Cumartesi, 06 Şubat 2021 11:35

AHİD

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

AHİD
• Ahd’in Tanımı ve Mâhiyeti
• Kalu Belâdaki Ahdimizi Hatırlamamak ve Sorumluluk
• İslâm Ahlâkında Ahid
• Ahdi Bozmak
• Hadis-i Şeriflerde Ahde Vefâsızlık/Ahdi Bozmak
“Onlar öyle fâsıklardır ki, kesin söz verdikten sonra Allah’a verdikleri ahidlerinden/ sözlerinden dönerler. Allah’ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesad çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.” 361
Ahd’in Tanımı ve Mâhiyeti
Ahd, söz vermek, emir, tâlimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz, yemin, misak, bir şeyi korumak anlamlarına gelir. Bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek demek olan ahidde hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü; söz verme de ahlâkî yönünü teşkil eder. Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak “ahd ü mîsak” şeklinde kullanılmıştır. Ahd kelimesi, Kur’an’da 46 yerde geçer. Benzer anlama gelen mîsak kelimesi de 25 yerde kullanılır. Allah Âdem’i insanlığın atası ve temsilcisi olarak yarattığı zaman, gerek onun şahsında, gerekse kıyamete kadar gelecek tüm insanlardan tek tek “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye ahid almıştır.362 İttifak hükümlerini (Allah ile İsrailoğulları arasında yapılan ahdin hükümleri) ihtivâ ettiği için, yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd denilmiş, İslâm devletinin hâkimiyeti altında yaşamak üzere kendileriyle anlaşma yapılan gayri müslimler için ehlü’z-zimme yerine ehlü’l-ahd tabiri kullanılmıştır.
Yemîn, mîsâk, söz verme, ittifak, bir şeyi korumak, halden hâle onu muhafaza etmek, tavsiye etmek anlamlarında kullanılan bir terim. Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak “Ahd ü Mîsâk” şeklinde kullanılmıştır. Allah Teâlâ ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi insan aklına getirmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de geçen ahidleşmelerden birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve ona yönelip ibâdet etmesidir. Bu tür bir ahid fıtrî bir ahiddir. Allah’ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaradılışında sürekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O zaman Allah’a ortak aramaya koyulur. Oysa insan, Allah’ın, rasûlleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde uymuş olur. Ahidleşme Kur’ânî bir metottur. Allah rasûlleri ile onlara uyan, onların ashâbı olan insanlar arasında gerek Allah’ın hükümlerini yaşama, gerek bunları muhâfaza etme
361] 2/Bakara, 27
362] 7/A’râf, 172
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konusunda ahidleşmeler olmuştur.
Ahd, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah’a karşı veya Allah namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın ahdini yerine getirin.”363 buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: “Allah’ın ahidlerini îfa ediniz. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah’a veya Allah nâmına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her tür taahhütleri yerine getiriniz. İslâm’da ahdi bozmak haramdır.”
Gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur’an’da kurtuluşa eren mü’minlerin sıfatları sayılırken: “Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler.” 364 buyurulur.
Allah ile insanlar arasında birçok ahidler vardır. Allah’ın insanlardan aldığı ilk ahid, onların zürriyetlerini Hz. Âdem’in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir. 365
Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa keffâret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffâretle ortadan kalkmaz.366
“Ey İsrailoğulları, sizi nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Siz, Benden korkun.”367 âyeti bu ahidlerden biridir.
Âyet-i Celîleden anladığımıza göre, Cenâb-ı Hak’a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenâb-ı Hak da onlara bir vaatte bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah Teâlâ ahdinden asla caymayacağına göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah’a ibâdet etmemek, Onun yasaklarına uymamak ve O’na ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah’a ibâdet etmeleri, hayatlarında Allah’ın hükümlerini hâkim kılmaları gerekmektedir. Ancak fâsıklar ahidlerini bozarak Allah’la sözleşmelerini iptal etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefâ göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysaki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini vaad etmektedir.
“Doğrusu sana bey’at (sadakat yemini) edenler (ey Muhammed) bizatihi o yemin ile Allah’a bey’at (bağlılık yemini) etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat nasip edecektir.” 368
İnsanlar, Allah’ın emir ve yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibâdet etmiş, onun çemberine girmiş olmaktadırlar. Oysa Allah (c.c.) bütün insanlardan ahd ü misâk aldığını ifade buyurmaktadır.
363] 6/En’âm, 152
364] 23/Mü’minûn, 8
365] bk. 7/A’râf, 172
366] İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’an, c. 3, s. 1174
367] 2/Bakara, 40
368] 48/Feth, 10
AHİD
- 89 -
“Ey Âdemoğulları, Ben sizinle ahidleşmedim mi? ‘Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır diye.” 369
“Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben Rabb’iniz değil miyim? (demiştir)” “Evet (buna) şâhidiz!” dediler. Kıyâmet günü! Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz.” 370
Ahde vefâ konusunda İslâm son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz.
“Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet onlara (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” 371
Cenâb-ı Hak, kullarından ilk ahdin yanı sıra daha sonraları peygamberleri aracılığı ile başka ahidler de almıştır. Meselâ İsrailoğullarından namaz kılacaklarına, zekât vereceklerine, peygamberlerine itaat edeceklerine dair ahid almış ve bu ahde riâyet etmeleri halinde de onlara dünya ve âhirette mükâfat vereceğini bildirmiştir.372 Bundan başka anaya, babaya, akrabalara ve yoksul kimselere yardım edeceklerine birbirlerinin kanlarını akıtmayacaklarına birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına373 dair söz almıştır. Fakat ne yazık ki İsrailoğulları bu ahde vefâ göstermeyerek sözlerini bozmuşlardır.374
İslâm hukuku açısından “ahd” ise; fıkıh sahasına giren bütün sözleşme ve akidlerdir. “Ahd” ve “akd” kelimeleri asr-ı saâdette devletler arasındaki sözleşmeler anlamında kullanılmıştır. Bilhassa Hudeybiye Antlaşmasında kullanılan ahd ve akd kelimeleri bu anlamı yansıtmaktadır.375
Lûgatta “bir şeyi korumak, hâlden hâle onu muhafaza etmek, vasiyet etmek ve ısmarlamak” gibi mânâlara gelir.376 İslâmî ıstılâhta ahd ü misak denilince, ruhlar âleminde Allah Teâlâ ile insanlar arasında tahakkuk eden “mukavele” akla gelir.377 Bu ahd ü misak sadece müslümanlarla değil, bütün insanlarla tahakkuk etmiştir.378 Şimdi Ahd ü Misak âyetlerine dikkat edelim:
“Hani Rabb’in Âdemoğullarından, (insanlardan) onların sırtlarından zürriyetlerini çıkarıp, kendilerini nefislerine şahid tutmuş: ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ (demişti). Onlar da: ‘Evet (Rabb’imizsin) şahid olduk’ demişlerdi. (işte bu şahidlendirme) kıyamet günü: ‘bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz için.” 379
“Yahut ‘daha evvel ancak atalarımız (Allah’a) şirk koşmuştur. Biz de onların ardından
369] 36/Yâsin, 60
370] 7/A’râf, 172
371] 13/Ra’d, 25
372] 5/Mâide, 12
373] 2/Bakara, 83-84
374] 2/Bakara, 100
375] Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 54-55
376] Diyanet Gazetesi, 30 Aralık 1970, Sayı: 10, s. 3
377] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l Esrar, İst.1308, c. IV, sh. 238
378] Molla Hüsrev, Mir’at el Usûl fi şerhü Mirkat el Vüsûl, İst.1307, c. I, s. 591
379] 7/A’râf, 172; Hasan Basri Çantay Meali, İst. 1959, c. I, s. 245
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelen (izinden ayrılmayan) bir nesiliz. Şimdi, o bâtılı kuranların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mi edeceksin?’ dememeniz içindir.” 380
Molla Hüsrev; “Ahd ü misak” âyetiyle ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Bu âyet-i kerime’de iki husus vardır: Birincisi Allah Teâlâ’nın ikrarıdır, ikincisi insanların kendi nefislerine şahid tutulmasıdır. Bu “Ahd ü Misak’ın” tabii sonucu olarak insanların yerine getirmesi gereken vazifeler ortaya çıkmıştır.” 381
“Ahd ü Misak”ın tabii sonucu insanın emaneti yüklenmesidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bu emaneti yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan(a gelince, o tuttu) bunu sırtına yüklendi. Çünkü o çok zâlim ve çok câhildir.”382 buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyet-i kerimede zikrolunan emanet’in, tekâlif-i İlâhiyye’nin cümlesi (İlâhî tekliflerin tamamı) olduğu hususunda müttefiktirler.383
Usûl-i Fıkıh’ta emanet; Allah Teâlâ’nın gerek kendi hukuku, gerekse yaratılmışların hukuku ile ilgili bütün vazifelerine verilen isimdir.384 Hz. Enes’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadis-i şerif’te Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Emanete riâyeti olmayanın imanı da yoktur, ahde vefâsı olmayanın dini de yoktur”385 buyurduğu bilinmektedir. Elbette emanet ve ahde vefâ; ruhlar âleminde tahakkuk eden “zimmet” ile de yakından alâkalıdır. Devletlerarasındaki “Muâhede” fıkıh kitaplarından geniş şekilde izah edilmiştir. Bu ferdî değil, siyasî bir hadisedir.
Umumi kaidelerden olan; “Kişi ikrarı ile muâheze olunur.”386 kaidesi ferdî bir hâdisedir ve ahde vefâ ile yakından alâkalıdır. Zira her söz ve taahhüd, sorumluluğu da beraberinde getirir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de:
“...Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahid(den cayanlar, ahde riâyet etmeyenler) sorumludur.” 387
“Karşılıklı muâhede yaptığınız vakit, Allah’ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın, (Nasıl olur ki) üzerinize Allah’ı kefil yapmıştınız. Şüphe yok ki, Allah ne yapacağınızı bilir” 388 buyurulmuştur.
Siyasî mahiyetteki ahid (muâhede-anlaşma), velâyet hukuku ile ilgilidir ve müslümanları bağlayıcıdır. İmam-ı Muhammed, “Müslümanlar, müşriklerden bir kavimle anlaşsalar (ahid yapsalar), bu anlaşmadan dolayı mallarını almak müslümanlara câiz değildir. Meğerki gönül rızâsıyla vereler. Çünkü bu muâhede sayesinde artık onların malları ve canları, tıpkı müslümanlarınki gibidir. Nasıl gönül rızâsıyla vermeleri dışında, müslümanların mallarını almak câiz değilse, anlaşmalı müşriklerin mallarını almak ihanet ve ahde vefâsızlıktır. Hâlbuki Rasûlüllah (s.a.s.) “Ahidlere vefâlı olmak gerekir, gadretmek câiz değildir” buyuruyor” hükmünü
380] 7/A’râf, 173
381] Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, s. 591
382] 33/Ahzâb, 72
383] Mecmuat’üt-Tefâsir, İst. 1979, c. V, sh. 142-143 (Hâzin, İbn Abbas, Nesefî ve Kadi Beyzavi’nin “Emanet” ile ilgili tefsirleri)
384] Molla Hüsrev, a.g.e., c. I, sh. 591
385] Beyhakî, es-Sünenu’l Kübra, Beyrut, ty. c. IX, sh. 231
386] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, İst.1976, c. I, sh. 281. Mad. 79; Ayrıca, Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İst.1979 (2. bsk.) sh. 26
387] 17/İsrâ, 34
388] 16/Nahl, 91
AHİD
- 91 -
zikrederler. 389
Ahde vefâ’nın zıddı “gadr”dır. Tâgûtlara iman eden insanlar, ruhlar âleminde verdikleri ahdi bozmuşlardır. Bu gadr, en büyük zulümdür. Amelî olan ahde vefâsızlık ise haramdır.390
Ahdi Bozmak
Kur’ân-ı Kerim, ahde vefâyı emreder. Ahdi bozmayı, vefâsızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kötüler. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder.
“İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü, ihtilâf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir.” 391
Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır. Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır.
Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez.
Âyette, ahdi bozma durumunda olan devletler de kınanmaktadır. Bir devlet bir veya birkaç devletle antlaşmalar imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek antlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu iddia ederse, İslâm bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ gösterilmesini emreder. Verilen sözlerin ve antlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; İslâm, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar etmez. Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder. Gerek İslâm toplumunun gerek İslâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslâm’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslâm’la tanışmalarına ve hidâyet bulmalarına sebep olmuştur. Böylece müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.
Bir müslümanın sözü gerçekten Allah’a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sâdık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır.
“Allah’ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan
389] İmam Muhammed, Siyer-i Kebir (İslam Devletler Hukuku), İst.1980, sh.148.
390] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 36-39.
391] 16/Nahl, 92
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sizin için daha hayırlıdır.” 392
İnsan, Allah’tan başka rab tanımayacağına dair Allah’a ahid vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahid almıştır; yani muâhede yapmışlar, ahidleşmişlerdir. Bu ahdin, Allah’tan başkasını rabb tanımamanın içinde, şeytana ibâdet etmemek de vardır.”Ey Âdemoğulları! ‘Şeytana ibâdet etmeyin’ diye, size ahid vermedim mi?”393 Allah ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi ahd ü mîsak kavramı insan aklına getirmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de geçen ahidleşmelerden birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve O’na yönelip ibâdet etmesidir. Bu tür bir ahid, fıtrî bir ahiddir. Allah’ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan yaratılışında sürekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O zaman Allah’ın Rasûlleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde uymuş olur. Ahidleşme Kur’ânî bir metottur. Allah Rasûlleri ile onlara uyan, onların ashâbı olan insanlar arasında gerek Allah’ın hükümlerini yaşama, gerek bunları muhafaza etme konusunda ahidleşmeler olmuştur.
Ahid, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah’a karşı veya Allah nâmına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır. Kur’ân-ı Kerim’de “Allah’ın ahdini yerine getiriniz”394 buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: “Allah’ın ahidlerini ifa ediniz. Gerek Allah’ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri, nehiyleri ve gerek sizin Allah’a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her türlü taahhütleri yerine getiriniz. İslâm’da ahdi bozmak haramdır.”
Gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur’an’da kurtuluşa eren mü’minlerin sıfatları sayılırken: “Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler.”395 buyurulur. Allah ile insanlar arasında birçok ahidler vardır. Allah’ın insanlardan aldığı ilk ahid, onların zürriyetlerini Hz. Âdem’in sulbünden alıp kendi ulûhiyetini tasdik ettirmesidir.396 Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin bozulursa keffaret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı keffaretle ortadan kalkmaz.
“Ey İsrailoğulları, sizi nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Siz, Benden korkun.” 397 âyeti bu ahidlerden biridir. Âyet-i kerimeden anladığımıza göre, Cenâb-ı Hakk’a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenâb-ı Hak da onlara bir vaadde bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah, ahdinden asla caymayacağına göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden caymaya başlamışlar ve Allah’a ibâdet etmemek, O’nun yasaklarına uymamak ve O’na ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız Allah’a ibâdet etmeleri, hayatlarında Allah’ın hükümlerini hâkim kılmaları gerekmektedir. Ancak fâsıklar ahitlerini bozarak Allah’la sözleşmelerini iptal etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefâ göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya
392] 16/Nahl, 95; Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 55-56
393] 36/Yâsin, 60
394] 6/En’âm, 152
395] 23/Mü’minûn, 8
396] bk. 7/A’râf, 172
397] 2/Bakara, 40
AHİD
- 93 -
çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysaki Allah kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini vaad etmektedir. “Doğrusu sana sadakat yemini edenler (ey Muhammed) bizatihi o yemin ile Allah’a bağlılık yemini etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat nasip edecektir.” 398
İnsanlar, Allah’ın emir ve yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibâdet etmiş, onun çemberine girmiş olmaktadırlar. Oysa Allah bütün insanlardan ahd ü misak aldığını ifade buyurmaktadır. “Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahidleşmedim mi? Şeytana tapmayın, o sizin düşmanınızdır, diye.”399; “Rabb’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben Rabb’iniz değil miyim?’ (demiştir.) “Evet, (buna) şahidiz!’ dediler. Kıyamet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz.”400 Ahde vefâ konusunda İslâm son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz. “Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet onlara (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” 401
Allah, emirleri yoluyla ve peygamberleri vasıtasıyla insanlardan ahid almıştır. Yahudi ve hıristiyanlardan alınan ahid de bunlar arasındadır. Allah, İsrailoğullarından, namaz kılıp zekât vereceklerine, peygamberlerine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah’a güzel takdimelerde bulunacaklarına, (faizsiz borç vereceklerine),402 Allah’tan başkasına tapmayacaklarına, anaya babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edeceklerine,403 birbirlerinin kanlarını dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına404 dair söz almıştır. Fakat onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir.405. Hz. Mûsâ’ya karşı geldikleri için üzerlerine azap çökünce bunun kaldırılmasını istemişler, Hz. Mûsâ da onlara, Allah’a verdikleri sözü hatırlatmıştır.406 Çünkü yahudiler ne zaman Allah’a söz vermişlerse, içlerinden çoğu bu ahdi bozmuştur.407 Allah, hıristiyanlardan da ahidler almış, fakat onlar sözlerinin bir kısmını unutmuşlardır. 408
Allah nasıl insanlara ahid vermişse, insanlar da Allah’tan ahid almışlardır. İnsanlar Allah’tan başkasına ibâdet etmemeye, O’ndan başkasını rab tanımamaya ahdetmişler; Allah da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki âhiret hayatında onları cennetlere koymayı ahdetmiştir.
398] 48/Fetih, 10
399] 36/Yâsin, 60
400] 7/A’râf, 172
401] 13/Ra’d, 25
402] bk. 5/Mâide, 12
403] 2/Bakara, 83
404] 2/Bakara, 84-85
405] bk. 2/Bakara, 100; 5/Mâide, 13
406] bk. 20/Tâhâ, 86
407] bk. 2/Bakara, 100
408] 5/Mâide, 14
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ahid, sorumluluk gerektirir.409 Eğer insanlar Allah’a verdikleri ahdin ve bu ahid çerçevesinde kendi aralarındaki ahidleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse, Allah da ahdini yerine getirecektir. 410
Tefsirciler, Allah’ın ahdinin ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah’ın ahdi, Allah’ın insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adâlet ve peygamberleri doğrulama delilleridir. Allah’ın ahdi, Allah’ın peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur.
İbn Kesir, bu görüşler konusunda şu açıklamaları yapar: Bazılarına göre bu ahit, Allah’ın yaratıklarına bir buyruğu, emrettiğine itaat etmeleri, nehyettiğinden kaçınmaları konusunda bir emridir. Bu emri kitaplarında ve Rasûllerinin dilleriyle açıklamıştır. Bu ahdi bozmaları demek, onunla amel etmeyi bırakmaları demektir. Bazı âlimler de şöyle dediler: Bu âyetle bütün küfür, şirk ve nifak ehli kastedilmiştir. Allah’ın onlara ahdi ise rubûbiyetine delâlet eden deliller getirerek vahdaniyetini göstermiş olmasıdır. Allah’ın onlara ahdi hiç bir kimsenin benzerini getirmeye muktedir olamadığı mucizelerle peygamberlerinin doğruluğunu tasdik ettiği emir ve nehyidir. Bu ahdin bozulması ise delillerle doğru olduğu sabit olan hakikatleri kabul etmemeleri ve kitapları yalanlamalarıdır. Diğer bazı âlimler de şöyle dediler: Allah Teâlâ’nın sözkonusu ettiği bu ahid, insanları Hz. Âdem’in sulbünden çıkardığı zaman onlardan almış olduğu ahiddir. Bu ahdi bozmaları demek, ona uymamaları demektir. 411
Fahreddin Razi, Allah’ın ahdi konusunda şunları söyler: Bu konudaki farklı görüşler şunlardır:
1- Bu ahid ve misaktan maksat, Allah’ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin doğruluğunu gösteren delilleridir. Böylece bu, deliller ile tevhide sarılma hususunda bir ahd ve misak (söz) almış olur. Çünkü bu, deliller ile tevhide ve Peygamber’in doğruluğuna sarılmak demektir. İşte bundan dolayı da Cenâb-ı Allah’ın “Siz Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim” 412 âyeti pek yerinde olur.
2- Bu âyetle kastedilmiş olanların, peygamberlerine indirilen kitaplarda Hz. Muhammed’i (s.a.s.) tasdik etmelerine dair kendilerinden ahd ve misak alınan; kendilerine Hz. Muhammed’in ve ümmetinin durumu açıklanan ehl-i kitabtan bir grup olması muhtemeldir. Böylece bu grup ahitlerini bozdular, ondan yüz çevirerek Hz. Peygamber’in nübüvvetini inkâr ettiler.
3- Âlimlerden bir kısmı ise, bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları böylece Hz. Âdem’in sulbünden çıkararak, insanlardan almış olduğu misak kastedilmiştir demişlerdir.413
Elmalılı, Allah’la yapılan ahidleşme konusunda şöyle der: O fâsıklar ki, antlaşmalarını, hem de Allah’ın anlaşmasını bozarlar; bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk yaratılışta “iyyâke na’budu ve iyyâke nesteıyn (ancak Sana
409] 17/İsrâ, 34
410] 2/Bakara, 40
411] İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, c. 2, s. 237
412] 2/Bakara, 40
413] Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 2, s. 206-207
AHİD
- 95 -
ibâdet ederiz ve ancak Sen’den yardım dileriz” kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile aralarında yapılmış olan ezelî antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu yaratılışa ait genel kanunu, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te’kit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye, diğer taraftan kalp ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra bu İlâhî antlaşmayı ve mîsakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya kalkışırlar. 414
Seyyid Kutub, bu ahidleşme konusuna şöyle açıklık getirir: “Allah ile beşer arasında akdolunan ahdin birçok çeşitleri vardır. Bunlardan biri insanoğlunun Halik’ını bilmesi ve O’na yönelip ibâdet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtrî ahiddir. Allah’ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimîdir. Bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah’a ortak aramaya koyulur. Diğer birisi de, Allah’ın, Âdem’i (a.s.) yeryüzüne halife göndererek ondan aldığı ahittir. Allah, peygamberler vasıtasıyla her kavim ve milletten de ahitler almıştır. Ahidler gereğince yalnız Allah’a ibâdet etmeleri, hayatlarında Allah’ın şeriat ve nizamını hâkim kılmaları icab etmektedir. İşte fâsıkların bozduğu ahidler bu ahidlerdir. Verdiği sözde durmayıp Allah’la ahdini bozan kimse, aynı zamanda, Allah’la olan sözleşmesi dışındaki diğer ahidlerini de bozmuş sayılır. Zira Allah’ın ahdini bozmaya cür’et eden kimseden, hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Yeryüzündeki bütün sapıklık ve fesatlar, Allah’ın emrinden uzaklaşmak, O’nunla olan ahdi bozmak ve bağlanmasını emrettiği bağları koparmak yüzünden doğuyor. Yeryüzündeki anarşinin başı, Allah’ın beşer hayatını idare ve tanzim için seçtiği İlâhî nizamdan yüz çevirmenin sonucudur. İşte, neticesi mutlak sûrette hüsran olan yolun ayrılış noktası buradan başlar. Şu halde, yeryüzü Allah’ın nizamı ile idare edilmekten mahrum ve hayat da şeriat-ı İlâhîden uzak kaldığı müddetçe yeryüzünde huzur ve sükûn aranamaz.” 415
Kur’an’da mü’minlerin vasıflarından bahsedilirken “Onlar emanetlerine ve ahidlerine/ sözlerine riâyet ederler.”416 diye buyrulmaktadır. Mü’minler fert halinde de olsalar, cemiyet halinde de olsalar, verdikleri sözlere riâyet ederler, emanetlere de hiyânet etmezler. Mü’minlerin omuzlarında pek çok emanet vardır; mü’minler her ne sûretle olursa olsun emanetlerini yerine getirirler. Çünkü doğru olmak insanların fıtratındandır; fıtrat da İslâm’dır. Onun için mü’minler, fıtratlarının doğru yoldan sapmasına müsaade etmezler. Bütün insanların Allah’a vermiş oldukları bir söz ve ahit vardır. Bu da bütün insanların Allah’ı tanımaları, O’na kulluk etmeleridir. Yüce Allah, insanların fıtratına kendi varlığını ve birliğini kabul edecek özellik vermiştir. İnsanların bozduğu her ahdin şahidi Allah’tır. Bunun için mü’min ahde vefâ gösterirken Allah’tan korkar ve sakınır.
Mü’minler genel anlamda emanetlerden ve verdiği sözlerden sorumludurlar. Âyet-i kerime,417 nassın hududunu geniş tutarak kısaca her emaneti ve her ahdi içine alacak tarzda hüküm bildiriyor. Bu nitelikler her zaman ve her yerde mü’minlerin nitelikleridir. Müslümanlar bu niteliklere riâyet etmedikleri takdirde İslâm cemaati doğru istikameti bulamaz. Böyle bir toplumda, ortak hayat için konulacak temel kaidelere herkesin bağlanması, güvenmesi ve dayanabilmesi
414] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 245
415] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, c. 1, s. 105
416] 23/Mü’minûn, 8
417] 23/Mü’minûn, 8
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için ahde vefâ ve emanete riâyet prensibi zaruridir. Bu prensibi tüm mü’minlerin örneği ve önderi Rasûlullah’ın hayatında açıkça görmekteyiz. O’na müşrikler bile güvenmiş, emanetlerini çoğu zaman O’na teslim etmişlerdir. Bir yandan düşmanlık, öbür yandan O’na güvenmek gerçekten düşündürücü bir haldir. İşte, kısa bir süre içerisinde İslâm’ın dünyaya hâkim olmasında Rasûlullah’ın bu ilkesinin büyük katkısı olmuştur.
“Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever. Allah’ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin; işte onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize çıkarmaz ve onlar için acı bir azap vardır.”418 Ahde vefâ, Allah korkusuyla yakından alakalıdır. Bunun için sosyal muamelelerde dost ile düşman arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Her ikisi için de durum aynıdır. Ahde vefâ dünyevî bir menfaat karşılığında değiştirilecek bir husus değildir. Çünkü verilen söz Allah adına verilmiştir. Buradaki mesele Allah’a karşı verilen ahde vefâ meselesidir. Onun için de karşıdaki insanlar değil; Allah’ın emri gözetilir. 419
Kur’ân-ı Kerim’de, Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e ahid verdiği ifade edilir.420 Bu ahid, genellikle emir veya tâlimat verme şeklinde açıklanmıştır. Yine Kur’an’da Allah’la kulları arasındaki bir ahidleşmeden de bahsedilmiş 421 ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir.422 Allah’la yaptıkları muâhedeye sâdık kalanlara büyük mükâfat vaad edilmiş,423 ahdini yerine getirmeyenler fesatçı/bozguncu olarak nitelendirilmiş424 ve Allah’a karşı ahidlerini hiçe sayanların âhirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir.425 “Siz Bana verdiğiniz ahde sâdık kalın ki, Ben de size verdiğim ahdi îfâ edeyim” 426 mealindeki âyet değişik şekillerde tefsir edilmiştir. Bir yoruma göre âyette geçen birinci ahid, Allah’ın kullarına olan emir, yasak ve tavsiyeleri, ikinci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af ve mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahid Allah’ın ahdi, yani kulları üzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri üzerindeki haklarıdır. Bir hadise göre Allah’ın kul üzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine ibâdet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesidir.427 Semavî dinler, Allah’la kulları arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamberimiz, dua ederken, “Allah’ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat gösteriyorum” 428 der ve kendini O’na karşı daima sorumlu hissederdi.
Mîsak
Allah Teâlâ’nın bütün insanlardan ruhlar âleminde iken “misak” aldığı, mütevatir haberlerle (nassla) sâbittir. Bu bir anlamda Allah Teâlâ ile insanlar
418] 3/Âl-i İmran, 76-77
419] Beşir İslamoğlu, Mü’minlerin Özellikleri, s. 120-121
420] bk. 2/Bakara, 125; 7/A’râf, 134; 20/Tâhâ, 115
421] bk. 36/Yâsin, 60
422] bk. 16/Nahl, 91
423] bk. 48/Fetih, 10
424] bk. 2/Bakara, 27
425] bk. 3/Âl-i İmran, 77
426] 2/Bakara, 40
427] bk. Buhâri, Libas, 101; Müslim, İman 48
428] Buhâri, Deavât 16; Tirmizî, Deavât 15
AHİD
- 97 -
arasında tahakkuk eden, manevî mukaveledir. Her mü’min “Ne zamandan beri müslümansın?” sualine “Kalû Belâ’dan beri” diyerek, bu misakı zikreder. Dolayısıyla misak kelimesini ve kavramını iyi bilmek durumundayız.
Önce kelime üzerinde duralım. Misak, ve-si-ka veya ve-sü-ka fiil kökünden gelir. Lûgatta “sağlam yapmak veya işi sağlama bağlamak” gibi mânâlara gelir. Vesseka; sağlam yaptı, tevsik etti ve resmîleştirdi demektir. Türkçe’de “delili tevsik etmek” şeklinde kullanılır. Bilindiği gibi tevsik; “vesseka” fiilinin masdarıdır. Türkçe’de ve-se-ka fiil kökünden gelen vesika kelimesi kullanılır. Meselâ: Vesikalık fotoğraf veya resmî vesika denilir. Vesak veya visak; aynı fiilden türeme iki isimdir; kendisiyle tevsik olunan, güçlendirilen ve sağlam bağlanan mânâsına kullanılır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Onun için küfredenlerle (savaş esnasında) karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onları mecâlsiz bir hâle getirdiğiniz zaman artık bağı güçlendirin (fe şüddû’l vesak). Ondan sonra ise ya iyilik (yapın), yahud fidye (alın). Yeter ki harp (erbabı) ağırlıklarını yanına bıraksın. (Emir) böyledir. Eğer Allah dileseydi onlardan (savaş olmadan da) elbette intikam alırdı. Fakat (cihadı emretmesi) sizi birbirinizle imtihan etmesi içindir. Amel (ve hizmet) lerini aslâ boşa çıkarmayız.”429 hükmü beyan buyurulmuştur… Yine bir diğer âyet-i kerime’de “Artık o gün (Allah’ın) azâbı gibi hiç kimse azab edemez. Onun vurduğu bağ gibi de (yûsiku) kimse bağ vuramaz”430 buyurulmuştur.431
Misâk; kendisiyle bağlanılan söz, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşma demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Hani Biz İsrailoğullarından Allah’dan başkasına ibâdet etmeyin, anneye, babaya, yakınlara iyilik yapın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin’ diye bir misak almıştık. Sonra dâ içlerinden az bir kısmı hâriç, yüz çevirdiler ve hâlâ da yüz çevirmekteler.”432 âyetinde, Allah Teâlâ’nın İsrailoğularından aldığı kuvvetli söz izah buyurulmuştur. Esasen bütün peygamberlerden ve onların şahıslarında bütün ümmetlerden misak alınmıştır. Nitekim: “Allah, peygamberlerinden ‘Andolsun ki size kitap ve hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki (o kitap ve hikmeti) tasdik eden bir peygamber gelmiştir (gelecektir), ona kat’iyen iman ve ona mutlaka yardım edeceksiniz’ diye misak aldığı zaman dedi ki: ‘ikrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü (vecibemi) alıp kabul eylediniz mi?’ Onlar (cevaben) ‘ikrar ettik’ dediler. (Allah) dedi ki: “Öyle ise (birbirinize ve ümmetlerinize karşı) şahit olun. Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim.”433 âyetinde, bu husus açıkça belirtilmiştir. Ahd ü misâk; bütün peygamberler ve onların ümmetleri için geçerlidir. Bütün peygamberler insanları İslâm’a (Allah’a teslim olmaya) çağırmışlar ve karşılığında hiçbir ücret talep etmemişlerdir. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Peygamberler, babaları bir kardeşler gibidirler, dinleri birdir.”434 buyurmasındaki hikmet budur.
İslâm fıkıhında; misâk, ahd ve akd terimleri, mesûliyeti beraberinde getiren fiilleri (anlaşmaları) ifade için kullanılır. Daima taraflar vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim tâgûtu inkâr edip de, Allah Teâlâ’ya iman ederse o, muhakkak kopması mümkün
429] 47/Muhammed, 4
430] 89/Fecr, 25-26
431] Geniş bilgi için bk. Abdülaziz el-Buharî, Keşfû’I Esrar, İst. 1308, c. IV, sh. 238; Ayrıca, Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, “Ahd” maddesi
432] 2/Bakara, 83
433] 3/Âl-i İmran, 81
434] Sahih-i Buhârî, Kasasu’l-Enbiyâ 48, İst.1401, Çağrı Yay. c. IV, s.142
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır (urvetu’l-vuskâ). Allah, hakkı ile işiten (her şeyi) kemali ile bilendir.”435 hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyette ve-se-ka fiil kökünden, “ism-i tafdil” kipindeki vüskâ kelimesi, tutulacak kulp anlamına gelen urve kelimesiyle kullanılmaktadır. Fahrûddin-i Razi, bununla ilgili olarak şunları zikretmektedir: “Bu (istiâretu’l mahsûs li’l ma’kûl) yani aklî olan bir meseleyi hissî olan bir şeye benzeterek teşbih etmektir. Çünkü bir şeyi tutmak isteyen kimse, onun kulpuna tutunur. Burada da böyledir. Bu dine tutunmak isteyen kimse, ona delâlet eden delillere yapışır. İslâm’ın delilleri, delillerin en güçlüsü ve en açığı olunca, bu delillerin el-Urvetu’l-Vüska diye isimlendirilmesi gerekmiştir.”436 Dikkat edilirse; kopması mümkün olmayan sağlam kulpun (urvetu’l-vüskanın) bir tarafında Allah Teâlâ vardır, diğer tarafında ise insan!.. Allah Teâlâ hâkimdir (hüküm koyucu). İnsan ise hükme mahkûmdur. Eğer insan misâkı bozar ve kopması mümkün olmayan sağlam kulpu bırakırsa, esfel-i safilîne yuvarlanır. Hesap gününü düşünen her mü’min, ruhlar âleminde gerçekşen misaka ve o misakın tabiî sonucu olan emânete sahip çıkmak mecburiyetindedir.
Kalu Belâdaki Ahdimizi Hatırlamamak ve Sorumluluk
Misak, yani kalu belâdaki “anlaşma” ne demektir? Ruhlar âlemindeyken Allah’a verdiğimiz sözü, niçin hatırlamıyoruz? Bu sözü hatırlamayışımız, bizi sorumluluktan kurtarır mı?
Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu, 7/A’raf Sûresi, 172. âyeti esas alarak, misakın ana rahminde başladığını, bu soru ve cevabın bedene ruh ilka edilme safhasında gerçekleştiğini ifade ederler.
Allah’ın zamandan münezzeh olduğu dikkate alındığında bu mânâyı kavramak kolay olur. Değişik zamanlarda yaratılan insanlar, birbirlerine göre önce ve sonra gelmiş olsalar bile, Allah’ın ezelî ilminde hepsi hazırdırlar ve bu soruya birlikte muhâtap olmuşlardır.
Misakta “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuyla insanların dikkatleri kendilerinde icrâ edilen İlâhî terbiyeye çekilmiş ve insan olarak terbiye gören bu bahtiyar kulların Allah’ın bu ihsânına karşı Ona iman ve ibâdet etmeleri gerektiği dersi verilmiştir. Misak üzerinde tartışmalara girerek bu temel mesajı unutmak doğru olmaz.
Misak; “güçlendirme, anlaşma, sözleşme” gibi mânâlara geliyor. Ve “misak-ı ezelî,” Cenâb-ı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, ruhların “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermeleriyle tahakkuk etmiş oluyor.
Tefsir âlimlerimizin çoğu ruhlara yapılan bu hitâbın “kelâmî” olmadığını, yani Kur’an ve diğer semâvî kitaplarda olduğu gibi bir hitap özelliği taşımadığını ifade etmişlerdir. Elmalılı Hamdi Efendi, bunun, meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve “kelâm-ı lâfzî” ile olmadığını vurgular ve şöyle der: “Bunda da bizim anladığımız mânâda bir şâhit tutmak ile soru ve cevap vermek, hakiki mânâsıyla bir mukavele düşünmek lâzım değildir.”
Buna göre, ruhlara sorulan bu soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır; ilham şeklindedir. Cenâb-ı Hak, Şems Sûresinde, güneşten başlayarak birtakım
435] 2/Bakara, 256
436] Fahruddin-i Razi, Mefatihû’l Gayb, Ank.1989, Akçağ Yay. c. V, sh.428
AHİD
- 99 -
mahlûklarına kasem eder. Bu yemin edilenlerden birisi de “nefistir.” Ve âyette, mealen, şöyle buyurulur: “Nefse (kişiye) ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülüğü ve takvâyı ilham edene (andolsun ki...)” 437
Bu âyette, insan vicdanına iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetinin konulduğu beyan buyrulmuş, ona bu kabiliyetin verilmesi ise “ilham” olarak ifade edilmiştir. İşte “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu da böyle bir ilham olarak gerçekleşmiştir.
Bu konuşma, bizim anladığımız mânâda, sesli, harfli, heceli bir konuşma değildir. Zaten o anda, beden teşekkül etmiş olmadığından bu konuşmayı ruhun kelâmı olarak anlamamız gerekir.
Biz bu hitabın ve cevabın mâhiyetini bilmekten âciziz ve bundan sorumlu da değiliz. Ancak şu kadarını söylemek isteriz: Sâdık rüyada, bir mü’minin kalbine ulvî bir mânâ akıtılır. Ve rüyasında o mânâ istikametinde hareket etmeye karar verir. Sabahleyin uyandığında, Rabbinin onunla ilham yoluyla konuştuğunu anlar ve kalbine ilham edilen mânânın gereğini yerine getirmeye başlar. Rüyada Rabbinin onunla konuşması ve kendisinin de o ilhama göre hareket etmeye karar vermesi, uyanık âlemdeki konuşmalara ve kararlara hiç mi hiç benzemez.
Misak konusunda iki ayrı soruya muhâtap oluyoruz. Birincisi “Misakı niçin hatırlamıyoruz?” diğeri ise “Bu hatırlamayış, bizi sorumluluktan kurtarır mı?”
Önce, birinci soru üzerinde duralım: İnsanoğlu ana rahminde dört aylıkken, bedenine ruh ilka ediliyor. O ruh, beş ay kadar misafir kalacağı bu beden hakkında hiç bir bilgiye sahip değil. Ondan öte, kendisinin ruh olduğundan, görme, işitme gibi nice hislerle, akıl, hâfıza, hayal gibi mânevî sermayelerle donatıldığından da habersiz. Dünyaya geldiğinde de dünyayı tanımıyor. Çocukluk devrini geçiyor, büyüyor, genç oluyor. Aklını çalıştıran, kendini ve içinde yaşadığı âlemi değerlendiren, iç âleminde birtakım sorular üreten ve bunlara cevap arayan müstesna bir varlık haline geliyor. Bu haliyle bile, bebekliğini ve hele ana rahminde geçirdiği safhaları hatırlayamıyor. Sonra kalkıyor, “ben misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyorum?” diye soruyor.
Soruya iki yönden yaklaşmak gerekir. Birincisi: Rabbimiz, bu dünyada, bizi çok şeylerle sınırlamış ve bunların tamamından fayda görüyoruz. Meselâ, görmemizi sınırlamış, bu yüzden her şeyi göremiyoruz. Eşyaya baktığımızda atomların o baş döndüren hareketlerini görebilseydik dengemizi kaybederdik, belki de dünyada yaşamamız mümkün olmazdı. Bastığımız topraktaki bütün bakterileri görebilseydik rahatça yürüyemezdik.
Bu sınırlamaları yapan Rabbimiz, hâfızamıza da sınırlar koymuş. Bebekliğimizi, o safhada başımıza gelenleri ve daha öncesini, yani rahimde geçen devreleri hiç hatırlamıyoruz. İşte, rahim safhasında muhâtap olduğumuz, ama sonradan hatırlayamadığımız hâdiselerden biri de misak meselesi. Misakı hatırlayabilseydik, bu dünyada herkes Allah’a iman ederdi ve imtihan olmamızın da bir mânâsı kalmazdı.
Diğer yönü ise şöyle: Peygamber mûcizelerinde çokça okuruz: Bir ağaç, mûcize olarak konuşur ve Allah Rasûlünün (s.a.s.) peygamberliğini tasdik eder.
437] 91/Şems, 7-8
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha sona yine eski haline döner, hiç bir şeyden habersiz, sürdürür hayatını.
Cenâb-ı Hak, elma ağacına bir an için şuur verse ve ona “Seni elma verecek şekilde terbiye eden Ben değil miyim?” deseydi yahut bal arısına, “Seni bal verecek şekilde terbiye eden Ben değil miyim?” diye sorsaydı, bütün bu ve benzeri soruların cevabı, “Evet bizi terbiye eden Sensin” şeklinde olacaktı.
Aynı soru insan ruhuna da sorulabilir: “Seni, insan ruhu olarak terbiye eden, maddî ve mânevî sermayelerle donatarak nice ilimlere ve marifetlere kabiliyetli kılan Ben değil miyim?” İnsan ruhu da bu sorunun cevabını, “Evet, beni böylece terbiye eden Sensin.” diye verecektir. Nitekim ruhlara bu soru sorulmuş, onlar da bu İlâhî hitaba, “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdir.
“Misakı hatırlamayışımız bizi sorumluluktan kurtarır mı?” sorusuna gelince, bu soruya şöyle cevap verilir: “Allah, peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdi. İnsanlar hatırlamasalar bile peygamberlerin sözü, onların aleyhinde delil olmuştur. Çünkü bilirsin ki, bir insan namazından bir rekât terk etse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsalar, onların sözü aleyhinde delil olur.”
Bir mü’min, namazın her rekâtında, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” etmekle bir bakıma, misakını yeniler. Çevresini kuşatan ve onun yardımına koşan bütün varlıkların, İlâhî bir terbiyeden geçtiklerini düşünerek Rabbine şükreder. Sonra bu kâinatın bir küçük misâli olan kendi varlığına nazar eder. Ondaki bütün terbiye fiillerinin de yine onun menfaatine en uygun şekilde icrâ edildiğini görür.
İşte insanın, kendisini içten ve dıştan kuşatan bu terbiye fiillerini düşünmesi, onu ibâdete sevk eder. Hayatının tüm anlarında: “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz.”438 diyerek misakını yenilemiş olur. “Rabbimiz Sensin, ibâdetimiz de ancak Sanadır ve Senden başkasından da yardım dilemeyiz.” der. 439
İslâm Ahlâkında Ahid
Ahid ve va’d (vaad) terimleri, genellikle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de va’d ve bundan türemiş olan kelimeler, “Allah’ın iman eden ve salih ameller yapan insanlara maddî ve mânevî ecir ve mükâfat vereceğini bildirmesi” mânâsında geçer. Ahid kelimesi ise, ahlâkî kavram olarak genellikle “birine söz verme, vaad ve taahhütte bulunma, anlaşma yapma” mânâlarında kullanılmıştır. Hadislerde de bu mânâlar, hem ahid ve hem de va’d kavramlarıyla ifade edilmiştir.
Kur’an’da iman, yalnızca zihnî bir inanma değil; bunun yanında kişinin dinî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyacağına dair gönüllü bir taahhüdü olarak değerlendirilmek sûretiyle iman ile ahid arasında sıkı bir münasebet kurulmuştur. Böylece Kur’an’a göre ahde vefâ, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu sûretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına sokmuş olan mü’minin ahlâkî bir borcudur. Bu sebeple Kur’an ahdin önemi üzerinde ısrarla durmuştur.
438] 1/Fâtiha, 5
439] Alaaddin Başar
AHİD
- 101 -
İster Allah’a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartlarını taşıyan bir insanı borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine “ahde vefâ” veya “ahde riâyet” denir ki, her iki tabir de Kur’an’dan alınmıştır.440 “Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak” gibi anlamları içine alan ahde vefâ veya kısaca vefâ, İslâm ahlâkının en önemli prensiplerinden biridir. Ahlâkçılara göre ahde vefâyı yüksek bir fazilet haline getiren husus, kişinin taahhüdünün aksini her an yapma imkânına sahip olduğunu bilmesine rağmen, kendisini verdiği söze bağlı hareket etmek zorunda hissetmesidir.
Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde kâmil/olgun mü’minlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ gösterme özelliklerine işaret edilir.441 Kur’an’da ahde vefâ ile ilgili âyetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi verilen söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir.442 Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamberimiz’in Hudeybiye Antlaşması’ndan hemen sonra, yanındaki müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel’i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O’nun verdiği söze bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir. O’na “el-Emîn” sıfatının düşmanları tarafından bile verilmesinin, kendisinin ahde vefâ ve emanete riâyet faziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde ahde uygun hareket edilmesini imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise nifak alametleri arasında göstermiştir. Zira sözünde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir. Hâlbuki gerek Kur’an’da,443 gerekse hadislerde ahde vefâ ile sadakat arasında kopmaz bir bağ bulunduğu belirtilmiştir.
İnsanların toplum hayatının gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde ısrarla duran İslâm ahlâkçıları, bu konuyu ekseriyetle “dilin âfetleri” başlığı altında incelemişlerdir. Ahlâkçılar, herhangi bir vaadde bulunurken, ileride ahde vefâ göstermeyen bir kişi durumuna düşmemek için, yerine getirilemeyecek hususlarda düşünmeden hemen “evet” demek yerine, söz veren tarafın ahdini yerine getirmesini engelleyen meşrû bir sebebin baş gösterebileceğini dikkate alarak, sözün ardından, “inşâAllah” denilmesini tavsiye etmişlerdir. 444
Ahde vefâ bir ahlâk kuralıdır. Bu kaideye uyan, Allah’a verdiği ahde riâyet eden, bu şuura varan kimseyi Allah sever ve ikramına nail eder. Fakat Allah’ın ahdini ve verdiği yeminleri az bir pahaya değiştiren bir kimsenin âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah’ın indinde hiçbir değere sahip değildir. İnsanlar arasında da kimse ona değer vermez ve onu tezkiye edip temize çıkaracak kimse de olamaz. Ahde vefâ ve diğer hususlardaki ahlâkî kaide şudur ki; önce bütün ilişkilerde sorumluluk, Allah’a karşı olmalıdır. Öyle ise, Allah’ın gadabını icap ettiren
440] bk. 2/Bakara, 177; 23/Mü’minûn, 8
441] bk. 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32
442] bk. 9/Tevbe, 1, 4, 7
443] bk. 2/Bakara, 177
444] İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 1, s. 532- 535
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hareketlerden sakınıp, rızâsına nail olmaya çalışmak lazımdır. Bu konuda menfaat duygusu, yani basit kişisel çıkar hiçbir zaman ölçü olamaz. Toplumlar topyekün sapıtsa, hak yolundan ayrılsa bile mü’min için değişen hiçbir şey olmaz. Bu kural yine olduğu gibi kalır. Zira bu, Allah tarafından hükmedilmiştir. Rasûlullah müşrik bir toplumda bile bu kaideye uymuştur. Bu kural, Allah’ın rızâsını celbedecek, takvâsını kazanacak bir ahlâk kaidesidir.
Bütün Âdemoğullarının Allah’a verdikleri bir sözü vardır. Allah ile yaptıkları bir ahidleri vardır. Bu antlaşma gereğince Âdem’in bütün zürriyetinin Allah’a inanmak, O’nun yüce ulûhiyeti için gerekli kulluk vecibelerini bilmek ve yerine getirmek mecburiyeti vardır. Allah’a iman akdi, O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini itiraf etmek, bu itirafını kâmil bir kulluğu gerektiren vecibelerini bilmek, mutlak bir itaat, derin bir teslimiyet ve şümullü bir kabullenmedir. İşte Allah Teâlâ yeryüzünün hilafet anahtarını önce Hz. Âdem’e teslim etmiştir. Bu hilafet, ancak Allah’a teslimiyet ile O’na tâbi olmaya bağlı bir hilafettir. Bunun tersi ise hilafet akdine muhalefettir.
İnsanlar arası ilişkiler güven unsurunun hâkim olabilmesi için verilen ahde vefâ göstermek şarttır. Bu güven kazanılmadan sıhhatli bir toplumun oluşması mümkün değildir. Onun için İslâm, ahde vefâ prensibinde son derece titiz davranır ve bu hususta asla müsamaha göstermez. Zira ahde vefâ, toplum hayatını birbirine bağlayan en kuvvetli bağdır. Bir toplum ahde vefâ prensibine riâyet etmezse, o toplum kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. 445
Ahdi Bozmak
Kur’ân-ı Kerim, ahde vefâyı emreder. Ahdi bozmayı, vefâsızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kötüler. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder. “İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü, ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir.” 446
Âyet-i Kerime, ahdini bozan insanları budala kadın gibi gösteriyor. Bir kadın ki ipliğini iyice eğirip sardıktan sonra tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu gerçekten çok yerinde bir teşbihtir. İnsanlar da şâyet bir ahitleşme yaparlarsa bu kadının durumuna düşmesinler diye, uyarılmaktadır. Özellikle mü’minlerin şahsiyetli olmaları, budala kadının derecesine düşmemeleri için ikaz edilmektedir. Bununla beraber, sabırsızlıktan, zayıflıktan ve iradesizlikten kurtulmaları için uyarılmaktadırlar.
Ahdini bozan kimseler azimetten yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır. Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara yerleştirmeye çalışmaktadır. Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez.
445] Beşir İslâmoğlu, a.g.e., s. 122-123
446] 16/Nahl, 92
AHİD
- 103 -
Âyette, ahdi bozma durumunda olan devletler de kınanmaktadır. Bir devlet bir veya birkaç devletle antlaşmalar imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri sürerek antlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu iddia ederse, İslâm bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ gösterilmesini emreder. Verilen sözlerin ve antlaşmaların hile ve oyun vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; İslâm, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar etmez. Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder. Gerek İslâm toplumunun gerek İslâm devletinin yapısı bu esaslara göre kurulur.
Müslümanların verdikleri sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslâm’a girdiği görülmüştür. Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlâs, işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslâm’la tanışmalarına sebep olmuştur. Böylece müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.
Bir müslümanın sözü gerçekten Allah’a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sâdık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır. “Allah’ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.” 447
“Ahidleşip antlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri çok iyi bilir. Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra bozup parçalayan kadın gibi olmayın.”448 Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah ile insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah’ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır. Üçüncü tür ahid ise, Allah’ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bu ahdin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır. Bu bağlamda, Allah’ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki, bu, yeryüzündeki karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebeplerinden biridir.
Nahl sûresi 92. âyette anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrılıkları ve ihtilafların çözümünün kıyamet gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak için birer özür teşkil etmemelidir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda yapması veya diğer(ler)ini mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyamet günü kendi aleyhinde bulacaktır. Çünkü doğruluk ve adâlet, kişinin sadece teorilerinde ve amaçlarında doğru olması değil; aynı zamanda doğru metodlar ve araçlar kullanmasını da gerektirir.
Yapılan yeminleri ve verilen sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak, her
447] 16/Nahl, 95; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 55
448] 16/Nahl, 91-92
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeyden önce vicdanların derinliklerinde yer eden inançları temelinden sarsar. Diğer kimselerin gözünde de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin eden kimse hiçbir zaman için sağlam bir inanca sahip olamaz ve inandığı yolda dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği halde yeminini bozan veya yalan yere yemin eden veya söz verdiği halde sözünde durmayan kimse, muhataplarının Allah’ın yolundan uzaklaşmalarına vesile olur. İtimadlar sarsılır, mü’minin emin/güvenilir kimse olduğu anlayışı darbe yer. Ahlâkî anlamda insan, ahdine vefâ gösteren, sözünde duran varlık diye tanımlanabilir. Mükemmel insanın tanımlarından biri budur.449 İman da, Allah’la kul arasında yapılan bir an(t)laşma, bir ahidleşmedir. Bu ahidleşmeye sadakat, hem mü’minin Rabbine karşı münasebetlere sâdık olmasıyla, hem de diğer insanlarla ilişkilerindeki sözleşmelere sadakatle kendini gösterir.
Hadis-i Şeriflerde Ahde Vefâsızlık/Ahdi Bozmak
Hz. Peygamberimiz’den bir rivâyet şöyledir: “Ahdine vefâsı olmayanın imanı da (dini de) olamaz.” 450
Hadis-i şerife göre ahde vefâsızlık, küfrün en rezil şekli olan münafıklığın da belirgin niteliklerinden biridir. “Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet eder.”451; “Dört şey kimde bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” 452
“Bir kavim ahdinden dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder.”453
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “(Bir gün) Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza gelip şöyle buyurdular: “Ey muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman artık cemiyette hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah’a sığınırım. (Bu beş şey şunlardır:)
1- Zina: Bir toplumda zina ortaya çıkar ve alenî işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o toplumda tâun hastalığı (bulaşıcı hastalık) yaygınlaşır ve onlardan önce gelip geçmiş toplumlarda görülmeyen hastalıklar yayılır. (Dün frengi, bugün AIDS, kanser..., yarın?!)
2- Ölçü-tartıda hile: Ölçü ve tartıyı eksik yapan her toplum, mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın zulmüne uğrar.
3- Zekât vermemek: Hangi toplum mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.
4- Ahdin bozulması: Hangi toplum Allah ve Rasûlü’nün ahdini bozarsa, Allah, o toplumda, kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki
449] N. Şahinler, Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, s. 146
450] Beyhakî, es-Sünnetü’l-Kübrâ, c. 9, s. 231; Zehebî, Kebâir 108
451] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, c. 1, s. 45, no: 31; Tirmizî, İman 14
452] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, c.1, s. 45, no: 32
453] Muvatta, Cihad 26 -2/460-
AHİD
- 105 -
(servet)lerin bir kısmını onlar alır.
5- Kitabullah’la hükmetmeyi terk: Hangi toplumun imamları (liderleri) Allah’ın kitabı ile ameli terk ederek Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah onları kendi aralarında savaştırır.” 454
Ebû Hureyre (r.a.)’den Nebî’nin (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Aziz ve Celil olan Allah: Üç (sınıf insan) vardır ki, kıyamet gününde Ben bunların hasmıyım: 1- O kimse ki, bana (Mukaddes ismime) yemin eder de sonra ahdini bozar. 2- Bir kimse ki, hür (bir insan)ı köle diye satar da onun karşılığını yer. 3- Diğer kimse ki, bir işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez, buyurmuştur.” 455
“Ahdini bozan her kişi için kıyamet gününde (halk arasında teşhir olunmak üzere) bir alâmet vardır. (o alâmet,) sözünü bozan gaddarın yanına dikilir, onunla bilinir.” 456
Kur’an’da hem insanlar arası ilişkiler, hem de insanla Allah arası ilişkilerin temelinde ahid vardır. Ahde vefâ göstermek, hem insanlar arası ilişkilerin, hem de insan-Allah arası ilişkilerin esasıdır. Kur’an, ahde vefâyı insanın onur burçlarından biri olarak belirlemiş ve ahde vefânın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat çekmiştir. Prensipler şöyle konuyor: “Ahde vefâ gösterin, sözünüzde durun.”457 Ahde vefâsı olmayanın zâlimlerden olduğu anlaşılmaktadır: “Allah, ahdim zâlimlere ermez, buyurdu.” 458; “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getirin.”459 Allah, ahd ü misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını belirtir. Bozulan bu sözleşme, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse insanlar ile yapılan sözleşme olsun, bozanlar cezalandırılmayı hak ederler: “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık.”460; “Onlar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte husrâna/ziyana uğrayanlar onlardır.” 461
Kur’an’a göre insan ruhuyla Allah arasında ezelde yapılmış bir anlaşma vardır ve dünya hayatı bu muâhedenin/ahidleşmenin icrâ yeridir. Kur’an, insanı bu anlaşmayı unutmamaya ve şartlarını yerine getirmeye çağırmaktadır. İman, bu ezelî mukavelenin bir kere daha hatırlanması ve itirafı, dünya hayatımız da bu sözleşme şartlarına uygun bir yaşayışın sürdürülmesidir. “Rabbi’in Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben Rabbiniz değil miyim?’ (demiştir.) “Evet, (buna) şâhidiz!’ dediler. Kıyamet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz.”462 Bu âyette dile getirilen ahd ü misakın mahiyeti hakkında müfessirler çok farklı yorumlara gitmişlerdir. Bu yorumlar şöyle gruplandırılabilir: Müfessirlerden çoğunluğu oluşturan grup bu âyeti, sembolik (remzî) bir anlatım olarak kabul ederler. Bunlara göre, Kur’an, bu üslup ile âdeta Allah’ın ulûhiyeti fikrinin, gerçekte insanın tabiatına/doğasına yerleştirildiğini, bunun da kavranabilir bir vakıa olarak meydana geldiğini anlatmak ister.
454] Kütüb-i Sitte Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 17; s. 540
455] Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. Ve Şerhi, c. 6, s. 535
456] Buhâri, Tecrid, c. 8, s. 477
457] 17/İsrâ, 34
458] 2/Bakara, 124
459] 5/Mâide, 1
460] 5/Mâide, 13
461] 2/Bakara, 27
462] 7/A’râf, 172
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Diğer bir grup müfesir, bu ahd ü misakın fiilen meydana geldiğini kabul ederler. Bazı müfessirler ise, bu ahidleşme, fıtrî olması ve kelam-ı nefsîyi de içine alması itibariyle gerçek bir sözleşme gözüyle bakarlar. Dolayısıyla olayın fıtrî olması, fiilî olarak olmasına engel teşkil etmez görüşündedirler. Yine, bu âyette geçen “kaalû belâ” ifadesi hakkında, bunun ezelde mi, ana rahminde mi, yoksa bülûğ çağında mı olduğu hususunda çeşitli görüşler vardır.463 Bütün müfessirler, bu sözleşmeyi ister fıtrî, ruhî bir sözleşme olarak, isterse fiilî, kelâmî bir ahidleşme şeklinde kabul etsinler, insanlığın bu ahd ü misakla gerçek anlamda Allah’a söz vermiş ve O’nunla bir sözleşme yapmış olduğu hususunda söz birliği içindedirler.
Mü’minler âhiretteki kazançlarını düşünerek ahidlerini yerine getirmek zorundadırlar. Bu ahidler, ister Allah ile kul arasında olsun, ister beşerî ilişkilerde olsun, hiçbir değişiklik arzetmez. Tağutlara itaat eden, Allah’ın hududunu çiğneyen, İslâm’ı kişisel ve toplumsal hayatında yaşama gayretinde olmayan insanlar, Allah’la yaptıkları ahdi, O’na verdikleri sözü bozmuşlardır. Bu kişilerin, diğer insanlara verdikleri sözlerini tutmaları da beklenemez.
463] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 4, s. 2323-2338
AHİD
- 107 -
Ahidle İlgili Âyet-i Kerimeler
Ahd Kelimesinin İsim ve Fiil Şekillerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 46 Yerde): 2/Bakara, 27, 40, 40, 80, 80, 100, 100, 124, 125, 177, 177; 3/Âl-i İmrân, 76, 77, 183; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 102, 134, 152; 8/Enfâl, 56, 56; 9/Tevbe, 1, 4, 4, 7, 7, 12, 75, 111; 13/Ra’d, 20, 25; 16/Nahl, 91, 91, 95; 17/İsrâ, 34, 34; 19/Meryem, 78, 87; 20/Tâhâ, 86, 115; 23/Mü’minûn, 8; 33/Ahzâb, 15, 15, 23; 36/Yâsin, 60; 43/Zuhruf, 49; 48/Fetih, 10; 70/Meâric, 32.
Nezretmek, adamak Anlamındaki Nezr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 270; 3/Âl-i İmrân, 35; 19/Meryem, 26; 22/Hacc, 29; 76/İnsan, 7.
Ahid Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Ahde Vefâ (Verilen Sözü Yerine Getirmek): Bakara, 177; Al-i İmran, 77; Maide, 1; Ra’d, 20; İsra, 34; Mü’minun, 8; Ahzab, 1; Meâric, 32.
Allah’a Karşı Verilen Sözü Yerine Getirmek: Bakara, 100; Al-i İmran, 76; Maide, 1, 7; En’am, 152; Ra’d, 19-20, 25; Nahl, 91, 95; Mü’minun, 8; Feth, 10.
Münafıklar, Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.
Mîsak: Bakara, 27, 63, 83, 84, 93; Al-i İmran, 81, 187; Nisa, 21, 90, 92, 154, 155; Maide, 7, 12, 13, 14, 70; A’raf, 169; Enfal, 72; Ra’d, 20, 25; Ahzab, 7; Hadid, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 245
2. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 236-238
3. Mefatihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir) Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 206-208
4. Fi Zılali’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 104-105
5. Min Vahyi’l-Kur’an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. s. 140-141
6. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 68
7. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 54-56; c. 4, s. 216
8. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 1, s.532-535
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y. s. 101-107
10. Kelimeler, Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, 1, s. 37-40
11. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 126-140
12. İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 20-21
13. Kitabu’t-Ta’rifat, Terimler Sözlüğü, Cürcani, Bahar Y. s. 158
14. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 143-146
15. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 120-127
16. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 30
17. Verdiği Sözde Duranlar, Osman Karabulut, Şems Y.

 
Okunma 1395 kez Son değişiklik Cumartesi, 06 Şubat 2021 11:56
Bu kategorideki diğerleri: « AĞLAMAK - GÖZYAŞI ÂHİRET »