بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
AKIL
• Akıl: Tanımı ve Mâhiyeti
• Aklın İşleyişi
• Kur’ân-ı Kerim’de Akıl
• Kur’ân-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
• İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
• Akletmek, Aklı Kullanmak
• Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
• Akıl Emniyeti
• İnsan Hakları ve Özellikle Akıl Emniyeti Bağlamında İslâm-Câhiliye Karşılaştırması
• Akıl Hastalığı
• Aklî Delil a) Yakîniyât, b) Zanniyât
• Akıl-Vahiy İlişkisi
• Sefihlik
• Kur’an’ın Sefih Dedikleri
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki Kitab’ı okuyorsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” 1819
Akıl: Tanımı ve Mâhiyeti
“Akıl”, lügatta: Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek, idrâk, muhâkeme kabiliyeti, kavrayış, zekâ anlamına gelir. O yüzden akıl, insanların tehlikeye düşmesine engel olan şey için kullanılır. İnsanda bulunan düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücüne akıl denir.
Akıl, sözlükte bir şeyi tutmak, alıkoymak demektir. Bir şeyin hareket alanını sınırlandırmak ve belirlemek demektir. Mesela devenin ayağının bukağı ile bir kazığa bağlanmasına Arapça’da akıl deniyor. Kadının saçını bağlamasına akıldan türeyen bir kök kullanılır. Kişinin dilini kötülüklerden alıkoymasına “lisanını akletti“denilir. Aynı şekilde maktulun diyeti verildiği zaman -ki o zaman ağırlıklı olarak deve verilirdi- maktul için verilen diyetler, maktulun yakınlarının kaldıkları yere gider, o develer akl edilirdi yani bağlanırdı. Onun için bağlanan bu develere de yine akl kökünden türeyen “âkıle“denir.
Seyid Şerif el Cürcani’nin “et-Ta’rîfât“, yani Tanımlar adındaki kitabında akıl şöyle tanıtılıyor: “Akıl maddeden soyut bir özdür. Aynı şekilde herkesin ben derken belki de işaret ettiği konuşan nefsidir. Kendi nefs-i nâtıkasıdır.“Yani
1819] 2/Bakara, 44
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konuşma kabiliyeti olan nefsidir, mantık denilen şey de oradan gelir. Nutk konuşmak demek, mantık ise konuşma kuralı demek. Yani akla uygun konuşmak demek olduğuna işaret ediyor.
Bir diğer tarifi: “Akıl ruhan���������������������������������������������������î bir öz olup Allah’ın insan bedeninde yaratmış ol- �������������������������������������������������� olduğu bir hususiyettir.“; “Akıl hakkı ve bâtılı tanıyan kalpteki bir nurdur“diye de tarif edilmiştir. Aynı şekilde “aklın, nefis ve zihin manasında da kullanıldığı“da belirtilmiştir. “Eşyanın hakikatlerini idrâk eden bir araç“olarak da tarif edilmiştir. Akıl, Kur’an’ın anlatımıyla insana verilen anlama, ölçüp tartma, mukayese ve muhâkeme yapma yeteneğidir. Âyetlerin ışığında konuya baktığımızda, aklın, beş duyumuzdan da istifade ederek merkezi kalp olarak tanımlanan anlama, yargılama ve hüküm çıkarma yeteneği olduğunu görürüz.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve noksanıyla ilgili sıfatını idrâk eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazari bilgileri elde eder. Bilgiyi elde eden güç İslâm’da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile elde edilen ‹bilgi’ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık özelliğini taşır. Kur’an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira akletmezler.” 1820
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah, akıldan daha yüce bir mahlûk yaratmamıştır.” ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın doğuştan olduğunu; “Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır.” hadîsiyle de aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır.1821
Hadiste akıl kavramını ele aldığımızda; “diyet vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek” anlamlarında kullanıldığını görüyoruz. Hz. Peygamber “Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden sonraki ebedî hayat için hazırlanan kimsedir.”1822 buyurmuştur.
İmam Gazâli aklı dört türlü târif eder:
a) İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki, insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b) Küçük bir çocuğun, câiz olan şeyleri câiz, muhal olan şeyleri muhal kabul etmesi: İki’nin bir’den çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akıl, mümkün olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak, gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c) Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona ahmak ve câhil denir.
1820] 2/Bakara, 171
1821] Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342.
1822] İbn Mace, Zühd 31
AKIL
- 461 -
d) Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket ettiği için “akıllı“sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir özelliktir. Buna da ‹akl-ı müstefâd’ denir.
Allah’ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir nûrdur. Bu sebeple akıl, “Nefs-i Nâtıka“(Konuşan Nefis) veya “Nefs“in bir kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur.“denmiştir. Âlimlerin çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe bilinen bilgilerdir. 5, 10’un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar, gibi bilgilerdir.
Nazar����������������������������������������������������������������������������î bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilin- ��������������������������������������������������������������������������� bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a) Cüz’îden cüz’îye, fertten ferde intikaldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhî denir. Temsilde esas, cüz’îden cüz’îye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede kesinlik ifade etmez.
b) Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz’î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı mantıkî veya sadece kıyâs denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikatı bununla yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve tatbik sayesinde akıl, Allah’ın varlığına delil olan âyetlerden1823 Allah’ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder. Kıyas şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O halde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi, iki kaziyye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz’î ve nazarî bir hüküm elde edilmiştir.
c) Cüz’î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ’ denir. İstikrâda esas, kıyastakinin aksine olarak, cüz’î olan şeyleri tetkîk ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz’leri içine alırsa buna istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ, bazı cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla elde edilen bilgi zan ifade eder. ‘İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet ilimlerde ‘istikrâ-ı nâkıs’ kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir. İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay...
1823] el-Bakara, 2/163.
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
madendir. Demir, çelik, bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde olduğu gibi, birçok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz’îlerin hükmü, bütün cüz’lere yani “külle” verilmiştir. Fakat ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat’î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır, tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede, neticeye yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede istenilene erecek derecede serî ve ânî olan seyirdir. Bu tür seyre “hads” denilir. Hads da iki kısımdır:
1) Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbîdir. Yani belli bir araştırma neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek içindir. Buna “akl-ı mesmû” da denilir.
2) Doğrudan doğruya yaratılışta var olan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da “kuvve-i kudsiyye”, “akl-ı matbû” veya “garizî” denir. Herkesin bu tür akıldan az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmû’un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın, basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok mertebeleri vardır. Akıl için yol birdir. O da hak yoldur (tarîk-ı hak). Kur’an’da birçok yerde aklın ve akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin gerçek mânâsı, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır. Bunun içindir ki Allah’ın varlığına delâlet eden binlerce olaya şâhid olan birçok insan, müşâhedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin gösterdiği mûcizelere karşı müşâhede ile aklı birleştirmeyen birçok insan, fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu tutmuştur. Oysa Allah; “...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir topluluk için elbet Allah’ın birliğine delâlet eden ayetler vardır.” 1824 buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun imanla birlikte en üstün vasfıdır. Çünkü, Allah’ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah’ın rızasını elde edebilir. İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. Akıl, nûr olarak da kabul edilir.
İmam Gazâlî’nin İhyâ’sında İbn Abbâs’dan (r.a.) rivâyete göre Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Her şeyin bir âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var; âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin kendisini hatırlatacak olan ardından bir geleni var; sıddîkları hatırlatacak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır.“
1824] 2/Bakara, 164
AKIL
- 463 -
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya verilen değer verilmez, onu bazı emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün değildir. “Aklı olmayanın dini de olmaz“, hadîsinin mânâsı da budur. Dinin ve dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşâhedelerini aklı ile birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız (aklını kullanmayan) insan denir: “Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler arasında olmazdık.” 1825 âyeti bu tür insanların durumunu dile getirdiği gibi çevremizde her gün yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler. Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatini idrâk edebilen akıl, zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur. Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı, iman eden akıl ve zekâdır. Akl-ı selîm sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi, rûhânî bir nur olan aklın mâhiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için, tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mâhiyeti de tüm özellikleriyle ebediyyen anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah’ın varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur.
Ne var ki akıl, her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki birçok hakikati kavrayamaz, dinin birçok gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile daima birlik ve yardımlaşma halindedir.1826
‘Akl’ sözlükte, masdar olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; akıl, idrâk, diyet, muhâkeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir. ‘Akıl’, bilgi edinmeye yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir. Bu, bir anlamda düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir. Sözlük anlamından hareketle denilebilir ki ‘akıl’; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan, insanı mahveden yollara sürüklemeyen, bir ruhî kuvvettir. Kalp ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevî bir nurdur akıl; ki insan bununla, duyu organlarıyla hissedemediği şeyleri anlar. Akıl, insanda bulunan mânevî bir kuvvettir. İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme, davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayrıt etmesi ile ilgili kabiliyetidir. Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmekle sorumludur.
1825] 67/Mülk, 10
1826] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/83-85
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akıl, kalbin bir faaliyetidir. Kişi kalbinin bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine göre hatırlar, o şeyle ilgili şahitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.
Aklın İşleyişi
Kur’an, “Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak âlimlerden başkası akletmez”1827 buyurur. Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak ilim sahibi olanlar anlayabilir. Bu konuda aklını kullananlar doğru bilgiye ulaşmış kimselerdir. Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu da balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın işidir.
Akıl bu anlamda üç çeşit faaliyet yapabilir:
a- Parçadan parçaya varmak şeklinde (kıyas),
b- Parçadan bütüne varmak şeklinde (tüme varım),
c- Bütünden parçaya varmak şeklinde (tümden gelim).
Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. Örneğin, çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın yukarıdaki tüme varım metodunu kullanmasıdır.
Akıl, çevremizdeki her şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrâk eden bir kabiliyettir. O insana verilmiş bir manevî kuvvettir. Bir başka deyişle o insana verilmiş bir nur’dur, yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde bulunan şeylerden haberli olur, faydalı şeyleri anlar, zararını idrak eder, bilgileri kalpte korur. İnsan, bu manevî güçle gerekli teorik bilgileri elde eder. Akıl gücü insana doğuştan verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır. Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.
Bilindiği gibi İslâm’a göre, ancak akıllı insanlar Allah’ın tekliflerinden sorumludurlar. Bir çocuğun mükellef (yükümlü) olma yaşı da akıllı olma ve ergenlik çağına ulaşma zamanıdır. Çocuklar ve deliler İslâm’ın hükümlerinden sorumlu değillerdir. Allah’ın teklifleri (dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrâk edilir. Akıl, bu tekliflerin sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara akıllarını kullanmalarını emrediyor.
İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda ve zararın son hakemi yapmamıştır. Çünkü aklımızla elde etmiş olduğumuz bilgiler, sınırlıdır. Meselâ, aklımız ölüm olayını, vahyin mâhiyetini, kabirde olanları, âhireti ve âhirette olacakları, Allah’ın zâtını, insanın ruhunu tümüyle kavrayamaz. İslâmî hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar, ama onların sebebini, niçin emredildiklerini tümüyle bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir noktaya kadar cevap verebilir; fakat mutlak doğruyu, mutlak
1827] 29/Ankebût, 43
AKIL
- 465 -
faydayı ve eşyadaki nihâî amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir. Yukarıda geçtiği gibi, insana doğru yolu gösterecek akıl en büyük kazançtır. Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl, iyi çalışan bir akıl değildir.
Akla nakil, yani Kur’an ve onun açıklaması olan Sünnet yön verirse isabetli karar alır. İslâm, aklı son hakem sayan bütün pozitivist düşünceleri ve felsefeleri reddeder. Hevânın (aşırı isteklerin) güdümündeki akıllar doğru hükme, hikmete ve hidâyete ulaşamazlar. 1828
Bütün mertebeleriyle Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma ve insan iradesi sebep değilse de, bunda Allah’ın lutfu ile sahip olduğumuz hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen, alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan, Kur’an’da Allah, bütün insanları bu yola iletip sevketmek için “Düşünüp aklını kullanan bir topluluk için elbette deliller vardır.”1829 buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde etkisini icrâ edecek olan mucizelerin, yani âyet ve delillerin büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de Akıl
Akıl kelimesi, Kur’an’da 49 yerde ve tümü fiil halinde geçer. İsim olarak hiç geçmez. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki, Kur’an anlayışında salt akıl, kullanılmadıkça potansiyel olarak bir anlam ifade etmez. Aklı devamlı olarak fiil/eylem halinde kullanan Kur’an âyetleri, akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekmektedirler. Kur’an delil diliyle insanın aklına, his diliyle de onun gönlüne hitap eder. Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.
Aklını kullanmayanları müslüman kabul etmediği gibi insan olarak bile görmez Kur’an. Bazıları, bu akıl gücünü ve yeteneğini kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp, Yaratıcıyı idrâk etmezler; ya da O’nun huzurundaki konumlarını, insan olarak durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve onları kurtaracak işleri yapmazlar. Kur’an bu tipleri şu örnekle anlatıyor: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler.”1830 Aklını gereği gibi kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidir. Gerçeği duymazlar, dilleriyle ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
“Gerçek şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir.”1831 İnkârcılar, akıl ni’metine rağmen Allah’ı ve O’nun gönderdiği gerekleri anlamıyorlarsa, akletmiyorlarsa; gerçekleri duyamıyorsa ve hakikatler yerine birtakım saçma sapan sözler konuşuyorlarsa, onlar sağır ve dilsizdirler. Kur’an,
1828] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 38-40
1829] 2/Bakara, 164
1830] 2/Bakara, 171
1831] 8/Enfâl, 22
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlığa lâyık olmayan böyle özellik taşıyan kimseleri hayvanlar safında görmüş ve onlardan, yeryüzünde debelenen hayvan diye, hem de o hayvanların en kötüsü olarak söz etmiştir. Aklını kullanmayıp da inkâr, isyan ve sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur.1832 Cehennem azâbından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen gerçeğe teslim olup Allah’a kulluk yapmaktır. 1833
Akıl, eşyadaki düzeni anlama gücüne sahip olduğu gibi, İlâhî gerçekleri de anlama, sezme, onların üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrâk etme gücüne de sahiptir. Zaten aklın birinci görevi de budur. “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü gemilerin denizde yüzmesinde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, aklını kullanan bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok âyetler/deliller vardır.”1834 Bu âyetlere/delillere bakan akıllı insanlar, onları yaratıp yönlendiren Yüce Kuvvet’i idrâk ederler.
Görüldüğü gibi Kur’an bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor. Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın sırlarını çözerler, varlığın ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Kur’an, mü’minler için bazı hükümleri sıraladıktan sonra; “İşte Allah, size âyetlerini böyle açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz”1835 buyuruyor. Demek ki mü’minler de akıllarını kullanıp Allah’ın koyduğu hüküm ve kanunların hikmetini anlamak ve hükümleri yerine getirmekle görevlidirler.
“... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle kullanabilenler akledip düşünebilir.” 1836
“Bu Kur’an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar bununla uyarılsınlar, O’nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar.” 1837
“... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir.” 1838
“Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde ‘hayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız’ derler. İyi ama atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı uyacaksınız?)” 1839
Kur’an, insanları akıllarını kullanmaya dâvet ederken, direkt veya dolaylı olarak aklın hüccet/delil olduğunu ortaya koyar. Meselâ karşı taraftan aklî delil getirmesini ister: “(Ey Rasûlüm!) onlara de ki, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin
1832] 10/Yûnus, 100
1833] 67/Mülk, 10
1834] 2/Bakara, 164
1835] 2/Bakara, 242
1836] 3/Âl-i İmran, 7
1837] 14/İbrahim, 50
1838] 39/Zümer, 18
1839] 3/Âl-i İmran, 172
AKIL
- 467 -
(ortaya koyun bakalım).”1840 Yaratıcının tek olduğunu ispatlamak için kıyasa başvurmuştur, bu da akıl yürütmenin delil olduğunu gösterir: “Eğer gökte ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve gök ikisi de (bunların nizamları) muhakkak fesâda uğrar, bozulup giderdi.” 1841
Kur’an, akıl üzerinde bu kadar durup aklın önemini vurgulayarak, bazı muharref veya uydurma dinlerin “iman akıldan uzaktır; iman akılla ba�ğdaşmaz; Dine girmek ve anlamak için aklı kapıda bırakıp buraya öyle gireceksiniz; Mü’min olabilmek için aklı bir kenara bırakıp sadece kalpten yararlanmak gerekir” şeklindeki anlayışların yanlışlığını belirtiyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Hiç kimse kendisini hid���������âyete gö-âyet�����e götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” 1842
“Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, âciz insan da nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına) uyup da Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” 1843
Allah, Akledesiniz Diye Âyetlerini Açıklıyor
“Allah ayetlerini sizin için işte böyle iyice açıklıyor ki akledesiniz.” 1844
Ey iman edenler! Allah ayetlerini, ibadetleri, şer’i hükümlerini sizin için işte böyle iyice, apaçık bir şekilde açıklıyor ki aklınızı kullanarak düşünebilesiniz, şer’i hükümlerin hikmetini anlayıp size emrolunanları uygulayasınız.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan âyetlerini size açıklıyor ki, aklınız ersin, akıl ve anlayış sahibi olasınız. Allah’ın hükümlerini güzelce anlayıp lâyıkıyla tatbik edesiniz de “ölüm” denince, akıllarını kaçıranlar gibi olmayasınız. 1845
Seyyid Kutub diyor ki: “Böylece”... Yani “İncelediğimiz bu bükümleri açıklayışı gibi”. Bu hükümlerdeki açıklayış kesin, ayrıntılı, düşündürücü ve etkileyicidir. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, bu ayetlerin içinde gizli olan nimeti, onların pratik hayatınızda açığa çıkan rahmetini ve bu ilahî nimeti düşünesiniz... Ayetlerin açık açık anlatılması ve gerekli kolaylığın gösterilmesi nimetini... İnsanı evrensel barışa götüren nimeti...
Eğer insan bu İlâhî sistemi iyi niyetli ve samimi bir şekilde düşünebilme, onu gerçek yerine oturtabilme başarısını gösterebilse, bu nimete karşı tavırları değişir ve netleşirdi. O zaman teslim olup gerçeği kabullenir, itaat eder ve tüm varlıklarıyla barış ortamına girerdi kaçınılmaz olarak.”1846
Kur’ân-ı Kerim’e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
a) Hiçbir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah’ı hakkıyla tanıyıp
1840] 2/Bakara, 111
1841] 21/Enbiyâ, 22
1842] Nak. Müfredat, s. 511
1843] İbn Mâce, Zühd 31, Hadis no: 4260, 2/1423; Tirmizî, Kıyâmet 25
1844] 2/Bakara, 242
1845] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/432-434.
1846] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/10.
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şükretmesi için (düşünme ve bilgiyi yorumlama aracı) kalp ve duyu organları verilmiştir. 1847
b) Allah’tan gafil olanlar, kendi iradeleriyle duyu organlarını ve kalplerini fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir. 1848
c) Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah’a teslim olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler. 1849
d) Aklın merkezi kalp ve duyu organları, yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup yapmadıklarından) sorumludur. 1850
e) Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar edenlerdir. 1851
İslâm’da Aklın Önemi ve Değeri
Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında sorumluluk altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur’an’da akıl kelimesi kırk dokuz yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmaktadır. Kur’an’a göre akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği akıl, birinci anlamdaki akıldır.
Kur’an’da akıl; düşünmek, ibret almak, öğüt almak, hidâyete ermek, cehaletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur’an’da akla vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur’an’ın mânâsının, İslâm’daki emir ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu bulup ona teslim olmak içindir. Kur’an birçok âyetinde insanları düşünmeye, anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer fonksiyonudur.
Allah’a hakkıyla kulluk edebilmek için, Kur’an’ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak, aklı kullanıp Kur’an’ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın görevlerindendir.
İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye, niçin inandığını kavrar. İslâm dini akıl sahibi insanları muhatap alır ve onlara sorumluluk yükler. “Aklı olmayanın dini de yoktur” ifadesini bu anlamda düşünmek gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve yasaklarıyla sorumlu
1847] Bk. 16/Nahl, 78
1848] Bk. 2/Bakara, 7; 16/Nahl, 108
1849] Bk. 7/A’raf, 179
1850] Bk. 17/İsrâ, 36
1851] Bk. 22/Hacc, 46). Yine aynı konuyla ilgili diğer âyetler için Bk. 8/Enfâl,2; 21/Enbiyâ, 45; 10/Yûnus, 31; 32/Secde, 9; 45/Câsiye, 23; 5/Mâide, 83; 2/Bakara, 75; 31/Lokman, 7; 11/Hûd; 20, 23
AKIL
- 469 -
tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir. Meselâ; namaz, oruç, zekât, hac gibi ibâdetleri yerine getirebilmenin ilk şartı âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir. İslâm âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer vermişlerdir.
Akletmek, Aklı Kullanmak
Akletmek gerçek ilim sahibi olanların niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir. “Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama onları âlimlerden başkası akletmez.” 1852
Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki, sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken; araştırıcı aklı övmektedir. İslâm taklidçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü taklidçilik, Allah’ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak, başkalarına körü körüne uymaktır.
Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını akıl bulmak zorundadır. O’nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre yaşamaktır. Akıl Allah’ı bulmanın yanında O’na şükretmeyi de bilecektir. Aklı ile Allah’ı bulan ve O’na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah’ı bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip olmayanlar, yani Allah’ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş, kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir. “Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp tutuyorlar.”1853; “Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?”1854; “Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler.”1855; “Allah, bilmeyenlerin kalplerini işte böyle mühürler.” 1856
Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir; kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir. “Allah katında hayvanların en şerlisi, akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”1857; “Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler.”1858; “...Bunlardan bir grup vardı, Allah’ın Kelâmı’nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif ederlerdi.” 1859
Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi kullanamayanlar şunlardır:
1852] 29/Ankebût, 43
1853] 43/Zuhruf, 20
1854] 45/Câsiye, 23
1855] 9/Tevbe, 93
1856] 30/Rûm, 59
1857] 8/Enfâl, 22
1858] 2/Bakara, 171
1859] 2/Bakara, 75
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• Akıl - bâliğ olmayan küçük çocuklar.
• Akıl bakımından reşid olmayan zekâ özürlüler.
• Aklını yitirmiş olan deliler.
• Aklını kullanmak istemeyip körü körüne başkalarını taklit edenler.
• Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi yerine onların düşünmesini yeterli görenler.
• Kâfir ve müşrikler.
Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu
İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak, zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir. Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme, ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.
Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul eden sorulardır. İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile İlâhî hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek Kur’an’daki âyetleri anlamak ve Allah’a ulaşmaktır.
İnsanın tabiatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan bugünkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi, denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz gibi hastalıkların tedavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları, deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar vs. aklın gücünü gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti. İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Akıl, bunca önemine rağmen; vehim, hayal, kişisel çıkar, hevâ ü heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine açıktır. Onu bu olumsuz güçlerin tesirinden ancak vahiy kurtarabilir. Bir de şeytanın vesvesesi, kötü amelleri süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren tutkular, tiryâkilikler, fanatiklikler, içki, uyuşturucu gibi aklı gideren hususlar, İslâm dışı düzen ve çevrelerin aklı çelen, onu yanlış istikametlere yönlendiren, çarpıtan, sadece dünya ile ve basit çıkarlarla meşgul edip sınırlandıran durumlar hesaba katılırsa, selîm (sağlıklı)
AKIL
- 471 -
aklın ve fıtratın korunmasının zorluğu ve böyle bir aklın ne derece doğruyu bulup teslim olacağı değerlendirilmelidir.
Akıl yürütmenin, düşüncelerin insanı yanılttığı da olur. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın his ve duyu organları da hata yapabilir. Meselâ, fenle, psikoloji ile ilgili eserlerde görme duyusu için bir sürü hata sayılır. Göz yanılmaları gibi hususların önemli bir bölümü, aslında aklın yanılmasıdır. Akla gelince, çoğu zaman insan, deliller getirerek bir sonuca vardığı halde, bir anda delillerin tamamen yanlış olduğunu gördüğü olur. Bu gerçeğe rağmen, safsatacıların dışında hiç bir düşünür, hiç bir akıllı, yanılma payından dolayı aklı terk etmeyi tavsiye etmeye kalkmamıştır. Ama, hataların neyle ve nasıl düzeltileceği konusunda da ittifak edemediklerini görmekteyiz.
Kur’ân-ı Kerim, aklın hataları için birçok sebep ve kaynak zikretmiştir. Bunlardan birisi, insanın, yakîn yerine zanna itibar etmesidir. “Yakîn”, şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi, doğru ve kuvvetle bilme demektir. “Zan” ise, sanma, tahmin etme, ihtimale göre hükmetme, şüphe ve tereddüt demektir. Yani, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bir şeyi doğru saymak, acele ve peşin yargılara saplanmak, kalabalıklara ve geleneklere/ataların yoluna körü körüne uymak aklı saptıran zan yollarıdır. “Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.”1860 İnsan, her zaman için her meselede yakîne tâbi olup zannı yakîn yerine kabul etmemeye dikkat ederse, yanlışlığa da düşmez. Her zaman ve her konuda yakîne ulaşamayabilir, zan ve ihtimale zorunlu olarak uyabiliriz. Ama, zannı ve ihtimali kendi yerinde kabul etmeli, bunları yakîn/kesin doğrular olarak sunmamalıyız. Kur’an, bu konu üzerinde titizlikle durmaktadır. Kitabımız, insanın en büyük fikrî uçurumunun yakîne/kesin gerçeğe varmadan zan ve ihtimal peşine düşülmesi olduğunu belirtiyor. Rasûl-i Ekrem’e ve dolayısıyla tüm mü’minlere hitaben şöyle buyuruyor: “Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz ve ancak yalan konuşurlar.”1861 Ve şöyle emredilir: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın (hakikatine varamadığın) şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” 1862
Aklı ve düşünceyi çeldirip fikirde hataya sebep olan ikinci mesele, taklittir. Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu olan bir şeydir. Çoğu insanlar, kalabalıklara uyar ve toplumun inandığı şeye inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse, onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar. O yüzden yıkılması gereken putlar içinde, toplum ve gelenek putu, ataların yolunu kutsallaştırma putu büyük putlardır. Kur’an, bütün insanlara şöyle der: Bir deliliniz olmadan geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine; her şeyi akıl ve vahiy terazisiyle ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle anlayın. Geçmişte nice davranış ve fikirler vardır ki, yanlış oldukları halde halk onları kabul etmiş veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden onları reddetmiştir.
Kur’an, geçmişlere (soya, atalara) tâbi olmayı akla ters düşen bir husus olarak zikreder: “Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman
1860] 10/Yûnus, 36; Yine Bk. 6/En’am, 116; 45/Câsiye, 24
1861] 6/En’am, 116
1862] 17/İsrâ, 36
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlar, ‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış (şuursuz), doğruyu da bulamamış idiyseler? (Onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)”1863 Bu âyetten anlıyoruz ki, bir düşünce ve davranışın eskiliği, onun ne doğruluğunu gösterir, ne de yanlışlığını. Eskiden beri doğru kabul edilen ve âdet halinde yaşan hususların, eski ve köklü olması onun doğruluğuna delil olamayacağı gibi, her eskinin de yanlış olması gerekmez. Eskimek, maddî şeylerde olabilir; fakat evrenin gerçekleri, üzerinden zaman geçmekle eskiyip yıpranmaz.
Meselâ, “Bir toplum, kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez.”1864 Bu âyette açıklanan hakikat, ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını olduğu gibi korur. Kur’an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı, başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin gerçeğine varması gerekir. Toplumun istediğini yapmak, çağa veya geçmişlere uyup onları körü körüne taklit etmek gibi Kur’an’ın şiddetle kınadığı bu konuyu, fıkıhtaki bir mezhebi ve müctehidleri taklit ile birbirine karıştırmamalıyız. Çünkü bu fıkıh dalında uzman olanlara müracaat etmek anlamındadır ve yukarıda değindiğimiz meseleler ile hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine âlimlere danışmak Kur’an’ın emridir: “Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline, bilenlere sorun.” 1865
İnsanın aklını çelip hataya sürükleyen önemli sebeplerden biri de Kur’an’a göre hevâ ü hevese ve nefsânî isteklere uyup garaz üzerinden meselelere bakmaktır. “Hevesler geldi mi, gönül kararır; perdeler çekilip gözler kapanır.” İnsan, hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe doğru düşünemez. Yani akıl, nefsânî isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm verebilir ancak. Kur’an, hevâ ve hevese uymanın fikrî kaymaları doğuracağını birçok yerde belirtmiştir. Bunlardan biri şu âyettir: “Bu putlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.” 1866
Akılların derecelerindeki değişiklik, eksikliklerinden ileri gelir. Yoksa esas itibariyle akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur, sırât-ı müstakim olan Allah’ın vahiyle bildirdiği, Rasûlleriyle gösterdiği/hidâyet ettiği İslâm’dır.
Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin mahiyetini, melekleri, âhireti, Allah’ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı ise bu kâinat ile (hatta onun çok küçük bölümü ile) sınırlıdır. Akıl gayba ait meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allah Teâlâ insana böyle bir görev ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri için “bu kesin doğrudur” denemez.
1863] 2/Bakara, 170
1864] 13/Ra’d, 11
1865] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
1866] 53/Necm, 23; Murtaza Mutahhari, Kur’anî Araştırmalar Tûba Y. c. 1, s. 55-70
AKIL
- 473 -
Özetle;
1) Aklın, Kur’an’ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2) Aklın, Kur’an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3) Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın sorumluluğudur.
Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlete ve sapıklığa götürür. Aklın bu tür kullanımı, Kur’an’a göre aklı kullanmamaktır, akılsızlıktır. Fakat aklını usûlüne göre ve Kur’an’ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret saâdetine iletir.
Akıl Emniyeti
Önce “akıl nedir?” sualine cevap arayalım. Arapça’da “hayvanı bağlamak ve tutmak” gibi mânâlara gelir.1867 İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi olarak “Bilmek, anlamak, şuurlu olmak” gibi mânâlar ifade eder.1868 Çoğulu “ukûl”dür. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, “beyin” denilen organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Hâlbuki İslâm uleması aklı: “Kalpte bulunan, hak ve bâtılı ayırt etmede vasıta olan nurdur” şeklinde tarif etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır: “Andolsun ki, biz cin ve ins’ten bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler. Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler. Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” 1869
Bu âyet-i kerimede geçen yefkârûne biha ibaresi, kalple alâkalıdır. Yefkârûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir. “Fıkıh” kelimesi de aynı mânâdadır.1870 Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla idrâk edemediklerini esas alan İslâm ûleması “akıl kalpte bulunan bir nurdur” tarifini esas almıştır. İnsanın mükellef olması, aklî melekelerinin sıhhatli olmasıyla yakından alâkalıdır.1871
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler... İçki, kumar, (tapmaya muhsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz” 1872 buyurulmuştur.
1867] İbn-i Manzur, Lisânu’l Arab, c. XI, sh. 458.
1868] Geniş Bilgi için bkz.: İbn-i Haldûn, Şifaü’s Sail li Tezbihi’l Mesail, Ist.1957, Prof. M. Tanci neşri, sh. ıs-24.
1869] 7/A’râf, 179
1870] Mehmed Vehbi Efendi, Hülasatü’I Beyan fi Tefsirû’l Kur’ân, İst.1968, c. V, sh.1808.
1871] Geniş bilgi için bkz.: Sava Paşa, İslâm Hukuk ve Nazariyatı Hakkında bir Etüd, Ank.1956, c. Il, sh. 319-350. Ehliyeti tenkis ve mes’uliyeti tahfıf eden haller izah edilirken cinnet, hafıza zaafı, küçüklük [çocukluk] ve ateh [bunama] üzerinde durulur. Aynca sekr hâli izah edilir. Bunların tamamı akılla ilgilidir.
1872] 5/Mâide, 90
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İmam-ı Gazzalî: “Hadd-i Şürb (içki cezası) insanların aklî melekelerini muhafaza içindir. İlâhî teklife muhatab olan akıl, ancak bununla muhafaza edilebilir”1873 hükmünü zikreder. Kumar’ın, tapmaya mahsus dikili taşların (Tâğutların heykeli vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın aklî melekelerini tahrip ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe vesvese verdiği, haber-i sâdık’la sabittir. Âyet-i kerimede bunların tamamı, şeytana has ameller olarak nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur olduğuna göre, şeytan bu vasıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.
Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi fiillerin haram kılınması da, akıl emniyetiyle yakından alâlakalıdır.1874 Bu noktada biraz kehânet üzerinde durmakta fayda vardır. Kehanet, kâinatın geleceğine ait haber vermek ve esrarı (gizli sırları) bazı vasıtalarla bildiğini iddia etmektir.
İdeolojik sistemlerin tamamı, gaibten haber verme, geleceğe hükmetme ve istatistiklere dayanarak gizli sırları çözmeye çok önem verirler. Son yıllarda “Masum imam ve her sırra vâkıf mahfuz şeyh” teorileri de, ümmet arasında yayılma temayülü göstermektedir. Bütün bunlar “akıl emniyetine” vurulan darbelerdir. Ayrıca filozofların ve ideologların “aklı putlaştırdığı” gerçeğini dikkate alarak, sırf onlara muhalefet niyetiyle, aklın fonksiyonlarını iptal eden mü’minlere de rastlanmaktadır. Unutmayalım ki “ifrat” ve “tefrit”; akıl emniyetine vurulmuş en büyük kelepçedir. Unutmayalım ki, akıl zaruri bir vasıtadır. Ancak yeterli değildir; vahye daima muhtaçtır.1875
İnsan Hakları ve Özellikle Akıl Emniyeti Bağlamında İslâm-Câhiliye Karşılaştırması
Hiç bir düzende (bâtıl dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:
a- Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b- Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.
c- Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü ârızalardan koruyucu tedbirler alır.
d- Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını, sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm, gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e- Mal emniyeti: İslâm, malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve
1873] İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa min İlmu’I-Usûl, Beyrut,1937, c.I, sh.287 vd.
1874] Fukaha “Haram olan ilimleri”tasnif ederken, felsefe üzerinde hassasiyetle durnıuştur. İmam-ı Gazzalî el Munkız isimli meşhur eserinde, felsefenin mahiyetini ve filozofların küfrünü isbata gayret etmiştir. İbn-i Abidin, Reddü’I-Muhtar isimli eserinde (İst. 1982, c. I, sh. 43 vd.) bu konu üzerinde durur. Haram olan tefekkür değildir. Tevhidi reddedip, insanlar üzerine hüküm koymak suretiyle, sistem kurmaya çalışmak ve kat’i nassların zıddını isbat için demogaji yapmaktır. Günümüzdeki ideologların yaptıklan da budur. Tefekkür ile karıştırılmamalıdır.
1875] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 42-44
AKIL
- 475 -
imkânını tanır.
Yani İslâm, her insanın onurunu, nâmusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır. İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, ceza anlayışı... eşitliği ispat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Ama eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. İslâm, kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülüp zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
Evrensel prensipler getiren İslâm, toplumda din ayrılığı gözetmeksizin din, akıl, mal, can ve nesli korumaya yönelik hükümler getirmiş ve bunları korumak için çok ciddi tedbirler almıştır. Din; akide esaslarına inanmak ve amelî hükümlerini günlük hayatta uygulamak sûretiyle korunur. Akıl; sarhoş edici içkilerden sakınmak ve ruh sağlığına dikkat etmekle; can, kısas hükümlerinin uygulanmasıyla; nesil ise, zinâdan sakınmakla koruma altına alınır. Mal ise, topluma Allah korkusuna dayalı bir eğitim vermek, zekât ve infak gibi sosyal adâleti uygulamak ve hırsızlık gibi suçlara caydırıcı cezalar vermekle korunur.
İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek ve güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine giren mü’min, içinde yaşadığı toplumda da güvenilen, kendisinin sahip olduğu her şeyi emanet olarak kabul eden ve hiçbir emanete asla ihanet etmeyen kimsedir, öyle olmalıdır. İslâm, her şeyden önce, kendi bağlılarını, her konuda ve her konumda Allah’tan korkan, O’na vereceği hesaba hazırlanan, sahip olduğu nimetlere sınav bilinciyle bakan ve o nimetleri başkalarıyla paylaşmaya çalışan inançla eğitir.
İslâm’ın dışındaki rejimler anlamında câhiliye ise; insan hakları, hümanizm, özgürlük gibi içini boşalttığı sloganlar altında insana çeşitli yönlerden zulmetmekte, bireysel ve sosyal adalete ters uygulamalarla yeryüzünde fesat üretmektedir. İslâm’ın yaşanmadığı, câhiliyyenin hâkim olduğu yerlerde ise emniyet/güven yoktur! Bugün insanlık câhiliye egemenliğinde böylesine haksızlık ve adâletsizliği küresel biçimde yaşamaktadır.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Çünkü bizim dinimiz, sonucuna katlanmak kaydıyla her insana istediği dini seçme ve o dine göre yaşama özgürlüğü vermiştir.
Bu topraklarda çocukların ve yetişkinlerin Kur’an ve Sünnet istikametinde özgürce eğitim göreceği ve hiçbir puta, şirke, câhiliye uygulamalarına, hakla bâtılın karıştırıldığı bilgi kirliliğine bulaştırılmadan ilim ve terbiye alacağı kurumlara izin verilmemektedir. Bu konu, aynı zamanda “nesil emniyeti” konusunun sınırlarına da girmektedir.
Akıl ve beden sağlığını gideren her çeşit içkiyi ve insanlar arasında düşmanlığı, kini sokan, Allah’ı zikirden ve namazdan alıkoyan her çeşit kumar ve gayr-ı meşrû eğlenceyi yasaklayan Rabbimize hamd ve şükürler olsun! Pragmatist ve kapitalist tuzaklara düşmeyerek helâl yol dışına taşmadan geçimini temin eden ve kazandığı paraları resmî ve gayr-ı resmî kumar masalarında ve içki kadehlerinde tüketmeyen, beden ve ruh sağlığını koruyan, imanını çaldırmayan Müslümanlar, dünyada huzura âhirette sonsuz ödüle aday insanlardır.
Akıl Hastalığı
Düşünme, anlama, idrâk etme; karar verme ve tedbir alma yeteneklerindeki eksikliğe akıl hastalığı denir.
İslâm’da kişinin yaptığından sorumlu tutulması, akıllı olmasına bağlanmıştır. Çünkü emir ve yasakların muhâtabı akıl sahibi kişilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de akıldan söz eden pek çok ayet vardır. Meselâ:
“Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz.”1876
“Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 1877
“Ey kitap ehli, neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz?” 1878
Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında, iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl hastalıkları temyiz kudretini devamlı sûrette kaldırırken, bazı hastalıkların temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve tasarruflardan sorumludur. Meselâ, sar’alıların iki sar’a nöbeti arasındaki zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz kudretine sahiptirler.
Akıl hastalığı yirmi dört saatten fazla sürerse namaz; Ramazan ayı süresinde devam ederse oruç; bir yıl geçerse hac ibâdetlerinden sorumluluk kalkar.
1876] 2/Bakara, 179
1877] 2/Bakara, 44
1878] 3/Âl-i İmrân, 65
AKIL
- 477 -
İyileşince bunları kaza etmek gerekmez. Zengin olarak bir yıl geçince de o yılın zekâtı düşer. Ancak Hanefiler dışındaki fâkihlere göre ise zekât, mâlî bir vergi sayılır ve velîsi bunu akıl hastasının malından verir.1879
Akıl hastaları mal telefinden şahsen değilse de mâlen sorumludurlar. Meydana getirdikleri zarar, mallarından tazmin edilir. Suç işlemeleri halinde bedenî ceza uygulanmaz.1880
Aklî Delil
Delîl; “Mürşid, rehber, kılavuz” anlamlarına gelir. Istılahta ise, “bilinmeyen şeylerin bilinmesini mümkün kılan şeydir.” Veya “kendisine iyice bakarak ve düşünerek, istenilene götüren şeydir.”1881
Delîl, bize rehberlik eder ve bir şeyin doğru veya yanlış oluşu hakkında bizi bilgi sahibi ederek yol gösterir. Olumlu veya olumsuz, hüküm vermemizi sağlar. Delille öğrenilen ve doğruluğu kanıtlanan şeye “medlûl” denir.
Delîller bir bakıma, aklî ve naklî (sem’î) olmak üzere ikiye ayrılır. “Vahye ve işitmeye dayanan delîle” naklî delîl denir. Naklî delile dînî delîl de denmektedir. Kur’an ve hadislerin bildirdikleri, naklî delillere dâhildir. Aklî delil ise; “mukaddimeleri (önermeleri), akla dayanan delildir. Aklî ve naklî deliller, kat’î ve zannî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Kesin olarak medlûlü isbât eden aklî delile burhan (ve huccet) denir. Önermeleri kesin olmayan aklî delile de hatâbe adı verilir.
Burhan; zekî ve kültürlü insanların, inceliklerini anlayıp yararlanabilecekleri delîl çeşididir. Meselâ: “Âlem değişkendir, her değişken hâdistir (sonradandır)” delîli, bir burhandır. Cahil ve kültürsüz insanlar burhanı anlamaz. Burhan, münâkaşa ve münâzaralarda geçerliliği olan bir delildir.
Hatâbî deliller ise, kafası olumsuz fikirlerle şartlanmamış kimseleri ikna edebilen delillerdir. “Bir yerde iki yönetici olmaz” ifadesi bir hatâbî delîl sayılır. Bu tür delillerin mukaddimeleri, genellikle doğruluğu kabul edilmiş ifâdelerdir.
Yakîniyyât
Kesinlik ifade eden aklî delillere yakîniyyât denir ki, bunların altı türü vardır:
1) Bedîhiyyât: Aklın, bir delîle ihtiyaç duymadan, apaçık bir şekilde hemen biliverdiği bilgilerdir. Bunlara evveliyât da denir. “Bir, ikinin yarısıdır”, “Bütün, parçasından büyüktür” gibi.
2) Müşâhedât: Aklın duyu organlarıyla verdiği hükümlerdir. “Güneş, aydınlatıcıdır”, “ateş, yakıcıdır” gibi. Bunlara, hissiyât ve mahsûsât da denir.
3) Fıtriyyât: Aklın, basit bir kıyâsla vardığı hükümdür. “Dört sayısı, çifttir“gibi. Bunlar, kıyâsları beraberlerinde bulunan hükümlerdir.
4) Mücerrebât: Aklın, müşâhedelerin tekrarı sonucunda verdiği hükümdür. “Hint yağı ishâl edicidir“gibi.
1879] el-Kâsânî, Bedâyetu’s-Sanâyi’, V/155.
1880] Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/85-86.
1881] el-Cüveynî, el İrşâd, Mısır, 1369/1950, 8; el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, İstanbul 1253, 61, et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-fünûn, İstanbul 1984, I, 492.
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5) Mütevâtirât: Aklın, mütevâtir haberlere dayanarak verdiği hükümdür. “Mekke Hz. Peygamber’in doğum yeridir.“gibi.
6) Hadsiyyât (sezgiler): Aklın, mukaddimelerden süratle neticeye ulaşmasıyla varılan hükümdür. “Ay, ışığını güneşten alır” gibi. Bunlar, zarûrî ilim ifade ederler.1882
Zanniyât:
Kesinlik ifade etmeyen aklî delîllere de zanniyyât denir. Bunların da altı çeşidi vardır:
1) Müsellemât: İlmî münâkaşada karşı tarafın kabul ettiği hükümlerdir. Peygamberimizin mîrâcını inkâr eden hıristiyana karşı Hz. İsâ’nın mîrâcını delil getirmek gibi.
2) Meşhûrât: İnsanların hepsinin veya büyük çoğunluğunun kabul ettiği hükümlerdir. “Adalet güzeldir. Zulüm çirkindir” gibi.
3) Makbûlât: Yalan söylemeyeceğine dair kendilerine hüsn-i zan beslenilen büyük âlimlerin ve sâlih insanların sözleri bu kategoriye dâhildir.
4) Karînelerle hüküm vermek: Yoğun bulut görüp yağmurun yağacağını söylemek gibi.
5) Muhayyelât: Psikolojik olarak arzu uyandırmak veya nefret ettirmek için tahayyül edilen hükümlerdir. “Bal, iğrenç bir kusmuktur”, “Şarap, akıcı bir yâkuttur” gibi.
6) Vehmiyyât: Duyular âleminin ötesinde kalan hususlar için, duyulan âlemle kıyas edilerek verilen hükümlerdir. “Kâinâtın ötesi sonsuz bir fezâdır”, “Var olan her şey görülebilir” gibi.
Bu tür delîller, insanı kesin bilgi edinmeye götürmeyen aklî deliller olduğundan zannî deliller adını almışlardır.1883
Akıl - Vahiy İlişkisi
“Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez.” 1884
“Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.” 1885
İnsanlık tarihi, düşünsel ihtilaflar ve sosyal çatışmalarla var olagelmiştir; İnsanlar, kendilerine bahşedilen nimetler karşısında ya şükredici olmuşlardır, ya da nankör.1886 Vahye kulak vermeyen ve gereğince aklını kullanmayanların kötü
1882] Sâdeddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, Mısır (t.y.), I, 232-235; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul 1988, 71. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/91.
1883] el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h., 76; et-Tehânevi, Keşşâf, II, 939; Bekir Topaloğlu, a.g.e., 75. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/91.
1884] 8/Enfâl, 53
1885] 17/İsrâ, 30
1886] 76/İnsan, 3
AKIL
- 479 -
âkıbeti,1887 daha hayat sahnesinde iken kendini hissettirmeye başlar. Ve yaratıcımızın bahşettiği nimetlere gösterilen nankörlük, sosyal ve düşünsel sahadaki düşkünlüğün ve bunalımın başlıca nedenini oluşturur. 1888
Dikkatlerimizi Rabbimizin bahşettiği nimetlere yönelttiğimizde, şu üç imkânla karşı karşıya bulunuruz: Birincisi; insan için kullanıma açık ve zenginliklerle donatılmış, yaratılmış olan evren, ikincisi; programlanmış olanın dışında seçme, karar verme, üretme gibi kabiliyetleri ifade eden ve insanın en önemli ayrıcalığını oluşturan akıl. Üçüncüsü ise; bu iki nimetin uyumlu ve yaratılış amaçlarına uygun şekilde kullanımı için, yaratıcımız olan Rabbimizin, yaratılmış olan biz insanlara elçi aracılığıyla gönderdiği vahiy. Kur’ân’ın birçok âyeti de, dikkatleri mükerreren evren, akıl ve vahiy nimetlerinin önemi ve değeri üzerine yönlendirmektedir; önemli olan bu nimetlerin kıymetini bilmek ve gereği gibi değerlendirebilmektir.
Kur’an, ihtiyarımıza/tercihimize bırakılan alanda, yaratılış amacımıza uygun olan yolu göstermek ve hayatın uyumunu sağlamak gayesiyle, son rasul Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyedilmiş İlâhî bir bildirimdir. Vahyin amacı; insanla kendi nefsi, insanla yaratıcısı ve insanla evren arasında kurulacak doğru ilişkiyi göstermektir. Bu ilişkinin hakikatini, yaratılmış olan evrenle sınırlı olan insan aklı, yeterince aydınlatamaz. Bu ilişkinin hakikatini ancak gaybın mutlak bilgisine sahip olan1889 yaratıcımızın haberi aydınlığa kavuşturabilir. Hele idrâk alanı dışında bulunan yaratıcının ve gaybî olanın mâhiyeti hakkında, insan aklının veya sezgi gücünün hakikati kavrama imkânına ulaşması asla mümkün değildir.1890 Var olan şeyin (vâkıa) zâtı veya mâhiyeti hakkında bilgi sahibi olmanın ilk adımı, o şeyin idrâk alanında bulunması veya o şey hakkında kesin bilgi edinilmesidir. Bilinmelidir ki, kişilerin zanlarına veya vehimlerine göre oluşan ölçülerle hayat yolu ve yaratılışın hakikati belirlenemez.
Kur’an’da, insan düşüncesinin nesnesi üzerinde durulmuş, dikkatler yaratılmış olan evrene, insanın tarihî serüvenine ve vahyî bildirime yöneltilmiştir. Yani insan bilgisinin sınırı; varlığın zatı, eseri ve gaybın bilgisini getiren vahiy ile belirlenmiştir. Özellikle gayb konusunda, vahyin bildirimini yeterli bir nimet olarak kabul etmeyip, gayba taş atmaya kalkışan farklı aklî uğraşıların veya farklı keşf çabalarının haddini bilmezliği, düşünsel ve sosyal alandaki düşkünlüğün ve bunalımın başlıca nedenini oluşturur.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyedilen Kur’an, gereğince kavranıp, “inanç” kaynağı haline getirildikten sonra, Kur’an vahyinin işaretleriyle akletmek, ona ve onun ölçülerine bağlanmak, asıl haline gelir. Böylece eylemlerimize kılavuzluk yapan düşüncenin ölçüsü, Kur’an nasslarıyla belirlenmeye başlar. Yaratılış amacımızın, Rabbimizin bize verdiği nimetleri elimizde tutabilmek ve onları gereğince değerlendirip hayat sınavını kazanmak olduğunu bütün müslümanlar bilmektedir. Ve bu imkânı da, Kur’an’ın muhkem hükümleri açık, anlaşılır ve te’vile fırsat bırakmayacak bir tarzda bizlere göstermektedir.
Ama “inanç”, Kur’an’ın getirdiği ölçülerle yeterince donanmamış ve câhilî
1887] 67/Mülk, 10
1888] 8/Enfâl, 53
1889] 6/En’âm, 59
1890] 27/Neml, 65
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kültürün izlerinden yeterince arınmamışsa, insan düşüncesi vâkıalardan uzaklaşıp, vehim ve kuruntuların tutsağı olmaya başlar. Bâtınî ve zannî vesveseler, insanı muhkem olanın karşısında köreltir, iman, vâkıasız tartışmaların ve kuruntuların eşiğinde eylemsiz bir kabul haline dönüşürken veya düşünce-eylem ilişkisindeki tevhidî zindeliği yitirirken, bozgunculuk (ifsad) çukuruna meyletmeye ve Rabbimizin bahşettiği nimetleri yitirmeye başlar.
Genel olarak müslümanların yeryüzündeki bugünkü aczi, kendilerine verilen nimeti gereğince değerlendirememeleri ve tarihî süreç içinde yitirmelerindendir. Kur’an, eller üzerinde tutulmuş, ama mesajına ve getirdiği ölçüye bağlılık yitirilmiştir. Rasulullah’ın (s.a.s.) ümmeti, Kur’an’ı terkedilmiş halde bırakmışlardır.1891 Kur’an ile olması gereken canlı ilişki terkedildiği oranda, Kur’an’ın yanında bazı yorumlar ve bazı maddî veya ruhçu değerler asıllaştırılmaya başlanmıştır.
Öncelikle câhilî anlayışlardan arınamamış unsurlar, toplum ve düşünce sahasındaki tevhidî çizgiyi zedelemeye başlamışlardır. Toplum ve düşünce hayatındaki çalkantılar, buna bağlı olarak kendini göstermeye başlamıştır.
İlkin, Kur’an’ın hayatla kurulması gereken ilişkisini gerçekleştirecek olan aklın, kültürel yorumların çeşitliliği içinde donuklaşıp, taklit tembelliğine yakalanması, Kur’an ile insan ve evren arasındaki bağı köreltti. Bu körlük içinde Kur’anî yorumlar, zamanla nasslaşmaya başladı. Özellikle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Kur’an çerçevesinde ortaya koyduğu uygulamanın Kur’an’a nisbeti unutulur oldu. Ve Rasulullah’tan (s.a.s.) gelen veya geldiği rivayet edilen haberlerden, Kur’an’a nisbetleri oranında yararlanılacağına, mütevâtir olmayan bu rivâyetler Kur’an’a eş değerde tutulmaya başlandı. Bu taklitçi tutum, zamanla kurumlaştı ve klikleşti; sahabe ve tabiûn’a ait yorumları da dinin aslî kaynağı içine katarak daha ileriki dönemlerde özel bir tutum/din anlayışı oluşturdu. Ve maalesef bu ekol, toplumda ve yönetimde yaygınlaşan zulüm ve bozulma karşısında, tevhid ve adaletin yeniden ikamesi için Kur’an merkezli düşünce ve mücadele çabası içinde olan çalışmalara rey ehli, bid’at ehli, kuru akılcı gibi suçlamalarla saldırmaya başladı. Bu hüzün verici tabloyu, yorum kültürü karşısında -ictihadî yanlışları bir tarafa- Kur’an’ı mutlak belirleyici olarak alan imam Ebu Hanife’yi ve anlayışını tasfiye etmek için devrin yöneticilerinin ve en önemlisi “hadis ehli”nin yönelttiği basit ve çarpık ithamların bilgisinden kalkarak zihnimizde canlandırabiliriz.
Daha sonra dar ve şekilci anlayışların taassubundan arınabilmek telaşının tepkiselliği veya Kur’an’daki gaybî inanç meselelerini dogmatik bulan gayr-i müslimlere, bu inançları aklî olarak ispat edebilme işgüzarlığı gibi çabalarla, aklın kullanım ölçüleri aşıldı. Vâkıanın zâtı, eseri veya kesin bilgisi etrafında kullanılması gereken akıl gücü, çoğu kez sınırsız bir özgürlük istemi ve Kur’ânî ölçülerin unutulduğu fevrîliklerle bilinemeyenler veya bildirilmeyenler üzerine üretilen vehimlerle israf edildi. Aklı kullanma çabası, giderek vâkıasız ve ölçüsüz gevezeliklerle aklı mutlaklaştırma yanlışına dönüştü. Felsefe ve Kelâm çalışmaları, vahyin Kur’an ile sınırladığı gaybî alanı kurcalamaya başladı. Hayatın içinde aklı kullanma zindeliğinin sağlayacağı dirilik, soyut ve vâkıasız tartışmalar dehlizinde gaybî bilgi sınırını aşmaya kalkışarak boğulup gitti.
1891] 25/Furkan, 30
AKIL
- 481 -
Öte yandan, beşerî yorumların şekilciliğe ve aklî çabanın akılcılığa dönüşmesi olayına tepki gösterenlerin muhtaç oldukları çözümü; Kur’an’ın açık, anlaşılır ve muhkem nassları içinde arayacaklarına, evrenin hakikatini, gayb âleminin bilgisini ve Kur’an’ın bâtinî yanını keşf ve ilham yoluyla kavrama iddiasında bulunmaları, durumu hepten bir karmaşa içine sürükledi.
Nakilci, akılcı ve ruhçu kültürlerin oluşturduğu mozaik içinde Kur’an’ın rolü, artık belirleyici unsurlardan sadece önemli biri haline indirgenmişti.
Bu düşünsel çalkantılar içinde gündeme gelen “akıl-nakil” tartışmaları ise, tarafların birbirlerinin tezlerini eleştirdikleri bir alan oluşturmuştur. Akıl-nakil tartışmaları aynı zamanda tarafların, kendi zaaflarını da ifade ettikleri bir boyut kazanmıştır. Bir yanda Kur’an’ın kesin haberi, kulların yorumlarına dayanan bilgilerle aynılaştırılarak bulandırılmış oluyor, diğer yandan da aklın gücü müstağnîleştiriliyordu. Bu kargaşada nakilcilerin çoğu, aklın kullanımını eleştirirken, felsefecilerin ve kelâmcıların çoğu da nakli, arka plana itiyorlardı. Tasavvufî çabaların aklı da nakli de aşan taşkınlığı, herhalde en büyük ölçüsüzlüğü oluşturuyordu.
Asıl sorun, aklın ve naklin değerlendirilmesinde Kur’an’ın belirleyiciliğinin unutulmuşluğu idi. İnsan fıtratı, yaratıcısını tanıyabilme1892 ve Allah’ı birleme1893 kabiliyeti ile yaratılmıştır. Ve ona düşünebilme istidadı verilmiştir.1894 Fakat insan, sahip olduğu bu meziyetlerine rağmen, yaratılışın amacı ve doğru hayat hattı hakkında İlâhî vahiyle tanışıncaya kadar üzerindeki şaşkınlığı da atamaz. Bu konunun en çarpıcı örneğini Hz. Muhammed’in (s.a.s.) risâlet öncesi yaşamında görebiliriz.1895 Bu noktada fıtratın istidatları ve insanın başıboş bırakılmaması1896 çok önemli imtiyazlardır; İnsan, çok hayatî iki imkâna sahiptir. Birincisi, vahyin bildirimi; ikincisi ise, algılama gücü, yani akıl. Kör, sağır, dilsiz ve kalbi/aklı mühürlü olan; bir diğer ifadeyle akletme fonksiyonlarına sahip olamayan canlıya, vahyin telkini hiç bir şey ifade etmez. Kur’an’ın deyişiyle böyle bir canlının hayvandan farklı yanı yoktur.1897 Vahyin bilgisinden mahrum kalan akıl ise, hayatın amacını, gaybî bilginin ölçüsünü, âdil ve haklı bir hayat hattını keşfetme konusunda şaşkınlık içinde kalır.
Akıl ve vahiy, birbirleriyle çelişen değil, birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Çelişik olan aklın vâkıadan kopukluğu, naklin ise bulandırılmışlığıdır. Kıskançlık, hased, kin ve husûmet gibi câhilî duyguları hesaba katmazsak, müslümanların bugünkü düşkünlüğünün ve mahrumluğunun nedeni olarak, yukarıda izah etmeye çalıştığımız olumsuz tutum ve tavırlar sonucunda, vahiy ve akıl nimetinin gereği gibi kıymetini bilememişliğimizi gösterebiliriz.
Kurtuluş yolu, Allah’ın Kitabı ile insan idrâki arasındaki engellerin kaldırılması ve hizmetimize sunulan evrende Kur’anî mesajın sosyalleştirilmesi çabalarıyla kök salacaktır. Tarihî birikimimizi bir kültür zenginliği olarak değerlendirme övüncünün anlamsız objektifliğini bir tarafa bırakıp, müslümanların taşıdığı
1892] 7/A’râf, 172
1893] 30/Rûm, 30
1894] 91/Şems, 8; 33/Ahzâb, 72; 2/Bakara, 31vb.
1895] 93/Duhâ, 7
1896] 75/Kıyâmet, 36
1897] 7/A’râf, 179
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaafların, bu birikimden kaynaklanan unsurlarını, korunmuş olan Kitabımızın nassları rehberliğinde ayıklama ve ıslah etme görevini yüklenmeliyiz. Geleceği hedefleyen muvahhidler için inkılapçı tavır budur.1898
Sefihlik
‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’ sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi kimselere ‘sefih’ denilmektedir.
Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.
Kur’anın Sefih Dedikleri
Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münafıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münafıklar, İslâm’ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.
Münâfıklara “siz de diğer mü’minler gibi iman edin” denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’ derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…İyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”1899 Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden, dolaysiyle İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden yüz çevirirler. 1900
Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen, Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.1901 Allah’ın rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun
1898] Hamza Türkmen, Haksöz Dergisi, sayı 13, Nisan 1992
1899] 2/Bakara, 13
1900] 2/Bakara,130
1901] 2/Bakara, 142
AKIL
- 483 -
sefihlerdir.1902 Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler. Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. 1903
Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir. 1904
Sefih kelimesi olumsuz mânâsıyla kâfir, münafık, müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm’ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat yerine azâbı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları ve bitmez tükenmez azâbı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar, mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir. Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler. Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle, ifsatlarıyla mücadeleye devam ederler. 1905
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir.” 1906
• “İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin.” 1907
• “İdrâk-ı meâlî bu küçük akla gerekmez;
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” 1908
• “Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan dahî,
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-i mekteb ol.” 1909
• Aklı olmayanın dini de yoktur.
1902] 6/En’âm, 140
1903] 7 A’raf/66-67
1904] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282
1905] H. Ece, a.g.e., s. 585-587
1906] 7/A’râf, 155
1907] Hadis-i şerif rivâyeti
1908] Ziya Paşa
1909] Nef’’î
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• En akıllı insan öğüt alan insandır.
• Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin şükrü de düşünüp öğüt almaktır.
• İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve akıl
• İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.
• Akıl, vücudun efendisidir.
• Akıl attır, dizgini ârif ve âlim elinde.
• Akıl ve dirâyetin ak saçlılarınki gibi; ama yüreğin masum çocuk yüreği olsun.
• Akıl için yol birdir.
• Akıl, sağlam bir göz; Kur’an ise ışıkları her köşeye saçılıp yayılan bir güneştir.
• Şeriat ile akıl, nur üstüne nurdur.
• Hurâfeler ve bâtıl inanışlar, zayıf akıllıların dinidir.
• Akıl noksanlığı iki türlü olur: Biri delilikten, öbürü câhillikten.
• Bir akıl iyidir ama, iki akıl daha iyidir.
• Akıl akıldan üstündür.
• Akıl gibi sermaye olmaz.
• Akıl olmayınca başta, ne kuruda biter ne yaşta.
• Akıl tecrübe ile kemâl bulur.
• Akıl vezirdir, gönül padişah.
• Bir akıllının dostluğu, tüm delilerin dostluğundan daha iyidir.
• Ey akıllı! Sakın aklın başına gelince, pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
• Mecnun’la birlikte oturan akıllı, Leylâ’nın yüzünden başka şey konuşmaz.
• Zekî, başkalarını bilendir; kendini bilen ise akıllıdır.
• Akıllı bir kişi, düşmanından da akıl öğrenmeyi ihmal etmez.
• Akıllı olan, başkasının kusurunu görerek kendisininkini düzeltir.
• Aptallar, akıllılardan pek az şey öğrenirler; ama akıllılar, aptallardan çok şey öğrenirler.
• Akıllı olan aklıyla mağrur değil; meşgul olur.
• Akıllıya “ben” yakışmaz.
• Yalnız akıllı olmayı istemek, büyük bir deliliktir.
• İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek yerde susmak, susacak yerde söylemek.
AKIL
- 485 -
• Aklı kıt olan dilini tutamaz.
• Akıllının uzun kulakları, kısa dili vardır.
• Akıllı söylemeden düşünür, akılsız düşünmeden söyler.
• Akıl yeryüzünden kalksa bile, hiç bir kimse akılsız olduğuna inanmaz.
• Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını beğenmiş almış.
• Deliler ve akıllı insanlar zararsızdır. En tehlikeli insanlar, yarı deliler ve yarı akıllılardır.
• Akıllı düşman, akılsız dosttan yeğdir.
• Akıllı iki kere aldanmaz.
• Akıllı neyler balı, akılsız neyler malı.
• Hayatta başarılı olmak için akılsız görünmeli, ama akıllı olmalıyız.
• Akıllı görünmeye çalışmak, olduğundan daha akılsız görünmekten başka işe yaramaz.
• Bir soru soran adamın sorusundan, onun ne derece akıllı olduğu anlaşılır.
• Olabilirsen başkalarından daha akıllı ol; fakat onlara daha akıllı olduğunu söyleme!
• İnsanlar, akıllılar arasında deli; deliler arasında akıllı olmasını bilmeli.
• Akıllı olmak da bir şey değil; önemli olan o aklı yerinde kullanmaktır.
• Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir.
• Aklı bol olan, zamanın kıtlığından zarar görmez.
• Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri olmadan diğerini kabul etmez.
• Aklına çok güvenen, akıl seviyesini aşamadığı için, vahy ve ilhamdan mahrum kalır.
• Doğru işlemeyen akıl, keskinmiş neye yarar? Saatin iyiliği koşmasında değil; doğru gitmesindedir.
• İman, kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl sayesinde de düşünülen ve idrâk edilen bir gerçektir.
• Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek), bir gece nâfile ibâdet etmekten daha hayırlıdır.
• Delinin yüreği ağzındadır; akıllının dili yüreğindedir.
• “Siz onları görseydiniz deli derdiniz; onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi.” 1910
• Deli dedikleri, aklın esaretinden kurtulmuş olandır.
1910] Tâbiûn’a karşı ashâb için Hasan-ı Basrî
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akletmek, Aklı Kullanmakla İlgili Âyet-i Kerimeler
Akıl Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği (Tümü Fiil Şeklindeki) Âyet-i Kerimeler (Toplam 49 Yerde): 2/Bakara, 44, 73, 75, 76, 164, 170, 171, 242; 3/Âl-i İmrân, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’âm, 32, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd, 51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 28; 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Sâffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/hucurât, 4; 57/Hadîd, 17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
Akletmek, Aklı Kullanmak Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Akıl, Akıl Yürütmek: 2/Bakara, 44, 73, 75-76, 164, 170-171, 242; 3/Âl-i İmran, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’am, 32, 126, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd, 51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 48; 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Saffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/Hucurât, 4; 57/Hadîd, 17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
Akıl Sahipleri: 2/Bakara, 164, 179, 197, 269; 3/Âl-i İmran, 7, 190; 5/Mâide, 100; 12/Yûsuf, 111; 13/Ra’d, 19; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 12; 38/Sâd, 29, 42; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 54; 65/Talâk, 10.
Selim Akıl Sahipleri: 2/Bakara, 269; 3/Âl-i İmran, 7, 191; 13/Ra’d, 19; 39/Zümer, 9.
Şuur (Farkında Olmak, Hissetmek): 2/Bakara, 269; 3/Âl-i İmran, 79; 6/En’am, 26, 109, 123; 7/A’râf, 95; 12/Yûsuf, 15, 107; 16/Nahl, 21, 26, 45; 18/Kehf, 19; 26/Şuarâ, 113, 202; 27/Neml, 18, 50, 65; 28/Kasas, 9, 11; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 25, 55; 40/Mü’min, 56; 43/Zuhruf, 66, 49/Hucurât, 2.
Fıkh: Anlamak (Tam Olarak Anlamak): 4/En’am, 78; 6/En’am, 25, 65, 97-98; 7/A’râf, 179; 8/Enfâl, 65; 9/Tevbe, 81, 87, 122, 127; 11/Hûd, 91; 17/İsrâ, 44, 46; 18/Kehf, 57, 93; 20/Tâhâ, 28; 48/Feth, 15; 59/Haşr, 13; 63/Münâfıkûn, 3, 7.
Tezekkür: Düşünmek (İbret Almak, Öğüt Kabul Etmek): 2/Bakara, 221, 269; 3/Âl-i İmran, 7; 6/En’am, 80, 126, 152; 7/A’râf, 3, 26, 57, 130; 8/Enfâl, 57; 9/Tevbe, 126; 10/Yûnus, 3; 11/Hûd, 24, 30; 13/Ra’d, 19; 14/İbrâhim, 25, 52; 16/Nahl, 13, 17, 90; 17/İsrâ, 170; 20/Tâhâ, 3, 44; 23/Mü’minûn, 85; 24/Nûr, 1, 27; 25/Furkan, 50, 62; 27/Neml, 62; 28/Kasas, 43, 46, 51; 32/Secde, 4; 35/Fâtır, 37; 37/Saffât, 155; 38/Sâd, 29; 39/Zümer, 9, 27; 40/Mü’min, 13, 58; 44/Duhân, 13; 45/Câsiye, 23; 51/Zâriyât, 49; 54/Kamer, 17, 22, 32, 51; 56/Vâkıa, 62, 73; 69/Hakka, 12, 42, 48; 73/Müzzemmil, 19; 74/Müddessir, 49, 54; 76/İnsan, 29; 79/Nâziât, 35; 80/Abese, 4, 11; 87/A’lâ, 10; 98/Fecr, 23.
Tefekkür: Düşünmek, Kafa Yormak: 2/Bakara, 219; 266; 3/Âl-i İmran, 191; 5/Mâide, 18; 6/En’am, 50; 7/A’râf, 176, 184; 10/Yûnus, 24; 13/Ra’d, 3; 16/Nahl, 11, 44, 69; 30/Rûm, 8, 21; 34/Sebe’, 46; 39/Zümer, 42; 45/Câsiye, 13; 59/Haşr, 21.
Kâfirlerin Düşünüp İbret Alarak Allah’ın Varlığını Anlamalarını İsteyen Âyetler: 2/Bakara, 164, 242, 252; 6/En’am, 65, 105, 109, 126; 7/A’râf, 32, 35, 58, 146-147; 10/Yûnus, 5-6, 15, 20, 67; 12/Yûsuf, 105; 13/Ra’d, 2, 4; 16/Nahl, 11-12, 67, 69, 79; 17/İsrâ, 1, 41, 59; 18/Kehf, 105; 19/Meryem, 77; 23/Mü’minûn, 30; 24/Nûr, 18, 46, 58-59; 26/Şuarâ, 8, 67, 121, 139, 158, 174, 190; 27/neml, 52, 82, 86, 93; 28/Kasas, 71, 73; 29/Ankebût, 15; 30/Rûm, 20, 27, 37, 46, 58; 31/Lokman, 31-32; 32/Secde, 15, 26; 33/Ahzâb, 34; 34/Sebe’, 9, 19; 39/Zümer, 53, 64; 40/Mü’min, 13, 81; 41/Fussılet, 37, 39; 42/Şûrâ, 15, 29, 32; 45/Câsiye, 3-9, 11, 13; 51/Zâriyât, 20-21; 53/Necm, 55, 58, 60; 57/Hadîd, 17.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 467-471; 203-207
2. Fî Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 317-319
3. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 654-667
4. Tefsîr-i Kebir, Mefâtihu’l-Gayb, F. Râzi, Akçağ Y. c. 4, s. 177-179
5. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 2, s. 238-247
6. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 83-85
AKIL
- 487 -
7. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 112-125
8. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 398-400
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 51-85
10. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 38-40
11. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 42-44
12. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-77
13. İhyâu Ulûmi’d-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 1, s. 209-225
14. Kur’anla Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal, Birleşik Y. s. 33-38
15. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 97-113
16. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y. s. 59-71
17. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y. s. 77-110
18. Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 82-86
19. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. I/166-176, II/30-32
20. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 30-31
21. Kur’anî Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tûba Y. c. 1, s. 55-74
22. Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-75
23. Akıl ve Din, M. Müştehir Şebüsteri, Objektif Y.
24. Akıl ve Gönül, Seyyid Ahmed Arvasi, Burak Y.
25. Akıl ve İman, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
26. Akıl ve İtikad, İlhan Kutluer, İz Y.
27. Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, Mehmet Erdoğan, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Y.
28. Akılcılık, John Cottingham, Sarmal Y.
29. Aklı Karışıklar İçin Klavuz, E. F. Schumacher, İz Y.
30. Aklını En İyi Şekilde Kullan, Tony Buzan, Arion Y.
31. İslâm’da Aklın Önemi ve Sınırı, Ahmet Yüksel Özemre, Denge Y.
32. Akıl ve Gerçek, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
33. Kur’an’a Göre Gerçek Akıl, Harun Yahya, Vural Y.
34. Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Muhammed Âbid Câbirî, Kitabevi Y.
35. Arap Kültürünün Akıl Yapısı, Muhammed Âbid Câbirî, Kitabevi Y.
36. İslâm’da Siyasal Akıl, Muhammed Âbid Câbirî, Kitabevi Y.