bina etmek için kâfi midir? Esef ve hüzün sebeplerinden birisi çoğu kimsenin bunu böylece kabul etmeleridir. Bu yüzden bu soyut ikrarı görünce hemen üzerine İslâm binasını kurmaya başlıyorlar. Hemen peşinden bu zayıf temellere takvâ ve ihsan tabakalarını atmaya çalışıyorlar ki, bu binanın ömrü asla uzun süremez, yıkılmaya dökülmeye hazırdır.
Fakat kâmil bir İslâmî hayat için, imanın her yönüyle, şümullü bir şekilde, bina köklerinin derinleşmesi lazımdır. İmanın şubelerinden herhangi biri eksik olursa o şube İslâmî hayatta eksik kalmış demektir. İmanın zayıf kaldığı noktada, İslâmî hayatın binası zayıf ve çökmeye mâruz kalmış demektir. Meselâ, buna misal olarak Allah’a imanı ele alalım. Allah’a iman, dinin başı ve ilk temel taşıdır. Allah’ı ikrar normal şeklini aşıp, derinleştikçe sayılamayacak derecede görünümlerle ortaya çıkar. Meselâ, bazıları Allah’ın varlığına ve her şeyi yarattığına, zatında ortağı bulunmadığına inanırken başka sıfatlarını tehdit eder, hak ve tasarruflarını sınırlar. (Allah’ın açığı ve gizliyi bildiğini, işitici ve görücü olduğunu, duâları kabul ettiğini, sadece O’na ibâdet edileceğini ve her türlü ibâdetin sadece O’na yapılabileceği, O’nun kitabının, her türlü meselede tek kaynak olduğu...)
Şunda hiç şüphe yok ki bu tasavvurlardan sadece bir tanesiyle hayat nizamı oluşmaz. Tasavvur ne kadar dar olursa ve sınırlı olursa fiili hayattaki İslâmî ahlâk o derece sınırlı olur. Hatta Allah’a iman konusunda yaygın dini tasavvurlara göre zirveye ulaşmış kimselerin, İslâmî hayat hakkındaki görüşleri Allah’a itaat ile tağutlara boyun eğmeyi kabul edecek kadar yetersiz görürsünüz. Yahut ta arzuladıkları her şeyi bulabilmek için küfür düzenini İslâm nizamına karıştırıp yeni bir terkip elde ettiklerini görürsünüz.
Doğrusu, kâmil ve hâlis İslâmî hayat sarayı, beşer hayatının bütün yönlerini ihata eden tevhid inancının ikrarı olmadıkça mümkün değildir. İnsan hayatının ferdi ve ictimai yönlerini kapsayan insanın kendisinin ve elinde bulunan her şeyin Allah’ın mülkü olduğu ve gerçek sahibinin Allah olduğunu ikrar eden bir tevhid inancına sahip olmalıdır.
Sahip olduğu her şeyin ve bütün alemin meşru sahibinin Allah olduğuna, onun tek mabud olduğuna, emir ve yasaklamanın ona ait olduğuna, hidâyetin sadece ondan geldiğine inanmalıdır.
Allah’a itaatten yüz çevirmenin yahut onun hidâyetine ihtiyaç duymamanın veya ona zatında, sıfatlarında, tasarruf ve haklarında ortak koşmanın hangi şekil ve renkte zuhur ederse etsin dalâlet ve küfür olduğuna bütün kalbiyle inanmalıdır.
Sonra bu bina (-Allah’a iman binası-)’nın direklerinin sağlamlaşması, kişinin kesin olarak kendisinin ve elindeki her şeyin ona döneceğine inanmadıkça mümkün değildir.
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nefsindeki sevgi ve nefret ölçüsünü atıp, bu ölçüyü Allah’ın sevgi ve gadabına tabi kılmadıkça mümkün değildir.
Nefsinden kibir ve büyüklenmeyi atmadıkça mümkün değildir.
Nazariyelerini, fikirlerini, görüşlerini ve arzularını, Allah’ın kitabında indirdiği ilmin kalıbı çerçevesinde şekillendirmedikçe Allah’a iman binası sağlam temellere oturamaz.
Allah’a itaattan yüz çeviren, bütün bağlılıkları omuzundan atarak karşısına geçmedikçe ve Allah sevgisini kalbine yerleştirmedikçe, tazim ve saygı bekleyen her putu gönlünün derinliklerinden çıkarıp atmadıkça, sevgisini nefretini, dostluğunu, düşmanlığını, savaş ve barışı Allah’ın rızâsına uygun şekilde yönlendirmedikçe, Allah’a iman binasının temelleri sağlamlaşmaz.
Nefsi, Allah’ın razı olduğu şeye râzı olup, Allah’ın istemediğini istemez hale gelmelidir. İşte Allah’a iman mertebesinin gerçeği ve gayesi budur.
İman, kapsamında, kemâlinde ve kuvvetinde, nâkıs ve sınırlı olduğu sürece takvâ ve ihsan nasıl mümkün olacaktır?
Sakal uzatmak, elbise şekillerine önem vermek yahut tesbih çekmek yahut da geceleri namaz kılmak bu boşluğu kapatır mı?
İmanın diğer şubeleri, peygamberlere, kitaplara, âhirete iman da buna kıyaslanabilir. Meselâ; kişinin peygamberi, kendisinin kumandanı, yol gösterici mürşidi ve her şeyinde önderi kabul etmedikçe peygamberliğe imanı kemale ermiş sayılmaz. Peygamber ölçülerine ters düşen her türlü itaat, irşat ve yolları reddetmesi gerekir. Aynı şekilde, kişi eğer kalbinde Allah’ın kitabında indirdiği ölçü ve kaidelerin dışında bazı ilkelerin ve kaidelerin hayata hakim olduğuna inanıyorsa kitaba olan imanı nâkıs demektir. Veya kişinin kalbi ve ruhu, dünyanın, Allah’ın indirdiklerine tâbi olmamasına ve hayat nizamı olarak kabul etmemesine, üzüntü duymuyorsa o kişinin kitaba olan imanı eksik demektir.
Âhirete iman konusunda da durum aynıdır. Kişi dünya hayatını âhiret hayatına tercih ediyorsa âhirete olan inancı eksik demektir. Kemale ermemiş demektir. Dünyevî değerlere karşılık uhrevi değerleri reddediyorsa ve dünya hayatında attığı her adımda âhiret hayatının mesuliyetini hissetmiyorsa o kişinin âhirete olan imanı kemale ermemiş demektir.
Bu temel ve dayanakların eksik olduğu yerde, kapsamlı İslâmî hayatın binası nasıl kurulur?
İslâm: İman esasları kökleşip kemale erdikten sonra yeryüzündeki layık yerine oturursa İslâmî ahlâkın ikinci merdiveni olan İslâm binasını o temellere oturtmak mümkündür. İslâm imanın amel şeklinden zuhurundan başka birşey değildir. İmanın İslâm ile alakası tohumun ağaç ile olan alakasına benzer. Ağaçta yetişen her şey, tohumda bulunan özelliklerdir. Hatta ağacı tahlil ederek, tohumunda bulunan ve bulunmayan şeyleri hemen tanırsın.
Toprağa tohum atmadan bir bitkinin yetişip dallanması veya verimli bir toprağa atılan tohumun bitmemesi aklından bile geçmez. İşte iman ile İslâm arasındaki ilişki budur. İmanın bulunduğu yerde insanın fiili hayatında o imanın görünümü olan ahlâk, muamele, insanlarla olan diğer ilişkilerin fiili olarak zuhuru
AHLÂK
- 343 -
kesindir. Eğer herhangi bir hususta gayri İslâmî bir şey zuhur ederse o noktada ferdin imanı ya yoktur veya çok zayıftır. Eğer hayatı tamamen gayri İslâmî bir şekilde sürüyorsa bilmen gerekir ki o kalb imandan sıyrılmıştır. Yahut iman semeresini veremeyecek kadar kuraktır verimsizdir.
Bir kalpte bulunan imanın, İslâm görünümüyle amellerde zuhur etmemesi imkansızdır. Kur’an’dan anlaşılan o dur ki iman ve ameli olan İslâm birbirinden ayrı şeyler değillerdir. Nerede nefsinin rızâsı Allah’ın rızâsından uzak ise, nerede dini bırakıp kendi işlerine koyulmuşsa ve nerede çaba ve gayretleri Allah yolunun dışında sarf ediliyorsa işte orada o kişinin imanı eksik ve zayıftır. Tabiiki normal olarak yerleşmemiş olan iman ve İslâm temellerine takvâ ve ihsanı bina edemez. Zâhirî şeklini ve elbiselerini takvâ sahiplerine benzetmeye çalışıp işlerinde onların yolunu takip eder görünmeye ne kadar gayret ederse etsin, hakikat ruhundan uzak olan çekici, zahiri görünümler, çok güzel olan bir şahsın, süslü elbiseler içinde ruhsuz, yerde yatan naaşı gibidir. Yerde yatan cesedin elbisenin ve kendisinin güzelliğine aldanıp ona ümid bağlayan gerçekçi bir gözle bakar bakmaz hakikat ortaya çıkar ve hayâl kırıklığına uğrayıp hüsrana duçar olursun.
İşte o zaman kesin olarak anlarsın ki çirkin ve kısa boylu fakat yaşayan ve kuvvetli olan bir adam, ölü olan yakışıklı ve güzel elbise giymiş birinden daha hayırlıdır. Zâhirî şekillere aldanmaz ve dini yüceltmede bize fayda verecek olan gerçek takvâ ve ihsanı murad edersek ve eğer âhirette hayır kefesi ağır gelsin istersek, kesin olarak bilelim ki, iman tabakası sağlam, pekişmiş olmadıkça ve imanın görünümü olan İslâm Allah’a fiilen bağlanmak ve itaat etmek imanın yerleştiğine açıkça delâlet (şâhidlik) etmedikçe yüksek olan takvâ ve ihsan tabakasının bina edilmesi asla mümkün değildir.
Takvâ: Takvâ nedir? Belli bir elbise, muayyen bir görünüş veya belli bir yaşama şekli midir? Hayır takvâ; Allah korkusu ve ona itaat duygusundan oluşan nefsin bir halinden ibarettir. Hayatın her bölümünde bir görünüm olarak ortaya çıkar. Gerçek takvâ, kişinin kalbinin Allah korkusuyla ve ona kulluk duygusuyla nurlanmış olmasıdır. Kıyamet gününde Rabbinin huzurunda duracağını çok iyi bilmesi ve kavramış olmasıdır. Ve kesinkes bu dünya hayatının imtihandan başka bir şey olmadığını ve Allah’ın kendisini belli bir zaman için dünyaya gönderdiğini çok iyi idrak etmesi ve daimi olan geleceğinin tek bir şeye odaklayacağını bilmesidir.
O da dünyada imtihan için elinde bulunan kuvvet ve kabiliyetini nasıl istihdam edeceğidir? Rabbani iradeye uygun olarak malik olduğu mal ve malzemeyi nasıl tasarruf edecek? Hayatının değişik noktalardan alakalı olduğu kimselerle muamelesi nasıl olacaktır? Bu duyguların kendisinde uyandığı her ferd kalbini uyandırmış, dini duygusu parıldamış ve arınmış demektir. Allah sevgisine uygun olmayan her şeyi kalbinden silip atmış ve kendisini hesaba çekebilmiş demektir. Nefsini hesaba çekip kendinde zuhur edecek rağbet ve meyillerin neler olduğunu, vaktini nasıl geçirdiğini gücünü ve kuvvetini nasıl kullandığını düşünür. Açıkça günah ve münker olan şeylerin yanısıra şüpheli şeylerden uzaklaşmaya başlar. Nefsindeki görev duygusu, bütün emir ve vacibleri severek ve isteyerek yerine getirmeyi icab eder. Allah korkusu onda büyük etki eder ve Allah’ın koyduğu hududa tecavüz eden nefsi hakkında korku duyunca sarsıntılar geçirir.
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hukukullah ve kul haklarını muhâfaza, artık adet haline gelir. Ve kalbi hakka ve doğruluğa muhalif olan her şeyi işlemekten korku duyar.
Takvânın sadece bazı belli şekillere tabi olup devam ettirmek olduğunu kabul edenleri, sadece belli yollarla zahiri ve yapmacık bazı şekiller ve belli bir kalıp içinde kabul edenleri, takip ettikleri bu takvâ türünü muhafazada çok özen gösterdikleri, büyük gayretlerle yerine getirip nefislerinin razı olduğu bu takvâ türünü çok sıkı bir şekilde devam ettirdiklerini görürsün. Fakat aynı zamanda hayatlarının başka bir yönünde, takvâyı bırakın, iman gereklerine muhalif olan düşünce, çalışma ve uğraşlarla dolu bir ahlâk tarzı görünür.
Cüz’î meselelerde, mübalağa ile onları muhafazaya çalışanlar vardır ki, uzunluğuyla, konan belli ölçüden kısa oldu diye, sakalı kısa olanları fasık kabul ederler. Eteği topuklarından aşağıya sarkan herkesi ateşe girecek diye tehdit ederler. Mezheblerinin fer’i meselelerinde ona uymayanları nerdeyse dinden çıkarırlar.
Bir taraftan böyle yaparlar. Öte yandan da dinin usûlünü, büyük meselelerini ve temel ilkelerini yanlış göstermede son derece cömert davranırlar. Öyle ki müslümanların hayatını şer’i ruhsatlar, siyasi menfaatlar üzerine bina ederler. Dinin ikamesi için çaba ve gayret sarfetmekten yüz çevirmelerine sayılamayacak kadar hileler icad ederler. Bütün gayretlerini ve mesailerini müslümanları küfrün, hakimiyeti ve düzenin emri altında “İslâmî Yaşayış” planı çizmeye verirler. Bunlar avam tabakasını böyle dar bir ortamda dini hayatlarını sürdürebileceklerine ikna etmiş liderlerdir. Bundan daha kötüsü ve üzücü, hatta ağlatıcı olanı ise bu şahıslara birisi cüret ederek dinin gereklerini ve hakikatını anlatmaya çalışıp dinin ikamesi için çalışmaya sevketmeyi denese, o şahıslar yüzlerini asıp söylenenlere aldırmamakla kalmazlar, ellerinden gelen her şeyi kullanıp bu çalışmalara engel olmaya bizzat gayret ederler.
Gerçek ve suni takvâ arasındaki fark işte budur. Hadislerde vârid olan edeb ve ahkâmı küçük gördüğümüz, düşüncesi sakın oluşmasın. Hadislerde vârid olan zâhirî görünümle ilgili elbise, giyecek gibi adabı küçük görmekten ve alaya almaktan Allah’a sığınırız. Burada anlatılmak istenen, takvânın gerçeği ve cevheridir, elle tutulan görünenleri değildir.
Kalbinde takvâ gerçeği yer etmiş olan herkes doğruluk boyasıyla boyanmış ve katıksız İslâm hayatı yaşıyor demektir. İslâm bütün şümulüyle o ferdin fikirlerinde, duygularında, arzularında, şahsi zevkinde, vakitlerini taksimde, gücünü kullanmada yaşama programı ve mücadelesinde, kazancında, harcamasında ve hayatının diğer bütün yönlerinde yavaş yavaş tecelli eder. Ama işi tersine çevirir de zahiri görünümleri hakikat tercih eder, görünüşlere ehemmiyet verirsek ve gerçek takvânın yetişmesi için toprağa tohum atmaz ve onu sulamazsak, daha önce zikrettiğimiz sonuçlardan başkasını elde edemeyiz.
Birinci şekilde kişi sabır, vakar ve temkine muhtaçtır. Burada netice yavaş yavaş elde edilir ve semere bir müddet gecikir. Aynen toprağa atılan tohumdaki gibi tohum yavaş yavaş fidana dönüşür kemale erer ve semeresini ve çiçeğini bir gün veya iki günde vermez. Bir ağaç tohumu uzun seneler sonra bu kıvama gelir. Bu yüzden tabiatlarında acelecilik bulunanlar bu yoldan çabuk usanırlar.
İkinci şekilde ise neticeyi kolayca çabucak önümüzde şekillenmiş görürsünüz. O da tıpkı ağaca benzer bir odunu toprağa sokar ve üzerine yaprak ve
AHLÂK
- 345 -
meyve zannını uyandıracak şeyler asarsınız. Bu ikinci yolun bugün revaçta olduğunu ve her yerde bunun birinci yola tercih edildiğini görürsünüz. Fakat gerçek ağacın gerçekleştirdiği ümid ve arzuların onda birinin dahi bu suni ağaçlardan elde edilmeyeceği inkâr edilemeyecek kesin bir hakikattır.
İhsan: İhsan, İslâm tabakalarının en üstünü ve en yükseğidir. İhsan aslında kişinin Allah’a ve peygamberine olan gönül bağıyla İslâm’da eriyip yok olmasıdır. Kökleşmiş bir sevgi, sâdık bir vefâ, kıymetli varlıkları feda etmektir.
Takvânın temel düşüncesi Allah’tan korkmaktır. Bu takvâ kişiyi Allah’ın gadabından korunmaya teşvik eder. İhsanda ki temel düşünce de kişinin taşıdığı Allah sevgisidir. Bu sevgi kişiyi onun rızâsını istemeye teşvik eder. Takvâ ile ihsan arasındaki farkı anlamanız için herhangi bir devlet dairesinde çalışan memurları misal verelim.
Bu memurlardan bazıları kendilerine verilen görevleri itaat duygusu içinde kendilerini o işe tamamen vererek yerine getiriyorlar. İşyerinin koyduğu kanun ve ölçülere sâdık kalıp aykırı bir davranış içine girmiyorlar. İşyerinin menfaatine halel getirecek ve çalıştığı yeri karşılarına alacak bir şey asla yapmıyorlar.
Bunların karşısında ikinci bir tabaka var ki onlar da işyerine samimi, sâdıkane ve vefâkarca bağlanmış ve işyerlerine yardım ediyorlar. Kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getiriyorlar. Hatta kafalarını çalıştırıp, gayretlerini sarfederek çalışmak için yeni metodlar icad ederek çalıştığı yere menfaat sağlayacak ve onun adını yüceltecek işler yapıyorlar. Bu duygu ve düşüncelerinin gereği olarak kendilerinden istenenlerin fevkinde (üstünde) çalışmalar yapıyorlar. İşyerini tehdit eden bir şey gördüklerinde onu korumak için canlarını, mallarını feda ediyorlar. Kanunların çiğnendiğini gördükçe onun acısını kalblerinde hissediyorlar. İşyerinin aleyhinde bir vefâsızlık gördüklerinde bu onları rahatsız ediyor ve ellerindeki bütün imkanlarla bu isyan ateşini söndürmeye ve kökünden söküp atmaya gayret ediyorlar.
Elbette ki takvâ sahibi olanlar işyerinde vefâkâr çalışanların listesine girecek ve dereceleri yükselecektir. Ancak ihsan sahipleri öyle yüksek dereceye haiz olacaklardır ki takvâ sahiplerinin başları onların ayaklarına ulaşamayacaktır. Ne takvâ sahiplerinin ne de başkalarının yetişemeyeceği bir makama sahip olacaklardır. Aynı şekilde takvâ ve ihsan sahiplerini İslâm ölçüleri içinde kıyaslayabilirsiniz. Evet takvâ sahipleri kendilerine güvenilen ve itimat edilen kimselerdir ama İslâmın kuvveti ve cevherindeki canlılığı sadece ihsan sahibi olan muhsinlerde bulunur. İslâmın bu âlemde yapılmasını istediği şeyleri yalnız bu tabakadaki muhsinler yapacaktır. Yerine getirecektir.
Allah’ın dininin küfür önünde mağlup olduğunu ve artık kâfirlerin işi ele aldığını ve Allah’ın kanunlarının çiğnenmekle kalmayıp küfür önünde yok olmaya yüz tuttuğunu, şeriatın ihlal edildiğini, sadece fiilen değil kanunen de yasak olduğunu ve artık yeryüzünde Allah’ın dininin yok sayıldığını, insanlığın ahlâkının ve medeniyetinin, küfrün galebesiyle fesada uğradığını, İslâm ümmetinin de, hala süratle ahlâkî ve ameli bazı sapıklıklarla bozulduğunu gören bir kesimin durumunu düşünelim.
Bütün bunları zaman zaman görüp hissettikleri halde hayatları bulanmayan, rahatsız olmayan ve şu utandırıcı hayattan kurtulup kamil ve salih bir hayat
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurmak için gayrete girmezler. Tam tersine Allah’ın kendilerine verdiği zeka ve aklı, müslümanları, kâfirlerin kendilerine galip geldiğine ve bir şey yapamayacaklarına ikna etmeye gayret ederler. Bu insanlar nasıl ihsan sahiplerinden sayılabilirler? Allah’ın emirlerine karşı gösterdikleri bu vurdumduymazlıktan sonra ihsanın o üstün tabakasına, mertebesine nasıl çıkarlar?
Yaptıkları şeyler dinin özünü ve ayakta kalmasını sağlayacak hiçbir şeyi kapsamamaktadır. Allah’tan başkasının hakimiyetine teslim olmamak ve hakkın kelimesini yüceltmek için canını malını feda etmek olan dinin özünden, uzak vaziyette hayatlarını sürdürürler. Vefâkâr ile hâin düşman arasındaki bu fark dünyanın bütün devlet ve milletlerinde gözlenmektedir. Mesela devletin herhangi bir yerinde bir taife devlete isyan etse yahut dışardan bir düşman hücuma kalkışsa düşmanların ve hainlerin idaresini hoş görenler yahut onlardan memnun olanlar, aşağılık ve zilletlerini açığa vuran bir anlaşma yaparlar. Yahut düşmanlarının kontrolü ve himayesi altında bir düzen oluştururlar. Devletin büyük işlerinin tamamı bu düşmanların elinde, devlet hazinesi onların emrinde olur. Bu zavallılar da basit bazı işleri üstlenirler. Dünyada ne bir devlet ne de bir millet bu tip insanları kendilerine sâdık ve muhlis kimselerden saymazlar. Küçük meselelerinde kendi milliliklerini koruma hususunda çok şiddetli de davransalar milli kıyafetlerini üzerlerinden çıkarmasalar da hiç bir millet ve devlet düşmanlarına meyleden bu tipleri kendisine halis ve sâdık fertler olarak kabul etmez.
Öyleyse bilmemiz lazım ki Allah dost ve düşmanlarını insanlardan daha iyi bilir. Zannediyor musun ki Allah sakalın uzatılmasına, tespihlere, vird ve ezkara, nafilelere ve benzeri işlere aldanır? 1439
Sekülerleşme ve Kayıp Giden Değerlerimiz
Değerlerimiz vardı bizim... Bizi gerçekte biz kılan, bizi yüce bir varlık kılan değerlerimiz vardı bizim... Sevgimiz vardı bizim... Tertemiz, çıkarsız, içten gelen bir sevgimiz vardı bizim... Ve yüce sevdalarımız vardı bizim... Kendimizi adadığımız. Uğruna nice fedakârlıklarda bulunduğumuz bütün zorlukları göze aldığımız sevdalarımız vardı bizim... Hayâ duygumuz vardı bizim... Alçakgönüllü olmamızı sağlayan, kibirlenmemizi engelleyen bir hayâ duygumuz vardı bizim... Adâlet duygumuz vardı bizim... Kendi çıkarlarımıza ters düşse bile, haksızlık yapmamıza izin vermeyen bir adâlet duygumuz vardı bizim... Ve merhamet duygumuz vardı bizim... İnsanlık için bize gözyaşı döktüren, başkalarının acısına bizi ortak kılan, zâlimleşmemizi engelleyen bir merhamet duygumuz vardı bizim... Onurumuz vardı bizim... Zâlimler karşısında bize boyun eğdirmeyen, bizi kendimizden emin kılan, dik durmamızı sağlayan bir onurumuz vardı bizim...
Değerlerimiz vardı bizim... Bizi gerçekte biz kılan, insan kılan, bizi yüce bir varlık kılan değerlerimiz vardı bizim... Sekülerleşmenin hayatımızın her alanını işgal etmeye başlamasıyla birlikte, onları bir bir yitirmeye başladık. Yüreğimiz pas tutar hale geldi Sekülerliğin bataklığında dibe doğru her batışımızda, değerlerimizden bir parça yitirmeye başladık. Kendimizi yitirmeye başladık. Yani insanlığımızı yitirmeye başladık. Yani kendimizi...
Sevgimiz vardı bizim... Tertemiz, çıkarsız, içten gelen bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Yüreklerimizi birbirine ısındıran, bizi birbirimize
1439] Mevdudi’nin aynı isimli çalışmasından esinlenerek, Numan Yılmaz, Vuslat Dergisi
AHLÂK
- 347 -
ısındıran, karşılıksız, yalansız bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Yüreğimizin derinliklerinde, ta derinlerde hissettiğimiz bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Bize maddenin her şey olmadığını, bize her şeyin akli olamayacağını ve olmaması gerektiğini öğreten bir sevgimiz vardı bizim. Sevgimiz vardı bizim... Bize gerçek mutluluğu ve huzuru sağlayan bir sevgimiz vardı bizim...
Sevgimizi dönüştürmeye başladık. Bize en fazla çıkar sağlayacak olan şeyleri sevmeye başladık. Daha fazla, hep daha fazlasını, hep en fazlasını elde ederek mutlu olacağımızı, mutluluğu ancak böyle elde edebileceğimizi düşünmeye başladık. Mutluluk... Seküler bir dünyada neydi ki mutluluk? Daha fazla kazanmak, daha fazla harcamak, yemek, içmek... Mutlu azınlıklara ve mutsuz çoğunluklara ne kadar mutlu olduğumuzu göstermek için mutlu olmaya çalışmak.
Mutluluk... Seküler bir dünyada huzursuz bir mutluluktu söz konusu olan... Bunun için gönül harcamalarında da kısıtlamaya gidilmesi gerekiyordu. Bunun için kimseleri sevmemize gerek yoktu. Daha fazla kazanmamız yeterliydi. Biz daha fazla kazandıkça, daha fazla kişi bize hürmet gösterecek, daha fazla kişi bizi sevecekti. Çıkar sevgisiyle bize bağlanacaktı daha fazla kişi...
Sevgimiz... Paylaştıkça büyüyen, paylaştıkça çoğalan sevgimiz... Sevgimizi dönüştürmeye, sevgimizi yitirmeye başladık. Çıkarsız, yalansız, yüreğimizin ta derinlerinden gelen sevgimizi yitirmeye başladık... Yüce sevdalarımız vardı bizim... Kendimizi sevgiliye adadığımız, uğruna kendimizi feda ettiğimiz, bütün zorluklan göze aldığımız sevdalarımız vardı bizim. Yüce sevdalarımız vardı bizim... Yüreğimizi alev alev yakan yüce sevdalarımız vardı bizim. Bizi sevgiliye dönüştüren yüce sevdalarımız vardı bizim. Bizi sabır imtihanına tabi tutan...
Yüce sevdalar bize artık uzak görünmeye başladı. Filmlerde kalır oldu yüce sevdalar. Sevenin, sevgilisi için, yüce sevdası uğruna katlandığı zorlukları hayretler içerisinde izler olduk filmlerden. Güzellikleri bir kameranın görüntüsünden bize yansıyanlarla sınırlandırdık. Renkli ekrandan bize yansıyanlarla hayatımızı renklendirmeye çalıştık. Yaşamadık hayatı... Bir dairenin, kareden bize yansıttıklarıyla izleyicisi olduk hayatın. Yüce sevdalar bize artık uzak görünmeye başladı... Kimi zamanda onları kitap sayfalarına mahkûm ederek, bu sayfalar arasından okumaya koyulduk heyecanla... Yüce sevdalarımız vardı bizim... Kitaplarda kalır olan, heyecanını yaşamaktan uzak olduğumuz...
Yüce sevdalar bize artık uzak görünmeye başladı... Sekülerleşmenin zihnimizi bulanıklaştırmasıyla birlikte onu şehvet sevdasına dönüştürmekten uzak kalmadık. Kendimizi sevgiliye adamak yerine, şehvet peşine düşüp sevgilileri kendimize bir bir feda etmeye başladık. Sevdiğimiz için fedâkârlık yapmamız gerektiğinde, onun için, onunla birlikte zorluklara katlanmamız gerektiği hallerde onu terk edip, yeni sevgililer aramaya koyulmaktan geri kalmadık. Yüce sevdalar... Yüce sevdalardan çok uzakta yaşamaya başladık. Hayatımızı yaşamak için yüce sevdalardan çok uzakta hayat sürer olduk…
Hayâ duygumuz vardı bizim... Alçakgönüllü olmamızı sağlayan, kibirlenmemizi engelleyen bir hayâ duygumuz vardı bizim. Yanlış bir şey yaptığımızda yanaklarımızın al al olmasına sebep olan, bizi tekrar o masum hâlimize döndüren bir hayâ duygumuz vardı bizim. Hayâ duygumuz vardı bizim... Yaptığımız
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilikleri, güzel şeyleri başkalarına anlatıp böbürlenmemizi engelleyen bir hayâ duygumuz vardı bizim.
Hayâ duygumuz vardı bizim... Bizi yalanlardan, yapmacık davranışlardan uzak tutan bir hayâ duygumuz vardı bizim. İçimizdeki çocuğun ölmediğini, onu orada hep yaşattığımızı gösteren bir hayâ duygumuz vardı bizim...
Yitirmeye başladık hayâ duygumuzu... Sekülerliğin söylemlerine boyun eğerek, hayâ duygumuzu çöp kutusuna atıverdik. Modern bireyin akıllı olması, girişken olması, rekabetçi olması, kendisini ispatlaması gerekiyordu. Hayâ duygusu... Hayâ duygusu bunlar için bir engeldi ve atılması gerekiyordu. Bizi hedefe götürecek her şey meşru olmalıydı. Hayâ duygumuz ise, bu meşrutiyetin sağlanmasının önünde bir engeldi. Gerektiğinde en akilâne bir tarzda yalanlar uydurabilmeli, dâhiyane aldatmacalar gerçekleştirebilmeliydik. Söylemler dünyasında kendimize iyi bir yer kapabilmek için, bu dünyanın nitelikli bir üyesi olduğumuzu göstermek adına, başarılarımızı en süslü, en abartılı kelimelerle anlatabilmeliydik. Hayâ duygumuzu yitirmeye başladık... Bizi gerçekte büyük bir insan kılan hayâ duygumuzu, büyük bir insan olmamızın önünde bir engel olarak görmeye başladık.
Adâlet duygumuz vardı bizim... Kendi çıkarlarımıza ters düşse bile, haksızlık yapmamıza izin vermeyen bir adâlet duygumuz vardı bizim. Nefsimize huzursuzluk veren olaylarla karşılaştığımızda bile, yanlış kararlar almamızı engelleyen bir adâlet duygumuz vardı bizim. Adâlet duygumuz vardı bizim... “Ben”lik duygusuna köle olmamızı engelleyen bir adâlet duygumuz vardı bizim. Kendi çıkarlarımızı değil, insanlığın çıkarlarını gözetmemizi sağlayan bir adâlet duygumuz vardı bizim... Adâlet duygumuzu yitirmeye başladık... Her geçen gün sekülerleştik ve her eylemimizde, karşılaştığımız her olayda elde edeceğimiz çıkarın büyüklüğüyle ilgilendik. Hayatın adâleti yoktur deyip, gerçekte bizim eserimiz olan adâletsizliğin bizle ilgisi yokmuş rahatlığına kendimizi kaptırdık. Adâlet duygumuzu yitirmeye başladık... İnsanlık dengelerinin gözetilmediği bir dünyada adâlet duygumuzu yitirmeye başladık...
Onurumuz vardı bizim... Zâlimler karşısında bize boyun eğdirmeyen, bizi kendimizden emin kılan, dik durmamızı sağlayan bir onurumuz vardı bizim. Onurumuz vardı bizim... Kınayanların kınamasından korkmamızı engelleyen bir onurumuz vardı bizim. En güçlünün bile haksızlık yapması durumunda, bunu ona haykırmamızı sağlayan bir onurumuz vardı bizim. Uğruna ölmeyi göze aldığımız, taviz vermeye yanaşmadığımız bir onurumuz vardı bizim... Onurumuzu yitirmeye başladık... Anlamlı, insanca bir hayat yaşamaya çalıştığımız onurumuzu yitirmeye başladık. Onurumuz yitirmeye başladık... Çıkar kapılarını açmak için yalakalık yapmaktan, onursuzluk yapanları onurlandırmaktan geri kalmadık. Onlar gibi ileride onurlandırılmak için onursuz yollardan geçmeyi ihmal etmedik. Onurumuzu yitirmeye başladık... Kuytu köşelerde terk ettik onurumuzu. Onurumuzu yitirmeye başladık ve böylece hayatımızdaki anlam karelerini tek tek silmeye başladık.
Merhamet duygumuz vardı bizim... İnsanlık için bize gözyaşı döktüren, başkalarının acısına bizi ortak kılan, zâlimleşmemizi engelleyen bir merhamet duygumuz vardı bizim. Merhamet duygumuz vardı bizim... Başkalarının acısını kendi acımızmış gibi hissetmemizi sağlayan, bize insan olduğumuzu hatırlatan
AHLÂK
- 349 -
bir merhamet duygumuz vardı bizim. Merhamet duygumuz vardı bizim... Komşumuz açken bizim tok yatmamızı engelleyen bir merhamet duygumuz vardı bizim...
Merhamet duygumuzu yitirmeye başladık... “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” düsturundan hareketle merhamet duygumuzu yitirmeye başladık. İnsanlığımızı yitirmeye başladık. Başkaları açken, başkaları acı çekerken, başkaları gözyaşı dökerken kendimiz mutlu olmayı başarabildik. Merhamet duygumuzu yitirmeye başladık... Gözyaşları ıslatmıyordu artık yüreğimizi.
Yüreğimiz... Dünyadaki sınırlar karşısında hapseylediğimiz yüreğimiz. Kulak vermek istemiyorduk artık yüreğimize. Öyle ya yarınlarımız için başka şeylerle zihnimizi meşgul etmememiz gerekiyordu. Daha fazla kazanmamız için, daha fazla çalışmamız gerekiyordu. Ve daha da fazla kazanabilmenin yollarını da bulmamız gerekiyordu. Hep daha fazlası, hep daha da fazlası... Yüreğimiz bu konuda bize rehber olamazdı. Yüreğimize kulak vermemiz gerekiyordu. Akıllı olmak gerekiyordu. Başkalarının zulüm görmesi, mutsuz olması ve bunlardan dolayı feryat emesi bizi ilgilendirmemeliydi. Merhamet duygumuzu yitirmeye başladık. Yani insanlığımızı yitirmeye başladık. Yani kendimizi yitirmeye başladık...
Zaman,
Zaman tükenmekteydi ama
Tükenip giden sadece zaman mıydı?
Yoksa bizde miydik zamanla tükenen?
Saliselerin saniyelere,
Saniyelerin dakikalara
Ve dakikaların saatlere
Ve saatlerin günlere
Ve günlerin haftalara
Ve haftaların aylara
Ve ayların yıllara
Ve yılların da ölüme doğru gittiği her bir anda
Bir adım
Ve bir adım daha atıyoruz
Kaçınılmaz sona doğru, Mutlak olan ölüme doğru...
Unutma dostum!
Bu dünyada yaşamak bir kere,
Hayat bir kere,
İşte bu yüzden;
İnsanlığını yitirmemek adına,
Yani kendini yitirmemek adına,
Şerefinle ölmeyi arzula sen her kere...
Bu dünyada ölmek bir kere dostum,
Ölüm bir kere,
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte bu yüzden;
Anların hayat sermayeni tükettiği her bir anda,
Yaşamak için yaşama dostum,
Yaşamak için yaşa sen her kere... 1440
“Güzel ahlâk en hayırlı dosttur. Çirkin ahlâk en zararlı düşmandır.” (Hz. Ömer r.a.)
“En güzel edeb; güzel ahlâk, en şiddetli fakirlik ahmaklık, en vahşi vahşet; kendini beğenmek ve en üstün zenginlik akıldır.” (Hz. Ali r.a.)
“Ahlâk güzelliği, beden güzelliğinden daha güzel ve daha devamlıdır.” (Hz. Ömer r.a.)
“Ahlâkı kötü insanla sohbet etme ki, günah irtikâbına meyletmeyesin.” (İmam-ı Azam r.a.)
“Bütün cihanı araştırdım, iyi huydan daha iyi bir liyâkat görmedim.” (Mevlana Celaleddin-i Rumi)
“Sade bir sözdür, fakat hikmetlerin en mücmeli; / Tek halâs imkânı var; Ahlâkımız yükselmeli.” (Mehmet Akif Ersoy)
“İskender, adı güzel, ahlâkı kötü bir adama demiş ki; ya adını değiştir, ya ahlâkını.” (Büyük İskender)
“Ahlâkta, sanatta olduğu gibi hiç konuşulmaz, ancak yapılır.” (Ernest Renan)
“Milletler parasızlıktan değil; ahlâksızlıktan çökerler.”
“İslâm insanlara en iyi ahlâk düzenini getirmiştir. Gayr-i İslâmî ahlâk anlayışı ise, bu düzeni getirmekten âcizdir.”
1440] Mehmet Anık, Vuslat Dergisi, sayı 38, Ağustos 2004
AHLÂK
- 351 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an Ahlâkı, M. Abdullah Draz, İz Y.
2. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâlî, Ribat Y.
3. Kaynaklarımıza Göre İslâm Terbiyesi, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Y.
4. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Ahlâk Esasları, Ali Turgut, Şamil Y.
5. Örneklerle İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir, Nesil Y./Rağbet Y.
6. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Yenda/Petek/Hilal Y.
7. Güzel Ahlâk, A. Muhsin Toprak, Buruc Y.
8. Fütüvvet Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
9. Arınma Yolu, I-II, Abdülhamid Bilali, Şafak Y.
10. Ahlâk Dersleri, Vedat Aydın, Denge Y.
11. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y.
12. Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı, Mustafa Çağrıcı, Ensar Neşriyat
13. Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
14. Ahlâk Rehberi, I-II, A. İlhan Ezel, Furkan Kitabevi Y.
15. İslâm Ahlâkı, Hayrani Altıntaş, Akçağ Y.
16. İman Ahlâk İlişkisi, İlhami Güler, Ankara Okulu Y.
17. İslâm’da Aile Eğitimi (Terbiyetu’l-Evlâd), Abdullah Nasih Ulvan, Uysal Kitabevi
18. Müslümanın Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.
19. Âyet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlâk, Recep Kılıç, TDV Y.
20. İslâm ve Toplum İlmihal, Heyet, cilt 2, İSAM Y.
21. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y.
22. Edebü’l-Müfred, Ahlâk Hadisleri, İmam Buhârî, Terc. A. Fikri Yavuz, I-II, Sönmez Y.
23. İmam Buhari’nin Derlediği Ahlâk Hadisleri, Buhârî, Terc. A.F. Yavuz, Alperen Y.
24. İslâm’da Nefis Terbiyesi, Said Havva, Yenda Y.
25. İhtilaf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
26. Âyetlerin Işığında İman, İbâdet ve Ahlâk Üzerine Sohbetler, Bayraktar Bayraklı, Bayraklı Y.
27. Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekaik, Abdullah İbnü’l-Mübârek, çev, M. Adil Teymur, Seha N.
28. Edeb-i Dünya ve Din, Din ve Dünya Edebi, el-Mâverdi, Bahar Y.
29. İslâm’da Ahlâk Nizamı, Mevdudi, Çev. A. Şener
30. Ahlâk Dersleri, Ahmed Hamdi Akseki, Üçdal Neşriyat
31. Ahlâk-ı İslâmiyye Dersleri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
32. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı
33. Ahlâk Pusulası Ahlâkî Değerler Eğitimi, Ahmet Çağlayan, Dem Değerler Eğitim Merkezi, Y.
34. Küresel Ahlâk Eğitimi, Mustafa Köy, Dem Y.
35. Din ve Ahlâk Eğitim Öğretimine Yeni Yaklaşımlar, Heyet, Dem Y.
36. Okul Öncesi Din ve Ahlâk Eğitimi, Zeynep Nezahat Özeri, Dem Y.
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
37. Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, İbrahim Canan, DİB Y.
38. Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, Abdurrahman Azzam,
39. Hadislerle Peygamberimizin Güzel Ahlâkı, Ebû İsa Tirmizî, Hisar Y.
40. Peygamberimizin Güzel Ahlâkı, Yusuf Tavaslı, MÜSİAD Y.
41. Peygamberimizin Örnek Ahlâkı, Mehmet Paksu, Nesil Basım Yayın
42. Rasûl-i Ekrem’deki Eşsiz Ahlâk, Şaban Döğen, Gençlik Y.
43. Rasûl ve Ahlâk, A. Muhammed el-Hufi, Kültür Basın Yayın Birliği
44. Üsve-i Hasene Kullukta Ahlâkta Âdâbda En Güzel İnsan, Ömer Çelik, Mustafa Öztürk, Murat Kaya, Erkam Y.
45. Peygamberimizin Şemâili Ahlâk ve Adabı, Hüseyin Algül, Nil Y.
46. Âlimlerin Ahlâkı, Ebûbekir Acurri, Ebû Said İbn’l Arabî, İnsan Y.
47. Ehl-i Beyt Ahlâkı, Mehdi Sadr, İnsan Y.
48. Çevre Ahlâkı, İbrahim Canan
49. İslâm Şahsiyetçiliği, M. Aziz Lahhâbî, çev. İsmail Hakkı Akın, Yağmur Y.
50. Ahlâk Eğitimi, M. Münir Raşit Öymen, Murat Matbaacılık
51. Din ve Ahlâk Öğretiminin Psikolojik ve Metodik Esasları, Hüseyin Peker, Eser Mat. Samsun, 1991
52. Bütün Yönleriyle Müslüman Nasıl Olmalı?, Seyyid Sabık, çev. Abdullah Karaca, İhtar Y.
53. Çocuklarda ve Gençlerde Ahlâk ve Karakter Eğitimi, Recep Şükrü Apuhan, Timaş Y.
54. Hz. Peygamber’in Edeb ve Ahlâkı, Ebû Şeyh el-İsbehanî
55. Lokman Sûresi ve Ahlâkî Öğütler, Muhsin Demirci, Çamlıca Y.
56. Dinî ve Felsefî Ahlâk Lüğatçesi, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
57. İslâm Terbiye ve Ahlâk Sistemi, Muhammed Kutup, Hisar Y.
58. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
59. İslâm’da Ahlâk, Osman Pazarlı, Remzi Kitabevi Y.
60. Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y./Yalnızkurt Y.
61. Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.
62. Kur’an’da Karakter Eğitimi, Mûsâ Kâzım Gülçür, Işık Y.
63. Kur’an ve Sünnet’te İtikat, İbâdet ve Ahlâk, Ebûl Hasan En-Nedvî, Risale Y.
64. Gençliğin Dinî Ahlâkî Terbiyesi, Hüseyin Algül, Hafe Y.
65. İlmî ve Felsefî Ahlâk Lügatçesi, Fatih Enes Kitabevi Y.
66. İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı, Birleşik Y./M. Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Y.
67. Çözüm Kur’an Ahlâkı, Harun Yahya, Vural Y.
68. Okul Öncesi Din ve Ahlâk Eğitimi, Zeynep Nezahat Özeri, Dem Y.
69. Ahlâk, Ahlâk-ı Alâî, Kınalızade Ali Efendi, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
70. Devlet ve Aile Ahlâkı, Kınalızade Ali Efendi, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
71. Tasvir-i Ahlâk, Ahlâk Sözlüğü, Ahmet Rifat, Tercüman 1001 Temel Eser Y.
72. Misbahü’l-Necah, Terbiye, İmam Gazâlî, Terc. Abdülkadir Akçiçek, Rahmet Y.
AHLÂK
- 353 -
73. Semâvî Dinlerde Ahlâk, Mustafa Yazgan, Nur Y.
74. Güzel Ahlâk Mesut Hayat, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.
75. İlim ve Ahlâk, İslâm ve Kâinat, Mustafa Yazgan, Elif Y.
76. Kısa Gerekçeli Pratik Ahlâk, Andre Lalande, MEB Y.
77. Yaşayan Cahiliye, Aysel Zeynep, İnkılap Y.
78. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selahattin Kıyıcı, İşaret Y.
79. Tanrı-Ahlâk İlişkisi, Mehmet S. Aydın, TDV Y.
80. İslâm Ahlâkının Esasları, Babanzade Ahmed Naim, TDV Y.
81. Ahlâkın Dinî Temeli, Recep Kılınç, TDV.Y.
82. İnsan ve Ahlâk, Recep Kılınç, T.D.V. Y. İlim-Ahlâk-İman, Derleyen M. Rahmi Balaban, DİB Y.
83. İslâm Dini, İtikad, İbâdet ve Ahlâk, A. Hamdi Akseki, DİB Y.
84. İyi Müslüman, İsmail Lütfü Çakan, TDV Y.
85. İslâm Ahlâkı, Hasan Ege, Bahar Y.
86. Ahlâk Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Y.
87. Tasavvufi Ahlâk, 1-5, M. Zahit Kotku, Seha Yay.
88. İslâm Büyüklerinin Örnek Ahlâkı ve Hikmetli Sözleri, İmam Şarani, Sönmez Neşr.
89. Edeb, Tahir Büyükkörükçü, Cağaloğlu Yay.
90. Büyük Günahlar, Hafız İmam Zehebi, Hak Yay.
91. İlâhi Yasaklar, Büyük Günahlar, Celal Yıldırım, Uysal Yay.
92. İlâhi Hikmetler, Büyük Sevaplar, Celal Yıldırım, Uysal Yay.
93. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilal Yay.
94. Helâller ve Haramlar, Hayrettin Karaman Nesil Yay
95. Lanetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Yay.
96. Ahlâk, İbn Hazm, Bilge Adam Y.
97. Ahlâk Dersleri, Eşref Edib, Beyan Y.
98. Ateistler İçin Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi, Hüseyin Akın, Akis Kitap
99. Dil ve Ahlâk, Hakan Poyraz, Vadi Y.
100. Ahlâk Nizamı, Mevdudi
101. Ahlâk Nizamı, Nurettin Topçu, Dergâh Y./Hareket Y.
102. Ahlâk Risalesi, Enes Uner, Fatih Y.
103. Ahlâk Felsefesi, Hüsameddin Erdem, Konya, 2001
104. İslâm Ahlâk Teorileri, Macit Fahri, Litera Y.
105. İslâm Ahlâkı, İmam Gazali, Sinan Y.
106. Herkes İçin Gerekli Ahlâkî Kurallar, Rızâ İsfehani, Ağaç Y.
107. Toplam Ahlâk, Coşkun Can Aktan, Zaman Kitap
108. Ahlâk-Hukuk İlişkisi, İsmail Kıllıoğlu
109. Karakter Nasıl Geliştirilir?, Aylin Atmaca, Timaş Y.
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
110. İslâm’da İnsanî İlişkiler ve Ahlâkî Hayat, Mehmet Kemal Gündoğdu, Nesil Y.
111. Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, Hüsamettin Erdem, Şahsi Y.
112. Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, Hüsameddin Erdem, Dem Y.
113. Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı, İsmail Hami Danişmend, İstanbul Kitabevi Y.
114. Türklerde Ahlâk ve Dünya Görüşü, Nihat Keklik, Ötüken Neşriyat
115. Akıl ve Ahlâk, Bünyamin Duran, Nesil Y.
116. Örnek Nesil İçin Sahabe Modeli, Murat Sarıcık, Nesil Y.
117. Siyasal Ahlâk ve Siyasal Ahlâksızlık, Türker Alkan, Bilgi Y.
118. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y., c. 1, s. 185
119. Kur’ân-ı Kerim’de İlim İman İlişkisi, Mustafa Bilgin, Basılmamış Yükses Lisans Tezi, Bursa, 1984
120. Ahlâk (Kapak Konusu), Vuslat Dergisi, s. 38, Ağustos 2004
121. Siyaset ve Ahlâk, İslâmiyat Dergisi, 6. cilt, sayı 1, 2003
122. Kur’ân-ı KerimKavram Tefsiri, Ahmed Kalkan, (Takvâ, İlim, İnfak, İfsâd-Islah, Sâlih Amel, Ahid, Tevbe, Hakka Bâtılı Karıştırmak ve Hakkı Gizlemek, Sabır, Zulüm-Zâlim, Af, Şükür, Yeme-İçme, İhsân-Muhsin, İsyan-İtaat, Ana Babaya İhsan, Güzel Söz, Kan Dökmek, Adâvet-Düşmanlık, Sihir/Büyü, Hevâ, İhtilâf, Husn/Güzellik, İhlâs, Sevgi ve Allah’ı Sevmek, Haram-Helâl, Günah, Sıdk/Doğruluk, İçki ve Kumar, Tahâret/Temizlik, Yemin, Karz-ı Hasen (Güzel Borç), Ribâ/Fâiz, Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi, İftirâ, Vahdet (Hep Birlikte Allah’ın İpine Yapışmak), Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker, Yumuşaklık-Kabalık ve Katı Yüreklilik, Şûrâ (İstişâre, Danışma), Azim ve Tevekkül, Buhl/Cimrilik ve Cömertlik, Fuhuş-Zinâ, Kadın-Erkek İlişkileri ve Ailede Geçim, Emânet, Hırsızlık, İsrâf, Elbise ve Tesettür, Yeis; Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesmek, Kardeşlik, Gıybet-Alay-Lakab-Sûi Zan, Ahlâk Kavramları)
Aile Ahlâkı
1. Kur’an Âilesi, Mûsâ Kâzım Yılmaz, Hilâl Y.
2. Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, Rağbet Y.
3. Âilede İslâm Nizamı, Mehmet Altunkaya, Bahar Y.
4. Âile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y.
5. Âile Saâdeti, Sâdık Dânâ, Erkam Y.
6. Âilede Saâdet Prensipleri, Mehmed Said, Bahar Y.
7. Âile Çevresi Kadın-Erkek İlişkileri, Servet Serdaroğlu, Redhouse Y.
8. Âile Okulu, Kemalettin Erdil, T.D.V. Y.
9. Âilede Eğitim, Hüseyin Ağca, T.D.V. Y.
10. Âilede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y.
11. Ailede Çocuk Terbiyesi, Halil Fikret Kanad, M.E.B. Y.
12. İslâm’da Aile Eğitimi (Terbiyetu’l-Evlâd), Abdullah Nasih Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
13. Allah Rasûlünün Örnek Aile Hayatı, Ahmet Şelubi, Ahsen Y.
14. Hz. Muhammed’in Âile Hayatı ve Eşleri, Ziya Kazıcı, Çamlıca Y.
15. Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye, İbrahim Canan, DİB Y.
16. Rasûlullah’a Göre Aile ve Okulda Çocuk Terbiyesi, İbrahim Canan, Yeni Asya Y.
AHLÂK
- 355 -
17. Muvahhid Âileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
18. Müslüman Ailede Çocuk Terbiyesi, Ahmet Hamdi Savlu, Hayra Hizmet Vakfı Y. Konya, 1978
19. Okul Öncesi Din ve Ahlâk Eğitimi, Zeynep Nezahat Özeri, Dem Y.
20. Çocuklarda ve Gençlerde Ahlâk ve Karakter Eğitimi, Recep Şükrü Apuhan, Timaş Y
21. Mutlu Bir Yuva İçin 33 Teklif, Salih Yusufoğlu, Araştırma Y.
22. Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, M. Zeki Aydın, Nobel Y./Dem Y.
23. Ailenin Ahlâk Kılavuzu, Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
24. Cinsel Ahlâk ve Biyolojik Tehlike, Münevver Ahmed Enis, İz Y.
25. Ailede Çocuğun Ahlâk Eğitimi, M. Zeki Aydın, Nobel Y./Dem Y.
26. Ailenin Ahlâk Kılavuzu, Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
27. İslâm’da Âile ve Çocuk Terbiyesi 1-2, Heyet, (Tartışmalı Toplantı), İSAV, İlmî Neş./Ensar Neşriyat
28. İslâm’da Evlilik ve Âile Eğitimi, Ali Eren, Merve Yayın Pazarlama
29. İslâm’da Âile Ahlâkının Dinamikleri, Âyetullah Hüseyin-i Mezâhirî, çev. Kadri Çelik, Hamd Y.
30. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Emine Özkan Şenlikoğlu, Mektup Y.
31. İslâm’da Erkeğin Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
32. İslâm’da Kadının Eşine Karşı Vazifeleri, Abdulhâlim Hamid, Mektup Y.
33. İslâm’da Âile Eğitimi, Abdullah Ulvan, 1-2, Uysal Kitabevi Y.
34. Hanımlara İslâm İlmihali, Enbiya Yıldırım, Umran Y.
35. Örnek Âile, Necip Ammere, Risale Y.
36. Kur’an ve Sünnete Göre Örnek Âile, Necip Ammare, Görüş Y.
37. İslâm’da Erkek, Emine Şenlikoğlu, Mektup Y.
38. Delilleriyle Âile İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
39. Kadın İlmihali, Abdülvehhab Öztürk, Kılıç Y.
40. İslâmîyet’te Kadın Öğretimi, Tayyib Okiç, D.İ.B. Y.
41. İslâm’da Evlenme Âdâbı ve Müslüman Kadını, Ahmet Arslantürkoğlu, Can Kitabevi Y.
42. Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, İbrahim Cemal, Risale Y.
43. Müslüman Kadının Görevleri, Şehid Hasan el-Benna, Ravza Y.
44. Kaynaklarıyla Büyük Kadın İlmihali, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
45. Râşid Halifeler Devrinde Kadın, Rızâ Savaş, Ravza Y.
46. Sosyal Hayatta Kadın, Heyet, İSAV, Ensar Neşriyat
47. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
48. Kur’an ve Sünnete Göre Müslüman Kadının Şahsiyeti, M. Ali Haşimî, Risale Y.
49. Müslüman Kadının Şahsiyeti, Kültür ve Dâveti, Abdulhâlim Nuhoğlu, Ravza Y.
50. İzahlı Kadın İlmihali, A. Uysal, M. Uysal, Uysal Kitabevi Y.
51. Gençlere Âile Eğitimi, Abdullah Nâsıh Ulvan, Ravza Y.
52. Kur’an ve Sünnette Annelik, Muhammed Seyyid, Uysal Kitabevi Y.
53. Hadis-i Şeriflere Göre Evlenme Âdâbı, Nâsıruddin Elbânî, Hikmet Y.
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ticaret Ahlâkı
1. Ticâret Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
2. İslâm’da Ticâret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gâye Vakfı, İst. 2001
3. İslâm’da Ticâret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
4. Delilleriyle Ticâret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
5. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
6. İslâm’da İş ve Ticaret Ahlâkı, Hüseyin Kaleşi, Seha Neşriyat
7. Alış-Verişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Hayreddin Karaman ve heyet, İlmî Neşriyat
8. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvi, İnsan Y.
9. İktisat ve Ahlâk, Salih Mirzabeyoğlu, İbda Y.
10. İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, Sabri F. Ülgener, Der Y.
11. İslâm’da Mal ve İdare, Hasan Tahsin Feyizli, Kültür Bas. Yay. Birliği
12. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y.
13. İslâm İcra ve İflas Hukuku, Fâhrettin Attar, Marm. Üniv. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
14. Alış-veriş: Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 103-108
15. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
16. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
17. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
18. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-290
19. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?
20. İslâm Nizamı, A. Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 131-163
21. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
22. İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
23. İslâm’da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Âdem Esen, İz Y. İst. 1996
24. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
25. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
26. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
27. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
28. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
29. İslâm’da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
30. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
31. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
32. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
33. Sosyal Siyaset Açısından İslâm’da Ücret, Âdem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
34. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
AHLÂK
- 357 -
35. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
36. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
37. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
38. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
39. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
40. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sâdık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
41. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
42. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
43. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
44. İktisat, Kâzım Güleçyüz, Nesil Basım Yayın
45. İktisat Risaleleri, Mustafa Özel, İz Y.
46. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
47. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
48. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
49. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
50. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
51. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
52. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
53. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
54. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
55. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
56. Faiz, Ebû’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
57. Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
58. Faiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
59. Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
60. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
61. Türkiye’de, Dünyada Faizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
62. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
63. İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
64. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
Âdâb ve Görgü Kuralları
1. Kur’ân-ı Kerim’de Âdâb-ı Muâşeret, Görgü Kuralları, M. Zeki Duman, İpek Y.
2. Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal Münasebetler ve Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Tuğra Y.
3. Âdâb-ı Muâşeret Edeb Yâ Hû, Mustafa Necati Bursalı, Çelik Y.
4. Hz. Peygamber’in Edeb ve Ahlâkı, el-İsbehanî, İz Y.
5. Günlük Hayatımızda Nezaket ve Görgü, Ayşenur Kurtoğlu, Timaş Y.
6. Görgü ve Nezaket Kuralları, Ali Çankırılı, İsmet Elbaşı, İ. Demirci, Timaş Y.
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
7. Mecmau’l-Âdâb, Sûfizâde Seyyid Hulûsi, Sağlam Kitabevi Y./Saâdet Y.
8. Mecmaü’l-Âdap, Fatih Enes Kitabevi
9. Mecmaul Adab, Naim Erdoğan, Huzur Y.
10. Âdâb-ı Muâşeret, Abdülkadir Halit, Rehber Y.
11. Âdâb-ı Muâşeret, Edeb Yâ Hu!, Mustafa Necati Bursalı, Çelik Y.
12. Konuşma Sanatı Görgü Kuralları, İshak Doğan, Uysal Kitabevi
13. Dua Âdâbı ve Hikmetli Dualar, Sevim Asımgil, Timaş Y.
14. Aile ve Görgü Ansiklopedisi, Ayten Karaalioğlu, İnkılap Kitabevi/Kelepir Y.
15. Hayatın İçinden Görgü ve Nezaket, Min Âdâbi’l İslâm, Abdülfettah Ebû Gudde, İlke Y.
16. Kur’an ve Sünnet Işığında Görgü, İbrahim Ünal, Nesil Y.
17. Peygamberimizin Şemaili Ahlâk ve âdâbı (s.a.s.), Hüseyin Algül, Nil Yayınları
18. Edeb, Tahir Büyükkörükçü, Cağaloğlu Yay.
19. Kız İsteme, Düğün âdâbı ve Cinsel Eğitim, Abdullah Nasıh Ulvan, Uysal Kitabev Y.
20. Kurban Bayramı ve Kurban Kesme âdâbı, Yaşar Bozyiğit, Umran Y.
21. Çağdaş Görgü Kuralları ve Protokol, A. Nevzad Odyakmaz, Mephisto Y.
22. Görgü ve Nezaket Kuralları, Emine Yüter, Sarı Papatya Y.
23. Aile ve Toplumda Görgü ve Nezaket Kuralları, Emine Yüter, Papatya Y.
24. Tatlı Emeller Acı Hakikatler Yahud Gelecek Nesillere Siyasî Âdab Tâlimi, Mizancı Mehmed Murad, Şehir Y.
25. Görgü ve Nezaket Kuralları, Mecit Dönmezbilek, Keşif Y.
26. Görgü: Kur’an ve Sünnet Işığında, İbrahim Ünal, Nesil Y.
27. Görgüsüzlük Çağı Davranış Rehberi, Yüksel Söylemez, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık
28. Her Şeyin Bir âdâbı Var, Şenay Duru Özaltın, Alfa Basım Yayın
29. Aileye Pratik Bilgiler, İnci Beşoğul, Nesil Y.
30. Aile Eğitim Kılavuzları, c. 22, Görgü Kuralları, Nabi Avcı, Seha Neşriyat
31. Âdâb, Muhammed bin Abdullah Hânî, terc. Ali Hüsrevoğlu, Erkam Y./Özel Y.
32. Adab Bilinci, H. Ali Akar, Furkan Y.
33. Âdâb-ı Muâşeret Konularına Göre Kırk Hadis I-II, Said Köşk, Kahraman Y.
34. Edeb-Âdâb ve Çeşitli Dualar, S. H. Eren, Berekat Y.
35. Bütün Yönleriyle Osmanlı âdâb-ı Osmaniye, Erol Özbilgen, İz Y.
36. Kur’an ve Sünnet Işığında Âdab, Seyda Muhammed Konevi, Ahmet Öz, Reyhan Y.
37. Adap Sünnetler Sünneti Yaşamak, Kolektif, Okul Y.
38. Genel Âdap ve Aile Düzenine Karşı İşlenen Suçlar, Cengiz Otacı, Seçkin Y.
39. Osmanlıda Gündelik Hayatın Değişimi, Âdâb-ı Muâşeret, Nevin Meriç, Kaknüs Y.
40. Avrupa Âdâb-ı Muâşereti yahut Alafranga, Ahmet Mithat Efendi, Akçağ Y
ÂHİRET
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
ÂHİRET
• Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Âhiret
• Yakînî Bilgi, Kesin İnanç
• Âhirete İman
• Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
• Âhiret Şuuru
• Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
• Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
• Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
• Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
• Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, sana indirilene (Kur’an’a) ve senden önce indirilenlere (İlâhî Kitaplara) iman ederler. Onlar âhirete de yakînî olarak, kesin bir şekilde iman ederler.” 464
Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti
Âhiret, kelime olarak Arapçada son, diğer, sonra gelen demektir. Âhiret; dünya hayatını takip eden, ona benzeyen yönler olduğu kadar, benzemeyen yönlerin de olduğu daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir. “Yakîn” ise, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış, şüphe karışmayan kesin bilgi demektir.
Âhiret inancı, Allah’ın varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde (tabii bu arada hıristiyanlık ve yahûdilikte de) mevcuttur. Kur’an’da Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf, Mûsâ, İsa ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edilir.465
Kur’ân-ı Kerim’de Âhiret
Âhiret kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 115 yerde geçer.466 Yine, “son gün”
464] 2/Bakara, 4
465] bk. 12/Yûsuf, 101; 19/Meryem, 33; 20/Tâhâ, 55; 26/Şuarâ, 81-102; 71/Nuh, 17-18
466] Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 115 Yerde:) 2/Bakara, 4, 86, 94, 102, 114, 130, 200, 201, 217, 220; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85, 145, 148, 152, 176; 4/Nisâ, 74, 77, 134; 5/Mâide, 5, 33, 41; 6/En’âm, 32, 92, 113, 150; 7/A’râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67;
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamında “yevmü’l-âhir” şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde 26 yerde kullanılır.467 Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî sûrelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Birçok sûrede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence”468 bir “süs ve öğünüş”tür;469 “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır.470 Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.471 Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire)472 kelimesiyle ifade edilmiştir.
Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.
Kur’ân-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, sözkonusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah’a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.9/Tevbe, 38, 38, 69, 74; 10/Yûnus, 64; 11/Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra’d, 26, 34; 14/İbr3ahim, 3, 27; 16/Nahl, 22, 30, 41, 60, 107, 109, 122; 17/isrâ, 7, 10, 19, 21, 45, 72, 104; 20/Tâhâ, 127; 22/Hacc, 11, 15; 23/Mü’minûn, 33, 74; 24/Nûr, 14, 19, 23; 27/Neml, 3, 4, 5, 66; 28/Kasas, 70, 77, 83; 29/Ankebût, 20, 27, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb, 29, 57; 34/Sebe’, 1, 8, 21; 38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/Mü’min, 39, 43; 41/Fussılet, 7, 16, 31; 42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm, 25, 27; 57/Hadîd, 20; 59/Haşr, 3; 60/Mümtehıne, 13; 68/Kalem, 33; 74/Müddessir, 53; 75/Kıyâmet, 21; 79/Nâziât, 25; 87/A’lâ, 17; 92/Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
467] Âhiret Günü Anlamındaki “El-Yevmü’l-Âhır” Terkibinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde:) 2/Bakara, 8, 62, 126, 177, 228, 232, 264; 3/Âl-i İmrân, 114; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 136, 162; 5/Mâide, 69; 9/Tevbe, 18, 19, 29, 44, 45, 99; 24/Nûr, 2; 29/Ankebût, 36; 33/Ahz3ab, 21; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehıne, 6; 65/Talâk, 2.
468] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
469] 57/Hadîd, 20
470] 57/Hadîd, 20
471] Bk. 29/Ankebut, 64 ; 40/Mü’min, 39; 57/Hadîd, 20
472] 6/En’âm, 31; 7/A’râf, 147…
ÂHİRET
- 111 -
Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel yaratık haline gelir. Ondaki rûhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.
Yakînî Bilgi, Kesin İnanç
Yakînî bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttakîler, âhireti gözleriyle görmemişlerdir ama gözlerini yaratan Allah, âhiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir, fakat Allah’ın verdiği haberde yanlışlık olmaz. Çölde su görüp de ona doğru koşan insan, çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple biz Allah’ın haberine gözlerimizle gördüğümüzden daha fazla inanırız. “Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz, diriltilecek değiliz.”473 diyen insanlar, mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkâr etmekteler. Ama bu kışın bir baharı, bu dünyanın da bir âhireti var.
Ana rahmindeki bebeğe “buradan daha geniş bir dünya var” deseniz, gülüp geçebilir. Bu dünya da, âhiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde yaşar, büyür ve ölerek âhirette doğarız. Baharda doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen, kardan kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrafil’in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri, âhiretin varlığını bize hatırlatan âyetlerdir. 474
Âhiret konusu, İslâm’ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesaretini elde edebilmesi, dünya müstekbirlerine meydan okuyabilmesi ancak bu inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrâk etmedir. Bu yüzden Mushaf tertibiyle âhiret kelimesinin geçtiği ilk âyette475 “yûkınûn (yakînen iman)” ifâdesi yer almış; Kur’an’ın hidâyetine erip kurtuluşa erecek muttakîlerin özellikleri arasında “âhirete yakînî iman” şartı aranmıştır.
Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şâhid oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme’l- yakîn olarak bilinen âhiret konusunun
473] 6/En’âm, 29; 23/Mü’minûn, 39; 45/Câsiye 24
474] Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, Cantaş Y., 1/87
475] 2/Bakara, 4
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayne’l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.
Ayne’l-yakînde kişi, şâhid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür. Ama bütünüyle duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka’l-yakînin alanına girer. Öyleyse ayne’l-yakînin güçlendirilmesi için sembollere, teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih ve semboller yoluyla âhiret tasvir edilir. Kalp gözü açık olanlar, bu tasvirin en uç noktasına, yani sınırına varabilirler. Bizzat müşahede ise şüphesiz öldükten sonra olacaktır. İşte müslümanların âhirete imanları bu minval üzere olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve pratik hayata aksedecektir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: “Şu anda neyi düşünüyordunuz?” Hiçbir insanın, “şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum” dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamak ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.
Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrafil’in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesada uğrayacaktır. “Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî kalacaksınız!”476
Âhirete İman
Mü’minlerin akîdelerini teşkil eden iman esaslarından birisi de “âhiret gününe inanmak”tır. Kur’an, bizden gaybî olan âhiret âlemine yakînen, (kesin inançla) inanmamızı istemektedir. İsrâfil (a.s.) birinci defa sura üfürdüğünde kıyâmet kopacak, her şey yok olacaktır. İkinci defa üfürdüğünde ise herkes dirilecektir. İnsanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebedîyyen devam edecek olan zamana âhiret denir. “Sonra siz kıyâmet gününde muhakkak diriltileceksiniz.”477; “Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar, âhirete de kesin inanç ile inanırlar.”478
Âhiret gününde dünyada kim ne işlemişse karşılığı tam olarak verilecektir. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “Kâfirler öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini zannederler. Ey Muhammed! De ki, Hayır! Rabbime yemin ederim ki öldükten sonra yeniden
476] 26/Şuarâ, 129
477] 23/Mü’minûn, 16
478] 2/Bakara, 4
ÂHİRET
- 113 -
dirileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu Allah’a çok kolaydır.” 479
Her şey gibi dünyanın da bir sonu vardır. Bir gün gelecek her yaratılan şey gibi dünya da yok olacaktır. Her şey yok olduktan sonra insanlar Allah’ın emriyle tekrar dirilecektir. Herkes dünyada işlediğinden sorguya çekilecek, her yaptığının karşılığını görecektir. O gün insana İman ve sâlih amelden başka hiç bir şey fayda vermeyecektir. İslâm’ı seçen ve gereklerini yerine getirenler cennete; bâtılı seçenler ise cehenneme gidecektir.
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman;
Yıldızlar düşüp söndüğü zaman;
Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman;
Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman;
Denizler kaynatıldığı zaman;
Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman;
Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman;
Amel defterleri açıldığı zaman;
Gök yerinden oynatıldığı zaman;
Cehennem alevlendirildiği zaman;
Cennet yaklaştırıldığı zaman;
İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” 480
Âhiret âlemine İman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a İmandan hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a İman ile âhirete İman birbirine bağlı olarak ifâde edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o adil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır. “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezâsını görecektir.” 481
Evet, dünya bir imtihan yeri, âhiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka hiçbir yardımcı, O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir: “Bir de öyle bir azap gününden sakının ve korunun ki, o günde (Kıyâmette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azâbdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kâfirlere yardım da yapılmaz.” 482
Mü’minler bilmelidir ki, o gün mes’ûliyet ferdîdir, hesaplar şahsîdir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.
Âhirete iman, mü’mine, mutlak adâlete dayanan ferdî mesuliyeti yükler. Bu
479] 64/Teğâbûn, 7
480] 81/Tekvîr 1-14
481] 99/Zilzâl, 7-8
482] 2/Bakara, 48
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç âleminde uyanıklığı hâkim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Âhirette mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak sâlih amelidir. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinin cezâsından kurtaramaz. Bunun içindir ki, âhirete İmanın, mü’minin hayatında büyük bir etki edeceği kaçınılmazdır. Öyle ise mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını âhirete yönelik yapmalıdır. İslâmî çalışma ve ibâdet hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibâdet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) âhirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir. Âhirette Allah’dan başkası mükâfat ve cezâ veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.
Âhirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi hevâ ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akîde, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adâlet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adâlet gününe kendini hazırlar.
Bu inanç, mü’min ile kâfiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min, âhirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kâfirler ise, âhirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibâret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, âhirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.
Âhirete İman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani âhirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve âhirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasûlünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur. 483
İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat âhiret gününe inanan kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı âhirete yöneliktir. O mükâfatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddî faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min âhirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatinin para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı metâlarına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.
Yine insan, günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kâinatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyâmetten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyâmet gününde ortaya konulacağı, kıyâmette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (İman ve amel-i sâlih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım insanların (isyankârların) da Cehennem’e gireceğini yakinen bilir ve inanır.
483] Bk. 58/Mücâdele, 22
ÂHİRET
- 115 -
Kur’ân-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır: “Kıyâmet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrün cezâsı olarak tadın azâbı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedî olarak kalacaklardır.”484
Mü’min âhirete İman ederken, bunu sözde bırakmayarak âhiret için ne gerekirse onu yapar, âhiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden âhirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olduğu halde âhireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” 485
Âhiretin Gerekliliği ve Âhirete İnanmanın Faydaları
1-) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irâde sahibidir. Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve bâtılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslâm’ı seçerse cennete girecektir, yok bâtıl bir din seçerse cehenneme girecektir. “Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” 486
İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır: “Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyâmet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.” 487
2-) Dünyada birçok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zulümlerin hesabı âhirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.
3-) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat eder. Çünkü bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, âhirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.
4-) Âhirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir.
Kıyâmet ve Kıyâmetin Zamanı
Kıyâmetin ne zaman kopacağı, bu düzenin ne zaman bozulacağı konusu insanları çokça meşgul etmiştir. Bu zamanı bilebileceğini tahmin ettikleri kişilere her zaman sormuşlardır. Ama kıyâmetin zamanı, sadece Allah’ın bileceği bir sırdır.
“Sana kıyâmeti sorarlar: ‘Gelip çatması ne zamandır?’ (derler.) Sen onu nereden bilip bildireceksin? Onun nihâî ilmi yalnız Rabbine aittir. Sen ancak ondan korkanları uyarırsın. Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” 488
“(Ey Muhammed!) Sana, kıyâmet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki, onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini O’ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve
484] 3/Âl-i İmran, 106 - 107
485] 17/İsrâ, 19
486] 67/Mülk, 2
487] 102/Tekâsür, 8
488] 79/Nâziât, 42-46
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.” 489
Amel Defterleri
Âhirette insanlara yapmış olduğu ameller, yazılmış bir defter/kitap halinde verilir. Bu defterler Kirâmen Kâtibîn melekleri tarafından yazılmış kitaplardır. Benzetme yerindeyse, dünyada her yaptığımız amel bu melekler tarafından kamerayla videoya çekilmektedir. Defter veya kitap denilen bu filmler âhirette cennetlik olanlara sağdan, cehennemlik olanlara ise soldan ve arkalarından verilecektir.
Cennetlik olanlar büyük sevinç yaşayacaklar ve herkese kitabını göstermek isteyeceklerdir. Cehennemlik olanlar ise elindeki kitaplarda her şeyin yazıldığını görüp hayret edecekler ve pişman olacaklardır. Bu defterlerde; insanın dünyada yaptığı her şey büyüğüyle, küçüğüyle eksiksiz olarak yazılmış olacaktır. “Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş olduklarını görürsün. ‘Vay hâlimize! Derler, bu nasıl kitapmış? Küçük-büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!’ Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.”490
Mizan
Mizan: Âhirette, amellerin tartılması için Allah’ın kıyâmet günü ortaya koyacağı terazilerdir. Âhirette hesaptan sonra insanların amellerini tartacak olan İlâhî adâlet ölçüsü demektir. Her insanın yapmış olduğu ameli bu terazide tartılacak, sevâbı ağır gelenler cennete; hafif gelenler ise cehenneme girecektir.
Mizan, her ne kadar terazi ve ölçü âleti demek ise de mizan, bu dünyadaki ölçü âletlerine benzetilemez. Nasıl olduğunu kavramamız mümkün değildir. Mizan tam mânâsıyla doğru bir terazi olacaktır. Birilerinin hakkının yenmesi veya birilerinin kayırılması asla olmayacaktır. Çünkü o terazinin sahibi, âdil olanların en adâletlisi Allah’tır (c.c.). Allah Teâlâ bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık hiç bir kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğramayacaktır. O şey bir hardal tanesi de olsa onu getirir, mizana koyarız. Hesap görücü olarak Biz yeteriz.”491
Allah, âhiret günü tartının hak olduğunu,492 kimin tartılan ameli ağır gelirse onun râzı edecek bir yaşayış içinde olacağını,493 kurtuluşa ereceğini;494 ameli hafif olanların ise hâllerinin yaman olacağını, 495 bunlar Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri için kendilerini ziyana soktuklarını,496 amellerinin boşa gittiğini, kıyâmet gününde onlar için hiçbir ölçünün tutulmayacağını bildirmektedir.497
489] 7/A’râf, 187
490] 18/Kehf, 49
491] 21/Enbiyâ, 47
492] 7/A’râf, 8
493] 101/Karia, 6-7
494] 7/A’râf, 8
495] 101/Karia, 8-9
496] 7/A’râf, 9; 23/Mü’minûn, 103
497] 18/Kehf, 105
ÂHİRET
- 117 -
Cennet ve Cehennem
Cennet: Allah’ın İman edenleri ve İmanlarının gereklerini yerine getirenleri mükâfatlandıracağı yerdir. Cehennem ise Allah’a isyan edenlerin cezâlarını görecekleri yerdir.
Cennet ebedîdir (sonsuzdur). Cennetin nimetleri hiç sona ermeyecektir. Genel kanı, kâfirler için cehennem azâbının da ebedî oluşudur. Âlimlerin çoğuna göre kâfirler de cehennemde ebedî kalacaklardır. Günahkâr müslümanlar ise günahları kadar cehennemde kaldıktan sonra cennete gireceklerdir.
“Küfre sapanlar grup grup cehenneme sürülmüştür. Nihâyet oraya gelince kapıları açılmıştır. Onun (cehennemin) bekçileri onlara: ‘İçinizden Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve bu gününüze kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ derler.” 498
Cehennem ateşten ve azaptan bir dünyadır. Orada her insan azap yönüyle eşit değildir. Mü’min ile kâfir, kâfir ile münâfık aynı yerde ve aynı azapta olmayacaktır. Yerleri ve dereceleri farklı farklı olacaktır.
Cennette ise mutluluğun her türlüsü vardır. Orada sıcak ve soğuk yoktur, ebedî yeşilliklerle devamlı ilkbahar mevsimi hüküm sürer. Evler, köşkler, saraylar ve meyvelerin her türlüsü vardır. Orada korku, üzüntü ve keder yoktur. “Rablerinin azâbından sakınanlar da grup grup cennete sevkolunmuşlardır. Nihâyet oraya geldiklerinde ve kapıları açıldığında cennetin bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık sonsuz kalmak üzere oraya girin derler.” 499
Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri
İnsanlara bakıyorsunuz, sulu ve yeşillik bir yer görünce, hemen hafta sonu orada birkaç saat zevkli anlar geçirmek için piknik programları yapıyorlar. Ama aynı insanlar, Allah’ın, altından ırmaklar akan yeşillik mekânında (cennette) ebedî piknik yapmanın programını yapmıyorlar. Veya yazın sıcak günlerinde 40-50 derecelik sıcağa dayanamayıp kaçan insanlar, o dehşetli günün ve yerin (cehennemin) bilmem kaç bin derecelik sıcağından korunmuyorlar. Şu hayatta apartmanlar ve villalar yaptırmaya kalkan insanlar, öbür tarafta bir gecekondu olsun yapmaya kolay kolay kalkışmıyorlar. Sanki bir gün oraya gitmeyeceklermiş gibi. Yine bu insanlar, şu hayatta, boğazlarından kısarak kooperatiflere yazılıyorlar. Yazıldıkları daireyi elde edip içinde rahat bir şekilde oturmak için canları çıkarcasına yıllarca taksit ödüyorlar. İyi, olsun, ev dünyada bir ihtiyaçtır ama, aynı kişiler cennet kooperatifinden bir köşke talip olup da “taksitlerini düzenli bir şekilde ödeyeyim; günü gelince bana anahtarı teslim edilsin” diye düşünmüyorlar. Yine bu insanlar, mahkemeye düştüklerinde beraat etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. En iyi avukatı tutuyorlar, hakimi görmek gerekiyorsa görüyorlar... Ama aynı insanlar, birgün kurulacak olan İlâhî mahkemede berat etmek için pek de fazla bir çaba harcamıyorlar.
Biz birine iyilik yapsak, adam karşılığında teşekkür etmeden çekip gitse “ne karaktersiz bir adam; o kadar iyilik yaptım, bir teşekkür bile etmedi. Nankör, sen bundan sonra görürsün!” deriz. Ama biz aynı şeyi Allah’a karşı yapmıyor
498] 39/Zümer, 71
499] 39/Zümer, 73
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muyuz? Evet, bütün meseleler gelip âhirete ve dirilişe ciddi mânâda iman (yakînî bir bilgi ve kesin bir inanç) noktasında düğümleniyor. “O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı.”500 Bu âyetin ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış gibi görebiliriz. Çünkü biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize şunu ima ediyor: “Hayatı anlamak ve doğru yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız.” İnsanın hayatı nasıl anladığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da “nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır” şeklinde anlar ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; “en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay” olarak anlar ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız.
Âhiret Şuuru
Kur’an’ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm’a girmeleri, Allah’ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü müşrik, kâfir, ya da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve câhiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm’ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Her şeyden önce Allah’a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz’afların haklarını savunup zâlimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va’detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin Rabbi olan Allah’tan beklemek zorundadır. Allah’a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü’minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.
Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur’an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah’ın hilafetini yüklenecek ve İlâhî adâletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke’de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.
İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm’dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her
500] 67/Mülk, 2
ÂHİRET
- 119 -
şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adâletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz’af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adâlet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. “Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa Biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi mi tutacağız?” 501
Bu dünyada sırf Rabbinin rızâsını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah’ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah’ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O’nun katında daha fazla yükselir.
Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder
Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan, toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin rabbi olan Allah’ın buna gücü elbette yeter. “Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp sâlih ameller yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyamet) saat(i) mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmazlar.”502; “Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi.”503; “De ki: ‘Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe olmayan günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 504
Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile ilgilidir. Peygamberimiz: “insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da ağaç altında bir solukluk dinlenme yeri” olduğunu söylemiştir. Yani başı O’ndan gelen ve sonu yine O’na ulaşacak olan bir yolculuk. (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.). Bu yolculukta insan başıboş bırakılmamıştır. “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?”505; “Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”506 Allah, insanı boş yere yaratmadığına göre, helakını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada kendisine bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlûkatın en şereflisi kılınan ve tüm bunların karşılığında sadece Allah’a kulluk etmesi istenen insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması, ya da sırat-ı müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız kalmayacaktır.
“...(O müttakîler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet
501] 38/Sâd, 27-28
502] 40/Mü’min, 57-59
503] 79/Nâziât, 27-28
504] 45/Câsiye, 26
505] 75/Kıyâme(t), 36
506] 23/Mü’minûn, 115
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır.”507 Âyette geçen yakînen iman önemlidir. İslâm’ın temel özelliklerinden birisi, insanları, gaybe imana davet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam teminatı, sâdık habere duyulan güvendir. Kur’an gibi sâdık bir haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre, gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî iman da ancak Allah’a olan imanla mümkündür. Çünkü gerçek yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah’ın sözüne iman ile alakalıdır.
Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır
Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.
Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar ‘dünyadadırlar’, ama ‘dünyadan ve dünyevî’ değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü “Dünya” kelimesi, denâ’dan gelir ve ‘yakınlaştırılmış şey’ demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrâk tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir câizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer, ‘daha sonra’ geldiğinden; bize ‘uzak’ gibi gelir. Hâlbuki bu, ‘yakın’ olan (dünya)nın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.
Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın her şeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamaktan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna (unutmaya) meyillidir ve nisyan arttıkça isyan ve sapma da artar. Dahası, insanın
507] 2/Bakara, 1-5
ÂHİRET
- 121 -
gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adâlet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez. “Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.”508 Allah’ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Hâlbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir.
Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz
“Niçin varsın?” şeklindeki soruya “yok olmak için” şeklinde cevap vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz; ardından size sorarlar: “Bunu niçin var ettin?” Cevap verirsiniz: “Var etmiş olmak için var ettim!” Neticede her iki cevap da oldukça anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını, olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir. “Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler). Sen yücesin, bizi ateş azâbından koru.” 509
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. “Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir” cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz. Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz.
Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar: Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak için Rabbimiz hergün bu manzarayı bize seyrettiriyor. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.
508] 4/Nisâ, 74
509] 3/Âl-i İmran; 191
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kış geldiğinde toprağı ve hayatı ölü görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan, devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama baharın gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini görürüz. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: “Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!” Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır. Nihâyet bir müddet sonra, bahar rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, kıyâmeti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyâmet günü, zaten kalkış günü demektir. “Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir.”510; “O (Allah), ölüden diri, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böyle diriltileceksiniz.! 511
Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan birkaç damla suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O’na döndürüleceksiniz.”512; “İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.” 513
İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına bir delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zâlim insanlar var. Çoğu kez bunlar, “ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap vermem!” havası içinde yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz, her türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün birinde, zâlim cezasını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor. Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zâlimlerin yaptıklarının yanına kâr kalacağı kadar adâletsiz olamaz. Hemen insanın aklına şu geliyor: “Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezası tümüyle verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor.” İşte ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor. İnsan, dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azâbının da temelinde “öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın hesabını vermenin getirdiği endişeler” vardır.
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep
510] 50/Kaf, 9-11
511] 30/Rûm, 19
512] 2/Bakara, 28
513] 36/Yâsin, 77- 79
ÂHİRET
- 123 -
dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında “cennetin kokusunu Uhud’un arkasından duyar gibi oluyorum” diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
Gazali diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.” Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? “Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik.”514; “Ey iman edenler, size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı râzı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır.” 515
Gerçek özgürlük, Allah’a koşmakta ve Allah’a yakın olmaktadır. İnsan, Allah’a ne kadar yakın olur, O’na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah’tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Meselâ; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama her gün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ellere kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
Peygamberimiz’in tavsiyesi şöyle idi: “Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa.”516 Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah’a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah’ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah’a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur’an’da çok sık şekilde ölüm, âhiret, kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz. “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azab; Allah’tan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten
514] 44/Duhân, 25-28
515] 9/Tevbe, 38
516] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başka bir şey değildir.” 517
Kur’an’a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. “Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.”518 Kur’an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şâhit oluruz. Meselâ; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlâklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki “bir varlık” var ve “bir gün” gelecek. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adâletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O’nun rızâsını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu kişiyi “Allah’ın rızâsını kazanma” amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.
İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlâkî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şâhid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür.
Kur’an ve Sünnette Allah’a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten
517] 57/Hadîd, 20
518] 74/Müddessir, 53
ÂHİRET
- 125 -
ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir Allah’a inanıyorsunuz. Yani Allah’ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah’ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda ceza vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah için bana söyler misiniz böyle bir Allah’a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah’ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezalandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zâlimin cezasını dünyada görmediğine, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadığına şahit olan bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret gününün bir başka adı da “din günü”dür. Din’in sözlük anlamlarından birisi de mükâfat ve ceza olduğuna göre din günü; yapılan işlerin karşılıklarının verileceği gün mânâsına gelir.
İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş ve korumuş. Birincisi her türlü ahlâkî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah’ın kendisi için çizdiği sınırları yine O’nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlâkî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.
Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, hangi vicdana ve hangi adâlete sığar? 519
Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından; ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, İlâhî olan her tür dengenin, tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen “halifesi” olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu İlâhî misyonlarını yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.
Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri ahlâkî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var.
Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen İlâhî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı İlâhî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak İlâhî olana yüz çevirttiği, hikmeti ve İlâhî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her saat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır
519] Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 287-288
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorumluluklar mânâsına geliyor.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.
Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde ele alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz’in karşısına tek tek çıkacağımız, titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.
Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah’sız, âhiretsiz, ed-Din’siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile, dolap ve desiseler kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların insanlarını, inkârın, şirkin, sapmanın, yüz çevirmenin, yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı İlâhî değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan Allah’a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay değildir.
Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tâğutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki putları ve tâğutları yıkma mücâdelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı davası uğruna mücâdeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.
Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek
ÂHİRET
- 127 -
için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. Çünkü, bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde bu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşrû, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler. Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.
“Lâ ilâhe illâllah”ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şâhid olup da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiç bir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücâdeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezaevlerinde, mezarlarda ya da mezar başlarındaki şehâdet andlarında doldururlar.
Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın yutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman Allah’ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur’ân-ı Kerim’de sık sık “Allah’a ve âhiret gününe iman edenler” diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber’e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz’den şu cevabı alırlar: “Nasıl refah ve nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrâfil) boynuz (sur)u ağzına koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor.” 520
Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehâdet râbıtası yapalım. Allah’ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet, ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır.
Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara sûresi 4. âyette Kur’an’ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken “âhirete inanırlar” değil; “âhirete yakînen (şuurlu/bilinçli olarak) iman ederler.” denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki İlâhî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah’ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah’ın dâvâsı için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.
Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen, ölümün koynunda ömür tüketebilen Allah erlerine! “Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”521 Âhiret bilinci; ölümü
520] Tirmizî
521] 3/Âl-i İmran, 133
ÂHİRET
- 129 -
sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.522
Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta “gidici” olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saata kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. “Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”523 Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan “iyisi olsun, pahalı olsun” diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah’ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor. “Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!”524 Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz. “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele.”525; “Yoksa içinizden Allah, cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” 526
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azâbına maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz’ denilir.” 527
522] Bu konunun son bölümü, Hüseyin Özhazar (Bengisu Y.) ve Hasan Eker’in (Denge Y.) Âhiret Bilinci adlı eserlerinden kısmen yararlanılıp birkaç sayfası yer yer özetlenerek oluşturulmuştur.
523] 87/A’lâ, 16-17
524] 75/Kıyâme(t), 20-21
525] 2/Bakara, 155
526] 3/Âl-i İmran, 142
527] 46/Ahkaf, 20
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âhiretle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Âhiret Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 115 Yerde): 2/Bakara, 4, 86, 94, 102, 114, 130, 200, 201, 217, 220; 3/Âl-i İmrân, 22, 45, 56, 77, 85, 145, 148, 152, 176; 4/Nisâ, 74, 77, 134; 5/Mâide, 5, 33, 41; 6/En’âm, 32, 92, 113, 150; 7/A’râf, 45, 147, 156, 169; 8/Enfâl, 67; 9/Tevbe, 38, 38, 69, 74; 10/Yûnus, 64; 11/Hûd, 16, 19, 22, 103; 12/Yûsuf, 37, 57, 101, 109; 13/Ra’d, 26, 34; 14/İbr3ahim, 3, 27; 16/Nahl, 22, 30, 41, 60, 107, 109, 122; 17/isrâ, 7, 10, 19, 21, 45, 72, 104; 20/Tâhâ, 127; 22/Hacc, 11, 15; 23/Mü’minûn, 33, 74; 24/Nûr, 14, 19, 23; 27/Neml, 3, 4, 5, 66; 28/Kasas, 70, 77, 83; 29/Ankebût, 20, 27, 64; 30/Rûm, 7, 16; 31/Lokman, 4; 33/Ahzâb, 29, 57; 34/Sebe’, 1, 8, 21; 38/Sâd, 7; 39/Zümer, 9, 26, 45; 40/Mü’min, 39, 43; 41/Fussılet, 7, 16, 31; 42/Şûrâ, 20, 20; 43/Zuhruf, 35; 53/Necm, 25, 27; 57/Hadîd, 20; 59/Haşr, 3; 60/Mümtehıne, 13; 68/Kalem, 33; 74/Müddessir, 53; 75/Kıyâmet, 21; 79/Nâziât, 25; 87/A’lâ, 17; 92/Leyl, 13; 93/Duhâ, 4.
B- Âhiret Günü Anlamındaki “El-Yevmü’l-Âhır” Terkibinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde:) 2/Bakara, 8, 62, 126, 177, 228, 232, 264; 3/Âl-i İmrân, 114; 4/Nisâ, 38, 39, 59, 136, 162; 5/Mâide, 69; 9/Tevbe, 18, 19, 29, 44, 45, 99; 24/Nûr, 2; 29/Ankebût, 36; 33/Ahz3ab, 21; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehıne, 6; 65/Talâk, 2.
C- Âhiret Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Al-i İmran, 9, 25; Nisa, 38-39, 59, 162; En’am, 113; A’raf, 147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110; Neml, 3; Lokman, 4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
b- Âhireti İnkâr: Nisa, 136; Yunus, 7-8; Neml, 4-5; Sebe’, 3, 7-9; Mutaffifin, 10-12; Tin, 7.
c- Âhiretin Varlık Hikmeti: Sebe’, 4-5
d- Âhiret İçin Gönderilen Ameller: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18; Kıyame, 13; İnfitar, 5.
e- Âhiret Nasibi İçin Çalışmak: Bakara, 200-201; Al-i İmran, 145; Nisa, 77; Kasas, 77.
f- Âhiret Hayırlıdır: En’am, 32; A’raf, 169-170, Kasas, 60; Şura, 36; A’la, 16-17; Duha, 4.
g- Âhireti İsteyenler: İsra, 19; Şura, 20.
h- Âhiret Nimetleri İle Dünya Nimetlerinin Karşılaştırılması: Kasas, 60; Ankebût, 64.
i- Âhiret Nimeti (Cennet), Zulümden ve Fesattan Sakınanlar İçindir: Kasas, 83; Ankebût, 36; Şura, 36-39.
j- Âhiret Hayatı, Geleceği Gerçek Bir Hayattır: Ankebût, 20; Sebe’, 3.
k- Âhiret Hayatı Asıl Hayattır: Ankebût, 64.
l- Kâfirler, Dünyayı Âhiretten Üstün Tutarlar: İbrahim, 3; Kehf, 32-36; Rum, 7; Kıyame, 20-21; İnsan, 27; A’la, 16.
m- Âhiret de Dünya da Allah’ındır: Necm, 25; Leyl, 13.
n- Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20.
o- Hem Dünya, Hem Âhiret Nasibi İstemek: Bakara, 201; Nisa, 145; Kasas, 77; Cum’a, 10.
p- Âhirete Önden Hayır Yollamak: Bakara, 110; Hacc, 77; Yasin, 12; Haşr, 18; Kıyame, 13;
İnfitar, 5.
r- Âhiret İçin Zararlı Kadınlar: Teğabün, 14.
Âhiretle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Bed’ül Halk 8, Salat, 48, Cihad 33, Rikak 39, 41
Müslim, İman 312, Zikr 14, 16-18, Fiten 133-135
İbni Mace, Zühd 32
Tirmizi, Zühd 5
ÂHİRET
- 131 -
Âhiret Daha Çok Düşünülmeli: Kütüb-i Sitte, 17/ 565
Âhiret Hayatında Ölüm Olmayacaktır: Kütüb-i Sitte, 14/ 417-418
Âhiret İşleri Dünyadakilere Sadece İsmen Benzer, Hakikatleri Ayrıdır: Kütüb-i Sitte, 14/ 383
Âhirette Dünyanın Alacağı Hal: Kütüb-i Sitte, 4/ 38-39
Dünyadaki Azab ve Nimet Âhirette Sona Erer: Kütüb-i Sitte, 14/ 416
Âhirette Herkes Otuz Yaşında Olacak: Kütüb-i Sitte, 14/ 450
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 184-188
2. Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 467
3. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 173-178
4. Fi Zılalil Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 82-83
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 51
6. Kur’ân-ı KerimŞifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 87-89
7. Min Vahyi’l Kur’an, Tefsir Dersleri, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. s. 49-50
8. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 40-41
9. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 65-71
10. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 94-99
11. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 285-298
12. Arınma Yolu, c. 2, s. 75-130
13. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1s. 401 , C. 4 s. 133-134
14. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 543-548
15. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 197-204
16. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 26-28
17. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 127-133; 232-233; 258
18. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 221-226
19. Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.
20. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 22-25
21. İslâm ve Sosyal Değişim, 36-39, 82
22. İslâm -Temel İlkeler- Ali Ünal, Beyan Y. s. 121-136
23. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 191-199
24. Kur’ani Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tuba Y. s. 115-118
25. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 144-148
26. İtikat Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 115-119
27. İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 331-342
28. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 314-344
29. Yakin: Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 423-425
30. Kur’an Penceresinden Bakış, Mevlüt Güngör, Kur’an Kitaplığı, s. 77-113
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
31. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 314-344
32. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 152-173
33. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
34. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
35. Âhiret Hazırlığı, Sâdık Dana, Erkam Y.
36. Âhirete İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
37. Âhirete Giden Yol, Ali Rızâ Altay, Sönmez Neşriyat
38. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
39. Âhiret Perdesini Aralarken, Haris el-Muhasibi, Nesil Basım Yayın
40. Dünya-Âhiret, Ömer Öngüt, Hakikat Y.
41. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
42. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
43. Bediüzzaman’ın Yorumları Işığında Kıyamet Alametleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
44. Kıyamet Alametleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
45. Gençlik ve Ölüm, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
46. Gerçek Hayat, M. Necati polat, Kaynak Y.
47. Haşir Risalesi, Said Nursi, Sözler/Envar Y.
48. İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
49. Kur’ân-ı Kerim’de Kıyamet ve Âhiret, İmam Gazali, Salah Bilici Kitabevi Y.
50. Kıyamet Yaklaşıyor, Vehbi Karakaş, Cihan Y.
51. Ölüm, Kabir, Kıyamet, M. Necati Bursalı, Erhan Y.
52. Ölüm, Kıyamet, Âhiret ve Ahir Zaman Alametleri, Şarani, Bedir Y.
53. Ölüm, Kıyamet ve Diriliş, Şarani, Pamuk Y.
54. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş.
55. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
56. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
57. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
58. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
59. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
60. Ölüm, Kıyamet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi
61. Ölüm, Mehmed Zahit Kotku, Seha Neşriyat
62. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
63. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
64. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
65. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
66. Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
67. Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Mehmet Paçacı, Nun Y.
ÂHİRET
- 133 -
68. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
69. Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
70. Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
71. Kıyamet ve Âhiret, İmam Gazali, Hakikat Y.
72. Kıyamet ve Âhiret, Naim Erdoğan, Huzur Y.
73. Kur’an’da Kıyamet Sahneleri, Seyyid Kutub, Çizgi Y.
74. Onbirinci Saat, Martin Lings, İnsan Y.
75. Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.
76. Âhiret Hazırlığı, Sâdık Dana, Erkam Y.
77. Gözle Görülen Kıyamet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
78. Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
79. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
80. Kabir Alemi, Celaleddin Suyuti, Kahraman Y.
81. Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.
82. Kıyamet ve Âhiret, Ahmet Faiz, Uysal Kitabevi
83. Ecel, Kıyamet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y./ Merve Yayın Pazarlama
84. Ruh Aleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
85. Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.
86. Reenkarnasyon Var mı? Sevim Asımgil, Gonca Y.
87. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes Kitabevi Y.
88. Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin - Cengiz Yalçın, Ünlem Y.
AHİD
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AHİD
• Ahd’in Tanımı ve Mâhiyeti
• Kalu Belâdaki Ahdimizi Hatırlamamak ve Sorumluluk
• İslâm Ahlâkında Ahid
• Ahdi Bozmak
• Hadis-i Şeriflerde Ahde Vefâsızlık/Ahdi Bozmak
“Onlar öyle fâsıklardır ki, kesin söz verdikten sonra Allah’a verdikleri ahidlerinden/ sözlerinden dönerler. Allah’ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesad çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.” 361
Ahd’in Tanımı ve Mâhiyeti
Ahd, söz vermek, emir, tâlimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz, yemin, misak, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. Bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ahidde hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü; söz verme de ahlâkî yönünü teşkil eder. Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak “ahd ü mîsak” şeklinde kullanılmıştır. Ahd kelimesi, Kur’an’da 46 yerde geçer. Benzer anlama gelen mîsak kelimesi de 25 yerde kullanılır. Allah Âdem’i insanlığın atası ve temsilcisi olarak yarattığı zaman, gerek onun şahsında, gerekse kıyamete kadar gelecek tüm insanlardan tek tek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye ahid almıştır.362 İttifak hükümlerini (Allah ile İsrailoğulları arasında yapılan ahdin hükümleri) ihtivâ ettiği için, yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd denilmiş, İslâm devletinin hâkimiyeti altında yaşamak üzere kendileriyle anlaşma yapılan gayri müslimler için ehlü’z-zimme yerine ehlü’l-ahd tabiri kullanılmıştır.
Yemîn, mîsâk, söz verme, ittifak, bir şeyi korumak, halden hâle onu muhafaza etmek, tavsiye etmek anlamlarında kullanılan bir terim. Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak “Ahd ü Mîsâk” şeklinde kullanılmıştır. Allah Teâlâ ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi insan aklına getirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ahidleşmelerden birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve ona yönelip ibâdet etmesidir. Bu tür bir ahid fıtrî bir ahiddir. Allah’ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaradılışında sürekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O zaman Allah’a ortak aramaya koyulur. Oysa insan, Allah’ın, rasûlleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde uymuş olur. Ahidleşme Kur’ânî bir metottur. Allah rasûlleri ile onlara uyan, onların ashâbı olan insanlar arasında gerek Allah’ın hükümlerini yaşama, gerek bunları muhâfaza etme
361] 2/Bakara, 27
362] 7/A’râf, 172
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konusunda ahidleşmeler olmuştur.
Ahd, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah’a karşı veya Allah namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın ahdini yerine getirin.”363 buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: “Allah’ın ahidlerini îfa ediniz. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah’a veya Allah nâmına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her tür taahhütleri yerine getiriniz. İslâm’da ahdi bozmak haramdır.”
Gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur’an’da kurtuluşa eren mü’minlerin sıfatları sayılırken: “Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler.” 364 buyurulur.
Allah ile insanlar arasında birçok ahidler vardır. Allah’ın insanlardan aldığı ilk ahid, onların zürriyetlerini Hz. Âdem’in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir. 365
Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa keffâret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffâretle ortadan kalkmaz.366
“Ey İsrailoğulları, sizi nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Siz, Benden korkun.”367 âyeti bu ahidlerden biridir.
Âyet-i Celîleden anladığımıza göre, Cenâb-ı Hak’a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenâb-ı Hak da onlara bir vaatte bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah Teâlâ ahdinden asla caymayacağına göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah’a ibâdet etmemek, Onun yasaklarına uymamak ve O’na ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah’a ibâdet etmeleri, hayatlarında Allah’ın hükümlerini hâkim kılmaları gerekmektedir. Ancak fâsıklar ahidlerini bozarak Allah’la sözleşmelerini iptal etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefâ göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysaki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini vaad etmektedir.
“Doğrusu sana bey’at (sadakat yemini) edenler (ey Muhammed) bizatihi o yemin ile Allah’a bey’at (bağlılık yemini) etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat nasip edecektir.” 368
İnsanlar, Allah’ın emir ve yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibâdet etmiş, onun çemberine girmiş olmaktadırlar. Oysa Allah (c.c.) bütün insanlardan ahd ü misâk aldığını ifade buyurmaktadır.
363] 6/En’âm, 152
364] 23/Mü’minûn, 8
365] bk. 7/A’râf, 172
366] İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’an, c. 3, s. 1174
367] 2/Bakara, 40
368] 48/Feth, 10
AHİD
- 89 -
“Ey Âdemoğulları, Ben sizinle ahidleşmedim mi? ‘Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır diye.” 369
“Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben Rabb’iniz değil miyim? (demiştir)” “Evet (buna) şâhidiz!” dediler. Kıyâmet günü! Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz.” 370
Ahde vefâ konusunda İslâm son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz.
“Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet onlara (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” 371
Cenâb-ı Hak, kullarından ilk ahdin yanı sıra daha sonraları peygamberleri aracılığı ile başka ahidler de almıştır. Meselâ İsrailoğullarından namaz kılacaklarına, zekât vereceklerine, peygamberlerine itaat edeceklerine dair ahid almış ve bu ahde riâyet etmeleri halinde de onlara dünya ve âhirette mükâfat vereceğini bildirmiştir.372 Bundan başka anaya, babaya, akrabalara ve yoksul kimselere yardım edeceklerine birbirlerinin kanlarını akıtmayacaklarına birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına373 dair söz almıştır. Fakat ne yazık ki İsrailoğulları bu ahde vefâ göstermeyerek sözlerini bozmuşlardır.374
İslâm hukuku açısından “ahd” ise; fıkıh sahasına giren bütün sözleşme ve akidlerdir. “Ahd” ve “akd” kelimeleri asr-ı saâdette devletler arasındaki sözleşmeler anlamında kullanılmıştır. Bilhassa Hudeybiye Antlaşmasında kullanılan ahd ve akd kelimeleri bu anlamı yansıtmaktadır.375
Lûgatta “bir şeyi korumak, hâlden hâle onu muhafaza etmek, vasiyet etmek ve ısmarlamak” gibi mânâlara gelir.376 İslâmî ıstılâhta ahd ü misak denilince, ruhlar âleminde Allah Teâlâ ile insanlar arasında tahakkuk eden “mukavele” akla gelir.377 Bu ahd ü misak sadece müslümanlarla değil, bütün insanlarla tahakkuk etmiştir.378 Şimdi Ahd ü Misak âyetlerine dikkat edelim:
“Hani Rabb’in Âdemoğullarından, (insanlardan) onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş: ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ (demişti). Onlar da: ‘Evet (Rabb’imizsin) şahid olduk’ demişlerdi. (işte bu şahidlendirme) kıyamet günü: ‘bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz için.” 379
“Yahut ‘daha evvel ancak atalarımız (Allah’a) şirk koşmuştur. Biz de onların ardından
369] 36/Yâsin, 60
370] 7/A’râf, 172
371] 13/Ra’d, 25
372] 5/Mâide, 12
373] 2/Bakara, 83-84
374] 2/Bakara, 100
375] Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 54-55
376] Diyanet Gazetesi, 30 Aralık 1970, Sayı: 10, s. 3
377] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l Esrar, İst.1308, c. IV, sh. 238
378] Molla Hüsrev, Mir’at el Usûl fi şerhü Mirkat el Vüsûl, İst.1307, c. I, s. 591
379] 7/A’râf, 172; Hasan Basri Çantay Meali, İst. 1959, c. I, s. 245
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelen (izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi, o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mi edeceksin?’ dememeniz içindir.” 380
Molla Hüsrev; “Ahd ü misak” âyetiyle ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Bu âyet-i kerime’de iki husus vardır: Birincisi Allah Teâlâ’nın ikrarıdır, ikincisi insanların kendi nefislerine şahid tutulmasıdır. Bu “Ahd ü Misak’ın” tabii sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler ortaya çıkmıştır.” 381
“Ahd ü Misak”ın tabii sonucu insanın emaneti yüklenmesidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bu emaneti yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o çok zâlim ve çok câhildir.”382 buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyet-i kerimede zikrolunan emanet’in, tekâlif-i İlâhiyye’nin cümlesi (İlâhî tekliflerin tamamı) olduğu hususunda müttefiktirler.383
Usûl-i Fıkıh’ta emanet; Allah Teâlâ’nın gerek kendi hukuku, gerekse yaratılmışların hukuku ile ilgili bütün vazifelerine verilen isimdir.384 Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadis-i şerif’te Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Emanete riâyeti olmayanın imanı da yoktur, ahde vefâsı olmayanın dini de yoktur”385 buyurduğu bilinmektedir. Elbette emanet ve ahde vefâ; ruhlar âleminde tahakkuk eden “zimmet” ile de yakından alâkalıdır. Devletlerarasındaki “Muâhede” fıkıh kitaplarından geniş şekilde izah edilmiştir. Bu ferdî değil, siyasî bir hadisedir.
Umumi kaidelerden olan; “Kişi ikrarı ile muâheze olunur.”386 kaidesi ferdî bir hâdisedir ve ahde vefâ ile yakından alâkalıdır. Zira her söz ve taahhüd, sorumluluğu da beraberinde getirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de:
“...Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahid(den cayanlar, ahde riâyet etmeyenler) sorumludur.” 387
“Karşılıklı muâhede yaptığınız vakit, Allah’ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın, (Nasıl olur ki) üzerinize Allah’ı kefil yapmıştınız. Şüphe yok ki, Allah ne yapacağınızı bilir” 388 buyurulmuştur.
Siyasî mahiyetteki ahid (muâhede-anlaşma), velâyet hukuku ile ilgilidir ve müslümanları bağlayıcıdır. İmam-ı Muhammed, “Müslümanlar, müşriklerden bir kavimle anlaşsalar (ahid yapsalar), bu anlaşmadan dolayı mallarını almak müslümanlara câiz değildir. Meğerki gönül rızâsıyla vereler. Çünkü bu muâhede sayesinde artık onların malları ve canları, tıpkı müslümanlarınki gibidir. Nasıl gönül rızâsıyla vermeleri dışında, müslümanların mallarını almak câiz değilse, anlaşmalı müşriklerin mallarını almak ihanet ve ahde vefâsızlıktır. Hâlbuki Rasûlüllah (s.a.s.) “Ahidlere vefâlı olmak gerekir, gadretmek câiz değildir” buyuruyor” hükmünü
380] 7/A’râf, 173
381] Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, s. 591
382] 33/Ahzâb, 72
383] Mecmuat’üt-Tefâsir, İst. 1979, c. V, sh. 142-143 (Hâzin, İbn Abbas, Nesefî ve Kadi Beyzavi’nin “Emanet” ile ilgili tefsirleri)
384] Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, sh. 591
385] Beyhakî, es-Sünenu’l Kübra, Beyrut, ty. c. IX, sh. 231
386] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst.1976, c. I, sh. 281. Mad. 79; Ayrıca, Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İst.1979 (2. bsk.) sh. 26
387] 17/İsrâ, 34
388] 16/Nahl, 91
AHİD
- 91 -
zikrederler. 389
Ahde vefâ’nın zıddı “gadr”dır. Tâgûtlara iman eden insanlar, ruhlar âleminde verdikleri ahdi bozmuşlardır. Bu gadr, en büyük zulümdür. Amelî olan ahde vefâsızlık ise haramdır.390
Ahdi Bozmak
Kur’ân-ı Kerim, ahde vefâyı emreder. Ahdi bozmayı, vefâsızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kötüler. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder.
“İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü, ihtilâf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir.” 391
Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır. Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır.
Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez.
Âyette, ahdi bozma durumunda olan devletler de kınanmaktadır. Bir devlet bir veya birkaç devletle antlaşmalar imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek antlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu iddia ederse, İslâm bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ gösterilmesini emreder. Verilen sözlerin ve antlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; İslâm, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar etmez. Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder. Gerek İslâm toplumunun gerek İslâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslâm’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslâm’la tanışmalarına ve hidâyet bulmalarına sebep olmuştur. Böylece müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.
Bir müslümanın sözü gerçekten Allah’a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sâdık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır.
“Allah’ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan
389] İmam Muhammed, Siyer-i Kebir (İslam Devletler Hukuku), İst.1980, sh.148.
390] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 36-39.
391] 16/Nahl, 92
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sizin için daha hayırlıdır.” 392
İnsan, Allah’tan başka rab tanımayacağına dair Allah’a ahid vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahid almıştır; yani muâhede yapmışlar, ahidleşmişlerdir. Bu ahdin, Allah’tan başkasını rabb tanımamanın içinde, şeytana ibâdet etmemek de vardır.”Ey Âdemoğulları! ‘Şeytana ibâdet etmeyin’ diye, size ahid vermedim mi?”393 Allah ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi ahd ü mîsak kavramı insan aklına getirmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen ahidleşmelerden birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve O’na yönelip ibâdet etmesidir. Bu tür bir ahid, fıtrî bir ahiddir. Allah’ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaratılışında sürekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O zaman Allah’ın Rasûlleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde uymuş olur. Ahidleşme Kur’ânî bir metottur. Allah Rasûlleri ile onlara uyan, onların ashâbı olan insanlar arasında gerek Allah’ın hükümlerini yaşama, gerek bunları muhafaza etme konusunda ahidleşmeler olmuştur.
Ahid, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah’a karşı veya Allah nâmına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın ahdini yerine getiriniz”394 buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: “Allah’ın ahidlerini ifa ediniz. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah’a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her türlü taahhütleri yerine getiriniz. İslâm’da ahdi bozmak haramdır.”
Gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur’an’da kurtuluşa eren mü’minlerin sıfatları sayılırken: “Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler.”395 buyurulur. Allah ile insanlar arasında birçok ahidler vardır. Allah’ın insanlardan aldığı ilk ahid, onların zürriyetlerini Hz. Âdem’in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir.396 Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa keffaret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffaretle ortadan kalkmaz.
“Ey İsrailoğulları, sizi nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Siz, Benden korkun.” 397 âyeti bu ahidlerden biridir. Âyet-i kerimeden anladığımıza göre, Cenâb-ı Hakk’a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenâb-ı Hak da onlara bir vaadde bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah, ahdinden asla caymayacağına göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah’a ibâdet etmemek, O’nun yasaklarına uymamak ve O’na ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah’a ibâdet etmeleri, hayatlarında Allah’ın hükümlerini hâkim kılmaları gerekmektedir. Ancak fâsıklar ahitlerini bozarak Allah’la sözleşmelerini iptal etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefâ göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya
392] 16/Nahl, 95; Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 55-56
393] 36/Yâsin, 60
394] 6/En’âm, 152
395] 23/Mü’minûn, 8
396] bk. 7/A’râf, 172
397] 2/Bakara, 40
AHİD
- 93 -
çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysaki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini vaad etmektedir. “Doğrusu sana sadakat yemini edenler (ey Muhammed) bizatihi o yemin ile Allah’a bağlılık yemini etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat nasip edecektir.” 398
İnsanlar, Allah’ın emir ve yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibâdet etmiş, onun çemberine girmiş olmaktadırlar. Oysa Allah bütün insanlardan ahd ü misak aldığını ifade buyurmaktadır. “Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahidleşmedim mi? Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır, diye.”399; “Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben Rabb’iniz değil miyim?’ (demiştir.) “Evet, (buna) şahidiz!’ dediler. Kıyamet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz.”400 Ahde vefâ konusunda İslâm son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz. “Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet onlara (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” 401
Allah, emirleri yoluyla ve peygamberleri vasıtasıyla insanlardan ahid almıştır. Yahudi ve hıristiyanlardan alınan ahid de bunlar arasındadır. Allah, İsrailoğullarından, namaz kılıp zekât vereceklerine, peygamberlerine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah’a güzel takdimelerde bulunacaklarına, (faizsiz borç vereceklerine),402 Allah’tan başkasına tapmayacaklarına, anaya babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edeceklerine,403 birbirlerinin kanlarını dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına404 dair söz almıştır. Fakat onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir.405. Hz. Mûsâ’ya karşı geldikleri için üzerlerine azap çökünce bunun kaldırılmasını istemişler, Hz. Mûsâ da onlara, Allah’a verdikleri sözü hatırlatmıştır.406 Çünkü yahudiler ne zaman Allah’a söz vermişlerse, içlerinden çoğu bu ahdi bozmuştur.407 Allah, hıristiyanlardan da ahidler almış, fakat onlar sözlerinin bir kısmını unutmuşlardır. 408
Allah nasıl insanlara ahid vermişse, insanlar da Allah’tan ahid almışlardır. İnsanlar Allah’tan başkasına ibâdet etmemeye, O’ndan başkasını rab tanımamaya ahdetmişler; Allah da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki âhiret hayatında onları cennetlere koymayı ahdetmiştir.
398] 48/Fetih, 10
399] 36/Yâsin, 60
400] 7/A’râf, 172
401] 13/Ra’d, 25
402] bk. 5/Mâide, 12
403] 2/Bakara, 83
404] 2/Bakara, 84-85
405] bk. 2/Bakara, 100; 5/Mâide, 13
406] bk. 20/Tâhâ, 86
407] bk. 2/Bakara, 100
408] 5/Mâide, 14
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahid, sorumluluk gerektirir.409 Eğer insanlar Allah’a verdikleri ahdin ve bu ahid çerçevesinde kendi aralarındaki ahidleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse, Allah da ahdini yerine getirecektir. 410
Tefsirciler, Allah’ın ahdinin ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah’ın ahdi, Allah’ın insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adâlet ve peygamberleri doğrulama delilleridir. Allah’ın ahdi, Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur.
İbn Kesir, bu görüşler konusunda şu açıklamaları yapar: Bazılarına göre bu ahit, Allah’ın yaratıklarına bir buyruğu, emrettiğine itaat etmeleri, nehyettiğinden kaçınmaları konusunda bir emridir. Bu emri kitaplarında ve Rasûllerinin dilleriyle açıklamıştır. Bu ahdi bozmaları demek, onunla amel etmeyi bırakmaları demektir. Bazı âlimler de şöyle dediler: Bu âyetle bütün küfür, şirk ve nifak ehli kastedilmiştir. Allah’ın onlara ahdi ise rubûbiyetine delâlet eden deliller getirerek vahdaniyetini göstermiş olmasıdır. Allah’ın onlara ahdi hiç bir kimsenin benzerini getirmeye muktedir olamadığı mucizelerle peygamberlerinin doğruluğunu tasdik ettiği emir ve nehyidir. Bu ahdin bozulması ise delillerle doğru olduğu sabit olan hakikatleri kabul etmemeleri ve kitapları yalanlamalarıdır. Diğer bazı âlimler de şöyle dediler: Allah Teâlâ’nın sözkonusu ettiği bu ahid, insanları Hz. Âdem’in sulbünden çıkardığı zaman onlardan almış olduğu ahiddir. Bu ahdi bozmaları demek, ona uymamaları demektir. 411
Fahreddin Razi, Allah’ın ahdi konusunda şunları söyler: Bu konudaki farklı görüşler şunlardır:
1- Bu ahid ve misaktan maksat, Allah’ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin doğruluğunu gösteren delilleridir. Böylece bu, deliller ile tevhide sarılma hususunda bir ahd ve misak (söz) almış olur. Çünkü bu, deliller ile tevhide ve Peygamber’in doğruluğuna sarılmak demektir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Allah’ın “Siz Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim” 412 âyeti pek yerinde olur.
2- Bu âyetle kastedilmiş olanların, peygamberlerine indirilen kitaplarda Hz. Muhammed’i (s.a.s.) tasdik etmelerine dair kendilerinden ahd ve misak alınan; kendilerine Hz. Muhammed’in ve ümmetinin durumu açıklanan ehl-i kitabtan bir grup olması muhtemeldir. Böylece bu grup ahitlerini bozdular, ondan yüz çevirerek Hz. Peygamber’in nübüvvetini inkâr ettiler.
3- Âlimlerden bir kısmı ise, bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları böylece Hz. Âdem’in sulbünden çıkararak, insanlardan almış olduğu misak kastedilmiştir demişlerdir.413
Elmalılı, Allah’la yapılan ahidleşme konusunda şöyle der: O fâsıklar ki, antlaşmalarını, hem de Allah’ın anlaşmasını bozarlar; bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta “iyyâke na’budu ve iyyâke nesteıyn (ancak Sana
409] 17/İsrâ, 34
410] 2/Bakara, 40
411] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, c. 2, s. 237
412] 2/Bakara, 40
413] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 2, s. 206-207
AHİD
- 95 -
ibâdet ederiz ve ancak Sen’den yardım dileriz” kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezelî antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te’kit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan kalp ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu İlâhî antlaşmayı ve mîsakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya kalkışırlar. 414
Seyyid Kutub, bu ahidleşme konusuna şöyle açıklık getirir: “Allah ile beşer arasında akdolunan ahdin birçok çeşitleri vardır. Bunlardan biri insanoğlunun Halik’ını bilmesi ve O’na yönelip ibâdet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtrî ahiddir. Allah’ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimîdir. Bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah’a ortak aramaya koyulur. Diğer birisi de, Allah’ın, Âdem’i (a.s.) yeryüzüne halife göndererek ondan aldığı ahittir. Allah, peygamberler vasıtasıyla her kavim ve milletten de ahitler almıştır. Ahidler gereğince yalnız Allah’a ibâdet etmeleri, hayatlarında Allah’ın şeriat ve nizamını hâkim kılmaları icab etmektedir. İşte fâsıkların bozduğu ahidler bu ahidlerdir. Verdiği sözde durmayıp Allah’la ahdini bozan kimse, aynı zamanda, Allah’la olan sözleşmesi dışındaki diğer ahidlerini de bozmuş sayılır. Zira Allah’ın ahdini bozmaya cür’et eden kimseden, hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Yeryüzündeki bütün sapıklık ve fesatlar, Allah’ın emrinden uzaklaşmak, O’nunla olan ahdi bozmak ve bağlanmasını emrettiği bağları koparmak yüzünden doğuyor. Yeryüzündeki anarşinin başı, Allah’ın beşer hayatını idare ve tanzim için seçtiği İlâhî nizamdan yüz çevirmenin sonucudur. İşte, neticesi mutlak sûrette hüsran olan yolun ayrılış noktası buradan başlar. Şu halde, yeryüzü Allah’ın nizamı ile idare edilmekten mahrum ve hayat da şeriat-ı İlâhîden uzak kaldığı müddetçe yeryüzünde huzur ve sükûn aranamaz.” 415
Kur’an’da mü’minlerin vasıflarından bahsedilirken “Onlar emanetlerine ve ahidlerine/ sözlerine riâyet ederler.”416 diye buyrulmaktadır. Mü’minler fert halinde de olsalar, cemiyet halinde de olsalar, verdikleri sözlere riâyet ederler, emanetlere de hiyânet etmezler. Mü’minlerin omuzlarında pek çok emanet vardır; mü’minler her ne sûretle olursa olsun emanetlerini yerine getirirler. Çünkü doğru olmak insanların fıtratındandır; fıtrat da İslâm’dır. Onun için mü’minler, fıtratlarının doğru yoldan sapmasına müsaade etmezler. Bütün insanların Allah’a vermiş oldukları bir söz ve ahit vardır. Bu da bütün insanların Allah’ı tanımaları, O’na kulluk etmeleridir. Yüce Allah, insanların fıtratına kendi varlığını ve birliğini kabul edecek özellik vermiştir. İnsanların bozduğu her ahdin şahidi Allah’tır. Bunun için mü’min ahde vefâ gösterirken Allah’tan korkar ve sakınır.
Mü’minler genel anlamda emanetlerden ve verdiği sözlerden sorumludurlar. Âyet-i kerime,417 nassın hududunu geniş tutarak kısaca her emaneti ve her ahdi içine alacak tarzda hüküm bildiriyor. Bu nitelikler her zaman ve her yerde mü’minlerin nitelikleridir. Müslümanlar bu niteliklere riâyet etmedikleri takdirde İslâm cemaati doğru istikameti bulamaz. Böyle bir toplumda, ortak hayat için konulacak temel kaidelere herkesin bağlanması, güvenmesi ve dayanabilmesi
414] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 245
415] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, c. 1, s. 105
416] 23/Mü’minûn, 8
417] 23/Mü’minûn, 8
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için ahde vefâ ve emanete riâyet prensibi zaruridir. Bu prensibi tüm mü’minlerin örneği ve önderi Rasûlullah’ın hayatında açıkça görmekteyiz. O’na müşrikler bile güvenmiş, emanetlerini çoğu zaman O’na teslim etmişlerdir. Bir yandan düşmanlık, öbür yandan O’na güvenmek gerçekten düşündürücü bir haldir. İşte, kısa bir süre içerisinde İslâm’ın dünyaya hâkim olmasında Rasûlullah’ın bu ilkesinin büyük katkısı olmuştur.
“Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever. Allah’ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin; işte onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için acı bir azap vardır.”418 Ahde vefâ, Allah korkusuyla yakından alakalıdır. Bunun için sosyal muamelelerde dost ile düşman arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Her ikisi için de durum aynıdır. Ahde vefâ dünyevî bir menfaat karşılığında değiştirilecek bir husus değildir. Çünkü verilen söz Allah adına verilmiştir. Buradaki mesele Allah’a karşı verilen ahde vefâ meselesidir. Onun için de karşıdaki insanlar değil; Allah’ın emri gözetilir. 419
Kur’ân-ı Kerim’de, Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e ahid verdiği ifade edilir.420 Bu ahid, genellikle emir veya tâlimat verme şeklinde açıklanmıştır. Yine Kur’an’da Allah’la kulları arasındaki bir ahidleşmeden de bahsedilmiş 421 ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir.422 Allah’la yaptıkları muâhedeye sâdık kalanlara büyük mükâfat vaad edilmiş,423 ahdini yerine getirmeyenler fesatçı/bozguncu olarak nitelendirilmiş424 ve Allah’a karşı ahidlerini hiçe sayanların âhirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir.425 “Siz Bana verdiğiniz ahde sâdık kalın ki, Ben de size verdiğim ahdi îfâ edeyim” 426 mealindeki âyet değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Bir yoruma göre âyette geçen birinci ahid, Allah’ın kullarına olan emir, yasak ve tavsiyeleri, ikinci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af ve mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahid Allah’ın ahdi, yani kulları üzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri üzerindeki haklarıdır. Bir hadise göre Allah’ın kul üzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine ibâdet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesidir.427 Semavî dinler, Allah’la kulları arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamberimiz, dua ederken, “Allah’ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat gösteriyorum” 428 der ve kendini O’na karşı daima sorumlu hissederdi.
Mîsak
Allah Teâlâ’nın bütün insanlardan ruhlar âleminde iken “misak” aldığı, mütevatir haberlerle (nassla) sâbittir. Bu bir anlamda Allah Teâlâ ile insanlar
418] 3/Âl-i İmran, 76-77
419] Beşir İslamoğlu, Mü’minlerin Özellikleri, s. 120-121
420] bk. 2/Bakara, 125; 7/A’râf, 134; 20/Tâhâ, 115
421] bk. 36/Yâsin, 60
422] bk. 16/Nahl, 91
423] bk. 48/Fetih, 10
424] bk. 2/Bakara, 27
425] bk. 3/Âl-i İmran, 77
426] 2/Bakara, 40
427] bk. Buhâri, Libas, 101; Müslim, İman 48
428] Buhâri, Deavât 16; Tirmizî, Deavât 15
AHİD
- 97 -
arasında tahakkuk eden, manevî mukaveledir. Her mü’min “Ne zamandan beri müslümansın?” sualine “Kalû Belâ’dan beri” diyerek, bu misakı zikreder. Dolayısıyla misak kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.
Önce kelime üzerinde duralım. Misak, ve-si-ka veya ve-sü-ka fiil kökünden gelir. Lûgatta “sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak” gibi mânâlara gelir. Vesseka; sağlam yaptı, tevsik etti ve resmîleştirdi demektir. Türkçe’de “delili tevsik etmek” şeklinde kullanılır. Bilindiği gibi tevsik; “vesseka” fiilinin masdarıdır. Türkçe’de ve-se-ka fiil kökünden gelen vesika kelimesi kullanılır. Meselâ: Vesikalık fotoğraf veya resmî vesika denilir. Vesak veya visak; aynı fiilden türeme iki isimdir; kendisiyle tevsik olunan, güçlendirilen ve sağlam bağlanan mânâsına kullanılır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Onun için küfredenlerle (savaş esnasında) karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onları mecâlsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı güçlendirin (fe şüddû’l vesak). Ondan sonra ise ya iyilik (yapın), yahud fidye (alın). Yeter ki harp (erbabı) ağırlıklarını yanına bıraksın. (Emir) böyledir. Eğer Allah dileseydi onlardan (savaş olmadan da) elbette intikam alırdı. Fakat (cihadı emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Amel (ve hizmet) lerini aslâ boşa çıkarmayız.”429 hükmü beyan buyurulmuştur… Yine bir diğer âyet-i kerime’de “Artık o gün (Allah’ın) azâbı gibi hiç kimse azab edemez. Onun vurduğu bağ gibi de (yûsiku) kimse bağ vuramaz”430 buyurulmuştur.431
Misâk; kendisiyle bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Hani Biz İsrailoğullarından Allah’dan başkasına ibâdet etmeyin, anneye, babaya, yakınlara iyilik yapın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin’ diye bir misak almıştık. Sonra dâ içlerinden az bir kısmı hâriç, yüz çevirdiler ve hâlâ da yüz çevirmekteler.”432 âyetinde, Allah Teâlâ’nın İsrailoğularından aldığı kuvvetli söz izah buyurulmuştur. Esasen bütün peygamberlerden ve onların şahıslarında bütün ümmetlerden misak alınmıştır. Nitekim: “Allah, peygamberlerinden ‘Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelmiştir (gelecektir), ona kat’iyen iman ve ona mutlaka yardım edeceksiniz’ diye misak aldığı zaman dedi ki: ‘ikrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü (vecibemi) alıp kabul eylediniz mi?’ Onlar (cevaben) ‘ikrar ettik’ dediler. (Allah) dedi ki: “Öyle ise (birbirinize ve ümmetlerinize karşı) şahit olun. Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim.”433 âyetinde, bu husus açıkça belirtilmiştir. Ahd ü misâk; bütün peygamberler ve onların ümmetleri için geçerlidir. Bütün peygamberler insanları İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) çağırmışlar ve karşılığında hiçbir ücret talep etmemişlerdir. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Peygamberler, babaları bir kardeşler gibidirler, dinleri birdir.”434 buyurmasındaki hikmet budur.
İslâm fıkıhında; misâk, ahd ve akd terimleri, mesûliyeti beraberinde getiren fiilleri (anlaşmaları) ifade için kullanılır. Daima taraflar vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâgûtu inkâr edip de, Allah Teâlâ’ya iman ederse o, muhakkak kopması mümkün
429] 47/Muhammed, 4
430] 89/Fecr, 25-26
431] Geniş bilgi için bk. Abdülaziz el-Buharî, Keşfû’I Esrar, İst. 1308, c. IV, sh. 238; Ayrıca, Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, “Ahd” maddesi
432] 2/Bakara, 83
433] 3/Âl-i İmran, 81
434] Sahih-i Buhârî, Kasasu’l-Enbiyâ 48, İst.1401, Çağrı Yay. c. IV, s.142
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır (urvetu’l-vuskâ). Allah, hakkı ile işiten (her şeyi) kemali ile bilendir.”435 hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette ve-se-ka fiil kökünden, “ism-i tafdil” kipindeki vüskâ kelimesi, tutulacak kulp anlamına gelen urve kelimesiyle kullanılmaktadır. Fahrûddin-i Razi, bununla ilgili olarak şunları zikretmektedir: “Bu (istiâretu’l mahsûs li’l ma’kûl) yani aklî olan bir meseleyi hissî olan bir şeye benzeterek teşbih etmektir. Çünkü bir şeyi tutmak isteyen kimse, onun kulpuna tutunur. Burada da böyledir. Bu dine tutunmak isteyen kimse, ona delâlet eden delillere yapışır. İslâm’ın delilleri, delillerin en güçlüsü ve en açığı olunca, bu delillerin el-Urvetu’l-Vüska diye isimlendirilmesi gerekmiştir.”436 Dikkat edilirse; kopması mümkün olmayan sağlam kulpun (urvetu’l-vüskanın) bir tarafında Allah Teâlâ vardır, diğer tarafında ise insan!.. Allah Teâlâ hâkimdir (hüküm koyucu). İnsan ise hükme mahkûmdur. Eğer insan misâkı bozar ve kopması mümkün olmayan sağlam kulpu bırakırsa, esfel-i safilîne yuvarlanır. Hesap gününü düşünen her mü’min, ruhlar âleminde gerçekşen misaka ve o misakın tabiî sonucu olan emânete sahip çıkmak mecburiyetindedir.
Kalu Belâdaki Ahdimizi Hatırlamamak ve Sorumluluk
Misak, yani kalu belâdaki “anlaşma” ne demektir? Ruhlar âlemindeyken Allah’a verdiğimiz sözü, niçin hatırlamıyoruz? Bu sözü hatırlamayışımız, bizi sorumluluktan kurtarır mı?
Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu, 7/A’raf Sûresi, 172. âyeti esas alarak, misakın ana rahminde başladığını, bu soru ve cevabın bedene ruh ilka edilme safhasında gerçekleştiğini ifade ederler.
Allah’ın zamandan münezzeh olduğu dikkate alındığında bu mânâyı kavramak kolay olur. Değişik zamanlarda yaratılan insanlar, birbirlerine göre önce ve sonra gelmiş olsalar bile, Allah’ın ezelî ilminde hepsi hazırdırlar ve bu soruya birlikte muhâtap olmuşlardır.
Misakta “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuyla insanların dikkatleri kendilerinde icrâ edilen İlâhî terbiyeye çekilmiş ve insan olarak terbiye gören bu bahtiyar kulların Allah’ın bu ihsânına karşı Ona iman ve ibâdet etmeleri gerektiği dersi verilmiştir. Misak üzerinde tartışmalara girerek bu temel mesajı unutmak doğru olmaz.
Misak; “güçlendirme, anlaşma, sözleşme” gibi mânâlara geliyor. Ve “misak-ı ezelî,” Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, ruhların “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermeleriyle tahakkuk etmiş oluyor.
Tefsir âlimlerimizin çoğu ruhlara yapılan bu hitâbın “kelâmî” olmadığını, yani Kur’an ve diğer semâvî kitaplarda olduğu gibi bir hitap özelliği taşımadığını ifade etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi, bunun, meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve “kelâm-ı lâfzî” ile olmadığını vurgular ve şöyle der: “Bunda da bizim anladığımız mânâda bir şâhit tutmak ile soru ve cevap vermek, hakiki mânâsıyla bir mukavele düşünmek lâzım değildir.”
Buna göre, ruhlara sorulan bu soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır; ilham şeklindedir. Cenâb-ı Hak, Şems Sûresinde, güneşten başlayarak birtakım
435] 2/Bakara, 256
436] Fahruddin-i Razi, Mefatihû’l Gayb, Ank.1989, Akçağ Yay. c. V, sh.428
AHİD
- 99 -
mahlûklarına kasem eder. Bu yemin edilenlerden birisi de “nefistir.” Ve âyette, mealen, şöyle buyurulur: “Nefse (kişiye) ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülüğü ve takvâyı ilham edene (andolsun ki...)” 437
Bu âyette, insan vicdanına iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetinin konulduğu beyan buyrulmuş, ona bu kabiliyetin verilmesi ise “ilham” olarak ifade edilmiştir. İşte “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu da böyle bir ilham olarak gerçekleşmiştir.
Bu konuşma, bizim anladığımız mânâda, sesli, harfli, heceli bir konuşma değildir. Zaten o anda, beden teşekkül etmiş olmadığından bu konuşmayı ruhun kelâmı olarak anlamamız gerekir.
Biz bu hitabın ve cevabın mâhiyetini bilmekten âciziz ve bundan sorumlu da değiliz. Ancak şu kadarını söylemek isteriz: Sâdık rüyada, bir mü’minin kalbine ulvî bir mânâ akıtılır. Ve rüyasında o mânâ istikametinde hareket etmeye karar verir. Sabahleyin uyandığında, Rabbinin onunla ilham yoluyla konuştuğunu anlar ve kalbine ilham edilen mânânın gereğini yerine getirmeye başlar. Rüyada Rabbinin onunla konuşması ve kendisinin de o ilhama göre hareket etmeye karar vermesi, uyanık âlemdeki konuşmalara ve kararlara hiç mi hiç benzemez.
Misak konusunda iki ayrı soruya muhâtap oluyoruz. Birincisi “Misakı niçin hatırlamıyoruz?” diğeri ise “Bu hatırlamayış, bizi sorumluluktan kurtarır mı?”
Önce, birinci soru üzerinde duralım: İnsanoğlu ana rahminde dört aylıkken, bedenine ruh ilka ediliyor. O ruh, beş ay kadar misafir kalacağı bu beden hakkında hiç bir bilgiye sahip değil. Ondan öte, kendisinin ruh olduğundan, görme, işitme gibi nice hislerle, akıl, hâfıza, hayal gibi mânevî sermayelerle donatıldığından da habersiz. Dünyaya geldiğinde de dünyayı tanımıyor. Çocukluk devrini geçiyor, büyüyor, genç oluyor. Aklını çalıştıran, kendini ve içinde yaşadığı âlemi değerlendiren, iç âleminde birtakım sorular üreten ve bunlara cevap arayan müstesna bir varlık haline geliyor. Bu haliyle bile, bebekliğini ve hele ana rahminde geçirdiği safhaları hatırlayamıyor. Sonra kalkıyor, “ben misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyorum?” diye soruyor.
Soruya iki yönden yaklaşmak gerekir. Birincisi: Rabbimiz, bu dünyada, bizi çok şeylerle sınırlamış ve bunların tamamından fayda görüyoruz. Meselâ, görmemizi sınırlamış, bu yüzden her şeyi göremiyoruz. Eşyaya baktığımızda atomların o baş döndüren hareketlerini görebilseydik dengemizi kaybederdik, belki de dünyada yaşamamız mümkün olmazdı. Bastığımız topraktaki bütün bakterileri görebilseydik rahatça yürüyemezdik.
Bu sınırlamaları yapan Rabbimiz, hâfızamıza da sınırlar koymuş. Bebekliğimizi, o safhada başımıza gelenleri ve daha öncesini, yani rahimde geçen devreleri hiç hatırlamıyoruz. İşte, rahim safhasında muhâtap olduğumuz, ama sonradan hatırlayamadığımız hâdiselerden biri de misak meselesi. Misakı hatırlayabilseydik, bu dünyada herkes Allah’a iman ederdi ve imtihan olmamızın da bir mânâsı kalmazdı.
Diğer yönü ise şöyle: Peygamber mûcizelerinde çokça okuruz: Bir ağaç, mûcize olarak konuşur ve Allah Rasûlünün (s.a.s.) peygamberliğini tasdik eder.
437] 91/Şems, 7-8
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha sona yine eski haline döner, hiç bir şeyden habersiz, sürdürür hayatını.
Cenâb-ı Hak, elma ağacına bir an için şuur verse ve ona “Seni elma verecek şekilde terbiye eden Ben değil miyim?” deseydi yahut bal arısına, “Seni bal verecek şekilde terbiye eden Ben değil miyim?” diye sorsaydı, bütün bu ve benzeri soruların cevabı, “Evet bizi terbiye eden Sensin” şeklinde olacaktı.
Aynı soru insan ruhuna da sorulabilir: “Seni, insan ruhu olarak terbiye eden, maddî ve mânevî sermayelerle donatarak nice ilimlere ve marifetlere kabiliyetli kılan Ben değil miyim?” İnsan ruhu da bu sorunun cevabını, “Evet, beni böylece terbiye eden Sensin.” diye verecektir. Nitekim ruhlara bu soru sorulmuş, onlar da bu İlâhî hitaba, “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdir.
“Misakı hatırlamayışımız bizi sorumluluktan kurtarır mı?” sorusuna gelince, bu soruya şöyle cevap verilir: “Allah, peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdi. İnsanlar hatırlamasalar bile peygamberlerin sözü, onların aleyhinde delil olmuştur. Çünkü bilirsin ki, bir insan namazından bir rekât terk etse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsalar, onların sözü aleyhinde delil olur.”
Bir mü’min, namazın her rekâtında, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” etmekle bir bakıma, misakını yeniler. Çevresini kuşatan ve onun yardımına koşan bütün varlıkların, İlâhî bir terbiyeden geçtiklerini düşünerek Rabbine şükreder. Sonra bu kâinatın bir küçük misâli olan kendi varlığına nazar eder. Ondaki bütün terbiye fiillerinin de yine onun menfaatine en uygun şekilde icrâ edildiğini görür.
İşte insanın, kendisini içten ve dıştan kuşatan bu terbiye fiillerini düşünmesi, onu ibâdete sevk eder. Hayatının tüm anlarında: “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz.”438 diyerek misakını yenilemiş olur. “Rabbimiz Sensin, ibâdetimiz de ancak Sanadır ve Senden başkasından da yardım dilemeyiz.” der. 439
İslâm Ahlâkında Ahid
Ahid ve va’d (vaad) terimleri, genellikle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de va’d ve bundan türemiş olan kelimeler, “Allah’ın iman eden ve salih ameller yapan insanlara maddî ve mânevî ecir ve mükâfat vereceğini bildirmesi” mânâsında geçer. Ahid kelimesi ise, ahlâkî kavram olarak genellikle “birine söz verme, vaad ve taahhütte bulunma, anlaşma yapma” mânâlarında kullanılmıştır. Hadislerde de bu mânâlar, hem ahid ve hem de va’d kavramlarıyla ifade edilmiştir.
Kur’an’da iman, yalnızca zihnî bir inanma değil; bunun yanında kişinin dinî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyacağına dair gönüllü bir taahhüdü olarak değerlendirilmek sûretiyle iman ile ahid arasında sıkı bir münasebet kurulmuştur. Böylece Kur’an’a göre ahde vefâ, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu sûretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına sokmuş olan mü’minin ahlâkî bir borcudur. Bu sebeple Kur’an ahdin önemi üzerinde ısrarla durmuştur.
438] 1/Fâtiha, 5
439] Alaaddin Başar
AHİD
- 101 -
İster Allah’a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartlarını taşıyan bir insanı borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine “ahde vefâ” veya “ahde riâyet” denir ki, her iki tabir de Kur’an’dan alınmıştır.440 “Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak” gibi anlamları içine alan ahde vefâ veya kısaca vefâ, İslâm ahlâkının en önemli prensiplerinden biridir. Ahlâkçılara göre ahde vefâyı yüksek bir fazilet haline getiren husus, kişinin taahhüdünün aksini her an yapma imkânına sahip olduğunu bilmesine rağmen, kendisini verdiği söze bağlı hareket etmek zorunda hissetmesidir.
Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde kâmil/olgun mü’minlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ gösterme özelliklerine işaret edilir.441 Kur’an’da ahde vefâ ile ilgili âyetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir.442 Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamberimiz’in Hudeybiye Antlaşması’ndan hemen sonra, yanındaki müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel’i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O’nun verdiği söze bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir. O’na “el-Emîn” sıfatının düşmanları tarafından bile verilmesinin, kendisinin ahde vefâ ve emanete riâyet faziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde ahde uygun hareket edilmesini imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise nifak alametleri arasında göstermiştir. Zira sözünde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir. Hâlbuki gerek Kur’an’da,443 gerekse hadislerde ahde vefâ ile sadakat arasında kopmaz bir bağ bulunduğu belirtilmiştir.
İnsanların toplum hayatının gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde ısrarla duran İslâm ahlâkçıları, bu konuyu ekseriyetle “dilin âfetleri” başlığı altında incelemişlerdir. Ahlâkçılar, herhangi bir vaadde bulunurken, ileride ahde vefâ göstermeyen bir kişi durumuna düşmemek için, yerine getirilemeyecek hususlarda düşünmeden hemen “evet” demek yerine, söz veren tarafın ahdini yerine getirmesini engelleyen meşrû bir sebebin baş gösterebileceğini dikkate alarak, sözün ardından, “inşâAllah” denilmesini tavsiye etmişlerdir. 444
Ahde vefâ bir ahlâk kuralıdır. Bu kaideye uyan, Allah’a verdiği ahde riâyet eden, bu şuura varan kimseyi Allah sever ve ikramına nail eder. Fakat Allah’ın ahdini ve verdiği yeminleri az bir pahaya değiştiren bir kimsenin âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah’ın indinde hiçbir değere sahip değildir. İnsanlar arasında da kimse ona değer vermez ve onu tezkiye edip temize çıkaracak kimse de olamaz. Ahde vefâ ve diğer hususlardaki ahlâkî kaide şudur ki; önce bütün ilişkilerde sorumluluk, Allah’a karşı olmalıdır. Öyle ise, Allah’ın gadabını icap ettiren
440] bk. 2/Bakara, 177; 23/Mü’minûn, 8
441] bk. 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32
442] bk. 9/Tevbe, 1, 4, 7
443] bk. 2/Bakara, 177
444] İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 1, s. 532- 535
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hareketlerden sakınıp, rızâsına nail olmaya çalışmak lazımdır. Bu konuda menfaat duygusu, yani basit kişisel çıkar hiçbir zaman ölçü olamaz. Toplumlar topyekün sapıtsa, hak yolundan ayrılsa bile mü’min için değişen hiçbir şey olmaz. Bu kural yine olduğu gibi kalır. Zira bu, Allah tarafından hükmedilmiştir. Rasûlullah müşrik bir toplumda bile bu kaideye uymuştur. Bu kural, Allah’ın rızâsını celbedecek, takvâsını kazanacak bir ahlâk kaidesidir.
Bütün Âdemoğullarının Allah’a verdikleri bir sözü vardır. Allah ile yaptıkları bir ahidleri vardır. Bu antlaşma gereğince Âdem’in bütün zürriyetinin Allah’a inanmak, O’nun yüce ulûhiyeti için gerekli kulluk vecibelerini bilmek ve yerine getirmek mecburiyeti vardır. Allah’a iman akdi, O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini itiraf etmek, bu itirafını kâmil bir kulluğu gerektiren vecibelerini bilmek, mutlak bir itaat, derin bir teslimiyet ve şümullü bir kabullenmedir. İşte Allah Teâlâ yeryüzünün hilafet anahtarını önce Hz. Âdem’e teslim etmiştir. Bu hilafet, ancak Allah’a teslimiyet ile O’na tâbi olmaya bağlı bir hilafettir. Bunun tersi ise hilafet akdine muhalefettir.
İnsanlar arası ilişkiler güven unsurunun hâkim olabilmesi için verilen ahde vefâ göstermek şarttır. Bu güven kazanılmadan sıhhatli bir toplumun oluşması mümkün değildir. Onun için İslâm, ahde vefâ prensibinde son derece titiz davranır ve bu hususta asla müsamaha göstermez. Zira ahde vefâ, toplum hayatını birbirine bağlayan en kuvvetli bağdır. Bir toplum ahde vefâ prensibine riâyet etmezse, o toplum kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. 445
Ahdi Bozmak
Kur’ân-ı Kerim, ahde vefâyı emreder. Ahdi bozmayı, vefâsızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kötüler. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder. “İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü, ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir.” 446
Âyet-i Kerime, ahdini bozan insanları budala kadın gibi gösteriyor. Bir kadın ki ipliğini iyice eğirip sardıktan sonra tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu gerçekten çok yerinde bir teşbihtir. İnsanlar da şâyet bir ahitleşme yaparlarsa bu kadının durumuna düşmesinler diye, uyarılmaktadır. Özellikle mü’minlerin şahsiyetli olmaları, budala kadının derecesine düşmemeleri için ikaz edilmektedir. Bununla beraber, sabırsızlıktan, zayıflıktan ve iradesizlikten kurtulmaları için uyarılmaktadırlar.
Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır. Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır. Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez.
445] Beşir İslâmoğlu, a.g.e., s. 122-123
446] 16/Nahl, 92
AHİD
- 103 -
Âyette, ahdi bozma durumunda olan devletler de kınanmaktadır. Bir devlet bir veya birkaç devletle antlaşmalar imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek antlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu iddia ederse, İslâm bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ gösterilmesini emreder. Verilen sözlerin ve antlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; İslâm, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar etmez. Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder. Gerek İslâm toplumunun gerek İslâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslâm’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslâm’la tanışmalarına sebep olmuştur. Böylece müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.
Bir müslümanın sözü gerçekten Allah’a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sâdık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır. “Allah’ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.” 447
“Ahidleşip antlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri çok iyi bilir. Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup parçalayan kadın gibi olmayın.”448 Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah ile insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah’ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır. Üçüncü tür ahid ise, Allah’ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bu ahdin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır. Bu bağlamda, Allah’ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki, bu, yeryüzündeki karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebeplerinden biridir.
Nahl sûresi 92. âyette anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrılıkları ve ihtilafların çözümünün kıyamet gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak için birer özür teşkil etmemelidir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda yapması veya diğer(ler)ini mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyamet günü kendi aleyhinde bulacaktır. Çünkü doğruluk ve adâlet, kişinin sadece teorilerinde ve amaçlarında doğru olması değil; aynı zamanda doğru metodlar ve araçlar kullanmasını da gerektirir.
Yapılan yeminleri ve verilen sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak, her
447] 16/Nahl, 95; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 55
448] 16/Nahl, 91-92
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeyden önce vicdanların derinliklerinde yer eden inançları temelinden sarsar. Diğer kimselerin gözünde de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin eden kimse hiçbir zaman için sağlam bir inanca sahip olamaz ve inandığı yolda dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği halde yeminini bozan veya yalan yere yemin eden veya söz verdiği halde sözünde durmayan kimse, muhataplarının Allah’ın yolundan uzaklaşmalarına vesile olur. İtimadlar sarsılır, mü’minin emin/güvenilir kimse olduğu anlayışı darbe yer. Ahlâkî anlamda insan, ahdine vefâ gösteren, sözünde duran varlık diye tanımlanabilir. Mükemmel insanın tanımlarından biri budur.449 İman da, Allah’la kul arasında yapılan bir an(t)laşma, bir ahidleşmedir. Bu ahidleşmeye sadakat, hem mü’minin Rabbine karşı münasebetlere sâdık olmasıyla, hem de diğer insanlarla ilişkilerindeki sözleşmelere sadakatle kendini gösterir.
Hadis-i Şeriflerde Ahde Vefâsızlık/Ahdi Bozmak
Hz. Peygamberimiz’den bir rivâyet şöyledir: “Ahdine vefâsı olmayanın imanı da (dini de) olamaz.” 450
Hadis-i şerife göre ahde vefâsızlık, küfrün en rezil şekli olan münafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. “Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet eder.”451; “Dört şey kimde bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” 452
“Bir kavim ahdinden dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.”453
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “(Bir gün) Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza gelip şöyle buyurdular: “Ey muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah’a sığınırım. (Bu beş şey şunlardır:)
1- Zina: Bir toplumda zina ortaya çıkar ve alenî işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o toplumda tâun hastalığı (bulaşıcı hastalık) yaygınlaşır ve onlardan önce gelip geçmiş toplumlarda görülmeyen hastalıklar yayılır. (Dün frengi, bugün AIDS, kanser..., yarın?!)
2- Ölçü-tartıda hile: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her toplum, mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.
3- Zekât vermemek: Hangi toplum mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.
4- Ahdin bozulması: Hangi toplum Allah ve Rasûlü’nün ahdini bozarsa, Allah, o toplumda, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki
449] N. Şahinler, Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, s. 146
450] Beyhakî, es-Sünnetü’l-Kübrâ, c. 9, s. 231; Zehebî, Kebâir 108
451] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, c. 1, s. 45, no: 31; Tirmizî, İman 14
452] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, c.1, s. 45, no: 32
453] Muvatta, Cihad 26 -2/460-
AHİD
- 105 -
(servet)lerin bir kısmını onlar alır.
5- Kitabullah’la hükmetmeyi terk: Hangi toplumun imamları (liderleri) Allah’ın kitabı ile ameli terk ederek Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah onları kendi aralarında savaştırır.” 454
Ebû Hureyre (r.a.)’den Nebî’nin (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Aziz ve Celil olan Allah: Üç (sınıf insan) vardır ki, kıyamet gününde Ben bunların hasmıyım: 1- O kimse ki, bana (Mukaddes ismime) yemin eder de sonra ahdini bozar. 2- Bir kimse ki, hür (bir insan)ı köle diye satar da onun karşılığını yer. 3- Diğer kimse ki, bir işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez, buyurmuştur.” 455
“Ahdini bozan her kişi için kıyamet gününde (halk arasında teşhir olunmak üzere) bir alâmet vardır. (o alâmet,) sözünü bozan gaddarın yanına dikilir, onunla bilinir.” 456
Kur’an’da hem insanlar arası ilişkiler, hem de insanla Allah arası ilişkilerin temelinde ahid vardır. Ahde vefâ göstermek, hem insanlar arası ilişkilerin, hem de insan-Allah arası ilişkilerin esasıdır. Kur’an, ahde vefâyı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefânın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmiştir. Prensipler şöyle konuyor: “Ahde vefâ gösterin, sözünüzde durun.”457 Ahde vefâsı olmayanın zâlimlerden olduğu anlaşılmaktadır: “Allah, ahdim zâlimlere ermez, buyurdu.” 458; “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getirin.”459 Allah, ahd ü misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını belirtir. Bozulan bu sözleşme, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse insanlar ile yapılan sözleşme olsun, bozanlar cezalandırılmayı hak ederler: “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık.”460; “Onlar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte husrâna/ziyana uğrayanlar onlardır.” 461
Kur’an’a göre insan ruhuyla Allah arasında ezelde yapılmış bir anlaşma vardır ve dünya hayatı bu muâhedenin/ahidleşmenin icrâ yeridir. Kur’an, insanı bu anlaşmayı unutmamaya ve şartlarını yerine getirmeye çağırmaktadır. İman, bu ezelî mukavelenin bir kere daha hatırlanması ve itirafı, dünya hayatımız da bu sözleşme şartlarına uygun bir yaşayışın sürdürülmesidir. “Rabbi’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben Rabbiniz değil miyim?’ (demiştir.) “Evet, (buna) şâhidiz!’ dediler. Kıyamet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz.”462 Bu âyette dile getirilen ahd ü misakın mahiyeti hakkında müfessirler çok farklı yorumlara gitmişlerdir. Bu yorumlar şöyle gruplandırılabilir: Müfessirlerden çoğunluğu oluşturan grup bu âyeti, sembolik (remzî) bir anlatım olarak kabul ederler. Bunlara göre, Kur’an, bu üslup ile âdeta Allah’ın ulûhiyeti fikrinin, gerçekte insanın tabiatına/doğasına yerleştirildiğini, bunun da kavranabilir bir vakıa olarak meydana geldiğini anlatmak ister.
454] Kütüb-i Sitte Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 17; s. 540
455] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. Ve Şerhi, c. 6, s. 535
456] Buhâri, Tecrid, c. 8, s. 477
457] 17/İsrâ, 34
458] 2/Bakara, 124
459] 5/Mâide, 1
460] 5/Mâide, 13
461] 2/Bakara, 27
462] 7/A’râf, 172
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Diğer bir grup müfesir, bu ahd ü misakın fiilen meydana geldiğini kabul ederler. Bazı müfessirler ise, bu ahidleşme, fıtrî olması ve kelam-ı nefsîyi de içine alması itibariyle gerçek bir sözleşme gözüyle bakarlar. Dolayısıyla olayın fıtrî olması, fiilî olarak olmasına engel teşkil etmez görüşündedirler. Yine, bu âyette geçen “kaalû belâ” ifadesi hakkında, bunun ezelde mi, ana rahminde mi, yoksa bülûğ çağında mı olduğu hususunda çeşitli görüşler vardır.463 Bütün müfessirler, bu sözleşmeyi ister fıtrî, ruhî bir sözleşme olarak, isterse fiilî, kelâmî bir ahidleşme şeklinde kabul etsinler, insanlığın bu ahd ü misakla gerçek anlamda Allah’a söz vermiş ve O’nunla bir sözleşme yapmış olduğu hususunda söz birliği içindedirler.
Mü’minler âhiretteki kazançlarını düşünerek ahidlerini yerine getirmek zorundadırlar. Bu ahidler, ister Allah ile kul arasında olsun, ister beşerî ilişkilerde olsun, hiçbir değişiklik arzetmez. Tağutlara itaat eden, Allah’ın hududunu çiğneyen, İslâm’ı kişisel ve toplumsal hayatında yaşama gayretinde olmayan insanlar, Allah’la yaptıkları ahdi, O’na verdikleri sözü bozmuşlardır. Bu kişilerin, diğer insanlara verdikleri sözlerini tutmaları da beklenemez.
463] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2323-2338
AHİD
- 107 -
Ahidle İlgili Âyet-i Kerimeler
Ahd Kelimesinin İsim ve Fiil Şekillerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 46 Yerde): 2/Bakara, 27, 40, 40, 80, 80, 100, 100, 124, 125, 177, 177; 3/Âl-i İmrân, 76, 77, 183; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 102, 134, 152; 8/Enfâl, 56, 56; 9/Tevbe, 1, 4, 4, 7, 7, 12, 75, 111; 13/Ra’d, 20, 25; 16/Nahl, 91, 91, 95; 17/İsrâ, 34, 34; 19/Meryem, 78, 87; 20/Tâhâ, 86, 115; 23/Mü’minûn, 8; 33/Ahzâb, 15, 15, 23; 36/Yâsin, 60; 43/Zuhruf, 49; 48/Fetih, 10; 70/Meâric, 32.
Nezretmek, adamak Anlamındaki Nezr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 270; 3/Âl-i İmrân, 35; 19/Meryem, 26; 22/Hacc, 29; 76/İnsan, 7.
Ahid Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Ahde Vefâ (Verilen Sözü Yerine Getirmek): Bakara, 177; Al-i İmran, 77; Maide, 1; Ra’d, 20; İsra, 34; Mü’minun, 8; Ahzab, 1; Meâric, 32.
Allah’a Karşı Verilen Sözü Yerine Getirmek: Bakara, 100; Al-i İmran, 76; Maide, 1, 7; En’am, 152; Ra’d, 19-20, 25; Nahl, 91, 95; Mü’minun, 8; Feth, 10.
Münafıklar, Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.
Mîsak: Bakara, 27, 63, 83, 84, 93; Al-i İmran, 81, 187; Nisa, 21, 90, 92, 154, 155; Maide, 7, 12, 13, 14, 70; A’raf, 169; Enfal, 72; Ra’d, 20, 25; Ahzab, 7; Hadid, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 245
2. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 236-238
3. Mefatihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir) Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 206-208
4. Fi Zılali’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 104-105
5. Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. s. 140-141
6. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 68
7. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 54-56; c. 4, s. 216
8. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 1, s.532-535
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y. s. 101-107
10. Kelimeler, Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, 1, s. 37-40
11. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 126-140
12. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 20-21
13. Kitabu’t-Ta’rifat, Terimler Sözlüğü, Cürcani, Bahar Y. s. 158
14. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 143-146
15. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 120-127
16. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 30
17. Verdiği Sözde Duranlar, Osman Karabulut, Şems Y.
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
TAŞTAN DAHA KASVETLİ/KATI KALPLER: TAŞTAN SU ÇAĞLAR/TAŞ AĞLAR;
O KALP SAHİBİNİN GÖZÜNDEN AKMAZ DAMLALAR
• Ağlamak; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Ağlama ve Gözyaşı
• Allah Rasûlünün Dilinde ve Gözünde Gözyaşı
• Saâdet Asrında Gözyaşı
• İnsanlığın Derdiyle Dertlenip Hüzünlenmenin Göstergesi: Gözyaşı
• Psikoloji ve Sağlık Açısından Ağlamanın Önemi
• Gözyaşı Stres Düşmanıdır
• Ağlamanın Zıddı; Gülme
• Ağlayın, Su Yükselsin; Belki Kurtulur Gemi
• Gözyaşıyla Islanmış Düşünceler
“Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” 236
Ağlamak; Anlam ve Mâhiyeti
Ağlamak, mahzun olup Allah korkusundan yahut herhangi bir dert, tasa acı, ümitsizlik ve bazen sevinçten dolayı gözyaşı dökmek demektir.
Ağlamak kelimesi, Türkçe’de “ağmak”tan türemiştir. “Ağmak”, yükselmek, yukarı doğru çıkmak anlamına gelir. Dolayısıyla ağlamak, Türk dilinde, yükselmek demektir. “Ağı”, gözyaşı; ağılamak/ağlamak: Gözyaşı dökmek, ağlamak; gerçek anlamda yükselmek, içten dışa çıkmak, yukarı doğru gelmek demektir. 237
Kur’ân-ı Kerim’de Ağlama ve Gözyaşı
Ağlamakla ilgili “bükâ” (ağlamak) kelimesi, Kur’an’da 7 yerde geçer.238 Gözyaşı anlamına gelen “dem’ ” Kur’an’da 2 yerde kullanılır.239 Çok ağlayan
236] 2/Bakara, 74
237] İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, s. 13
238] 19/Meryem, 58; 17/İsrâ, 109; 54/Kamer, 7; 68/Kalem, 43; 70/Meâric, 44; 79/Nâziât, 9; 44/Duhan, 29; 53/Necm, 60; 9/Tevbe, 82; 53/Necm, 43
239] 5/Mâide, 83; 9/Tevbe, 92
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamında “evvâh” kelimesi de Kur’ân-ı Kerim’de 2 yerde geçer.240 Evvâh, keder ve acıma gösteren sesleri çok çıkaran, başkalarının acılarını benliğinde duyan, onlara duyduğu merhametten dolayı “ah!” edip ağlayan anlamlarına gelir. Kur’an’da Hz. İbrahim’in sıfatı olarak kullanılır.
Kur’ân-ı Kerim’de kâfirlerin katı kalpliliğine işaret edilmiş, Allah korkusundan ağlayan yumuşak kalpli, merhametli mü’minler cennetle müjdelenirken; katı yürekli kâfirlerin cehenneme gideceği haber verilmiştir. Yüce Allah, Kur’an’ın müslümanlara okunduğu zaman, onların ağlayarak secde ettiklerini ve Kur’an dinlemenin onların huşûunu/derin saygısını arttırdığını, kalplerinin titrediğini ifade eder.241 Kâfir ve münâfıklar için de şöyle denilir: “Artık kazandıkları/yaptıkları işlere karşılık ceza olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.”242 Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğu vurgulanır.243 Kur’an’ın îcâzı karşısında onu dinleyenlerin derileri ürpermektedir. Müslümanlar, Allah korkusundan ağlayarak secde ederler. “Eğer Kur’an bir dağa indirilseydi dağ Allah’ın korkusundan baş eğmiş parça parça olmuş olacaktı.”244 Bu âyetlerden çıkan sonuç, Allah korkusu sebebiyle ağlamanın takdîre şâyan bir meziyet olduğudur.
Bakara sûresi, 74. âyetinde Benî İsrâil’in kalplerinin kasveti/katılığı anlatılır ve mü’minlerin aynı duruma düşmeleri işaret yoluyla yasaklanır. İsrâiloğullarının bunca nimete rağmen, kalplerinin taş gibi, hatta taştan daha katı olduğu, çünkü nice taşın içinden su fışkırdığı, Allah korkusundan parçalandığı halde onların gözlerinden bir damla olsun su çıkmadığı dolaylı yolla ifade edilir. O yüzden mü’minler, yahûdileşmekten ve taş yürekli olmaktan kurtulmak için yumuşak kalpli olmalı, bunun belirtisi olarak da Allah için gözyaşı dökebilmelidir. “Bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı, Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da kasvetli/katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” 245
Kurtubî diyor ki, âyette geçen “kasvet”; katılık, sertlik, kuruluk demektir. Kalplerin Allah’a yönelmekten, Allah’ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten uzak kalması, bundan bir eser taşımaması demektir. 246
İbn Kayyim, katı kalbi, çok sert olan madene benzetiyor. Öyle bir maden ki, bunu nasihat, vaat ve ibret gibi dünyadaki hiçbir şey ve hiçbir sıcaklık yumuşatamıyor, o maden ancak cehennem ateşinde eriyor. İbn Kayyim şöyle diyor: Hiçbir kul için kalp katılığı ve Allah’tan uzak olmak kadar büyük ceza olamaz. Cehennem katı kalpleri eritmek için yaratılmıştır. Allah’a en uzak olan kalpler, katı kalplerdir. Katılaştığı zaman kaynaklar kurur.247
İbn Kesîr, bu âyetin tefsiri olarak şu nakilleri aktarır: Ebû Necih, Mücâhid’den naklediyor: “Su fışkırtan veya su yüzünden yarılan ya da dağın tepesinden
240] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
241] 17/İsrâ, 107-109; 22/Hacc, 35; 19/Meryem, 58
242] 9/Tevbe, 82
243] 53/Necm, 43
244] 59/Haşr, 21
245] 2/Bakara, 74
246] Kurtubî, El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, c. 2, s. 175
247] İbn Kayyim el-Cevziyye, El-Fevâid, s. 138; naklen A. Bilâli, Arınma Yolu, 1/90
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 57 -
yuvarlanan her taş, Allah’ın haşyetinden, Allah korkusundan dolayı bu durumlar olmuştur.” İbn Abbas, bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Taşlar, sizin kendisine çağrıldığınız hakikat karşısında bazen sizin kalplerinizden daha yumuşaktır.” Yahyâ İbn Ebû Tâlib, “taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar.” âyetin bu ifadesi, çok ağlamak demektir. “Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır”: Bu da az ağlamaktır. “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır”: Bu da, gözden yaş dökmeden kalp ile ağlamaktır, der. 248
“İman edenlerin Allah’ı zikredip anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine Kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu fâsık/ yoldan çıkmış kimselerdir.” 249
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil (Ya’kub)’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. Nihâyet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler. Ancak tevbe eden, iman eden ve iyi davranışta bulunan kimseler hâriçtir. Bunlar, Hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın cennete, çok merhametli olan Allah’ın, kullarına gıyâben vaad ettiği Adn cennetlerine girecekler. Şüphesiz O’nun vaadi yerini bulacaktır.” 250
“Siz bu söze mi hayret ediyor, gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz gaflet içinde oyalanmaktasınız! Haydi, Allah’a secde edip O’na ibâdet/kulluk edin!” 251
“Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülerlerdi. Onlarla karşılaştıklarında kaş göz hareketiyle alay ederlerdi. Ailelerine döndüklerinde, (alaylarından dolayı) keyiflenerek dönerlerdi. Mü’minleri gördüklerinde: ‘Şüphesiz bunlar sapıtmış’ derlerdi. Hâlbuki onlar, mü’minleri denetleyici olarak gönderilmediler. İşte o gün (âhirette) de iman edenler kâfirlere gülerler. Koltuklar üzerinde etrafa bakarlar. Kâfirler, yaptıklarının cezasını buldular mı? (Elbette buldular)” 252
“O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. O gün birtakım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir. Yine o gün birtakım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir. İşte bunlar kâfirlerdir, günahkârlardır.” 253
“De ki: ‘Siz ona (Kur’an’a) ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur’an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. Ve derlerdi ki: Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka yerine getirilir. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur’an okumak) onların huşûunu/saygı ve korkularını artırır.” 254
“Rasûl’e indirileni duydukları zaman, farkına vardıkları geçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: ‘Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şâhit olanlarla
248] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c. 2, s. 388
249] 57/Hadîd, 16
250] 19/Meryem, 58-61
251] 53/Necm, 59-62
252] 83/Mutaffifîn, 29-36
253] 80/Abese, 37-42
254] 17/İsrâ, 107-109
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
beraber yaz.” 255
“Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu Allah korkusundan başını eğmiş, dağılıp parça parça olmuş görürdün.” 256
Allah Rasûlünün Dilinde ve Gözünde Gözyaşı
“Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” 257
“İki göze ateş dokunmaz. Allah korkusundan dolayı ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyen göz.” 258
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah Teâlâ onları, Arş’ının gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı kıyâmet gününde kendi İlâhî gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar:
1. Âdil devlet başkanı,
2. Allah’a ibâdet ederek gelişip büyüyen genç,
3. Kalbi mescidlere bağlı adam,
4. Allah için seven, Allah yolunda birleşen ve Allah yolunda ayrılan iki kişi,
5. Asil-saygın ve güzel bir kadının fuhuş için dâvetine karşı ‘ben Allah’tan korkarım’ diyerek bu dâveti reddeden adam,
6. Sadaka veren ve fakat sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek şekilde gizleyen kimse,
7. Yalnız olarak Allah’ı zikredip de gözyaşı döken kimse.”259
“Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanağına değecek kadar akan hiçbir mü’min kul yoktur ki, Allah onu (ebedî) ateşe haram etmesin!” 260
“Kalbimizde acı, gözümüzde yaş var; ama dilimiz Allah’ın rızâsına aykırı bir söz söylemez.” 261
“Kur’an hüzünle nâzil oldu; onu okurken veya dinlerken de hüzünlenip ağlayın veya ağlamaklı olun.” 262
“Allah korkusundan ağlayan kişi, cehennemden âzâd edilecekitr.” 263
“Allah’ı zikretmeksizin çok fazla söz söylemeyin. Çünkü Allah’ı zikretmeksizin çokça konuşmak kalp için katılıktır. İnsanlar arasında Allah’tan en uzak olan kişi, katı kalp sahibidir.” 264
255] 5/Mâide, 83
256] 59/Haşr, 21
257] Buhârî, Küsûf 2; Müslim, Küsûf 1
258] Dârimî, Cihad 15; Nesâî, Cihad 11
259] Buhârî, Zekât 17; Müslim, Zekât 30
260] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7283, c. 17 s. 585
261] Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fezâil, 62
262] İbn Mâce, İkame 176
263] Tirmizî, Fezâilu’l Cihâd 8, 12; Nesâî, Cihad 8
264] Tirmizî, Zühd 62
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 59 -
“Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.” 265
“Allah saygısıyla ağlayan bir göz, memeden çıkan bir süt nasıl memeye gerisin geriye dönmezse onun cehenneme girmesi de öyle uzaktır.”
“Dört şey vardır ki bedbahtlıktandır. Gözün donması (yaş akıtmaması), kalbin katılaşması, uzun emel ve dünyaya karşı hırs.”
Allah korkusundan ağlayan, harama bakmayan ve Allah yolunda cihadda nöbet tutan kimselere cehennem ateşinin haram olduğu hadislerde belirtilmiştir. Hz. Peygamber, İbn Mes’ûd, Nisâ sûresi 41. âyetini okurken dolu dolu gözyaşı dökmüştür.266 Hz. Peygamber, kendisine kurtuluşun yolunu soran Ukbe bin Âmir’e, işlediği günahlardan dolayı ağlamasını tavsiye etmişti.267 İçinden gelerek ağlayamayanlara ağlar bir tavır takınmalarını öğütlemiştir. 268
Rasûlullah (s.a.s.) hiçbir zaman kahkaha atmamış, ama yüzünden de gülümsemeyi eksik etmemiştir. O, Kur’an okurken, Kur’an dinlerken ağlamıştır. Rasûlullah, müslümanları çok acıklı durumlarda, cenaze arkasında yaka bağır yırtarak, çığlık atarak, söylenerek ağlamaktan alıkoymuştur. O, sessizce ağlar, yanaklarından yaşlar süzülürdü. Kızı Zeyneb’in çocuğu hastayken kucağına almış, ağlamış ve şöyle demiştir: “...Bu Allah’ın merhametli kullarının gönüllerine koyduğu rahmettir. Cenâb-ı Hak bu rahmeti, kullarından şefkatli olanlara ihsan eder.”269 Rasûlullah, acı ve ıstırap karşısında müslümanlara sabırlı olmayı tavsiye etmiş; bununla birlikte, insanların katı, taş yürekli olamayacaklarını, merhamet ve şefkat gözyaşlarının rahmet olduğunu, ağlamanın fıtrattan olduğunu söylemişlerdir.
Hicretin ikinci senesinde ölen Osman bin Maz’ûn’un cenazesi üzerine eğilen Rasûlullah, onu öpmüş, sürekli ağlamıştır. Sadece İbn Maz’ûn için değil; bunun yanında, ölen veya şehid edilen bütün sahâbelerin cenâzelerinde, onlardan bahsederken de Hz. Peygamber, duygulanır ve zaman zaman da ağlardı. Ancak O, yukarıda belirtildiği gibi, sessiz sedâsız ağlar, gözyaşları yanaklarından süzülürdü. Rasûlullah, sesli ağlamayı yasaklamış; böyle bir hali, şeytan anırması olarak nitelemiştir.
Burada düşen bir damla, orada dalgalar halinde gelen cehennem alevlerini nötr edecektir. Nitekim nüsûk derecesini, sıhhatini tam bilemediğimiz bir hadis rivâyetine göre, cehennem kıvılcımları ümmetin üzerine akın akın geldiği anda, elinde bir şişe -şişe bir semboldür, şişe, misal âlemine göre bir ifadedir- her yerde O’nun imdadına koşan Cibril beliriverir. Ve sorar Allah Rasûlü, “Nedir yâ Cibrîl?” Cebrâil: “Ümmetinin gözyaşları” buyurur. Ve onlar bu kıvılcımlara doğru saçılınca her şey toz duman olur gider. Allah Rasûlü (s.a.s.), başlıbaşına bir çığlıktı. O’nun gözyaşları önemlidir. Ve Allah Rasûlü, bütün hayatını, değişik tecellîler altında hep ümitle, yerine göre sevinçle, yerine göre ümmeti hakkında Cenâb-ı Hak’ın atâyâ vaadinde bulunmasıyla hep ağlamakla geçirmiştir.
Âişe vâlidemiz diyor ki: “Yanımda yatıyordu. Bana o kibarlık timsâli insan
265] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7281, c. 17, s. 584
266] Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 35; Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 247-248
267] Tirmizî, Zühd 60
268] İbn Mâce, Zühd 6; Müslim, Cihad 58
269] Buhârî, Cenâiz 23; Müslim, Cenâiz, 11; Ebû Dâvud, Cenâiz 24
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dedi ki: “Yâ Âişe, müsaade ediyor musun kalkıp Rabbime ibâdet edeyim?” “Yanımda bulunmanı her şeye tercih ederim, ama Rabbinle arana girmek istemem” dedim. Ve derken izin aldı, kalktı. Bir efendi insan düşünün ki, Efendimiz, hanımının yanında yatarken gece Rabbine ibâdet etmeyi düşünüyor ve hanımından izin alıyor. Bunlar feministlerin kör gözlerine, sağır kulaklarına sokulsun. Ve kadına bakarken de bunun ötesinde değişik bakan insanların da kör hissiyatlarına çarpsın. Hz. Âişe anlatmaya devam ediyor: Kalktı, sabaha kadar ağladı, inledi. Öyle ağlıyordu ki sakalından şakır şakır yaşlar akıyordu. Neye ağlıyordu Allah Rasûlü? Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını affetmedi mi? “Efelâ ekûnü abden şekûrâ ‘şükreden bir kul olmayayım mı?” Allah onun günaha giden yollarını tıkamıştı. O diyordu ki: Benim hakkımda böyle bir güzel bağışta bulunan Allah’a çok kulluk yapmayayım mı? Şükreden bir kul olmayayım mı? Bu defa da ondan dolayı ağlayarak gözyaşlarını ceyhun edecektir.
“Şu söze mi hayret ediyorsunuz, Kur’an’a mı şaşıyorsunuz? Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?”270 Ağlamanız lâzım, oysa gülüyorsunuz. Bu âyet nâzil olunca deniliyor ki, ashâb-ı kiram ağlamaya başladılar. Öyle bir çığlık ki Allah Rasûlü hücre-i saâdetlerinde duramadı. Dışarıya çıktı. Onların o ağlamalı halini görünce yanlarına çöktü. Kederde, tasada, ağlamada, gülmede bütün sahâbiler ve peygamber aynı hayatı paylaşıyorlardı. Oturdu ve O da ağlamaya başladı. Öyle ağlıyordu ki ağlaması ashâbınkini bastırdı. İşte Hayâtu’s-Sahâbe kitabında bunu görüyoruz.271 Ve sahâbî diyor ki: “Bu defa da ağlayanlar kendi ağlamalarını unuttu, O’nun ağlamasına ağlamaya başladılar! Ve Onun ağlaması ne kadar sürdü bilen ya da söyleyen yok. Allah Rasûlü ağlıyordu; gece hiç kimsenin olmadığı bir yerde, başını seccâdesine koyup gözyaşlarıyla onu ıslattığı gibi, insanların içinde de ağlıyor ve yüreklere yumuşaklık serpiyordu. Kasvet bağlamış gönülleri yumuşatmaya çalışıyordu. Ve Allah’a ancak yumuşak gönüllerle varılabilme hakikatini gösteriyordu.
Niye ağlıyordu insanlığın iftihar tablosu?Allah’ın lütfuna ağlıyordu. Arkasında dalga dalga halkalar halinde, helezon halinde genişleyen ümmeti vardı. Ümmeti yönüyle tam kevsere/çokluğa mazhardı. Buna ağlıyordu. Ve ümmetinin inhirafları olacaktı, bunu da tahmin ediyor, biliyordu. Bir gün, havuzun başına suya gelen develerin suyun başından kovulduğu gibi, Nebî’nin mahşerdeki havuzunun başından bazılarının kovulacaklarını haber almıştı. Belki buna ağlıyordu. Kim bilir ne haltlar karıştırdıkları için kovulacaklar için bile “Ümmetî, ümmetî!” diye çığlık atıyordu.
O, Allah’ın azametine ağlıyordu. Cenâb-ı Hak’ın cemâline ağlıyordu. Rahmetine ağlıyordu. Allah Rasûlü, “Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve seni de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nasıl olacak?”272 Bu âyetteki ifadeyle doluyor taşıyordu. İbn Mes’ud, diyor ki, Nisâ sûresini Rasûlullah’a okuyordum. 41. âyete (bu âyete) gelince Rasûlullah, “şimdilik yeter” dedi, bir de baktım gözlerinden yaşlar boşanıyor. 273
270] 53/Necm, 59-60
271] Hayâtu’s-Sahâbe (Hadislerle Peygamber ve Ashâbının Yaşadığı İslâmiyet), c. 4, s. 1479
272] 4/Nisâ, 41
273] Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 35; Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 247-248
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 61 -
Peygamberlerin Ağlaması
Bütün peygamberlerin yolu da buydu. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Meryem, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ, Hz. İsmâil, Hz. İdris’i isim isim sayıyor, bunları ve hallerini hatırla diyor274 ve onların hatırlanması gereken hallerini anlatıyor:“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil’in (Ya’kub) soyundan, sıdka/doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.”275 İşte bütün bu peygamberler, çok şefkatli, merhametli Rahmân’ın âyetleri okununca çenelerini büker, secdeye kapanır ve hıçkıra hıçkıra ağlarlar. “Onlar secde eden ve ağlayanlardır” diyor Kur’an. Toplumun, insanlığın dertlerini tanıyıp çözüm için mukaddes yüke hamallık yapanların, peygamberlerin hali bu; başka türlü de olamazdı. 276
Rivâyete göre Hz. Âdem, cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilince, işlediği hataya o kadar çok ağlamıştı ki, bütün melekler ona acımışlardı. Sonunda bu kadar çok ağlaması affedilmesini sağlamıştı.277 Kur’ân-ı Kerim, Hz. Ya’kub’un sevgili oğlu Yûsuf’un hasretiyle çok ağlamasından dolayı gözlerine perde indiğini haber vermektedir.278 Hz. Dâvud’un da Allah korkusundan günlerce ağladığı nakledilir.279 Diğer peygamberlerin de ağladıklarına dair âyetler280 ve hadisler vardır.
Saâdet Asrında Gözyaşı
Ebû Bekir (r.a.)... Hayatı ağlamayla geçer. Vefât ederken de öyle. Müşrikler neden onu Mekke’de istemezler? Muhrik bir sesi vardır. Namaza durunca hıçkıra hıçkıra ağlar. Çoluk çocuk, genç yaşlı etrafını sararlar, etrafında halkalar teşekkül eder. Ebû Bekir öyle bir insandır ki hayatında karıncayı bile incitmemiştir. Mekke’de onu istememek demek, insanlığı ve merhameti istememek demektir. Hz. Ebû Bekir’i Mekke’den dışarıya niçin çıkarmak isterler, bilir misiniz? “Bunun huşû ile namaz kılması ve ağlaması, bizim çoluk çocuğumuzu, gençlerimizi baştan çıkarıyor” diyorlardı. Sürülmesine, hicrete zorlanmasına sebep buydu. “Sen Mekke’de yaşayamazsın.” Niçin? “Okuduğun Kur’an, kıldığın namaz gönülleri çekiyor. Ağlamakla gönüllere giriyorsun!” O, çok ince bir insandır. Vefâtına yakın hastalığında Allah Rasûlü, “Ebû Bekir’e söyleyin, yerime namaz kıldırsın.” demişti. Bunun üzerine Âişe vâlidemiz der ki, “O ince kalplidir. Kur’an okurken ağlar o. Namaza durur ve ağlar!” Hz. Ömer, bunca şecaat ve sert yapısına rağmen, çok yufka yürekliydi. Bir kalbi kırığın yanında oturur, onunla hıçkıra hıçkıra ağlardı. Sahâbi diyor ki, çok defa namaz kıldırırken Kur’an okur, ağlar ve bayılırdı. Eve baygın insan gibi götürürdük, sonra da hasta ziyaret eder gibi ziyaretine gider gelirdik. 281
Hz. Ömer, kız kardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği âyetlerin tesirinde kalarak
274] 19/Meryem, 2, 16, 41, 51, 54, 56
275] 19/Meryem, 58
276] Ahmed Özer, Gözyaşları Dünyası, s. 148 vd.
277] Ahmed bin Hanbel, Kitabu’z Zühd, s. 61
278] 12/Yûsuf, 84
279] Ahmed bin Hanbel, Kitabu’z Zühd, s. 61
280] 19/Meryem, 58 ve öncesi
281] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 52-53
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ağlamış ve müslüman olmuştu.282 Hz. Ebû Bekir’in de yufka yürekli olduğu, Sevr mağarasında ağladığı, Hz. Peygamber’in vefât edeceğini sezince gözyaşı döktüğü bilinmektedir.283 Tebük seferine katılamayan Kâ’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî’ ve Hilâl bin Ümeyye kusurlarını affettirmek için hüngür hüngür ağlamışlardı.284
Hz. Fâtıma, ablası Rukiyye’nin kabri başında sessizce ağlar, Rasûlullah (s.a.s.) da mübârek elbisesinin ucuyla onun gözyaşlarını silerdi. Kâfirler Hz. Câbir ibn Abdullah’ın babasını Uhud’da işkenceyle şehid etmişler, Câbir ile bacısı, şehid babalarına sarılıp ağlamışlar ve Rasûlullah onları bundan alıkoymamıştır.
İslâm’a göre sadece insanlar ağlamaz; yer, gök, mü’minin gökyüzünde bulunan rızık ve amel kapıları, melekler, hayvanlar, diğer canlılar dahi ağlamaktadır. Firavun ve âl-i Firavun’un (denizde boğulup helâk olmasına) gök ve yer ağlamamış ve onların azapları ihmal edilmemiştir.285 Rasûlullah bir gün hutbe okurken, üzerinde bulunduğu hurma kütüğü inlemiş, o, mübârek elini kütüğün üzerine koyduğunda susmuş; Rasûlullah, o kütüğün, işittiği zikrullah için ağladığını söylemiştir. 286
Bekkâûn: İslâm tarihinde bekkâûn, yani ağlayanlar denilen yedi zat vardır. Bunlar, Tebük seferi öncesinde Rasûlullah’a gelerek gazâya katılmak istediklerini, fakat yiyecekleri ve binecek develeri olmadığını söylediklerinde Rasûlullah onlara binecek hayvan kalmadığını bildirmişti. Bu cevap üzerine onlar ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bu mücâhidler hakkında şu âyet nâzil olmuştur: “Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: ‘Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, harcayıp infak edecek bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur).”287 Bu zatların, Sâlim bin Umeyr, Uleyye bin Zeyd, Ebû Leylâ el Mâzinî, Seleme bin Sahr, Irbad bin Sâriye, bazı rivâyette Abdullah bin Mufaddal, Ma’kıl bin Yesâr veya Amr bin Gunme oldukları kaydedilmektedir. 288
Münâfıklar hakkında da Allah Teâlâ şu âyeti indirmiştir: “Allah’ın rasûlüne muhâlefet etmek için (sefere çıkmayıp) geri kalanlar, oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır!’ Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta/işlemekte olduklarının karşılığı cezâ olarak çok ağlasınlar, az gülsünler!” 289
Ashâbın Allah Korkusundan Dolayı Ağlaması
“Siz bu söze mi hayret ediyor, gülüyor da ağlamıyorsunuz!”290 âyetleri nâzil olduğu zaman Suffe ashâbı, yanakları ıslanıncaya kadar gözyaşı döktüler. Onların iniltilerine Rasûlullah’ın da ağlaması üzerine diğer ashâb da ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Allah korkusundan dolayı ağlayan, cehenneme
282] İbn Hişâm, 1/230
283] Buhârî, Fezâilu’ Ashâbi’n-Nebî, 2; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 2
284] İbn Hişâm, 4/945
285] 44/Duhan, 29
286] Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizî, Cum’a 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cum’a 17
287] 9/Tevbe, 92
288] Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, 10/413
289] 9/Tevbe, 81-82; Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 14, s. 141
290] 53/Necm, 59-60
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 63 -
girmez. Tevbe etmeksizin günahta ısrar eden kimse de cennete girmez. Eğer siz, günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ mutlaka günah işleyen bir kavim yaratır, onları affederdi.” buyurdu. 291
“Bunu yapamazsanız ki elbette yapamayacaksınız, kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korkun!”292 âyetini Rasûlullah okudu ve şöyle dedi: “Cehennem kızarıncaya kadar bin sene yakıldı. Beyazlanıncaya kadar bin sene daha yakıldı. Simsiyah oluncaya kadar bin yıl daha yakıldı. O, alevi asla sönmeyen simsiyah bir ateş oldu.” Bunun üzerine, Rasûlullah’ın (s.a.s.) önünde bulunan bir zenci, yüksek sesle ağlamaya başladı. Cebrâil (a.s.) inerek: “Önündeki bu ağlayan kimdir?” diye sordu. Rasûlullah: “Habeşli bir adamdır” dedi ve onu övdü. Cebrâil (a.s.) de, Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu bildirdi: “İzzetim, celalım ve arşımın üstündeki makamım hakkı için, dünyada Benim korkumdan dolayı ağlayan kulumu, cennette çok güldüreceğim.” 293
Ali bin Ebû Tâlib’in torunu Hasan bin Muhammed’den: Ömer bin Hattab, cuma günü hutbede: Güneş yuvarlanıp devrildiği, yıldızlar döküldüğü, dağlar yerinden oynayıp yürüdüğü, develer salıverildiği, vahşi hayvanlar toplandığı, denizler kabardığı, Ruhlar (bedenlerle) birleştiği, diri diri gömülen kıza ‘hangi suç yüzünden öldürüldün?’ diye sorulduğu, defterler açıldığı, gökyüzünün perdesi kalktığı, cehennem alevlendiği ve cennet yaklaştırıldığı zaman, herkes ne hazırlamışsa onu bilecek.”294 âyetine kadar okudu, hüngür hüngür ağlamaktan ilerisine devam edemedi.”
Yine Hz. Ömer, “Rabbinin azâbı mutlaka gerçekleşecek, ona mâni olacak hiçbir şey yoktur.”295 âyetlerini okuyunca onların tesirinden rahatsızlandı ve yirmi gün yatakta yattı. Hz. Ömer, Kur’an okuduğunda, bazen boğazı tıkanır, yere düşünceye kadar ağlardı. Sonra da evine kapanırdı. 296
Osman bin Affan (r.a.), bir kabrin başında durduğu zaman gözyaşları sakallarını ıslatıncaya kadar ağlardı. 297
Abdullah bin Ömer, Mutaffifîn sûresini okudu: “İnsanlar, hesaba çekilmeleri, için, âlemlerin Rabbinin huzurunda durdukları zaman...”298 âyetine gelince düştü, ağlamaktan gerisini okuyamadı. 299
İbn Ömer (r.a.), Bakara sûresinin şu iki âyetini her okuduğunda ağlardı: “İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder, Allah her şeye kaadirdir.” 300
Hz. Ömer bin Hattab’a, Kadisiye Savaşında alınan ganimetler getirildi. Hz. Ömer, ağlayarak ganimetleri elleriyle karıştırıyordu. Yanında bulunan Abdurrahman bin Avf: “Yâ emîra’l-Mü’minîn, bugün sevinilecek ve neşeli olunacak
291] Beyhakî, Terğîb 5/190
292] 2/Bakara, 24
293] Beyhakî, Terğîb 5/194
294] 81/Tekvîr, 1-14
295] 52/Tûr, 7-8
296] Hılye, 1/51
297] Tirmizî, Terğîb 5/322; Hılye, 1/61
298] 83/Mutaffifîn, 6
299] Müsned, Ahmed bin Hanbel, Sıfatu’s-Safve, 1/254
300] 2/Bakara, 284
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir gün, sen niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet haklısın, fakat böyle büyük servete kavuşan toplumların arasına kin ve düşmanlık girer” diye cevap verdi. Sonra şöyle duâ etti: “Allah’ım, bu malın, Ömer’i denemek için bir fitne ve tuzak olmasından Sana sığınırım.” Daha sonra şu âyeti okudu: Onlar, verdiğimiz mallarla, evlâtlarla, kendilerine yardım edip iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? (Hayır) onlar farkında değiller.” 301
Abdurrahman bin Avf oruçluydu. Yemek getirdiler. Yemeği görünce şöyle dedi: “Benden daha hayırlı olan Mus’ab bin Umeyr şehid olduğunda kefen olarak bir küçük aba/örtüye sarıldı. Başı örtülünce ayakları, ayakları örtülünce de başı açıkta kalıyordu. Benden daha hayırlı olan Hamza da şehid olduğunda böyle olmuştu. Daha sonra servetimiz alabildiğine çoğaldı. İyiliklerimizin karşılığını bu dünyada almaktan ve âhirete bir şey kalmamasından korkarım” dedi ve ağlamaktan yemek yiyemedi. 302
İnsanlığın Derdiyle Dertlenip Hüzünlenmenin Göstergesi: Gözyaşı
İnsana ağlama ve gülme özelliğini veren Allah’tır. Gülmek ve ağlamak, insan varlığının sırlarından birisidir. Yapısı ve rûhî giriftliği bakımından insanın organik yapısından aşağı kalır yanı yoktur. Her iki olayın meydana gelmesinde hem organik faktörler, hem de psikolojik faktörler iç içe, yan yana faâliyet gösterir. İnsanı ağlatan ve güldüren, gülme ve ağlama sebeplerini yaratan Allah’tır. “Güldüren de O’dur, ağlatan da O’dur.”303 Gizli sırlar gereği, insanı bir olaya güldürürken, bir olaya ağlatır. Bu gün ağlattığı olaya, belki yarın güldürebilir. Ağlamak ve gülmek, değişen psikolojik hallerin, eşya ve ortamların, insan ruhunda hiçbir zaman aynı kalmayan değer ve arzuların bir sonucudur. Herkes, başına gelen şeylere bağlı olarak ağlar ve güler. Bazılarının ağladığı şeye bazıları gülebilir. Ağlamak ve gülmek, bazı kere aynı sebeple de olur. Önceleri bir şeye gülen insan, daha sonra güldüğü şeyin neticesini görerek ağlayabilir. Keşke yapmasaydım, gülmeseydim diyebilir. 304
Allah iki zıddı bir şahısta yaratmıştır. Bir kimseyi hem ağlatır, hem güldürür. Bu iki olay birbirine zıttır. Müfessirler, âyette geçen güldürme ve ağlatma olaylarını, mutlu etme ve hüzünlendirme olarak da değerlendirmişlerdir. 305
Hayatın her döneminde insanların tepkilerini göstermede özel yeri olan ağlamanın dinî hayatta da önemi vardır. Bütün semâvî dinlerde (ki asılları İslâm’dır) bugünkü şekilleri itibariyle bile aşırı derecede gülmek hoş karşılanmaz; buna karşılık ağlamak tavsiye edilir. Kur’an da az gülmeyi, çok ağlamayı tavsiye eder.306 Kur’an, ağlayarak yere kapanıp secde edenleri över ve bu hareketin huşûyu/saygı duygusunu arttırdığını ifade eder. Bu sûretle ince ve hassas kalbi över307 kaba ve duygusuz kalbi taşa benzeterek yerer. 308
301] 23/Mü’minûn, 55-56; Beyhakî, 6/358; Kenzu’l-Ummâl, 2/146
302] Buhârî; Hılye, 1/110
303] 53/Necm, 75
304] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 25
305] İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 473-474
306] 9/Tevbe, 82
307] 17/İsrâ, 109
308] 2/Bakara, 74; 3/Âl-i İmrân, 159; 22/Hacc, 35; 57/Hadîd, 16
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 65 -
Zâhidler üzüntüden, ârifler sevinçten ağlar. Ağlamanın sebebi, Allah korkusu ve sevgisi, cehennem, kıyâmet ve ölüm olabildiği gibi; dünya ile ilgili üzüntü ve acılar da olabilir. İslâm’da bedenî, âilevî, dünyevî felâket ve acılara ağlamayıp sabır ve tahammül göstermek tavsiye edilmekle birlikte, bu durumlarda taşkınlık yapmadan ağlamak yasaklanmamıştır. Buna karşılık “nevha” , yani isyânı andıracak şekilde bağırıp çağırarak, saçını başını yolarak ölü arkasından ağlamak kesin olarak haram kılınmıştır. Kalben üzülmek ve gözyaşı dökmekte ise dinen mahzur yoktur. Nitekim Hz. Peygamber, oğlu İbrâhim’in ölümüne ağladığı için kendisine hayretini ifade eden bir sahâbiye, “Kalbimizde acı, gözümüzde yaş var; ama dilimiz Allah’ın rızâsına aykırı bir söz söylemez”309 buyurmuşlardı.
İslâm’da dinî his ve heyecanla ağlamak tavsiye edilmiş ve bu tür ağlamalar karşılığında büyük sevap vaad edilmiştir. Meselâ, kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah’ı zikredip ağlayan mü’minin âhirette Allah’ın özel lutfuna nâil olacağı,310 Allah korkusundan ağlayan kişinin cehennemden âzâd edileceği311, Allah korkusundan ağlayan, harama bakmayan ve Allah yolunda cihadda nöbet tutan kimselere cehennem ateşinin haram olduğu312 hadislerde belirtilmiştir.
Hz. Peygamber, “Kur’an hüzünle nâzil oldu; onu okurken veya dinlerken de hüzünlenip ağlayın veya ağlamaklı olun.”313 Nitekim kendisi de İbn Mes’ûd, Nisâ sûresi 41. âyetini okurken dolu dolu gözyaşı dökmüştür. 314
Hz. Ömer, kızkardeşi Fâtıma’nın evinde dinlediği âyetlerin tesirinde kalarak ağlamış ve müslüman olmuştu.315 Hz. Ebû Bekir’in de yufka yürekli olduğu, Sevr mağarasında ağladığı, Hz. Peygamber’in vefât edeceğini sezince gözyaşı döktüğü bilinmektedir.316 Hz. Peygamber, kendisine kurtuluşun yolunu soran Ukbe bin Âmir’e, işlediği günahlardan dolayı ağlamasını tavsiye etmişti.317 Tebük seferine katılamayan Kâ’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî’ ve Hilâl bin Ümeyye kusurlarını affettirmek için hüngür hüngür ağlamışlardı.318 İçinden gelerek ağlayamayanlara ağlar bir tavır takınmaları tavsiye edilmiştir. 319
“(Cennete girmeyi hak eden mü’minler şöyle) derler: ‘Bizden hüznü, tasayı gideren Allah’a hamd olsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir.”320; Allah’ı râzı etmeye koyulmuş mü’minin hüznü cennette bitecek. Bu gerçeği güçlendiren bir sözü de Allah Rasûlü vefâtı sırasında başucunda ağlamakta olan Fâtıma’sına söylüyordu: “Ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek!” Evet, o güne dek hep acı çekmişti. Çünkü o çok şey biliyordu. Onun bildiğini bilen her kim olsa öyle yapardı. O da öyle demiyor muydu: “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!”
309] Buhârî, Rekaik 24; Müslim, Zekât 91
310] Buhârî, Rekaik 24; Müslim, Zekât 91
311] Tirmizî, Fezâilu’l Cihâd 8, 12; Nesâî, Cihad 8
312] Dârimî, Cihad 15; Nesâî, Cihad 11
313] İbn Mâce, İkame 176
314] Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 35; Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 247-248
315] İbn Hişâm, 1/230
316] Buhârî, Fezâilu’ Ashâbi’n-Nebî, 2; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 2
317] Tirmizî, Zühd 60
318] İbn Mâce, İkame 176
319] İbn Mâce, Zühd 6; Müslim, Cihad 58; Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 79 vd.
320] 35/Fâtır, 34
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun bildikleri bir yana, ya onun yaşadıkları? Hem yetim, hem öksüz. Ardından bir bir kaybedilen dayanaklar: Abdulmuttalib, Ebû Tâlib, Hz. Hatice ve peş peşe gelen evlât acıları, ölümleri. Tabii bütün bunları bastıran da nübüvvetin ağır yüküydü. Bu nedenle o çok ağlamış, az gülmüştü.
Kan, ter, gözyaşı... Bu üç damla azizdir; bu üç damlanın karıştığı şey de azizdir. Neyin uğrunda olursa olsun, samimi olarak bir dâvâ uğruna dökülen kanların bile karşılıksız kaldığı görülmemiş. Ter de öyle; kim çalışarak ter dökmüş de karşılığını almamış? Bu ister mü’min ister kâfir olsun, yasa herkes için geçerli, “insan için” diyor Kur’an; “İnsan için yalnız çalıştığının karşılığı vardır.”321 Gözyaşı da öyle, zulme uğramış birinden dökülüyorsa o damla, düştüğü yeri yakacaktır. Bu üç damla bedeldir, bu bedel ödendiği zaman elde edilen şey meşrûlaşır. Kan, toprağın; ter, ekmeğin; gözyaşı, yüreğin bereketidir.
“Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.”322 Sahi, nasıl beceriyorsunuz bunu, diyor Kur’an; imanınızın, Kur’an’ınızın, coğrafyanızın esir edildiği, insanınızın mânevî bir soykırıma uğradığı, tüm değerlerinizin yağmalandığı, sayısız civanın yüreğinden vurulduğu bir ortamda hâlâ nasıl gülebiliyorsunuz, diye soruyor. Gerçekten, nasıl beceriyorsunuz bunu? Tabii ki, buna becermek demezler; gaflet derler, vurdumduymazlık derler, hamâkat derler...
Eğer bilseydik Önderimiz Efendimiz’in bildiğini, çok ağlayıp az gülerdik. O yakîn derecesinde biliyordu gadabı, kahrı, cehennemi. Bu gerçeklerin ârifiydi O. Biz de bunları “irfan” derecesinde bilseydik Onun gibi yapacak, çok ağlayacak, az gülecektik. Evet, bilseydik göğsümüzde nükleer bir güç merkezi taşıdığımızı ve bunun her gün üzerine yağan günahlarla paslandığını, bu pası çözecek tek kimya olan gözyaşını bir umman gibi salacaktık gecelerin koynuna.
Eğer bilseydik günah hedeflerini on ikiden vuran istiğfâr silâhının mermileri gözyaşıdır, gönlümüze gözümüzden bir ırmak bağlayacaktık. Eğer bilseydik duâlarımızı yüce makama tez ulaştırmanın en emin yolu, onlara gözyaşından kanatlar takmaktır, Yunus gibi “ağla gözlerim ağla, gülmezem ayruk” diyecektik. Eğer erseydik sırrına “Yevme lâ yenfau mâlun ve lâ benûn (O günde malın da evlâtların da faydası olmaz)” ifadesinin, bir “kalb-i selîm’e sahip olmak için, değil birkaç damla yaşı, bir çift gözü bile fedâ edecektik.
Eğer bilseydik her gün en çok kullandığımız organların başında elimiz, zihnimiz ve kalbimiz gelir; bu üçü içerisinden de en çok kullandığımız ve kirlettiğimiz kalbimizdir. Onu pislik içerisinde koyduğumuz için, Allah korkusundan dökülen yaşlarla yıkamadığımız için hayıflanacaktık. Eğer imanın neler çektiğini onun yerinde olup anlayabilseydik, ağlayabilirdik. İhsan düzeyinde inansaydık Allah’a, azaba, ikaaba, mîzana, hesâba, gözümüzden yaş değil; kan akıtırdık. Öyle buyurmuştu ya Yesrib’li delikanlı için Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz: “Allah korkusu, kardeşinizin yüreğini dağladı.”
Evet, bütün bunları anlayabilseydik, ağlayabilecektik. “Melâli bilmeyen nesle âşinâ değiliz” diyordu Hâşim. Biz âşinâ olduk ey şâir, hem de öylesine âşinâ olduk ki, bu İslâm irfanının nebevî yöntemlerini “romantizm” sayanlar bile çıktı içimizden. Hissizliğin, duygusuzluğun bir tek mâzereti var: Kalp katılığı; o da
321] 53/Necm, 39
322] 53/Necm, 60
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 67 -
meşru değil.
“Şarkı görmez, garbı bilmez, edepten yok pâyesi
Bir utanmaz yüz, yaşarmaz göz, bütün sermâyesi.”
Anlayamayanlar, ağlayamazlar; hatta ağlanacak hallerine gülerler. İşte biz böyle olduk. 323
Psikoloji ve Sağlık Açısından Ağlamanın Önemi
Bilim adamları gözyaşını, gözü mikrobik hastalıklardan koruyan, tahriş edici maddelerin tesirini ortadan kaldıran ve gözü ıslak tutan bir vücut sıvısı olarak tarif ederler. Fakat duygusal sebeplerle meydana gelen gözyaşının açıklamasını şâirlere bırakırlar.
Araştırmalar, gözyaşının, ağlama esnasında insandaki moral bozukluğunu giderdiğini ortaya çıkarmıştır. İnsan, genellikle “ağla, rahatlarsın” deyim ve tavsiyesini kullanmasına rağmen, ağlamanın ne işe yaradığını tam olarak bilememektedir. W. Frey, ağlama sırasında insanın gözyaşı ile vücutta strese sebep olan maddeleri attığını iddia etmekte ve teorisini ispatlamak için, birtakım deliller ileri sürmektedir. Gözyaşının salgılanmasını düzenleyen salgı bezleri vücuttaki manganezi yoğunlaştırarak dışarı atarlar. İnsanda mizaç değişikliklerine sebep olduğu bilinen manganez, gözyaşında kandaki miktarından otuz kat daha fazladır.
Bilim adamlarına göre son tesbitler, iki türlü gözyaşı bulunduğunu göstermiştir. Birincisi, tahriş edici maddelerin meydana getirdiği gözyaşı, ikincisi hissî/duygusal sebeplerin meydana getirdiği gözyaşıdır. Duygusal sebeplerle akan gözyaşının içeriğinin diğerinden farklı olduğu ve hissî gözyaşlarının % 24 oranında daha fazla protein içerdiği gösterilmiştir. Stres esnasında salgılanan üç madde; lösin-enkefalin (ağrı hissini düzenler), ACTH (strese cevabın başlamasına sebep olur) ve prolaktin (memelilerde süt üretimini düzenler) iki tür gözyaşında da bulunmuştur. Prolaktin, süt salgılanmasının yanında gözyaşı salgılanmasını da temin eder. Böylece, ağlamanın cinsiyete göre farklılık göstermesi ve kadınların daha çok ağlamasının sebebi anlaşılmıştır.
Evet, kadın ve erkek arasında ağlama sıklığı açısından önemli farklar vardır. Bir aylık bir sürede kadınlar, erkeklerden 4 kat daha fazla ağladıklarını ifade etmişlerdir. Kadınların kanındaki prolaktin seviyesi erkeğinkinden % 60 daha fazladır. Hâlbuki, kız ve erkek çocuklarda prolaktin seviyeleri ve ağlama sıklığı aynıdır. Kadınlarda 55 yaşından sonra prolaktin seviyesi düşer ve göz kuruluğu başlar. Yaşlı kadınlarda göz kuruluğu sendromuna sıkça rastlanması bundandır. Bu durumda, gözyaşı bezleri kâfi miktarda yaş salgılayamadığı için göz, yeterince ıslanıp kayganlaşamaz. Ancak bu kadınlar, normalde göz kuruluğundan bahsetseler bile, hissî durumlarda zor da olsa yine ağlayabilmektedirler. Hatta birçok hasta, göz kuruluğundan kurtulmak için duygusal şeyleri hatırlayıp kendilerini ağlamaya zorlayarak gözlerini ıslatır. Bu tür hastalarda hissî gözyaşlarının meydana gelmediği, buna karşılık tahriş edici sebeplerle meydana gelen gözyaşının aktığı görülür.
323] Hakkı Gökbel, Sızıntı’dan Tıbbî Gerçekler, T.Ö.V. Y. s. 267 vd.
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Araştırmanın enteresan neticelerinden birisi de kadınların % 85’inin, erkeklerin % 73’ünün ağladıktan sonra kendilerini daha iyi hissettikleri idi. Ayrıca ağlamamız lâzım geldiğinde duygularımızı bastıracak olursak fizikî ve psikolojik olarak kendimizi daha kötü hissedeceğimiz de bilim adamlarının görüşleri arasındadır.
Pitsburg Hemşire Okulunda yapılan bir araştırma, sağlıklı insanların, ülserli hastalardan ve bağırsak rahatsızlığı bulunanlardan daha kolay ağlayabildiklerini gösterdi. Bundan da anlaşılıyor ki, ağlayamayanlar mide ve bağırsak hastalıkları gibi birçok hastalığa daha fazla yakalanmaktadır. Bir belirtisi ağlayamamak olan irsî disotonomi hastalığına yakalanan çocuklar, duygusal açıdan stresli olaylara karşı da dayanıksızdırlar. Bütün bu araştırmaların neticesi olarak şu söylenebilir: Strese direnç göstermede hissî gözyaşının önemi çok büyüktür.
İnsanın mânâ dünyasında olgunluğunu gösteren ağlamak, fizyolojik etkilerde de kendini gösterir. Duygusal gözyaşı, stresten kurtulmanın en belirgin ifadesi, bir boşalma ve yeniden dolmayı özleyişin dile getirilişidir.
Minnessota Üniversitesinden William Frey, insan gözyaşlarının gerginliğe ve strese sebep olan kimyevî maddeleri temizleyip dışarı atmak sûretiyle, rûhî sıkıntıyı gidererek insanı rahatlattığını ve ferahlattığını açıklamıştı. Eski Sovyetler Birliği Tıbbî İlimler Akademisinden bir grup araştırmacı, gözyaşlarının fizikî olarak da insanı iyileştirdiğini tesbit etmişlerdir. Bu çalışmalarında araştırmacılar, bazı laboratuar hayvanlarının derilerinde yaralar açtılar ve sonra onları sinirlendirecek ve ağlamaya sevk edecek hareketler yaptılar. Basit bir ağlama hâdisesi neticesinde yaraların iyileşme hızının büyük bir oranda arttığını müşâhede ettiler. Bazı durumlarda yaraları iyileştirmek için gerekli olan zaman, 12 güne kadar düşürülebildi. Gözyaşı guddeleri çıkarılmış olan hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalarda ise yaraların iyileşme hızının oldukça yavaşladığı görüldü.
Bilim adamları gözyaşı guddelerinin, kan dolaşım sistemine bazı kimyevî maddeler ifraz ettiğini, bu maddelerin ise vücutta iyileştirici etkiye sahip olduklarını söylemektedirler. Henüz tam bir laboratuar kontrolünden geçirilmemiş ve tam olarak tesbit edilememiş olmakla beraber, bilim adamları bu maddelerin en azından deri üzerinde faydalı bir tesirinin olduğunu kabul etmektedir.
Kâinatta hiçbir canlı abes olmadığı gibi, icrâ ettiği olayları da neticesiz ve ibretsiz değildir. Gözü veren Zat, ona ait şeyleri de en güzel sûrette yaratmıştır. Küçük bir canlının hem rûhî, hem de cismânî ihtiyacını gözyaşı guddeleri ile telâfi ve tedârik eden Zat, acaba evrenin halifesi olan insanın Hak katında yüce olan gözyaşlarını hiç neticesiz bırakır mı? 324
Tıbbî araştırmalar, rahatça ağlayabilen kişilerin daha sağlıklı bir hayat sürdüğünü göstermektedir. Kişinin keder ve elemden ağlayıp içini dökmekle, büyük ölçüde rahatlayacağı öteden beri bilinmektedir. Ağlamanın ayrıca kan dolaşımı ve solunum sistemine de iyi bir fizikî çalışma sağladığı, bilim adamları tarafından belirtilmektedir.
Gözyaşları kendi başına bir ilaç özelliği göstermektedir. Zira gözyaşlarının zararlı bakteri ve virüsleri öldüren bir enzimi içerdiği, uzun zamandır
324] Hakkı Gökbel, Sızıntı’dan Tıbbî Gerçekler, T.Ö.V. Y. s. 267 vd.
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 69 -
bilinmektedir. Kalp hastalıkları, pektik ülser, kolit, deri döküntüleri ve gerilimlerin yol açtığı pek çok hastalığın kaynağı, içe dökülmüş, yani bastırılmış gözyaşları olabilir. Günümüzde, erkeklerin çalıştığı pek çok işte çalışmak zorunda kalan hanımlar, erkeklerle aynı baskılar altında kalmakta ve bunları kontrol etmeye mecbur olmaktadır; bu da çalışan kadınların çok daha stresli olmasını neticelendirmektedir.
Oysa, ağlamak; gülmek gibi, duygunun bir çeşit dışa vurulma şeklidir. 1972’de Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, artık erkeklerin ağlaması da, toplumun kabul ettiği bir olay olmaya başlamıştır. Başka birini ağlarken gördüğümüzde ilk tepkimiz “ağlama!” demektir. Bunun başlıca sebebi, ona yardım edemediğimiz için kendimizi suçlu hissetmemizdir. Ağlamak, ıstırap çekmekte olduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır. Fakat toplumumuzda her türlü dert ve ıstırap gizlenmeye çalışılmakta ve insanlar, daima iyi durumda oldukları intibaını vermek istemektedir.
Wisconsin Marquette Üniversitesi psikiyatri bölümünden Prof. Margaret Crepau, ağlamakla sağlık arasında bir alâka olup olmadığını araştırmak üzere üç grup hasta üzerinde çalıştı. Bu üç gruptan birincisinde ülserli, ikincisinde kolitli (ki bu hastalıklar gerilim sonucunda ortaya çıkmıştı) ve üçüncüsünde sağlıklı kişiler bulunmaktaydı. Kolitli ve ülserli hastalar nâdiren ağladıklarını, ayrıca kendilerini tutabilirlerse hiçbir zaman ağlamayacaklarını belirttiler. Pek çoğu ise, ağladıklarında çocuk gibi azarlandıklarını, ağlamanın kontrolü kaybetmek demek olduğunu ve böyle görünmeyi hiç istemediklerini yazdılar. Crepau, bunların dış kontrolü muhafaza ederken, iç kontrolü kaybettiklerini ve bundan da dokuların zarar gördüğünü söylemektedir. Yani artan sindirim salgıları, mide iç mukozasını delerek zarar vermektedir.
Günde ortalama on üç bin defa gözlerimizi kırparız. Gözyaşı olarak ortaya çıkan terkip; su, müküs, yağ, protein, tuz ve lizozim isimli mikrop öldürücü enzim; kornea, burun ve boğazdaki mukoz membran üzerinde devamlı salgılanarak nemlendirme görevini görürken, bu organları ayrıca zararlı bakteri ve virüslerden de temizlemektedir. Ağladığımız zaman gözyaşı bezlerinden gelen gözyaşları, her iki gözün dış köşesinden akarak göz üzerine dağıtılır ve gözün üstünü yıkar. Ayrıca göz kapaklarından burun kanalına drene olarak burun ve boğazdan akar. Ağladığımız zaman burnumuzu çekmemizin sebebi budur. Burun içine olan akış yeteri kadar hızlı olmadığı zaman, gözyaşları taşıp akarak yanaklardan süzülür.
Ağlama; dolaşım, solunum, damar ve sinir sistemini uyarır. Nabız hızlanır, kan basıncı yükselir. Yutağın kasılması boğazda bir tıkanıklık hissi uyandırırken, diyaframın kasılmasıyla da hıçkırık başlar. Şiddetli bir öksürme ile akciğerden dışarıya saatte 70 mil süratle hava atılır. Kısa süreli ağlama, iyi bir egzersizdir. Bunun da ötesinde göz, burun ve yüzü yıkayan ılık tuzlu su, ana rahmindeki amnion sıvısına benzer. Ağlamak, gerilimi azaltarak kendimizi yenilemiş ve tazelenmiş hissetmemizi sağlar.
Ağlar gibi olduğumuzda ağlamamak için çabalarsak, ense-çene ve göğüs kasları kasılır. Dolayısıyla soluğumuzu tutarız. Bu durumda da, ağlarken olduğu gibi burun tıkanır ve burna kan toplanmaya başlar. Gözyaşları, burun kanalı ile burnun içine drene edilerek basınç düşürülmedikçe, burun tıkalı kalacaktır.
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tıkanıklık halinin uzaması durumunda ise, burnun virüslere karşı olan direnci zayıflayacaktır. Bu sebeple bazı araştırmacılar, ağlamayan kişilerin daha fazla nezle olduğuna inanırlar. Tabiidir ki bunların hiçbiri, sağlıklı olmak için her zaman ağlamak gerekir anlamına gelmez. Bazı insanlar gözyaşının getirdiği rahatlığı, duâ ederek, bazıları ise sağa sola bağırıp deşarj olarak duyabilirler. Fakat bu yolların hiç biri ağlamak kadar tedavi edici değildir.
Bebekler doğar doğmaz ağlamaya başlarlar. Bu gözyaşları hissî değildir. Ve altı hafta boyunca akıtılan gözyaşları da yine duygusal olmayacaktır. Bu göz sulanmaları, merkezî sinir sistemi olgunlaşınca gerçek gözyaşına dönüşecektir. Antropolojist Ashlyen Montegu’ya göre, gözyaşı dökmeden hıçkırarak ağlandığı zaman fazla hava yutulacak, bu da mukoz membranı kurutacak, dolayısıyla bütün vücut enfeksiyona mâruz kalabilecektir. Çünkü mukoz membranda virüs ve bakteri öldürücü enzimlerin bulunduğu nemli bir müküs vardır. Mesaj oldukça açıktır; demek ki gözyaşı dökmeden ağlayanlar, büyük tehlikelere mâruzdur.
Ağlama, ilk lisanımızdır. Bebekteki değişik ağlamalar; acıktım, altımı değiştir, kucağına al gibi basit ihtiyaçları haber veren değişik mesajlar taşır. Ağlama, oldukça kompleks mesajları haber verebilir. Yapılan araştırmalar, ağlamanın bebeklerin rahatsızlıkları ile alâkalı ipuçları taşıyabileceğini gösterdi. Bebek ağlamalarındaki şifreleri çözmek amacıyla, artık bilgisayarlar kullanılıyor. Bu cihazlara hasta ve normal bebeklerin ağlamaları kaydedilmektedir. Bilgisayar, yeni kaydedilen bir ağlamayı, daha önceden kaydedilmiş hastalıklı çocuk ağlamaları ile kıyaslanmakta ve ortak karakteristikleri teşhis etmek sûretiyle analiz yapmaktadır. Bebeklerin ağlamalarındaki farklılık, normal insan kulağı ile fark edilememekle birlikte, bilgisayar bu farklılığı teşhis etmekte ve bebeğin rahatsızlığına ait ipuçları vermektedir.
Kızını evlendiren bir anne gibi pek çok insan, mutlu oldukları zaman da ağlar. Eğer duygulandığımızda gözyaşı dökerek ağlamaz veya ağlamamak için çaba sarfedersek, kontrolümüzü kaybeder ve pek çok hastalığı dâvet etmiş oluruz. Duygulandığımızda ağlamak için fazla direnmemeliyiz. 325
Müslümanların his dünyası geniştir/geniş olmalıdır. Onlar tefekkür ederler, Allah’ın Kur’an’daki âyetleriyle duygulandıkları gibi, kendi içlerindeki ve âlemde çevrelerindeki mûcizevî özellikleri, yani Allah’ın farklı âyetlerini de düşünürler ve gönülleri ürperir, duyguları zenginleşir. Ayrıca Müslümanların ve İslâm dâvâsının dertleriyle dertlenirler. O güzelim gözyaşları, gökten inen rahmet gibi gözlerinden boşanır, kendileri için dünyevî ve uhrevî rahmet olur.
Gözyaşı Stres Düşmanıdır
Bir beşer olarak bize düşen insanî bir görev de ağlamamız, gözyaşı dökmemizdir. Ama artık gözler eskisi kadar yaşarmıyor. Gözlerin kuruması da kuru göz hastalığını ve diğer göz rahatsızlıklarını artırıyor.
Eskiden gözyaşının meydana gelmeyişi ile ilgili problemler; belirli iltihaplar, yaralanmalar veya A vitamini eksikliğinden meydana gelirdi. Ama şimdi göz kuruluğu hastalığının giderek artması buna benzer sebeplerle izah edilemiyor.
325] Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, s. 361-364
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 71 -
Bunun için de göz doktorları konferans ve kongrelerinde bununla çok ilgilenmeye başladılar. Eğer gönüller kurursa, kalpler rikkate gelmezse, şefkat ve merhamet duyguları ortadan kalkarsa, elbette göz pınarlarının kuruması kaçınılmaz olacaktır.
Cenâb-ı Allah gözün dış tarafında kalacak şekilde üst göz kapakları altına gözyaşı bezleri yerleştirmiştir. Normal şartlar altında bu bezlerden gelen sıvı, ince bir tabaka şeklinde merceğin üzerine yayılır. Gözü bakterilerden, birçok zararlı maddelerden korur ve korneayı oksijenle besler. Gözyaşı, her göz kırpmada merceğin üzerine yeniden yayılır. Bu sıvı tabakası inceldiğinde zarurî olarak göz kapaklarını hareket ettirme ihtiyacı doğar. Eğer bir insan çok sık aralıklarla gözlerini kırpıyorsa, bu bir hastalık habercisi olabilir.
Gözyaşı eksikliği olanlarda göz kapaklarının her açılıp kapanışında, sanki mercek önünde kum taneleri birikmiş gibi sancı meydana gelir. Böyle durumlarda sancıları önlemek için göze yapay gözyaşı damlatılır. Böyle kuru göz rahatsızlığı çekenlerde gözün ön kısmını kaplayan tabaka, görevini tam yapamaz. Daha ileri durumlarda mercek bulanıklığına ve hatta körlüğe bile sebep olabilir.
Günümüzde gözyaşı eksikliği çeken hasta sayısında öyle artma var ki, eczahanelerde satılan sun’î/yapay gözyaşı, toplam göz ilacı tüketiminin yarısını meydana getirmektedir. Ancak göze damlatılan bu sıvılar, doğal gözyaşının yerini asla dolduramıyor. Tabiî/doğal gözyaşı, sadece oksijen ve hidrojenden meydana gelmiyor. Allah o fındık büyüklüğündeki gözyaşı torbalarını öyle mükemmel bir laboratuar şeklinde tanzim etmiş ki, bir gözyaşında bulunması gereken bütün maddeler kusursuz imal ediliyor. Bunlar, 60’tan fazla protein bileşiği, mangan, bakır, klor ve fosfor, amonyak ve bikarbonat maddelerdir.
Gözyaşının İyileştirme Gücü: İyi bir ağlamanın kendimizi daha iyi hissetmemize sebep olduğunu gösteren gerçekten ilmî deliller var. W. H. Frey’in araştırmaları göstermiştir ki, bir insan kötü durumdayken ve üzüntülüyken vücudunda toksit (zehir) hormonları meydana gelir. Bu da onun duygularına menfî tesir ederek daha da kötüleşir. Ancak Frey, gözyaşlarında bu hormonların ve ayrıca beden tarafından üretilen bir ağrı sıvısının bulunduğunu keşfetmiştir. Eğer bu hormonlar vücutta fazla bulunursa sindirim sistemi bozukluklarına da sebep olabiliyor. Ağlayan bir insan, gözyaşlarıyla birlikte bu zararlı maddeleri de vücuttan dışarı atmaktadır. İşte ağladıktan sonra bir insanın kendisini iyi hissetmesinin bir sebebi budur.
İnsan nasıl ki ter ve idrarla vücudundaki zararlı maddeleri dışarı atıyorsa, gözyaşlarıyla da aynı şeyi yapmaktadır. Bu sebeple uzmanlar, ağlamayı sadece stres açısından değil; genel sağlık bakımından da çok önemli görüyorlar. Amerika’da yapılan araştırmalar göstermiştir ki, yeteri kadar ağlamayan insanlar, kalp rahatsızlığına, dolaşım bozukluğuna, vereme, mide rahatsızlığına vb. birçok hastalığa karşı daha korumasız kalıyorlar.
Ağlamak, gözümüzü yabancı maddelerden de koruyor. Gözyaşı, gözümüze gitmiş toz, küçük kum vs. gibi tahriş edici zararlı maddeleri dışarı atıyor ve gözümüzü yıkıyor. Gözyaşı, soğan doğradığımız zaman da bize hizmet eder. Soğan kesilince kimyevî bir madde (thiopropanal-S-oxide) çıkartır. Bu madde su ile reaksiyon göstererek gözümüzde sülfirik asit meydana getirir. Elbette bu da
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözümüzü yakar ve zarar verir. Bu terkip henüz zarar vermeden gözyaşı, onu dışarı atar. Birçok sebepten dolayı ağlarız; meselâ mutsuzluktan, hayal kırıklığından, öfkeden, hatta neşe ve gülmeden. Ama görüldüğü gibi ağlamak, vücudumuz ve zihnimiz için yapabileceğimiz en iyi şeylerden biridir.
Ağlamakla insan, hapsedilmiş duygularını dışarı vurur. Ağlamak öyle önemli bir duygusal boşalmadır ki, neticede insan kendisini daha sakin ve daha iyi hissederek meselesini daha iyi halleder. Hatta iyice bir ağlama sonunda insan, içindeki korkulardan ve endişelerden de kurtulabilir. İnsanın gözyaşını tutarak ağlamamaya çalışması iyi değildir. Bastırılan duygular onu öyle etkiler ve bunaltır ki, problemleri ona aslından daha büyük görünmeye başlar.
Ağlamak insanı gerginlikten kurtarır. Eğer dikkat etmişsek görmüşüzdür, ağlamadan önce insan, öfkeden dolayı çoğunlukla yumruğunu sıkar. Ağlayınca sanki ılık su ile doldurulmuş bir banyo küvetine girmiş gibi elleri ve bütün vücudu gevşer. Ağlamak, insanoğlunun sahip olduğu en güçlü mesaj araçlarından biridir. Meselâ, ağlayan insan, demek ister ki, bazıları ona karşı davranışlarında çok ileri gittiler veya bazı şeyler onun için çok önemlidir ki ağlıyor.
Ağlanılacak Asıl Sebep: Gözümüzün, vücudumuzun ve ruh dünyamızın sağlığı gösteriyor ki, insan duygusal bir varlıktır. O, zaman zaman duygulanmaya, rikkate gelmeye ve sonuçta ağlamaya muhtaçtır. Taş kalplilik, merhametsizlik, bencillik, insanlığın derdi ve bunalımı karşısında ıstırapsızlık, insan fıtratına aykırıdır. İşte bunun için Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah’ım!” diye yalvarmıştır.
Ağlamak, mahcup olunacak ayıp bir şey değildir. Bilakis insan olmamızın gereğidir. Bu dünya gülme, zevk alma yeri olmadığından, insan Rabbine karşı ağlayarak yalvarmak için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak çok büyüktür. İnsan ne kadar tekâmül ederse etsin, ne kadar çok yakîn kazanırsa kazansın, o nisbette kusurunu ve zayıflığını anlar. Bu da onu hüzünlenmeye, gözyaşı dökmeye sevkeder. Tabiî böyle bir hüzün ve gözyaşı da Cenâb-ı Hak’ın rahmetini ve inâyetini daha çok çeker. Kalp mutmain olur, ruh huzura erer.
İnsan bu dünyaya imtihan kasdıyla, sınavın sonucuna göre ya sonsuz bir saâdeti kazanmak veya sonsuz bir azaba dûçar olmak için gönderilmiştir. Kabirden geçecek, mahşerde de öyle çetin durumla karşılaşacak ki, bu dünyada evlâdı için canını bile fedâ eden anneler, çocuklarından kaçacaklardır.326 Ebedî cennet hayatı imtihanını kaybeden kimse, “keşke toprak olsaydım”327 diyerek pişmanlıktan yanıp tutuşacaktır.
İşte bu dehşetli sınavı kaybetme ve Cehennem ateşine düşme korkusuyla ağlamalıyız. Allah Rasûlü, bu konuda şöyle buyuruyorlar: “Mahşerde, Cehennem kıvılcımları insanları kovaladığı zaman, Cebrâil (a.s.), elinde bir bardak sıvı ile görünür. Ona, ‘bu ne?’ diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: ‘Bu mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri gözyaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”
İnsanın kalp burukluğundan veya kaybettiği dünyevî şeyler için ağlaması
326] 80/Abese, 34-36
327] 78/Nebe’, 40
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 73 -
sağlığına faydalıdır. Ama asıl makbul olan ağlama, Allah korkusundan veya Allah sevgisinden ağlamadır. Eğer bir insan, İslâm’ı yaşamada gösterdiği kusurları karşısında göreceği azap ihtimaliyle ağlayamıyorsa, bu onun için bir musîbettir. Bunun için Peygamber Efendimiz: “Kur’an okurken ağlayın; eğer ağlayamıyorsanız ağlar gibi yapın” buyurmuşlardır. Bir başka hadiste de: “Kur’an okurken kusurlarınıza ve ilerideki tehlikelere karşı üzüntünüzü gösteriniz” buyurulmuştur.
Evet, insan özellikle Kur’an okurken ağlamaya çalışmalıdır. Ağlayamıyorsa ağlıyor gibi yaparak ağlama alıştırmaları yapmalıdır. Muvaffak olamıyorsa, bilmelidir ki bu özellik kalp katılığı ile ilgilidir; bu musîbete üzüntü duymalı, içi ağlamalıdır. 328
Ağlamanın Zıddı; Gülme
Klâsik kaynaklarda genellikle, “sevincin veya psikolojik açıdan rahatlamanın bir ifadesi olarak dişler görünecek biçimde yüzün gerilmesi” şeklinde tarif edilen gülmenin hafif derecede olanına tebessüm, yüksek sesle olanına kahkaha denildiği belirtilir.
Kur’ân-ı Kerim’deki bazı örneklerden, insanın sevindirici bir haber, ilginç bir gelişme karşısında gülmesinin tabiî olduğu anlaşılmaktadır.329 Güldürenin de ağlatanın da Allah olduğunu ifade eden âyet,330 hem gülme ve ağlamanın tabiîliğini, hem de aynı varlıkta zıt tabiatları yaratan kudretin büyüklüğünü belirtmektedir. Bazı gülme çeşidinin, bir alay ve aşağılama ifadesi olduğuna işaret eden âyetler de vardır. 331
Dünyada müşrikler alaycı tavırlarla mü’minlere gülmüşlerdi; âhirette ise gülme sırası mü’minlere gelecek332 ve o gün bazı yüzler gülerken bazı yüzleri keder kaplayacaktır. 333
Gülme, insana has bir davranış olarak aynı zamanda insan karakterini belirleyici bir nitelik ve beşerî ilişkilerde sıkça görülen bir tavır olmasından dolayı, İslâm ahlâkıyla ilgili kaynaklar bu kavramı inceleme konusu yapmıştır. Hz. Peygamber’in nükteli sözler, ilginç çelişkiler, sürpriz gelişmeler ve diğer bazı hareketler karşısında tebessüm ettiğine ve güldüğüne dair hadisler vardır. Bu hadisler, onun yumuşak tabiatının yanı sıra hoşgörüsünü de yansıtmaktadır. Ancak, söz konusu hadislerde Rasûl-i Ekrem’in gülmesinin tebessüm şeklinde olduğu, ayrıca güleryüzlü oluşuyla yanındakilere sevinç ve huzur verdiği belirtilir. Peygamberimiz çok gülmediği gibi, çok gülmeyi kerih görürdü. O şöyle buyurmuştur: “Çok gülmek kalbi öldürür.334 Bu ve benzeri ikaz mâhiyetindeki hadisler esas alınarak gülme fiili, daima ihtiyat kaydıyla mütâlaa edilmiştir.
Konuyla ilgili hadisleri de dikkate alan İslâm ahlâkçıları, yerinde, aşırıya kaçmayan ve tebessüm ederek gülmenin (gülümsemenin) hem insan tabiatına hem de ahlâka ve edebe uygun olduğunu belirtirler. Gülmenin zihnin düşünme
328] H. Hüseyin Korkmaz, Sağlıklı Yaşama ve Başarı, s. 55 vd.
329] bk. 11/Hûd, 71; 27/Neml, 18-19
330] 53/Necm, 43
331] 23/Mü’min, 109-110; 43/Zuhruf, 47; 53/Necm, 59-60
332] 83/Mutaffifîn, 29-36
333] 80/Abese, 38-41
334] Tirmizî, Zühd 2; İbn Mâce, Zühd 19
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
faaliyetinin ortaya çıkardığı bir tepki olduğu, düşünme gibi gülmenin de yalnız insanda görüldüğü, fakat mizah gibi gülmede de dengeyi korumanın güç olduğu kaynaklarda vurgulanır.
Bundan dolayı ahlâkçılar, normal şartlarda gülmemenin veya gülme eğilimini bastırmanın insanı sevimsizleştirdiğine, ancak çok gülmenin de kişinin şahsiyet ve vakarını zedelemek, önemli meseleleri ciddiye almamak, gaflete yol açmak gibi sonuçlar doğurduğuna, özellikle ağır şakalar yaparak, alay ve gıybet ederek gülmenin insanlar arasında düşmanlığa yol açtığına dikkat çekmişlerdir.
Bazı İslâmî kaynaklarda ve özellikle tasavvufî eserlerde gülme, kalbi katılaştıran, âhireti unutturan bir davranış olarak değerlendirilmiş, ağlayarak gözyaşı dökme veya hüzünlü görünme, ruh selâmeti için gerekli kabul edilmiştir. 335
Hangi Gülme Faydalıdır?
“Bir kahkaha, bir kilo pirzolaya bedeldir” , “Gülme bir hürriyet patlamasıdır” gibi sözler edilir. Tabiî bunlar rastgele söylenmiş sözlerdir. Gülmek çok karmaşık bir olaydır. Birbirlerinden kesin olarak farklı olan gülme çeşitlerinin bazısı faydalı, bazısı da zararlıdır. Çılgınca gülmeler, kalpte hasar meydana getirir. 1988’de Danimarka’nın başşehri Kopenhag’da M. Crichton, bir komedi filmi seyrediyordu. Adamcağız öyle bir gülme krizine tutuldu ki, yıldırım çarpmış gibi ölüverdi. Gerçi, kendisi kalp hastasıydı, ama ölümüne çılgınca gülüşünün sebep olduğu anlaşılmıştı. Tabii, kapitalizm bunu da ticarete ve reklâma döktü. Bu acıklı olaydan sonra film çok meşhur oldu ve kapalı gişe gösterilmeye başlandı.
İnsan davranışlarını tetkik eden mütehassıslar; çılgın gülme, kahkaha ve gülümsemeyi birbirinden net olarak ayırıyorlar. İngiliz Cambridge Üniversitesinden Prof. Van Hoof, gülme çeşitlerinin bir katalogunu hazırlamıştır. Çılgınca gülmede göz yaşarır. Yüzde kızarma ve terleme başlar. Hatta kalp atışlarında hızlanma görülür. Diğer gülme şekli, gürültülü kahkaha patlatanların ağızları iyice açılır. Başlarını da arkaya iyice attıklarından, gülmelerine sebep olan insana ve başka şeylere dikkatlerini veremez hale gelirler. Bir de dişlerin iyice göründüğü orta dereceli gülme (tebessüm) var ki Van Hoof, “bunu diğer aşırı gülmelerle karıştırmamak gerekir” diyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.), 14 asır evvel gülme hususunda da rehber olmuş, tebessümden daha ileri bir gülme göstermemiştir. Hadis kitaplarının rivâyetine göre, Önderimiz, sadece dişleri görülünceye kadar güler, daha ileri gitmezdi. Hz. Âişe (r.a.), O’nun hiçbir zaman kahkahaya varan bir gülüşünü görmediğini bildirir.
M. Crichton’un çılgınca gülüşü, ölümüne sebep olmuştu; ama tebessüm öyle değil. Bugün Güney Koreli yoga ustaları, açtıkları kurslarda gülümsemeyi öğreterek çağımızın hastalığı olarak bilinen strese çare bulmaya çalışıyorlar. Hz. Peygamber’in niçin sadece tebessüm edip daha ileri bir gülme göstermediğinin bir hikmeti böylece anlaşılmış oluyor.
Gülümseme, bazen küçümseme ve alay etme olarak kullanılır. Mü’minleri inciten böyle bir davranıştan şiddetle sakınmalıdır. Çünkü müslüman, bir din
335] İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 14, s. 243
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 75 -
kardeşine eziyet etmez; onu ancak sevindirmeye çalışır.
Tebessüm, genel olarak memnuniyetin, hoşgörü ve sevincin bir belirtisidir. Hz. Peygamber, şefkat ve sevgisinden mü’minlere tebessüm etmiştir. Ümmetine de tavsiye ederek, “Kardeşine tebessüm etmen sadakadır” buyurmuştur. Aşırı derecede gülmenin bedenî zararı yeni anlaşılırken, Hz. Peygamber 14 asır önce, “Kahkaha kalbi öldürür” buyurarak ümmetine böyle bir gülüşü tavsiye etmemiştir. Çılgınca veya kahkaha ile gülüşün iman mahalli olan mânevî kalbe zararı çok önemlidir. Çünkü bu dünyadaki gaflet, âhirette ebedî bir sıkıntıya sebep olabilir. 336
Ağlayın, Su Yükselsin; Belki Kurtulur Gemi
Hak rahmetinin insan gözünde damla damla olmasıdır gözyaşları. Dilin, duygunun ve gönlün el ele, yüz yüze birleştiği, iç içe girdiği ânın çiçekleşmesi üzerinde jâledir gözyaşları.
Gönül pasını yakan, kalpten sefîl arzuları sıyırıp atan, yüce hislerin çepeçevre ruhu sardığı ânın şehâdet kanıdır gözyaşları. Bulut bulut yükselip Hak rahmetine ulaşan bu fâni dünyanın, bâki âleme mazhar pırlantalarıdır gözyaşları.
Gözü dolu bulut ana, üzerimize ağlamasa nice olur hâlimiz? Yaz demez, kış demez, bahar demez, güz demez daima ağlar.
Hakkın sâfî nebîsi Âdem (a.s.) saâdet kâsesini gözyaşları ile doldurup içmedi mi? Dertli Nebî, tûfan peygamberi o damlalarla âlemi sele vermedi mi? Allah’ın halîli/dostu İbrâhim (a.s.) gözyaşlarıyla ateşi soğuk ve sâlim etmedi mi? İsa Rûhullah’ın hali, ağlamak değil miydi? Ve son durakta Son Nebî, kördüğümü çözer gibi esrârı gözyaşlarıyla çözmedi mi? “Ümmetim, ümmetim!” diyerek inlemedi mi?
Şâir Muhammed İkbal, hayâl âleminde bir yüksek toplulukta, ruhların huzurunda, Nebîler Nebîsine “en mûteber hediye” deyip, bir bardak şehid kanı takdim etmişti. Biz de gökler ötesi o yüce meclise çağrılsak, günahına ağlamış kimselerin gözyaşlarını alıp götürebiliriz.
Kavuşmak için ağlamak ve kavuşmuş olmaktan ötürü ağlamak... Yetimin ağlayışı, ümitsizin ağlayışı değil bu. Bu ağlayış tam bilemeden, öze eremeden, kavuşmanın neşesinden, huzurun heybetinden doğup gelen bir ağlayıştır. Sonunda rahmetin tebessümü olduğu için tatlıdır. Bu ağlayış, bulup bildiğini buldurma ve bildirme yolunda olduğu için müjde ve felâh ağlayışıdır.
Gözyaşları, ruh inceliğinin şâhitleridir. İnce insan, bağrını yakan gözyaşları ile yüzünü yıkayan insandır. İçi sızlamayanlar, kirpiği ıslanmayanlar kem talih hoyratlarıdır.
Uzun senelerden beri ne kadar hasretiz gözyaşlarına. Seccâdelere sormalı, kaç defa gözyaşlarıyla ıslandıklarını. Bu kadar içten uzaklaşılan, bu kadar gönle yabancı kalınan ikinci bir devir gösterilebilir mi? Şimdi siz ey ağlamayı unutmuşlar, gamsızlar, dertsizler ve ağlanacak hallerine gülenler! Gelin şu çıkmazın başında durup asırlık gamsızlığımıza bir son vererek beraber ağlayalım. Cehâletimize ağlayalım. Kaybettiğimiz şeylerden habersizliğimize ağlayalım. Kusurdan bir heykel haline gelmiş mâhiyetimize, duygularımızın dumûra
336] H.Hüseyin Korkmaz, a.g.e. s. 60-61
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uğrayışına ve hoyratlaşan gönlümüze ağlayalım.
Bu vaziyette öleceğimize, öldüğümüz gibi dirileceğimize, bazılarımızın tasmalı ve prangalı olarak götürüleceği büyük imtihanda, en büyük merâsimde fevc fevc geçecek olan mâzinin şanlıları arasında yer bulamayacağımıza ağlayalım. Daldan kopan bir meyve gibi yalnız düşüşümüze, ayaklar altında ezilişimize, rahmetten cüdâ kalışımıza ağlayalım. Yukarılara doğru güvercinler gibi kanat çırpalım. Çok yükseklerde öyle bir “ah!” edelim ki, ünümüz, gözyaşlarından meydana gelen bulutları harekete geçirsin. Sonra ateş söndüren o damlalar yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin, ateşimizi söndürsün; kin ve nefret ateşini, bütün dünya ve ukbâ ateşini...
Allah’ım, Senden diliyor ve dileniyoruz: Gözlerimize yaş ver ve merhamet etmen için bizi ağlat... Senden uzak kalış hasretini duyamayışımıza ağlat. Gönlün parça parça oluşuna, ağyâr ateşine yanışına... Ağlat bizi, gece kadar karanlık ruhumuza şefkat et de ağlat. Ağlamalarımıza bile ağlamak lâzım geldiği için ağlat. Bizim uzaklığımız itibariyle değil; Senin yakınlığın hürmetine kalbimize rikkat ver ve ağlat bizi yâ Rab! 337
Sakın “bu ağlama da nereden” demeyin. Eğer bir cemaat kendi adına bir kurtuluş ufkuna ulaşmayı düşünüyor ve planlıyorsa, o, gözyaşlarından meydana getirdiği kanatlarla yükselecektir. Zeminin cennet bağ ve bahçelerine dönmesini bekliyorsa şâyet, bu bereket, gözyaşlarından meydana gelen bulutlardan inen damlalarla olacaktır. Evvelâ gözyaşları bulut olacak, sonra damlalar haline gelecek ve kinini, nefretini, gayzını söndürecek. Ve bir rahmet çağlayanları halinde her yerde esip çağlayıp duracak. Eğer zeminin cennet olmasını istiyorsa, o cennete giden yol buradan geçer. Eğer yeni bir asr-ı saâdet yaşanmak isteniyorsa, meseleye sahâbi gibi yaklaşmak gerekecektir. Onların başındaki Peygamber gibi yaklaşmak icab edecektir. Dünya ve âhireti itibariyle ağlamak ve gülmek birbirinin aleyhine işler. Dünyada gülenler, orada mutlaka ağlayacaktır denilmez; fakat âhirette kendileri için ağlama mukadder olanlar, dünyada Allah için ağlamayıp çok gülen insanlardır.
“Gülüyorlar da ağlamıyorlar”338 Gönüllerine sağanak sağanak Kur’an iniyor. Gülüyorlar, ağlamıyorlar. Kur’an bize de iniyor. Gülüyoruz ağlamıyoruz. Burada kendilerini emin zannedenler, orada emniyetlerini bütün bütün kaybetmiş olacaklar.
“Şüphesiz günahkârlar, (dünyada) iman edenlere gülerlerdi.”339 Suç işleyen, kendini cürme salanlar, hep günah içinde bocalayıp duranlar, isyan içinde yüzüp gidenler, mü’minleri gördüklerinde gülüyorlardı. “Gerici” diyorlar, “yobaz” deyip alaya alıyorlardı. “İşte o gün (âhirette) de iman edenler, kâfirlere gülerler.”340 İşte o gün bu defa da mü’minler gülecek, kâfirler kıvrım kıvrım iki büklüm olacaklar. Bakın gülme ve ağlama, birbirinin aleyhine işliyor. Burada Allah’ı unutup gülme varsa, kahkaha varsa, çakır keyf olma varsa, orada başka türlü olacak. Mü’minler burada ağlamış, gözyaşlarını akıtmışlar, ötede: “O gün birtakım yüzler parlak, güleç
337] M. F. D. Çağ ve sil, T.Ö.V. Y. s. 195-201; Hitap Çiçekleri, s. 184-189
338] 53/Necm, 60
339] 83/Mutaffifîn, 29
340] 83/Mutaffifîn, 34
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 77 -
ve sevinçlidir.”341 O gün burada ağlayanlar, kendilerine gülenlere karşılık orada gülecekler.
“Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız.” buyuruyor Rasûl-i Ekrem. Bildiğimi bilseydiniz rahat koltuklar üzerinde zevk ve lezzeti terkedecektiniz. Belki yamaçlara çıkacak, dağlara tırmanacaktınız. Allah’a sığınacaktınız. Yürekleriniz ürperecekti diyor. Yürek hopluyorsa, gönül bir güvercin kalbi gibi ürkek ürkek atıyorsa, gözler buna yaşlarla dem tutuyorsa, içte ma’rifet/ilim var demektir. “Kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur’an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar.”342 İlim irfan sahibi mü’minlerin hali bu, âyetler okununca çeneleri üzerine secdeye kapanıyorlar ve hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar. Yine Kur’an diyor: “Bu, onların huşûunu/saygı ve korkularını artırır.”343 Zaten gözyaşları sînede haşyetin dışarıya sızması demektir.
Allah’a karşı hakkıyla saygı duyup korkanlar, ancak Allah’ı bilenlerdir, âlimlerdir. 344 Gökte, yerde âyetlerini araştıranlar, enfüsî incelemelerde bulunanlardır. Sîneler haşyetle dolunca insan çatlayacak hale gelir. Sînenin çatlamaması için bir boşalmadır gözyaşı. Boşalmıyorsa bir boşluk var demektir içinde. Doluysa boşalacaktır. 345
Gözyaşıyla Islanmış Düşünceler
Aslında bu konu, sözle değil; ancak gözle anlatılabilir! Gözle ve özle…
Yaşadığımız düzen, materyalizm ve kapitalizm; insanın tüm mânevî değerlerini, kalbini ve ruhunu mahvetti. İncelik, hassâsiyet, duygulu olmak gibi özellikler; artık giderek yerlerini çıkarcılık, pragmatizm ve eyyamcılık gibi anlayışlara bırakıyor. Her şey, maddesi kadar kıymet buluyor, maddî zevk ve maddî değerden başka ölçüler geçerli kabul edilmiyor. Ayıp-günah tanımayan bu ortamda, ağlamak, ayıp sayılan bir-iki şeyin başında yer almakta... Bunca zulüm ve perişanlığın, anasını ağlattığı kimseler, bir yol bulup ağlama özgürlüğünü kullanmaya kalksa, alay konusu olacaktır: “Erkekler ağlamaz!” “Karılar gibi ağlıyor.” Sanki günümüzdeki kadınlar, özellikle erkeklerle beraber çalışan, okuyan bayanlar ağlama hakkına sahipmiş gibi...
Tv. programları müzik, eğlence ve komedi ağırlıklıdır; hem de en sulu ve cıvık cinsinden. Müstehcenlik de eğlence ve komedinin ayrılmaz yandaşı. Filmler, diziler, stand-up ve talk showlar hep güldürme ve eğlendirme amaçlı etkinliklerdir. Magazin progmramları ve Televole’ler en çok reyting alan programlardır. Tabii, komedyenler de heykelleri dikilmesi gereken büyük sanatçılar... Uçağa binmekten korkan ve ölümü de o yüzden olan bir aktörün (Kemal Sunal) filmi, hem de aynı kanalda belki 158. defa seyirci önüne konulabiliyorsa, bunun paranoyayla ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor; egemen güçler tarafından pompalanan toplumsal paranoya... Bırakın ağlamayı, gülmeler bile sahtedir bu dünyada. Sahte, yapmacık, formalite icabı ve rol gereği. Güldürmeler de tabii...
341] 80/Abese, 38-39
342] 17/İsrâ, 107-108
343] 17/İsrâ, 109
344] 35/Fâtır, 28
345] Ahmed Özer, Gözyaşları Dünyası, s. 143 vd.
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Güleriz ağlanacak hâlimize. Filmler, fıkralar, şarkı ve türküler, halkın hayat felsefesini yansıtan toplum aynalarıdır. Bunlara bakarak toplum hakkında değerlendirme yapabilirsiniz. Alın size bir iki şarkı sözü: “Ağlama, ağlat! Yoksa zehr olur bu tatlı hayat.” “Ağlama değmez hayat, bu gözyaşlarına!” (Peki gülmeye değer mi dersiniz?!) Ve nükte ile karışık değerlendirme yapılır: “Ağlatmayı soğan bile becerir; ama siz hiç güldüren meyve, sebze gördünüz mü?” Tamam, soğan, mirasçıları ve hüznü tanımayanları bile ağlatır; demek tabiat ağlamaya yardımcı, doğayla, fıtratla uyum isteniyorsa, buna uyulmalı. Yalnız, soğan ağlatıyor da; insanımızı soyan ağlatmıyor, insanımıza söven ağlatmıyor mu? (Ağlatıyorsa, ağlatanın; ağlatmıyorsa, ağlamayı unutanın sorgulanması gerekmiyor mu?)
Yufka yürekliliğe yer yoktur, bu materyalist dünyada; ayakta kalmak istiyorsanız taş kalpli olacaksınız, bakmayacaksınız kimsenin yalvarmasına. Çalacaksınız, ezecek ve üzeceksiniz insanları, yoksa onlar sizden önce davranacaktır. On milyonun üzerinde dâvâ sürüyor mahkemelerde; bu anlayışın sonucu olarak. Kapının önünde mendil mi satıyor bir kız çocuğu, atacaksın derin dondurucuya; Mc Donalds’ın önünde zavallı çocuk görüntüsü vererek, göbekli müşterilerin keyfini kaçırmak neymiş görsün! Fakirlerin, işçilerin feryadına kulak tıkamalı, merhamet kelimesini lügatinden silmeli bir patron ki, paralarına para katsın.
Taşlaştı artık yürekler; taştan su çıkıyor, taştan da sert yürekten hiçbir eser çıkmıyor. Göz musluğu pas tutmuş, küflü yürek gibi. Sürahinin içi boş; nasıl boşalıp akması beklenebilir ki... “Mü’minlerin derdiyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” İnsanlığın derdiyle dertlenmeyenin insan sayılamayacağı gibi. Kendi derdi o kadar umurunda değildir olgun bir insanın. O, kendi derdinden şikâyet edip sızlanıp durmaz; insanlığın derdiyle, ümmetin derdiyle hemderttir. Tefekkür, ızdırap ve çile gibi aziz sıkıntılar; insan olmanın, iman etmenin, müslüman kalmanın bedelleridir.
Madde-mânâ bütünlüğü var, İslâm’ın bütün tavsiyelerinde; yani tevhid, her yere damgasını vuruyor. Gönlümüze faydalı olan her şey, sadece âhiretimizi değil; dünyevî sağlığımızı da düzenliyor. Huzur veren mânevî ilâçlar, maddî bünyemizi de tedâvi etmekte. Gözyaşı da bunun örneği. Allah için olmak şartıyla; hem ibâdet, hem huzur, hem zevk ve hem de sağlık...
Ağlamak, gülmeye oranla daha fıtrî, daha insanî, daha etkileyici... Diğer varlıklarla uyum için de bu gerekli. Yer gök ağlar,346 melekler ağlar, amel defterleri ağlar, ceylânlar gözyaşı döker; bülbüllerin ötüşü bile anlayana bir tatlı hüzün, bir sızlanış ve ağlayıştır. Âkif’in dediği gibi, insan, ağlayamıyorsa bari gülmekten (kahkaha atmaktan) utanmalı değil mi?
Ağlamak... Elinden bir şey gelmeyen zavallı gibi mi? Elbette hayır! Tüm yapılacakları yaparak, eylemle fiilî duayı yerine getirerek, gönülle ve gözle duâ etmektir ağlamak. Aynen ekinin ekildikten sonra, arada sırada sulanması gibi... Su, hayat işaretidir, hayat kaynağıdır. Su olmayan yerde hayat olmaz. Gözlerimizden de su gelmiyorsa, kalbimizde hayat yok sayılır. Su rahmettir. Gözyaşı akmıyorsa, rahmetten uzağız demektir. Unutmayalım ki ölmüş bir ağacın dalından, bir odun parçasından su çıkmaz. O, yanmaya lâyıktır, onun hakkı yanmaktır.
346] 44/Duhân, 29
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 79 -
Hayat sahibi yemyeşil bir ağaç, yara aldığında, kesildiğinde sular damlar. Bu onun canlı olduğuna delildir. Su, yanmaya engeldir, ateşi söndürür. Allah için ağlamak da cehennem ateşini söndürür. “İki göz vardır ki Cehennem ateşi onlara dokunmaz: 1- Allah için sınır bekleyen mücâhidin gözleri, 2- Allah için ağlayan gözler.”
Gece sessizliğinde, riyâ karışmaksızın Allah’la hemdem olmak, seccâdesine inciler saçabilmek, günah kirlerini gözyaşı suyuyla temizleyebilmek... İşte takvânın, kalp yumuşamasının alâmeti. “Kalbim temiz, sen ona bak” diyenler, kalplerini gözyaşı ile temizlemediler, zikirle cilâlamadılarsa kesinlikle yalan söylüyorlardır.
“Hava, bir gün yüzünü ekşitti, bulutun gözleri yaşlandımı, bu ağlayış; dalların, yaprakların, meyvelerin gülmesi içindir. Çocukların oyunları, gülüşleri de ananın ağlayışından, babanın darılışındandır.”
Affedin bizi çocuklar! Size fıtratınıza uygun bir devlet, çevre, ev... bırakamadık. Affedin bizi çocuklar! Babalarımızdan miras aldığımız bazı güzellikleri bile koruyup size miras bırakamadık. Mukaddes emaneti koruyamadık, kutsal tevhid sancağını daha yüksek burçlara dikemedik. Gözyaşlarımızla yalvarıyoruz; bizi affedin çocuklar, siz affetmezseniz Allah da bizi affetmeyecek.
“Ağlarsa anam ağlar, başkası yalan ağlar” Ananın ağlaması, riyâsızdır, içtendir, yüreğinden kopup gelir âhı. Daha dünyaya gelir gelmez çocuklar da ağlar, ana babalarının günahlarına, çevrenin duyarsızlığına, başına geleceklere...
Allah için yeterince gözünün yaşını akıtamayanlar, kanlarını hiç akıtamazlar.
Kalplerin ölü veya diri olduğu, gözyaşlarından belli olur.
Gözyaşı bir nurdur; İçin, kalbin nurunun dışa yansımasıdır.
Allah için gözyaşı dökemeyen kişinin gözü ve özü yok demektir.
Allah için ağlayamayan göz, büyükçe bir boncuk tanesinden başka nedir ki?!
Ağlamak da bir zevktir. Gözün yaşı, özün aşıdır.
Gözyaşı Allah içinse eğer, mübârek ve mukaddestir.
Gözyaşı pişmanlıktır, gözyaşı tevbedir, gözyaşı gözün niyazıdır/duâsıdır.
Gözyaşı şükürdür; hamd ve senânın, şükrün gözlerden damla damla akışıdır.
Karanlığın farkında olmaktır ve gelecek adına şafağın müjdesidir gözyaşı.
Kerâmet, suyun üzerinde yüzmek, havada uçmak değildir; Kerâmet, gözlerdeki damlalar üzerine binmek, Allah korkusuyla huşû ve heyecanla gönül dünyamızda kanatlanmaktır.
Öteki âleme götürülebilecek tek hediye; amel terazimizi ağdırabilecek tek ağırlıktır gözyaşı.
Gözyaşı, gönlün kor gibi yanan ateşini söndürüp yeniden canlandırmak için gözden kalbe tutulan itfaiye hortumudur.
Gönüldeki Allah sevgisi ve korkusunun dışa yansımasıdır gözyaşı.
Gözyaşı, kalbin tercümanı, muhabbetin sessiz lisanı, günahların gufrânı,
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kulun Rabbinden rahmet istemesi, yani istirhâmıdır.
Herkesin sizi sevmesini istiyorsanız, gülümseyin. Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, Allah için gözyaşı dökün. İnsanlarla beraberken gülümseyin, mütebessim olun, Sadece Allah’la beraber olduğunuzda mahzun bir şekilde gözyaşı ile Allah’la bağlantı kurun. “Mele-i A’lâda bana haber verildiğine göre, ümmetimin en hayırlıları, Allah’ın rahmetini ümid ettiklerinden dolayı (insanlar içinde) açıktan gülenler/tebessüm edenler, Allah’ın azâbından korktukları için de gizli gizli ağlayanlardır.” 347
En gülünç olan, insanlar kendisine acısın diye gözyaşı döken; en takvâlı kişi, Allah kendisine acısın diye gece sessizliğinde teheccüd seccâdesinde ağlayabilendir.
Seccâdenin süsü, üzerine gözyaşlarından inciler dizmek ve incileri sık sık tazelemekle olur.
Ağlamasını bilen insan için gözyaşı şifâdır; maddî ve mânevî nice hastalıklara.
Gözyaşının indiği yerde rahmet vardır; Rahmetin indiği yerde de gözyaşı.
Gönül sarayının tozları, kirleri, gözden akan sularla temizlenir.
Duâlarımızın yerine ulaşmasını istiyorsak, imzamızı gözyaşlarımızla atmalıyız.
Rabbimizle irtibatımızda kopukluk varsa, paslanan bağlantı tellerini gözyaşı yağıyla temizlemeliyiz.
Mesajımızın değerlendirmeye alınması için, gönül kalemi kullanılması ve gözyaşı mürekkebiyle yazılması gerektiğini bilmeliyiz.
Secdelerin ölümcül hayatımızı canlandırmasını istiyorsak, Rasûl’ün secdeleri gibi gözyaşıyla sulayalım.
Günahlarla kirlenen yüzümüzü, yarın ateşin temizlemesinden önce, gözyaşıyla yıkayıp temizlemeliyiz.
Bilim adamları yeni öğrendiler gözyaşının bazı faydalarını; artık bundan böyle gözyaşı ile kanser testi yapılabiliyor; aslında gözyaşı ile takvâ testi de yapılıyor, Rasûlullah’ın bildiğini ne kadar bilip bilmemenin, O’na benzeyip benzememenin de testi yapılıyor gözyaşı ile.
İnsan, küçük bir kâinattır. Küçük evren insan açısından gözyaşını değerlendirmek için, suyun evrendeki yerini düşünmek yeterlidir. İçme suları, dağlardan ve taşlardan kaynayan menbâ/kaynak suları, çağlayanlar, nehirler, denizler, rahmet değerindeki yağmurlar ve cennetlerin altından ırmaklar akan güzellikleri ne ise gözyaşı da odur. Bütün bu evrene güzellik katan, cennetin güzelliklerini artıran suyun bir benzeri insandaki gözyaşıdır.
Bazılarının “neye, niçin ağlayalım?” diye sorduğunu duyar gibi oluyorum. Bu soruya bile ağlamak gerekiyor. Bunca günahlara, isyanlara, çevredeki şirk bataklığına, azgınlığa ve fesâda ağlamadan seyirci kalmak, merhametsiz taştan bir yürek taşımaktır; hayır, taştan olsa kalp, taştan sular fışkırdığı gibi ağlayacaktır;
347] Hâkim, Beyhakî
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 81 -
demirden olsa eriyecektir, o ölmüş bir kalptir, sahibi de canlı cenaze. Devleti, toplumu, okulları, evleri ve de gönülleri saran cehennem yangınlarını ve âhiretteki Cehennem ateşimizi söndürmek için başka terkipteki sular kâr etmez. O ateş ancak gözyaşı ile söner; Nemrut’un tutuşturduğu ateşi, İbrâhim’in (a.s.) gözyaşlarının söndürdüğü gibi. Çünkü Hz. İbrâhim, Kur’ân’ın tanımıyla “evvâh” idi; çok “vah!” eden, çokça ağlayan...
Gülüp eğlenmek, dünyadan kâm almak normal olurdu; eğer ölüm ve ötesi olmasa... Hangi âlemde gülmeyi tercih etmeliyiz, dünyada mı, ukbâda mı? Ölüm, gerçek mutluluğa, tükenmeyen tüm güzelliklere açılan kapı olduğundan, öteki hayata saklayalım gerçek anlamda eğlenip gülmeyi.
İşletemediğimiz İlâhî mekanizmanın çarklarını benzin misali belki gözyaşlarımız döndürebilir. Karaya oturan gemimiz, belki bu yaşlarla rahmet deryasına açılabilir. Allah’ın rahmetine gerçekten susamış isek, ağlamayan çocuğa meme verilmez kabilinden, çocuk safiyetiyle, kasvetli kalplerimizin yumuşaması ve rahmete dalması için ağlamalıyız.
Bitkiler büyümek, fidanlar ağaç olup meyve vermek için nasıl göklerin ağlamasına muhtaç iseler, kurumaya yüz tutmuş körpe fidanlar, isyan ve küfür kuraklığındaki nesillerimiz de bizim ağlamamıza öyle muhtaçlar.
“Sus ey bülbül, senin hakkın değil; benim hakkım mâtem!” Bülbüllerin şakıdığı vakitler, horozların melekleri gördüklerini insanlara müjdeledikleri zamanlar, bebeklerin uyanıp zikrederek ağladıkları demler, yani seher vakitleri biz neyle meşgul oluyoruz? “Yatma seherde, uğrarsın derde” diyen şâir bizi neye dâvet ediyor?
Nice basit dünyevî meseleler, küçük kayıplar, önemsiz rahatsızlıklar karşısında ağlayıp sızlanıyor veya ağlamaklı oluyoruz. Allah korkusundan dolayı ne kadar aynı duygular içinde, benzer atmosferi yaşıyoruz?
Mü’min o kimsedir ki; küçük, zerre kadar bir hata işlese, onu gözünde dağ gibi büyütür, kendini kolay kolay affetmez; kirlenen kalbini gözyaşı çeşmesinden akan sularla temizler. Münâfık da o kimsedir ki, işlediği büyük bir günah, onun gözünde önemsizdir, kendinden daha aşağıdakilere bakar, benden daha ne kötüleri var, ben çok iyiyim der ve eğlenmeye devam eder.
Sarhoşların gece uykusunu terk edip meyhane köşelerinde kendilerinden geçmesi, her şeyi unutacak kadar kendini sevdiği içkiye vermesi gibi; biz de gece uykusunun bir kısmını olsun sevdiğimiz Allah için terk edelim. Bizim de gece hayatımız olsun. Teheccüd, zikir, tevbe ve gözyaşı adlı dostlarımızla beraber olalım. Yoksa birinin kalkıp ‘sarhoşun içkiyi, gece hayatını sevmesi kadar Allah’ı sevmiyor musun?’ demesine nasıl cevap veririz. “İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını, başka bir şeyi endâd/Allah’a denk tutarlar da onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır.” 348
“Güleriz ağlanacak hâlimize” diye bir deyim vardır dilimizde; tam da şimdiki yaşantımız ve tavrımıza mutâbık. Ağlanacak hale gülen veya böylesi olaya aldırış etmeyene “deli” denmez de ne denir? Ağlayacak kalp yoksa bari vur patlasın çal oynasın şeklinde eğlenmekten, vurdumduymazlıktan, hiç ölmeyecekmişiz
348] 2/Bakara, 165
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi kahkahalardan utanâlim. “Benim bildiğimi bilseniz, az güler, çok ağlardınız.” Ağlamayan, câhildir, Rasûl’ün bildiği özden haberi yoktur; Allah için ağlayan da döktüğü gözyaşı oranında Rasûl’e has ilme sahip kişi. O kutlu elçi ki, secde yeri küçük bir gölcük şeklinde su birikintisiyle kaplanıyordu geceleri. Onu ağlatan şeyi bilmeyen, Rasûl’ün getirdiğini de bilmez. Ağlamak, ma’rifet işidir. Ma’rifetullah’a sahip olanların, yani Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilen, ma’rifetle dolanların gözleri boşalacak ve ağlayacaktır.
“Gözümün nûru namaz” diyordu o büyük insan. Namazın nasıl o kutlu gözlerin nuru olduğunu, namazın en kıymetli yeri secdede gözü nurla dolduran şeyin gözyaşı olduğunu anlıyoruz. Bizim namazımız, O’nun namazına benzemediği müddetçe, gözümüzün nuru olamayacağı endişesi ile tekrar gözyaşı gerektiği bilincine varıyor, secdede ağlayamadığımıza ağlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Hacca gidenler bilir, ne güzeldir, ne tatlıdır “Beytullah”ın duvarına, “Kâbe”nin kapısının eşiğine yüzünü dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak. Hangi mutluluk bundan daha tatlı, hangi lezzet, bundan daha içten olabilir? “Nur beyaz mıdır, siyah mı?” diye insan aklına acaip sorular getiren siyahlara bürünmüş Kâbe duvarında simsiyah zencilerin zeytin gözlerinden akan bembeyaz gözyaşlarının Hac’daki, Umre’deki unutulmayan manzaralarını görenler kolay unutamaz. O güzel insanların gözlerinden dökülen nur tanelerini görmenin, onların hüngür hüngür ağladığını seyretmenin, bir çağlayanı seyretmekten daha güzel olduğunu görmeyenler bilemez. “Ağlamayan gözden, huşû duymayan gönülden Sana sığınırım.” İnsan, ağlayamayan gözünden ve gönlünden ne kadar şikâyetçi oluyor, ağlayanları gördüğünde. Ve anlıyor ki esnemek gibi, gülmek gibi, ağlamak da bulaşıcıdır...
“Ağlamayan aldanmıştır, ağlarken riyâ yapıyorsa o da aldanmıştır.” 349
“Hûn-ı ciğer ve gözyaşı olmadıkça, bütün resimler nâtamamdır;
Kan ve gözyaşı katılmazsa, mûsikî bile çılgınlıktan başka bir şey değildir.” 350
“Ağlayın, su yükselsin; belki kurtulur gemi,
Anne seccâden gelsin, bize duâ et e mi?” 351
“Ağlarım, ağlatamam, dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.” 352
“Fuzûlî, dehrden kâm almak olmaz, olmadan giryân,
Sadef sû almayınca ebr-i nisândan güher vermez.” 353
“Sular gibi çağlasan, Eyyüb gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan, ahvâlini sormaz mı?” 354
“Bu fenâda bir garibsin, Gülme gülme ağla gönül,
349] İmam Gazâli
350] Muhammed İkbal
351] Necip Fâzıl Kısakürek
352] Mehmed Âkif Ersoy
353] Fuzûlî
354] Yûnus Emre
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 83 -
Derdin dahi çoktur senin, Gülme gülme ağla gönül.” 355
“Gözlerimden yaş ile kan akıtır, İlâhî, yaşım dilemezem siline.
Zira aktıkça gözümden kanlı yaş, Hoş teselliler gelir ben kuluna.
Hoş yaraşır âşığa gözü yaşı, Kim ki âşıksa gözünden biline.” 356
“Ağlayanlar, bir gün güler; gamlanma gönül gamlanma.” 357
“Ağlamak, rûhun işemesidir.” 358
“Gözyaşları olanlara ne mutlu!” 359
“Dur yolcu, gel beraber ağlaşalım; Bu dert bir kişinin kârı değil, paylaşalım!”
“Akarsu neredeyse orası yeşerir. Nerede gözyaşı dökülürse, rahmet oraya iner.”
“Günah işleyen insandır, buna ağlayabilen velî olabilir; günahına sevinen ve bununla övünen ise şeytandır.”
“Hepimiz, kahkahalarımızı gözyaşlarımızla ödüyoruz.”
“Gözyaşları ile yıkanan yüzden daha temiz yüz olamaz.”
“Âşık Yûnus eder âhı; Gözyaşı, döker günâhı.”
“Gözyaşları ile demiri bile eritebilirsiniz.”
“Gözyaşları çilenin sessiz sözleridir.”
“Ağlamak, teessür ve kederin devâsıdır.”
“Beraber ağlamaktaki tatlılık kadar hiçbir şey kalpleri birbirine bağlamaz.”
“Dil benim, dîde benim, eşk benim; Neden ağır geliyor ağlayışım ağyâre.”
“Dünyaya geleni ölmez belleme; Her dem ağlayanı gülmez belleme.”
“Siz söyleyin ey dumanlı dağlar! Gönlüm neye gizli gizli ağlar.”
“Öz ağlarsa göz de ağlar demişler.”
“Gözlerden akabilen yaşlar, acıları giderir; insan rûhunda hapis kalan yaşlar ise zehirdir.”
“Âşık için gözyaşı, gülümsemeden daha tatlıdır.”
“Ağlamayan çocuğa meme vermezler.”
“Ne hikmettir, şu dünyâya; Gelen ağlar, giden ağlar.”
“Babaya ve kocaya karşı ağlamak, çocukla kadının silâh ve tuzağıdır.”
“Ağlatırsa Mevlâm, bir gün güldürür.”
355] Yûnus Emre
356] Eşrefzâde
357] Karacaoğlan
358] Peyami Safa
359] Goethe
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ağlayanın bir derdi var; gülenin beş.”
“Çok gülenin heybeti azalır.” 360
“İki şey zannolunduğu kadar kolay değildir; Sırasında gülmek ve sırasında ağlamak. Gülünç olmaksızın gülen ve ağlayan büyük bir zekâ eseri göstermiş olur.”
“Gülmek, fırtınalı gökte doğan bir gökkuşağına benzer.”
“Her şeye gülmek deliliktir; hiçbir şeye gülmemek de kuşkusuz budalalıktır.”
“Gülümsemek, çok zaman gözyaşlarımızın maskesidir.”
“Yûnus Emre’m bu dünyada; Kim güldü ki sen gülesin.”
“Ne mutlu diline hâkim olana, evi kendisine geniş gelene, yaptığı suçtan/günahtan pişman olup ağlayana!”
360] Hz. Ömer
AĞLAMAK - GÖZYAŞI
- 85 -
Kur’ân-ı Kerim’de Ağlama Konusunda Âyet-i Kerimeler
A- Ağlamak Anlamına Gelen Bükâ ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 9/Tevbe, 82; 17/İsrâ, 109; 19/Meryem, 58; 44/Duhan, 29; 53/Necm, 43, 60; 54/Kamer, 7; 68/Kalem, 43; 70/Meâric, 44; 79/Nâziât, 9.
B- Gözyaşı Anlamındaki Dem’ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 5/Mâdi, 83; 9/Tevbe, 92.
C- Çok Ağlayan Anlamındaki Evvâh Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75.
D- Ağlayamamanın Sebebi Olarak Belirtilen Kalp Katılığı Anlamındaki Kasvet ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 2/Bakara, 74, 74; 5/Mâide, 13; 6/En’âm, 43; 22/Hacc, 53; 39/Zümer, 22; 57/Hadîd, 16.
E- Ağlamanın Zıddı Gülmek Anlamındaki D-h-k ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 9/Tevbe, 82; 11/Hûd, 71; 23/Mü’minûn, 110; 27/Neml, 19; 43/Zuhruf, 47; 53/Necm, 43, 60; 80/Abese, 39; 83/Mutaffifîn, 29, 34.
F- Ağlama Konusundaki Âyetler: 5/Mâide, 83; 19/Meryem, 58; 17/İsrâ, 109; 54/Kamer, 7; 68/Kalem, 43; 70/Meâric, 44; 79/Nâziât, 9; 44/Duhan, 29; 53/Necm, 60; 9/Tevbe, 82; 53/Necm, 43; 9/Tevbe, 92.
Ağlama Konusunda Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Cenâiz 43; Rekaik 24; Fezâilu Ashâbi’n-Nebî, 2, 6, Fezâilu’l Kur’an 35.
Müslim, Fezâil, 62; Edeb, 68; Zekât 91; Cihad, 58; Salâtu’l Müsâfirîn 247-248;Tefsir, 46/2; Fezâilu’s-Sahâbe, 2, 22, 134.
Tirmizî, Fezâilu’l Cihâd 8, 12; Zühd 60; Muhtasaru’ş Şemâili’l-Muhammediyye, 120-124
Nesâî, Cihad 8, Cihad 11
İbn Mâce, İkame 176; Zühd 6.
Dârimî, Cihad 15.
Kütüb-i Sitte, c. 6, s. 354; c. 4, s. 447-449
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 166-167
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 324-325
3. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s.
4. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 387-390
5. El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 175-179
6. El-Mîzan Fî Tefsîri’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabâî, Kevser Y. s. 1, s. 286-287
7. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 154-155
8. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 98-107
9. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 87-90
10. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 147-149
11. Safvetü’t Tefsâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 121-123
12. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 161-162
13. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 51-53
14. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 473-474(470-475), c. 2, s. C. 14, s. 243
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
15. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 79-82
16. Kur’an Açısından Korku ve Büyü, Ahmet Baydar, Beyan Y. s. 53-54
17. Hayâtü’s- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. 3/ 250-256; 568-569
18. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 25
19. Kur’an’da İhsan ve Muhsin Kavramları, Metin Ocak, İnkılab Y. s. 126-130
20. Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 361-364
21. Sızıntı’dan Tıbbi Gerçekler, Haz. Hakkı Gökbel, T.Ö.V. Y. s. 267-271
22. Sağlıklı Yaşama ve Başarı, H. Hüseyin Korkmaz, Nesil Y. s. 55-61
23. Gunyetu’t-Tâlibîn, Abdülkadir Geylâni, Sağlam Kitabevi Y. s. 116
24. Hitap Çiçekleri, Fethullah Gülen, Yeni Asya Y. s.184-189
25. Çağ ve Nesil, M. F. D, T. Öğretmenler Vakfı Y. s. 195-201
26. İhyâ-i Ulûmi’d- Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 1, s. 784-785, c. 4, s. 300-303; 319-340
27. Tenbihu’l Gâfilin ve Bostanu’l Ârifin, Ebûlleys Semerkandi, Bedir Y. s. 202-209, 277
28. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahiner, Beyan Y. s. 20-22
29. Edebü’d Dünya ve’d Din, Mâverdi, Bahar Y. s. 300
30. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilâli, Şafak Y. c. 1, s. 83, 85, 90.
31. Hadislerle Müslümanlık, (Hayatu’s Sahâbe), M. Yusuf Kandehlevi, İslâmi Neşriyat, c. 4, 1479 vd.
32. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, İsmet Zeki Eyüboğlu, Sosyal Y. s. 13
33. Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, Âdem Ergül, Altınoluk Y.
34. Gözdeki Mûcize, Harun Yahya, Vural Y.
35. Gözyaşı Medeniyeti, Ömer Öztürkmen, Ötüken Neşriyat
36. Gözyaşları Dünyası, Ahmed Özer, Çağlayan Y.
37. Gülme, Henri Bergson, Ayrıntı Y.
38. Gülme ve Güldüren Sanat Türleri, Cemil Göker, Kültür Bakanlığı Y.
39. Gülmeye Hasretim, Ahmet Yüter, İsmailoğlu Y.
40. Derdimi Seviyorum, Hekimoğlu İsmail (ve Ş. Apuhan, E. Kavaklı), Timaş Y
AF
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AF
•Af; Anlam ve Mâhiyeti
•Kur’ân-ı Kerim’de Af Kavramı
•Hadis-i Şeriflerde Af Kavramı
•Allah’ın Affediciliği
•Peygamberimiz’in Af ve Müsâmahası
•İnsanın Kendine Yapılanları Affetmesi
•Dâvetçi Açısından Af ve Müsâmaha
•Hoşgörü ve Müsâmaha
•Af ve Müsâmahanın Yozlaştırılması
“O davranışlarınızdan sonra, belki (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” 115
Af; Anlam ve Mâhiyeti
Af kelimesinin aslı “afv”’dır. ‘Afv’ Türkçe’deki affetmenin karşılığıdır. ‘Afv’ sözlükte, yok etmek, silip-süpürmek, bir şeyi elde etmeye yönelik niyet, fazlalık, artıp çoğalma gibi anlamlara gelir. Istılah (terim) anlamı: Çirkin bir şeyi veya kötülüğü görmezden gelme, yapılan bir suçtan dolayı suçluyu cezalandırmama, ceza uygulamasından vazgeçmektir.
Bazı insanlar vardır ki, hatasız olmak peşindedirler. Toplam kalite kavramı içinde olayı düşündüğümüzde ve tüm günah ve yanlışlardan kaçmaya çalışmanın faziletini değerlendirdiğimizde bu, iyi bir tavır olarak görülebilir. Ancak, insan olduğu halde hatasız olmak mümkün değildir. O yüzden “insan beşer, şaşar” denir. Hata yapmayanın sadece Allah olduğu vurgulanır ve yargıya varılır: “Hatasız insan olmaz.” Hata edip tevbe etmek, insanın şanından; affetmek de Allah’ın şânındandır. Allah’ın afüvv, ğafûr, rahîm, tevvâb gibi nice isimleri, hata yapılmamış olsa tecelli etmeyecektir. İnsanın fıtratına da takvâ da fücur da ilham edilmiştir.116 Hata yapmak, insan olmanın kaçınılmaz bir yansımasıdır. “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi yok eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.”117 Bazıları, kendilerini ellerinden geldiğince kusursuz bir insan gibi göstermeye ve görmeye çalışırlar. Çünkü hata yaptıklarını kabul ettiklerinde küçük düşeceklerinden korkmaktadırlar. Onlara göre ideal insan, kendisine hiçbir hata kondurmayan insandır.
Oysa, sözünü ettiğimiz bu “hatasızlık” arayışı, bir bâtıl inançtan başka bir şey değildir. Nitekim Kur’an, bizlere böyle bir mü’min modeli göstermez. Çünkü
115]2/Bakara, 52
116]91/Şems, 8
117]Müslim, Tevbe 9, hadis no: 2748; Tirmizî, De’avât 105, h. no: 3533
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böyle bir model mümkün değildir zaten; İnsan, Allah karşısındaki âcizliğinin bir sonucu olarak, hayatı boyunca hatalar yapmaya, günah işlemeye mahkûmdur. Elbette ki elinden geldiğince bunlardan kaçınmalı, Allah’ın dinini uygulama konusunda hata işlememeye ve günaha girmemeye gayret göstermelidir. Ancak, Allah’ın âciz bir kulu olduğu için, hatadan kaçınmayı dahi tümüyle başaramaz.
Bu nedenle, Kur’an, yeryüzündeki her insanın Allah’a karşı hatalı ve günahkâr olduğunu haber verir: “Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirlenmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Zira Allah, kullarını görmekte (gözetlemekte)dir.” 118
Bu İlâhî hüküm gereği, Allah’ın mü’minden beklediği tavır, hatasızlık ya da günahsızlık değildir. Mü’minden beklenen, işlediği tüm hata ve günahlar için sürekli Allah’tan af dileyip bağışlanma istemesidir. İnkâr edenler ile mü’minleri birbirinden ayıran en önemli vasıflardan biri de budur: İnkârcı kâfirler, kendilerini hatasız ve günahsız saymaya çalışırlar. Oysa mü’minin böyle bir iddiası yoktur. Elbette mü’min, Allah’a karşı hiçbir günah işlememek için büyük bir çaba gösterir. Ancak insan, doğası gereği, kimi zaman geçici olarak nefsine uyup günaha girebilir. Allah’ın hükümlerini uygulamakta gevşeklik göstermek gibi bir gaflete düşebilir. Ama sonuçta tüm bunlardan pişman olup Allah’a yönelmesi ve O’ndan af/bağışlanma dilemesi önemlidir.
Kur’an’a baktığımızda Allah’tan bağışlanma dilemenin doğal ve daimî bir mü’min vasfı olduğunu görürüz. Bu durum da yine bizlere mü’minlerin hiçbir zaman kendilerini günahtan ârî/ soyutlanmış görmediklerini, aksine kusur ve eksikleri için sürekli O’nun rahmetine sığındıklarını göstermektedir.119 Kur’an’ın bize gösterdiği, Allah’tan bağışlanma dilemenin bir mü’minin sürekli yaptığı bir ibâdet oluşudur. İnsan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm günahlar için Allah’tan sabah akşam bağışlanma dileyebilir/dilemelidir. 120
Kur’ân-ı Kerim’de Af Kavramı
‘Afv’ kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da otuz beş âyette yer almaktadır. Afv kelimesi, Kur’an’da çoğunlukla affetmek, yani suçluya ceza uygulamasından vazgeçip onu bağışlamak anlamında kullanılır. Şu âyette sözlük anlamı olarak ‘fazlalık’ mânâsında geçmektedir: “…Ve sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: Afv’ı, yani ihtiyaçtan arta kalan fazlalığı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz.”121 A’râf Sûresi 199. âyette ‘afv’ bağışlama, affetme anlamına gelmektedir. Fiil olarak kullanıldığı ve Allah için isim-sıfat olarak geçtiği tüm yerlerde bağışlama anlamlarında kullanılır.
Af kavramı Kur’an’da hem Allah’ın özelliği olarak yer alır, hem de insanlar için emir ve tavsiye edilir. Yapılan haksızlığa, o miktarda karşılık vermek meşrûdur; ama bundan vazgeçerek affedene Allah, büyük mükâfat vaad eder.122
118] 35/Fâtır, 45
119] 9/Tevbe, 112
120] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 158-159
121] 2/Bakara, 219
122] 42/Şûrâ, 40
AF
- 33 -
Affedici olmak, takvâ makamına en yakın olmak kabul edilir.123 İnsan, başkasını affetmekle Allah’ın da kendisini affetmesine lâyık olur.124 Allah, affedenleri sever ve över. 125
“Rabbinizin mağfiretine/bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da infak eder/Allah yolunda harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” 126
“Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını mağfiret etmez/affetmez. Ancak, ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret eder.” 127
“De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 128
“...Affetmeniz takvâya daha yakındır. Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz ki Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla görür.” 129
“…Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.” 130
“ ...Günahlarımızı bağışla, günahlarımızı/kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!” 131
“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve kadirdir.” 132
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” 133
“Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Elbette O, zâlimleri sevmez.” 134
“Sen af yolunu tut, ma’rûfu/iyiliği emret ve câhillere aldırış etme!” 135
123] 2/Bakara, 237
124] 24/Nûr, 22
125] 3/Âl-i İmrân, 134
126] 3/Âl-i İmrân, 133-135
127] 4/Nisâ, 48
128] 39/Zümer, 53
129] 2/Bakara, 237
130] 2/Bakara, 286
131] 3/Âl-i İmrân, 193
132] 4/Nisâ, 149
133] 3/Âl-i İmrân, 159
134] 42/Şûrâ, 40
135] 7/A’râf, 199
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi olmak için saydığı özelliklerin arasında öfkeyi yutmak ve insanları affetmek gibi olgun insanlara yakışan davranışları da saymaktadır. “...O takvâ sahipleri ki, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” 136
Bu âyette öfkelerinin neticesini yürütmeyip onu tutarak, içlerine geri çevirenler övülmektedir. Âyette geçen “kâzm” öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. Bu, takvâ sahibi olanların özelliğidir; sabrın ve yumuşak huyluluğun belirtisidir. Bu konudaki hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:
“Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek güçte olduğu halde öfkesini yutan kimsenin kalbini, Allah emniyet/güven ve iman ile doldurur.” 137
“Öfkesini çıkaracak güçte iken, kim öfkesini yutarsa, Allah onu istediği kadar hûri ile evlendirir.” 138
“Allah’a şu iki yutkunmadan daha sevgili olan başka bir yutkunma yoktur: Sahibinin, sabır ve güzel bir katlanma ile yutkunduğu, acı verici bir (elem karşısında) yutkunması ve sahibinin yutkunmuş olduğu kızgınlık yutkunması.” 139
“Güçlü, güreşte galip gelen değildir; fakat güçlü, kızdığı zaman nefsine hâkim olabilendir.”140
Âyet-i kerimede “öfkelenmeyen” denilmez de “öfkelerini yutan” 141 denilir. Bu âyete göre takvâ sahibi insan, hiç öfkelenmeyen birisi değildir; öfkesini yutan kimsedir. Öfke, duyulması gereken bir duygudur. İman, sevgi ve buğuzdan ibarettir. Allah’ın emrine isyan, küfür ve şirk anlamı taşıyan bir davranışa karşı müttakî mü’min elbette öfkelenecek, müsâmaha göstermeyecektir. Hakkın çiğnenmesine, Allah’a isyana karşı öfkelenmemek, kalbî duyguların ve imanın körelmesi, hastalıklı hale gelmesi demektir. Allah’ı seven kişi, Allah’a isyana elbette tepki gösterecektir. Ama, öfkeyi dışa vurunca, muhâtabın tebliği kabul etmeme, nefsini müdafaa etme, tebliğ edilen fikrin içeriğini peşinen reddetme gibi olumsuz durumları söz konusu olacaktır. O yüzden, öfkeyi yenmek, insanlar arası ilişkilerde ve hakkın tebliğinde önemli bir tavırdır.
Öfke ateşi, şeytanın yakınlığını çeker. Şeytan ateşten yaratılmıştır.142 Ateşin özelliği, parlamak, alevlenmek, hareket, yakıp yok etmek, sarsıntı/titreyiştir. Bu özellikler, öfkede de vardır. Öfke, kin ve hasedi doğurur, intikamı kamçılar.
Affetmek için öfkeyi yenmek gerekir. “Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını
136] 3/Âl-i İmrân, 133-135
137] Ebû Dâvud, Edeb 3, IV/248
138] EbûDavud, Edeb 3; İbn Mâce, Zühd 18, II/1400
139] Câmiu’s-Sağîr, II/149
140] Müslim; Câmiu’s-Sağîr, II/135; İhyâ-i Ulûmi’d-Din, 6/400
141] 3/Âl-i İmrân, 133
142] 7/A’râf, 12
AF
- 35 -
bağışlarlar.”143 Takvâya giden yol böyle açılıyor. Bütün öfke, beşerî bir infialdir. Kanın ansızın harekete geçmesiyle insan öfkelenir. İnsan varlığının ilk sebeplerinden ve ilk zaruretlerinden birisidir. Öfkeyi yenmek ilk merhaledir. Baskı yapmak, intikam almak nefsine hoş geldiği için, bazen insan öfkesini yenemez. Azgın öfke fena bir intikama döner. Beliren gazap gizli gizli öfkeye dönüşür. Gayz ve gazap, kin ve intikamdan daha iyidir. Bunun için âyet-i kerime, muttakîlere nefislerindeki öfkeyi yendikleri için o engin âkıbeti gösteriyor. Af, müsâmaha ve serbestliği.
Öfke yenilmediği zaman, nefse ağır bir yüktür. Kalbi yalayan bir ateş yalımıdır. Vicdanı kaplayan bir istir. Fakat nefis, müsâmaha gösterip kalp affedince o yükün altından insan kurtulur. Parlak, nurlu ufuklara ve rahatlığa ulaşır. Kalpte yumuşaklık başlar, vicdanda selâmet yerleşir. “Ve Allah muhsinleri (ihsân/iyilik edenleri) sever.” Öyleyse bollukta ve darlıkta cömertlik yapanlar gibi, öfkesini yendikten sonra af ve müsâmaha ile bağışlayanlar da muhsin kimselerdir; Allah’ın sevdiği iyi insanlardır.144
Muttakîler, kötülük edenlere karşı af ile muâmele ederler.145 Affetmek hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “Kıyamet günü, ‘nerede ecirleri (sevapları) Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler!’ diye bir çağırıcı bağıracak. ‘Ecri Allah üzerinde olan kim?’ diye sorulacak. Bunun üzerine, (başka insanları) affetmiş olanlardan başka kimse kalkamayacaktır.”146 “Seninle münasebeti kesen akrabanı ziyaret et; seni mahrum bırakana ver!”147 Hz. İsa’nın şöyle dediği rivâyet edilir: “İyilik, sana iyilik edene iyilik etmen değildir; bu bir karşılıktır. İyilik, sana kötülük edene iyilik etmendir.”148 “İyiliğe iyilik her kişinin kârı; kötülüğe iyilik er kişinin kârı” atasözü bu nebevî ifadeden mülhem olsa gerektir.
Takvâ sahibi olanların özelliklerini sayan yukarıdaki âyette149 başkalarını affetmenin vurgulanmasından sonra şöyle denir: “Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman günahlarına hemen tevbe-istiğfar ederler” Fâhişe; çok çirkin olan fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah. Fâhişe, başkasıyla ilgisi olan günah; nefse zulüm de başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir. Müttakîlerin ikinci kısmı, insanlık hali, böyle bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman, hemen Allah’ı hatırlarlar da hayâ ve korkularından hemen tevbe-istiğfar ederler. Yaptıklarına pişmanlık duyup kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere koşarlar.
Gerçekten, günahları Ğafûr (mağfiret edici, günahları örten) ve Rahim olan Allah’tan başka kim bağışlar? Öyle ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah’tan çok affetmeye ve bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah sonunda derhal Allah’tan utanıp da hemen tevbe edenler ve yaptıkları günahlarda bile bile ısrar etmeyenlerin mükâfatı, Allah tarafından bağışlanma ve günahları yokmuş gibi, altından ırmaklar akan, içinde ebedî
143] 3/Âl-i İmrân, 133
144] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s. 453
145] 3/Âl-i İmrân, 133
146] Âlûsi, Rûhu’l Meânî, II/58; naklen Elmalılı, c. 2, s. 425
147] Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/148
148] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, c. 7, s. 173
149] 3/Âl-i İmrân, 133-135
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak kalacakları cennetlerdir. Esas itibariyle amelin gereği değil; sırf Allah’ın lutfu olan bu bağışlama ve cennet, İlâhî vaad gereğince, güzel amel sahiplerinin haklarıdır. Amel etmeyen, tevbe etmeyen isyankârların kurtuluş ve selâmetleri ise Allah’ın vaadi ile garanti edilmiş değildir. Sırf Allah’ın dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir.150
Seyyid Kutub da bu âyetin tefsirinde şunları söyler: İmtihanda başarıya ulaşmak ve rızâ-i İlâhîye nâil olmak için Allah’ın yardımını ve affını istemek şarttır. Kul ne kadar emirleri yerine getirmeye çalışsa da yine de kusur edebilir. Onu bağışlayıp af ve merhametine nâil kılmak ise Allah’ın rahmetindendir. Bu din, beşer denilen şu mahlûkun zaaflarını, derinliğine idrâk ediyor. İnsanı bazen cesetle ilgili ağırlıklar ahlâksızlık derekesine düşürebilir, hayvanî duyguların esiri kılabilir, Allah’ın emrine muhâlif hareketlere sevk edebilir. Bu din, insanın o nevi zaaflarını kabul ediyor, onun için de kızmıyor ona. İnsan kendi nefsine zulmedince, İslâm onu rahmet-i İlâhîden kovmuyor. İnsan, büyük bir günah işleyince ona kapıları kapatmıyor.
Ruhundaki iman şûlesinin henüz sönmemiş olması, kalbindeki iman kaynağının henüz kurumamış bulunması, Allah’la bağının henüz kopmamış olması, günahkâr bir kul olduğunu, affı geniş bir Rabbinin bulunduğunu bilmesi yeter ona. Şu halde bu günahkâr, hatalı, zayıf mahlûk, henüz hayır unsuru taşımaktadır. Önündeki yollar tamamen kesilmemiştir. Kopmayan bir ipe sarılabilir. Zaafına kapılarak ne kadar kayarsa kaysın. Beraberinde meşale bulunduktan, elinde ip mevcut olduktan sonra, Allah’ı unutmayıp zikrettikten, istiğfar ederek O’na kulluk ettikten, günahlarda da inat ve ısrar etmedikten sonra yine o nura ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf yaratığın yüzüne karşı tevbe kapısını kapatmıyor. Onu bataklıkta yitik olarak tek başına bırakmıyor. Dönmekten korkan kovulmuş gibi terk etmiyor. O, bu zavallıya mağfiret kapısını gösteriyor. Yolu anlatıyor, titrer ellerinden tutuyor, kaypak adımlarına destek oluyor, emniyetli bir sınıra ulaşabilmesi için yoluna ışık tutuyor.
Ondan sadece bir şey istiyor; Kalbinin taşlaşmamasını, ruhunun kararmamasını, Allah’ı unutmamasını. Allah’ı hatırladıkça, ruhunda o hidâyet meşalesi bulundukça, vicdanından o keskin ses geldikçe, kalbinden o serin rüzgâr estikçe, ileride elbet bir gün ruhundaki nuru anlayacaktır. Kurumuş tohum yeniden yeşerip canlanacaktır. Hata eden ve evde sopadan başka bir şey olmadığını bilen çocuk, hiçbir zaman eve girmeyecek, kaçacak, kaybolacaktır. Fakat evde sopanın yanında hatasından özür dilerse zaafını anlayacak, tevbe ederse özrünü kabul edecek, şefkatli bir elin bulunduğunu anlarsa, bir gün, elbet eve dönecektir.
İşte İslâm, zayıf olan insanoğlunu zayıf anlarında böylece kolluyor, o zaafının yanında kuvvetinin de bulunduğunu, ağırlığın yanında rahatlığın da mevcudiyetini, hayvanî duyguların yanında Rabbanî arzuların da bulunduğunu biliyor. Zaafa düştüğü an, elinden tutup yükseklere çıkarmak için şefkat gösteriyor. Ayağı kayıp yuvarlandığı zaman, yeniden ufka yükseltmek için elinden tutuyor. Yeter ki insan, Allah’ı hatırlasın, O’nu unutmasın, hatalı olduğunu bildiği halde
150] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini K. Dili, c. 2, s. 425
AF
- 37 -
hatasında ısrar etmesin. 151
Hadis-i Şeriflerde Af Kavramı
Ebûzer diyor ki, Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur) deyip bu iman ve ikrar ile ölen hiçbir kul yoktur ki cennete girmesin!” “Yâ Rasûlallah, dedim, zina ve hırsızlık etse de mi?” “Zina ve hırsızlık etse de” buyurdu. Ben aynı soruyu 3 defa tekrarladım, O da aynı cevabı üç kez tekrarladı. Dördüncüsünde: “Ebûzer’in burnu toprağa sürülse de (yani Ebûzer hoşlanmasa da bu böyledir).” dedi. 152
“Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ey kulum, sen Bana (hakkıyla) kulluk etmedin, ama Benden umdun, istedin. Ben de sende olanları bağışladım. Ey kulum, dünya kadar günahla gelsen, Bana şirk/ortak koşmamışsan, Ben de seni dünya kadar mağfiretle karşılarım.” 153
“Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ben kulumun, benim hakkımdaki zannı üzereyim. Kulum Beni nerede zikreder/anarsa Ben oradayım. Bana bir karış yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım. Bana bir kulaç yaklaşana Ben iki kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene Ben koşarak giderim.” 154
“Allah’ım! Sen affedicisin, Kerimsin. Affetmeyi seversin. Beni affet!” 155
“Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” 156
“Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez. Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir.” 157
“Allah (c.c.), kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar.” 158
“Pehlivan, meydanda başkalarını yenen değil; gazaplı ânında nefsine hâkim olandır.” 159
“Bir kimse, kendisine vermeyene vermedikçe, şahsî haksızlığı affetmedikçe fazîlet sahibi olamaz.” 160
“Kul, kendisiyle münâsebeti kesen akrabalarına sıla-i rahim yapmadıkça, kendisine zulmedeni affetmedikçe ve kendisine vermeyene vermedikçe fazilet sahibi bir kimse olamaz.” 161
“Size iyilik yapanlara karşılık iyilik yapmak, kötülük yapanlara da kötülük yapmak yükseklik değildir. Asıl yükseklik, size zulmedenlere, kötülük yapanlara karşı da kötülük
151] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, c. 2, s. 454-455
152] Buhâri, Libâs 24; Müslim, iman 40, hadis no: 154
153] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/154
154] Müslim, Tevbe 1, hadis no: 1
155] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. C. 6, s. 314
156] İbn Mâce, c. 2, s. 850, hadis no: 2547
157] Tirmizî, Birr 81; İmam Mâlik, Muvattâ, Sadaka 12
158] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/235, 238
159] Müslim, Birr 106
160] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb, IX/8
161] F. Râzi, Mefâtihu’l Gayb (T. Kebir), c. 7, s. 73; Benzeri için bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/148
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeyip iyilikte bulunmaktır.” 162
“Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir.” 163
Allah’ın Affediciliği
Af, Allah’ın ilâhlık özelliklerindendir. Allah’ın en güzel isimlerinden (Esmâ-i Hüsnâ’dan) biri de ‘Afüvv’dür. Bunun anlamı “çok çok bağışlayan, çokça affeden” demektir. “Ğafûr” da bağışlayan, örten demektir. Ancak ‘Afüvv’ ismi ‘Ğafûr’a göre biraz daha geneldir. Çünkü Ğafûr, günahı örten demektir. Silip süpürmenin örtmekten daha iyi olduğu açıktır. Birçok âyetin sonunda Allah’ın Ğafûr ve Rahîm isim sıfatları tekrarlanarak, O’nun, kullarını affetmeyi ne kadar istediği, kullarına ne kadar acıdığı vurgulanır.
Bu isim, dört âyette ‘Ğâfur-bağışlayıcı’ ismiyle beraber geçmektedir. “Umulur ki Allah bunları affeder. Allah Afüvv’dür (affedicidir), Ğâfur’dur (bağışlayıcıdır).”164 Bir âyette bu isim ‘Kadîr’ ismiyle beraber kullanılır. Bu âyet, Allah’ın günah işleyenleri cezalandırmaya güç yetirdiği halde, onlara ceza vermeyip bağışlayabildiğini ifade eder.165 Allah (c.c.) sonsuz bağışlayıcı ve affedicidir. O’nun bu bağışlayıcılığı öncelikli olarak dinî emirleri ve yasakları (teklifleri) hafifletmede görülür. 166
Allah’ın kullarının hata ve günahlarını affedip bağışlaması, birçok âyette ve birçok isimle ifade edilmektedir. Allah’ın affedici olmasıyla ilgili Kur’an’da zikredilen Allah’ın isim-sıfatları şunlardır: Afüvv, Ğafûr, Ğaffâr, Tevvâb. Allah’ın affedici olmasının birçok isim-sıfatla zikredilmesi, affının büyük, bağışlayıcılığının çok olduğuna delil olabilir. Ama, Allah’ın affına muhâtap olabilmek için, kulun tevbe ederek Allah’a şirk koşmadan O’na yönelmesi şarttır.
Rabbimiz, kul olarak yarattığı insanın günah işleyeceğini, hata ve isyan edeceğini, hatta bazılarının inkârcı olup küfre düşeceğini biliyordu. Buna rağmen ona hem günah işleme hem de ibâdet etme özelliğini verdi.167 Yani Allah, insanın iradesini kendi eline vermiştir. Ancak onu başıboş da bırakmamıştır. Bütün insanlara ‘tâğuta kulluk yapmayın, Allah’a ibâdet edin’ diye davet yapması için elçiler/peygamberler göndermiştir. 168
Elçilerin davetine uymayıp, Allah’ın gönderdiği âyetlere sırtını dönenler azgınlık, sapıklık ve isyan içinde kalırlar. Peygamberlere iman edip müslüman olanlar da zaman zaman hata edebilir, günah işleyebilirler. İşte kim bu şekilde hataya düştükten sonra, hatasından vazgeçer ve Allah’a tevbe ederse Allah (c.c.) onu affedebilir. İnkârcı iken mü’min, isyankâr iken itaatkâr, günahkâr iken takvâ sahibi olanı (korkup korunanı) affeder. Af yetkisi Rabbimizin elindedir. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.
162] Tirmizî, Birr 10
163] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/160
164] 4/Nisâ, 99; ayrıca bk. 22/Hacc, 60; 58/Mücadele, 2; 4/Nisâ, 43
165] 4/Nisâ, 149
166] 2/Bakara, 187; 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 101
167] 91/Şems, 7-10
168] 16/Nahl, 36
AF
- 39 -
Eğer Rabbimiz bütün isyanlara ve günahlara ceza verip kullarını hiç affetmeseydi şüphesiz yeryüzünde kimse kalmazdı.169 İnsanların yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat (çarpıklıklar, bozulma) meydana gelir.170 Bazı insanlar veya topluluklar daha dünyada iken cezalandırılır. Ancak bütün bunlar, insanların ürettikleri kötülüklerden Allah’ın affının dışında kalan fazlalıklardır. Allah (c.c.) kullarını sürekli affetmektedir. Ancak bazılarının ceza alması da kâinat düzeni ve ibâdetin değerinin bilinmesi açısından Allah’ın adâletinin gereğidir. “Size isâbet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolaysıyladır. (Allah,) çoğunu da affeder.” 171
Allah (c.c.) Uhud savaşında Peygamber’in sözünü dinlemeyenleri,172 hac ibâdetinde daha önceden yapılan hataları,173 buzağıyı tanrı edinip sonra tevbe eden İsrail oğullarını174 affettiğini bildiriyor. Kötülükleri bağışlayıp affedenler,175 güçsüz ve zayıf olduğu için Allah yolunda hicret veya cihad edemeyen müstaz’aflar,176 Allah’a şirk koşmaksızın başka günah işleyenler177 Allah’ı (c.c.) affedici olarak bulurlar. 178
Peygamberimiz’in Af ve Müsâmahası
Kur’an, Peygamberimize de affedici olmasını öğütlemektedir: “Sen affı tercih et, ma’rûfu (iyiliği) emret ve cahillerden yüz çevir.”179; “Allah’ın rahmeti sebebiyle sen, onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlarla müşâvere et (onlara danış). Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”180 Peygamberimiz’in acımasını, şefkatini, kibarlık ve nezâketini özetleyen bu âyet, kabalık ve katılığın, insanda dâvete karşı tepki ve ürküntü uyandıracağını; insanları iteceğini belirtmekte; insanların hatadan tamamen uzak olamayacağına da işaret ederek kusuru olanları affetmesini, mü’minlere hoşgörülü olmasını Elçi’ye emretmektedir. Hakk’a çağrı görevini üstlenenlerin, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) örnek alarak daima yumuşak huylu, hoşgörülü olmaları, kabalık ve katılıktan kaçınmaları gerekir. Enes (r.a.) diyor ki: “Ben Hz. Peygamber’e on yıl hizmet ettim. Ne beni dövdü, ne yaptığım bir dünya işi için ‘neden böyle yaptın?’ veya yapmadığım (ihmal ettiğim) bir dünya işi için ‘neden yapmadın?’ dedi. 181
Hz. Âişe (r.a.) annemiz anlatıyor: Peygamber’e (s.a.s.) “Uhud gününden sana daha şiddetli gelen bir gün ile karşılaştın mı?” dedim. O da: “Evet, Akabe gününde senin kavminle ilgili olarak karşılaşmış olduğum hal, daha şiddetli ve vahimdi. Kendimi
169] 35/Fâtır, 45
170] 30/Rûm, 41
171] 42/Şûrâ, 30; ayrıca bk. 42/Şûrâ, 34, 40
172] 3/Âl-i İmrân, 152, 153
173] 5/Mâide, 95
174] 2/Bakara, 52; 4/Nisâ, 153
175] 4/Nisâ, 149; 64/Teğâbün, 14
176] 4/Nisâ, 99
177] 4/Nisâ, 48
178] 16/Nahl, 126; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 31-33
179] 7/A’râf, 199
180] 3/Âl-i İmrân, 159
181] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 167
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdi Yaley b. Abdi Kelâl’e tanıttım. İstediğim şeyi onaylamadılar. Yüzüm keder dolu olarak yanlarından ayrıldım. Biraz uzaklaşmış, Seâlib’in yakınlarına varmıştım. Başımı kaldırdığımda bir bulutun beni gölgelendirdiğini gördüm. Cibril oradaydı. Bana seslenerek şöyle dedi: ‘Muhakkak ki Allah, kavminin sana dediklerini ve seni reddedişlerini işitti. Sana ‘dağların meleğini gönderdik, onlara dilediğini yapasın’ dedi. Bu esnada dağların meleği bana seslenerek şöyle dedi: ‘Ey Muhammed! Allah kavminin söylediklerini işitti. Ben de dağlar meleğiyim, Rabbim beni emrine verdi ki dilediğin şeyleri bana emredesin; dilersen şu iki dağı başlarına geçireyim.’ Ben de şöyle dedim: ‘Bilakis ben, onların soylarından Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayan, yalnızca Allah’a ibâdet eden kişiler çıkarmasını Allah’tan temenni ederim.” 182
Benû Hanife reislerinden Sümâme bin Usâl kendisinin de itiraf ettiği gibi öldürülmeyi hak eden suçlar işlemiş azılı bir İslâm düşmanı idi. Bir müfreze onu yakalayıp Medine’ye getirdiği zaman Hz. Peygamber, Sümâme’nin Mescid’de bir direğe bağlanmasını ve kendisine iyi muâmelede bulunulmasını ashâbına emretti. Namaza giriş çıkışlarında da bizzat kendisi onunla ilgileniyor ve iman teklif ediyor, fakat Sümâme kabul etmiyordu. Üç gün sonra Hz. Peygamber, hiçbir karşılık almaksızın onu affederek serbest bıraktığı zaman Sümâme, o kadar hayret etmiş ve hislenmişti ki şehir çıkışında rastladığı ilk pınarda abdest alarak Rasûlullah’ın huzuruna döndü. Kelime-i şehâdetten sonra o, şöyle diyordu: “Şimdiye kadar Sen, benim nazarımda dünyanın en nefret edilecek adamı idin. Şimdi ise ben, her şeyden çok Sana hayranım.” Rasûlullah’tan gördüğü af, Sümâme’ye öylesine tesir etmişti ki memleketine dönüşünde umre için uğradığı Mekke’de müslüman olduğunu ilandan çekinmedi ve Hz. Peygamber’den izin almadıkları müddetçe Mekke’lilere Yemâme’den zırnık hububat göndermeyeceğini belirtti. 183
Rasûl-i Ekrem’e dağların meleği boyun eğdirilmiş ve Hz. Peygamber, bir sözüyle dilemiş olduğu şeyi yaptıracaktır. Bu olağanüstü kudrete rağmen onları affederek hidâyete ermelerini istemektedir. Bu durum, nefsin fısıldadığı intikam sevgisinin hepsinden, itibarın iâde edilmesinden daha hayırlı olarak; “bilakis ben, onların soylarından Allah’a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayan, yalnızca Allah’a ibâdet eden kişiler çıkarmasını Allah’tan istiyorum.” meşhur sözünü söylemekte ve isteğini dile getirmektedir.
Rasûlullah’ın davranışlarında bağışlamak, ana unsurdur. Medine’ye zehirli bir kılıçla Rasûlullah’ı öldürmeye gelen Umeyr bin Vehb el-Cumahi’ye misilleme yapmaya muktedir olduğu halde affetmiştir. Yine, Beni Hanife’nin reisi Sumame bin Âsal, Peygamberimiz’i öldürmek için plan kurar. Yakalandığı zaman onu yine affetmiştir. Allah Rasûlü, kendisine insanların en sevgilisi olan Hz. Hamza’yı (r.a.) öldüreni affetmiş ve “yüzünü benden uzaklaştırın” demekten daha fazla ileri gitmemiştir. Kendisini hicveden şâirleri de affetmiştir. Elbette bağışlamak, asil bir özelliktir. Ama bu davranış, güçlü olanlarda nâdir bulunan bir uygulamadır.
Mekke fethinde Rasûlullah’ın yaptığı ilk iş, Kâbe’yi putlardan temizlemek olmuştu. Namaz vakti gelip de Hz. Bilâl, Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumaya başladığı zaman, bazı diğer Mekke’liler gibi Attâb bin Esîd de hiddetle homurdanıyordu: “Allah’a şükür ki babam hayatta değil! Hiç olmazsa şu bayalığı
182] Buhâri, VI/224; Müslim, hadis no: 1795
183] Buhâri, Meğâzi, 70; Müslim, Cihad 59; Ebû Dâvud, Cihad 119
AF
- 41 -
görmüyor.” Namazı müteakip yaptıkları bunca eziyet ve savaşlardan başları yere eğik hemşehrilerine Hz. Peygamber: “Bugün, siz, muâheze edilecek değilsiniz. Gidin, hepiniz serbestsiniz!” dediği zaman kalabalık, heyecan, sevinç, aşk ve bağlılıkla coşuyor, biraz önce hiddetinden patlayan Attâb, herkesten evvel atılarak imanını haykırıyordu. Artık o, öylesine İslâm’a bağlı idi ki, Mekke’den ayrılırken Hz. Peygamber, onu Mekke valiliğine lâyık görüyordu. 184
Siyerinden ve hadis-i şeriflerinden açıkça anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz, affetmekle başka bir şey değil; sadece insanların hidâyete ermesini amaçlamaktadır. Bu da genellikle tahakkuk etmiştir. Buna rağmen, Rasûlullah her önüne geleni affetmemiştir. O’nun ahlâkı Kur’an idi; Kur’an’da affedilmesi yasaklanan zâlim ve tâğutları elbette affetmesi beklenemezdi. Rasûlullah (s.a.s.) kötülüğü iyilikle gideriyordu; Çünkü Kur’an öyle tavsiye ediyordu: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”185
Allah, peygamberini birçok af mesajı taşıyan Kur’an kıssalarıyla terbiye etmiştir. Elbette bu kıssalar ve nebevî özellikler, bizler için de uyulması gereken prensiplerdir. Rasûl-i Ekrem, Kur’an kanalıyla peygamberleri tanımakta, onların kendi kavimlerinin beyinsizliklerine ve işkencelerine karşı halkını nasıl affettiklerini görmektedir. Hz. Yusuf, kendisine kin tutan, komplo düzenleyerek kuyuya atan, peygamber oğlunun köle olarak satılmasına sebep olan kardeşlerini affeder. Bundan sonra kadınların desiseleriyle karşı karşıya kalır, sonra zindana atılır. Bütün bunlardan sonra, eline fırsat geçip onlardan intikam almaya güç yetirince şöyle der: “Bugün size karşı sorgulama, kınama yok; Allah sizi affetsin. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir.”186 Elbette Rasûlullah, bu hâdiseden, sadece akrabalarını affetmeyi değil; bilakis kanını helal gören, öldürmek için komplo düzenleyen, kovan ve işkence eden kavminin hepsini affetmeyi öğrenir. Onları, Mekke’nin fethi gününde güçlü olduğu halde, affetmenin hidâyetlerine bir tesiri olur umuduyla affeder. Öyle de olmuş, affetme, neticesini de vermiştir. 187
Peygamberimiz dâvet ve tebliğinde son derece başarılı idi. Çünkü O, güzel ahlâk sahibiydi. Anlattığı şeyleri yaşıyordu ve insanlara en güzel örnek oluyordu. İntikamcı değildi. Bağışlayıcı ve affedici idi. Bu özellik Allah’ın kullarına bir rahmetidir. Allah (c.c.) bu rahmetinden kullarına da vermiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmet peygamberi idi. Affın ve bağışlamanın en güzel uygulayıcısı olması gerekirdi ve öyle oldu.
O’nun yumuşak huyluluğu, tatlı sözü, merhametli bir kalbe sahip oluşu, hata yapanları affetmesi, ceza vermekten kaçınması, kendisine karşı büyük kötülük yapanları bağışlaması insanları etkiliyordu. O’nun insan eğitimindeki en güzel metodlarından biri, af ve bağışlamadır. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Allah’ın Rasûlünü, kendisine her ne zaman kısas olan bir dâvâ getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi emrediyor gördüm.”188 Kendisi affı sevdiği gibi, ümmetine de affı tavsiye ediyordu. O, bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Allah (c.c.),
184] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I/172; Bidâye, IV, 301
185] 41/Fussılet, 34
186] 12/Yûsuf, 92
187] Abdülhamid Bilâlî, Peygamber’in Yaşantısından Eğitici Dersler, s. 40-43
188] Ebû Dâvud, Diyât 3, Hadis no: 4497, 4/169; Nesâi, Kasâme 27, 8/33
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülüğü affeden kişiyi mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar.” 189
İnsanın, Kendine Yapılanları Affetmesi
İnsanları affetmek, güzel ahlâk sahibi mü’minlere yakışan bir tavırdır. Kur’an, mü’minlerin affedici olmalarını tavsiye eder. Kur’an, affedenleri Allah’ın sevdiğini haber verir.190 İslâm’a göre bir kötülüğün cezası/karşılığı yine onun kadarıdır. Fazlaya kaçmak helâl değildir. Ancak hak sahibi bu hakkını bağışlarsa, bu bir fazilettir. Kur’an bağışlamayı tavsiye etmektedir. İslâm hukukunda, bir yanağına tokat vurana öbürünü çevirmek (zulme râzı olmak) hoş görülmediği gibi, intikam peşine düşmek de tavsiye edilmez. Haksızlığa uğrayan, hakkını kullanmaz da sabreder ve bağışlarsa bu güzeldir. 191
Kur’an mü’minlerin özelliklerini sayarken, onları, affedici ve öfkelendikleri zaman kızgınlıklarını yenen kimseler olarak tanıtmaktadır.192 Af ahlâkı, şüphesiz ki takvâ’ya (Allah’tan korkup sakınmaya) daha yakındır. Bu tutum, olgun müslümanların belirgin özelliğidir.193 Olgun mü’minlerin bir özelliği de muhsin/ihsân sahibi, yani sürekli iyilik eden ve güzel davranış sergileyen kimse olmalarıdır; Af ahlâkı da bunun bir parçasıdır. Mü’minler bu güzel davranışları sürdürürlerse, yani ihsân eder, sabır gösterir ve affedici olurlarsa; düşmanlıklar dostluğa; kargaşalar, kavgalar, kaoslar barışa dönüşebilir. 194
Aslında ideal olan şey, kişinin hata etmemesidir. Fakat, peygamberler hariç, herkes hata edebilir/eder. Peygamberler bile zelle denilen küçük hatalardan uzak değillerdir; çünkü onlar da bizim gibi bir beşer/insandır. İnsanlar hata etmede eşittir. İnsanlar arasında bu konuda fark, hatanın çeşidi ve oranıdır. Her insanın bazı zaaf noktaları vardır ve genellikle insan, hatayı o zayıf noktalarında işler. Hata ettiğimizde kendimizi daha çabuk ve kolay affederiz ve kendimize bu konuda anlayış gösterilmesini bekleriz. Kendimize gösterdiğimiz bu anlayışı, diğer insanlara da göstermek zorundayız. Mü’min, kendisi için istediği şeyi, başka mü’min kardeşi için de istemek zorundadır.
Dâvetçi Açısından Af ve Müsâmaha
Muhâtabına şefkat ve merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.
Bütün bu nâhoş tavır ve fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde
189] Ahmed bin Hanbel, 2/235, 238
190] 24/Nûr, 22; 2/Bakara, 178, 237
191] 2/Bakara, 178
192] 3/Âl-i İmrân, 134
193] 2/Bakara, 237
194] 41/Fussilet, 33-34
AF
- 43 -
Cenâb-ı Hak’ın, Rasûlüne emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı davranmak,195 İslâmî dâvetin metodlarından biridir.
Günümüz dâvetçisi, Rasûlullah’ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şâyet varsa işlediği suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü’minlerden öfkelerini yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır.
Bütün bu metotların hassâsiyet ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme gayretinden ileri gelmektedir. İslâm’ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur. Cenâb-ı Hak’ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar vesilesiyle Allah’ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber’in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali’ye söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah’ın hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından196 ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır.
Bu ölçü göz önünde bulundurulursa Hz. Peygamber’in her karşılaştığı insanın iman etmesini sağlamak için her meşrû çare ve her metoda başvurarak fevkalâde gayret sarf etmesindeki hikmet, gâyet güzel anlaşılır. Hakem bin Keysân esir edilmiş ve Rasûlullah’a getirilmişti. Hz. Peygamber, ona İslâm’ı arz etti, fakat o kabul etmedi. Rasûlullah onu yine dâvet etti ve uzun müddet teklifini tekrarladı. O kadar ki Hz. Ömer dayanamadı ve “Yâ Rasûlallah, ne diye bununla uğraşıp duruyorsun?! Vallahi, bu kesinlikle müslüman olmaz. Bırak da şunun boynunu vurayım, canını cehenneme yollayayım” dedi. Fakat Hz. Peygamber buna kulak asmadı ve Hakem’i İslâm’a dâvete devam etti. Nihâyet o müslüman olunca Rasûl-i Ekrem, ashâbına döndü ve “biraz önce size uysaydım onu öldürecektim ve o cehennemlik olacaktı!” buyurdular. Hz. Ömer’in ifadesiyle bundan sonra Hakem, ihlâslı bir müslüman olmuş ve Allah yolunda cihadlara katılmıştır.” 197
Hoşgörü ve Müsâmaha
Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli “tolerans”la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir. Arap dilinde bunun karşılığı “müsâmaha”dır. Kur’an’da hiç geçmeyen bu kelime, sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü hadislerinin en ünlüsü: “İsmah, yüsmah lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin.”198 hadisidir.
195] 5/Mâide, 13
196] Buhâri, Cihad 102
197] Ahmed Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, s. 339-343
198] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/248
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar arası ilişkilerde hoşgörü, hayatı kolaylaştırır ve yaşanabilir kılar. Çünkü insan, sürekli hata yapabilen bir yapıdadır. İnsanların hata ve kusurlarını hoş gören biri, yalnızca başkalarından da kendisi için hoşgörü bekleme hakkını kazanmış olmuyor, bununla birlikte hayatı katlanılabilir kılarak yaşamın işkenceye dönüşmesini önlüyor demektir. Ne ki, insanlar, başkalarının kendilerine karşı yaptıkları hata ve kusurları hoş görme hak ve yetkisine sahiptir. Bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş görmekten söz etmek gülünç olur. 199
Hoşgörü: Gücenmeyi gerektiren bir tutum, ya da davranış karşısında tepki göstermeme, tahammül gösterme halidir. Batıda mezhepler arası çatışmaya karşı çıkmak, ya da bilim-din tartışmalarında baskıya karşı kullanılan bir kavramdır.
İnsanların farklı umut ve korkulara sahip olması, farklı ön kabullerinden yola çıkmaları sebebiyle, kaynak, amaç ve yöntem farklılıklarından her zaman uzlaşma sağlamaları mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle de birbirlerine karşı hoşgörü ile yaklaşmak zorundadırlar. Hoşgörünün sağlıklı bir şekilde kullanılabilmesi için, ileri sürülen iddianın kaynağının, bu iddiaya sahip kişinin amacının ve kaynakla amaç arasındaki mantıksal sürecin aklî delilleri olması gerekmektedir. Yanlış bir hoşgörü anlayışı, hem hoşgörü sahibi için, hem de hoşgörüye sığınan kişiler için felâketlere kapı aralayabilir ve kötü alışkanlıklara neden olabilir.
İslâm toplumlarında hoşgörünün ahlâkî bir temeli vardır. Bununla birlikte, safdilliğe varan bir davranış biçimi de olmamasına özen gösterilir. Hoşgörü sahibi, sadece yanlışa göz yummakla yetinmemeli, doğru olanı göstermeli ve aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret göstermelidir. Aksi halde göz yumma, giderek sabrı taşıran noktalara ulaşabilir ve başlangıçtaki hoşgörü, daha sonrası için bir birikim oluşturabilir. İyi niyet kavramı ile yakın ilişkisi olan hoşgörü, toplumsal barış ve uzlaşma açısından da büyük önem taşır. 200
Müsâmaha: Semâhat kelimesinden gelir. Hoş görürlük, kusurlara göz yummak, aldırış etmemek demektir. Ama bu göz yumulan kusurların İslâm’ın temel esaslarına ve temel insan haklarına karşı olmaması ve toplumu ifsad edecek davranışın dışında olması gerekir. Müsâmahadan, beşerî hataların anlayışla karşılanıp, hata sahibini incitmeden kusurunu tamir etmek veya onun kendisini düzeltmesine imkân vermek anlaşılmalıdır. Vahyin temel doğruları dışındaki karşıt görüşlere saygılı olmak, başkalarının da bakış açılarını hesaba katmak, ictihâdî görüşlerine gereken değer ve önemi vermek, İslâmî müsâmaha ile ilgili gerekliliktir. Müslüman bireylerin birbirleriyle ve cemaatlerin diğer cemaatlerle İslâm’ın kesin hükme bağlamadığı ictihada açık hükümlerde ve teferruatla ilgili farklılıklarda takip etmesi gereken anlayış ve tavır şu olmalıdır: “İttifak ettiğimiz hususlarda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi mâzur görürüz.“
Kişiye düşen, hatalarını görüp tevbe ederek günahta ısrar etmeyip vazgeçmektir. Bir müslüman kardeşi de, bu hataları müsâmaha ile karşılayıp, tatlı bir yolla emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker yapmalıdır. Her çeşit hatalar karşısında hatayı işleyene ve onu gören kardeşine düşen hareket tarzı bu olsa gerektir. Cenâb-ı Hak’ın bizim için açtığı imtihanı kazanıp hataları maddî ve mânevî
199] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi, Denge Yay., s. 159
200] Abdurrahman Dilipak, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay., c. 2, s. 182
AF
- 45 -
terakkîlerin vasıtası kılmanın yolu budur.
Hakikat böyle olduğu halde, kendi grubundan veya hizbinden, kendi parti ya da cemaatinden olmadığından dolayı müslümana cephe almak elbette yanlıştır. Yine, farklı metodla hareket etmek veya tâlî meselelerde -dinen câiz olduğu halde- kendisi gibi düşünmemek kusurundan(!) dolayı müslümanları itham edip bölünmelere ve düşmanlıklara sebep olmak, müslüman kardeşine iman ve İslâm gibi, Allah’ın her şeyden üstün tuttuğu iki vasfı bir tarafa atıp âdi taşlar hükmünde olan beşerî kusurları sebebiyle müslüman kardeşini mahkûm etmek büyük bir yanlıştır. Cenâb-ı Hak’ın “Mü’minler ancak kardeştirler”201 hükmüne ehemmiyet vermeyerek, yine Kur’an’ın ifadesiyle “ölmüş kardeşinin etini yemek”202 iğrenç bir cürüm olan gıybete tevessül etmek, gerçekten büyük bir cinâyettir. Bu öyle bir cinâyet ki, Cenâb-ı Hak’ın, “Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o (geldiği vakit) yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (iyilere de kötülere de isâbet eder). Bilin ki Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.”203 âyetiyle haber verdiği musibet ve fitneye hak kazandırır. 204
Yeni müslüman olmuş ve İslâm’ın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevîlerin (çölde yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar) kaba ve haşin davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî imkânlardan uzak hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı. Bir defasında Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashâbı ile oturmuş konuşuyorlardı. Bedevînin biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Bana ve Muhammed’e rahmet et! Başka kimseye de bizimle beraber rahmet etme!” diye dua etti. Bunu duyan peygamberimiz: “Pek geniş olan İlâhî rahmete sınır çektin!” buyurarak bedevînin hatasını düzeltmeye çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid’in bir tarafına giderek abdest bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler bağrıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu: “Bırakın (işini görsün). Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık göstermek üzere gönderildiniz.” Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki: “Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik içindir. Bunlar, Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’an okumak için yapılmıştır.”205 İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz. Peygamber’in hiddetlenmesi, kendi mübârek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir hakaret karşısında asıl onun öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasûl-i Ekrem düşünüyor ki, bedevî bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamıştır. Cehâleti sebebiyle böyle davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir hareket olmazdı.
Bir başka seferinde Rasûlullah, Mescid-i Nebevî’den çıkarken bedevînin biri geldi. Rasûl-i Ekrem’in elbisesini şiddetle çektikten sonra: “Develerimi buğday ile yükle! Çünkü sendeki mal ne senin, ne de babanın malıdır!” dedi. Bu ânî ve şiddetli çekiş sebebiyle Efendimiz’in üzerindeki sert yakalı ridâsı (gömleği) boynunu kızartmıştı. Bedevînin bu yaptığı, muhakkak ki çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı. Efendimiz buna üzülmüştü. Bedevîye dönerek: “Önce beni
201] 49/Hucurât, 10
202] 49/Hucurât, 12
203] 8/Enfâl, 25
204] İbrahim Canan, Sulh Çizgisi, T.Ö.V. Yay., s. 104-105
205] Buhâri, Vudû, 58, Edeb 35, 80; Müslim, Tahâret 98-100; Ebû Dâvud, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112)
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
incittiğinden dolayı özür beyan et; sonra ben de senin istediğine bakarım” dedi. Bedevî : “Özür dilemeyeceğim!” diye karşılık verdi ve bu sözleri birkaç defa daha tekrarladı. Hâlbuki Peygamberimiz, bedevîye bir ahlâk dersi vermek istemişti. Fakat beriki hiç oralı olmuyordu. Hz. Peygamber, bedevînin sözüne ehemmiyet vermedi. Ashâbından birine dönerek: “Bu adam için şu develerin birine arpa, diğerine hurma yükle!” diye emredip yoluna devam etti. 206
Hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir. Kendinden emin, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ������������������������������������������������İlâhî hikmet gereği, insanoğlunun çeşitli hazım- ������������������������������������������� hazımsızlık ve zaaflarla ma’lûl olduğunu bilen asil insanlar, hoşgörü sahibi olabilir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, olgunluğun yüce doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kabalıkları tebessümle karşılamış, yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görmüştür. Müslümanların da karınca kararınca, O’nun yolunda olması, O’na benzemeye çalışması, canlarını sıkan bazı davranışları hoş görmeye gayret etmesi, O’na bağlılıklarının gereğidir.
Tarih boyunca müslümanlar, her konuda olduğu gibi, kişisel hataları bağışlama, gayr-i müslimleri inançlarıyla baş başa bırakıp onlara karşı müsamahakâr davranma âlicenaplığını İslâm’a, İslâm’ın insana ve inanç hürriyetine verdiği değere borçludurlar. İslâmiyet’in hiçbir dine nasip olmayan büyük bir süratle yayılmasının en mühim sebeplerinden birini, bu yüce dinin diğer bütün dinlerden daha müsâmahakâr ve âlicenap oluşunda aramak lâzımdır. Bu sebepledir ki, bazı hıristiyanlar, dinî müsâmahanın ne demek olduğunu müslümanlardan öğrenmiş olmalarını kendileri açısından çok elem verici bulurlar.207
Af ve Müsâmahanın Yozlaştırılması
Af ve müsâmahanın yozlaştırılması birkaç yönden olabilir. a- Allah’ın affediciliğini istismar edip, günahları önemsememe, b- Dinî esaslardan fedakârlık yapıp, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri ve kimseleri hoş görme, c- Zâlimleri ve tâğutları hoş görme, d- Başkasının suçunu bağışlama yetkisini kendinde görme. Bunları kısaca açıklayalım:
Allah’ın affediciliğini istismar edip, günahları önemsememe: Allah’ın rahmeti elbette ki çok geniştir. Ancak, O’nun engin rahmeti yanında, azâbı da çok çetindir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemelidir. Çünkü O’nun rahmetinden ancak kâfirler ümit keserler.208 Fakat, Allah’ın rahmetine güvenip de günahlara dalmak mü’minlere yakışmayan dengesizliktir. Mü’min için uygun olan, umutla korku arası yaşamak, takvâya sarılıp günahlardan cehenneme düşüyor gibi sakınmaktır.
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve ğarûr olan şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 209
Şeytanın en önemli hilelerinden biri, insana kendini tümüyle temize çıkartıp,
206] Ebû Dâvud, Edeb 1
207] M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm Ahlâkı, Nesil Yay., s. 285-286
208] 12/Yûsuf, 87
209] 31/Lokman, 33
AF
- 47 -
suçlarını itiraf ettirmemesidir. Böylece insan, nefsini avukat gibi müdafaa eder. Şeytanı dinleyen nefis, kusurunu görmek istemez; görse de yüzlerce te’vil ile kılıf bulur. Ayıbını göremediği için insan, suçunu itiraf etmez, istiğfar etmez ve şeytana maskara olur. Ancak nefsini itham eden kusurunu görür. Kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur, kusurluktan çıkar; insan hatalarını itiraf edince, tevbe eder ve affa müstahak olur.
Dinî esaslardan fedakârlık yapıp, Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri ve kimseleri hoş görme: Tolerans diye de ifade edilen hoşgörürlüğü, dinî esaslardan fedâkârlık etme şeklinde anlamak doğru değildir. Zira buna kimsenin selâhiyeti yoktur. Din, Allah’ın dini, o esasın yerine getirilmesini isteyen de Allah’tır. İslâm’ın ruhuna tamamen aykırı hareket edip de, müslümanların kendine karşı toleranslı davranmasını isteyen kimsenin bu arzusu, ahlâkî bir hareket değildir. Yapılan bir kötülük veya ayıp, şâyet toplumu ilgilendiriyorsa, onu hoş görmeye, affetmeye çalışma hakkı kimseye verilmemiştir. Müsâmaha/tolerans sözüyle, birinin şahsî hatasını yüzüne vurup utandırmadan, başkalarının yanında onu mahcup etmeden, sabır ve anlayışla kusurunu telâfi etmesine imkân vermek anlaşılmalıdır. 210
Nitekim Hz. Âişe vâlidemiz, Efendimiz’in müsâmahasını anlatırken, şahsî hiçbir meselesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki: “Allah’a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse, onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” 211
Zâlimleri ve tâğutları hoş görüp affetme: İnsanların her görüş ve anlayışına, sapıklık ve Hakka isyanlarına hoşgörü ile yaklaşmak, müsâmaha ve hoşgörü kavramını yozlaştırmak olduğu gibi; temel doğruları, İlâhî gerçekleri önemsememek ve Hakkı oyuncak haline getirmek demektir. Allah’ın hor gördüğünü hiç bir müslümanın hoş görmeye hakkı yoktur. Kâfirlerin belirli ölçülere uyarak kendi dinlerini serbestçe yaşamasına müsaade etmek, onları zorla dinlerini değiştirmeye çalışmamak ayrı bir şeydir; zâlim ve tâğutlara, insanları Allah’ın dininden uzaklaştırmaya çalışanlara hoşgörülü davranmak ayrı. Hiçbir müslüman, zâlimlere ve tâğutlara tavır almayıp onlarla uzlaşamaz, onlara müsamaha ile bakamaz, onları hoş göremez. Ne onları affeder, ne de onlardan af diler.
Müslüman, Allah’ın emirlerine teslim olan demektir. Allah’ın dininin düşmanlarını, zâlim ve tâğutları kendine dost bilmez ve onlardan af dilemez. Özellikle küfür ahkâmının galip olduğu beldelerde, bu hususa âzamî dikkat gerekir. 212
Tâğuta Küfür, Tâğutun Yaptığı İyilikleri İnkâr Edip Görmezden Gelmeyi de Kapsar
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğuta küfredip (onu inkâr edip reddederek) Allah’a iman ederse, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 213
Bu âyette: ‘Fe men yekfur bi’t-tâğuti / Kim tâğuta küfrederse’’ ancak onun,
210] M. Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 284
211] Müslim, Fedâil 79
212] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 36
213] 2/Bakara, 256
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisini kurtaracak sağlam bir kulpa yapışmış olabileceği belirtiliyor. “Âyette geçen ‘tâğuta küfretmek’ nasıl olur ve neleri kapsar?” Bu soruyu cevaplamak için ‘küfür’ nedir, onu tahlil etmek gerekir.
Küfür, ‘ke-fe-ra’ fiil kökünden masdar olup, lügatta ‘bir şeyi örtmek’ demektir. Bu anlamıyla tohumu toprağa eken ve böylece onu örtüp gizleyen çiftçiye küffar denildiği gibi, kılıcı örttüğü için kınına, karanlığı örttüğü için geceye, yıldızları örttüğü için buluta da kâfir denir. Bazı ibâdetler ve tevbe de birtakım günahları örttüğü için bunlara da keff�����������������������������������������������âre(t) denilmiştir. Kâfir kişi de Allah’ın var-â����������������������������������������������re(varlığını, ayetlerini, nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâra gittiğinden bu ismi almıştır. Küfür kelimesi, Türkçe’de inkâr kelimesiyle karşılanır. Küfretmek; inanmamak, inkâr etmektir.
Kur’an, imana yüklediği tüm anlamların zıtlarını küfür kelimesine yüklemiştir. Zaten küfür de, bir inançtır; olumsuz bir inanç. Göğüsler iman için açıldığı gibi, küfür için de açılır.214
‘Küfür’, ‘iman’ın zıddıdır. Küfrü tanımak için zıddı olan imanı tanımak gerekir. İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar. Demek ki küfür de ‘birini sözünde tasdik etmemek, onaylamamak, kabullenmemek ona itimat etmemek, onu gönülden benimsememek, ona güvenmemek demektir.
Küfür kelimesinin yukarıdaki anlamından yola çıkarak, ‘tâğuta küfretmek’, tâğutun varsa nimetlerini veya hükümlerini görmezlikten, bilmezlikten gelip inkâr etmek gerekiyor, demek zorundayız. Buraya kadar küfür kelimesinin salt lügat anlamından çıkan zarûri bilgileri aktarmış olduk. Kelimenin bu anlama geldiğinden ‘tâğuta küfür’ kavramını bu doğrultuda şöyle açıklamamız gerekir:
Tâğuta nasıl küfredilir, tâğutun neyini, nesini inkâr edip örteceğiz, neyi yok sayacağız’ Tâğutun kendisini yok saymak, görmezlikten gelmek, onun varlığını inkâr etmek kast edilmiş olabilir mi’ Hayır, olamaz! Çünkü tâğutun varlığını kabul edecek ki, onun hükümlerinin veya mahkemelerinin varlığını anlasın ve kanunlarını ve mahkemelerini kabul etmesin.215 Varlığını kabul edecek ki, ondan (tâğuta kulluktan) kaçınsın. 216
Küfür, aynı zamanda nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek, yani nankörlük demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, nankörlük anlamında kullanılır. Nankörlük, nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak demektir.
Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça’dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir. Arap dilinde nankörlük; ‘küfrân’ ya da ‘küfrânü’n-nimeti’ kelimeleriyle ifade edilmektedir. Nankör kimseye de ‘kâfirü’n-nimeti’ denilir. Nankörlük; bir insanın başka bir insana karşı ya da Rabbine karşı nankörce davranmasına göre iki yönden ele alınabilir. İkinci tür nankörlük, insanın Rabbine karşı olan nankörlüğüdür. Zira
214] 16/Nahl, 106
215] 4/Nisâ, 60
216] 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17
AF
- 49 -
bunda, insanın küfre girme ihtimali büyüktür. Her ne kadar küfür ile nankörlük ilk bakışta birbirlerinden tamamen farklıymış gibi görünseler de aralarında çok yakın bir benzerlik vardır. Birincisinde; Allah’ın varlığını, birliğini ya da inanmamızı emrettiği hükümlerini inkâr etme söz konusudur ki, bu açıkça küfürdür. Allah’ın verdiği nimetleri inkâr etmek, onları unutmaya çalışmak ya da unutmuş görünmek de haddi zatında küfürdür. Zira her iki durumda da, ikrar edilmesi vâcib olan hakikatleri inkâr etme söz konusudur.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanların Allah’a karşı nankörlüğünden söz edilirken, ‘nankör’ ve ‘nankörlük’ kelimelerinin, ‘küfr’ kelimesiyle ifade edildiğini görüyoruz: “Nankörlük ettikleri için (bimâ keferû) onları işte böyle cezalandırdık. Biz, nankör (kefûr) olandan başkasını cezalandırır mıyız?” 217 Bu âyette geçen ‘nankörlük ettikleri için’ sözü, Kur’an’daki “bimâ keferû” kelâmının mealidir. ‘Nankör’ kelimesi de ‘kefûr’ sözünün mealidir. Aynı şekilde, 27/Neml, 40 ve 16/Nahl, 112. âyetlerde geçen ‘nankör’ ile ‘nankörlük’ kelimelerinin tümü, ‘küfr’ kelimesinin türevidir.
İşte, Farsçadan Türkçeye geçtiği şekliyle nankörlük demek olan Kur’an ifadesi olarak ‘küfür’ Kur’an’daki ikinci anlamıyla nimeti tanımamak demektir. Nimetleri inkâr, iyilikleri görmezlikten gelmek demektir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 30 âyette küfür kelimesi, işte bu anlamda, nimeti görmezlikten gelme, yani nankörlük anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Kur’an’da 30 âyette geçen ‘küfür’ kelimesi, ‘nimete karşı küfür, iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak’ anlamında kullanılmıştır. Kur’an’ın en doğru tefsiri yine Kur’an’la yapılır. Kur’an’daki “tâğuta küfür”218 kavramının tefsirinin de, Kur’an’dan yola çıkarak; ‘iyilikleri örtmek, nimeti ve yardımı inkâr etmek, yok saymak’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
‘Tâğuta küfür’ kavramını başka türlü izah etmek zordur. Eğer buradaki ‘küfür’ kelimesinden ‘red, reddetmek’ anlamı kast edilseydi, ‘redd’ kelimesi kullanılırdı. Bilindiği gibi reddetmek anlamındaki ‘redd’ kelimesi Arapça’dır ve Kur’an’da (türevleriyle birlikte) tam 62 yerde kullanılmıştır. Başka yerde kullanılan ‘redd’ kelimesi, 2/Bakara 256’da ve 4/Nisâ, 60’da kullanılmayıp ‘küfür’ kelimesi kullanılmıştır. Demek ki, buradaki küfür kelimesini ‘redd’ anlamı vermek doğru değildir. Zaten Kur’an’da diğer âyetlerde de ‘küfür’ kelimesi, redd anlamında kullanılmamıştır ki, bu âyette kullanılmış olsun. Ama küfür kelimesi, Kur’an’da tam otuz yerde ‘nimetleri, iyilik ve yardımları yok saymak, iyilikleri örtmek, inkâr etmek’ anlamında kullanıldığına göre, bu âyette de o anlamda kullanılmıştır diyebiliyoruz.
Kur’an, bizden tâğutların iyiliklerini örtmemizi, onların yardım ve iyiliklerini görmezden gelip yok saymamızı, yani inkâr etmemizi istemektedir. Kur’an bunun örneğini de bizzat kendi tavrıyla gösterir. Meselâ Kur’an, bazı (tâğut olmayan) kâfirlerin bazı olumlu taraflarını ifadeden kaçınmaz: “Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iâde eder.”219 İçki ve kumar hakkında da benzer tavır takınılır: “Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar: De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır. Ancak,
217] 34/Sebe’, 15-17
218] /Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
219] 3/Âl-i İmrân, 75
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür.” 220 Fakat Kur’an, hiçbir âyette tâğut kategorisine giren İblis’in, şeytanın, Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi şahısların olumlu taraflarından bahsetmez. Onların iyi taraflarını örter, yok sayar.
Kur’an, onların hiçbir iyiliğini görmezlikten gelerek örnek olduğu gibi, bizim de tâğutlar konusunda benzer tavır takınmamızı, onların iyiliklerini örtmemizi, yani küfredip inkâr etmemizi istiyor. Çünkü o tâğutlar, sıradan kâfir gibi değildir. Biz, tâğut olmayan kâfirlerin olumlu yönlerini anlatabiliriz. Ama tâğutların asla. Çünkü onlar, yüz binlerce belki milyonlarca insanın şirke düşmesine, Allah’a isyan etmesine ve Cehenneme doğru adım atmasına insanları teşvik ediyorlar, hatta zorlayıp yönlendiriyorlar. Kişileri Allah’ın indirdiği kanunlardan mahrum bırakıyor, kendi kafalarından çıkardıkları hükümlerle insanlara hükmederek onları Allah’ın azâbına sürüklüyorlar. Böyle büyük cinayetler işleyen tâğutların insanlara dünyevî yönden bazı faydalar sağlaması gündeme getirilecek önemde midir’ O küçük faydaların göz önüne getirilip inkâr edilmemesi, o tâğutların büyük cinayetlerini örtbas etmeye götürebilir. Kanserden can çekişen bir adamın ayağındaki mantarla uğraşmak veya binlerce adam öldürmüş seri katil bir canavar kişinin bu cinayetlerini görmezden gelip dilenciye verdiği yardımı öne çıkarmak gibi bir şeydir bu.
Kur’an, o yüzden sıradan kâfirlerden ayrı ‘tâğut’ kavramından bahseder ve bu özellikteki insanlara karşı tavır almamızı, onları (yaptıkları iyilikleri) inkâr etmemizi emreder. Bunu iman için bir esas kabul eder. Bu imanî esası çok iyi anlayan peygamberlerden hiçbiri, kendi dönemlerindeki tâğut saydıkları yöneticileri en küçük çapta olumlu bir özellikleriyle zikretmemişler, onların hep kötülük odakları olduğunu bildirip onlarla hep mücadele etmişler. Sadece kendileri onlara tavır almakla yetinmemişler, kavimlerine onlara kulluktan, yani itaatten kaçınmaları gerektiğini ısrarla hatırlatmışlardır: “Andolsun ki, Biz her kavme; ‘Allah’a ibâdet edin, tâğuttan (tâğuta kulluktan) kaçının’ diye (tebliğat yapması için) bir peygamber gönderdik.” 221 Tâğutların bazı iyi taraflarını gündeme getiren kimse, nasıl tâğuttan kaçınır’ Allah’a karşı bu kadar azgınlaşan, tuğyan eden tâğutun iyi tarafı olduğu nasıl kabul edilir’ Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tâğutlar, sadece kâfir değil, aynı zamanda zâlim ve fâsıktırlar. 222
Af, zilleti kabul, müsâmaha da İslâmî prensiplerden tâviz verme olarak anlaşılmamalı, kesinlikle böyle uygulanmamalıdır. İslâmî esaslar ve cezalardan kesinlikle af ve tâviz verilemez. Hırsızlık yapan Benû Mahzum’lu kadının suçunun affı için yapılan müracaatlara karşı Rasûlullah’ın kesin tavrını223 müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekât ve cihadla mükellef tutulmamalarını şart koşan Tâif’lilere; kesinlikle “namazsız dinde hayır olmadığı”nı belirterek böyle bir tâvizi kabul etmediğini biliyoruz. 224
Af yetkisi kime âittir?
İnsanlar, kendilerine karşı yapılan kusurları hoş görme hakkına sahiptir, ama
220] 2/Bakara, 219
221] 16/Nahl, 36
222] Bk. 5/Mâide, 44, 45, 47
223] Buhâri, Hudûd 12; Müslim, Hudûd, 8, 9; Ebû Dâvud, Hudûd 4
224] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/218
AF
- 51 -
bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş görmekten söz etmek gülünç olur. Hele bu, bir insanın Allah’a ve O’nun dinine karşı işlediği cinâyeti bir başka insanın hoş görmeye kalkması biçiminde tezâhür ederse, düpedüz haddi aşmak olur. İnsan, birinin kendisine küfretmesini hoş görebilir. (Özellikle askerde veya çoğu kahvehane kültüründe bu hoş görü sonuna kadar geçerli ve hatta samimiyet göstergesidir.) Eğer meşrebi genişse hanımına, çoluk çocuğuna küfretmesini ve hakaret etmesini de hoş görebilir. Ancak hiçbir kimse, birinin Allah’a ve O’nun dinine küfretmesini hoş görme yetkisine sahip değildir. Allah’a karşı yapılan bu isyan, küfür ve nifak sınırlarına ulaşmayıp sadece amelde kalıyorsa, o zaman buna şâhit olan kişi, o amelin sahibi için ancak istiğfar edebilir ve Allah’tan onun için hidâyet, af ve mağfiret dileyebilir.
İslâm hukukuna göre, işlenen suç, kısası gerektiriyorsa kısas hakkını elinde bulunduran kişi, suçludan diyet isteme hakkına da, onu bağışlama hakkına da sahiptir. “Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (her yaralama, misli ile cezalandırılır). Kim bunu bağışlarsa, kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.”225 Allah’a isyan ve İslâmî emirlerin çiğnenmesinde uygulanacak kısas dâvâlarında, kısas isteme hakkını elinde bulunduran kimselerin veya onun vârislerinin affetme yetkisi vardır. Bu kişilerin dışında hiç kimse, hiç bir kurum, hiçbir devlet böyle bir suçluyu affedemez. Tâzir cezalarında da af durumu, yine mağdûrla ilgilidir. Had cezalarında da af mümkün değildir. Aynı şekilde, bir devlet veya kurum, âdi suçları işleyen (had cezasına mahkûm olan) suçluları affetme hakkına sahip değildir. Kul hakkının çiğnendiği durumlarda da affetme yetkisi sadece mağdurun veya velisinindir. Hem kul hakkı ve hem de kamu hakkının birlikte ihlâl edildiği bir suçun cezası da, hem meşrû devletin, hem de mağdurun, her iki tarafın birlikte affetmesiyle düşer.
Günah ve suç işleyenlerin suçları kesinleştiğinde ve affedilmesi halinde toplum için bu kötü örnek olacaksa ve suçların yaygınlaşması söz konusu olursa, İslâm devletinin yöneticileri böyle bir suçluyu da affetme hakkına sahip değildir. Çünkü İslâm’a göre devlet, adâleti uygulamak, haklıya hakkını, suçluya cezasını vermek ve toplumu ifsad etmek isteyen zorba ve ahlâksızlara engel olmak zorundadır.
Kâfirlerin ve münafıkların Allah’a karşı yaptıkları isyanın hoş görülmesini reddeden Kur’an, Peygamber Efendimiz’den onlara yumuşak davranmamasını, sert muâmele etmesini istemektedir. “Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran...”226 Yine, münâfıkların elebaşısının cenaze namazını kılan Rasûlullah, Allah tarafından uyarılmakta ve bir daha böyle yapmamakla emrolunmaktadır.227 Oysaki aynı Kur’an, Rasûlullah’a, kendisine karşı yapılan hakaret ve eziyetlere aldırmamasını, sabretmesini tavsiye ediyordu. “Onların eziyetlerine aldırma, Allah’a dayan, savunucu olarak Allah yeter.”228; “Sabret, sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır.”229; “Onların söylediklerine sabret, onlardan güzellikle ayrıl”230 Rasûlullah,
225] 5/Mâide, 45
226] 66/Tahrim, 9
227] 9/Tevbe, 84
228] 33/Ahzâb, 48
229] 16/Nahl, 127
230] 73/Müzzemmil, 10
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu İlâhî tavsiyeyi bir ahlâka dönüştürerek birçok insanın yüreğini fethetmişti.231 İslâm tarihi, Siyer bunun örnekleriyle doludur.
İnsan, sadece kendisine karşı yapılan suçları affedebilir, insanların kendi hakkından vazgeçmeye hakkı vardır. Başkalarının hukukunu çiğneyen zâlimleri mazlumun dışında kimsenin affetme hakkı yoktur. Başkasının hakkını çiğneyeni affetmek, suça ortaklıktır.
Müslüman, başka bir müslümanı düşman olarak kabul edemez, ama her müslümanla samimi olmak zorunda da değildir. Müslümanın ölçüsü Allah için sevmek, Allah için buğz etmek olmalıdır. Bir kötülüğün cezasını verirken, intikam alırken haddi aşmak zulümdür, Allah da zâlimleri sevmez. “Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Elbette O, zâlimleri sevmez.”232 Hz. Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Allah, kötülüğü kötülükle yok etmez, ancak iyilikle yok eder.”233 Müslüman, hiçbir konuda haddi aşmayan, itidalli, orta yolu, adâlet ve dengeyi gözeten bir insan olmalıdır. Sevmesinde ve düşman olmasında da haddi aşmaz, ölçüyü kaçırmaz. Sevdiğini aşırı severse, onu endâd ve put edinme tehlikesini unutmadığı gibi, sevmediklerine aşırı düşmanlık haddi aşmayı sonuçlandırabilir. Ölçüyü Allah Rasûlü şöyle dillendirir: “Dostuna sevginde ölçülü bağlan, aşırıya gitme; belki de bir gün düşmanın olur. Düşmanına buğzunda ölçülü davran, aşırıya gitme; belki de bir gün has dostun olabilir.” 234
“Kerim odur ki mücâzâtı afv ede hasma,
Felek müsaade-i intikam verdikçe.”
“Afv eyleyelim ki belki bilmez;
Bir sürçen atın başı kesilmez.”
“Affetmek, zaferin zekâtıdır.”
“Affetmek ve unutmak, iyi insanların intikamıdır.”
“Af, insanlık dilinin en tatlı kelimesidir.”
“Suçludan öç almak, adâlet; onu bağışlamaksa fazilettir.”
“İnsan sevdiği müddetçe affeder.”
“Affın en güzeli, hasmını ezmeğe güçlü iken yapılanıdır.”
“Başkalarını sık sık affet, kendini asla!”
“Aptalı, sık sık bağışlamak onu ahlâksız yapar.”
“Affetmek, güçlüyü daha güçlü yapar.”
“Şahsınıza kötülük eden bir düşmanı affedin; Ama dininize ve milletinize kötülük eden bir kimseyi asla affetmeyin.”
231] Mustafa İslâmoğlu, a.g.e. s. 159-160
232] 42/Şûrâ, 40
233] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1/387
234] Tirmizî, Birr 60; Buhârî; el-Edebu’l Müfred, s. 447
AF
- 53 -
“Zâlimleri bağışlamak, yoksullara cefâdır.”
“Affetmenin ne olduğunu yalnız cesurlar bilir; yüreksizlerin tabiatında af diye bir şey yoktur.”
“Affedebilirim, fakat unutmam’ demek, ‘affetmeyeceğim’ demenin başka bir şeklidir.”
“İyi geçinme, iki kimsenin kusursuz olmalarıyla değil; karşılıklı birbirinin kusurlarını hoş görmekle olur.”
“Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur.”
“Mâzeret, iyi insanların katında kabul görür.”
Allah’ım! Sana, Kur’an’da öğrettiğin gibi duâ ediyoruz:“Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.”235
235] 2/Bakara, 286
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Af Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Afv Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 35 Yerde): 2/Bakara, 52, 109, 178, 187, 219, 237, 237, 237, 286; 3/Âl-i İmrân, 134, 152, 155, 159; 4/Nisâ, 43, 99, 99, 149, 149, 153; 5/Mâide, 13, 15, 95, 101; 7/A’râf, 95, 199; 9/Tevbe, 43, 66; 22/Hacc, 60; 24/Nûr, 22; 42/Şûrâ, 25, 30, 34, 40; 58/Mücâdele, 2; 64/teğâbün, 14.
B- Af Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Affedici Olmak: 3/Âl-i İmran, 134; 24/Nûr, 22.
b- Kötülüğü Affetmek: 4/Nisâ, 149; 42/Şûrâ, 40-43.
c- Öfke Sırasında Kusur Bağışlamak: 42/Şûrâ, 37.
d- Af ve Hoşgörü: 2/Bakara, 263; 3/Âl-i İmran, 133, 159; 4/Nisâ, 27, 98-99, 149; 7/A’râf, 199; 11/Hûd, 11, 52; 16/Nahl, 126; 24/Nûr, 22; 39/Zümer, 53; 42/Şûrâ, 36-37, 40, 43; 53/Necm, 32; 64/Teğâbün, 14.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 297; c. 2, s. 281-282, 424-425
2- Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 148; c. 2, s. 173, 453-455
3- Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. 2/543-544; 6/114-116; 7/71-75
4- Diyanet İslâm Ansiklopedisi, T. D. V. Y. c. 1, s. 394-396, 442
5- Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 47-49
6- Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 2, s. 181-182
7- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 31-33
8- Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s.131-132
9- Kur’an, Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 110-112
10- Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 260-261, 155-158
11- Kur’an’da Günah Kavramı, Sâdık Kılıç, Hibaş Y. s. 402-403
12- İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 229-233
13- Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Ahmet Önkal, Esrâ Y. s. 339-342
14- İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 17-18
15- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 35-36
16- Peygamberin Yaşantısından Eğitici Dersler, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. s. 40-43
17- Örneklerle İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir, Nesil Y. s. 283-293
18- Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, T.Ö.V. Y. s. 103-105
19- Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 159-164
20- Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 158-165
21- Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 63-65
22- Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200
23- Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, A. Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 205-208
24- Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 270-273
25- Esmâü’l-Hüsnâ, Afifüddin Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. s. 121-122
26- Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtanî, Uysal Kitabevi Y. s. 99-101
27- O’nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 120-121
28- İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 168-169
29- Hz. Muhammed’in Hoşgörü Anlayışı, Enver Mahmud, Ebedî Risâlet SempozyumuTebliğleri
30- Köprü, Kış 97