Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Çarşamba, 27 Ocak 2021 03:19

Hz. Adem

ÂDEM (A.S.)
• Âdem Kelimesi
• Hz. Âdem’in Yaratılışı
• Hz. Âdem’e Ruh Verilmesi
• Hz. Âdem’e İsimlerin Öğretilmesi
• Hz. Âdem’in Cennete Yerleştirilmesi; Âdem’in Cennetinin ve Yasak Ağacın Mâhiyeti
• İsrâiliyât ve Kitab-ı Mukaddes’e Göre Hz. Âdem
• Hz. Âdem’in Peygamberliği
• Âdem Olmak / Adam Olmak
• Hz. Âdem’in Kur’an’da Anlatılan Kıssasından Ders ve İbretler
“Allah Âdem’e bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip, ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini Bana bildirin’ dedi.“1
Âdem Kelimesi
“Âdem” kelimesinin hangi dilden geldiği ve hangi kökten türemiş olduğu konusu müslüman dilciler arasında tartışmalıdır. Arap dilcilerinin çoğu, bu kelimenin Arapça asıllı olduğunu, “esmerlik” ve “ülfet” anlamına gelen “üdme” veya “tip, örnek” anlamına gelen “edeme” kökünden türediğini savunurlar. Başka bir görüşe göre, “bir şeyin dış yüzü” anlamına gelen “edîme” kelimesinden türetilmiştir. Âdem kelimesinin Arapça’ya Süryânîce veya Ârâmîce’den geçtiğini savunanlar da olmuştur.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e İslâmî kaynaklarda insanlığın atası olması sebebiyle “Ebu’l-Beşer”, Kur’an’da Allah’ın seçkin kulları arasında sayılmış olduğundan2 “safiyyullah” ünvanlarıyla da anılmaktadır. Âdem kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde geçmektedir.
Hz. Âdem’in Yaratılışı
Kur’ân-ı Kerim’e göre Hz. Âdem’in yaratılışının diğer insanlarınki gibi olmadığı kesindir. “Allah nezdinde (yaratılış bakımından) İsa’nın durumu Âdem’e benzer. Allah, onu topraktan yarattı; sonra ona ‘ol!’ dedi ve o da oluş sürecine girdi.”3 Bu âyet, bu iki peygamberin yaratılışlarındaki olağan üstü duruma işaret eder. Allah, Hz. Âdem’i topraktan yarattı.4 Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irâde ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın
1] 2/Bakara, 31
2] 3/Âl-i İmran, 33
3] 3/Âl-i İmran, 59
4] 11/Hûd, 61; 20/Tâhâ, 55; 71/Nuh, 18
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir. “Sizi (aslınız Âdem’i) topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.” 5
Genellikle sahih kabul edilen bir hadis-i şerife göre Allah, Âdem’i yeryüzünün her tarafından alınan toprak örneklerinin birleşiminden yaratmıştır. Bu toprağın çeşitliliğinden dolayı da Âdem’in nesli değişik karakterler taşır. “Allah Teâlâ Âdem’i yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Âdemoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz, kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat/huy bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler.” 6
Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hal ve safhalardan geçirmiştir:
1- Türâb (toprak) safhası “Sizi (aslınız Âdem’i) topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerindendir.” 7
2- Tîn safhası. Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir: “O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır.” 8
İnsan hayatının ruh üflenmesinden/candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır. “Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kaadirdir.” 9; “O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-sop yapandır. Rabbin her şeye kaadirdir.” 10 Yeryüzünün 3/4’ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da % 75’i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen, aynen insana da intikal ettirilmiştir. “Andolsun Biz insanı (Âdem’i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık.” 11 İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır.
3- Tîn-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de “tîn-i lâzib” yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Hz. Allah, bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. “Biz onları (asılları olan Âdem’i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık.” 12
4- Hame-i Mesnûn: Sûretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. “Andolsun Biz insanı kuru bir çamurdan, sûretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık.” 13 Böylece Allah, Âdem’i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.
5] 30/Rûm, 20
6] bk. Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsir 1, 3; Müsned-i Ahmed, IV/400, 406
7] 30/Rûm, 20
8] 32/Secde, 7
9] 24/Nur, 45
10] 25/Furkan, 54
11] 23/Mü’minun, 12
12] 37/Saffat, 11
13] 15/Hicr, 26-28
ÂDEM
- 3 -
5- Salsâl: Kuru çamur demektir. Cenâb-ı Hak, kokmuş ve sûretlenmiş çamuru da kurutarak “fahhâr” (kiremit, saksı, çömlek, porselen) gibi tamtakır kuru bir hale getir. “O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır.” 14
Hz. Âdem’in hangi günde yaratıldığı Kur’an’da belirtilmemekte, ancak hadislerde onun Cuma günü yaratıldığı, o günde cennete konulduğu, yine Cuma günü cennetten çıkarıldığı, aynı günde tevbesinin kabul edildiği ve yine bir Cuma günü vefât ettiği haber verilmektedir. 15
Hz. Âdem’e Ruh Verilmesi
Cenâb-ı Allah, Hz. Âdem’i yaratırken, maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefh edilmesine müsait bir hale getirdi. Nihâyet şekil ve sûretinin tesviyesini/düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir. “Rabbin o zaman meleklere demişti ki: ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatini) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal secdeye kapanın.’ Bunun üzerine İblis’ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: ‘Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?’ buyurdu. İblis dedi: ‘Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.” 16
Cenâb-ı Allah, böylece Hz. Âdem’i en mükemmel bir şekilde yarattı. Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyetinin selâmlaşma örneğidir, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem meleklere: “Es-selâmü aleyküm” dedi. Onlar da “Es-selâmü aleyke ve rahmetullah” diye karşılık verdiler. Âdem, insanların büyük atası olduğu için, Cennete giren her kişi, Âdem’in bu güzel sûretinde girecektir. Hz. Âdem’in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihâyet bu eksiliş şimdi (Peygamberimiz zamanında) sona erdi. 17
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem’le ilgili âyetlerde üç nokta dikkatimizi çekmektedir. Öncelikle Âdem’in, önemsiz bir madde olan topraktan başlamak üzere bedenî ve ruhî yönleriyle tam ve kâmil bir insan haline gelinceye kadar geçirdiği safhalardan söz edilir ve bu sûretle Allah’ın kudretinin üstünlüğü vurgulanmış olur. İkinci olarak Âdem’in varlık türleri arasındaki mevkiinin yüksekliğine işaret edilir. Bu âyetlerde hem Âdem’in hem de onun soyunun yeryüzünün halifeleri olduğu, Allah’ın kendilerine verdiği aklî, zihnî, ahlâkî meziyetlerden, dolayısıyla Allah’a ibâdet hükümlerinin yerine getirilmesini sağlayan, ayrıca diğer birçok varlık türlerini kendi hizmetinde kullanabilen varlık olduğuna dikkat çekilir. Çeşitli âyetlerde Allah’ın emri uyarınca meleklerin Âdem’e secde ettikleri bildirilmektedir.
Buna göre Allah, Âdem’i meleklerden daha üstün ve onların saygısına lâyık bir mertebede yaratmıştır. Bu meziyet yalnız Âdem’e ait olmayıp aynı zamanda bütün insanlığa şâmil bir şereftir. Kur’an’da başka vesilelerle de insanoğlunun
14] 55/Rahman, 14
15] bk. Ebû Dâvud, Salât 207; Tirmizî, Cum’a 1; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 79, Cenâiz 65
16] 38/Sâd, 71-76
17] Buhârî, Halk-ı Âdem 2 (IV/102); Tecrîd-i Sarih Terc. IX/76, hadis no: 1367
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu meziyetine işaret edilmiştir.18
Kur’ân-ı Kerim’in Âdem’le ilgili olarak ele aldığı üçüncü konu onun peygamberliğidir. Hz. Âdem’in nebî veya Rasûl olduğunu açık ve kesin olarak ifade eden âyet yoksa da yine Kur’an’ın açıkladığına göre, Âdem Rabbi’nden vahiy (kelimât) almıştır.19 Allah ona hitap etmiş, yükümlülük ve sorumluluğunu bildirmiştir.20 Başka bir âyette de Allah’ın Nuh, İbrahim hânedanı ve İmran’ın ehli ile birlikte Âdem’i de âlemlere üstün kıldığı belirtilmekte,21 böylece dolaylı olarak onun peygamber olduğuna işaret edilmektedir.
Hz. Âdem’e İsimlerin Öğretilmesi
Allah, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti. İsimlerin delâlet ettiği varlıkları anlama yeteneği verdi. “Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar: ‘Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi. Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların delâlet ettikleri âlemleri ve eşyayı) meleklere gösterip sâdıklar iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle bana haber verin’ demişti. (Melekler de:) ‘Seni tenzih ederiz; Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin Sen’ demişlerdi.” 22
Allah, Âdem’i yeryüzünün halifesi yapacağını meleklerine tebliğ etmiş, Âdem’i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Âdem ve evlâtlarının lâyık olacaklarını Allah, Âdem ile melekleri bir imtihandan geçirerek göstermiştir.
Hz. Âdem ve onun soyunun diğer birçok varlıktan daha üstün ve değerli sayılmasının23 temelinde, Allah’ın onlara verdiği bilgi gücü bulunduğu söylenebilir. Nitekim Kur’an’da meleklerin, insanoğlunu “yeryüzünde fesat çıkaran ve kan döken” varlık olarak nitelendirmeleri üzerine Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettikten sonra bunları meleklere sorduğu, onlar bilemeyince Âdem’e “Ey Âdem, onlara eşyanın isimlerini bildir!” dediği ve Âdem’in isimleri onlara bildirdiği açıklanmıştır.24 Tefsirlerde genellikle bu âyetlerdeki “isimler”in kavram bilgisi olduğu ve meleklerin bilmedikleri şeyler hakkında Hz. Âdem’in bilgili kılındığı, böylece onun ilimde meleklerden daha üstün nitelikte yaratıldığı yine bu âyetlerden anlaşılmaktadır. Söz konusu âyetlerin birinde, “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” denilerek Âdem’in bilgisinin genişliğine işaret edilmiştir. Bilgi gibi bir meziyet ve imtiyaza sahip olmak, meleklerin bile Âdem’e secde etmesini gerektirdiğine göre, insanoğlu aynı meziyet sayesinde tabiattaki birçok varlığa ve güçlere
18] bk. 17/İsrâ, 70; 95/Tîn, 4
19] 2/Bakara, 37
20] 2/Bakara, 33, 35; 7/A’râf, 19; 20/Tâhâ, 117
21] 3/Âl-i İmran, 33
22] 2/Bakara, 30-32
23] bk. 17/İsrâ, 70
24] bk. 2/Bakara, 30-33
ÂDEM
- 5 -
hâkim olup eşyaya şekil verme ve onları kendi yararına kullanma kabiliyetinde yaratılmıştır.
Kur’an’da belirtildiğine göre, Allah Âdem’i yarattığı ve ona ruh verdiği zaman meleklere, “Âdem’e secde edin!” diye emretmiş, bütün melekler bu emre uymuşlar,25 ancak İblis kendisinin ateşten, Âdem’in ise topraktan yaratıldığını, dolayısıyla ondan üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı gelmiş26 ve bu yüzden lânetlenerek Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır.27 Bunun üzerine, Allah’tan kıyamete kadar, düşmanı olan Âdem soyunu doğru yoldan ayırmak, kendi dostlarını çoğaltmak için mühlet istemiş,28 Allah da ona bu fırsatı vermiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına ibâdet maksadıyla secde etmek küfür olduğundan, meleklerin Hz. Âdem’e secdesi İslâm âlimlerince ibâdet secdesi değil; saygı secdesi ve bir nevi biat olarak yorumlanmıştır.
Hz. Âdem’in Cennete Yerleştirilmesi; Âdem’in Cennetinin ve Yasak Ağacın Mâhiyeti
Allah, Âdem ve eşini cennete yerleştirdi: “Ey Âdem, sen ve eşin cennette yerleş, otur. Ondan (cennetin yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz.” 29; “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.” 30
Yasak Ağaç
Hz. Âdem ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü Allah, bu ağacın adını bize bildirmemiştir. Âyetlerde, “yasak ağaç” genel olarak zikredilir, fakat bu ağacın mâhiyeti hakkında bilgi verilmez. Onun iyiyi kötüyü bilme, cinsel bilince erme durumu veya üzüm, asma, buğday ve incir ağacı olduğunu belirten rivayetler ise, kesin gerçeği yansıtmaz. Çünkü Kur’an, bu ağacın gerçek mâhiyeti hakkında, ondan “ölümsüzlük ağacı” olarak söz edenin, şeytan olduğuna işaret etmenin ötesinde bir şey belirtmez. Şu halde “yasak ağaç”, insana harama ihtiyaç duymayacak derecede sayısız nimetler bahşeden Allah’ın, kişinin arzu ve eylemleri için belirlediği sınırlara; irâdesini sınamak için koyduğu haramlara işaret etmektedir.31 Sadece şeytanın Âdem ve Havva’ya çirkin yerlerini göstermek için, hangi sözlerle kandırıp vesvese verdiği ifade edilmiştir: “Rabbiniz başka sebepten dolayı değil; sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı”32 ve “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?”33 diyerek şeytanın onları yanılttığı belirtilmektedir. Bu ağacın mâhiyeti konusunda sahih hadislerde de başka bilgi yoktur. Âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Cenâb-ı Hak cennette Âdem’e
25] bk. 2/Bakara, 34; 7/A’râf, 11; Hıcr, 29-31
26] bk. 7/A’râf, 12; 15/Hıcr, 33; 17/İsrâ, 61
27] bk. 38/Sâd, 74-78
28] bk. 7/A’râf, 13-18; 15/Hıcr, 34-43; 17/İsrâ, 61, 65
29] 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19
30] 20/Tâhâ, 117-119
31] Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları, A’râf Sûresi, 19. Âyetin Tefsiri
32] 7/A’râf, 20
33] 7/A’râf, 20
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennete bu yasak ağaç, yenilmek için değil; insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur.
Âdem’in Cennetinin Mâhiyeti
Âlimler, Hz. Âdem ve eşinin yerleştirildiği cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Âyette geçen “cennet” kelimesi, filolojide “bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe”; İslâmî terminolojide ise, “ölümden veya kıyâmetin kopmasından sonra, mü’minlerin sonsuz mutluluk içinde yaşayacakları yer” anlamına gelir. Acaba Hz. Âdem’in ve eşinin iskân edildiği bu cennet, yeryüzünün bağlık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir; yoksa dünyadan ayrı âhirette mü’minlere vaad edilen cennet midir? Kur’an’da buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. Kur’an’da bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığı açıkça belirtilmediğinden, İslâm bilginleri bu ve benzeri âyetlerdeki “cennet” kelimesini farklı yorumlamışlardır.
1- İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Âdem’in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu cennet, âhirette mü’minlere ve iyilik yapanlara vaad edilen, mükâfat yurdu olan cennettir. Çünkü:
a) “Allah dedi ki: ‘Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine veya mü’minlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz’da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız.”34 Bu âyetlerde “hubût” (inmek) tâbiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir. İlk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer Hz. Âdem ve Havva’nın yerleştikleri yer, arzdaki bir bahçe olsaydı “hubût”tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Tâhâ sûresi 118-119’uncu âyetlerde Hz. Âdem’in yerleştiği cennetin anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükâfat yurdu olan, mü’minlere vaad edilen cennete ait niteliklerdir. Bu özellikte olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Âdem’in yerleştirildiği cennet, âhirette mü’minlere vaad edilen cennettir.
c) Bu “cennet” lafzının başındaki elif lâm, umum için değil; ahid içindir. Bu da göstermektedir ki, cennetin mânâsı, müslümanlar arasında bilinen ve mükâfat yurdu olan cennete delâlet eder.
d) Yine bazı hadis rivâyetlerine göre, Allah meleklerden birine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Âdem’i cennette yaratmıştır.35 Hz. Âdem ile Hz. Mûsâ’nın ruhlarının münakaşa ettiğini bildiren hadis 36 de bu cennetin sevab yurdu olan cennet olduğunu açıklar.
2- Âlimlerden diğer bir kısmı ise, söz konusu âyetlerde yer alan “cennet” kelimesini sözlük anlamıyla “bahçe” olarak yorumlamışlar ve bunun yeryüzünde
34] 20/Tâhâ, 120
35] bk. Ebû Dâvud, Sünnet 16; Tirmizî, Tefsir 1, 3; Müsned-i Ahmed, IV/400, 406
36] et-Tâc, I, hadis no: 40
ÂDEM
- 7 -
olması gerektiğini savunmuşlardır. Meselâ, Ubey bin Kâ’b, İbn Abbas, Süfyan bin Uyeyne, Ebû Hanife ve Mâturîdî bu cennetin yeryüzünde bulunan bir bahçe olduğunu söyleyenlerdendir.37
Böyle düşünenler, şu delilleri getirirler:
a- Eğer Âdem ve eşinin konulduğu cennet, âhiret cenneti olsaydı, onlara yasak konulmaması gerekirdi, çünkü ebedîlik yurdu olan cennette yasak yoktur.
b- Cennette günah ve isyan da söz konusu olamaz; hâlbuki ayetlerde geçen cennette Âdem ve eşi günah işlemişlerdir.
c- Eğer burası asıl cennet olsaydı, orada kâfirin de bulunmaması gerekirdi. Oysa İblis, cennetteyken kâfir olmuş ve bu yüzden oradan kovulmuştur.
d- Âhiret cenneti, ebedîlik yurdudur. Oraya giren bir daha çıkmaz; Hâlbuki Âdem ve eşi, konuldukları cennetten çıkarılmışlardır.
Bütün bunlarla birlikte, Hz. Âdem’in yaratılıp yerleştiği cennetin mükâfat yurdu olan cennet veya yeryüzü bahçesi olması mümkündür. Çünkü bu konudaki naklî deliller kesin değildir ve Kur’an’da buna dair kesin bir hüküm yoktur. Bunu Allah’tan başka kimse bilemediğine göre, şu cennettir veya bu cennettir diye kestirip atmamak en uygunudur.
Bazı âlimler de, Âdem ve eşinin bulunduğu cennetin gökte olduğunu söylemişler; bahis konusu ayetlerde geçen ve “ininiz” anlamına gelen “ihbitû” fiilinin kullanılmış olmasını da, buna kanıt göstermişlerdir. Hâlbuki h b t kökü, lafzan “yokuş aşağı inmek ve yüksekten düşmek.” Mecâzen de “onurunu yitirip düşkün ve sefil hale gelmek” anlamını taşır. Bu yüzden “habita” fiili Kur’an’da gökten inmek mânâsından ziyâde, “yeryüzünde bir yerden diğer bir yere gitmek; daha iyi bir konumdan aşağı bir duruma düşmek” anlamında kullanılır. Gökten inme veya indirme gibi durumlar, Kur’an’da daha çok n z l kökünün değişik kullanım biçimleriyle dile getirilir ve h b t kökünün aksine, indirilen şeyin şerefine dikkat çekilir.
İsrâiliyât ve Kitab-ı Mukaddes’e Göre Hz. Âdem
Müslümanların kültürüne etki eden Hz. Âdem ve onunla ilgili olarak yaratılış, zelle, cennetten çıkarılma kıssası halka mal olduğu şekliyle maalesef büyük çapta Tevrat ve İsrailiyât kaynaklıdır. Kısâs-ı Enbiyâ gibi bazı kitaplarda da bu İsrâiliyât, İslâmî rivâyetler gibi takdim edilebilmiştir.
Kur’an, Âdem kıssasının şekil yönü ve ibret için lüzumlu olmayan teferruatı üzerinde durmamış; aksine onun, insanlık tarihi ve insan varlığı bakımından dikkate değer noktalarını belirtmiştir.
Nice insanımızın, Kur’an’ın daha çok ders ve ibret almamız için anlattığı doğruları bilmediği ve öğrenmek istemediği halde, efsane ve masal karışımına biraz da yahudilerin uydurmalarını ilâve ederek dinî kıssa diye öğrenip başkalarına aktarması cidden gülünmekten öte ağlanacak hâlimizi yansıtmaktadır. Faydalı ilim sınıfına girmeyen, kulluğumuz ve imtihanımız ile hiçbir çıkarımı olmayan, mesaj içermeyen, Kur’an’ın gereksiz görüp anlatmadığı konulara halkımız
37] İbn Kayyim, Hâdi’l-Ervah, Dımaşk 1419; s. 25
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
merak duyabiliyor ve bu meraklarını uydurmalarla tatmin ediyorlarsa, bilen insanlara çok büyük görev düşüyor demektir. İnsanları, masal ve efsane yığını, İsrâiliyâttan nice katmalarla dejenere edilmiş, aslındaki nice hakikatlerin de yok sayıldığı bir din, dünyada da âhirette de kurtaramaz.
İsrâiliyât dediğimiz daha çok yahudi kaynaklarına ve hıristiyanların da kabullerine göre, kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden’deki bahçede yaşamakta olan Havva’ya yaklaşmış, “Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız” diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva, yasak meyveden Âdem’e de yedirmiştir.38 Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde yılandan söz edilmez. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.
Yine bugünkü Kitab-ı Mukaddes’e göre yasağı çiğnemelerinin sonucu olarak ikisinin de gözleri açılır, çıplaklıklarının farkına varırlar ve incir yapraklarından kendilerine örtü yaparlar.39 Kur’ân-ı Kerim’e göre de yasağı çiğnemenin hemen ardından utanılacak yerleri kendilerine görünmüş ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başlamışlardır.40 Bundan sonra, müslüman halk arasında da yer etmiş Kur’an’a ters yorumlar daha önemlidir: Elimizdeki Tevrat’a göre esas suçlu kadındır, yani şeytan Havva’yı kandırmıştır; o da Âdem’i. Bundan yola çıkılarak kadınların kötülüğü ve şeytana meyli vurgulanır. Bu yüzden tüm kadınlar Allah tarafından cezayı hak eder. Eldeki Tevrat’a göre kadın için asıl ceza gebelik sıkıntıları, çocuk doğurma sancıları ve erkeğin hâkimiyetinde olmak şeklindedir. Erkek için de kadının sözünü dinleyip suç işlediğinden cezalar vardır: Geçim temini için toprakla uğraşmak, toprağa dönünceye kadar alın teriyle yiyeceğini sağlamak ve sıkıntılı bir hayat geçirme ceza olarak erkeğe yazılmıştır.41 Kur’an’a göre ilk suçlu, esas suçlu olarak Havva validemiz gözükmez. Şeytan her ikisini kandırmış, her ikisi aynı suçu işlemişler, sonra beraber tevbe etmişler ve affedilmişlerdir. Âdem ve eşi, içinde bulundukları cennetten, belirli bir müddet yaşamaları için yeryüzüne indirilmişlerdir.42 Zaten insan, yeryüzü için yaratılmıştır; arzda kendileri için apaçık düşman olan şeytanı ve aldatıcılığını tanıtmak için cennetteki olay yaşanmıştır.
Hıristiyanlar Âdem’in yasak ağaca yaklaşmakla büyük bir günah işlediğine, Allah’ın gadabına uğradığına, onun bu günahının kıyamete kadar her yeni doğan çocuğa geçtiğine, dolayısıyla onların da günahkâr olarak doğduklarına, ancak vaftiz edilmek sûretiyle cehennemlik olmaktan kurtulabileceklerine inanırlar. Bu aslî günah inancı, hıristiyan kültür ve felsefesinin ana fikridir. Hıristiyanlıkta insan, kötülüğün içinde rehbersiz bırakılmış, günahı ile baş başa kalmıştır. Hıristiyanlıkta insan, dünyaya artılarla (fıtrat üzere ve en şerefli varlık olarak) değil; eksilerle başlamaktadır, daha doğuştan günahkârdır. Dünyaya gözlerini açar açmaz sırtında, utanıp ezilmesine sebep olan bir kambur bulunmaktadır. Bundan daha kötüsü, bu kambur bazı insanların aracılığı olmadan insanın sırtından düşmemekte, Allah’a kendi başına tevbe ederek temizlenememektedir.
38] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-6
39] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 7
40] bk. 7/A’râf, 22; 20/Tâhâ, 121
41] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 16-19
42] bk. 2/Bakara, 36, 38; 7/A’râf, 24, 20/Tâhâ, 123
ÂDEM
- 9 -
Bu demektir ki, insan hiçbir zaman kendi imkânlarını kendisi kullanabilen hür bir benlik olamayacaktır. Bu kapı ona ezelden kapatılmıştır. Batı insanının dine açtığı savaş sebepleri arasında birinci sırayı, insan yaratılışına ters düşen ve insanı sahip bulunduğu soyluluğundan mahrum bırakan bu anlayış gelmektedir.
İslâm’a göre ise Allah yol gösterici, bağışlayıcı ve yardım edicidir. Zaten Âdem de cennetten çıkarıldıktan sonra birtakım kelimeler almış ve tevbesi kabul edilmiştir.43 İslâm’a göre suç ve ceza ferdî/kişiseldir; kimse kimsenin günahından sorumlu değildir.44 Kur’an’da, hıristiyan itikadının aksine, Âdem’in hatasının ve cezasının ferdîliği/kişiselliği, Allah’ın insanlara yönelttiği şu hitapla da belirtilmiştir: “Yalnız size benden bir hidâyet geldiği zaman, kimler benim hidâyetime uyarsa artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir; inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.” 45
İslâm âlimleri Âdem’in yasak ağaçtan uzak durması yönündeki İlâhî emre uymamasının Allah’a bir isyan ve büyük günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğu, bunun bir günah olduğunu, yani Âdem ile Havva’nın yasağı çiğnemek sûretiyle emre karşı geldiklerini ve bu yüzden âsi olduklarını kabul etmişlerdir. Ancak bazı âlimler, “Andolsun ki Biz daha önce Âdem’e emir vermiştik; ancak o unuttu ve biz onu azimli bulmadık.” 46 mealindeki ifadeyi göz önüne alarak, Âdem’in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığını belirtmişlerdir.
Nitekim Tefsir-i Kebir’de Fahreddin Razi’nin aktarmasıyla Hasan-ı Basrî, “Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu” demiştir. Ayrıca İslâm âlimlerinin kanaatine göre bu olay, Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet, ne de cemaat vardı. Âdem’in kasıtsız olarak işlediği bu hata, tevbe etmesi üzerine Allah tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o ilk insan, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur. Aslında Hz. Âdem ve eşinin şeytanın iğvâsına kapılmaları, pişmanlık duymaları gibi hâdiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir özeti gibidir. Bu ilk günah ve daha sonraki gelişmelerin, yeryüzünde insanlar da haramlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi tevbe ederlerse tevbelerinin kabul edileceğini, günah karşısında insan için bir tevbe ve af müessesesinin daima işleyeceğini, insanın böylelikle kemale ereceğini gösterdiği düşünülebilir. 47
Hz. Âdem’in Peygamberliği
Hz. Âdem, ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Hz. Âdem, yeryüzüne indirildikten sonra, Cenâb-ı Allah, insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva’dan türetmiştir. “Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva’yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbiniz’e ittika edin, O’na karşı gelmekten sakının.” 48
43] bk. 2/Bakara, 37
44] bk. 6/En’âm, 164
45] 2/Bakara, 38-39; 20/Tâhâ, 123
46] 20/Tâhâ, 115
47] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 362
48] 4/Nisâ, 1
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine mâruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl ve vicdan (kalp gözü) vermiştir. Cenâb-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır ve kemâl yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenâb-ı Hak peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halifeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olan, iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler cennete girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en lâyık olan zât, Allah’ın doğrudan doğruya vâsıtasız konuştuğu ataları Hz. Âdem’di.
Hz. Âdem’in peygamberliği, Kur’an âyetleriyle sâbittir. Kur’an, Âdem’e Allah’ın emir ve nehiylerini haber verir. Kendisine gelen o emir ve yasaklar, vahiy vasıtasıyla bildirilmiştir. Yine Kur’an’da geçen Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi49 Hz. Âdem’e vahiy ile bildirilmiştir. Kur’an’da Hz. Âdem’in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için “ıstafâ” -seçti-50 kelimesi ile “ictebâ” -seçkin kıldı-51 kelimeleri kullanılıyor. Bu kelimeler Kur’an’da diğer peygamberler için de kullanılmaktadır. Hz. Âdem’in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebû Zerr, Peygamberimiz’e “Yâ Nebiyyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?” diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): “Âdem’dir.” dedi. Ebû Zerr, “Ya Rasûlallah, o nebî oldu mu?” diye sorunca, Hz. Peygamber: “Evet o mükellem bir nebî (Allah’ın kendisiyle vâsıtasız konuştuğu peygamber) idi” dedi.52 Diğer bir hadis-i şerifte de Kıyâmet gününde, diğer nebîler gibi Hz. Âdem’in de bir peygamber olarak Rasûlullah’ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir.53 Hz. Âdem’in peygamberliği hususunda (istisnâ dışında) bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir.
Hz. Âdem’in evlâtları onun irşâdı ile Allah’a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden hükümleri ondan öğrenmişlerdi. Ebû Zerr’den rivâyet edilen (sıhhati tartışılan) bir hadis-i şerifte Hz. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Âdem’e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir.
İnsanların dinden ayrılarak ihtilâf etmeleri, hak dinin izini kaybederek bâtıl itikadlara saplanmaları, sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Âdem’den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. “İnsanlar (ilk önce) bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi...” 54
Vahyi inkâr eden, bilimin kaynakları arasında Allah’ın kitabını kabul etmeyen
49] 5/Mâide, 27
50] 3/Âl-i İmran, 33
51] 20/Tâhâ, 122
52] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, V/265
53] Tirmizî, II/202
54] 2/Bakara, 213; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 35 ve devamı
ÂDEM
- 11 -
câhiliyye anlayışına göre ilk insan, yarı hayvan yarı insan ilkel mağara adamıdır. O ne konuşma, ne ateş yakma, ne dünya rızıklarından yeterince yararlanabilme ve tabii ne de okuma yazma biliyordu. Bütün bu özellikler, insanın tekâmülü ve gelişmesi sonucu çok sonraları insan tarafından keşfedildi... vs.
“Allah, yaratma, peygamberlik, halifelik, meleklerin bile saygı duyduğu yaratıkların en şereflisi...” gibi kavram ve ifadeler yoktur bu câhiliyyenin bilim diye takdim ettiği tarih kitaplarının, sosyal bilgilerin bilimsel(!) hükümlerinde. Hz. Âdem’le ilgili olarak bir müslümanın tartışmasız kesin doğru kabul ettiği Kur’an’a dayanan ilimle; müslümanlara, müslümanların çocuklarına bilim diye öğretilen câhiliyyenin bu tavrı arasında cennetle cehennem kadar fark vardır. Vahye tümüyle ters düşen bu anlayışlara ve dayatmalara tepkisiz kalması müslümanların ihmal, gaflet ve hatta ihânetiyle ilgilidir. Kâfirler, müslüman mahallesinde salyangoz satabilmekte, hatta dolma yaparak bu salyangozları müslüman çocuklarına yutturabilmektedirler. Kur’an’a dayalı ilim ile, câhiliyyenin bilim anlayışlarının arasındaki uçurum için küçük bir örnektir ilk insan konusu. Bir de bilim seviyesinde olmadığı kendilerince de kabullenildiği halde insanımızın inancını zehirlemesine göz yumulan ilk insanın menşei ile ilgili nazariye/teori var ki evlere şenlik!
Yukarıda âyetlerle ifade edildiği gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Âdem’i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwin’ci tekâmülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariye/teorinin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde, delil olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini ispat edecek fosil ve deliller ise pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları bunlardan sadece iki örnektir.
Evrim teorisi, ya da eski adıyla tekâmül nazariyesi, vahy terazisinde tümden bâtıl olduğu gibi; bilim ve akıl ölçülerinde de imkân dışıdır. Şöyle ki: Madde ve enerjide “emtropi” vardır. Yani gözlenen bütün doğal sistemlerde düzensizliğe, dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından plânlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makine sistemi yoksa, boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur (Allah’ın evrendeki yasalarından, tabiattaki kanunlarındandır). Aklı başında hiçbir bilgin bu kanuna karşı fikir ileri sürme cesareti gösteremez.
Madde âtıldır (eylemsizdir), kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atâlet/eylemsizlik prensibi). Allah’tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizamı yoktur (lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Akıllı ve şuurlu birisi tarafından plânlı düzenli bir makine sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Meselâ nükleer bir santralde kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkânsızdır. Deney
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve gözlem de akıl da bunu kabul etmez.
En basit bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir bilgisayar, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü âtıldır/eylemsizdir, şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plân işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makine veya bir bilgisayarı yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir bilgisayar, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekâmül/evrim ettirmek şöyle dursun, madde yığınları arasında dağılıp gider.
Bir eser, müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eser de yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice, sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur; vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makine sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irâde ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar akıl ve imkân dışıdır. Can enerji değildir. Can, canlının duyup görmesini ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme görevini üstlenen manevî bir cevherdir.
Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir:
1- Sistemin gelişigüzel değil; enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makine sistemi olmalıdır.
2- Otomobilin çalışması için nasıl petrol lazımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı, yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.
3- Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kâinatta geçerli İlâhî kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beynin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinelerinin kontrolcü ve idarecisi canlıdır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekâsına rağmen insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir sistemin mutlaka akıllı ve âlim bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah’tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makine sistemlerini, oksijen - hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah’tır.
İnsanla hayvan arasında mâhiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irâde ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah’ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur. Buna göre evrim teorisi/Darwinizm
ÂDEM
- 13 -
imkânsızdır. Darwinizme inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekâmül ederek/evrimleşerek meydana gelişini “Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar, azgın kimseler midir?” 55
Kur’an, sahih hadisler ve bunlara dayanan diğer güvenilir İslâmî kaynakların Hz. Âdem hakkında verdiği bilgilerden çıkan sonuca göre Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. Konuyla ilgili âyetlerden, bu yaratılışın belli bir gelişme seyri takip ettiği ve süresi bilinmemekle birlikte belli bir zaman içinde tamamlandığı sonucu da çıkarılabilir. Ancak bu gelişme, hiçbir zaman İlâhî irâde ve kudretin tesiri olmaksızın doğal bir evrim şeklinde anlaşılamaz. Bütün ilgili âyetlerde Hz. Âdem’in herhangi bir başka canlıdan tekâmül sûretiyle değil; topraktan ve tamamıyla bağımsız bir canlı türün atası, öteki bütün canlı ve cansız varlıkların aksine, yeryüzünde halife kılınarak, yükümlü ve sorumlu tutulan ve bunun için gerekli manevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratıldığı, tartışmaya yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır. Bu sebepledir ki insanın yaratılışının bu özel yanını bütünüyle reddederek onu bayağı canlılar seviyesine indiren teorileri İslâm inançları ile bağdaştırmak mümkün değildir. 56
Âdem Olmak
Âdem (adam) olmak, bir iddiadır. Her iddia da bir ispat/bir bedel ister. Âdem olmanın bedeli, Arapça yazılışında âdeta simge hâlinde gösterilmiştir. Bu yazılışı mercek altına aldığımızda, bu hakikati daha yakından görürüz. Âdem bir elif, bir dal ve bir mim harfinden oluşur. Birçoğumuzun bildiği gibi bu harfler, Âdem kelimesinde namazın simgesidirler.
Elif; kıyamı, dal; rükûyu ve mim de secdeyi simgeler. Bu basit yazılımın bize gösterdiği hakikat şudur: Ey Âdemoğlu! Âdem (adam) olmak istiyorsan, kul olmak zorundasın. Allah’ın karşısında esas duruşa geçmek zorundasın.
Kıyam, rükû ve secde… İşte insan (Âdem/adam) olmanın anahtarları… Allah karşısında esas duruşa geçmek, eğilmek ve secdeye gitmek… İblis, bunları yapmadığı için şeytan oldu. Sûreta (şekil olarak) insan olanlar da bunlardan kaçındığı için Âdem olamıyorlar/olamayacaklar…
Âdem olduğunu söyleyen her kişi, önce esas duruşa geçecek, sonra eğilecek, sonra secdeye kapanacak ve insanlığa (er kişiliğe) adımını atacaktır. Burada eğilmek, alçalmanın değil, yücelmenin işaretidir. Bunlar da semboldür ve bunların da içinin hakkıyla doldurulması gerekir. Her kıyam, rükû ve secde ferdî hayatta doğruluk ve dürüstlüğe, güvene, şefkate, vicdana, merhamete, sevgiye vb.; cemiyet hayatında da dayanışmaya, yardımlaşmaya, kardeşliğe, adalete, özgürlüğe vb. değerlere karşılık gelmelidir.
İçi boş bir kıyam, bir rükû ve bir secdenin de bir anlamı ve karşılığı olmayacaktır. Âdem olma iddiası, hayat boyu ispat edilmesi gereken zor bir iddiadır. Hatta dünya hayatını Âdemleşme veya Âdemleşememe serüveni olarak da adlandırabiliriz. Kimi, iddiasını ispatlayacak, kimisi böyle bir iddianın farkına bile varamayacaktır.
Görünen o ki, birçoğu bu iddiayı kaybetmekle karşı karşıyadır. Rabbimizin
55] 52/Tûr, 32; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 40
56] İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 359
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birçok ayetinde de belirttiği gibi insanların birçoğu akıllarını kullanmamaktadır.
Âdem (adam-insan) olma meselesi, söylem planında kolay, eylem planında zor bir mesele olarak karşımızda hayatiyetini sürdürmeye devam ettirmektedir. 57
Hz. Âdem’in Kur’an’da Anlatılan Kıssasından Ders ve İbretler
Hz. Âdem topraktan yaratılmıştır. İnsanın topraktan yaratılması, bir yönüyle Allah’ın yüce kudretine delil olurken, bir yönden de insana bir hatırlatmadır: “İşte senin aslın, hakir/âdi bir çamurdur. Büyüklenmeye hakkın yoktur.” O yüce kudret olmasaydı, çamur nasıl insan haline gelebilirdi? O çamura üflenen İlâhî ruh onu canlandırıyor, hareketli ve şuurlu hale getiriyor. Bu, insanın iki boyutlu olduğunu da gösterir: Topraktan meydana gelen maddî ve beşerî boyutu, İlâhî ruhtan üflenen ve Allah’ın isimleri öğretmesinden oluşan manevî, ruhî ve ilmî yönü, halifelik boyutu. İnsan, kendine verilen yetenekler sayesinde mayasındaki çamurluğu, yani değersizliği, düşük bir seviyeyi de seçebilir; kendisine üflenen İlâhî ruh yönüne meylederek yüceliği, üstünlüğü, İlâhî ahlâkı da seçebilir.
Çamur, durağanlığı, hantallığı, bir yerde çöküp kalmayı; ruh ise hareketi, canlılığı, çabayı ve gayreti işaret eder. İnsan mayasındaki çamur alçaklığa, ruhu ise yüceliğe meyillidir. İnsanı ancak İlâhî ruhtan gelen bilinç, olgun harekete yöneltebilir.58 İnsanlar arasındaki mesafe, çamur ile İlâhî ruh arasındaki mesafe kadar olabilir.
Meleklerin Hz. Âdem’e secdesi, insana verilen değerin göstergesidir. Başta melekler olmak üzere yeryüzünde hemen her şey insanın hizmetine verilmiştir. Her şey, insanın önünde âdeta melekler gibi secde etmektedir. Bu hizmetten ise yalnızca İblis kaçınmaktadır. O, bu evrensel değerleri ve nizamı inkâr ederek bu âhengin dışında kalmıştır. Avrupa’da ortaya çıkan Hümanizm, insana verilen bu ulvî değerin yanında hiçbir anlam ifade etmez.
Hz. Âdem’in Kur’an’da anlatılan kıssası, bütünüyle yaratılışın ve insanlığın hikâyesidir. İnsan hayatının nasıl başladığını, nasıl devam etmesi gerektiğini ve nereye varacağını haber veriyor. Âdem kıssası, insanın yüksek mertebesini, kendisine melekler dahil bütün yerdeki varlıkların hizmet ettiği yeryüzü halifeliğini ve bunun sorumluğunu hatırlatıyor. Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak emanet yükünü hakkıyla taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Âdem kıssası, insanı Allah’ın emrine uymaya, yasaklarından kaçmaya alıştırıyor, İblis’in düşmanlığını hatırlatıyor.
Eşyanın isimlerini insan kendiliğinden bilip öğrenmiş değildir. Meleklerin ve insanın Allah’ın öğrettikleri ve öğrenme kabiliyeti verdiklerinin dışında kendiliklerinden bir ilimleri yoktur.59 İnsana, Allah ilim öğrenme yeteneği vermemiş, onu vahiyle desteklememiş, ona eşyanın isimlerini öğretmemiş olsaydı, insan dünyada hiçbir ilerleme gösteremez, yeryüzünün efendisi, halifesi de olamazdı. Öğretilen isimler sayesinde bilgiye, bilince, adlandırmaya, bilmeye, idrâk ve ifade etmeye kavuşmuş bulunuyoruz. Bunlar olmadan hayat olur mu?
İlimlerin kaynağı olan Kur’an’ı öğreten O olduğu gibi Beyanı, açıklama
57] Eyüp Yıldırım
58] Ali Şeriati, İnsan, s. 15-16
59] bk. 2/Bakara, 30-33
ÂDEM
- 15 -
yeteneğini de Allah öğretmiştir. “Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı/açıklamayı öğretti.”60
Meleklerin Allah’ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri, gaybın Allah’a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, bizim bilmemizin faydalı olmadığı gaybı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, kâhinler, medyumlar, cinciler, üçkâğıtçı sihirbazlar yalancıdır.
Hz. Âdem’in cennete konulmasının hikmetini en iyi Rabbimiz bilir. Onun cennet hayatının, Allah’ın nimetlerinin büyüklüğünü görme, O’nun koyduğu sınırları tanıyıp onlara uyma, insana kötülük yapabileceklere karşı dikkatli olma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu cennet, insanlar için bir örnektir ya da dünyayı nasıl cennet gibi yapabileceklerinin metodunu göstermedir. Kişi kendi hayatını dilerse cennet gibi ve ölümden sonrasını da cennet yapar; dilerse hayatı kendisi ve çevresi için cehenneme çevirir. Allah’ın bir emrine isyan insanın Cennetten uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Yapılan isyana, hatayı kabul edip tevbe edilmez ve Allah’ın emrine karşı bir mantık yürütülmeye, hataya te’vil bulup kılıf uydurmaya kalkılırsa Allah’ın lânetine uğranılan şeytanlaşma söz konusu olacaktır. Hz. Âdem’in cennet hayatı bu esprileri hatırlatıyor.
Kaybedilen cenneti yeniden bulmanın yolu, İslâm’ın tanımını yaptığı takvâ elbisesini kuşanıp müttakîlerden olmaktır. Bu ahlâk, yeryüzünü de insan için cennet haline getirecektir. Müttakîlerden kurulu bir toplum, saadet/mutluluk toplumudur. Takvâ sahibi mü’minler, her devirde asr-ı saadeti yaşayan, saadeti asra taşıyan kutlu insanlardır. Müttakîler için hazırlanmış olan ebedîlik cenneti, geçici olan dünya cennetinde kazanılır. Dünyayı kendisi ve çevresi için cennet gibi yapanlar, Âhiret cennetine adaydırlar. Ebedîlik cenneti, ancak bir bedel karşılığı kazanılır. Bu bedeli mü’minler nefisleriyle, İblisle ve Allah’ın düşmanlarıyla, her şartta ve her imkânda mücadele ederek, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah’ın emrini yerine getirerek öderler. Hz. Âdem’in cennet hayatı, bu gerçeklerin işaretlerini vermektedir.
Hz. Âdem, cennette olmasına rağmen yasak ağaca yaklaşmama emri ile denendi. İnsan orada bile başıboş, kuralsız ve sorumsuz değildi. İnsan yeryüzünde, İblis’in serbestçe faaliyet yapabildiği, nefislerin hoşuna gidecek sayısız çekici zevklerin olduğu, saptırıcıların kol gezdiği bir ortamda başıboş olabilir mi? Kuralsız ya da şeriatsiz kalabilir mi? Sorumluluk, hayatın anlamıdır ve devamını sağlayan en önemli ilkedir. Sorumsuzluk kişi için yokluktur. İnsanın yokluktan kurtulup var olmasını isteyen Yaratıcı, onu yaptıklarından ve emaneti taşıma görevinden sorumlu tutmuştur. Bu, ona değer vermedir, bir başka deyişle adam yerine koymadır.
Yasak ağaç -Allah daha iyi bilir- yeryüzündeki yasakları/haramları sembolize etmektedir. Rabbimiz bununla insanları kendi haram sınırları konusunda duyarlı olmaya davet ediyor. Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem’in şekavetine/bedbahtlığına sebep oldu.61 İnsan tıpkı atası Âdem gibi, ister bilerek, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O’nun sınırlarını çiğnerse ya da hükmüne uymazsa; şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrar, çok şey kaybeder.
60] 55/Rahmân, 1-4
61] bk. 20/Tâhâ, 117
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günümüzde ne yazık ki İblis’in yandaşları yeryüzünün her tarafını, işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden yasak ağaçlarla doldurdular. Onlar, sürekli yasak ağaç üretmekte ve onu reklâmlayarak pazarlamaktadırlar. Şimdilerde asıl mesele, yasak olmayan ağaçları bulup onların meyvesinden yemek ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmek ve diğer insanlara sunmaktır.
İnsan, diğer varlıklardan üstün kılınmasına rağmen,62 hem unutkan ve zayıftır, hem de yaratılışında olan çamurluğa ve İlâhî ruha meyillidir.63 Hz. Âdem, cennette olmasına ve Rabbinin uyarılarına rağmen yasağı unuttu.64 İnsan, unutarak veya aldanarak hata yapabilir. Mü’min insana düşen, hatasını İblis gibi savunmak değil; Âdem ve eşi gibi hatasını anlayıp Allah’tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder. 65
Hz. Âdem ve Hz. Havva, hatalarını anladıktan sonra şu duayı yapmışlardı: “(Âdem ile eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.”66 Yaptıkları bu dua, tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin, cezaya sebep olacağının delilidir. Öyleyse bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah’a istiğfârda (bağışlanma dileğinde) bulunmalı. Peygamberimiz bile her gün sayısız çoğunlukta istiğfâr ederdi. 67
İblis, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. İblis de, onun askerleri ve yardımcıları da tatil yapmayacaklar.68 İblis ve yandaşları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah’tan, O’na ibâdetten, O’nun yolunda harcama yapmaktan alıkoymaya çalışırlar. Onlar, müslümanların bütün hayırlı işlerine engel olmaya gayret ederler.
Allah, Âdem’i ve eşini affetti. Çünkü onlar günahlarını itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah’ın emrini beğenmezlik etmediler, O’na karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabullenmedi, Allah’ın emrine karşı istikbar etti. Allah’ın İslâm’la gönderdiği hükümlere/ölçülere teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıp Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, İlâhî yasaklarda, Allah’ın hükümleri konusunda pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, İblisin arkadaşıdırlar.
Hataya düşmenin, günah işlemenin sebebi, başkasının teşviki olsa bile, insanın bizzat kendisi esas suçludur; esas sebep, insanın kendi arzusu, kendi hevâ ve hevesidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse bir başkasının yerine kulluk da yapamaz. Herkesin yaptığı kendisine aittir.
Kadın, insanın asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşi veya annesidir. Üstünlük cinsiyette veya rütbelerde
62] 17/İsrâ, 70
63] 4/Nisâ, 28
64] 20/Tâhâ, 115
65] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53 vd.
66] 7/A’râf, 23
67] bk. İbn Mâce, Edeb 57, hadis no: 3815-3817
68] bk. 36/Yâsin, 60; 7/A’râf, 16-17; 17/İsrâ, 64 vd.
ÂDEM
- 17 -
aranmamalıdır.
Çıplaklık şeytandandır. O, Hz. Âdem’i ve eşini cennette kandırarak onları elbiselerinden soydu, ayıp yerlerini ortaya döküp onları utandırdı. Bu olay, aynı zamandan hem günah işlemenin insanı sıkıntıya sokacağına, hem de şeytanın insanı elbiselerinden soyarak ona daha rahat hâkim olabileceğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur’an insanları bu konuda uyarmaktadır: “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne-babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belâya uğratmasın.” 69
Bilinmeli ki, avret yerlerini örtmek ve namusu korumak ölçüsü, insana verilmiş önemli nimetlerden ve yüceliklerden biridir. Değerini anlayanlar için böyledir ama, hayvanlar örtünme gereği duymazlar. Hz. Ömer’in rivâyetine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Kim (uygun) bir elbise bulursa onunla (gereği gibi) örtünsün. (Giyerken), elbise köprücük kemiğine gelince; ‘Beni giydiren, kendisiyle avret yerimi örten ve hayatıma (o elbise ile) güzellik kazandıran Rabbime hamdolsun’ desin.” 70
İblis, çıplaklığı insanları avlamak için bir tuzak olarak kullanıyor; ağına düşürdüğü kurbanlarının da takvâ elbisesinden sıyrılıp ayıplarının ortaya dökülmesine çalışıyor. Onları Rablerinin huzurunda, insanların içerisinde rezil ediyor. Mü’min, takvâ elbisesi ile ruhunu, hayatını ve edebini koruma altına alır. İman ve takvâ ile Allah’ın istediği gibi bedenini örtüp, haysiyetini, iffetini, şerefini ve fıtrattaki yüceliğini korur.71 İblis ve yandaşları İslâm’ın getirdiği tesettür/örtünme ölçüleriyle savaşırlar. Çünkü örtüsüzlük, insanları, toplumları ve nesilleri bozmaya götüren önemli yollardan biridir. Günümüzdeki İblis askerlerinin de belirttiği doğru olabilir; “tesettür siyasal ve dinsel bir simgedir.” Tamam da, açıklık ve çıplaklık da şeytanî bir simge ve haram tanımazlığın, ahlâksızlığın simgesidir/alâmetidir. 72
Âdem kıssasında cennette iskân, yasak ağaçtan yeme ve tevbe”den oluşan üç aşama, Abduh’a göre insanın yaratılışındaki üç evreye tekabül eder. Âdem kıssası Âdemoğlunun kıssasıdır. Âdem’in adının anılması, kavmi, büyüğünün adıyla anmak kabilindendir. Cennette iskân, üzüntü ve kederin olmadığı, “kederden kaç hazza koş” sözünde ifadesini bulan çocukluk evresine delâlet eder. Ağacın meyvesinin yasaklanması ve bu yasağı çiğnemek irâdenin ortaya çıkma evresine, pişman olarak Allah’a yönelmek ise olgunluk evresine tekabül eder. Allah’tan kelimelerin verilmesi insan aklının hakikati bulmaya yetmediği, mutlaka nübüvvete ihtiyaç duyduğuna delâlet eder.73 İnsanlığın atası Âdem’in yaşadığı bu süreçle, her bir insanın anne karnında yaşadığı embriyolojik gelişim süreci arasında, “tedebbür” için bazı paralellikler kurulabilir mi? Anne rahmi, Âdemoğlunun zahmetsizce yaşadığı bir tür “cennet”; Âdem’in kovuluşu, insanın dünyaya gelişini; Âdem’in yasak ağaçtan yedikten sonra cinselliği keşfetmesi, insanın âkıl-bâliğ olarak cinselliği keşfetmesini çağrıştırır. İnsanın dünya hayatının âhirete nisbeti, ana rahmindeki sürenin dünya hayatındaki süreye nisbeti
69] 7/A’râf, 27
70] Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed bin Hanbel, naklen: İbn Kesir, 2/12
71] 7/A’râf, 26
72] Hz. Âdem, Hüseyin K. Ece, s. 243 ve devamı
73] El-Menâr, c. 1, s. 282-284
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibidir. Allahu a’lem. 74
Hz. Âdem Kıssasından Çıkarılabilecek Dersler ve İbretler
1- Bu kıssada üç yaratıktan söz edilmektedir. Bunlar: Teslimiyet örneği melekler; kibir, öfke, isyan ve günahta ısrar eden nankörlük örneği İblis ve iyiliğe de kötülüğe de yönelme hissini içinde barındıran, her iki yöne de gidebilme gücüne sahip olan insan.75 İnsan bu haliyle hem meleklerle hem de İblis’le aynı yerde bulunabilecek ve yarışabilecek durumdadır. Yani hem meleklerden de yüce, hem de İblis’ten de aşağılık olabilir. 76
2- Hz. Âdem kıssası, bütünüyle yaratılışın ve insanlığın hikâyesidir. Onun var edilmesiyle yeryüzündeki hayat olgunluğa ulaşmıştır. Bu kıssa, insanın yeryüzü sınav alanına inmesinden Allah’a dönüşüne kadar geçen zamanın açık bir sahnesidir.
3- İnsanın dünyadaki hayatı tesadüfen başlamamıştır. Onu Allah yaratmış ve yaratılışını da belli ölçüler içinde ve kâinatın işleyişiyle uyumlu bir şekilde yapmıştır.
4- Allah, yüce gücü bilinsin diye varlıkları ve insanı yarattı. O kendisine ibâdet edilmesini sevdiği için, ibâdet edici kullar var etti. O aynı zamanda az bir amele çok karşılık vermeyi, suç işleyeni affetmeyi sever. Bu da insanın yaratılışı ile gerçekleşti. Allah’ın bir adı da Muhsin’dir. O kullarına ihsan etmeyi sever. Âdemoğullarını yarattı ve onlara bol bol ihsan etti.
5- Kur’an’da Hz. Âdem’in topraktan yaratılışının yedi yerde tekrar edilmesi, aynı zamanda ölümden sonra diriliş olacağına bir işarettir. İnsanı topraktan yaratan, çürümüş ve toprağa karışmış kemiklere de can verebilir. 77
6- Yüce Allah, yoktan varlık, zayıftan güçlü, sâkinden hareket, cansızdan canlı yaratır. Onun izniyle su ve toprak hareket eder, konuşur hale gelir.78 İnsan, kendisini böyle yaratan zâta karşı sorumlu değil midir?
7- İnsanın topraktan yaratılması, bir yönüyle Allah’ın yüce kudretine delil olurken; bir yönden de insana bir hatırlatmadır: “İşte senin aslın, hakir/âdi bir çamurdur. Büyüklenmeye hakkın yoktur.” O Yüce Kudret sayesinde çamur insan haline geldi. O çamura üflenen İlâhî ruh onu canlandırıyor, hareketli hale getiriyor. Bu insanın iki boyutlu olduğunu da göstermektedir.
8- İnsan, kâinatta üstün, eşsiz bir varlık olarak yaratılmış, bu eşsiz ve üstün konumuyla uyumlu bir vazifeyle görevlendirilmiştir. Onun bu dünyadaki sıfatı “halife”dir. Halife, başkasının yerine geçmek anlamına gelmektedir. İnsan ya yeryüzüne ya da başka toplulukların yerine vâris kılınmıştır.79 İnsan dünyada kendi başına buyruk olarak yaratılmamıştır. İnsan, Allah’ın ölçülerini unutmamalı, halife olduğunu hatırından çıkarıp kendini hâkim zannetmemelidir. Eğer
74] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Y., s. 17
75] 76/İnsan, 2-3; 91/Şems, 8
76] 95/Tîn, 4-5
77] 36/Yâsin, 78-81
78] 30/Rûm, 20
79] 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69
ÂDEM
- 19 -
haddini aşıp böyle bir iddiada bulunursa kâfir, zâlim ve fâsıklardan olacaktır. 80
9- Âdem’e isimlerin öğretilmesi, hem insanın değerinin yüce olduğuna bir işarettir; hem de kullar için muazzam bir nimettir. Öğretilen isimler sayesinde bilgiye, bilince, adlandırmaya, bilmeye, idrak ve ifade etmeye kavuşmuş bulunuyoruz. Bunlarsız hayat nasıl olurdu?
10- Meleklerin Allah’ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri; gaybın Allah’a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz, meleklerin ve bizim bilmemizin faydalı olmadığı ‘gayb’ı kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler, falcılar, medyumlar, kâhinler yalancıdırlar.
11- Meleklerin “yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek halife mi yaratacaksın?” diye sormaları ve Allah’ın cevap olarak “sizin bilmediğinizi Ben bilirim,” demesi göstermektedir ki, bilmeden hüküm vermek yanlıştır, hele dinî konularda rastgele fetvâ vermek kötüdür.
12- Allah, Âdem’e isimleri öğreterek eşya hakkında temel bilgiyi vermiştir. İnsana bilgi ve yetki (irâde) birlikte verilmiş ve ondan bazı isteklerde bulunulmuştur. O hilâfetini bu verilen bilgi ve yetkiyle sürdürecektir. Hilâfeti adâlet sınırları içinde olmalı; hevâsına uymamalı ve Allah’a teslim olması gerektiğini unutmamalıdır.81 “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” sözü aynı zamanda insanların tümüne verilen nimetlerin hatırlatılmasıdır.
13- Yeryüzünde halife kılınan insan, ancak “emanet” yükünü taşırsa bu görevini hakkıyla yerine getirebilir. Dağların, yerin ve göklerin taşıyamamaktan korktukları82 “emanet” nedir? Gerçek mü’min olmak, insanlar arasında emîn/güvenilir sıfatı kazanmak, Allah’tan gelen İlâhî vahiyden emin olarak, İlâhî hükümleri tereddütsüz kabul etmek, kulluk emaneti, Kur’an ve Kur’an’la bildirilen İlâhî yasalar, insana yeryüzünde yön veren serbest irâde... Bütün bunlar, emanetin değişik açılardan görünüşüdür. İrâdesini Allah’ın hükmüne tâbi kılanlar, halifelik görevini yaparlar; irâdelerini İblis’e ve nefislerine teslim edenler ise emanete ihanet ederler.
14- Meleklerin Hz. Âdem’e secdesi, insana verilen değerin göstergesidir. Başta melekler olmak üzere yeryüzündeki hemen her şey, insanın hizmetine verilmiştir. “O, arzda/yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.”83 Her şey, insanın önünde melekler gibi âdeta secde (bey’at/hizmetinde olma yemini) etmektedir. Bu hizmetten ise yalnızca İblis kaçınmaktadır. O, evrensel değerleri ve düzeni inkâr ederek bu âhengin dışında kalmıştır.
15- İblis’in üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil; Allah’ın koyduğu ölçü verir. Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî mantıktır. Kur’an’a göre üstünlük takvâda,84 ilimde85 ve cihaddadır.86 Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi sayarsa,
80] 5/Mâide, 44, 45, 47
81] 2/Bakara, 30; 38/Sâd, 20
82] 33/Ahzâb, 72
83] 2/Bakara, 29
84] 49/Hucurât, 13
85] 39/Zümer, 9
86] 4/Nisâ, 95
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onda iblis anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım sonucu Rabbine istikbâr edip isyan ettiği gibi, her çeşit ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
16- Allah, Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tayin etmişti. İblis bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah’ın Âdem’e verdiği bu halifelik emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden secde etmedi. İblis, Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını ve hikmetlerini göremeyip kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Kim nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis’i isyana sevk eden haset/kıskançlık, kibir ve cehalet, şeytanî özelliklerdir. Kimde bu özellikler varsa, o şeytanî karaktere sahiptir.
17- İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır. Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.87 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah’ın emrine tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti.
18- İblis’in belki en önemli hatası, yanlış şekilde kıyas etmesi, Allah’ın hükmüne rağmen akıl yürütmesidir. Bu akıllılık değil; akılcılıktır. Bu şeytanî anlayışa göre ölçü, Allah’ın hükmü değil; akıldır. Böylece akıl putlaştırılmıştır. Aklın Allah’ın hükmüne teslim olması, kulun yaratıcısına itaat etmesi gerektiği halde,88 kendi görüşünü/hevâsını ilâhlaştırmasıdır. Yani kendi aklınca ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi de Âdem’den üstündür. Hâlbuki o durumda Allah’ın kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula yakışan, mutlak Yaratıcı karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem’i kıskanan İblis isyan etti ve lânetlendi. O, ölçüleri tersyüz etti, Allah’ın yarattığı akılla Allah’ın hükmünü tartmaya çalıştı. Allah’a teslim olması, hükmüne itaat etmesi gerekirken alternatif üretmeye kalktı. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.” 89
19- Şeytanın ateşin topraktan üstün olduğuna dair hükmü de yanlıştır.
87] 38/Sâd, 71-85
88] 33/Ahzâb, 36
89] 33/Ahzâb, 36
ÂDEM
- 21 -
Toprak, nimetleri, bereketi, üremeyi temsil eder. Toprağın bu üreticiliğine, besleyiciliğine karşılık, ateş; yakıcı, yıkıcı, mahvedicidir. Bu, toprağın ateşe mânevî üstünlüğüdür. Maddî üstünlük ve galibiyete gelince, ateş toprağı yakamaz; ama toprak ateşi söndürür. Ateş geçicidir, yanan ateş, bir müddet sonra sönüp kaybolur gider. Toprak ise çağlar boyu, nesilden nesile hem de çeşit çeşit verir de verir. Ateşin, yani yakıcı ve yıkıcı şeylerin, meselâ ateşli silâhların, atom bombası vb. araçların güç kaynağı, büyüklük ve üstünlük vasıtaları olduğunu iddia etmek şeytânî bir değerlendirmedir. Şeytan, bu tür yakıcı ve yıkıcı şeyleri, dostlarının gözünde büyüterek, bu sahte güçleri elinde bulunduranlardan insanları korkutur. Ayrıca toprak tevâzunun, secdenin timsalidir; ateş ise isyanın.
20- Kibir/büyüklük taslamak, insanı alçaltan şeytanî bir huydur. Bu huy, insanı Allah’ın hükümleri karşısında istikbâr etmeye ve istiğnâ duygusuna götürür. Kibir, istikbâr, istiğnâ (kendini Allah’a karşı muhtaç hissetmeme) duyguları, şeytanın önemli araçlarındandır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün azılı inkârcıların tavrı istikbârdı. Bu çirkin huy yüzünden insanlar Rablerine secde etmekten, O’nun emirlerini dinlemekten yüz çevirirler.
İnsanın topraktan yaratılmasının bir hikmeti de, toprağın tevâzu (alçak gönüllülük) ve haddini bilme halini hatırlatmasıdır. Böylece insan, Allah karşısında haddini bilmeye çağrılıyor. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltir; kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır.” 90
21- Allah, meleklere “bir halife yaratma” iradesinden söz etti. Bu âyetten, bir şey yapmadan önce akıllı ve işin ehli insanlara danışma (istişâre etme) ahlâkına işaret çıkarılabilir.
22- Hz. Âdem’in cennet hayatının, Allah’ın nimetlerinin büyüklüğünü görme, O’nun koyduğu sınırları tanıyıp onlara uyma, insana kötülük yapabilecek düşmanlarına karşı dikkatli olma bilincine sahip olma amacı taşıdığı söylenebilir. Bu cennet, insanlar için bir örnektir. Dünyayı nasıl cennet gibi yapabileceklerinin metodunu gösterir. Kişi kendi hayatını cennet gibi ve ölümden sonrasını dilerse cennet yapar; dilerse hayatı kendisi ve çevresi için cehenneme çevirir. Hz. Âdem’in cennet hayatı bu espriyi hatırlatıyor.
Allah’ın başlangıçta insan için uygun gördüğü yer cennettir. İnsan, Allah’ın hidâyetine uyar ve hatalarında ısrar etmeyip tevbe yolunu seçerse yine cennete kavuşacaktır. Ancak bu defa kazanarak, yani dünyada iken şeytanın yolunu reddedip Allah’ın emri istikametinde yol almanın mükâfatı olarak cennete girecektir. 91
23- Allah, Âdem’in hayatının bir bölümünde fiilen gösterdiği, sayısız nimetlerle donattığı, gözlerin görmediği huld cennetini, müttakîler için, Allah’tan hakkıyla korkup sakınanlar için hazırlamıştır.92 Kaybedilen cenneti yeniden bulmanın yolu, Kur’an’ın tanımını yaptığı takvâ elbisesini kuşanıp müttakîlerden olmaktır. Bu ahlâk, yeryüzünü de insan için cennet haline getirir. Müttakîlerden kurulu bir toplum, saâdet/mutluluk toplumudur. Günümüzde de insan “asr-ı saâdet”i yaşayabilir; “saâdet”i “asr”a taşıyabilir. Nasıl mı? Cevabı “Asr” sûresinde.
90] İbn Mâce, Zühd 16; hadis no: 4176
91] 7/A’râf, 43; 24/Nûr, 38; 31/Lokman, 8; 32/Secde, 19; 16/Nahl, 32
92] 3/Âl-i İmran, 133; 15/Hıcr, 45; 26/Şuarâ, 90 vd.
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
24- Hz. Âdem’i şekavete (bedbahtlığa/mutsuzluğa) düşüren şey, İblis’e aldanıp Rabbinin tenbihini/uyarısını unutmaktır. Onun ve soyunun şekavetten kurtulması da Allah’tan gelen “hidâyet”e uymasıdır.93 İlâhî hidâyette yaratılışın cevabı, saadetin formülü, kurtuluşun reçetesi vardır. Bu hidâyette fıtratın ihtiyaç duyduğu ilkeler ve ölçüler, fazilet, en olgun düzen ve dosdoğru bir yol vardır. İnsan, sapmamak ve sıkıntıya uğramamak için Allah’ın hidâyetine tâbi olmalıdır. O daima bu hidâyete muhtaçtır. Bu hidâyetten ve Allah’ın zikrinden yüz çevirenler, kendi bedbahtlığını kendileri kazanırlar, gündüzleri geceye ve nurları zulumâta (karanlıklara) çevirirler. 94
25- Müttakîler için hazırlanmış olan ebedîlik cenneti, geçici olan dünya cennetinde kazanılır. Dünyayı kendisi ve çevresi için cennet gibi yapanlar, âhiret cennetine adaydırlar. Huld (ebedîlik) cenneti, ancak bir bedel karşılığı kazanılır. Bu bedeli, mü’minler, nefisleriyle, şeytanla, şeytanlaşanlarla her şartta ve imkânda mücadele ederek, hiç kimsenin kınamasına aldırmadan Allah’ın emrini yerine getirerek öderler. Cennet, kul için üstün bir makam olduğundan, orayı hak etmenin bedeli de ona göredir. Orayı arzu edenler, gereken bedeli ödemek zorundadır.
26- Hz. Âdem, cennette olmasına rağmen “yasak ağaca yaklaşmama” emri ile denendi. İnsan orada bile başıboş, kuralsız ve sorumsuz değildi. İnsan, yeryüzünde, şeytanın serbestçe faaliyet yapabildiği, nefislerin hoşuna gidecek sayısız çekici zevklerin olduğu, devlet eliyle haramların kolaylaştırılıp Allah’a itaatin önüne sayısız engeller konulduğu, saptırıcıların kol gezdiği bir ortamda başıboş olabilir mi? Kuralsız ya da şeriatsiz kalabilir mi? Bunca şeytânî yollar içinde kılavuzsuz sırât-ı müstakimi bulabilir mi?
27- Sorumluluk, hayatın anlamıdır ve devamını sağlayan en önemli ilkedir. Sorumsuzluk kişi için “yok”luktur. İnsanın yokluktan kurtulup “var” olmasını isteyen Yaratıcı, onu yaptıklarından ve emaneti taşıma görevinden sorumlu tutmuştur. Bu, ona değer vermedir, bir başka deyişle “adam yerine koyma”dır. Yasak ağaç, ihtimal ki yeryüzündeki haramları sembolize etmektedir. Rabbimiz bununla insanları kendi haram sınırları konusunda duyarlı olmaya davet ediyor.
28- Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem’in şekavetine (bedbahtlığına) sebep oldu.95 İnsan, tıpkı atası Âdem gibi, ister bile bile, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse, O’nun sınırlarını çiğnerse veya hükmüne uymazsa, şekavete düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrayıp çok şey kaybeder.
Günümüzde tâğûtî düzenlerin ve düzenbazların egemenliği sayesinde şeytanın yandaşları yeryüzünün her tarafını işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar yüzünden “yasak ağaçlar”la doldurdular. Onlar sürekli “yasak ağaç” üretmekte ve şeytânî vesvese ve kandırmaca ile insanları o ağaçlara yaklaştırmaktadırlar. Müslümana yakışan, yasak olmayan ağaçlar bulup onların meyvesinden yemek, ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmektir.
29- Âdem ve eşi cennetteyken Allah tarafından denenmiş ve eğilimleri
93] 2/Bakara, 38; 20/Tâhâ, 123
94] 20/Tâhâ, 124
95] 20/Tâhâ, 117
ÂDEM
- 23 -
ortaya çıkmıştır. Dünyada da benzer bir imtihan vardır. Her iki imtihanda da Allah’ın sınırsız mubah alanı ve çok az haram alanı vardır. Mubah alan, insanın tüm ihtiyaçlarını sonuna kadar karşılamaya yeterlidir. Helâl/mubah nimetler, keyfe kâfidir. Bundan dolayı haram sınırını aşan kimselerin kendilerini savunabilecekleri hiçbir gerekçeleri olmaz. Savunma çabaları, temelsiz görüşlerden (hakkı göremeyişlerden) başka bir şey değildir; tıpkı şeytanın demagojileri gibi.
30- İnsan, diğer varlıklardan üstün kılınmasına rağmen,96 hem unutkan ve zayıftır, hem de İlâhî ruha yatkınlığı yanında, yaratılışında olan çamura/çamurluğa da meyillidir. 97
31- Hz. Âdem, Rabbinin uyarılarına rağmen yasağa uymayı unuttu.98 İnsan unutarak veya aldanarak hata yapabilir. İman eden insana yakışan, hatasını İblis gibi savunmak değil; Âdem ve eşi gibi yanlışını anlayıp Allah’tan bağışlanma dilemektir. Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder.99 Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın, hatalarını anladıktan sonra yaptıkları dua; tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık göreceğinin delilidir. Öyleyse, bütün günahlara tevbe etmeli, sürekli Allah’a istiğfarda (bağışlanma dileğinde) bulunmalıdır.
32- Çıplaklık şeytandandır. O, Hz. Âdem’i ve eşini cennette kandırarak onları elbiselerinden soydu, ayıp yerlerini ortaya döküp onları utandırdı. İnsan, fıtrî olarak hayâ duygusuna, çıplaklıktan utanma hissine sahiptir. Hayâsız insanlar, fıtratları bozulmuş, insanlıktan uzaklaşmış kimselerdir. Bu olay, aynı zamanda hem günah işlemenin insanı sıkıntıya sokacağına ve hem de şeytanın insanı elbiselerinden soyarak ona daha rahat hâkim olabileceğine işaret etmektedir. Bu nedenle Kur’an insanları; “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne-babanızın ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini sıyırarak onları cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir belâya uğratmasın.”100 diyerek uyarıyor.
Şeytan, çıplaklığı insanları avlamak için bir tuzak olarak kullanıyor. Ağına düşürdüğü kurbanlarının da takvâ elbisesinden sıyrılıp ayıplarının ortaya dökülmesine sebep oluyor. Onları Rablerinin huzurunda, insanların içerisinde rezil ediyor. Mü’min, takvâ elbisesi ile ruhunu, hayatını ve edebini koruma altına alır. Takvâ imanıyla da Allah’ın istediği gibi bedenini örtüp, haysiyetini, iffetini, şerefini ve fıtrattaki yüceliğini korur.101 Şeytan ve yandaşları İslâm’ın getirdiği tesettür/örtünme ölçüleriyle savaşırlar. Çünkü örtüsüzlük, insanları, toplumları ve nesilleri bozmaya götüren önemli yollardan biridir. Bilinmeli ki, avret yerlerini örtmek ve korumak ölçüsü, insana verilmiş önemli nimetlerden ve yüceliklerden biridir.
33- Fıtratı bozulmamış insanlar, kötülüğü kolay kolay kabul etmezler. İblis, insanın bu özelliğini bildiği için ona öğüt veriyormuş edasıyla sokulur, doğrulardan olduğuna inandırmak için yemin eder, yasakları çiğnetmek için bunu yapınca elde edeceği çok güzel sonuçlardan bahseder ve böylece onu kandırabilir. Şeytan ve onun yardımcıları, insanı kandırmak için daima hoşa gidecek şekilde
96] 17/İsrâ, 70
97] 4/Nisâ, 28
98] 20/Tâhâ, 115
99] 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53; 61/Saff, 12 vd.
100] 7/A’râf, 27
101] 7/A’râf, 26
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaldızlı ve süslü sözler söylerler. İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı -kendilerine göre- deliller getirirler, ikna odaları kurarlar, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Allah tarafından yasaklanan şeyleri, çeşitli yorumlarla güzel/normal göstermeye çalışırlar. Bütün bu nefse hoş gelen söz ve tavırlar, aslında saptırıcı, istikameti şaşırtıcı ve çarpık içeriklidir. Bu câzip yöntemler, avlarını tuzağa düşürmeye yarayan hilelerdir. 102
34- İnsanda mevcut hali yeterli görmeme, bulunduğu mevkiden daha üstün konuma geçme arzusu vardır. Bazan insan bunun için haramları da çiğneyebilir. Şeytan, Âdem ve eşini üstün bir mevki göstererek ve buna inandırarak kandırmış, yasağı çiğnemelerini sağlamıştır.
35- Şeytan, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını, her zaman ve her şartta sürdürecektir. Ne şeytan, ne de onun yardımcıları tatil yapmayacaklardır.103 Şeytan ve dostları en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah’tan, O’na ibâdetten, O’nun yolunda harcama yapmaktan, cihaddan, her türlü hayırlı işlerden alıkoymaya çalışırlar.
36- “Kahrolsun İblis!” demenin, “şeytana uydum”, “şeytanın vesvesesi, kandırması olmasaydı...” demenin faydası yoktur. Kişi kendi arzusuyla ve nefsinin isteğiyle şeytanın aldatmalarına kanar, onun adımlarını izler. Çünkü şeytanın ve yandaşlarının sâlih mü’minler üzerinde bir gücü yoktur. O yalnızca vesvese verir, davet eder, günahları ve dünya tutkularını çekici gösterir, yanlış yapmaya özendirir.104 O, hiç kimseyi kendi emrine uymaya zorlayamaz. Üstelik, şeytanın hilesi, oldukça zayıftır.105 Ama ne yazık ki insanların çoğu bu zayıf hilelere aldanır. Şeytanın davet ettiği veya söz verdiği şey de aldanmadan, yanılmadan, yani seraptan ve ümniyyeden (boş hayalden) başka bir şey değildir. 106
37- İblis’in lânete uğrama meselesi, sadece Allah’ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü’min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme, özür dileme yerine itirazı ve rezil bir hayatı tercih etti. İnsanın kendi hatasını savunması, te’vil etmesi, suçunu Allah’a karşı itiraf edip kabullenmemesi şeytanî özelliktir.
Allah, Âdem’i ve eşini affetti. Çünkü onlar, günahlarını Allah’a itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah’ın emrini beğenmezlik etmediler, ona karşı kibirlenmediler. İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabul etmedi. Allah’ın emrine karşı istikbâr etti. İnsanın önünde iki yol vardır. Birisi, İblis’in itaatten çıkma ve Allah’a isyan yolunda ısrar yolu; diğeri, Âdem’in hatasından dönüp tevbe etme yolu. Allah’ın İslâm’la gönderdiği hükümlere (ölçülere) teslim olduğu ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da günahlarına tevbe edenler, tıpkı Hz. Âdem gibi affedilirler. İmanda, farz ve haramlarda (Allah’ın hükümleri konusunda) pazarlık yapanlar, sonra kendi görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, şeytanın arkadaşıdırlar.
102] 6/En’âm, 112-113
103] 36/Yâsin, 60; 7/A’râf, 16-17; 17/İsrâ, 64; 2/Bakara, 268 vd.
104] 17/İsrâ, 65
105] 4/Nisâ, 67
106] 14/İbrahim, 22; 4/Nisâ, 120; 15/Hicr, 42; 17/İsrâ, 64 vd.
ÂDEM
- 25 -
38- Hataya düşmenin, günah işlemenin sebebi, üçüncü şahısların teşviki olsa bile, esas suçlu, insanın bizzat kendi arzusu, kendi hevâ ve hevesidir. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmadığı gibi, kimse bir başkasının yerine kulluk da yapamaz. Herkesin yaptığı kendisine aittir.
39- Allah, yasak sınırını aşan Âdem ve eşini affetmiş, dünya imtihanını günahsız olarak başlatmıştır. Tüm insanlar da dünyaya günahsız olarak gelecekler, dünya hayatları boyunca sayısız imtihanlar geçireceklerdir.
40- Kadın, tüm insanların asırlar boyu çektiği çilenin sebebi değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşidir. Üstünlük, cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır. Bu kıssaya göre, şeytanın ilk saptırdığı kadındır veya erkektir denilemez. Kadının, şeytanın görevini üstlenip kocasını saptırdığı da iddia edilemez. Kadın ve erkek (Âdem ve eşi), yasağı birlikte çiğnemişler; yine birlikte tevbe etmişlerdir.
Yine bu kıssaya göre, insanoğlunun hangi şeyden yaratıldığı gâyet açıktır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı gibi iddialar, Kur’an’dan dayanak alamaz. Kadın ve erkeğin ortak adı insandır ve insan topraktan yaratılmıştır. 107
41- Allah, hâlis (ihlâs sahibi) kullarını meleklerle de destekleyecektir. Melekler, muhâfızlık yaparak, haber (vahy) getirerek, mü’minleri müjdeleyerek, cihadda mü’minlerle birlikte yer alarak ve onlar için Allah’a dua ederek mü’minleri destekleyeceklerdir. 108
Şeytan melek değil; cinlerdendir.109 Dolayısıyla melekler, Allah’a isyan etmezler. Melekler, bazı müşriklerin iddia ettikleri gibi Allah’ın kızları da değildir. Allah’a tamamen teslim olmuş, Allah’ı hamd ile tesbih eden kullardır.
42- İblis, Allah’a inanmakta, O’nun sıfatlarını bilmektedir. Ancak Allah’a itaat etmeyip büyüklenen ve yüz çeviren biridir. Bu yüz çevirmesi ve büyüklenmesinden dolayı lânetlenmiştir. İnsanlardan da kim büyüklük taslar, Allah’ın emirlerinden yüz çevirirse Allah’ı tanısa ve O’na inandığını söylese de İblis gibi nankörlerden sayılacak ve lâneti hak edecektir. İsyan eden, büyüklenen ve Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışanlar, İblis ile birlikte cehennem halkı olarak orayı dolduracaklardır.
43- İnsan, şeytanın kendisine düşman olduğunu ve daima kendisinin felâketini istediğini unutmamalıdır. Şeytanın ve dostlarının tuzağına düşerek günah işlemesi, onun şeytan tarafından zavallı duruma düşürülmesi demektir. Günaha devam ettikçe hareket yönü, alçalmaya doğru olacaktır. Tevbe etmemek ve şeytanın süslediği hayallere dalmak, zaafın ve alçaklığın en derinine doğru yol almak demektir. İnsanın şerefli olabilmesi için el-Aziz olan Allah’a dayanıp teslim olması, isyandan ve şeytandan uzak durması gerekir.
44- Kur’an, şeytanın velî (dost-yardımcı) tutulmamasını ihtar ediyor.110 Şeytanla dost olmak, yılanla yatağa girmekten çok daha tehlikelidir. Akıllı insan,
107] 55/Rahmân, 14; 6/En’âm, 2; 23/Mü’minûn, 12; 32/Secde, 7; 37/Saffat, 11
108] 35/Fâtır, 37; 3/Âl-i İmran, 39, 42, 45 124, 125; 8/Enfâl, 9, 12; 16/Nahl, 32 vd.
109] 18/Kehf, 50
110] 18/Kehf, 50-51
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendine zararlı dost tutmaz. İnsan, ya Allah’ın hizbi, ya şeytanın hizbidir (yandaşı, taraftarıdır).111 İnsan savaşçıdır; ya Allah yolunda ya da tâğut uğrunda.112 İnsanın her davranışı bir ibâdettir; Allah’a veya şeytana ibâdet!113 Yolların ayrılış noktası; insanın ya Allah’ın emirlerine kulak verip hakka itaat etmesi yahut da şeytana uyup onun emirlerine itaat etmesidir. Üçüncü bir yol yoktur. Ya Allah yahut şeytan. Ya hidâyet yahut dalâlet. Ya hak, ya bâtıl. Ya kurtuluş ya hüsran. Kur’an’ın bütünüyle anlattığı hakikat işte budur. Diğer bütün düşünceleri ve insanları ilgilendiren halleri Kur’an, bu hakikat üzerine bina eder.
Şeytan ve yandaşlarına karşı mücadele ciddî ve sürekli bir iştir. İnsan güçlü bir iman ve şeytanın istekleri yerine Allah’a şartsız itaat ile mücadeleyi başarı ile bitirebilecek ve şeytanın alçaltmasından kurtulmuş olacaktır. İnsan, sürekli olarak şeytanî hilelere karşı uyanık olmalı, onlarla savaşmalı, tuzakları sezmeye ve açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Ancak her şeye rağmen tuzağa düşebilir. Tuzağa düşünce de tevbe ederek toparlanmalıdır. İnsan fıtratına uygun davranış, hatalarda ısrar değil; tevbedir. 114
Âdem kıssası, tüm insanlığın tarihidir. Bu kıssa, insanı Allah’ın emrine uymaya, yasaklarından kaçınmaya alıştırıp teşvik ediyor, İblis’in düşmanlığını hatırlatıyor. Adam olmak; Âdem olmak, Âdem gibi olmak, onun gibi yaşamak demektir. Âdem, yeryüzünde halife olarak yaratılmıştı. Âdem kelimesi elif, dal ve mim harfiyle yazılır. Âdem’in elif’i kıyâmı, dal’ı rukûyu, mim’i de secdeyi çağrıştırır. Adam olmak, Allah için kıyâm etmek, belimizi sadece O’nun huzurunda bükmek, O’nun huzurunda eğilip başkalarının önünde eğilmemek ve sadece O’na secde etmekle, ibâdet edip kulluk yapmakla mümkün olur. Âdem gibi/Adam gibi adam olanlara selâm olsun!
111] 58/Mücâdele, 19, 22
112] 4/Nisâ, 76
113] 51/Zâriyât, 56; 36/Yâsin, 60
114] Adnan Adıgüzel, Âdem Kıssası ve Düşündürdükleri, Haksöz 44, s. 44-45; H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 243-254
ÂDEM
- 27 -
Âdem (a.s.) ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Âdem İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 25 Yerde)
2/Bakara, 31, 33, 34, 35, 37; 3/Âl-i İmrân, 33, 59; 5/Mâide, 27; 7/A’râf, 11, 19, 26, 27, 31, 35,
172; 17/İsrâ, 61, 70; 18/Kehf, 50; 19/Meryem, 58; 20/Tâhâ, 115, 116, 117, 120, 121; 36/Yâsin, 60.
B- Âdem (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İlk İnsan ve İlk Peygamber Hz. Âdem: Bakara, 30-31, 33, 37; Al-i İmran, 33, 59; Nisâ, 1, 116,
120; En’am, 2; A’raf, 12, 23, 189; Hıcr, 26, 28, 43; İsrâ, 61, 64; Kehf, 50; Tâhâ, 115,
123; Mü’minun, 12; Rûm, 21; Secde, 7; Sâd, 71, 85; Zümer, 7; Rahmân, 3-4, 14; İnsan, 1.
b- Âdem A.S.’ın Yaratılışı: Bakara, 30; Al-i İmran, 59; Nisâ, 1; A’raf, 189; Mü’minun, 12; Furkan,
54; Secde, 7; Fâtır, 11; Saffat, 11; Sâd, 71-74; Mü’min, 67; Necm, 32; Rahmân, 15; Nûh, 19.
c- Hz. Havvâ’nın Yaratılışı: Nisâ, 1; A’raf, 189; Rûm, 21; Zümer, 6.
d- Âdem A.S.’ın Bilgisi: Bakara, 31, 33.
e- Âdem A.S. ile Şeytan: Bakara, 34-36; A’raf, 19-24; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116-119.
f- Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın Cennetten Çıkarılışları: Bakara, 35-36, 38; A’raf, 19-24; Tâhâ,120-121.
g- Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın Dünyaya İnişleri: A’raf, 24-25; Tâhâ, 122-124.
h- Âdem A.S.’ın Tevbesi: Bakara, 37.
i- Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın, Nesillerinden Peygamberler Gönderilmesi: Al-i İmran, 33-34.
j- Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın, Allah’ın Salih Çocuk Vermesi İçin Duâları: A’raf, 189-190.
k- Hz. Âdem’in Çocuklarından Hâbil ile Kabil’in Allah’a Kurban Sunmaları: Mâide, 27.
l- Kabil’in Hâbil’i Öldürmek İstemesi: Mâide, 27-29.
m- Kabil’in Hâbil’i Öldürmesi: Mâide, 30, 32.
n- Kabil’in, Kardeşinin Cesedini Gömmesi ve Pişmanlığı: Mâide, 31.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 111-124
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 265-283
3. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 255-290
4. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 262-268; 334-337; 386-436
5. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 163-178
6. Min Vahyi’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 151-170
7. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c. 1, 105-145
8. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 358-363
9. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 35-40
10. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 240-244
11. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 32-34
12. Kur’an’da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 260-262
13. Hz. Âdem Kıssası ve Düşündürdükleri, Adnan Adıgüzel, Haksöz sayı 44, Kasım 94
14. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T. Diyanet Vakfı Y. s. 19-41
15. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235-275
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
16. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 67-103
17. Hz. Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y.
18. Hz. Âdem (İlk İnsan) Mustafa Erdem, T. Diyanet Vakfı Y.
19. Âdem’in Vârisi Hüseyin, Ali Şeriati, Akademi Y.
20. Âdem ile Havva, Naci Kasım, İstanbul Maarif Kütüphanesi Y.
21. Peygamberler Tarihi, İsmail Yiğit, Kayıhan Y.
22. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
23. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
24. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
25. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
26. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
27. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
28. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
29. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
30. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
31. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
32. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
33. Peygamberlerin Hayatı, Ebû’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
34. Peygamberlerin Kıssaları, Ebû’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
35. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
36. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
37. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş.Y.
38. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygam. ve Tevhid Mücadelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan,
Nesil/Ensar
39. Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
40. Rasûllerimiz Diyor ki, Harun Yahya, Vural Y.
41. Rasûllerin Mücadelesi, Harun Yahya, Vural Y.
42. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
43. Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
44. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
45. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
46. Kur’an Kıssaları Üzerine Bir Araştırma, Mehmet Faruk Bayraktar, Mar. Ün.
İlahiyat Fak. Vakfı Y.
47. Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
48. İnsanın Yaratılışı, M. A. el-Bâr, Çev. A. Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.
49. Kur’an’da Yaratma Kavramı, Veli Ulutürk, İnsan Y.
50. Yaratılış Olayı, M. Sait Şimşek, Beyan Y.
ÂDEM
- 29 -
51. Kur’an Işığında Yaratılış Konuları, Sakıp Yıldız, D.İ.B. Y.
52. Yaratılış ve Ötesi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa; Sadeleştiren: Ali Turgut
53. Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
54. Yaratılış ve Darwinizm, Abdullah Aymaz, T.Ö.V. (Akyol Neşriyat)
55. Yaratılış ve Evrim Teorileri, H. Mustafa Genç, Beyan Y.
56. Evrim Anaforu ve Gerçek, Heyet, Çağlayan Y.
57. İsmet İnancı, Mehmet Bulut, Risale Y.
58. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.

Çarşamba, 27 Ocak 2021 02:30

Hesap ve Hesaba Çekilme

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -24-
HESAP ve HESABA ÇEKİLME
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
HESAP ve HESABA ÇEKİLME
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-24-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Her istediğini yapan, istemediği durumla karşılaşır. İnsan hürriyeti ile hayvan özgürlüğü arasında ciddi farklar vardır. Hayvan, istediği yeri pisler, istediği yerde sesi çıktığı kadar bağırır. İnsan, hayvan gibi özgür değildir. O, önce Rabbinin koyduğu kurallara, sonra çevresinin rahatsız olup olmayacağına, daha sonra da kendisine (ahlâkî ölçülerine, toplum değerlerine, kendi saygınlığına) uygun olup olmayacağına bakarak bir işi yapar veya yapmaz. Yoksa hesaba çekilir, sorgulanır.
İnsanoğlu, dünyada geçirdiği ömürden, sıhhat ve âfiyetten, kazanıp harcadığı mal-mülk ve servetten, harcadıklarından, harcamayıp geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir. Buhârî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık ve boş vakit.” Zira kazanmak ve hayır yapmak bunlara bağlıdır. İnsan, yapması gerekirken yapmadıklarından ve yapmaması gerekirken yaptıklarından, söylemesi gerekirken söylemediklerinden ve söylememesi gerekirken söylediklerinden sorulacaktır. “O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” 1 ; “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” 2
İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına sahip irâdeli bir varlıktır. Âhirette, dünyada işlediklerinden tek tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını görür. Dilediğini yapan, dilemediği karşılığı alır. Elbette, dünya ceza ve ödül yeri değil; imtihan yeri olduğundan, nice suçlar dünyada cezasız kalabilir. Allah imhâl eder ama ihmâl etmez. Hiçbir suçun ve hayrın karşılığını ihmâl etmez, ama dilediğini sonraya erteler; bu “sonra”, bazen “ahret” olur.
İrâde sahibi olup seçme hakkına sahip olmak; sorumluluk doğurur, sonuçlarına katlanmayı gerektirir. İnsan nelerden ve neye karşı sorumludur? Esas sorumluluk Allah’ın emir ve yasaklarına karşı O’na olan sorumluluktur. Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratılan insan 3 , bu kulluğu ne oranda yapıp yapmadığıyla ilgili
1 102/Tekâsür, 8
2 99/Zilzâl, 7-8
3 51/Zâriyât, 56
sorguya çekilecektir. Ruhlar âleminde Rabbini tanıyıp 4 O’na kulluk yapmaya söz veren insan, bu ahdinden sorumludur. Dünyada bu sorumluluğu unutan bir tavırla yaşayınca, esas olarak âhirette sorguya çekilecek, bunun karşılığını görecektir. Allah’a karşı sorumluluk; öncelikle itikadî konularda olur. Allah’ın en büyük hakkı, hiçbir şeyi kendisine şirk/ortak koşmadan O’nu bir’leyip ibâdet/kulluk yapmaktır. 5 Sonra bu imanın gereği olarak itaat etmek, sâlih amel dediğimiz kulluk görevlerini yapmak, her davranışını Allah’a ibâdet bilinciyle ve O’nu görür gibi yerine getirmektir. İnsan O’nu görmüyor olsa da O kendisini her an görmekte, her yaptığı yazılmakta ve tek tek hesabının sorulacağı gün için kayda geçirilmektedir. Bu sorumluluk içinde aynı zamanda ahlâkî ilkeler de yer almaktadır.
Dünya keyfi, rahat ve zevkleri, eğer hesap günü olmasaydı, belki önemli olabilirdi. Ama her şeyden hesaba çekileceğimiz bir durum, ölüm ve ölüm ötesi, tercihlerimizi belirlemelidir. Unutmayalım ki; sorumsuzluk sorunluluktur. Sorunlu olmamak için sorumlu olduğumuzu unutmayan bir yaşayışımız olmalıdır.
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” 6 Ölmeden evvel, büyük hesap günü gelmeden, her şeyin hesabı sorulmadan önce kendini hesaba çeken, bu muhâsebeyi yeterli sıklıkta yapanlara ne mutlu!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
4 7/A’râf, 172
5 Buhârî
6 Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
İÇİNDEKİLER
HESAP VE
ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ / 9
Hesap; Anlam ve Mâhiyeti / 9
Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi / 13
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir / 17
Sorumluluk / 18
Mes’ûliyet / 21
Teklif / 23
Teklîf-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar / 26
Mükellef / 33
Güç-Tâkat / 37
Hata ve Hataların Örtülmesi / 40
Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk / 45
Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk / 54
İnsan Bu Mes’ûl... / 71
- 9 -
HESAP VE
ALLAH’IN HESABA ÇEKMESİ

Hesap; Anlam ve Mâhiyeti

Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi

Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb; Allah Hesaba Çekendir

Sorumluluk

Mes’ûliyet

Teklif

Teklif-i Mâ Lâ Yutak/Güç Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar

Mükellef

Güç-Tâkat

Hata ve Hataların Örtülmesi

Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk

Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk

İnsan Bu Mes’ûl...
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.
Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) “mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.
Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım et.” 1
Hesap; Anlam ve Mâhiyeti
Hesap: Mükellef insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekilmeleri anlamında bir
1 2/Bakara, 284-286
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
terimdir. Sözlükte “saymak, hesap etmek”, ayrıca hesaba çekmek
mânâsında masdar olan hesap (hisâb) kelimesi, “sayma, sayım”
anlamında isim şeklinde de kullanılır. Terim olarak, insanların hesaba
çekilecekleri âhiret safhalarından birini ifâde eder.
Kur’ân-ı Kerim’de hemen her zaman terim anlamında kullanılmıştır.
Kur’an terminolojisinde hesap, genellikle kötü davranışların
dünya2 ve özellikle âhiretteki yansımaları ve sahiplerinin
cezalandırılması mânâsına gelmektedir. Bununla birlikte, iyi davranışların
âhirette mükâfatlandırılması anlamı da vardır. Kıyâmet
gününde insanların Allah tarafından hesaba çekileceğini haber
veren âyetler genellikle hesap konusunun mânevî-ahlâkî olacağını
ifâde eder. Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fâtiha başta olmak
üzere, on üç âyette tekrarlanan “yevmü’d-dîn” (ceza günü) tamlaması
da hesap kavramını pekiştirmektedir. “Hükmetmek, bilgisi
ve mahâretiyle son hükmü vermek” anlamındaki hüküm (hukm)
kavramı da çeşitli fiil ve isim sıgalarıyla kırk iki âyette Allah’a izâfe
edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de âhiretin vukuunu tasvir eden âyetler, ilgili
hadislerin de yardımıyla bir sıralamaya tâbi tutulduğu takdirde bir
sual-kitap-mîzan-hesap tertibinin ortaya çıkabileceğini söylemek
mümkündür. Buna göre önce peygamberler İlâhî tebliği ulaştırıp
ulaştırmamaktan, bütün mükellefler de onu benimseyip benimsememekten
sorguya çekilecek, ardından herkese kitabı (amel defteri)
verilecek, kitapta kayıtlı iyilik ve kötülükler değerlendirilecek
(mîzân), böylece mükellefin hesabı görülmüş olacaktır.3 Bununla
beraber, kıyâmetteki bu hesaplaşma işlemi uzun sürmeyecektir.
Çünkü “Allah hesabı çok süratli olandır.” 4
“Gönlünüzde olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah
onunla sizi hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine
de azap eder. Allah her şeye kaadirdir.”5 meâlindeki âyet ashâb döneminden
itibaren âlimleri düşündürmüştür. Müfessir Taberî’nin
konuyla ilgili olarak naklettiği dört görüşün ilkine göre bu İlâhî
beyan, şâhitlikle ilgilidir. Zira bir önceki âyette anlatıldığı gibi bir
konuda bilgisi ve görgüsü bulunan kişinin bunu gizlemesi kalbinin
günahkâr olmasına sebep teşkil eder. Birçok taraftarı bulunan
ikinci telakkiye göre, âyetin hükmü, şâhitliğe münhasır olmayıp
umûmîdir; fakat aynı sûrenin son âyetinde yer alan, “Allah her
2 65/Talâk, 8
3 7/A’râf, 6-9; 17/İsrâ, 13-14
4 2/Bakara, 202
5 2/Bakara, 284
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 11 -
kişiyi, ancak gücü yettiğiyle mükellef kılar o kadar sorumluluk yükler.”6
beyanıyla hükmü kaldırılmıştır. Üçüncü telakkiye göre, samimi
mü’minlerin zihninde ve gönlünde sürekli olarak bulunan fakat
eylem haline gelmeyen, ayrıca küfür ve nifak dışında kalan duygu
ve düşünceler de kıyâmet gününde hesaba tâbi tutulacaktır.
Ancak bu hesaba çekme işi, çeşitli hadis rivâyetlerinde belirtildiği
üzere bizzat Allah tarafından gizli olarak yürütülecek ve kul tarafından
itiraf edildikten sonra affa mazhar olacaktır. Küfür, nifak
ve dinin temel hükümleri hakkında beslenen sürekli şüphe af
kapsamına girmediği gibi, böyle bir İlâhî lütuftan kâfirlerin faydalanması
da sözkonusu değildir. Bu âyet hakkında öne sürülen
dördüncü anlayışa göre ise İlâhî beyanda yer alan hesaba çekilme
hükmü mensuh olmayıp geçerlidir. Ancak özellikle Hz. Âişe’den
gelen ve Rasûlullah’a nisbet edilen rivâyete göre, hesaba çekme
işi dünya gerçekleşmektedir. Şöyle ki, bu tür duygu ve düşüncelere
sahip bulunan mü’minlerin dünyada hissedecekleri vicdan
azâbı, pişmanlık, karşılaşacakları maddî ve mânevî sıkıntılar onların
muhâsebesini sağlayacak ve fiil haline gelmeyen günah işleme
duygusunun doğurduğu günaha keffâret olacaktır. Taberî bu
dört görüşü sıraladıktan sonra âyette nesih olmadığını, Allah’ın
mü’minleri niyetlerinde sakladıkları günahlardan dolayı da hesaba
çekeceğini söyler. Ancak bu niyetler fiil haline dönüşmediğinden
cezaya konu teşkil etmeyecek ve yukarıda üçüncü şıkta anlatıldığı
üzere affa mazhar olacaktır. 7
Âhiret hallerinden biri olara nasslarda açıkça yer alan hesabın,
fiil haline gelip amel niteliği taşımayan duygu ve düşünceleri
de kapsadığı Bakara Sûresindeki âyetle 8 sâbittir. Bu hükmün neshedilmiş
olduğu iddiası isâbetli görünmemektedir. Zira bu husus
neshin sözkonusu olamayacağı akaid esaslarındandır. Aynı âyetin
devamında, Allah’ın böylelerinden dilediğini affedip dilediğini
cezalandıracağını beyan eden kısım da nesih ihtimalini ortadan
kaldırmaktadır. İnsanın zihninde bulunan şey, eğer hukuku ilgilendiren
bir bilgi ise bunun gizlenmesi günahtır ve cezayı gerektiricidir.
Bu nitelikte olmayan duygu ve düşünceler, yukarıda üçüncü
ve dördüncü şıklarda anlatılan şekillerden biri statüsünde affa
mazhar olabilecektir. Nitekim Fahreddin er-Râzî ile Kurtubî’nin de
kanaatleri bu çerçevededir.
Bazı Şiî ve Mu’tezilî kelâmcıları dışında hemen hemen
bütün İslâm âlimleri, âhiret hallerinden biri olan hesabın
6 2/Bakara, 286
7 Kurtubî, Câmiu’l-Beyân, III/94-100
8 2/Bakara, 284
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
gerçekleşeceğine iman etmenin her müslümana farz olduğu
görüşünü benimsemişlerdir. Zira hesap kitap, sünnet ve icmâ ile
sâbit olduğu gibi, aklen de mümkün, hatta gereklidir. Bununla
birlikte hesabın keyfiyeti, süresi ve kimleri kapsadığı hususunda
farklı görüşler ileri sürülmüştür. İlk dönem âlimleri, bazı hadis
rivâyetlerinin zâhirine bakarak9 hesabın hayvanları da kapsayacağını
söylerken müteahhir dönem âlimleri hisabın mükellef tutulan
yaratıklarla sınırlı olduğu görüşündedir. Dirilişten sonra mahşerde
bekleme, amel defterinin verilmesi, sorguya çekilme, her
kula âit organların, amellerin işlendiği mekânların ve meleklerin
şâhitlikte bulunması ile amellerin tartılıp sonucunun belirlenmesi
safhalarından oluştuğu kabul edilen geniş anlamıyla hesap;
Kurtubî, Âlûsi, Reşid Rza gibi âlimlere göre bütün mükellefler için
aynı anda gerçekleşecek ve bizzat Allah tarafından yürütülecektir.
Zira Allah’ın bir kulunu hesaba çekmesi aynı zamanda başkalarının
hesabını görmesine engel teşkil etmez. Bu görüşü savunanlara
göre hesap, göz açıp kapayıncaya kadar veya yarım günden az
bir sürede tamamlanır. Bir grup âlime göre Allah kâfirleri değil;
sadece mü’minleri hesaba çekecektir. Başka bir gruba göre ise
her mükellefi Allah adına bir melek hesaba çeker. Çünkü hesabı
bizzat Allah yürütecek olsaydı kâfirlerle de konuşması gerekirdi.
Hâlbuki bu husus Kur’an’da yer alan bilgilere aykırıdır. 10
İbn Teymiye, hesabı iki kısma ayırır. Birincisi, kullara âit bütün
amellerin tesbit edildiği sayfaların sahiplerine verilmesi şeklinde
olup mü’min-kâfir herkes için sözkonusudur. İkincisi, ağır gelen
tarafı belirlemek üzere iyilik ve kötülüklerin tartılması anlamında
kullanılan hesaptır. Kâfirlerin kötülükleri iyiliklerini boşa çıkardığından
cennetlik veya cehennemlik olduklarını tesbit etmek amacıyla
onlar hakkında bu tür bir hesap sözkonusu değildir. Bununla
birlikte kötülüklerinin sınırını tâyin edip buna göre cezalandırılmaları
için ikinci tür bir hesaba çekilebileceklerini söylemek mümkündür.
11
Müslüman filozoflar, insanların organlarıyla gerçekleştirdikleri
fiillerin iyi veya kötü oluşuna göre ruhları üzerinde etkiler
yaptığını, bunların da âhirette herkesçe fark edilebileceğini öne
sürerek hesap esnâsında organların dile gelmesinin bundan başka
bir anlam taşımadığını ileri sürmüşlerdir. 12
Âlûsî’nin de belirttiği gibi, dünyadan farklı bir âlemde gerçekleşecek
olan hesabın mâhiyetini akıl yürütmek sûretiyle belirlemek
9 İbn Kesir, II/113-117
10 bk. 2/Bakara, 174; 3/Âl-i İmrân, 77
11 Mecmûu Fetâvâ, IV/305-306
12 Fahreddin er-Râzî, XIII/20; XVIII/19
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 13 -
mümkün değildir. Bu hususta en isâbetli yol, nassların bildirdiğini
kabul etmekten ibârettir. Âdil olan Allah’ın kullarına asla zulmetmeyeceği
gerekçesiyle hesabın gereksizliğini öne sürenlerin aklî
dayanakları bulunmadığı gibi, bu iddiayı hesabın vuku bulacağını
açıkça bildiren nasslarla bağdaştırmak da mümkün değildir.
Hesapta, bütün kulları sorguya çekip yaptıklarını onlara ikrar ettirmek,
peygamberleri, melekleri ve diğer bazı varlıkları şâhit tutarak
ileri sürülebilecek mâzeretleri ortadan kaldırmak, Allah’ın
iyi kullarına karşı lütufkârlığını gösterip affediciliğini fiilen ispat
etmek, cezalandırdığı kullarına karşı ise âdil davrandığını ortaya
koymak, bu vesile ile itaat eden kullarını aziz kılıp isyankârları
zelil kılmak, böylece yaratıkları bekleyen âkıbete dikkat çekerek
dünyada yararlı işler yapmaya teşvik edip kötülükten sakındırmak
gibi hikmetlerin bulunduğu unutulmamalıdır. Hesabın alenî bir
şekilde yapılmasında, tartışmacı bir karaktere sahip bulunan13 insana
dünyada işlediği amelleri açıkça gösterip onun itirazda bulunmasına
imkân vermemek, ayrıca göreceği ceza veya mükâfatta
herhangi bir haksızlığa uğratılmayacağını, dünyadakinin aksine
âhiretteki muhâsebede hiçbir ihmalin sözkonusu olmayacağını,
hiç bir tesir altında kalınmayacağını ortaya koymak gibi başka
hikmetler de düşünülebilir. 14
Hesap Günü ve Allah’ın Hesaba Çekmesi
Hesap Günü: Allah tarafından insanların bu dünyada iken
yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine
dair dikkat çekilen günün adı “Din günü - Ceza günü-” ile
hemen hemen aynı anlama gelir.
“Hesap günü”ne iman etmek, İslâmiyet’in inanç esaslarından
birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka gerçekleşeceği
Kitap (Kur’ân)la sâbittir. “Allah herkesi kazandığının karşılığını
vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir”15
buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur: “Elbette
kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere
de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız.
Zaten Biz onlardan uzak değiliz.” 16
Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken
herkesin, “Hesap günü”, ifâdesi alınacaktır. Kendilerine peygamber
gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri;
13 18/Kehf, 54
14 Emrullah Yüksel, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 240-242
15 14/İbrâhim, 51
16 7/A'râf, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları
ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: “Biz bir
rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz”17 âyet-i celîlesi hükmünce,
kendilerine “rasûl” gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf
olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba
çekileceklerdir:
“O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük
dönerler.” 18; “Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık
yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir.”19; “Herkesin yaptığı
her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır.
O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe
bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor.” 20
Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne
vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezadan daha
ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezayı hak etmişse bundan kurtuluş
da yoktur. “Hesap günü”, kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra,
tartıya vurulmayan, cezâsı verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin
bırakılmadığı ince hesap ânına geçilir. Artık o gün: “Kim zerre miktarı
bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük
işlemişse onu görecektir.” 21
O dehşetli “hesap günü”nde Allah’ın mü’min kullarına korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına
karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç
içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü’minler için şöyle
buyurur: “Şüphesiz iman edenlerle, yahûdilerden, hıristiyanlardan ve
sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler
için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku
olmadığı gibi üzülmeyecekler de.”22 Onlara: “İşte bu, hesap günü için
size söz verilenler.” 23 denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir:
“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek
ve sevinçli olarak ailesine dönecek.”24; “Kitabı sağ tarafından verilen; ‘Alın
kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum’
der.” 25 Böylece hak ettiği cennete girer.
17 17/İsrâ, I5
18 99/Zilzâl, 6
19 40/Mü'min, 17
20 3/Âl-i İmrân, 30
21 99/Zilzâl, 7-8
22 2/Bakara, 62
23 38/Sâd, 53
24 84/İnşikak, 7-9
25 69/Haakka, 19-20
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 15 -
Rasûlüllah (s.a.s.) mü’minlerin “hesap günü”nündeki durumunu
şöyle dile getirir: “Mü’min kıyâmet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki,
artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün
günahlarını ikrar ettirir: ‘Şunu işlediğini sen bilir misin?’ diye sorar. O da:
‘Yâ Rabbi bilirim’ der. Sonunda, mü’minin işlediği günahlar hakkındaki
itirafları Allah’ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: ‘Şüphesiz Ben
senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için
günahlarını mağfiret ediyorum’ buyurur.” 26
Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah’a ve
âhiret gününe iman ederek O’nun emirlerine uyan, yasakladıklarından
sakınan ve sâlih amel işleyen mü’minler, kolay bir hesaptan
sonra Allah’ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere
kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette
cezayı hak edecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor
olacaktır.
Hz. Peygamber bir gün ashâbına şöyle sorar: “Müflis kimdir, bilir
misiniz?” Ashâb: ‘Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı
olmayandır’ dediler. Bunun üzerine Rasûl (s.a.s.); “Benim ümmetimden
gerçek müflis; kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelip de
şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını
dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından
verilecek. Şâyet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından
alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır”
27 buyurur.
Günahkâr mü’minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve
başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde
şüphe yoktur. Onlar, “Hesap günü”nden söz eden âyetleri
işittiklerinde alaylı bir şekilde: “Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden
önce (bize vaad ettiğin) hissemizi şimdiden ver.” 28 Müşrikler böyle
söylemekle; “hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o
cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden ver” diyerek alay etmek
istiyorlardı. Cenâb-ı Hak da: “Şüphesiz onların dönüşü Bizedir. Sonra
onların hesaba çekilmesi de Bize âittir.” 29 buyurarak, hem Rasûlünü
teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak
asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından
dolayı çetin bir azap vardır.” 30
26 Müslim, Tevbe 52; İbn Mâce, Mukaddime 13
27 Müslim, Birr, 59
28 38/Sâd, 16
29 88/Ğâşiye, 25-26
30 38/Sâd, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca
pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır. “Kimlerin tartısı ağır
basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse,
artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler”
31; “Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: Keşke bana
kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, der” 32
Cenâb-ı Hak onlara: “Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil
miydiniz?” 33 diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş,
kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse
istedikleri kabul görür: “Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz
gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer
tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz.” 34 Onların bu sözlerine
karşılık: “Allah da buyurur: Kesin sesinizi. Artık Benimle konuşmayın.
Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, ‘Rabbimiz, inandık;
artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın’ diyorlardı. Siz ise
onları alaya alıyordunuz, bunlar size Beni anmayı unutturuyordu. Ve hep
gülüyordunuz onlara” 35 denilerek cehenneme gönderilecekler. Bu
arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü’minler, cehenneme
giriş nedenlerini sorarlar: “Kitapları sağdan verilenler suçlulara: Sizi bu
yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; ‘Namaz kılanlardan
değildik, düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz
de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye
kadar devam etti’ derler.” 36
Akaid kitapları, “hesap günü” ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak,
bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:
a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenâb-ı Allah “O gün tartı
(vezn) haktır.” 37 buyurmuştur. Mu’tezile ise amellerin tartılmasını
inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.
b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap
ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü’minlere sağ,
kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.38
Mu’tezile, bu konudaki nassları da te’vil ederek amel defterini
gereksiz görür.
c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır: 39
31 23/Mü'minûn, 102-103
32 69/Haakka, 25-26
33 23/Mü'minûn, 105
34 23/Mü'minûn, 106-107
35 23/Mü'minûn, 108-110
36 74/Müddessir, 42-47
37 23/Mü'minûn, 108-110
38 69/Haakka, 25-26; 84/İnşikak, 10; 17/İsrâ, 13
39 7/A'râf, 6; 14/İbrâhîm, 51; 3/Âl-i İmrân, 30; Müslim, Tevbe 52; Buhârî,
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 17 -
Esmâü’l-Hüsnâ’dan Hasîb;
Allah Hesaba Çekendir
Hasîb; Hesap gören anlamında Allah’ın isimlerinden biridir.
“Ki onlar (o peygamberler) Allah’ın risaletini tebliğ edenler, O’ndan içleri
titreyerek korkanlar ve Allah’ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır.
Hesap görücü olarak Allah yeter.” 40
Allah insanı yaratır ve henüz o döl yatağındayken ona sûret
verir. Her insanı özenle ve bambaşka bir yaratılışla dünyaya getirir.
Annesinin rahmindeyken ve o daha hiçbir şeyin şuurunda değilken
onu korur, beslenmesini ve gelişmesini sağlar. Anne karnında
geçen dokuz aylık süre insan için karanlık bir devredir. Hiçkimse
bu dönemi ve dokuz ay içinde Allah’ın kendisi için nasıl inanılmaz
mucizeler gerçekleştirdiğini bilmez. Fakat Allah, daha insan tek
bir hücreyken bile onun ilk haline şâhittir. Çocukluk dönemi de
aynı şekildedir. İnsanın hâfızasında çocukluğuyla da ilgili yalnızca
birkaç anı kalır. Ama Allah, o bilmezken bile her an yanındadır,
her yaptığına şahittir.
Allah’ın şâhit olduğu yalnızca insanın amel olarak yaptıkları
değil aynı zamanda içinden de geçirdikleridir. Çünkü Allah insanın
hem içine hem dışına, hem rûhuna hem organlarına tam
anlamıyla hâkimdir. O, nefsini koruyarak neyi, ne için yaptığını
bilmezken Allah onun her hareketini ne amaçla yaptığını bilir.
İnsan gizlenmiş tek bir hücre halindeyken de, ölmek üzere son
nefesini verirken de Allah onun yaptıklarına şâhittir. Dünyada yaşadığı
süre boyunca otururken, konuşurken, yemek yerken, uyurken,
gece gündüz her saniye işlediklerini tüm ayrıntılarıyla bilir,
ağzından çıkan her konuşmayı, her lafı işitir, aklından geçirdiği
her düşünceyi tespit eder. Hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz.
Oysa insan, hayatı boyunca yaptığı işleri, söylediği sözleri unutur.
Yıllar geçtikçe zihnindeki anılar bulanıklaşır. Geçmişte yaşadıklarını
saymaya kalksa ancak çok az şey sayabilir. On yıl önce
yaşadığı bir olay kendisine hatırlatılıp o an ne düşündüğü sorulsa
hiçbir şey hatırlayamaz. Sanki bütün yaşadıkları zihninden silinmiş
gibidir, geriye çok az bir kalıntı kalmıştır. Allah ise bütün insanların
hayatları boyunca yaptıklarını, her saniye kafalarından neler
geçtiğini bilir. Hiçbir şeyi unutmaz. Hesap günü herkesin önüne
kötülüklerini, iyiliklerini, sâlih amellerini ve günahlarını eksiksiz
getirir. Bu yüzden insanın yapması gereken, Allah’ın kendisine
şâhit olduğunu asla unutmamasıdır.
Mezâlim 2; Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397
40 33/Ahzâb, 39
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
“Bir selâmla selâmlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selâm verin
ya da aynıyla karşılık verin. Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak
yapandır.”41; “Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet
kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma görürseniz, hemen onlara mallarını
verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli
olmaya çalışsın, yoksul olan da artık mâruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir
şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhit
bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 42
Sorumluluk
Sorumluluk: Kişinin kendi istek ve irâdesi ile yaptığı ve yüklendiği
işlerin hesabını vermesi bundan dolayı hesaba çekileceği
bilincine denir. İslâm, her insanın bir irâdesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu
ve bu irâdesini kullanmak sûretiyle yapacağı işlerin tamamından
sorumlu olduğunu bildirmiştir. Bundan dolayı insanlar
ve özellikle müslümanlar, yapacakları her işte söyleyecekleri her
sözde dikkatli olmak durumundadırlar. Kur’ân-ı Kerîm’de Yüce
Rabbimız şöyle buyurur: “De ki; herkes kendi (hali) ne uygun yolda
hareket eder. Rabbimız, kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” 43
Şâyet insan yaptığı her işten ve davranıştan, söylediği her sözden
sorumlu olmasaydı, dinimizdeki farzlar, haramlar, mubahlar
olmaz ve emirlerle yasakların bir anlamı kalmazdı. İyi işler yapanlarla,
kötü işler yapanların aralarında bir fark olmazdı. İslâm’da
insan, kendi hür irâdesini kullanarak yapacağı işlerden sorumlu
tutulmuştur: “Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre
kadar kötülük yapmışsa onu görür.”44; “O (Allah) yaptığından sorumlu
değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır.” 45
Dînimiz, insanlara iyi yolu da kötü yolu da göstermiştir.46 İnsan
kendi yolunu kendisi seçer ve belirler. Fakat yapacağı her iyi ve
kötü hareketin sorumlusu kendisidir. Çünkü yaptığı her fiili kendi
niyeti ve isteğiyle yapmıştır. İnsanları hayvanlardan ayıran başlıca
fark, insanların akıl sahibi oluşu, bunun tabii neticesi olarak
da sorumluluk yüklenmiş olmasıdır. Çünkü Cenâb-ı Allah, verdiği
akıl sayesinde insanları diğer varlıklardan üstün ve güçlü kılmış,
onların idaresini insanlara vermiştir. İdareci durumunda sorumlu
olması ise kaçınılmazdır.
41 4/Nisâ, 86
42 4/Nisâ, 6
43 17/İsrâ, 84
44 99/Zilzâl, 7-8
45 21/Enbiyâ, 23
46 90/Beled, 10
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 19 -
Dünya ve âhiret sorumluluğu: İslâm hem dünya ve hem de
âhiret nizamı olduğu için insanların, yaptıkları işlerinden dolayı
yalnız bu dünyada değil, âhiret hayatında da sorumlu olacaklarını
bildirmiştir. Ölmekle her şeyin sona ermeyeceğini, aksine yeni ve
sonsuz bir hayatın başlayacağını ve Allah’ın huzurunda hesaba
çekileceğini düşünen ve buna inanan bir insan, dünyanın geçici
zevklerine kanmaz. Âhiret için hazırlığını, dünyada iken yapar.
Çünkü o, âhiret hayatında yalnız kendi çalışma ve gayretinin karşılığını
bulacağına inanır. İyi ve kötü yapacağı her işten sorumlu
olacağını aklından çıkarmaz.
İslâm’ın sorumluluk anlayışına göre her insan, hattâ peygamberler
bile yaptıklarından sorumludurlar. Kur’ân-ı Kerim’de Yüce
Rabbimız buyuruyor ki: “Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere
soracağız. Peygamberlere de soracağız.”47 Peygamber Efendimiz
ise, Vedâ hutbesinde yer yer konuşmasını keserek, kendisini
dinleyen ashâbına üçer defa: “Tebliğ ettim mi?” diye sorarak, her
defasında “Evet!” cevabını aldıkça: “Şâhid ol yâ Râb!” demiştir. Peygamber
Efendimiz bu ifade ve tavrıyla, âyette belirtilen sorumluluktan
kurtulma arzusunu izhar etmiştir.
Dînimize göre insan bir imtihan dünyasındadır. Başıboş ve sorumsuz
olarak bırakılmamıştır. Dünyada ektiğini, âhirette biçecektir.
Sağlığından, gençliğinden, gücünden, güzelliğinden, zenginliğinden,
fakirliğinden... kısaca her şeyinden sorumluluk altındadır.
Kendisine bahşedilen nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığından,
elde ettiği serveti nereden ve nasıl elde ettiğinden, nerelere ve
nasıl sarfettiğinden sorguya çekilecektir.48 Onun için sorumluluk,
bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü İslâm hem dünya, hem
âhiret nizamı olmakla birlikte bir bütün teşkil etmekte ve dünya
hayatıyla, âhiret hayatı birbirlerinden ayrı düşünülmemektedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.): “İnsan öldüğü zaman amelinin arkası
kesilir; yalnız şu üç şeyden dolayı kesilmez: Biri; sadaka-i câriye (yani
uzun süre ayakta kalan bir hayır eseri), diğeri; kendisinden faydalanılan
ilim, üçüncüsü ise; kendisine hayır duâ eden sâlih bir çocuk...”49 hadisi
önemli bir gerçeği yansıtır. Demek ki, bu dünyada yapılan işlerin
sorumluluğu, âhiret âleminde de devam edecektir. O halde dünya
sorumluluğu ile âhiret sorumluluğunu kesin çizgilerle birbirinden
ayırdetmek mümkün değildir.
İnsanın dünya ve âhiretteki sorumluluğu birkaç yönde olur:
47 7/A'râf, 6
48 Tirmizî, Kıyâme 9
49 Müslim, Kitâbu’l-Vasıyye 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
İnsan, yaratanına karşı, kendi cinsine yani insanlığa karşı, emri altındakilere,
âmirlerine ve topluma karşı sorumluluklar yüklenen
bir yaratıktır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şöyle açıklar: “Her
biriniz bir yöneticisiniz ve her biriniz yönetiminizdekilerden sorumlusunuz:
Devlet adamı bir yöneticidir ve halkından sorumludur; erkek, ailesinin
yöneticisidir ve onları gözetmekten sorumludur; kadın, kocasının
evinin muhâfızıdır ve bundan sorumludur; hizmetçi efendisinin malının
bekçisidir ve bundan sorumludur. Her biriniz bir yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden
sorumlusunuz.” 50
Kişisel ve toplumsal sorumluluğa gelince; İslâm dini, öncelikle
şahsî (kişisel) sorumluluğu benimseyen bir dindir. İslâm dinine
göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından
sorumlu değildir. Hâlbuki hıristiyanlık inancına göre,
“bütün insanlar Hz. Âdem’in işlediği ilk suçun cezasını çekecektir.
Hz. İsa kendi kanını fedâ etmek sûretiyle bu lânet ve azaptan insanları
kurtarmıştır.” İşte İslâm dîni, atalarının günâhlarından çocuklarını
sorumlu tutan bu Hıristiyanlık inancını reddederek ortadan
kaldırmış, onun yerine şahsî sorumluluk prensibini koymuştur.
“Hiç bir günahkâr, başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen
kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiç bir şey
(alınıp) taşınmaz. Akrabası dahi olsa (kimse onun yükünü taşımaz)” 51;
“De ki; Allah’a itaat edin! Peygambere itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz,
bilin ki o peygamber; kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden
sorumlusunuz.”52; “Ey iman edenler! Rabbinize karşı gelmekten
sakının! Babanın oğlu, oğlun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden
korkun!...” 53 hükümleri bu sorumluluk prensiplerini yansıtmaktadır.
Ancak bazı durumlarda sorumluluğun -iyilik yahut kötülük olsun-
başkalarına da geçtiği olur. Yapılan amel (iş) hayır ve iyilik
ise, bunun sevabı; şer veya kötülük ise, günâhı, hem o işi yapana,
hem de onu yapmasına sebep olduğu kimselere ulaşır. Bir âyette
Yüce Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor: “Böylece kıyamet günü kendi
günahlarını tam olarak, bilmeden saptırdıkları kimselerin günahlarını (ise)
kısmen yüklenirler. Dikkat edin, yüklendikleri yük ne kötüdür!” 54
Peygamber Efendimiz ise, hadislerinin bazılarında şöyle buyuruyor:
“Her kim İslâm içinde güzel bir çığır açarsa ve bu güzel çığır
50 Buhârî, Cenâiz 32, Ahkâm 1
51 35/Fâtır, 18
52 24/Nûr, 54
53 31/Lokman, 33
54 16/Nahl, 25
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 21 -
kendisinden sonra da tatbik edilip sürdürülürse, kendi sevaplarından
hiçbir şey eksilmeksizin, onu sürdürenlerin sevaplarının benzeri, kendisi
lehine yazılır. Ve her kim de İslâm içinde kötü bir âdet çıkarır ve bu kötü
âdet kendisinden sonra da sürdürülürse, kendi günahlarından hiçbir şey
eksilmeksizin onu sürdürenlerin günahlarının benzeri de o kimse üzerine
yazılır.”55 İslâmî anlayışta sorumluluk her yaş, her mevki ve seviyedeki
insan için söz konusudur.
Demek ki, İslâm’a göre insanların yaptıkları işler, ya sadece
kendilerini ilgilendirmekte veya yapılan işin özelliğine ve
mâhiyetine göre, o işten başkaları da faydalanmakta veya zarar
görmektedirler. Bu duruma göre, başkalarının yaptıkları işlerden
sevap veya günâh kazanacak kimselerin olması da tabiidir. Çünkü
bu şahıslar, her şeyden önce kendi sorumlulukları altında kalan
iyilik veya kötülük cinsinden bir şeyler yapmaktadırlar. Yapılan bu
işlerin etkileri ise, bazen uzun süre devam etmektedir.
İşte bu anlayış doğrultusunda hareket eden mü’min, bütün
organları ile yaptıklarından sorumlu tutulacağını bilir. Bu inancı,
onu daha kontrollü bir hayat yaşamaya zorlar. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurur: “Mü’min, günahı tepesine çökecek
bir dağ gibi hisseder; münâfığa gelince, o da günahını, burnunun
üzerine konmuş ve hemen uçabileceği bir sinek gibi kabul eder.” 56
Mes’ûliyet
Kişinin davranışlarından hesap verme yükümlülüğü altında
bulunması durumuna Türkçe’de sorumluluk denir. Hesap yükümlülüğü
kişinin davranışları nedeniyle ödül ya da ceza biçiminde
bir karşılık görmesi sonucunu doğurur. Bu karşılık, maddî ya da
mânevî olabileceği gibi, bu dünyada ya da âhiret hayatında da
olabilir.
İslâm’a göre insan sorumlu bir varlıktır. Çünkü kendine iyi ile
kötü, doğru ile yanlış açık biçimde gösterilmiş, ikisinden birisini
seçme hakkı tanınmış, seçimini yapabilmesi, gereğini yerine getirebilmesi
için gereken akıl, irâde ve yapabilme gücü gibi niteliklerle
donatılmıştır. Kişi özgür irâdesi ile dilediği seçimi yapabilir,
istediği işi işleyebilir. Fakat bu özgürlüğü onu seçiminden, yaptıklarından
sorumlu kılar, seçim ve davranışlarının sonuçlarına katlanma
zorunda bırakır. Seçim ve davranışlarının niteliği, iyi ya da
kötü oluşu, bunların sonuçlarının da niteliğini, başka bir deyişle
göreceği karşılığın ödül ya da ceza oluşunu belirler.
55 Müslim, İman 15; Tirmizî, İlm 14
56 Tirmizî, Kıyâmet 9; Mustafa Öcal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 430-432
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
İslâm’da kişinin sorumluluk alanı Allah’ın emir ve yasaklarınca
belirlenir. Sorumlulukların sonuçlarına, karşılıklarına ilişkin düzenlemeler
de yine Allah tarafından yapılır. Sorumluluk alanı içinde
kalan davranışların bir bölümü için dünyada çeşitli karşılıklar,
yaptırımlar öngörülür. Bu tür sorumluluklar ve yaptırımlar İslâm
hukukunun başlıca konularından birisini oluşturur. Bununla birlikte
sorumluluklar konusunda İslâm’ın öngördüğü asıl karşılıklar
âhiret hayatına ilişkindir. İnsanın bu dünyadaki tüm davranışları
âhirette hesap konusu olacaktır. Yazılı bir kitap biçiminde insanın
eline verilecek olan hesap işlemi, son derece ayrıntılı ve âdilâne
biçimde yapılacak, kim bir zerre kadar kötülük işlemişse cezasını,
kim de bir zerre kadar iyilik yapmışsa ödülünü görecektir. Çeşitli
nimetlerle dolu sonsuz cennet hayatı ödülü; çeşitli süre ve derecelerdeki
azapla cehennem hayatı ise cezâyı oluşturacaktır.
İnsanın sorumluluğu Allah’ın emir ve yasaklarına göre belirlendiğinden,
bu emir ve yasakların bilinmediği toplumlarda sorumluluk
yoktur. Başka bir ifâdeyle sorumluluk için Allah’ın bir
peygamber aracılığı ile emir ve yasaklarını bildirmesi gerekir. Peygamber
gönderilmiş, Allah’ın emir ve yasakları tebliği edilmemiş
toplumlar sorumlu değildirler ve yaptıkları kötülükler nedeniyle
cezalandırılmazlar. Bu nedenle sorumluluk tebliğle başlar; ödül
ve ceza Allah’ın koyduğu hükümler doğrultusunda verilir. Ancak
son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gelişinden sonra durum
değişmiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki peygamberler
gibi yalnız belli bir zaman ve toplum için değil, tüm toplumlar ve
Kıyâmet’e kadar sürecek tüm zamanlar için gönderilmiştir.
İslâm’a göre sorumluluk kişinin teklife muhâtap oluşuyla başlar.
Mükellef ya da yükümlü sayılmayan kişilerin sorumluluğu da
yoktur. Buna göre sorumluluğun temel şartları ergenlik, akıl ve
özgür irâdedir. Çocuklar yükümlü sayılmadıklarından sorumlu değildirler.
Akıl ve ruh sağlığı yerinde olmayan kişiler yükümlü, dolayısıyla
sorumlu tutulamazlar. Ergenlik ve akıl şartına sahip oldukları
halde irâde özgürlüğü bulunmayan herhangi bir zor altında
davranan kişiler de sorumluluktan uzaktırlar. Burada zor, doğal
bir zarûret olabileceği gibi, diğer bir insan ya da gücün zorlaması
da (ikrah) olabilir. Fakat her iki durumda da sonuç değişmez.
Genel kural olarak İslâm’da sorumluluk kişiseldir. Her insan
yalnız kendi davranışından sorumlu tutulabilir. Hiç kimse, yakını
da olsa, bir başkasının davranışlarından sorumlu değildir. Herkesin
kazandığı hayır kendi yararına, yaptığı kötülük de kendi zararınadır.
Bununla birlikte, özellikle kimi kişiler için medenî hukuk alanına
giren bazı konularda dolaylı bir sorumluluk söz konusudur.
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 23 -
İnsanın dünyevî sorumluluğu İslâm hukukunca incelenir. İslâm
hukukuna göre dünyevî sorumluluk, kişinin Allah, toplum ve kendi
vicdanı önünde duyacağı pişmanlık, üzüntü ve acıdır. Toplum
düzeninin sağlanması açısından mânevî sorumluluk en az hukukî
sorumluluk kadar önemlidir. Hukukî sorumluluk ise kişinin kusurlu
ve haksız fiili ile başkasına verdiği zararı toplum gücüyle ödemek
zorunda bırakılmasıdır.
Hukukî sorumluluk da biri ceza hukuku alanına giren cezâî
sorumluluk, diğeri özel hukuk alanına giren medenî sorumluluk
olmak üzere ikiye ayrılır. Cezâî sorumluluk İslâm kanunlarının
suç saydığı ve yasakladığı fiiller için sözkonusudur. Ancak, belli
bir cezayı gerektiren bu fiillerin öldürme, yaralama, hırsızlık gibi
bir bölümü aynı zamanda medenî sorumluluk içine girer. Medenî
sorumluluk, hukukî bir sözleşmeden (akit) dolayı olabilecek zarardan
doğabileceği gibi, böyle bir sözleşme olmadan verilen zararlardan
da doğabilir. Birinci durumdan doğan sorumluluğa akdî
sorumluluk; ikinci durumdan doğan sorumluluğa da cürmî, gayrî
ya da haksız fiilden doğan sorumluluk denir.
Hukukî sorumluluk, kişinin kendi fiilinden doğrudan doğabileceği
gibi, sorumlu olduğu kişi ya da varlıkların fiillerinden de
doğabilir. Buna göre kişinin kendi fiilinden doğan sorumluluğa
doğrudan sorumluluk; sorumlu olduğu kişi ve varlıkların fiillerinin
neden olduğu sorumluluğa da dolaylı sorumluluk adı verilir. Dolaylı
sorumluluk, babanın çocuğunun, işverenin işçinin, sahibinin
hayvanın fiillerinin yol açtığı zararları ödeme yükümlülüğüdür. 57
Teklif
Teklif: Zor olanı istemek demektir. Fıkıh Usûlü ıstılahında,
Şâri’in bir fiilin yapılıp yapılmamasını talep etmesine denir. Eğer
bir şeyin yapılmasını isteyiş kesin olursa, teklifî hüküm “vâcip”,
kesin olmazsa “mendup” olur. Bir şeyin yapılmamasını isteyiş
kesin olursa, teklifî hükmün muhtevâsı “haram”; kesin olmazsa
“mekruh” olur. Bir de tahyîr’in hükmü vardır ki, bu da “mubahtır”.
Buna göre teklifî hükümler: 1- Vâcip, 2- Mendup, 3- Haram,
4- Mekruh, 5- Mubah olmak üzere beş kısma ayrılır.
Bu taksim fakîhlerin çoğunluğuna göredir. Hanefîler ise, teklifî
hükümleri yedi kısma ayırırlar: 1- Farz, 2- Vâcip, 3- Mendup, 4- Haram,
5- Tahrîmen mekruh, 6- Tenzîhen mekruh, 7- Mubah. 58
57 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 162-163
58 Muhammed Şakir Garbal, el-Mevsûâtü'l-Arabiyye el-Müyessere, teklif maddesi;
Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc. Prof. Dr. Abdülkadir
Şener, Ankara, 1973, 42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
Teklifin esasını akıl ve idrâk teşkil eder; yani akıl ve idrâk, teklifin
temel şartıdır. Bu konuda el-Âmidî şöyle diyor: “Akıl erbâbı,
mükellefin akıl ve kavrayış sahibi olması gerektiğinde ittifak etmiştir;
çünkü teklif, bir hitaptır. Hayvan ve cansız madde gibi akıl
ve idrâki olmayana hitapta bulunmak muhaldır. Deli ile temyiz
kudretine sahip olmayan çocuk gibi hitabın aslını anlama potansiyeline
sahip olan; fakat onun emir, nehiy, sevap ve ceza ile ilgili
bulunduğunu, onu emredenin Allah olduğunu ve O’na itaat gerektiğini
tafsilâtıyla bilmeyen kimse de, hitabın aslını tafsilâtlı olarak
anlamama bakımından hayvan ve cansız madde mesâbesinde
olduğu için, teklife muhâtap olamaz. Çünkü teklif ile kasd edilen
şey, hitâbın aslını anlamaya dayandığı gibi, onun tafsilâtını
da idrâk etmeye dayanmaktadır. Temyiz kudretine sahip olan çocuğa
gelince; bu, her ne kadar temyiz kudretine sahip olmayan
çocuğun anlamadığı şeyleri idrâk ederse de, tam akıllı kimse gibi
Allah’ın varlığını, kullara hitapta bulunacağını, Allah’tan gelen
buyrukları tebliğ eden gerçek Peygamberin bulunduğunu gereği
kadar kavrayamaz. Oysa teklif ile kast edilen şey, bunlara bağlıdır.
Gerçi arada çok kısa bir zaman kalacak şekilde ergenlik çağına
yaklaşınca, onu bu andaki idrâki, biraz sonra teklifi gerektiren
şeyi idrâkinden farklı olmayabilir; ancak akıl ve idrâk birer gizli
vasıf olup yavaş yavaş ortaya çıktığından ve bunları gösteren belli
bir ölçü bulunmadığından Şâri’, bunlar için buluğ çağına girmeyi
bir sınır olarak koymuş ve bu çağa ermeyenlerden teklifi kaldırmıştır.
Bunun delili de, Hz. Peygamber’in (s.a.s.), “Üç kimseden
kalem kaldırıldı (yani onlar tekliften muaf tutuldu); buluğa erene kadar
çocuktan, uyanıncaya kadar uykudakinden ve ayılıncaya kadar mecnundan”
hadisidir. 59
Bu ifadeden şu üç husus anlaşılmaktadır:
1- Teklifin direği akıldır; çünkü teklif Allah’ın hitabıdır. Buna
da ancak aklıyla idrâk eden kimse muhâtap olabilir.
2- Akıl yavaş yavaş gelişmekte, çocukluktan itibaren olgunlaşma
seyrine devam etmektedir. O, teklif haddine ancak gelişmesini
tamamladıktan sonra ulaşmaktadır.
3- Aklın yavaş yavaş gelişmesi gözle görülmeyen bir husustur;
çünkü o, bir zaman süreci içerisinde adım adım kemâl noktasına
ulaşmaktadır. Elbette bu noktayı gösteren maddî bir ölçünün bulunması
gerekir. O da buluğ çağıdır. İşte bu çağ, aklın noksanlık
ve kemâli arasındaki sınırı teşkil etmektedir. Kişi bu çağa ulaşınca
ona teklif terettüb etmektedir.
59 Buhârî, Hudûd 22, Talâk 11; el-Âmidî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, I/199, 200
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 25 -
Hatıra gelebilir ki mecnun (deli) ve mümeyyiz olmayan çocuğun
temyiz kudreti bulunmadığı halde, malî tekliflere muhâtap
olduğunu görüyoruz. Bunlar, başkasına ait bir şeyi telef ederlerse
tazmin etmeleri, bir cinâyet işlerlerse diyet vermeleri gerekmektedir.
Fakîhlerin cumhuruna göre bunların, mallarından zekât
vermeleri gerekir. Meyve ve tahıl gibi toprak ürünleri için öşür
vermeleri icap ettiğini de fakîhler icmâ ile kabul etmişlerdir. İşte
bunlar birer tekliftir. Bu durumda onların tekliften muaf tutuldukları
nasıl düşünülebilir?
Buna, usûl bilginleri şöyle cevap verirler: Her ne kadar deli
ve mümeyyiz olmayan çocuk, temyiz kudretleri bulunmadığı için
teklifî hükümlere muhâtap değil iseler de, onlar da insandırlar ve
bu insanlık kendileri için bir kısım haklar sağlamış ve bu hakları
taşıyacak bir zimmet tanımıştır. Meselâ, onların mülkiyet hakları
vardır; bu teklifler de, kendilerinin mal ve mülkiyetleriyle ilgili
vecîbelerdir.
Bundan anlaşılıyor ki, deli ile mümeyyiz olmayan çocuk, insan
olmaları hasebiyle bir kısım haklara ve bu yüzden bir kısım da
vecîbelere sahiptirler. Bu konunun daha iyi anlaşılması için sırf insanlık
icabı olarak sâbit bulunan ehliyet ile aklın eseri olarak sâbit
bulunan ehliyet konusu da incelenmelidir. 60
Teklif konusu her ne kadar doğrudan doğruya Fıkıh Usûlünü
ilgilendiren bir mesele ise de Kelâm ilminin de incelediği konular
arasına girmiş ve insanın fiillerinin bir parçası sayılmıştır.
Kelamî mezheplerin değişik teklif anlayışları vardır. Biz burada
kelâmcıların teklifi nasıl tarif ettiklerine temas ederek mezhepler
arasında sadece mâturîdîliğin görüşü ile yetineceğiz:
Seyyid Şerif Cürcânî’ye göre, teklif, muhâtaba külfet yüklemektir.
61 El-Bağdadî’ye göre teklif, külfetten (güçlük, zorluk, zahmet)
alınmıştır. Bu da yorgunluk ve meşakkattir. Şeriatta emre ve
neyhe ıtlak olunmuştur. O halde teklif hitabın emir ve nehiy olarak
muhâtaba yönelmesidir. 62
Mâturîdî’nin teklif anlayışına gelince, şöyle özetlemek mümkündür:
Teklif, ancak vukuu kudret dâhilinde olana bağlıdır ve
bu şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse, mükâfatı
gerektirir; yerine getirilmezse, cezayı dâvet eder. Fakat teklifin bu
tarzda icrâya konması insanın irâde ve gücü ile olur. 63
60 Abdülkadir Şener, a.g.e., 320-321
61 Ta'rîfât, 58
62 Usûlü'd-Din, İstanbul, 1928, s. 270
63 el-Beyâdî, İşarâtü'l-Merâm, Kahire, 1368, 250
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Mâturîdî kelâm okulunda önemli olan, teklifin insanın irâde
ve gücüyle ilgili oluşudur. Eğer insan fizik anlamda sakat ise bu
insanın fizik yönünden istitâa’ya, güce sahip olmadığı ortadadır.
Dolayısıyla böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam
olan insanın teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini
yapması insanın irâdesi ile ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin
nitelik kazanışında sorumlu olur ve böylece teklif anlam taşır. 64
Mâturîdî okulunda güç yetmeyen işte teklif kabul edilmemektedir.
65 Bu konuda okulun dayandığı mesned “Allah bir kimseye
ancak gücü yettiği kadar teklif eder.” 66 âyetidir. Çünkü Allah hikmete
uygun olanı yapar; hikmet de kendisinde güzellik, iyilik olanı düşünmeyi
gerektirir.
Mâturîdîlikte mesele, insanın gücü ve bu gücün imkânlarının
Allah’ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından ortaya konmaktadır.
67 İnsan teklif edilenden birini kendi gücü, meyli ve ihtiyarını
kullanarak seçer. 68 İnsanın bu tür hareketini Allah bilir.
Teklifin ceza ve mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir
fiil olması ve neticede insanın yaptığından sorumlu olması böylece
vuku’ bulmaktadır. 69
Allah’ın insanlara yapmaları mümkün olmayanı teklif etmesi
ve gücü yetmeyene teklif, câiz ve mümkün değildir. 70
Teklîf-i Mâ Lâ Yutak/Güç
Yetirilemeyecek Emir ve Yasaklar
Teklîf-i mâ lâ yutak, güç yetirilemeyecek emir ve nehiyler demektir.
Teklif; lugatte, güçlük zorluk ve zahmet anlamlarını taşımaktadır.
Bu da yorgunluk ve meşakkati beraberinde getirmektedir.
Istılahta ise; emre ve neyhe taalluk etmektedir. Buna göre
teklif, emir ve nehyin muhâtaba yönelmesidir. Bir başka açıdan da,
teklif; akıl sahibi kullarına dinî ve hukukî yükümlülükler koyan
Allah’ın fiilidir.
Teklif meselesinin itikad açısından ele alınmasının esas nedeni;
bu konunun insan fiilleriyle doğrudan doğruya ilgili olması
ve adâlet-zulüm meselesiyle yakınlığı yönüyledir. Kısacası bu
64 Şerafettin Gölcük, Kelâm, Konya 1988, 222
65 Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitabü't-Tevhid, Beyrut 1970, 266
66 2/Bakara, 286
67 el-Beyâdî, a.g.e., 250
68 Mâturîdî, a.g.e., 266
69 Şerafettin Gölcük ve S. Toprak, Kelâm, 222
70 Nurettin es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Tah. Bekir Topaloğlu, Dimaşk
1979, 118; Ahmed Yaşar, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 170-171
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 27 -
konunun esas hareket noktası, insan fiilleri ve bunun uzantılarıdır.
Burada şu sorular konunun çerçevesini belirtmektedir: Allah
tarafından söz konusu edilen İlâhî teklif karşısında insanın durumu
nedir? Teklife daha çok hangi açıdan bakılmalıdır? Teklifin, insan
fiilleri açısından nitelik kazanması ve adâlet-zulüm konularıyla
ilişkisi nasıl anlaşılacak, insanın irâde ve sorumluluğu nasıl izah
edilecektir? İşte bu ve benzeri sualler insan zihnini başlangıçtan
beri meşgul etmesi bakımından İslâm Kelâmında da önemli yer işgal
etmiş ve bu konuda bir hayli değişik fikirler ortaya konulmuştur.
Aynı zamanda itikadî fırkalar arasında da hayli değişik fikir
ve anlayışlara yol açmıştır. Bunları derli toplu bir şekilde şöylece
sıralamak mümkündür.
a- Ehl-i Sünnet Anlayışına Göre Teklif
Bilindiği üzere itikadî açıdan Ehl-i Sünnet anlayışı denilince
Matüridî ve Eş’arî alimlerinin görüşleri akla gelmektedir. Bunları
da kendi düşünce ve anlayışlarına göre ayrı ayrı ele alarak bu görüşleri
daha detaylıca ele almaya çalışalım.
1- Mâturîdîlere Göre: Teklif, makdur olana bağlıdır. Ancak bu
şekilde bir emrin ifadesi olur. Teklif yerine getirilirse mükâfatı, yerine
getirilmezse cezayı gerektirir. Ancak, bu tarzdaki bir teklifin
meydana gelmesi insanın irâde ve gücüyle olur. 71
Mâturîdî anlayışına göre önemli olan, teklifin insanın irâde
ve gücüyle ilgili olmasıdır. Eğer insan, fizikî olarak sakat ise, bu
insanın fizik yönünden bir güce sahip olmadığı açıktır. Dolayısıyla
böyle insana teklif akıl hâricidir. Her yönden sağlam olan insanın
teklife muhâtap olması ve bu teklife göre fiillerini yapması insanın
irâdesiyle ilgilidir. Bu takdirde insan, fiillerinin nitelik kazanışında
sorumlu olur ve böylece teklif bir anlam taşımış olur. 72
İmam Mâturîdî’ye göre, teklif-i mâ lâ yutak, yani güç yetirilemeyen
şeyin insana yüklenmesi câiz değildir; bu kabul edilmez.
Bu hususta “Allah bir kimseye ancak gücü yettiği adar teklif eder.”73
âyetini delil olarak alır. Zira Yüce Allah yaptığı işleri bir hikmete
göre yapar, hikmet ise, bunu gerektirir, yani güzellik ve iyilik olanı
beraberinde getirir.
Mâturîdî ekolünde bu meseleye, insanın gücü ve bu gücün
imkânlarının Allah’ın ezelî ve mutlak ilmince bilinmesi açısından
71 Beyâdî, İşarâtu'l-Meram, 250
72 Bk. Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, 220-23, Konya, 1988
73 2/Bakara, 286
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
bakılmaktadır. İnsan, kendisine yüklenilen şeylerden birisini kendi
gücü, o yöne meyli ve kendi ihtiyarını kullanmak sûretiyle seçer.
İnsanın bu tür hareketini de Yüce Allah bilir. Öyleyse insana ancak
kaldırabileceği kadar şey yüklenmiş demektir. Teklifin ceza ve
mükâfat haline gelmesi, insana ahlâkî nitelikte bir fiil olması ve
sonuçta insanın yaptığından sorumlu olması işte bu şekilde meydana
gelmektedir. 74
Yüce Allah’ın insanlara yapmaları mümkün olmayan şeyleri
teklif etmesi câiz ve mümkün değildir.75 Sonuç olarak şu söylenebilir;
Mâturîdî anlayışına göre, güç yetirilemeyen işi, Allah’ın insanlara
teklif etmeyeceği ve insanın da, kendi gücünü kullanarak
bu teklifi kendisine sıfat yapacağı görüşü yaygın bir şekilde kabul
edilir.
2. Eş’arîlere Göre: Eş’arî ekolüne göre, güç yetmeyen işin
teklifi mümkündür. Buna delilleri de “Onlar hakkı işitmezler, gerçeği
görmezler”76 âyeti ile “Kelâmını işitmeye de tahammülleri yoktur”77
âyetidir. Bu duruma göre, teklif meselesi esas itibarıyla temel
olarak insanın kudretine bağlıdır. Ancak bu kudret Eş’arî anlayışı
çerçevesinde Allah’tan gelmektedir. Diğer taraftan Eş’arî aczi, bir
şeyin kendisini ve karşıtını yapmamak olarak anlamaktadır. Acz
halinde, emrolunanla birlikte, bir şeyi almak da terk etmek de
bulunmaz.
Eş’arî’nin bu görüşü şu şekilde açıklanmaktadır: Allah’ın insana
gücü yetmediği şeyi yüklemesi, teklif etmesi câizdir. Bu, şeriat
yönünden de doğrudur. Zira, Ebû Leheb’e iman emredilmiştir.
Peygamber’i tasdik ve bütün haber verdiklerine iman etmesi bildirilmiştir.
Bununla birlikte onun iman etmeyeceğini de Rabbimiz
haber vermiştir. Güç yetmeyen işin teklifinin mümkün oluşuna “Ey
Rabbimiz, güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme.” 78 âyeti de delil
olarak alınabilir. 79
b- Mu’tezile Anlayışına Göre Teklif
Mu’tezile’ye göre teklif; kendisinde kişiye yük olan bir iş olarak
tanımlanmaktadır. Teklif, kendisinde yükümlüye güçlük ve
zorluk bulunan bir işi yapma irâdesidir. Böyle bir teklif ise, ancak
Allah tarafından yapılır.
74 Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 222
75 Sâbûnî, el-Bidâye, 118
76 11/Hûd, 20
77 18/Kehf, 101
78 2/Bakara, 286
79 Bk. Ş. Gölcük S. Toprak, Kelâm, 223
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 29 -
Mu’tezileye göre, diğer meselelerde olduğu gibi teklif de ana
dünya görüşüne bağlıdır. Mu’tezile’nin tek endişesi Allah’ın bir
tek olduğu keyfiyetine halel getirmemektir. Bunun için “tevhid”
meselesi onların hareket noktası olmuştur. 80 Gerek Mu’tezile’de
ve gerekse diğer itikadî fırkalarda esas ve temel olan bir prensip
vardır. Diğer bütün görüşler bu temel espri çevresinde cereyan
eder ve bu doğrultuda fikirler ileri sürülür. Bu bakımdan öncelikle
o fırkanın esas görüşü iyice bilinmeli ve dikkate alınmalıdır.
Teklif konusu da esas itibariyle tevhid görüşüne bağlıdır. Yüce
Allah yegâne birdir ve O her şeyde olduğu gibi fiillerde de bir
ve tekdir, âdildir. O’nun âdil olması fiillerinde çirkin ve kötü olan
fiillere yer vermemesiyle anlaşılır. O’nun fiillinden kötü bir şeyin
meydana gelmesi doğru değildir. Öyleyse, bütün fiillerinde âdil
olan ve kötü iş yaratmayan Yüce Allah’ın insanların faydasına
olan tekliflerde bulunması gerekir. Çünkü bu konu, daha önce de
geçtiği üzere, Allah’ın yegâne tek oluşu ve O’nun adâleti konusuna
girer. Âdil olan Allah’tan ise, insanların zararına olan, dolayısıyla
kaldıramayacakları bir teklifin yüklenmesi beklenemez. Zira
bu, zulüm olarak telâkki edilmektedir.
Bu farklı görüşlere rağmen, Mu’tezile, teklife külfet ve meşakkat
mânâlarını vermekle Ehl-i Sünnetle bir yakınlık ortaya çıkarmakta,
bir nevi aynı görüşü paylaşmaktadır.
Buraya kadar sayılan teklif ile ilgili görüşlerin sıralanmasından
sonra; bu konuda şöyle genel bir değerlendirmede bulunmak
mümkündür:
İnsana güç verip vermeme doğrudan doğruya Yüce Allah’ın
kudreti dâhilindedir. Bu konuda da Allah’ın bir mecbûriyeti yoktur.
Allah insana yapılması imkânsız olan bir şeyi yüklemekte
tamamen kendi irâdesine sahiptir. İnsana yapılan teklif insanın
yapabileceği ölçüdedir. Bu durum ise, Allah’ın adâleti, sünneti
doğrultusundadır. Bunları yaparken tamamen mutlak ve hür iradesiyle
yapıyor olup, bir zorunlulukla karşı karşıya değildir. İşte
Mûtezile ile temelde ayrılan nokta burasıdır. Onlar Yüce Allah’ın
insana ancak kaldırabileceği kadar bir teklifi yüklemesini zorunlulukla
izah edip, bunu tevhid anlayışlarına bağlamaktadırlar. Ehl-i
Sünnet ise, meselenin sonucunda yani teklifinin ancak kapasiteye
göre olacağında birleşip, bunun zorunlulukla değil hür irâde ile
Yüce Allah’ın sünnetine göre olduğunu kabul etmektedirler. 81
80 Ş. Gölcük-S. Toprak, Kelâm, 221
81 Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 171-172
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
Teklif kelimesinin kökü olan “kelef” bir şeyi sevmek, bir şeye
düşkünlük anlamındadır. Teklif ise, bir insanı sevdiği şeyi elde etmede
bazı zorlukları göğüslemekle yükümlü tutmaktır. O halde
teklifin esâsında yine insanın hür irâdesi ve içten sevip benimsemesi
vadır. Aynı kökten gelen külfet, zorluk anlamında, tekellüf
ise külfete meydan verme, bir işin olmasını külfete bağlama anlamında
kullanılır. Kur’an’da teklif, daima fiil şeklinde 7 yerde, tekellüf
de bir yerde kullanılmıştır.
Teklif konusunda Kur’an’ın temel anlayışı şudur: “Allah hiçbir
benliği gücünü, kapasitesini aşacak şekilde teklife muhâtap kılmaz.” 82
Bu ilke, değişik cümle yapılarıyla, fakat hep aynı kelimeler kullanılarak
birkaç kez tekrarlanır. 83 Bunların hepsinde “kişinin güç ve
kapasitesini ifâde eden “vüs’at” kelimesi kullanılır ki, esas anlamı
genişliktir. Vüs’ etimolojik gelişimi içinde zamanla, güç ve kapasite
anlamını almış bulunuyor ki Kur’an da onu aynı anlamda kullanmaktadır.
Aynı kökten se’a kelimesi de Kur’an’da ekonomik-mâlî
genişlik anlamında, yine teklif prensibine yer veren bir âyette
kullanılmıştır. Bu âyet, teklifin ekonomik-mâlî yönünü prensibe
bağlarken de şöyle diyor: “Genişliği olan, genişliğinden, bağışta bulunsun...
Allah hiçbir benliği, ona verdiği nimet dışında bir şey vermekle
yükümlü tutmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık sunacaktır.” 84
Kur’an’ın teklif konusundaki bu kabulü şöyle formüllendirilmiştir:
“Güç yetirilemeyen şeyle yükümlü kılmak yoktur.” Allah’ın
kanunu bu olduğuna göre, O’nun güvenilir elçileri nebîler de
aynı prensibe uymak zorundadırlar. Kur’an, peygamberlere şu
emri veriyor: “De ki... Ben tekellüfe (külfete, zorluğa) yol açanlardan
değilim.”85 Peygamber, tekellüfe ancak kendi benliğinde gidebilir.
O alan, onun hür irâdesiyle kayıtlar ve zorluklar getirebileceği
tek alandır. Hitap ettiği kitleye ise tekellüf getiremez, onları sadece
teşvik eder, özendirir. Şu âyet, Kur’ânî espriyi Rasûlullah’a
hitap ederken şöyle ifâdeye koyuyor: “Allah yolunda çarpış. Sen
ancak kendi nefsini külfet altına sokabilirsin. Mü’minlere gelince onları
teşvik et, özendir.” 86
Kapasite üstünde yükümlülük (teklif mâ lâ yutak) fıtrata,
Allah’ın irâde ve kanunlarına terstir. Allah, dine bu sakatlığın girmemesi
için Kur’an’da gerekli önlem-prensipleri getirmiştir. Bu
prensipleri çiğneyenler kendi arzuları yönünde insanları saptıran
82 2/Bakara, 286
83 2/Bakara, 233; 6/En'âm, 152; 7/A'râf, 42; 23/Mü'minûn, 62
84 65/Talâk, 7
85 38/Sâd, 86
86 4/Nisâ, 84
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 31 -
bilgisiz azmış-zâlimler olarak tanıtılıyor.87 Bunlar, Allah’ın açık
açık bildirdiği haram ve helâllere ilâvelerde bulunanlardır. Bunlar,
Allah için iş yapmanın güzelliği yerine, Allah adına iş yapmaya
kalkıp sonunda örtülü bir biçimde tanrılık iddiâ etme durumuna
düşen karanlık ruhlulardır. Allah’ın, tekelinde tuttuğu haram
kılma yetkisini kullanmaya kalkarak, gâfil bir biçimde şirke düşerler
de hâlâ Allah için iş yaptıklarını sanır, hiyânet ve sapıklıklarını
da Allah’ın dinine fatura ederler. Böylelerinin dine ve Allah’a en
büyük hizmetleri, dinden uzak durmalarıdır, ama çıkarları ve kurdukları
menfaat tezgâhları buna müsâade etmez. Allah’ın dinine
iftira ederler de hâlâ kendilerine mücâhid, ehl-i takvâ, sünneti
ihyâ edenler vs. gibi sıfatlar vermekten çekinmezler. Eğer bunların
iddiâlarında zerre kadar doğruluk olsaydı Kur’an’ın dinine
bağlı olanlar bugün böylesi perişan duruma düşerler miydi?
Teklifin işaret edilen Kur’anî boyutlarını destekleyen birkaç
prensibi daha verelim: “Allah sizin için hafifletme ister. İnsan zayıf
yaratılmıştır.”88; “Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez.”89;
“Allah sizin için dinde zorluk yaratmak istemez. O’nun istediği sizi temizleyip
arıtmaktır.”90; “O size din içinde zorluk getirmemiştir.” 91; Allah’ın kendisine
farz kıldığı hususlarda nebî üzerine herhangi bir zorluk yoktur.” 92
“Allah hiçbir nefse gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.”93 Güneşe
çevirebileceği kadar gezegen, ağaca kaldırabileceği kadar
dal, insana taşıyabileceği sayıda el takmış. Devenin yükü ayrı, karıncanınki
ayrı. Balığa uçmayı, aslana yüzmeyi teklif etmemiş.
İnsanlara da bu imtihan meydanında kuvvetleri oranında hatta
bir lütuf olarak, güçlerinin çok altında teklifte bulunmuştur.
Allah’ın bütün emirlerini işlemek bütün yasaklarından sakınmak
her insanın gücü dâhilinde. Bizim gücümüz için son hudut, namazı
beş vakit kılmak, orucu bir ay tutmak mı? Elbette hayır! İnsanlar
bu hakikati iyi değerlendirseler, sabretmesini bilip irâdelerini
hırpalayıp zaafa uğratmasalar ve en önemlisi birbirlerine yük olmasalar,
hepsi de yüklerini rahatlıkla taşıyabilecek ve bu imtihan
meydanından yüzlerin akıyla ayrılıp gidecekler.
Zengin olmayan kişinin zekât vermekten sorumlu olmayacağı,
kezâ eli yahut ayağı kesik bir insanın abdest alırken bu organlarını
87 Bk. 6/En'âm, 119
88 4/Nisâ, 28
89 2/Bakara, 185
90 5/Mâide, 6
91 22/Hacc, 78
92 33/Ahzâb, 38; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 584-586
93 2/Bakara, 286
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
yıkamaktan sorumlu olmadığı Bakara, 286. âyetten çıkarılan hükümlerden.
Akaid ilimleri ise “güç yetirme” meselesini “akıl” yönüyle
ele almış ve sıkça sorulan bir soruya şöyle açıklık getirmişler:
“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından habersiz
olan bir insan, mücerret aklıyla hangi hakikatleri bilmeye
güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumlu!” Mücerret aklı, “kendisine
İlâhî emirler ulaşmamış, peygamberlik nûruna muhâtap
olamamış, rehbersiz bir akıl” şeklinde târif edebiliriz.
“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan bir insanın İslâm Dinini
bilmesi mümkün değildir. Bu adam, âhirette nasıl sorumlu tutulabilir?”
Mâsum bir soru gibi gözüken bu sorunun arkasındaki anlayışı
doğru değerlendirmek gerekir. Annesine hakaret, babasına
isyan eden, en yakın dostlarını dar zamanlarında yüzüstü bırakan,
“benden sonra tûfan” felsefesiyle yaşayan bir adam; bakıyorsunuz,
dünyanın öte ucundaki, tanımadığı birinin imanını dâvâ etmeye
kalkışıyor! Hemen kararınızı veriyorsunuz: Bu adamın derdi başka!...
Kendisiyle biraz konuşuyor, iç âlemini kurcalıyorsunuz. Karşınıza
sinsi ve menhus bir gâye çıkıyor: “Allah’ın adâletine itiraz!”
Aslında, bu sanıldığı gibi, yeni bir mesele değil. Asırlar önce tartışılmış,
halledilmiş, rafa kaldırılmış bir konu. Şu kadar var ki, “dünyanın
öbür ucu” denmemiş de, “ıssız bir dağda, toplum hayatından
habersiz yaşayan bir adam” denmiş. Yahut buna benzer bir
başka tip üzerinde konuşulmuş.
“Allah, hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını teklif etmez.”94 Yani,
her şeye taşıyabileceği kadarını yükler. Fertleri güç yetirebilecekleri
işlerle mükellef kılar. Her gövdenin üzerine, götürebileceği
kadar bir baş yerleştirir. Allah, dağına göre kış verir. Atom çekirdeğine
gezegenleri bağlamaz. Âlimlerimiz bu âyeti çeşitli yönlerden
tefsir etmişler. Fıkıh âlimleri, bu âyeti fıkıh yönünden, kelâm
âlimleri ise itikat yönünden incelemişler. Bu ikinciler, âyette geçen
“güç yetme” meselesini akıl yönüyle ele almış ve şu mânada birleşmişler:
“Dünyanın ıssız bir köşesinde yaşayan ve toplum hayatından
uzak bir insan, mücerret aklıyla, hangi hakikatleri bilmeye
güç yetirebilirse, sadece onlardan sorumludur.”
Mücerret akıl denilince, “bir peygambere muhâtap olmamış,
kendisine İlâhî emirler ulaşmamış, rehbersiz kalmış” bir aklı anlıyoruz.
İşte, böyle bir aklın ulaşabileceği saha konusunda, değişik
görüşler ileri sürülmüş: İtikat imamlarından İmam Mâturîdi, “insanın,
kendi aklını kullanarak bir yaratıcının olduğunu bilmeye
94 2/Bakara, 286
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 33 -
güç yetirebileceği” görüşündedir. Ve böyle bir insanın Allah’a
inanmaktan sorumlu tutulacağını, diğer iman rükünlerinden ve
ibâdetlerden ise sorumlu olmayacağını ifâde eder. Bir diğer itikat
imamı olan Eş’arî ise, böyle bir insanın, peygamber olmaksızın,
Allah’ı bilmesinin de mümkün olamayacağı fikrini savunur ve bu
adamın bir taşa bile tapsa “necat ehli” yani kurtuluşa erenlerden
olacağını söyler.
Görüldüğü gibi, her iki imamın da ittifak ettikleri esas nokta
şu: Kişi, içinde bulunduğu şartlarda, neyi bilmeye güç yetirebiliyorsa
ondan sorumlu. Şüphesiz, hakikati en iyi bilen Allah’tır.
O’nun ilmine havâle ederiz. 95
Mükellef
Mükellef: Yükümlülük sahibi kişi, yükümlü kılınan kişi; Arapça
“teklîf” mastarından ism-i mef’ûldür. Bir Fıkıh terimi olarak;
“İslâmî emir ve yasakların muhâtabı olan ve bunlara uymakla yükümlü
bulunan kimse” demektir. “Allah bir kimseye gücünün yeteceğinden
fazlasını yüklemez” 96 âyeti sorumluluğu gücün yetmesi ile
sınırlar.
Dinî emir ve yasaklara muhâtap olabilmesi için kişinin akıl ve
fizik bakımından belli olgunluğa ulaşması gerekir. Kişinin, insan
varlığına ait hak ve borçlara ehil olma vasfına “ehliyet” denir. Bu
ehliyet anne karnındaki ceninden itibaren rüşd yaşına kadar çeşitli
safhalar geçirir. Ehliyet, vücub ve edâ ehliyeti olmak üzere ikiye
ayrılır.
1. Vücub ehliyeti: Kişinin lehine ve aleyhine olan hakların
sübûtuna elverişli olmasıdır. Bu, borçlanma ve borçlandırma ehliyetidir.
Bunun dayanağı insanlık sıfatıdır. Yaş, akıl ve rüşd ile ilişkisi
yoktur. Eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Eksik vücub ehliyeti: Bu ana karnındaki cenine ait bir ehliyet
olup, doğuma kadar devam eder. Cenin, yalnız lehine olan
haklardan yararlanır. Aleyhine olan haklar onun hakkında sabit
olmaz. Cenin sağ doğmak şartıyla mirasçı olur, lehine vasiyet edilen
mala sahip bulunur, yine lehine vakıf geçerlidir, babası cihetinden
nesebi sabit olur. Aleyhine olan medeni haklar ise sâbit olmaz.
Meselâ, babasının cenin adına bir şey satın alması veya cenine ait
bir malı başkasına hibe etmesi geçerli değildir. Yine cenin, nafaka
vb. malî yükümlülüklere muhâtap olmaz.
95 Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189
96 2/Bakara, 286
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
b. Tam vücub ehliyeti: Şahsın lehine ve aleyhine olan hak ve
borçlara ehil olmasıdır. Akıl hastaları ile yedi yaşından küçük olan
gayri mümeyyiz küçükler tam vücub ehliyetine sahiptirler. Henüz
idrâk ve muhâkeme teşekkül etmediği için bunlarda edâ ehliyeti
yoktur. Lehine yapılan hibe, vasiyet ve vakıf geçerlidir. Ayrıca onu
borç ve yükümlülük altına sokan satım, kiralama, karz ve rehin
gibi medenî akitler velî veya vasî tarafından onun adına yapılır.
Bunların semere ve sonuçları akıl hastası veya gayr-i mümeyyiz
küçüğe ait olur.
Diğer yandan gayri mümeyyiz küçük, haksız fiillerinden veya
velî yahut vasîsinin onun adına yapacağı tasarruflardan doğan
borçlardan bizzat sorumludur. Ancak bu bedenî değil yalnız malî
bir sorumluluktur. 97
Akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçükler malî bütün borçları
öderler. Ancak bunlar ibâdetle yükümlü olmadıkları için Ebû
Hanîfe’ye göre zekâtla yükümlü bulunmazlar. İmam Şâfiî, Mâlik
ve Ahmed b. Hanbel’e göre ise zekât mal nimetinin külfeti kabilindendir.
Böyle olunca bunların da zekâtta sorumlu tutulmaları
gerekir. Ancak bunu velî veya vasî, onun adına öder.
2. Edâ ehliyeti: Kişinin medenî hakları kullanma ehliyetidir. Bu,
her insanda tabîî bir vasıf değil akıl ve fizik gelişmeye paralel olarak
kazanılan bir vasıftır. Bunun varlığı, temyiz kudreti, belli bir
yaşa ulaşma gibi bazı şartlara bağlanmıştır. Kısaca vücup ehliyeti,
her şahısta bulunan pasif bir ehliyet iken, edâ ehliyeti aktif ehliyet
halidir. Edâ ehliyeti de eksik ve tam olmak üzere ikiye ayrılır.
a. Eksik edâ ehliyeti: Bu ehliyet mümeyyiz küçük ve bunamışda
(ma’tuh) söz konusu olur. Yedi yaşla büluğ çağı arasındaki
ehliyeti ifade eder. Mümeyyiz küçük iyi ile kötüyü, alma ile vermeyi,
satmayla satın almayı birbirinden ayırt edebilen fikrî, zihnî
ve beden olgunluğuna ulaşan kimsedir. İslâm hukukçuları uygulamada
kolaylık olsun diye yedi yaşın tamamlamasını temyiz çağının
başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Bu yaşın tercih edilmesi
Hz. Peygamberin şu hadisine dayanır: “Yedi yaşına girdikleri zaman
çocuklarınıza namazı emredin.”98 Bu hadis yedi yaşına giren çocuğun
namazın ve ibâdetin mânâsını anlayabilecek bir fikir olgunluğuna
ulaştığını gösterir. Bu duruma göre; Mümeyyiz küçüğün namaz,
oruç, hac gibi ibâdetleri yapması büluğdan önce farz değilse de,
edâsı sahihtir ve sevâbı ana-babaya gider.
97 bk. el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-28/1909-1910, VII,172; İbnü'l-
Hümâm, Fethu'l-Kadîr; Bulak 1315-1317 H., VIII, 324 vd.
98 Ebû Dâvud, Salât 26; Ahmed bin Hanbel, II/180, 187
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 35 -
Hibe ve sadakayı kabulü, mubah malları mülk edinmesi gibi
tamamen lehine olan tasarrufları geçerlidir. Bu konuda velî veya
vasîsinin izni de aranmaz. Yine başkasına vekil olarak alış veriş,
nikâh, talâk, dâvâ ve kabz gibi işlemleri de geçerlidir. Çünkü
bunlarda muhtemel zararlar müvekkile âittir. Üstelik bu gibi
muâmeleler çocuğun yetişmesine yardımcı olur. Tamamen zararına
olan tasarruflar bâtıldır. Bağış, sadaka, vakıf, âriyet verme, borca
kefil olma ve boşama gibi tasarrufları geçersizdir. Bunlar, onun
adına velî veya vasîsi tarafından da yapılamaz.
Alış-veriş, kiraya vermek, kiralamak, rehin vermek ve almak
gibi hem menfaate, hem de zarara ihtimali bulunan tasarruflar
velînin icâzetine bu gibi iki yönlü olabilen tasarruflar geçerlidir.
Velisinin izin verdiği mümeyyiz küçük “me’zûn”; izin vermediği
ise “mahcûr” adını alır.
b. Tam edâ ehliyeti: Kişinin bütün hak ve borçlara ehil olması
ve ibâdetlerle yükümlü bulunmasıdır. Bu ehliyet, büluğ çağı
ile başlar, rüşd yaşı ile en son şeklini alır. Kişi, lehine ve aleyhine
her türlü hukukî tasarrufu yapma ehliyetine erişmiş olur. Büluğ,
kişide erkek çocuğun ihtilâm olması, kız çocuğunun aybaşı hali
veya gebe olması gibi birtakım fizikî belirtilerin görülmesiyle başlar.
Bazen bu belirtilerde gecikme olabilir. Bu takdirde, çoğunluk
fakihlere göre büluğ çağının başlangıcı kız çocuklarda 9, erkek
çocuklarda 12, sonu ise her iki cinste de 15 yaştır. Ebû Hanîfe’ye
göre ise, büluğ çağının sonu erkek çocukları için 18, kız çocukları
için 17 yaştır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Şâfiî ise, ergenlik
belirtisi görülmeyen erkek ve kız 15 yaşını tamamlamakla büluğ
çağına ermiş sayılır. 99
Büluğ çağının asgarî ve âzamî sınırları arasında bulunan erkeğe
“mürâhik”, kadına “murâhika” denir. Akıl ve bâliğ olan kimse
malî tasarruflar dışında diğer iman, ibâdet, hukukî ve sosyal nizamın
gerektirdiği bütün görevleri ve sorumlulukları yüklenir ve
malı olanlar dışında tam edâ ehliyetine sahip olur. Kendisine namaz,
oruç, hacc ve zekât farîzaları gerektiği gibi, haksız fiillerden
hem malen hem de bedenen sorumludur. Birisini öldürse kısas
uygulanır, zina etse had cezasına muhâtap olur. Ancak had cezalarının
uygulanması için suçun işlendiği beldede İslâmî yönetimin
iş başında olması gerekir. Çünkü fert olarak hadleri uygulama
imkânı ve gücü bulunmaz.
99 el-Kâsânî, a.g.e., VII, 172; el-Cezîrî, Kitâbü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa,
Kahire 1392, II, 350 vd.; Mecelle, madde, 978; Hamdi Döndüren, Delilleriyle
İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 122 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-
Fıkh, Kahire, (t.y.), s. 331
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
Rüşd sözlükte mâkul davranmak, doğru yolu bulmak demektir.
Mecelle’deki tarifi şöyledir: “Rüşd, malın muhâfazası hususunda
takayyüd ederek sefeh ve tebzirden tevakkî eden kimsenin vasfıdır.
Bu vasfı taşıyana “reşid” denir. Reşidin zıddı “sefih’’tir. Sefih
malını boş yere sarf ile masarifinde tebzir ve israf ile İzaa ve itlaf
eden kimsedir.” 100
Rüşd, temyizden farklıdır. İnsan iyiyi kötüden, hayrı şerden
ayırır da, malını ve servetini iyi bir şekilde idare etmeyi beceremez.
Çünkü malın idaresi ve işletilmesi ayrı bir tecrübe ve yetenek
gerektirir. Rüştle büluğ aynı şeyler değildir. Rüşd yaşı eğitim,
kültür, iklim şartları ve benzeri etkenlerin altında büluğdan önce
teşekkül edebilir. Ancak çoğu zaman büluğdan sonra bu olgunluk
hali ortaya çıkar.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri
deneyin. Eğer rüşde erdiklerini açıkça görürseniz mallarını kendilerine
verin.”101 Bu âyete göre, mümeyyiz küçük büluğ çağına erişince hemen
malı kendisine teslim edilmez ve reşid olup olmadığı araştırılır.
İslâm rüşd yaşını belirleme hususunu yöneticilere bırakmıştır.
Ebû Hanîfe’ye göre büluğa eren şahıs sefih ve israfçı da olsa
üzerinden malî velâyet kalkar ve tasarruf özgürlüğüne kavuşur.
Ancak malı, bir ihtiyat ve tedbir amacıyla reşid oluncaya veya yirmibeş
yaşını dolduruncaya kadar kendisine teslim edilmez. Çünkü
yirmi beş yaşındaki kimse dede olabilecek bir yaşa gelmiş, bedenî
ve fikrî olgunluğa erişmiştir.102 Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e
göre ise, kişi reşid oluncaya kadar malı kendisine verilmez. Osmanlı
devrindeki uygulamada 1288 tarihli bir irâde, yirmi yaşını
doldurmamış şahısların rüşd dâvâlarının reddedilmesi kuralını getirmiştir.
103
İşte akıl ve fizik bakımından gelişmesini rüşdle tamamlayan bir
müslüman artık İslâm’daki bütün emir ve yasakların, malî, bedenî
ve cezaî her çeşit hükmün muhâtabı olur. Artık onun fiilleri farz,
vâcip, sünnet, müstehap, mubah, haram, mekruh veya müfsit olmak
üzere sekiz maddede değerlendirilir. Bu fiillere ef’âl-i mükellefin
(yükümlülerin fiilleri) adı verilir. 104
100 Mecelle, mad., 946-947; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, V, 95
101 4/Nisâ, 6
102 el-Kâsânî, a.g.e., V,169 vd.; el-Cezîrî, a.g.e., II, 352
103 bk. Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 989. mad. şerhi
104 Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 338-339
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 37 -
Güç-Tâkat (ve Kolaylık)
Güç: Fizik, düşünce ve ahlâk yönünden bir etki yapabilme
veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet ve kudret demektir.
Sınırsız ve mutlak güç Allah’ın gücüdür. Esas anlamıyla O’ndan
başka güç ve kuvvet kaynağı yoktur. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billâh = Güç ve kuvvet ancak Allah’a aittir.” İnsan ve diğer yaratıklar,
Allah’ın verdiği kadar, sınırlı ve geçici bir güce sahiptir; onlardaki
gücün kaynağı, kendileri değil; Allah’tır.
İnsan, zayıf yaratılmıştır; âcizdir. “Allah sizden (yükünüzü) hafifletmek
ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”105 Dinî teklifler ve vazifeler,
birer yük ve zorluk değildir; tam aksine, insanı dünya ve âhiret
hayatında çıkmaza düşmekten, altından kalkamayacağı veya kendisine
fayda yerine zarar getirecek olan iş ve davranışlara girmekten
alıkoyan, böylece yükünü hafifleten temrinler, düzenlemeler
ve irşadlardır. “Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin
ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur.”106 Zâlim ve nanköler, görmek
istemeseler de tüm güç sadece Allah’a âittir. “... Keşke zâlimler azâbı
gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu
ve Allah’ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.”
107 İnsana zayıflık ve güç veren Allah’tır: “Sözi güçsüz yaratan, sonra
güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük
ve ihtiyarlık veren, Allah’tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir,
üstün kudret sahibidir.”108; “Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız
yere büyüklük tasladılar ve: ‘Bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. Onlar
kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler
mi? Onlar Bizim âyetlerimizi (mûcizelerimizi) inkâr ediyorlardı.” 109; “Senin
şehrinden -ki ora (nın halkı) seni çıkardı- daha kuvvetli nice şehirleri
yok ettik; onlara bir yardım eden de çıkmadı.” 110; “Şüphesiz rızık veren,
güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.” 111 İnsana kuvvet veren
Allah olduğu gibi, tevbe edip Allah’tan bağış dilemesiyle insan,
O’nun gücünden yardım almış olur. Yağmur vermesiyle O, insanın
kuvvetine kuvvet katandır.112 “Allah güçlüdür, kuvvetlidir. O’nun
cezâsı şiddetlidir.” 113; “Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla bilemediler. Hiç
105 4/Nisâ, 28
106 35/Fâtır, 15
107 2/Bakara, 165
108 30/Rûm, 54
109 41/Fussılet, 15
110 47/Muhammed, 13
111 51/Zâriyât, 58
112 11/Hûd, 52
113 8/Enfâl, 52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, çok üstündür.”114; “Allah: ‘Elbette Ben ve
rasüllerim/elçilerim gâlip geleceğiz’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür,
gâliptir.”115; “Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu
bildi...”116 İnsan, bazen kendini yeterli zanneder ve Allah’a ihtiyaç
duymadığı anlayışıyla tuğyan eder (azar, taşkınlık yapar). “Gerçek
şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek tuğyan eder/azar.” 117
Bakara Sûresi 286. âyette geçen “ısr=zorluk” kelimesi, önceki
dinlerde bulunan bütün zor hükümlerdir. O zorluklar, ağır yükler,
İslâm’dan kaldırılmıştır. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.), insanlar
üzerindeki bu ağır yükleri kaldırmak, kolay dini yerleştirmek için
gönderilmiştir. “O (Peygamber) kendilerine iyiliği emreder, kendilerini
kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar,
üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar...”118; “Allah
size dinde bir güçlük yüklemedi.” 119 âyeti de dinde zorakî, güç bir
görev olmadığını; gönülsüz yapılan eylemin din olmayacağını vurgulamaktadır.
Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. 120
İmtihan için yaratılan insanoğlu, denemenin gereği olarak birtakım
yükümlülükleri yerine getirecek, bazı güçlükleri göğüsleyecek,
bazı zor gibi görünen ibâbetleri yapacak, nefsinin çok arzu
etmesine rağmen, sınavın bir gereği olarak bazı isteklerinden vazgeçecektir
.
Dünyada insan nefsinin hoşuna giden çok şey vardır. Nefis
onlara sahip olmak ister. Hatta onlara sahip olmak uğruna yanlış
yollara sapabilir, meşrû olmayan işlere meyledebilir. Nefis çoğu
zaman Din’in tekliflerini ağır bulur, onları yerine getirme noktasında
tembellik yapar. Nefsin, dünyalıklar peşine düşüp daha da
azgınlaşması, Din’in tekliflerinden uzaklaşıp kendi hoşuna gideceği
şeyleri yapması için şeytan sürekli kışkırtıcı bir rol üstlenir.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır
bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında Din’in
teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana
taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez.121 Ancak, yeryüzünde bulu-
114 22/Hacc, 74
115 58/Mücâdele, 21
116 8//Enfâl, 66
117 96/Alak, 6-7
118 7/A'râf, 157
119 22/Hacc, 78
120 2/Bakara, 233, 286; 6/En'âm, 152; 40/Mü'min, 62; 65/Talâk, 7; 7/A'râf, 42
121 2/Bakara, 286
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 39 -
nuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre
yaşamayı seçmiş kimseler; Din’in tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim
müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir
teklif olarak kabul etmektedirler. 122
Dinde Kolaylık Esastır: Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan,
yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar,
hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar
için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar.
Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan
için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır
yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size
kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” 123
İslâm’ın amacı insanları ağır yüklerle zorluğa bırakmak değil,
aksine her türlü kolaylığı göstererek, onların iyi birer insan olup
İlâhî mükâfatları hak etmelerini sağlamaktır. “Allah (ağır yükleri)
sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.”124 İslâm, fıtrat
(yaradılış) dinidir, yani insanın yaratılışına uygun, tabiî bir yaşama
biçimidir. İnsanı yaratan Rabbimiz, onun fıtratına uygun tekliflerini
İslâm adıyla ona göndermiştir. Bunu Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle
açıklıyor: “Şüphesiz ki bu Din kolaylıktır. Her kim, (kolay olan) bu dini
zorlaştırırsa altında kalır. Onun için orta bir yol tutun ve Dini en uygun bir
biçimde uygulayın.” 125
İslâm’ın prensibi her işte kolaylıktır; zorluk çıkarmak, insanları
yokuşa sürmek, zor tekliflerle onlara güçlük vermek, yapamayacaklarını
emredip de onları bunaltmak değildir. Allah (c.c.)
-hâşâ- kullarına işkence etmez, onlardan intikam almaya kalkmaz.
İslâm’ın bu kolaylık prensibini birçok konuda görmemiz mümkündür.
Allah (c.c.), Kur’an’ı, okunup anlaşılsın, öğüt alınsın diye kolaylaştırmıştır.
126 Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dilinde de kolaylaştırılmıştır
ki, takvâ sahiplerini müjdelesin, inatçı toplulukları
da uyarsın. 127
Mü’minler gerek namazda gerekse günlük hayatlarında
Kur’an’dan kolaylarına gelen kısmı okurlar, bu konuda bir sınırlama
yoktur.128 Peygamberimize hitâben söylenmiş şu gerçek,
122 42/Şûrâ, 13
123 2/Bakara, 185
124 4/Nisâ, 28
125 Buhârî, İman 29
126 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
127 19/Meryem, 97; ayrıca Bk. 44/Duhân, 58
128 73/Müzzemmil, 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Kur’an’ın asıl amacını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir:
“Tâ Hâ. Biz sana bu Kur’an’ı güçlük çekmen için indirmedik. ‘İçi titreyerek
korku duyanlara’ ancak öğüt ve hatırlatma olsun (diye indirdik).”129
Allah (c.c.), Peygamber tebliğini güzel yapsın diye O’nun işini
kolaylaştırır, önündeki engelleri aşması için O’na yardım eder. 130
Kur’an, ödeme güçlüğü çeken borçluya kolaylık sağlanmasını tavsiye
ederken,131 Kıyâmet günü ameli iyi olanların hesabının çok
kolay, ameli kötü olanların ise hesabının çok zor olacağını haber
vermektedir.132 Allah (c.c.) takvâ sahiplerine işlerinde kolaylık göstereceğini
müjdeliyor.133 Demek ki, Din’in ve ona ait tekliflerin insana
kolay gösterilmesinin sebebi takvâdır ve Allah (c.c.) bu İlâhî
bağışı da muttakîlere vermektedir.
Bir başka deyişle takvâ sahibi mü’minler, Allah’a ihlâslı bir şekilde
ibâdet ettikleri, Allah’a hakkıyla teslim oldukları için, Din’in
tekliflerini kolaylıkla yerine getirirler, onlarda bir zorluk görmezler.
Diğer taraftan İslâm karşısında inatçılık edip, Allah’a boyun
eğmeyen kibirliler, İslâm’ın emir ve yasakları karşısında sıkıntı duyarlar,
bocalarlar; deyim yerinde ise soğuk ter dökerler, zorluğundan
bahsederler, kendi statülerine ve zamana uymadığından dem
vururlar ve onun hükümlerini tartışmaya açmaya yeltenirler. İnsan,
Allah’tan hakkıya korkup sakınabilse, şüphesiz Din’in emirleri
ona çok kolay ve çok sevimli gelir. Çünkü onları yerine getirdiği
zaman ölçülemeyecek kadar çok karşılığa kavuşacaktır.
Hata ve Hataların Örtülmesi
Hata: İnsanın düşünüşünde ve amelî bir işinde yaptığı yanlış
hareket; sehiv; dikkatsizlik yüzünden yapılan sehiv; hedefe erişemeyiş
demektir. Bir terim olarak hatâ, kasıt unsuru taşımayan bir
söz veya fiil olup, asıl iradeye aykırı olarak vukû bulur. Hatâ kelimesi
ve türevleri Kur’ân’da yirmi iki kadar âyette kullanılır. Çoğulu
hatâyâ’dır.
İslâm ceza hukuku ile ilgili olarak âyette; “Hatâ dışında bir
mü’min diğer bir mü’mini öldüremez. Kim bir mü’mini hatâ ile öldürürse,
bir mü’min köle âzâd etmesi, bir de ölünün ailesine diyet vermesi
gerekir”134 buyurulur. Günlük hayatta kişinin söz ve fiillerindeki
hatâları için Allah’a duâ etmesi istenir: “...Ey Rabbimız, eğer unutacak
129 20/Tâhâ, 1-3
130 92/Leyl, 7-10
131 2/Bakara, 280
132 84/İnşikak, 7-13
133 65/Talak, 4
134 4/Nisâ, 92
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 41 -
veya yanılacak olursak, bizi sorumlu tutma...”135 Şu âyette, kişinin yanlışlıktan
sorumlu olmadığına işaret edilir: “Çocukları yanlışlıkla babalarından
başka birinin adıyla çağırmanız hâlinde size bir günâh yoktur.
Fakat bunu kasten yaparsanız günaha girersiniz.”136 Hatâ ile günâh birbirinden
farklı terimlerdir. Âyette: “Kim bir hatâ yapar veya günâh
işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o, iftira ve apaçık
bir günâh yüklenmiş olur”137 Çeşitli âyetlerde hatâya düşmenin
ağır bir günâh olmamakla birlikte çirkin bir hal olduğuna da yer
verilmiştir. Âyetlerde şöyle buyurulur: “Yûsuf’a dönerek: “Yusuf, sen
bu olayı görmemiş ol”; Karısına da, “Sen de işlediğin günâhtan ötürü
tevbe et. Şüphesiz sen günâh işleyenlerden (hatâ edenlerden) oldun” 138;
“Onun irinden başka yiyeceği de yoktur. Onu ancak, günahkârlar (hatâ
edenler) yer.” 139
Hadiste şöyle buyurulur: “Şüphesiz Allah, ümmetimden, hatâ,
unutma ve yapmaya zorlandıkları şeyi (n hükmünü) kaldırmıştır.” 140
Hatâ hâlinde Allah hakkı ile ilgili günâhın kalktığında görüş
birliği vardır. Meselâ, kıble yönünü araştırdığı halde, isâbet edemeyip
namazını başka yöne doğru kılan kimse, daha sonra namazını
yeniden kılmaz ve günahkâr da olmaz. Müctehid ictihadında
yanılsa bile sevâba nâil olur. Hadiste şöyle buyurulur: “Hâkim
ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat
vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır.”141
Yalnız peygamberler mâsûmdur. Günâh işlemez söz ve fiillerinde
yanılmazlar; daha doğrusu beşer olarak onlar da hata edebilir,
ancak Peygamber söz ve fiillerinde yanılırsa Allah ona doğruyu
gösterir. Peygamberlerden başkası için böyle bir teminat yoktur.
Bir müctehidin ictihadı yanılma ihtimali ile birlikte gâlip zanna
dayanır. Müctehid mutlaka kendi görüşünün doğru olduğunu iddia
edemez. Onun devamlı olarak isabet etmesi gerekmez. Hatâ
etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden, Ebû Hanife; “Bu
bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa
ona uysun” demiştir. İmam Şâfiî’nin de şöyle dediği nakledilir:
“bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü terk edin.”142
Mu’tezile’ye göre, her müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır.
Çünkü Allah nezdinde hüküm müctehidin ictihadına tâbidir. Aksi
135 2/Bakara, 286
136 32/Secde, 5
137 4/Nisâ, 112
138 12/Yûsuf, 29
139 69/Haakka, 36-37
140 Buhârî, Talâk 2, İlim 44, Şurût 12, Enbiyâ 27; İbn Mâce, Talâk 16-20
141 Buhârî, İ'tisâm 21; Müslim, Akdiye 15; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/187
142 M. Ebû Zehrâ, Usûlü'l-Fıkh, s. 400, 401
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
halde insanların güç yetirilemeyecek yükümlülüklerle karşı karşıya
bulunması gerekir.143 İmamiyye, Mutezile’nin bu görüşünü takip
ederek kendi müctehidlerinin yanılmadığını söylerler ve onları
mâsum (günâhsız günâh işlemez) sayarlar. 144
Hatâ, kul haklarını düşürmeye elverişli değildir. Bu yüzden
bir kimse başkasının malını yanlışlıkla telef veya istihlâk etse tazmin
etmesi gerekir. Yanılarak yapılacak boşama geçerlidir. Çünkü
boşama arzusu kalple ilgili olup başkasının buna muttalî olması
güçtür. İmam Şâfiî’ye göre, hatâ ile boşama geçerli olmaz. Çünkü
yanılanın kastı yoktur. Hatâ yolu ile suç işleyene yalnız mâlî
sorumluluk vardır. Bedenî ceza gerekmez. Hatâ ile bir mü’mini
öldürene diyet ve keffâret cezası gerekir;145 kısas gerekmez. Hatâ
ile yaralamalarda da kısas değil maddî tazminat uygulanır.
Hatâ üçe ayrılır. Fiilde hatâ: Belli bir hedefe atıp, yanlışlıkla
bir şahsı öldürmek veya yaralamak gibi. Kasıtta hatâ; Av hayvanı
zannederek ateş edilmesi, sonradan insan olduğunun anlaşılması.
Bu iki kısma giren hatâ mâlî yükümlülükleri kaldırmaz. Fakat
bedenî cezaları kaldırır. Takdirde hatâ: Buna örnek olarak doktorların
yaptığı bazı hatâlar zikredilebilir. Teşhiste hatâ ile verilen
ilaç, hastanın ölümüne sebep olsa; yanlış teşhisle bir uzuv kesilse;
ameliyat sırasında yapılan bir hatâ sonucu hasta ölse, bütün
bunlar takdirde hatâ sayılır. Doktor o hastalığın mütehassısı ise ve
elinden gelen bütün gayret ve ihtimamı göstermişse sorumluluk
terettüb etmez.146 Hanefîlere göre hatâ ile yapılan akitler geçerlidir.
Ancak yanılma, karşı tarafın yalan ve hilesi sonucu meydana
gelmişse akdi bozma imkânı olabilir. 147
Hataları Örtmek: İnsan, hata işlemeye müsait bir şekilde yaratılmıştır.
Onun bu zaâfı, nefsi aklına galebe çaldığı zaman daha
belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Bazen de insan farkında olmaksızın,
bilmeyerek hata işler. Kısacası insan, beşeri özellikleri sebebiyle,
zaman zaman kusur ve hatalar işleyebilir. Ancak, farkına vardığı
zaman hemen Allah Teâlâ’dan af veya hakkına tecavüz ettiği
kişiden özür dilemesi, güzel bir ahlâk örneğidir. Çünkü “hatadan
dönmek de bir fazilettir.”
143 Ö. N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 243
144 Seyyid Hüseyin Tabatabâî, Shi'ite İslâm, Houston, Inc.1979, s. 190-211; İran
Anayasası, madde, 12; Said İsmâîl, Hakîkatü'l-Hılâf beyne Ulemâi'l-Şîa ve
Cumhur Ulemâi'l-Müslimîn, Carbondale, s. 12, 13
145 4/Nisâ, 92
146 M. Ebû Zehrâ, a.g.e, 354-355
147 Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 365-366
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 43 -
İsimlerinden biri de “Settâr” olan Allah Teâlâ, kullarının kusur
ve hatalarını, günahlarını örterek gizler ve diğer kulların bilmesine
engel olur. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da “Settâru’l-
Uyûb” (ayıpları örten, gizleyen) dur. Eğer O’nun bu ismi kulları
üzerinde tecelli etmeseydi, insanlar birbirlerinin kusurlarına muttali
olur ve birbirlerine karşı rezil olurlardı. Böylece toplum içinde
çeşitli huzursuzluklar meydana çıkardı.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde, mü’minlerin
kusur ve hatalarını örttüğünü ifade buyurmaktadır. “İman ederek
salih amel işleyenlerin hatalarını andolsun ki, örteriz ve onları yaptıkları
amellerden daha güzeli ile mükâfatlandırırız.” 148
Allah Teâlâ’nın, kullar tarafından işlenen hataları örttüğünü
bildiren bu gibi âyetlerde bazı ön şartlar vardır. Yani kişinin,
Allah’ın affına ve hatalarını gizlemesine ulaşabilmesi için, bazı
özelliklere sahip olması lâzımdır. Bu özellikler ise sözkonusu ettiğimiz
âyetlerde açıkça görülmektedir. Bunların başında “iman”
gelmekte ve hemen ardından “sâlih amel” şartı zikredilmektedir.
Konuyla ilgili âyetler şöyledir:
“(Allah) İman eden erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyar ve onların hatalarını örter. Allah
katında büyük kurtuluş işte budur.” 149; “Allah’a iman eden ve salih amel
işleyenlerin ve Muhammed’e Rablerinden bir gerçek olarak indirilene inanan
kimselerin hatalarını Allah örter ve durumlarını düzeltir.” 150; “Sizi
toplanma gününde bir araya getirdiği gün, işte o gün, kimin aldandığını
ortaya çıkaracağı bir gündür. Kim Allah’a inanmış ve salih amel işlemişse,
Allah onun hatalarını örter, onun içinde ebedi kalacağı, altlarından ırmaklar
akan cennetlere koyar. Büyük kurtuluş işte budur.” 151
Allah Teâlâ hataları örtmeyi iman şartına bağlamaktadır:
“Şâyet Ehl-i kitâb (Hıristiyan ve Yahûdiler) iman edip de Allah’a karşı gelmekten
sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları ni’met cennetlerine
koyardık.” 152
Konuyla ilgili diğer âyetlerde göze çarpan bir diğer özellik de
“takvâ” şartıdır.
“Bu Allah’ın size indirmiş olduğu buyruğudur. Kim Allah’ın buyruğuna
karşı gelmekten sakınırsa, Allah da onun kötülüklerini diğer ve mükâfatını
148 29/Ankebût, 7
149 48/Feth, 5
150 47/Muhammed, 2
151 64/Teğâbun, 9
152 5/Mâide, 65
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
yüceltir.” 153; “Zira Allah (takvâ sahibi) mü’minlerin yaptıkları hataları örter
ve onlara işledikleri amellerin en güzeliyle karşılık verir.” 154
Allah’ın haram kıldığı günahlardan kaçınmak da bir takvâ işaretidir.
“Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız,” kusurlarınızı
örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.” 155 Bu âyetlerin yanında, “Ey
mü’minler! Yürekten tevbe ederek Allah’a dönün ki, Rabbiniz de sizin
kötülük ve hatalarınızı örtsün, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koysun” 156 âyetinden “tevbe” nin de bir şart olduğunu anlıyoruz.
Kişinin, Allah’ın af ve müsamahasına ulaşabilmesi için, tamamlayıcı
bir şartın da “ihlâs” olduğu sâbittir. “Sadakalarınızı açıktan verirseniz
ne güzel! Eğer onları gizlice verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
Bununla Allah hatalarınızı örter. Allah işlediklerinizden haberdardır.”157 Allah
Teâlâ tarafından “akıl sahipleri” olarak nitelendirilen mü’min
kulların duası, bu konuda mü’minler için en güzel örnektir: “Onlar
ki şöyle derler: Ey Rabbimiz! Doğrusu biz, “Rabbinize iman edin’ diye
inanmaya çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Sen de
bizim günahlarımızı bağışla, hatalarımızı ört ve canımızı iyilerle birlikte
al.” 158 Bu âyetin devamında da duâlarının kabul edildiği bildirilmektedir:
“Rableri duâlarını kabul etti. Sizden kadın olsun, erkek olsun,
yaptığınız ameli boşa çıkarmam (dedi). Hicret edenlerin, memleketinden
zorla çıkarılanların, benim yolumda savaşan ve öldürülenlerin kusurlarını
elbette örteceğim. Andolsun ki, Allah katından bir nimet olarak onları içlerinden
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Nimetin en güzeli ise Allah
katındadır.” 159
Zikredilen âyetlerin ışığında denilebilir ki, insan gerçek anlamda
iman edip, sâlih amel işler, takvâ üzere bulunur ve hatalarından
dolayı pişman olup tevbe ederek Allah’a yönelirse, bu kişi
Allah’ın affına ve müsamahasına hak kazanır. Dünyada olduğu
gibi âhirette de hataları, Allah tarafından gizlenir. Hataları örtmek
hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s.) mü’minleri teşvik etmektedir:
“Kim, dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da
onun ayıbını âhirette gizleyip kapatır.” 160
Buna karşılık, Hz. Peygamber (s.a.s.) “Din kardeşini, bir suçundan
dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemedikçe
153 65/Talâk, 5
154 39/Zümer, 35
155 4/Nisâ, 31
156 66/Tahrîm, 8
157 2/Bakara, 271
158 3/Âl-i İmrân, 193
159 3/Âl-i İmrân, 195
160 Müslim, Birr 58, 72
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 45 -
ölmez.”161 buyurarak, müslümanların, hatalarından dolayı birbirlerini
kınamaları ve hor görmelerinin, kendileri için ne derece
kötü bir sonuca yol açtığına dikkat çekmiştir. “Kusursuz dost
arayan dostsuz kalır” sözü gereği, insan başkalarının kusurlarıyla
uğraşmamalı ve hataları örten kişi olmalıdır. Bu konuda mü’minin
rehber edineceği prensip Allah Teâlâ tarafından şu âyetle açıklanmıştır:
“İyilikle kötülük bir değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi
bir hareketle önle. O vakit bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık
bulunan biri yakın bir dost gibi olmuştur.” 162
Kur’ân-ı Kerim’de Hesap, Allah’ın
Hesaba Çekmesi ve Sorumluluk
Kur’an’da, muhâsebe anlamında “hısâb” kelimesi ve türevleri,
48 âyette geçer. Hesaba çekmek, sorgulamak anlamında “Suâl”
kelimesi ve türevleri ise 22 âyette kullanılır.
Güç yetirebilmek anlamında “Tâkat” kelimesi ve türevleri
3 âyette geçer: 2/Bakara, 184, 249, 286. Güç, kapasite anlamında
“Vüs’at” kelimesi de 5 âyette zikredilir: 2/Bakara, 233, 286;
6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62. İş, vazife yüklemek,
mükellef kılmak anlamında “Teklîf” kelimesi ve türevleri 8 âyette
geçer: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/
Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7. Yüklenmek, ağır yük olan
günahlar anlamında “Haml” ve türevlerinin geçtiği âyetler ise
şunlardır: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr,
54; 33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5 (toplam yedi âyet).
Hesap günü olan din/ceza günü; kıyâmetle ilgili âyet-i kerimelerde
kıyâmet gününde kimseden kimseye fayda gelmeyeceği
belirtilir: 2/Bakara, 48, 123, 254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89;
31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15;
82/İnfitâr, 17-19). Herkesin kendi derdine düşeceği vurgulanır: 14/
İbrâhim, 31; 16/Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf,
67; 80/Abese, 33-37.
Hesap günü mahşerde vücut organları dile gelerek neler yaptıklarını
Kur’an şu âyetlerde dile getirir: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65;
41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf, 21; 75/Kıyâme, 14-15. Hesap gününün
bir ayırdetme günü olduğu vurgulanır: 77/Mürselât, 13-15, 38-40;
78/Nebe’, 17. Hesap gününde amel defterleri çıkarılır: 25/Furkan,
25; 39/Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10. Hesap gününde
dünyada yapılan bütün işler açıklanır: 68/Kalem, 42; 69/Haakka,
161 Tirmizî, Kıyâmet 53
162 41/Fussilet, 34; Mehmet Emin Ay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 366-367
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
18; 75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11. Hesap gününde
ameller, sevap ve günah yönünden tartılır: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-
14; 18/Kehf, 49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye,
29, 33; 101/Karia, 6-9. Hesap gününde hesap vermekten kurtuluş
olmadığı bildirilir: 55/Rahmân, 31, 33, 35. Hesap gününde herkese
kazandığı verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i İmrân, 30, 185, 195;
17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min, 16-17; 45/
Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar,
1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.
Hesap gününde kişi, kötü amelinden kaçmak isteyecek, ama
tabii ki kaçamayacaktır: 3/Âl-i İmrân, 30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka,
25-27; 75/Kıyâme, 10-11. Hesap gününde günahkârlar yüzlerinden
tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41. Hesap gününde kitabı (amel
defteri, karnesi) sağdan verilenler, kurtuluşa erip Cennetle ödüllendirilir:
17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91; 69/Haakka, 19-24; 74/
Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18. Kitabı (amel
defteri) soldan verilenlerin feci durumundan şu âyetlerde bahsedilir:
56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled,
19-20. Hesap gününden korkmak ve dünyada iken ona göre
tedbir almak gerekir: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7. Hesap gününde
peygamberler de sorulacak, sorguya çekilecektir: 7/A’râf, 6-7.
Kur’ân-ı Kerim’de sorumluluktan bahseden âyetler de yeterli
açıklıktadır. Herkesin kazandığı amel, kendisinindir: 2/Bakara, 134,
286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm, 132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42;
74/Müddessir, 38. Kimse kimsenin günahından sorumlu olmayacak,
her insan, ancak kendi günah yükünü çekecektir: 5/Mâide,
105; 6/En’âm, 31, 52, 164; 10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15;
34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm, 38. Çünkü
dünyada iken işlediği amellerle günah kazanan, kendi aleyhine
kazanmış olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111, 123; 6/En’âm, 120; 30/
Rûm, 44.
İnsanlar sorumlu olarak yaratılmıştır; bu sorumluluk ruhlar
âleminde verilmiştir: 7/A’râf, 172-174. O yüzden insanlar sadece
“inandık” demekle sorumluluktan ve imtihana çekilmekten
kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4. Çünkü insan, başıboş bir varlık
değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36. Vücut organları, yaptıklarından
sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15; 37/Sâffât, 24.
Allah, peygamber ve şeriat göndermeden kullarına sorumluluk
yüklememiştir: 39/Zümer, 71. Allah, kimseye gücünün yettiğinden
başkasını yüklemez: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/
Mü’minûn, 62; 65/Talâk, 7. Bazı ameller insana zor gelebilir. Bunun
için de insan, gücünün dışında bir şeyle sorumlu tutmaması
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 47 -
için Allah’a duâ etmelidir: 2/Bakara, 286. Yine insan, unutarak ve
yanılarak işlenecek hatadan sorumlu tutmaması için de Allah’a
duâ etmesi gerekir: 2/Bakara, 286. İnsan, göklerin, yerin ve dağların
yüklenmekten kaçındığı emâneti yüklenerek sorumluluğa
tâlip (istekli) olmuştur: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
İnsan, sadece kendinden değil; çevresinden ve özellikle
âilesinden de sorumludur. Kendini ve âilesini ateşten koruma sorumluluğu
ve görevi vardır: 66/Tahrîm, 6. Kur’an, insanın kendini
devamlı gözden geçirmesini, nefis muhâsebesi yapmasını emreder:
3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41. İstiğnâ
duygusu, sorumluluktan kaçmaktır, sorumsuzluktur: 64/Teğâbün,
33, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.
“İleride gelecek bir günden korkun ki, o günde hiçbir kimse, başkası
için herhangi bir ödemede bulunamaz. Hiç kimseden (Allah izin vermedikçe)
şefaat kabul olunmaz ve fidye (bedel) de alınmaz. Onlara asla yardım
yapılmaz.” 163
“Doğrusu Biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennemliklerden
sen sorumlu değilsin.” 164
“Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.” 165
“Onlardan bir kısmı da: ‘Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir hasene/güzellik,
iyilik, âhirette de hasene ver. Bizi ateş azâbından koru’ derler. İşte onlar
için, kazandıklarından (âhirette) büyük bir nasip/hisse vardır. Şüphesiz
Allah’ın hesaba çekmesi sür’atlidir.” 166
“... Bir insan, ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne
çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden
zarara girmemeli...” 167
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve iltimas bulunmayan
gün (kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz azıklardan hayır
yapın (zekât ve sadaka verin). Gerçekleri inkâr eden kâfirler elbette
zâlimlerdir.” 168
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ın mülküdür. Gönlünüzde
olanları açığa vursanız da gizleseniz de (farketmez), Allah onunla sizi
hesaba çeker, sorgudan sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder.
Allah her şeye kaadirdir.” 169
163 2/Bakara, 48
164 2/Bakara, 119
165 2/Bakara, 134/141
166 2/Bakara, 201-202
167 2/Bakara, 233
168 2/Bakara, 254
169 2/Bakara, 284
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
“Gönderilen peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman
etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, O’nun meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) mağfiretini
niyaz ederiz. Dönüş yalnızca Sanadır’ dediler.” 170
“Allah her şahsa, ancak gücü yettiği kadar sorumluluk yükler. Herkesin
kazandığı, kendi lehine veya aleyhinedir. (Bundan sonra şöyle duâ
edin:) ‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme
(mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır
yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu
tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim
mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım
et.” 171
“... Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok
çabuktur.” 172
“De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir.
Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kaadirdir. Herkesin, iyilik
ve kötülük olarak yaptığı her şeyi karşısında hazır bulduğu günde (insan)
isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesâfe bulunsun.
Allah, kendisine (karşı gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına oldukça
şefkatlidir.” 173
“...Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 174
“...Hesap sorucu olarak Allah yeter.” 175
“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu
tutulmazsın...” 176
“... Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” 177
“...Onların (Kâfirlerin) hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından
da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur...” 178
“(Allah’ın azâbından) korunanlara, onların (kâfirlerin) hesabından bir
sorumluluk yoktur. Fakat, onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki korunup
sakınırlar.” 179
170 2/Bakara, 285
171 2/Bakara, 286
172 3/Âl-i İmrân, 19
173 3/Âl-i İmrân, 29-30
174 3/Âl-i İmrân, 199
175 4/Nisâ, 6
176 4/Nisâ, 84
177 4/Nisâ, 86
178 6/En’âm, 52
179 6/En’âm, 69
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 49 -
“... Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz...” 180
“Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere
de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka
anlatacağız; çünkü Biz, onlardan (onların yaptıklarından) uzak değiliz. O
gün (amelleri tartacak) terazi haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse,
işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de (sevap) tartıları hafif gelirse, işte
onlar, âyetlerimizi inkâr ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.”
181
“İman edip de sâlih amel işleyenler -ki hiç kimseye gücünün üstünde
bir şey teklif etmeyiz- işte onlar cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalacaklardır.”
182
“İşte Rablerinin emrine uyanlar için (mükâfatın) en güzeli vardır. Ona
uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında
onun bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka fidye
verip fedâ ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları
yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır!” 183
“...Onlar (akıl sahibi mü’minler) Rablerinden huşû duyup sakınan ve
kötü hesaptan korkan kimselerdir.” 184
“Allah herkese kazandığıyla cezâ vermek için (onları diriltecektir). Kuşkusuz
Allah, hesabı çabuk görendir.” 185
“O bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar, Kur’an’ı parça parça edenlerdir.
Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsine yaptıklarından soracağız.” 186
“Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet kılardı. Fakat O, dilediğini saptırır,
dilediğini de doğru yola iletir. Yaptığınız işlerden mutlaka sorumlu
tutulacaksınız.” 187
“Her insanın amel defterini boynuna astık. İnsan için kıyâmet gününde,
açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün
sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” 188
“... Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu
gerektirir.” 189
180 6/En’âm, 152
181 7/A’râf, 6-9
182 7/A’râf, 42
183 13/Ra’d, 18
184 13/Ra’d, 21
185 14/İbrâhim, 51
186 15/Hıcr, 90-93
187 16/Nahl, 93
188 17/İsrâ, 13-14
189 17/İsrâ, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz
ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur.” 190
“Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korkmuş
olduklarını görürsün. ‘Vay halimize!’ derler, bu nasıl kitapmış! Küçük
büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmü!’
Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye
zulmetmez.” 191
“İnsanların hesap günleri yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde
yüz çevirmekteler.” 192
“Allah, yaptığından sorumlu tutulmaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.”
193
“Biz kıyâmet günü için adâlet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir
şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu
(adâlet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.” 194
“Biz, hiç kimseyi, gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız.
Yanımızda hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.”
195
“Sûr’a üflendiği zaman artık ne aralarında soy sop (çekişmesi) vardır,
ne de birbirlerini soruşturacaklardır. Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa,
işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık
bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.”
196
“İnkâr eden kâfirlere gelince, onların amelleri, ıssız çöldeki serap gibidir
ki susayan onu su zanneder; nihâyet ona vardığında orada herhangi
bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı)
Allah’ı bulmuştur. Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür.
Allah, hesabı çok çabuk görür.” 197
“De ki: ‘Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz
şunu iyi bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen
(tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri
190 17/İsrâ, 36
191 18/Kehf, 49
192 21/Enbiyâ, 1
193 21/Enbiyâ, 23
194 21/Enbiyâ, 47
195 23/Mü’minûn, 62
196 23/Mü’minûn, 101-103
197 24/Nûr, 39
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 51 -
yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz.
Peygamber’e düşen, sadece açık-seçik tebliğdir/duyurmaktır.” 198
“O gün ne mal, ne de evlât fayda verir. Ancak Allah’a sağlam ve temiz
(iman etmiş) bir kalple gelenler o günde (kurtuluşa erer).” 199
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de
imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları
da mutlaka ortaya koyacaktır. Yoksa, günahları/kötülükleri yapanlar
Bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm
veriyorlar!” 200
“Kâfirler, iman edenlere; ‘bizim yolumuza uyun, sizin günahlarınızı biz
yüklenelim’ derler. Hâlbuki onların hiçbir günahını yüklenecek (onlardan
günahı kaldıracak) değillerdir. Gerçekte onlar, kesinlikle yalan söylemektedirler.
(Fakat gerçek şu ki,) elbette kendi yüklerini, kendi yükleriyle birlikte
nice yükleri taşıyacaklar ve uydurup durdukları şeylerden kıyâmet
günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” 201
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı ve
evlâdın da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki,
Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan,
Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 202
“... Allah’a verilen ahid/söz, mes’ûliyet gerektirir.” 203
“...Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.” 204
“Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi;
(bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok
zâlim, çok câhildir. 205
“De ki: ‘Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin
işlediğinizden sorulacak değiliz. De ki: Rabbimiz (kıyâmet günü), hepimizi
bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil
hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir.” 206
198 24/Nûr, 54
199 26/Şuarâ, 88-89
200 29/Ankebût, 2-4
201 29/Ankebût, 12-13
202 31/Lokman, 33
203 33/Ahzâb, 15
204 33/Ahzâb, 39
205 33/Ahzâb, 72
206 34/Sebe’, 25-26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
“Artık bugün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada
ancak dünyada yaptıklarınıza karşılık alırsınız.” 207
“O gün, onların ağızlarını mühürleriz. Kazandıklarını (yaptıkları iyi ya
da kötü amelleri) bize elleri anlatır. Ayakları da şehâdet eder.” 208
“De ki: ‘Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Ben, kendimden
bir şey teklif edenlerden de değilim. Bu Kur’an, ancak âlemler için
bir öğüttür.” 209
“O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi
Allah’a gizli kalmaz. (Allah onlara sorar ve cevabını verir:) ‘Bugün hükümranlık
kimindir?’ ‘Kahhâr olan tek Allah’ındır!’ Bugün herkese kazandığının
karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı
çok çabuk görendir. Onlara yaklaşan günün tehlikesini anlat. O zaman
gamla dolu ve yutkunur oldukları halde, yürekleri gırtlaklara dayanmıştır.
Zâlimlerin ne dostu, ne de dinlenecek şefaatçisi vardır. Allah, gözlerin
hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” 210
“Allah’ın düşmanları ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir
araya getirilirler. Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri,
işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecektir. Derilerine,
‘niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?’ derler. Onlar da, ‘her şeyi konuşturan
Allah bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’
derler. Siz, kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize
şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu
Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte Rabbinizi böyle sanmanız, sizi
mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse,
onların yeri ateştir. Ve eğer tekrar dünyaya dönüp memnun olmak isterlerse,
memnun edilecek değillerdir.” 211
“Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir ikaz ve öğüttür; yakında ondan
sorguya çekileceksiniz.” 212
“Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz
ve Biz ona şah damarından daha yakınız. Çünkü onun sağında ve
solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır. İnsan
hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, dediklerini zapteden (bir) melek
hazır bulunmasın. Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, ‘İşte
(ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir’ denirl. Sûr’a üfürüldümü,
işte bu, geleceği vaat edilen gündür. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de
şâhitle beraber gelmiştir.” 213
207 36/Yâsin, 54
208 36/Yâsin, 65
209 38/Sâd, 86-87
210 40/Mü’min, 16-19
211 41/Fussılet, 19-24
212 43/Zuhruf, 44
213 50/Kaf, 16-21
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 53 -
“... Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez. Allah,
daima bir zorluktan sonra bir kolaylık yaratır.” 214
“Rabbinin ve O’nun elçilerinin emrinden uzaklaşıp azmış nice memleketler
halkı vardır ki, Biz onları çetin bir hesâba çekmiş ve onları şaşkınlık
verecek azâba çarptırmışızdır.” 215
“O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size âit hiçbir sır gizli kalmaz.
Kitabı sağ tarafından verilen, ‘alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben,
hesâbımla karşılaşacağımı zâten biliyordum’ der.” 216
“Kitabı sol tarafından verilene gelince; o, ‘keşke, der, bana kitabım verilmeseydi
de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Keşke onunla (ölümümle)
her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; Saltanatım
da benden (koptu) yok olup gitti.” 217
“Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği zaman!
(İşte) o gün insan, ‘kaçacak yer neresi?’ diyecektir. Hayır, hayır! (Kaçıp)
sığınacak yer yoktur! O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur.
O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir.
Artık insan, kendi kendinin şâhididir. İsterse özürlerini sayıp döksün.” 218
“Tuğyan eden azgınlar, orada (cehennemde)çağlar boyu kalırlar, orada
serinlik ya da bir içimlik meşrûbat tatmazlar, ancak dünyada yaptıklarına
uygun karşılık olarak kaynar bir su ve irin tadarlar. Çünkü onlar, bir
hesap günü olduğunu ummazlardı (buna inanmazlardı).” 219
“Kulakları patlatan gürültü geldiğinde, İşte o günde kişi kardeşinden,
annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün, onlardan
her birinin, başından aşan işi (ve derdi) vardır. O gün birtakım yüzler
sevinçli, güleç ve müjdelidir. Birtakım yüzlerin de üzerini toz kaplamış ve
karanlıklar örtmüştür. İşte onlar kefere-i feceredir/günahkâr kâfirlerdir.” 220
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman; Yıldızlar düşüp söndüğü zaman;
Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman; Yabanî
hayvanlar bir araya toplandığı zaman; Denizler kaynatıldığı zaman; Canlar
bedenlerle birleştirildiği zaman; Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü
kendisine sorulduğu zaman; Amel defterleri açıldığı zaman; Gök,
yerinden oynatıldığı zaman; Cehennem alevlendirildiği zaman; Cennet
yaklaştırıldığı zaman; İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” 221
214 65/Talâk, 7
215 65/Talâk, 8
216 69/Haakka, 18-20
217 69/Haakka, 25-29
218 75/Kıyâme, 7-15
219 78/Nebe’, 23-27
220 80/Abese, 33-42
221 81/Tekvîr, 1-14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
“Cezâ günü nedir, bilir misin? Nedir acaba o cezâ günü? Hiç kimsenin
başkasına hiçbir hususta fayda ya da zarar vermeye mâlik olmadığı gündür.
O gün, herkesin işi Allah’a kalmıştır (O gün emir Allah’ındır, yalnız
Allah emreder).” 222
“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek.
Ve sevinçli olarak âilesine dönecek. Kimin kitabı arkasından verilirse, derhal
yok olmayı temenni edecek ve alevli ateşe girecek. Bilinsin ki, dünyada
âilesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarıktı. O, hiçbir zaman Rabbine
dönmeyeceğini sandı.” 223
“Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü hesap gününde insan için Allah’tan
başka ne güç veren vardır, ne de yardım eden.” 224
“Sen hatırlatıp öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin. Onların üzerinde
bir zorba değilsin. Ancak, yüzçevirip inkâr eden kâfir hâriç. İşte öylesini
Allah en büyük azap ile cezâlandırır. Şüphesiz onların dönüşü Bizedir.
Sonra onların hesabı/sorguya çekilmesi de Bize âittir.” 225
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de
zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” 226
“Kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı, kalplerde ve gönüllerde
olanlar ortaya konduğu vakit düşünmez mi o insan? Acaba hali nice olur?
Şüphesiz Rableri o gün onların her halini bilir.” 227
“Kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde
olur. Ameli hafif olana gelince, işte onun anası ağlamıştır! Nedi o, bilir
misin? Kızgın ateş!” 228
“O gün, dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”
229
Hadis-i Şeriflerde Allah’ın Hesaba
Çekmesi ve Sorumluluk
Hesap kelimesi, çeşitli hadislerde sözlük ve terim anlamıyla
zikredilmiştir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadisin bazı rivâyetlerinde
Hz. Peygamber iman esasları içinde âhireti zikrettikten sonra
222 82/İnfitâr, 17-19
223 84/İnşikak, 7-14
224 86/Târık, 9-10
225 88/Ğâşiye, 26
226 99/Zilzâl, 7-8
227 100/Âdiyât, 9-11
228 101/Karia, 6-11
229 102/Tekâsür, 8
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 55 -
hesabı ayrıca vurgulamış,230 diğer bir hadiste de akıllı kimsenin,
kıyâmette hesaba çekilmeden önce dünyada kendini hesaba çekmesini
bilen ve davranışlarına ölümden sonrasını göz önünde bulundurarak
yön veren kimse olduğunu bildirmiştir.231 Dünyanın bir
iş görme (amel), âhiretin ise karşılık bulma (ceza) yurdu olduğu
şüphesizdir. Karşılık, yapılan işin türüne göre nimet veya azap şeklinde
olacak, bunun da tesbiti hesap ilkesi çerçevesinde yapılacaktır.
Kur’an’da yer alan hesap kavramına ve hadislerin açık ifadesine
göre kıyâmet gününde inceden inceye hesaba çekilecek kimse
hüsrâna ve azâba mâruz kalacaktır.232 Çünkü yaratana karşı kulluk
görevini, yaratılmışlara karşı insanlık vazifesini hakkıyla yerine getirip
bunun hesabını vermek imkânsız denecek kadar zordur.
Bununla birlikte gönlü Allah’a bağlı olup genel yönelişi hak
çizgisi üzerinde bulunan bir mü’minin yaşı ilerledikçe rûhen erginlik
kazanıp Allah’a yaklaşacağı, elli ile yetmiş yaşları arasında
kalbindeki İlâhî muhabbet ateşinin alevlenip Allah’ın kendisini
seveceği ve hesabını kolaylaştıracağı Enes bin Mâlik’ten rivâyet
edilen bir hadiste belirtilmiştir.233 Bütün mükelleflerin hesabını
görme yetkisi şüphesiz ki hesap gününün mâliki olan Allah’a âittir.
Allah kulların hesabını çabuk görecektir. Ancak hadiste de belirtildiği
üzere234 kıyâmet gününde hesap öncesi bekleyiş uzun sürecek
ve insanlar bundan büyük bir ıstırap duyacaktır. Nihâyet son peygamber
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) niyazı üzerine başlayacak olan
hesaba onun ümmeti çağrılacaktır.235 Birçok hadis rivâyetinde Muhammed
ümmetinden yetmiş bin kişinin hesaba tâbi tutulmadan
cennete gireceği haber verilmiştir. Bu rivâyetlerin bazılarında yer
alan ve her bin kişi ile birlikte bin kişinin daha bulunacağı, hatta
bunun da ilâvelerinin olacağı tarzındaki nakillere bakılırsa bu ifadelerin
çokluktan kinâye olup gerçek sayının bilinmediği anlaşılır.
Hesaba tâbi tutulmayacak veya hesabı hafif geçecek olan kişilerin
başında Allah yolunda savaşıp şehid düşenler gelir.236 Buna karşılık
zenginlerin çetin bir muhâsebeden geçirileceği ifâde edilir.237
İslâm dininde namaz, en çok tekrar edilen, bu sebeple de îfâsı
sürekli azim ve irâde isteyen, dinî hayatın en belirgin göstergesi
konumunda bulunan bir ibâdet niteliği taşıdığı için olmalıdır ki,
230 Ahmed bin Hanbel, I/27, 28; IV/129, 164
231 Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25
232 Buhârî, İlim 35, Rikak 49; Müslim, Cennet 79, 80
233 Ahmed bin Hanbel, II/89, III/217-218
234 Müslim, İman 327
235 Ahmed bin Hanbel, I/282, 296; İbn Mâce, Zühd 34
236 Ahmed bin Hanbel, V/287
237 Ahmed bin Hanbel, V/259, 427
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
imandan sonra en değerli amellerden kabul edilmiş238 ve kıyâmet
gününde hesabın namazdan başlayacağı haber verilmiştir. 239
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır.
Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan
kimsedir.” 240
Açıklama: Akıllı diye tercüme ettiğimiz keyyis, “işlerini iyi çeviren”,
“işlerini rıfkla, tatlılıkla yürüten”, “hayra ulaşmakta en
iyi kararı veren” gibi mânâlara da gelmektedir. Şu halde nefis
muhâsebesi bu vasıflara uyan bir davranış olmaktadır. İbn Arabî
der ki: “Büyüklerimiz, konuştuklarını ve yaptıklarını bir deftere
yazarak, yatsıdan sonra kendilerini muhâsebeden geçirirlerdi.
Deftere bakıp kendilerinden sadır olan söz ve fiil hepsini gözden
geçirirlerdi. Bunlardan tevbe gerekenler için tevbe, istiğfar gerekenler
için de istiğfar, şükür gerekenler için de şükrederlerdi.
Onlar bu muhâsebeyi yaptıktan sonra uyurlardı. “Acizin Allah’tan
temennisi bazı kuruntulardır. Yani, nefsine uyup, günahlarda ısrar
ettiği, tevbe edip dönüş yapmadığı halde, Allah’ın kendisini
affedeceği, cennetine koyacağı hususundaki temenni ve ümiddir.
“Biz, ümmetlerin sonuncusuyuz ve hesabı ilk görülecek olanlarız. Orada:
‘Ümmî ümmet ve peygamberi nerededir?’ denilir. Bilesiniz, biz sonuncu
olan ilkleriz (yani, dünyaya gelişte sonuncuyuz, kıyâmet günü hesabı
verip cennete girmede ilkleriz.)” 241
Zübeyr bin Avvâm, şöyle der: “O gün, naîmden (dünyada kazanıp
harcadığınız, yediğiniz nimetlerden) hesâba çekileceksiniz.” 242 âyeti indiği
zaman dedim ki: “Ey Allah’ın Elçisi, biz hangi nimetten sorulacağız?
Elimizde olan şu iki siyah: Hurma ile su’dur (başka nimetimiz
yoktur). Buyurdu ki: “İşte o olacaktır (onlardan sorulacaktır).” 243
“Kıyâmet gününde, kula sorulacak ilk nîmet sorusu şöyledir: ‘Biz senin
bedenine sağlık vermedik mi, sana su içirmedik mi?” 244
“Kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça kul bırakılmaz: Ömrünü
ne işte geçirdiği, malını nereden kazandığı, nereye harcadığı ve ne iş
yaptığı sorulur.” 245
238 Müslim, İman 140
239 Ahmed bin Hanbel, II/290, 475; Tirmizî, Salât 188; Ebû Dâvud, Salât 145
240 Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
241 Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604
242 102/Tekâsür, 8
243 Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
244 Tirmizî, Tefsir b. 89, sûre 102, hadis no: 3357
245 Tirmizî, Kıyâmet 1
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 57 -
“Allah, sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat kalplerinize ve
amellerinize bakar.” 246
“Kötülük yapmak isteyen bir kimse, onu yapmazsa (içindeki kötülük
dürtüsünü uygulamayıp içinden atarsa), ona bir iyilik yapmış gibi sevap
yazılır.” 247
“Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki o düzeldimi bütün vücut
düzelir. O bozuldumu bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir.” 248
Bir gece, Allah’ın Elçisi (s.a.s.), evinden çıktı. Ebû Bekir ve
Ömer’e rastladı: “Sizi bu saatte evinizden çıkaran nedir?” dedi. “Açlık
yâ Rasûlallah” dediler. “Nefsimi elinde bulunduran hakkı için sizi çıkaran
şey, beni de çıkardı, kalkın!” dedi. Birlikte ensârdan bir adamın
(Ebu’l-Heysem Mâlik bin Teyyehân’ın (r.a.) evine vardılar. Ebu’l-
Heysem: “El-hamdü lillâh, bugün benden daha şerefli konukları
olan yoktur!’ dedi. Gidip onlara, üzerinde yeni kızarmış, yarı ve
tam olgunlaşmış hurmalar bulunan bir hurma dalı getirdi: “Buyurun,
bundan yiyin” dedi. Bıçağı aldı, Peygamber (s.a.s.) ona: “Sakın
sağılı hayvan kesme!” dedi. Ensârlı onlara (bir koyun veya oğlak)
kesti. Koyundan ve hurmalardan yediler, su içtiler. Yemekten doyup
suya kanınca, Rasûlullah Ebû Bekir ve Ömer’e: “Nefsimi elinde
bulunduran hakkı için kıyâmet gününde size bu nîmetlerden sorulacaktır.
Açlık sizi evlerinizden çıkardı, bu nîmet size erişmeden dönmediniz.”
buyurdu.249 Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün
nimetlerden hesaba çekileceksiniz” 250
“Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil sûru eline
almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan
insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifâde eder ki?” 251
“Kim hidâyete/doğru yola çağırırsa, kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin
savapları kadar sevap alır. Ötekilerin sevâbından da bir şey eksilmez.
Kim de sapıklığa çağırırsa kıyâmet gününe kadar o yola gidenlerin
günahları kadar günah alır. Ötekilerin günahından da bir şey eksilmez.” 252
“Allah, yanılarak, unutarak yaptıkları veya zorla kendilerine yaptırılan
şeyleri ümmetimden affetti.” 253
246 Müslim, Birr 32; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed bin Hanbel, II/285, 539
247 Buhârî, Rikak 31
248 Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Büyû' 1
249 Müslim, Eşribe 140, hadis no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebî 28, h. no: -2,
932; Tirmizî, Zühd 39, h. no: 2370
250 102/Tekâsür, 8
251 Tirmizî, Kıyâme 8; Ahmed bin Hanbel, I/36; III/7
252 Müslim, İlim 6, 16; Buhârî, İ'tisâm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 15;
İbn Mâce, Mukaddime 14; Ahmed bin Hanbel, II/397; Dârimî Mukaddime
44
253 İbn Mâce, Talâk 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
“Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (artık onlar yaptıklarından sorumlu değildirler):
Büluğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan,
şifâ buluncaya kadar bunamıştan.” 254
Açıklama: 1- İslâm fıkhında büyük bir ehemmiyet taşıyan bu
hadis, bütün fukahâca benimsenmiştir. Bu hadis, kişiyi fiilinden
sorumlu kılmada aklı ve irâdeyi vazgeçilmez bir şart kabul eder.
Aklî kemâle ermeyen çocuğun hukuka ehil olmaması, onlar hakkında
himâye edici pek büyük bir rahmet olmuştur. Çağlar boyu
Avrupa dahi, bütün cemiyetlerde çocuklar ezilirken, İslâm dünyasında
hukukî ehliyetsizlik sebebiyle büluğ çağına kadar sorumlu
sayılmamış, mal ve can yönüyle velînin himâyesine tevdî edilmiştir.
İslâm âleminde çocuklar mahkemeye bile nadir hallerde ve
belli yaşlardan sonra celbedilirken, Batı’da, işlenen suç sebebiyle
büyüklerle aynı cezaya çarptırılarak gerekiyorsa idam bile edilmiş,
büyüklerle birlikte aynı hapishanelere atılmıştır. Bu durumun çocuk
fıtratına uygun gelmediğini Batı, ilk defa 19. asrın sonlarında
anlamaya başlamış, çocukların hukukî ehliyetsizliği, ayrı mahkemelerde
muhakemesi, hapisten ziyâde ıslah evlerine, koruyucu
ailelerin yanına verilmesi gibi fikir ve müesseseleri geliştirmiş ve
bu paralelde bir hayli yol almıştır. Oradan bize de “çocuk mahkemeleri”
fikri gecikerek geçmiştir.
2- Âlimler, bu hadise dayanarak çocukların şer fiillerinin yazılmadığını
kabul ederken, başka hadislerden hareketle hayırlı
fiillerin yazıldığını, bu fiillerin, hem çocuğun terbiyecileri durumundaki
anne ve babasına ve hem de kendisine uhrevî faydalar
sağlayacağını belirtirler. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.), “çocuğun haccının
makbul olduğunu, ona hacc yaptıran annesine de sevab geleceğini”
beyan etmiştir. Keza bir başka hadiste “Çocuklara namazı emredin”
buyurulmuştur. Kısacası çocuklar hakkında hayır kaleminin yazmaya
başladığını gösteren rivâyetler mevcuttur. 255
“İnsanlar kıyâmet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde
yetmiş zira’lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek
insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına
kadar ulaşır.” 256
Açıklama: Kıyâmet günü, hesap verme esnâsındaki ahvalle ilgili
olarak muhtelif hadisler gelmiştir. Bunların birkısmı ter hâdisesi ile
ilgilidir. Sadedinde olduğumuz hadis, insanların, hesap vermenin
254 Ebû Dâvud, Hudûd 16, h. no: 4399, 4400, 4401, 4402
255 İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/223-224
256 Buhârî, Rikak 47; Müslim, Cennet 61, hadis no: 2863
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 59 -
sıkıntısıyla yerin dibine yetmiş arşın inecek ve yerin üstünde de
kulaklara kadar yükselip insanları konuşamaz hale getirecek bir
derya teşkil edecek kadar çok terleyeceklerini ifade etmektedir.
Âlimler, bu ter herkesin kendi teri midir, müşterek terleri midir, bu
konuda ihtilâf ederler. İyâz: “Bundan kişinin müşâhede ettiği korkunç
haller nisbetinde salacağı terin kastedilmiş olması muhtemel
olduğu gibi, hem kendi, hem başkasının teri kastedilmiş olması da
muhtemeldir. Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha
hafif sıkıntı verir. Bütün bunlar, insanların izdiham ve birbirlerine
sıkışmasından terin yerin altına yetmiş arşın nüfuz etmesinden
sonra, yer üstünde akıp birikmesinden meydana gelir. Tıpkı suyun
toprak tarafından emilmesinden sonra bir vadide akması gibi”
der. İbn Hacer, bu terleme hâdisesini, bir başka hadisin yardımıyla
daha güzel açıklar. Hadis şudur: “Kıyamet günü güneş arza (bir mil
kadar] yaklaşır. İnsanlar terlerler. Kimi vardır, teri ökçesine kadar yükselir,
kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna
kadar yükselenler, böğrüne kadar yükselenler, omuzuna kadar
ve hatta ağzına kadar -ve eliyle işaret eder- yükselenler, vardır. Ağzına
kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen
bürür -ve bunu söylerken elini başının üzerine vurur.-” Bazı rivâyetlere
göre hesap gününün sıkıntısı o kadar şiddetlidir ki, insanlar: “Ey
Rabbimiz, cehenneme giderek de olsa bizi bundan kurtar!” diye
talepte bulunurlar. Müslim’in bir rivâyetinde tere batmanın, kişinin
ameliyle mütenâsip olacağı belirtilmiştir.
Bir başka hadiste bu bekleme müddetinin kırk yıl olacağı; bir
diğerinde bir günün yarısının, dünya zamanına göre elli bin yıl
olacağı, ancak mü’mine bu günün, güneşin batma anı gibi hafif
geleceği belirtilmiştir. Beyhakî’nin bir hadisinde bu sıkıntılı halin
kâfirlere mahsus olduğu açıklanmıştır.
“O günün sıkıntısı kâfire çok şiddetlenir. Öyle ki ter onu gemler!” Denildi
ki: “Ey Allah’ın Rasûlü mü’minler nerede olurlar?” Buyurdular
ki: “Onlar altın kürsüler üzerindedirler, onlara bulutlar gölge yapar.”
Bazı rivâyetlerde de “amelleri gölge yapar”, bazı rivâyetlerde de
“güneşin, insanların başlarına iki yay boyu yaklaşacağı” ifade edilmiş ise
de, (imanda kemal sahibi) mü’minlere bu harâretin zarar vermeyeceği
belirtilmiştir.
Özetle, hesap günü uzun bir müddettir, sıkıntısı çok büyüktür.
Ancak mü’minler, amellerine göre o günün sıkıntısını az veya çok
az bir derecede atlatacaklardır. İbn Ebî Cemre: “Sadedinde olduğumuz
hadis bu sıkıntının bütün insanlara şâmil olacağını ifâde
ederse de; başka hadisler, bunun onlar çoğunluk da olsa birkısım
insanlara mahsus olduğunu açıklar; peygamberler, şehidler ve
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Allah’ın diledikleri bundan istisnâ edilmiş, en şiddetli ter sıkıntısının
da kâfirlere, sonra kebâir (büyük günah) ehline, sonra bunları
tâkip edenlere olacağı, mü’minlerin kâfirlere nisbetle az oldukları
belirtilmiştir. “İbn Ebî Cemre, bu hadislerden akla gelebilecek:
“İnsanlar muhtelif bazda oldukları halde hepsi nasıl kulaklarına
kadar tere banar, bu arada ter bir kısmının ayağını bürümez...?”
gibi sorulara: “Bunlar uhrevî, gaybî ihbarlardır, aklî izahı yoktur,
kuvvetli iman sahipleri tasdik eder...” mânâsında cevap verdikten
sonra der ki: “Bu durumu haber vermenin maksadı dinleyenleri
uyarmak, mü’minleri bu korkunç hallere düşmekten koruyacak
amellere teşvik etmek, günahlardan tevbeye sevketmek, kerim ve
bağışlayıcı olan Rab Teâlâ’ya ilticâ etmeye, bu hallerden ve ateşten
koruyup, rahmet ve cennetine dâhil etmesini talep etmeye bir
sevktir.”
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak
varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (kıyâmet ve hesaplaşmanın olacağı)
gün gelmezden önce daha burada iken helâlleşsin. Aksi takdirde o gün,
sâlih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı
(sevapları) yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” 257
Açıklama: Hadis, mü’minleri, mü’min kardeşine karşı haksızlık
yapmamaya, şâyet yapmış ise helâlleşmeye tevşik etmektedir. Bu
haksızlık, “ırz”la ifade edilen mânevî varlığına karşı olabilir. “Başka
bir şey” tâbiriyle de “bütün çeşitleriyle mal”, “yaralama”, hatta
“tokat”a varıncaya kadar her şey kastedilmiştir. Nitekim Tirmizî’nin
rivâyetinde “ırz ve mal nevinden...” denmiştir. Müslim’de bu
mânâ bir başka üslûpla ifâde edilmiştir: “Ümmetimden müflis olan
o kimsedir ki: Kıyamet günü namazı, orucu ve zekâtı olduğu halde gelir.
Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını
yemiştir. Hasenâtı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar
bitmeden hasenâtı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine
yüklenir ve böylece ateşe atılır.” Bu hadis, “Bir günahkârın günahı diğerine
yüklenmez” 258 âyetine muhâlif düşmez. Zira bu kimse, kendi fiili
ve zulmü sebebiyle cezalandırılmıştır. Çünkü hasenâtı, Allah’ın
kullar hakkındaki adâleti gereği, seyyiâti mukabilinde alınmıştır.
Humeydî, Kitabu’l-Muvâzene’de demiştir ki: “İnsanlar üç kısımdır:
Hasenâtı seyyiâtına üstün gelenler. Seyyiâtı, hasenâtına üstün gelenler.
Hasenâtı ve seyyiâtı eşit olanlar.
Birinciler, Kur’an’ın nassı ile kurtuluşa ereceklerdir. İkinciler,
sevâbından fazla olan günahı sebebiyle, nefhadan (İsrafil’ in sûra
257 Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyâmet 2, hadis no: 2421
258 6/En'âm 164
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 61 -
üflemesinden) ateşten çıkanların sonuncusuna kadar, şerrinin azlığı
çokluğu nisbetinde azap edilecektir. Üçüncüler, a’raftakilerdir
(A’raf cennet ve cehennem arası bir yerdir). “Bu görüşü bazı
âlimler: “Allah’ın azâb etmeyi murad ettikleri” diye kayıtlaması,
keza üçüncü kısım için de: “Üç görüşten en kuvvetli olanı” diye
açıklaması gerekirdi diye tenkit etmişlerdir. Ayrıca Humeydî,
“Seyyiâtı hasenâtına galebe çalanlar da iki kısımdır: “Azap çekip
şefaatle ateşten kurtulanlar, günahı affedilip, hiç azap çekmeyenler”
demiştir.
“Kıyâmet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka edâ edeceksiniz.
Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak,
taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye
yaraladığından sorulacak.” (Râvî Ebû Hureyre) der ki: “Biz şunu da
işitirdik: “Kıyâmet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: “Sen
beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!”
259
Açıklama: Nevevî, hadisi açıklama sadedinde der ki: “Bu hadis,
hayvanların da kıyâmet günü haşredileceği ve tıpkı teklif ehli
insanların, çocukların, delilerin ve kendilerine tebliğ ulaşmayanların
iadesi (yeniden diriltilmesi) gibi, onların da iade edileceği
hususunda bir açıklamadır. Bu hususta Kur’an ve sünnette deliller
mevcuttur. Âyet-i kerimede Rab Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Vahşi
hayvanlar haşredildiği zaman” 260 Âyet ve hadiste gelen bir kelimenin
zâhirini esas almaya aklî veya şer’î bir engel yoksa onu zâhirine
hamletmek vâcip olur. Âlimler derler ki: “Kıyâmet günü, yeniden
diriltilme ve haşredilmek için mücazât, mükâfat veya sevap şart
değildir. Boynuzlu keçinin kabış/boynuzsuz keçi için kısas olması,
teklif kısası değil, mukabele kısasıdır.”
Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Rasûlulullah (s.a.s.): “Âhirette kimin
hesabı münâkaşa edilirse, azaba mâruz kalacak demektir!” buyurmuşlardı.
Ben: “Nasıl olur? Allah Teâlâ (meâlen): “O vakit kimin kitabı
sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhâsebe edilecek ve ehline sevinçli
olarak dönecek”261 buyurmadı mı, (bu hesap münâkaşası değil mi)?”
dedim. “Hayır! buyurdular, bu (münâkaşa değil) arzdır. Kıyâmet günü
hesâba çekilen herkes mutlaka helâk olmuş demektir!” 262
259 Müslim, Birr 6, hadis no: 2582; Tirmizî, Kıyâmet 2, h. no: 2422
260 81/Tekvîr, 5
261 84/İnşikak 7-9
262 Buhârî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, h. no: 2876;
Ebû Dâvud, Cenâiz 3, h. no: 3093; Tirmizî, Kıyâmet 6, h. no: 2428
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
Açıklama: Burada geçen münâkaşatü’lhesâb tâbiri, hesâbın
tahkik ve tedkikini ifâde eder. Zemahşerî, Fâik’te “hesap
münâkaşası”nı “hesapta zorluk çıkarmak, az çok hepsini ortaya
dökmek, sayıya dâhil etmek” şeklinde açıklar. Kişinin helâk olması,
burada “yapılan ince hesap sonucu, fazla gelen günahları sebebiyle
azap çekmesi”dir.
Rasûlullah’ın arz diye ifade buyurduğu âyet-i kerime, inceden
inceye yapılan bir hesabın sonucunu bildirmemiş olmakta,
amelin arzını ifade etmektedir. Tîbî der ki: “Hadiste geçen “bu
arzdır” ifadesinin mânâsı şudur: “Âyette mezkür olan hesap, kulun
eksikliklerine rağmen Allah’ın dünyadaki lütfunu ve bu eksikliklerin
âhiretteki affını bilmesi için mü’minin amellerinin bir
arzıdır. “Rasûlullah, bu hadislerinde “hiçbir kimsenin ameliyle cennete
gidemeyeceğini” ifade ettiğine göre, ebedî cennet, insanların
dünyada yaptıkları amellerin neticesi değildir. Şu halde inceden
inceye, amellerimiz üzerine yapılacak hesabın sonucu olarak cennete
gitmek mevzûbahis olamaz. Cennet, lutf-u İlâhînin neticesidir.
Allah’ın lütfu tecelli edenlerin kitapları sağından verilmiş
olacaktır. Şüphesiz ki, İlâhî rahmetin tecellîsinde amel defterinin
muhtevâsı etkendir.
“Kıyâmet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek.
Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa,
hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teâlâ: ‘Bakın,
kulumun (defterinde yazılmış) nâfilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın
eksikleri nâfile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere
diğer amelleri hesaptan geçirilir.” 263
Açıklama: Hadis, kişinin Allah’a karşı borçları arasında en
önemlisinin namaz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadis, insanlar
arasında kıyâmet günü hesabı görülecek ilk şeyin kan olacağı
hususundaki hadise ters düşmez. Çünkü bu ikinci hadis, insanlar
arasındaki hukuktan; öbürü ise Allah’a karşı olan hukuktan bahsetmektedir.
Âlimler bu iki hukuktan hangisi öncelik kazanır, sorusu
üzerinde de durmuş ve önceliğin Allah’a karşı olan hukuk
olduğunu belirtmiştir. Deliller bunu göstermektedir.
Hadis, hesap sırasında farzlarda çıkacak eksikliklerin, kulun
sünnet ve nâfile nevinden kılmış bulunduğu namazlarla tamamlanacağını,
onların da hesaba gireceğini belirtiyor, yeter ki kişinin
amel defterinde bu çeşitten ibâdetler yapılmış olsun. Farzdaki eksiklik
nedir, sorusu farklı ihtimaller getirmiştir; Bir ihtimale göre,
263 Tirmizî, Salât 305, h. no: 413; Nesâî, Salât 9, h. no: 1232
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 63 -
bununla farz namazların miktarca noksanlığı değil, farz namazlarda
yerine getirilmesi gereken huşû, zikirler, duâlar gibi farz
sevabını arttıran bazı sünnetler ve meşrû heyetlerin noksanlığı
kastedilmiş olabilir. Bu duruma göre, kişi bu sünnetleri farzda ihmal
etmiş ve fakat tatavvu (nâfile) namazlarda yerine getirmişse,
burada oraya aktarma sûretiyle oradaki eksiklik tamamlanılacak
demektir.
Yine; “bu ifade ile farz namazların farzları ve şartlarında ortaya
çıkacak eksikliklerin kastedilmiş olması da muhtemeldir”
denmiştir. “Bizzat farz namazlarının terki ile hâsıl olan eksikliğin
sünnetlerle telâfi edileceği de kastedilmiş olabilir” de denilmiştir.
Öyleyse, hadiste, diğer farzlarda bu muhtevada yapılacak eksiklikler,
nâfilelerle tamamlanacaktır. Cenâb-ı Hak vaad edince, o,
yerine mutlaka gelir. Rasûl-i Ekrem’i de, O’nun nâmına haber verir.
“Kıyamet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır.” 264
Bu hadis, insanlarla ilgili hukukta ilk hesaba çekilecek meselenin
“kan”la ilgili meseleler olduğunu ifade etmektedir. Bir önceki
hadiste ise, ilk hesabın namazla ilgili olduğu belirtilmiştir. Zâhirde
bir zıtlık görülür ise de, aslında yoktur. Çünkü biri Allah hakkına
ait meselelerde ilkle; diğeri ise kul hakkına ait meselelerde ilkle
ilgilidir. Nitekim Nesâi’de gelen bir rivâyet ikisini birlikte zikretmektedir:
“Kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır. İnsanlar arasında
(cereyan edenlerden) ilk hesabı yapılacak şey de, kandır.” İbn Hacer:
“En mühim olanla başlamak, prensip olması sebebiyle, bu hadis,
kan meselesinin ehemmiyetini nazarlarımıza arzediyor” der. Bazı
âlimler: “Kazâ (hüküm) insanlara hastır, hayvanlarla ilgili olarak
kazâ yoktur” demiş ise de, İbn Hacer, “Bunun hatalı olduğunu,
hadisin insanlar arasındaki kazânın önceliğinden bahsettiğini;
bu ifadede, meselâ insanlar arasındaki hükümden sonra hayvanlar
arasında da hüküm olacağının nefyedilmediğini” belirtir. Yeri
gelmişken kanın ehemmiyetini ifade eden bir başka hadis daha
kaydetmek isteriz: “Dünyanın zevali, Allah indinde mü’min bir kulun
(haksız yere) öldürülmesinden daha hafif kalır” veya “Mü’minin katli Allah
indinde dünyanın zevalinden daha büyük (bir cürüm)dür.” Dünyanın
zevâlinde, pek çok mü’minin helâki de bulunması sebebiyle hadisin
ifadesinde müşkillik bulunduğu ifade edilmiş ise de, daha önce
de açıklandığı üzere, burada “Allah nazarında” tâbiri meseleyi
halleder: Hadislerde Allah nazarında sinek kadar değeri olmadığı
belirtilen dünya, ehl-i hevânın dünyasıdır, dünyanın isyanlarla,
264 Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasâme 28, h. no: 1678; Tirmizî, Diyât 8,
h. no: 1396; Nesâî, Tahrîm 2, h. no: 7, 83
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
cinâyetler ve haksızlıklarla dolu olan yönüdür, nefs-i emmâreleri
tatmin eden yönüdür. Bu yönüyle dünyanın Allah nazarında sinek
kanadı kadar değeri yoktur. Öyleyse hadiste, Cenâb-ı Hakk’ın
esmâsının tecelligâhı veya âbid kullarının ibâdet edip, âhiret için
ekim yaptıkları dünya maksut değildir.
“Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin
huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde
bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından
ve vücudunu nerede çürüttüğünden.” 265
Açıklama: Bu hadis, başka tariklerden de gelmiştir. Yine
Tirmizî’de gelen bir başka veçhine göre “Kişiye beş şey sorulacaktır:
Ömrünü nerede tüketti, gençliğini nerede çürüttü, malını nerede kazandı,
nereye harcadı ve bildiği ile ne derece amel etti?” Bu rivâyette, gençliğin
ayrıca mevzubahis edilmesi, insan hayatı içerisinde onun ayrı
bir ehemmiyet taşıdığını ifade eder. Ehemmiyetlidir, çünkü ibâdet
vs.yi yapmada güç kuvvet bulunan bir devredir. Bu devrede yapılan
ibâdetler daha kıymetlidir.
Yine Tirmizî’nin bir hadisi, kişinin Allah huzurunda tek başına
hesap vereceğini daha açık olarak ifade eder: “Sizden herbirinize
mutlaka, arada herhangi bir tercüman bulunmadan Rabbi, kıyâmet günü
konuşacaktır. Kişi sağına bakacak, hayatta göndermiş olduğu (sâlih)
amelden başka bir şey göremeyecek. Sonra soluna bakacak, yine dünyada
iken gönderdiği (kötü) amelden başka bir şey görmeyecek. Sonra karşısına
bakacak, ateşin kendisini beklediğini görecek.” Rasûlullah (s.a.s.)
bu noktada şu tavsiyede bulunur: “Sizden her kim kendini ateşe karşı,
bir yarım hurmayla da olsun, koruyabilirse onu yapsın.”
“Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzûr-ı İlâhî’ye) getirilir. Allah
Teâlâ: ‘Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi? Sana hayvanları
ve ekimi musahhar kılmadım mı? Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade
etmek üzere serbest bırakmadım mı? Acaba, Benimle bugünkü şu
karşılaşmanı hiç düşündün mü?’ diye soracak. Kul da: ‘Hayır’ diyecek. Allah
Teâlâ: ‘Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada)
Beni unuttuğun gibi!’ buyuracak.” 266
Açıklama: Hadis, sayılan nimetlere mazhar olan bir kimsenin,
nimetlere şükürle mukabele etmemesi halinde kıyamet günü,
Cenâb-ı Hakk’ın da onu nisyâna (unutulmaya) mahkûm edeceğini
bildirmektedir. Allah’ın kulu unutması, onu azâba terketmesi,
rahmetini tecelli ettirerek azabtan kurtarmaması demektir.
265 Tirmizî, Kıyâmet 1, h. no: 2419
266 Tirmizî, Kıyâmet 7, h. no: 2430
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 65 -
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “(Ashâb, Rasûlullah’a): ‘Ey
Allah’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?’ diye
sordular. Allah’ın Rasûlü: “Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi
görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu?” diye sordu. Ashab:
‘Hayır!’ deyince: “Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız
olur mu?” diye tekrar sordu. Ashab yine: ‘Hayır!’ deyince:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, Rabbinizi
görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve
ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı
karşıya gelecek. Rab Teâlâ: ‘Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi? Seni
efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar
(hizmetçi) kılmadım mı? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte
bir almana müsaade etmedim mi?’ diye soracak. Kul: ‘Evet ey Rabbim!’
diyecek. Rab Teâlâ: ‘Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?’ diyecek.
Kul bu soruya: ‘Hayır!’ karşılığını verecek. Rab Teâlâ da: ‘Öyleyse
şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen beni unuttuğun gibi!’
diyecek. Sonra ikinci kul Allah’ın karşısına çıkar. Rab Teâlâ ona da aynı
şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler.
Kul: ‘Evet! ey Rabbim!’ der. Rab Teâlâ da: ‘Benimle karşılaşacağını hiç
aklından geçirdin mi?’ diye sorar. Kul: ‘Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve
peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!’
der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) hayır senada bulunur. Rab
Teâlâ: “Bu hususta lehine şehadet edecek biri var mı?” diye soracak. Kul:
‘Hayır, yok!’ diyecek. Rab Teâlâ: ‘Şimdi senin aleyhine bir şahit gönderilecek!’
der. Kul kendi kendine: ‘Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?’
diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: ‘Haydi konuş!’
denir. Uyluğu, eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun
kendisi için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah’ın gadabına uğrayan
münâfıktır.” 267
“Mü’min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himâyesini
indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: ‘Şu şu günahlarını biliyor
musun?’ Mü’min kul, iki kere: ‘Evet ey Rabbim, biliyorum!’ der. Rab Teâlâ
da: ‘Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları
senden affediyorum!’ buyurur. Sonra ona hasenât defteri verilir. Ama
kâfirlere ve münâfıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlûkatın
huzurunda: ‘Bunlar Allah namına yalan söylemişler (böylece büyük bir zulümde
bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah’ın lâneti zâlimleredir’ diye
nidâ olunur.” 268
267 Müslim, Zühd 16, h. no: 2968
268 Buhârî, Mezâlim 2, Tefsir, Hûd 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, h.
no. 2768
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
Açıklama: Daha önce de temas edildiği gibi, her kul Allah’ın
karşısına çıkarılıp, birer birer hesaptan geçirilecektir. Bu
muhâsebede Allah mü’min kuluna bir rahmet olarak hususi şekilde
hitap edecek, kusurlarını, başkaları duymayacak şekilde sayıp
dökecektir. İşte bu hitap necva kelimesiyle ifade edilmiştir. Necvâ,
fısıldamak, başbaşa konuşmak, gizli konuşmak gibi mânâlara gelir.
Kirmânî: “Bu hitaba necvâ denmesi, kâfire olan hitabın alenî
olması sebebiyledir” der.
Hadiste, kişinin gizli yaptığı günahları başkasına açmamasına
bir telmih mevcuttur. Çünkü Cenâb-ı Hak dünyada gizli kalan
günahları kıyamet günü affettiğini ifade etmektedir. Bu ifadenin
mânâ-yı muhâlifinden, alenî yapılan veya aleniyet kazanan günahların
affı hususunda garanti olmadığı mânâsı çıkar. Şârihler bu
sadedde gelen hadislere dayanarak, kıyâmet günü âsi mü’minlerin
iki kısım teşkil edeceğini söylemişlerdir.
Birinci kısım: Günahı kendisi ile Rabbi arasında kalanlar. İbnu
Ömer hadisi, bunların da iki kısma ayrıldığını ifade eder: 1- Günahı
dünyada örtülenler, Allah kıyamet günü bu günahları onlara
karşı örtecektir. 2- Günahları âşikâr olanlar. Hadis bunların
kıyâmet günü öncekilerin hilâfına muâmele göreceğini ifade eder.
İkinci kısım: Günahı kendisi ile kullar arasında olanlar. Bunlar
da iki kısımdır: 1- Günahları, sevaplarına galebe çalanlar: Bunlar
ateşe girerler, şefaatle tekrar çıkarlar. 2- Günah ve sevapları eşit
olanlar: Bunlar da aralarında kısaslaşmadan cennete giremezler.
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü!
Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihânet ediyorlar,
bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum.
Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak?’ diye
sordu. Rasûlullah (s.a.s.): “Kıyâmet günü onlar, sana olan ihânetleri,
isyanları ve yalanları sebebiyle muhâsebe olacaktır. Senin onlara verdiğin
ceza ise, eğer cezan onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne lehine
ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından az ise
bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından çok
olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır” buyurdular.
Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye
başladı. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü dedi ki: “Sen Allah’ın
kitabını okumuyor musun? (Bak ne diyor!) (Mealen): “Biz kıyamet gününe
mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa
uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz
(mizana koyarız). Hesapçılar olarak da Biz yeteriz.”269 Adam tekrar:
269 21/Enbiyâ, 47
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 67 -
‘Allah’a yemin olsun, ey Allah’ın Rasûlü! Ben hem kendim ve hem
de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum.
Seni şâhid kılıyorum, hepsi hürdür, (âzâd ettim)’ dedi.” 270
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) güldüler
ve: “Neye güldüğümü biliyor musunuz?” buyurdular. Biz: ‘Allah ve
Rasûlü daha iyi bilir!’ dedik. “Kulun Rabbine olan hitabından!” buyurdular
ve şöyle devam ettiler: “Kul şöyle der: ‘Ey Rabbim, Sen beni
zulümden korumadın mı?’ Rab Teâlâ: ‘Evet korudum’ buyurur. Kul da:
‘Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhit olmasını
asla istemiyorum’ der. Rab Teâlâ: ‘Bugün sana tek şâhid olarak nefsin,
çok şâhid olarak da kirâmen katibîn kâfidir’ buyurur. Rasûlullah devamla
dedi ki: “Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: ‘Konuş!’ denilir.
Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest
bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben
sizin için mücâdele etmiştim’ der.” 271
“Aziz ve celil olan Allah (kıyâmet günü), ümmetimden bir adamı
mahlûkatın üstünden seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar.
Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teâlâ adama sorar: “Bu
defterde yazılı olanlardan bir şey inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim
(olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi?” Kul: “Ey Rabbim! Hayır!
(Hepsi doğrudur!)” der. Rab Teâlâ sorar: “(Bunları yapmada beyan
edeceğin) bir özrün var mı?” Kul der:”Hayır! Ey Rabbim!” Aziz ve celil
olan Allah: “Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen
var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!” buyurur. Hemen bir etiket
çıkarılır. Üzerinde “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden
rasûlallah (şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şehâdet
ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir)” yazılıdır. Sonra, Rab Teâlâ der:
“Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!” Kul sorar: “Ey Rabbim! Bu
defterlerin yanındaki bu etiket de ne?” Rab Teâlâ der: “Sana zulmedilmeyecek!
Hemen defterler Mizan’ın bir kefesine konur, etiket de diğer
kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen
Allah’ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz.” 272
Ebu Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü,
dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek
miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana,
Câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene,
hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”
273
270 Tirmizî, Tefsir, Enbiyâ, h. no: 3163
271 Müslim, Zühd 17, hadis no: 2969
272 Tirmizî, İman 17, (2641)
273 Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, hadis no: 120
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
Açıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman
olan bir kişinin daha önceki hayatından suale mâruz kalıp kalmama
meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir. İslâm
olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var. Hattâbi
der ki: “Bu hadisin zahiri, ümmetin icma ettiği “İslâm, öncesini siler”
hükmüne muhalefet eder. Allah Teâlâ: “O küfredenlere söyle ki:
Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir”
274 buyurmuştur.” Hattâbî devamla der ki: “Bu hadisin mânâsı
şöyle olmalıdır: “Kâfir, Müslüman oldu mu geçmişinden muaheze
olunmaz. İslâm’da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla
birlikte, aşırı, şiddetli masiyetlere girerse, İslâm’da işlediği
cinâyeti sebebiyle muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına
kakılır. Sanki şöyle denir: “Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın
mı? Müslümanlığın seni bunlardan men etmedi mi?” İbn
Hacer, bu görüşü: “Önceki amelinden yapılacak evvelki muâheze,
başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi, cezalandırma
suretiyle olacaktır” diye özetler. Hadiste geçen “isâe” (günah,
kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü “küfür”, “isâe”nin
nihâyeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü
üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı
boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu
hadisi “Büyük günahların en büyüğü şirktir” hadisinden hemen sona
zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş olmaktadır.”
“Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki
kıyâmet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka
onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) davet
etmiş olsa dahi!” Sonra şu âyeti okudu. (Meâalen): “Onları hapsedin,
çünkü onlar mes’uldürler” 275
Açıklama: Burada kişinin, propagandasını yaptığı şeyden sorumlu
olduğu ifade edilmektedir. İnsanları, bir kişi bile olsa her
neye davet etmişse ondan ayrılmayacak ise, kötülüğe çağıran kimse,
kötülüklerin yer aldığı cehennemde olacak demektir. Âyetteki
“mes’uldürler” ifâdesini müfessirler, “akidelerinden, sözlerinden ve
hareketlerinden” diye açmışlardır.
Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dedim,
Kevser havzının kapları nedir?” Şu cevabı lutfettiler: “Nefsimi
kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık
bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından
274 8/Enfâl, 38
275 37/Sâffât, 24; Tirmizî, Tefsir Saffat, hadis no: 3226
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 69 -
kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten
çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da
Amman’dan Eyle’ye olan mesâfe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan
daha tatlıdır.” 276
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
“Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler
yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen
geri çekilecekler.”Ey Rabbim! Bunlar benim ashâbım!” derim. Ama
bana:”Senden sonra bunların ne bid’atlar yaptıklarını sen bilmezsin!” denilir.
Ben de:”Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten
uzak olsun!” derim.” 277
Müslim’in bir diğer rivâyetinde Ebu Hureyre’den şöyle rivâyet
edilmiştir: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı devesinden
başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları
kovarım!” Yanındakiler: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizi tanıyacak
mısınız?” dediler.”Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir
alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin
eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden
engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: “Ey Rabbim
onlar benim ashabım, onlar benim ashabım!” diyeceğim. Ama bir
melek bana cevap verip:”Senden sonra onlar ne bid’alar ortaya çıkardılar
biliyor musun?” diyecek.”278 Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur:
“Havuzum Eyle ile Aden arasınaki mesâfeden daha geniştir.
Onun rengi kardan daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onun maşrabaları
yıldızlardan daha çoktur.”
Yezid İbn Erkam (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular
ki: “Siz (ashâbım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden
sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!” Yezid’e: “O gün siz ne kadardınız?”
diye soruldu da: “Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!” diye
cevap verdi.” 279
Açıklama: Hadisin Ebû Dâvud’daki aslında şu ziyâde var: “Biz
(bir seferde) Rasûlullah (s.a.s.)’la beraber idik. Bir yerde mola verdik.
(Bu sırada) buyurdular ki: “...Kaydedilen bu ziyade, Yezid
İbn Erkam’ın “Kaç kişi idiniz?” sorusuna verdiği cevaptaki isabetlilik
hususunda kanaat verir. Aksi takdirde: “O sıralarda bütün
Müslümanların sayısı ne kadardı?” gibi bir muhtevâda anlamak
276 Müslim, Fezâil 36, l hadis no: 2300; Tirmizî, Kıyâmet 16, hadis no: 2447
277 Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezâil 32, hadis no: 2297
278 Müslim, Tahâret 37, hadis no: 247
279 Ebu Davud, Sünnet 26, hadis no: 4746
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
gerekir ki, buna verilen cevap daha az yakin hasıl eder. Ancak
Rasûlullah’ın (s.a.s.) burada rakamın hakikatını değil de, kesrette
mübâlağa kasdetmiş olması da muhtemeldir.
Son hadisler, âhiretteki havuzla ilgili farklı bilgiler sunmaktadır.
Havuz, Kevser havzı diye de adlandırılır. Kur’an-ı Kerim’de
Kevser Sûresinde bahsedilen kevserle de bu havzın kastedildiği
kabul edilmiştir. Kevser, mütevatir denecek kadar çok sayıda
sahâbî tarafından zikredilmiş gaybî bir hakikattır, inanılması şarttır.
Bazı tahkiklerde kevserle ilgili rivâyette bulunan sahabilerin
sayısı elliden fazladır. Rasûlullah (s.a.s.), Kevser sebebiyle de diğer
peygamberlere bir üstünlüğe sahip olacaktır. Rivâyetler, cennetteki
kevserin, cennet kapılarının yanında ve el’an mahlûk olduğunu
ifade eder. Makbul görüşe göre iki adet kevser mevcuttur. Biri
cennetin içindedir, diğeri sırattan öncedir ve mahşer yerindedir.
Bir hadis, her peygamberin bir kevseri olduğunu belirtiyor. Ancak
onlar Rasûlullah’ın kevseri kadar büyük değildir.
Kevser, sırattan sonra ümmetin bir toplanma yeridir. Rasûlü
Ekrem’le bir buluşma, görüşme yeridir. Rasûlullah, oraya kadar
gelebilen bir kısım kimselerin oradan kovulacağını belirtmiştir. Bu
kovulanlar kimlerdir, bu hususta ihtilaf vardır. Bunlara: “Münafıklar
ve mürtedler” diyen olmuş. “Rasûlullah zamanında mü’min
olup da sonradan irtidat edenler” diyen olmuştur. Ancak Hattâbî:
“Ashâb-ı Kiram’dan irtidat eden yoktur, irtidat edenler çöl Araplarıdır”
demiştir. Bazıları: “Bunlar, mü’min olarak ölen büyük günah
sahipleri ile bid’atları küfür derecesine ulaşmayan ehl-i bid’attır”
demiştir. Bunların cehenneme gitmeleri kat’î değildir. Günahları,
kusurları sebebiyle havzın yanından kovulmuş olsalar da, Allah’ın
rahmetine mazhar olarak cennete girmeleri de muhtemeldir. İbn
Abdilberr: “Havuzdan kovulacaklar zümresini, ehl-i bid’at ile dinde
bid’at çıkaranlar, zulümde ileri gidenler, haksız yere mal yiyenler,
günah-ı kebireyi alenî işleyenler teşkil edecek” der. Bunların
havza kadar yaklaşmalarının, kıldıkları namazların tesiriyle, abdest
uzuvları ve alınlarında zuhur eden nur ve parlaklık sayesinde
olduğu belirtilmiştir.
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Ateşi hatırlayıp ağladım.
Rasûlullah (s.a.s.): “Niye ağlıyorsun?” diye sordu.”Cehennemi hatırladım
da onun için ağladım! Siz, kıyâmet günü, ailenizi hatırlayacak
mısınız?” dedim.”Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan
yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu
zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına
mı soluna mı; yoksa arkasına mı? Sıratın yanında; cehennemin iki yakası
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 71 -
ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar.” 280
Açıklama: Gaybî olan hakikatlerden biri mizandır. Ahirete
imanın bir cüz’üdür. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, bi’l-icmâ “Mizan
haktır” demiştir. Hadislerden başka, Kur’an’la da sâbittir. Âyet-i
kerimede: “Biz kıyâmet gününe mahsus adâlet terazileri koyacağız. Artık
hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal
tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da
Biz yeteriz” 281 buyurulmuştur. Mizan, kıyâmet günü kurulur. Kulların
amellerinin yazılmış olduğu defterler mizanda tartılır. Bu
mizanın iki kefesi vardır; biri hasenatın tartılması için, diğeri de
seyyiatın. Hasan Basrî’den gelen bir rivâyete göre mizanın bir de
dili vardır. 282
İnsan Bu Mes’ûl...
İnsanoğlu, dünyada geçirdiği ömürden, sıhhat ve âfiyetten,
kazanıp harcadığı mal-mülk ve servetten, harcadıklarından, harcamayıp
geride bıraktıklarından, birer birer hesap verecektir.
Buhârî’nin rivâyet ettiği hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “İki nimet
vardır ki insanların çoğu bunların değerinden habersizdir: Sağlık
ve boş vakit.” Zira kazanmak ve hayır yapmak bunlara bağlıdır.
İnsan, yapması gerekirken yapmadıklarından ve yapmaması gerekirken
yaptıklarından, söylemesi gerekirken söylemediklerinden
ve söylememesi gerekirken söylediklerinden sorulacaktır. “O gün,
dünyada kazanıp harcadığınız nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”283;
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (onun karşılığını) görür. Kim de
zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” 284
İnsan, sorumludur. İnsan yeryüzünün halifesidir; seçme hakkına
sahip irâdeli bir varlıktır. Âhirette, dünyada işlediklerinden tek
tek sorulacağı gibi, dünyada da sorumsuzca davranışının karşılığını
görür. Dilediğini yapan, dilemediği karşılığı alır. Elbette, dünya
ceza ve ödül yeri değil; imtihan yeri olduğundan, nice suçlar dünyada
cezasız kalabilir. Allah imhâl eder ama ihmâl etmez. Hiçbir
suçun ve hayrın karşılığını ihmâl etmez, ama dilediğini sonraya
erteler; bu sonra bazen âhiret olur.
İrâde sahibi olup seçme hakkına sahip olmak; sorumluluk doğurur,
sonuçlarına katlanmayı gerektirir. İnsan nelerden ve neye
karşı sorumludur? Esas sorumluluk Allah’ın emir ve yasaklarına
280 Ebû Dâvud, Sünen 28, hadis no: 4755
281 21/Enbiyâ 47
282 Kütüb-i Sitte, Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 604
283 102/Tekâsür, 8
284 99/Zilzâl, 7-8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
karşı O’na olan sorumluluktur. Allah’a kulluk ve ibâdet için yaratılan
insan,285 bu kulluğu ne oranda yapıp yapmadığıyla ilgili
sorguya çekilecektir. Ruhlar âleminde Rabbini tanıyıp286 O’na kulluk
yapmaya söz veren insan, bu ahdinden sorumludur. Dünyada
bu sorumluluğu unutan bir tavırla yaşayınca, esas olarak âhirette
sorguya çekilecek, bunun karşılığını görecektir. Sorumlu tutulmanın
temel şartları: Ergenlik, akıl ve hürriyettir. Allah’a karşı sorumluluk;
öncelikle itikadî konularda olur. Allah’ın en büyük hakkı,
hiçbir şeyi kendisine şirk/ortak koşmadan O’nu bir’leyip ibâdet/
kulluk yapmaktır.287 Sonra bu imanın gereği olarak itaat etmek,
sâlih amel dediğimiz kulluk görevlerini yapmak, her davranışını
Allah’a ibâdet bilinciyle ve O’nu görür gibi yerine getirmektir.
İnsan O’nu görmüyor olsa da O kendisini her an görmekte, her
yaptığı yazılmakta ve tek tek hesabının sorulacağı gün için kayda
geçirilmektedir. Bu sorumluluk içinde aynı zamanda ahlâkî ilkeler
de yer almaktadır.
Kimlere karşı sorumlu olduğumuz şu âyet-i kerimede belirtilmektedir:
“De ki: ‘Yapın (yapacağınızı); yaptığınız işleri Allah da görecek,
Rasûlü de, mü’minler de. Sonra görülmeyeni ve görüleni bilene (Allah’a)
döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı bir bir haber verecektir.”288 Bu
âyette sorumlu olduğumuz ilk ve esas mercînin Allah olduğu
vurgulanır. Yani O’nun mahkemesi, ceza günü, âhirette hesaba
çekilmek. Sonra Rasûl ile ifâdelendirilen İslâmî otorite, şeriat
mahkemesi. Diğer bir sorumluluğun “mü’minler” şeklinde ifadelendirildiği
görülür, yani kamuoyu mahkemesi. Ve nihâyet kendimize
karşı sorumluyuz, yani vicdan mahkemesinde yargılanmamız
sözkonusudur.
İnsan, kendine karşı da sorumludur. İnsanın hangi çeşit olursa
olsun günah işlemesi, öncelikle kendine karşı bir zulümdür, sorumsuzca
davranıştır. Zulüm, hak edene hakkını vermemek demek
olduğundan, vücudumuz, organlarımız Allah’a itaat etmek için
yaratılmıştır. Allah’a her isyanda insan öncelikle kendisine, kendi
organlarına zulmetmiş olmaktadır. Bu zulüm, âhirette cezalandırılarak
insan kendine ve organlarına yazık etmiş olacaktır. “Vücut
benim değil mi, istediğimi yapar, dilediğime satar, istediğimle yatarım”
diyen insan, sorumsuz ve akılsız bir zâlimden başkası değildir.
Müslüman bilir ve inanır ki, kalbi, aklı ve vücut organları dâhil,
gerçek anlamıyla hiçbir şeyin sahibi değildir. Her şeyin gerçek
285 51/Zâriyât, 56
286 7/A’râf, 172
287 Buhârî
288 9/Tevbe, 105
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 73 -
sahibi, mülkün sahibi Allah’tır. İnsan sadece emânetçidir. Allah
dilediği kadar nimeti dilediği kimselere emânet olarak vermiş ve
her nimeti nereye kullanması gerektiğini bildirmiş ve bunu yerine
getirip getirmediğinden de insanı sorumlu tutacağını açıklamıştır.
İnsan, sahip olduğunu zannettiği her şeyin sadece bekçisi ve
emânetçisidir, esas sahibi emânetlere ihânet edip etmediğinden
onu hesaba çekecektir. Bir veznedar kendisine emânet olarak teslim
edilmiş olan paraları istediği şekilde kullanırsa, ne tür bir şeyle
karşılaşacaksa; her insanın, emânet edilen imkânları da istediği
gibi kullanması aynıdır. Mal, ömür, sağlık, zaman, emrimiz altında
bulunanlar, aile üyeleri, el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, bilek ve yürek,
kısaca tüm nimetler bizden sorulacaktır. İnsanoğlu, hem nefsinin/
hevâsının ve hem de emânet olarak verilenlerin çobanıdır.
“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Bile bile kendi
emânetlerinize hâinlik etmeyin.”289 İnsan için toplam kalite, sorumluluk
bilincine sahip müttakî bir mü’minlikle mümkündür. Dünyanın
imtihan dünyası olması, bu sorumlulukla, her şeyden sorguya
çekilecek olmasıyla ilgilidir. İmtihanda gülüp oynamak, gafletle
vakit öldürmek, herkesin gözü önünde birçok hata yapmak ne
kadar yanlışsa; bu dünyadaki Allah’tan uzaklaştıran oyalayıcı şeylerle
çocuk gibi oynayıp durmak da o kadar yanlıştır.
İnsan; beden, akıl ve ruhtan meydana gelmiş bir varlıktır. İnsanın
kendine karşı vazifeleri de: Bedenî, aklî ve rûhî olmak üzere
üçe ayrılır. Hepsine hak ettiği kadar hakkını vermek, emânet bilincine
sahip sorumlu bir şahsiyet olmak demek olduğu gibi, aynı
zamanda bu üç gücü dengelemek, uyumlu ve huzurlu bir insan
olmanın dünyadaki güzelliğini tatmak için de şarttır.
Temizlik, sağlığı korumak ve bu konuda tedbirler almak, temiz
ve güzel/helâl yiyecek ve giyecekle donanmak, çevre temizliğine
dikkat etmekle insan bedenine karşı sorumluluğunu yerine getirir.
Akıl ve ruh sağlığı için sağlam bir imanın şart olduğunu belirtelim.
Fıtrat olarak sağlam bir şekilde emânet edilen akıl ve ruhun sağlığını
korumak için ana kaynak iman ve takvâdır. İlme, yönelmek,
ibâdetlere devam etmek, ahlâkî özelliklere riâyet etmek akıl ve
ruh sağlığı açısından da çok önemlidir. Akla ve ruha zarar verecek
her şeyden sakınmak, içki, kumar, tembellik, ibâdetsiz bir hayat,
sorumsuzca bir yaşayıştan kaçınmak bu açıdan da önemlidir. Güzel
bir çevre seçmek, çevre şartlarını güzelleştirmek, akla ve ruha
gıda verebilecek arkadaşlık ve cemaat tercihinde bulunmak, şahsiyet,
özgüven ve güçlü bir irâde, cihad rûhu da akıl ve ruh sağlığı
konusunda çok önemlidir. Özgürlük çığlıklarıyla nefsini/hevâsını
289 8/Enfâl, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
putlaştıran, günümüz insanı sorumluluklarından kaçmak istiyor.
Görev bilincinden, ne yapması gerektiğinden önce, özgürlüklerinden
ve haklarından yola çıkıyor. Kendine kimsenin karışmasını
istemiyor. Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerin kendisine
yapılmasını da, kendisinin bu görevleri başkalarına yapmasını da
istemiyor. “Özgürlük var” diyerek, kendi nefis putuna toz kondurmuyor.
İnsan, bunun dışında nelerden sorumludur? Yaptıklarından:
Yapmaması gerektiği halde yaptıklarından. Terkettiklerinden:
Yapması gerektiği halde yapmadıklarından. Kötü örnek olduklarından:
Özellikle kendisini örnek alan kişilere güzel örnek olması
gerektiği, hal diliyle iyiliği tavsiye etmesi gerektiği halde,
kötü örnek olduğu her durumdan. Sebep olduğu şeylerden, iş
veya olaylardan. Vesîle olduklarından. Emrettiklerinden ve yasakladıklarından.
Seyirci kalıp değiştirmeye çalışmadığı kötülük ve
zulümlerden. Kısaca; tüm eylemlerinden, ömrünü nerelerde tükettiğinden,
ilminden, malından (nasıl kazanıp nerelere sarfedip
etmediğinden) sorumludur. Ehlinden, çoluk çocuğundan, eşinden,
sözünü dinleyebilecek akrabâlarından, idâresi altında iş yapanlardan,
yöneticiyse yönettiklerinden ve yönetiminden, çevresinden
ve değiştirmek için ne tür gayret sarfettiği konusunda düzenden
sorumludur. Dünya keyfi, rahat ve zevkleri, eğer hesap günü olmasaydı,
belki önemli olabilirdi. Ama her şeyden hesaba çekileceğimiz
bir durum, ölüm ve ölüm ötesi, tercihlerimizi belirlemelidir.
Unutmayalım ki; sorumsuzluk sorunluluktur. Sorunlu olmamak
için sorumlu olduğumuzu unutmayan bir yaşayışımız olmalıdır.
“Akıllı kimse, nefsini muhâsebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır.
Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide
bulunan kimsedir.”290 Ölmeden evvel, büyük hesap günü gelmeden,
her şeyin hesabı sorulmadan önce kendini hesaba çeken, bu
muhâsebeyi yeterli sıklıkta yapanlara ne mutlu!
‘Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme
(mağfiret et). Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır
yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim gücümüzün yetmediği işlerden bizi sorumlu
tutma, bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Çünkü Sen, bizim
mevlâmızsın/dostumuz ve yardımcımızsın. Kâfir kavimlere karşı bize yardım
et.” 291
290 Tirmizî, Kıyâmet 26, hadis no: 2461
291 2/Bakara, 286
HESAP VE HESABA ÇEKİLME
- 75 -
Hesap ve Allah’ın Hesaba Çekmesi, Mes’ûliyet Konusuyla
İlgili Âyet-i Kerimeler
A Kur’an’da, Muhâsebe Anlamında “Hısâb” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği
Âyetler: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 4/Nisâ, 6, 86; 5/Mâide, 4;
6/En’âm, 52, 69; 13/Ra’d, 18, 21, 40, 41; 14/İbrâhim, 51; 17/İsrâ, 14; 21/
Enbiyâ, 1; 23/Mü’minûn, 117; 24/Nûr, 39; 26/Şuarâ, 113; 33/Ahzâb, 39; 40/
Mü’min, 17; 65/Talâk, 8; 69/Haakka, 20, 26; 78/Nebe’, 27, 36; 84/İnşikak, 8;
88/Ğâşiye, 26.
B Hesaba Çekmek, Sorgulamak Anlamındaki “Sual” Kelimesi ve Türevlerinin
Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 119, 134, 141; 7/A’râf, 6, 7/A’râf, 6; 15/Hıcr,
92; 16/Nahl, 56, 93; 17/İsrâ, 34, 36; 21/Enbiyâ, 13, 23; 25/Furkan, 16; 28/
Kasas, 78;29/Ankebût, 13; 33/Ahzâb, 8, 15; 34/Sebe’, 25; 37/Sâffât, 24; 43/
Zuhruf, 19, 44; 55/Rahmân, 39; 102/Tekâsür, 8.
C Güç Yetirebilmek Anlamında Tâkat Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği
Âyetler: 2/Bakara, 184, 249, 286.
D Güç, Kapasite Anlamında “Vüs’at” Kelimesi: 2/Bakara, 233, 286; 6/En’âm,
152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62.
E (İş, Vazife) Yüklemek, Mükellef Kılmak Anlamında “Teklîf” Kelimesi ve
Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 2/Bakara, 233, 286; 4/Nisâ, 84; 6/
En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü’minûn, 62; 38/Sâd, 86; 65/Talâk, 7.
F Yüklenmek, Ağır Yük Olan Günahlar Anlamında “Haml” ve Türevlerinin
Geçtiği Âyetler: 2/Bakara, 286; 6/En’âm, 146; 20/Tâhâ, 87, 111; 24/Nûr, 54;
33/Ahzâb, 72; 62/Cum’a, 5.
G Hesap ve Hesap Günüyle İlgili Âyet-i Kerimeler
a Kıyâmet Gününde Kimseden Kimseye Fayda Gelmez: 2/Bakara, 48, 123,
254; 14/İbrâhim, 31; 26/Şuarâ, 88-89; 31/Lokman, 33; 44/Duhân, 41; 55/
Rahmân, 35; 70/Meâric, 10-15; 82/İnfitâr, 17-19.
b Hesap/Kıyâmet Günü Herkes Kendi Derdine Düşer: 14/İsrâhim, 31; 16/
Nahl, 111, 39/Zümer, 56-58; 42/Şûrâ, 47; 43/Zuhruf, 67; 80/Abese, 33-37.
c Hesap/Kıyâmet Günü Mahşerde Vücut Organları Dile Gelerek Neler Yaptıklarını
Anlatacaktır: 24/Nûr, 24; 36/Yâsin, 65; 41/Fussılet, 20-22; 50/Kaf,
21; 75/Kıyâme, 14-15.
d Hesap Günü Bir Ayırdetme Günüdür: 77/Mürselât, 13-15, 38-40; 78/Nebe’, 17.
e Hesap Günü Mahşerde Amel Defterinin Çıkarılması: 25/Furkan, 25; 39/
Zümer, 7, 69; 45/Câsiye, 29; 81/Tekvîr, 10.
f Hesap Gününde Bütün İşlerin Açıklanması: 68/Kalem, 42; 69/Haakka, 18;
75/Kıyâme, 13; 86/Târık, 9; 100/Âdiyât, 9-11.
g Hesap Gününde Amellerin Tartılması: 7/A’râf, 8-9; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf,
49; 21/Enbiyâ, 47; 23/Mü’minûn, 102-103; 45/Câsiye, 29, 33; 101/Karia, 6-9.
h Hesap Gününde Mahşerde Hesap Vermekten Kurtuluş Yoktur: 55/
Rahmân, 31, 33, 35.
i Hesap Gününde Herkese Kazandığı Verilecektir: 2/Bakara, 281; 3/Âl-i
İmrân, 30, 185, 195; 17/İsrâ, 13-14; 18/Kehf, 49; 36/Yâsin, 54; 40/Mü’min,
16-17; 45/Câsiye, 28; 55/Rahmân, 31; 78/Nebe’, 40; 81/Tekvîr, 14; 82/İnfitar,
1-5; 84/İnşikak, 6; 99/Zilzâl, 6-8.
j Hesap Gününde Kişi, Kötü Amelinden Kaçmak İsteyecektir: 3/Âl-i İmrân,
30; 18/Kehf, 49; 69/Haakka, 25-27; 75/Kıyâme, 10-11.
k Hesap Gününde Günahkârlar Yüzlerinden Tanınacaktır: 55/Rahmân, 39, 41.
l Hesap Gününde Kitabı Sağdan Verilenler: 17/İsrâ, 71; 56/Vâkıa, 8, 27, 90-91;
69/Haakka, 19-24; 74/Müddessir, 39-40; 84/İnşikak, 7-9; 90/Beled, 12-18.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
m Hesap Gününde Kitabı Soldan Verilenler: 56/Vâkıa, 9, 41; 69/Haakka, 25-
37; 84/İnşikak, 10-15; 90/Beled, 19-20.
n Hesap Gününden Korkmak: 13/Ra’d, 21; 76/İnsan8, 7.
o Hesap Gününde Peygamberler de Sorulacaktır: 7/A’râf, 6-7.
H Sorumluluk
a Herkesin Kazandığı Kendisinindir: 2/Bakara, 134, 286; 4/Nisâ, 84; 6/En’âm,
132, 164; 22/Hacc, 9, 10; 33/Necm, 39-42; 74/Müddessir, 38.
b Her İnsan Kendi Günah Yükünü Çeker: 5/Mâide, 105; 6/En’âm, 31, 52, 164;
10/Yûnus, 108; 16/Nahl, 25; 17/İsrâ, 15; 34/Sebe’, 25, 50; 35/Fâtır, 18; 39/
Zümer, 7; 53/Necm, 38.
c Günah Kazanan, Kendi Aleyhine Kazanmış Olur: 2/Bakara, 81; 4/Nisâ, 111,
123; 6/En’âm, 120; 30/Rûm, 44.
d Sorumluluk Ruhlar Âleminde Verilmiştir: 7/A’râf, 172-174.
e İnsanlar Sadece İnandık Demekle Kurtulamazlar: 29/Ankebût, 2-4.
f İnsan, Başıboş Bir Varlık Değildir: 23/Mü’minûn, 115; 75/Kıyâme, 36.
g Vücut Organları, Yaptıklarından Sorumludur: 17/İsrâ, 36; 33/Ahzâb, 15;
37/Sâffât, 24.
h Allah, Şeriat Göndermeden Kullarına Sorumluluk Yüklememiştir: 39/Zümer,
71.
i Allah, Kimseye Gücünün Yettiğinden Başkasını Yüklemez: 2/Bakara, 286;
6/En’âm, 152; 7/A’râf, 42; 23/Mü7minûn, 62; 65/Talâk, 7.
j Gücün Dışında Bir Şeyle Sorumlu Tutmaması İçin Allah’a Duâ: 2/Bakara,
286.
k Unutarak ve Yanılarak İşlenecek Hatadan Sorumlu Tutmaması İçin
Allah’a Duâ: 2/Bakara, 286.
l İnsanın Sorumluluğa Tâlip (İstekli) Olması: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
m Nefsi ve Âileyi Ateşten Koruma Sorumluluğu: 66/Tahrîm, 6.
İ Nefis Mücâdelesi: 3/Âl-i İmrân, 39; 29/Ankebût, 6, 69; 79/Nâziât, 40-41.
J İstiğnâ (Sorumluluktan Kaçma, Sorumsuzluk): 64/Teğâbün, 33, 6; 80/Abese,
5; 92/Leyl, 8; 96/Alak, 7.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 240-242
2. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 395-397; c. 4, s. 162-163, 338-339; c. 5,
s. 430-432; c. 6, s. 170-172
3. Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. c. 1, s. 106-107; c. 3, s. 187-189
4. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 8, s. 212-224; c. 19, s.
97-119; c. 20, s. 238-240
5. Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 695-697
6. Esmâu’l-Hüsnâ Konusuyla İlgili Kitaplar
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Çarşamba, 27 Ocak 2021 02:16

Ecel ve Ölüm

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -23-
ECEL ve ÖLÜM
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
ECEL ve ÖLÜM
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-23-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Tarihten bugüne, nice insan ölümsüzlük iksiri peşinde koşmuş, bu serâbın peşinde hâlâ ömür tüketenler olmuştur. Halkın bâtıl inanç kabilinden kabulüne göre, “âb-ı hayat” ve “bengisu” da denilen ölümsüzlük suyunu bulmak uğruna nice insan ömrünü tüketse de, Lokman Hekim, ölümsüzlüğün ilacını bulmuş, Hızır karada, İlyas da denizlerde ölümsüzlüğü keşfetmiştir. Hâlbuki Allah’ın hükmü nettir, çok açıktır: “Her nefis/can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.” 1 ; “Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!” 2
Ölmemenin tek çaresi vardır, o da doğmamaktır. Ama canlı cenâze şeklinde, hayat süren leş gibi yaşamanın tercih edilebildiği gibi; ölümsüzleşmek, yani güzel ölümden sonra çok güzel bir hayata terfî etmek de mümkün. Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir vaziyette. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın.” 3 Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünkü yediğimiz çok lezzetli yiyeceklerin veya zevkli saatlerin bugüne bir faydası yok; yarına kalacak olan da sadece sevaplar veya günahlar. Dünya bir oyun ve eğlenceden, bir masaldan ibâret. Âhiret ise daha hayırlı ve devamlı.
Korkunun ecele faydası yoktur, ölümden kaçmak mümkün değildir:
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” 4
“Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyâmet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise, aldanma metâından başka bir şey değildir.” 5
1 29/Ankebût, 57
2 4/Nisâ, 78
3 59/Haşr, 18
4 33/Ahzâb, 16
5 3/Âl-i İmrân, 185
İnsanoğlu, ölümü unutmak, hatırına getirmemek için çeşitli uyutucu ve uyuşturucular icat edip oyalanmayı tercih ediyor. Televizyon programları, internet, atari ve play station oyunları, arabalar, eğlenceler… tam ölümü zihninden yok eder, tümüyle unuturken ölüm gelip çatıveriyor. Ölümü hatırlamak istemiyor insan. Helâl-haram demeden hevâsını tatmin etmeye çalışması, ölüm ve ölüm ötesi güzellikleri hesaba katmadığının bir göstergesidir. İnsan açısından ölüm, Allah’ın mümît isminin tecellî etmesiyle, ecel denilen belirli bir zamanda, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip vücuttan ayrılması olayıdır. Ölüm, insan için yok olmak değil; bir âlemden diğerine intikal etmektir, bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.
Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde “ölmek” değil; gerçekte “dirilme”dir, hayat bulmadır, uykudan uyanmaktır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur ve “sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı bir dirilmeyi tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler. Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle 6 dirilemeyenler, Kur’an’ın deyişiyle, akılları çalışmayan, gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen, gerçek hayata sahip olmayan “ölüdürler.”
İnsanın hayatı nasıl anlamlandırdığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız, hayatı da “nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır” anlayışıyla değerlendirir ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı; “en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay” olarak kabul eder ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız. İkinci anlam olarak, doğru bir gözlükle baktığımızda görürüz ki, hepimiz misafir hayatı yaşadığımız dünya otelinden ayrılmak için sıramızı bekliyoruz.
Allah’ın yaratma fiili her an faâliyet gösterdiği, Allah devamlı yarattığı gibi; imâte fiili, öldürme sıfatı da aralıksız işlemektedir. Günde ortalama 300 bin kişi ölmekte, her gün bir koca şehrin nüfusu kadar insan, dünyasını değiştirmektedir. Her saniye
6 59/Haşr, 18
dünyadan dört kişi hayattan göçmektedir. Bu rakam, insanlık âlemi için. Buna hayvanlar âlemi de katıldığında, bu İlâhî fiilin nasıl aralıksız faâliyet gösterdiği daha iyi anlaşılır. Her sâniye, ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların, hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, her günde ortalama 300.000 kişi ölmekte. Evet, her yaşta ölenlerin toplamı bu... Bu sayının içinde nice ölmeyeceğini sananlar veya ölümü bekleyenler, beklemeyenler veya başkasına “vah vah”, kendisine ise “Allah gecinden versin” diyenler de mevcut. Ama hepsi yolcu. Bunlar arasında ölümü unutanlar yok muydu dersiniz? Ama ölümün onları unutmadığı bir gerçek. Evet ölüm, hiç umulmadık bir anda kapımızı çalıyor. Ya bir kalbi sıkıyor, ya bir damarı tıkıyor. Ya da yeni elbisesini giyerken bir ayna karşısında veya otomobilini sürerken yakalıyor unutkan ve gâfil insanı. Kısacası, âhirete giden yollar o kadar çok ki, saymakla bitmez, neticede hepsi oraya çıkar. “Ölüm gelmiş cihâne, baş ağrısı bahâne!” Mezarın yeri ve dış konforu nerede ve nasıl olursa olsun, âhiret, her yerden aynı uzaklıkta. Önümüzdeki günlerde de yine yüz binlerce insan ölecek, bir yandan da ölüm meleği vazifesi gereği can almaya devam edecek. Ömrümüzün uzatılması için yapılan çalışmalar da devam edecek. Geçen günler de gösteriyor ki, hayat var olduğu müddetçe, dünya hayatı açısından ölümün sonu gelmeyecek ve ölüm öldürülemeyecek.
Ölümü unutmak, ondan kaçmak çare değil. En yakın ve candan bir dostumuzun cenazesinden bile yeterli ibret alamaz olmuşuz. Ne kazmayı sallayan, ne tabutu taşıyan ve ne de ölüyü yıkayan haberdar değil yaptığından. Hareketlerimiz hep ezberden, mekanik bir şekilden ibaret. Eskiler ölümü o kadar uzakta tutmamış ve günlük yaşamlarından kapı dışarı etmemişlerdi. Doğrusu pek de bir şey kaybetmemişler, bilâkis kazanmışlardı. Çünkü zaman ve mekân tanımayan o dâvetsiz misafire karşı biraz olsun hazır bulunmakla, ona ansızın yakalanmaktan kurtulmuşlardı.
Mademki ölüm var, ölümden kaçış yok; öyleyse nasıl ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir? Sonra, ölümün şeklini seçme hak ve imkânımız var mı? Ölümün şekli, hayatın nasıllığına bağlıdır. Kutlu vaad veya acı gerçek öyle: “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olunursunuz.” İmanla, müslümanca, insanca ölmek… Ya secdede, Allah’a ibâdet ederken; ya cephede, Allah yolunda cihad ederken veya kürsüde, Allah
yolunda dâvet ve tebliğ ederken. Bunun için de mü’mince yaşamak şart. Kimin yolunda, hangi gâye uğruna yaşanılırsa, onun yolunda ve o amaç için ölüm gelecektir. Allah yolunda O’nun rızâsı doğrultusunda yaşayanlar, elbet O’nun yolunda ve O’nun istediği gibi öleceklerdir. Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir vaziyette.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın.” 7 Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz ne var? Asıl önemli olan bu. Dünkü yediğimiz çok lezzetli yiyeceklerin veya zevkli saatlerin bugüne bir faydası yok; yarına kalacak olan da sadece sevaplar veya günahlar. Dünya bir oyun ve eğlenceden, bir masaldan ibâret. Âhiret ise daha hayırlı ve devamlı.
Güzel ölümler ve ölüm ötesi güzellikler duasıyla…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
7 59/Haşr, 18
İÇİNDEKİLER
ECEL VE ÖLÜM / 11
Ecel; Anlam ve Mâhiyeti / 11
Ecel ve Kader / 16
Kur’ân-ı Kerim’de Ecel ve Ölüm / 22
Hadis-i Şeriflerde Ecel ve Ölüm / 33
Ölüm; Ecelin Kapıyı Çalması / 43
Allah Mümît’tir; Eceli Takdir Eden, Ölümü Yaratan Allah’tır / 47
Ölüm Meleği ve Azrâil / 48
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür / 51
Ölüm de Bir Nimettir / 53
Ölüm Korkusu / 55
Ölüm Gerçeği ve Âhiret İnancının Ruh Sağlığı Açısından Önemi / 56
Ölümü Düşünerek Dirilmek / 59
Ölümü Beklenen Hastaya Karşı Görevlerimiz / 70
- 11 -
ECEL VE ÖLÜM

Ecel; Anlam ve Mâhiyeti

Ecel ve Kader

Kur’ân-ı Kerim’de Ecel ve Ölüm

Hadis-i Şeriflerde Ecel ve Ölüm

Ölüm; Ecelin Kapıyı Çalması

Allah Mümît‘tir; Eceli Takdir Eden, Ölümü Yaratan Allah’tır

Ölüm Meleği ve Azrâil

Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür

Ölüm de Bir Nimettir

Ölüm Korkusu

Ölüm Gerçeği ve Âhiret İnancının Ruh Sağlığı Açısından Önemi

Ölümü Düşünerek Dirilmek

Ölümü Beklenen Hastaya Karşı Görevlerimiz
“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” 1
Ecel; Anlam ve Mâhiyeti
Ecel; Belli bir zaman parçası ve bu parçanın sonu; vakit ve son demektir. Bir şey için belirlenmiş zaman dilimine ecel denir. İnsanın veya herhangi bir canlının eceli, kendisine tâyin edilen ömürdür. “Ecelin gelmesi” ise, tâyin edilmiş bulunan ömrün son bulması, yani ölümdür.
Allah indinde her canlı için tâyin edilmiş bir ecel vardır. Eceli geldiğinde dünya hayatı son bulur. “Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkta cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar erteler. Ecelleri (süreleri) geldiği zaman da bir an dahi ne geri kalırlar, ne de ileri geçerler.” 2
“Eceli geldiği zaman bir kimsenin ölümünü Allah geciktirmez”3 Ecel, kazâ ve kaderle ilgili bir meseledir. Nasıl diğer olayları Allah, geçmiş ve geleceği kuşatan ilmiyle belirlemişse, eceli de ilmiyle tak1
3/Âl-i İmrân, 145
2 16/Nahl, 61
3 63/Münâfikun, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
dir etmiştir. “Öldürülen kişi de eceliyle mi ölmüştür? Öldürülmüş
olmasaydı daha bir müddet yaşayacak mıydı, yaşamayacak mıydı?”
gibi sorular ister istemez akla gelmektedir. Nitekim bu hususta
kimi âlimler farklı kanaat ileri sürmüşlerdir. Mu’tezile’den
bir kısım âlimlere göre öldürülen kişi eceliyle ölmemiştir. Öldürülmemiş
olsaydı, daha bir müddet yaşayacaktı. Ehl-i Sünnet ile
diğer Mu’tezilelere göre ise, eceliyle ölmüştür. Aksini ileri süren
Mu’tezilîler, kulların fiillerinin yaratılmasıyla ilgili görüşlerinden
dolâyı bu görüşe vârmışlardır. Çünkü onlara göre fiilin fâili, bizzat
kulun kendisidir. O halde öldürme işi, öldüren katilin kendi işidir.
Ehl-i Sünnet’in tamamına göre öldürülen kişi de eceliyle ölmüştür.
Ancak katil bu fiilinden dolayı ceza görür. Eceliyle ölmediğini
söylemek yanlıştır. Allah o kişinin öldürüleceğini önceden
bilmektedir ve ecelini de ona göre tâyin etmiştir. Allah onda ölümü
yaratmasından dolayı ölmüştür. Öldürülerek ölen kimse için,
“öldürülmeseydi yaşayacaktı” gibi sözler söylemek doğru değildir.
Hattâ “öldürülmemiş olsaydı, ne olurdu?” gibi bir varsayım üzerinde
birtakım görüşler ileri sürmek bile yanlıştır. Çünkü bütün
bunlar Allah’ın takdiriyle olmaktadır ve aksi sözkonusu olamaz. 4
“Bir canlıya ömür verilmesi de, ömründen kısaltılması da mutlaka bir
kitapta (yazılı)dır.”5 âyetinde “Ömrünün kısaltılması “ ifâdesiyle ilgili
olarak İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî (öl. 478/1085) şöyle demektedir:
Bu âyetle iki durum kastedilmiştir ki, onlardan biri: Bir
kimsenin benzerlerine nazaran ömrünün eksiltilmesidir. Yoksa,
Allah’ın ilminde mevcut olan ömrünün eksiltilmesi anlamında
değildir. Bu nasıl mümkün olsun ki, Allah, ilminde onun ecelini
takdir etmiştir. İkinci durum ise: Eksiltme ve arttırmanın, melekler
indindeki sahifelerde gerçekleşmesidir. Onların sahifelerinde
bir şey mutlak olarak yazılıdır ama, Allah’ın ilminde kayıt altına
alınmıştır. Vuku bulacak olan da, bu kayıt altına alınan şekildir.
Âlimler, “Allah, dilediğini siler, dilediğini bırakır. (Bütün) kitapların anası,
O’nun yanındadır.”6 âyetini de buna hamletmişlerdir. 7
O halde Allah indindeki ilim, yani kader, kesinlikle değişmez.
Levh-i Mahfûz’da ne yazılmışsa mutlaka olur. Ancak meleklerin
yanında da olayların yazılı bulunduğu sayfalar vardır ve bu sayfalarda
yazılanlar, değişikliğe maruz kalabilir. Bu gibi konular
gayb âlemini ilgilendirdiği için tabiatıyla onların mâhiyetlerini
4 İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kavâti’i ‘l-Edilleti fî Usûli’lİ’tikad,
Mısır 1950, 363
5 35/Fâtır, 11
6 13/Ra’d, 39
7 el-Cüveynî, a.g.e., 363
ECEL VE ÖLÜM
- 13 -
bilemeyiz. Meleklerin yanında bulunan sayfaların değişmesinin
elbette bir hikmeti vardır. Belki de bunun hikmeti, meleklerin
gayba tam olarak vâkıf olmalarını engellemektir. Allah neyi diler
ve murad ederse mutlaka onda bir hikmet vardır. 8
Ashâbın anlayışına göre eceli gelmeyen insanın bir hastalıktan
ölmesi veya herhangi bir kimse tarafından öldürülmesi, buna
karşılık eceli gelen kimsenin de ölümden kurtulup yaşamaya devam
etmesi mümkün değildir. Nitekim düşmanlarıyla korkutulan
Hz. Ali, ecelin insanı ölümden koruyan sağlam bir kalkan olduğunu
söylemiş ve insanın eceli gelince de düşmanı tarafından atılan
okun hedefinden sapmayıp o insana isâbet edeceğini, yaralanması
halinde ise iyileşmeden öleceğini belirtmiştir.
Ecel meselesi kader problemine bağlı olarak kelâm âlimleri
arasında tartışılan önemli konulardandır. İlk defa Mu’tezile
âlimleri eceli tartışma konusu haline getirmişler ve farklı şekillerde
açıklamışlardır. Onlara göre ecel, hayat süresi ve ölüm vaktinden
ibârettir. İster herhangi bir dış etki olmadan tabiî bir şekilde
olsun, ister bir kaza veya katil sonucu olsun, her insan tek bir ecelle
ölür. Ancak kaza sonucu ölen veya öldürülen insanın bu olaylarla
karşılaşmaması halinde yine de ölüp ölmeyeceği hususunda
Mu’tezile âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Erken devir
âlimlerinden Ebu’l-Huzeyl el-Allâf ile Ebû Hâşim el-Cübbâî ve ona
uyan Behşemiyye grubu, ne şekilde olursa olsun ölen her insanın
ömrünü tamamladığı ve eceli geldiği için öldüğü görüşündedirler.
Mu’tezile’nin Bağdat ekolü, En’âm sûresinin ikinci âyetini de
dikkate alarak insanın “ecel-i kazâ” ve “ecel-i müsemmâ” denilen
iki eceli bulunduğunu ileri sürmüştür. Buna göre insan, herhangi
bir dış müdâhale olmadan ölürse ecel-i müsemmâya, kaza veya
katil sebebiyle ölürse ecel-i kazâya göre ölmüş olur. İkinci durumda
ölen kişi kazaya uğramasaydı veya öldürülmeseydi ecel-i
müsemmâsına kadar yaşayacaktı. Aksi takdirde onu öldürenin cezalandırılması
veya kendisine ait olmayan bir hayvanı kesen kimsenin
tazminat ödemesi anlamsız olurdu. Mu’tezile’den Kâ’bî de
bu görüşü benimseyenlerdendir. Kadı Abdülcebbar’a göre ise katil
yoluyla ölen kişinin bu olaya mâruz kalmaması durumunda yaşayacağını
kesin olarak söylemek mümkün değildir. Böyle bir kimsenin
ölmesi de yaşaması da ihtimal dâhilindedir. Mu’tezile’nin
müteahhir âlimlerinden Zemahşerî Bağdat ekolünün görüşünü
savunarak insanın tutum ve davranışlarına göre ömrünün uzatılıp
kısaltılabileceğini belirtir. Nitekim ona göre Kur’an’da ömrü
8 M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
uzatılan ve kısaltılanların bir kitapta bulunduğunun bildirilmesi,9
ayrıca Hz. Ömer’in hançerle yaralanması sırasında Kâ’b el-
Ahbar’ın, “Ömer Allah’a duâ etseydi, ecelini tehir ederdi” demesi
bu görüşü teyit etmektedir. 10
Selefiyye, Mâturidiyye ve Eş’ariyye’den oluşan Ehl-i Sünnet
âlimlerine göre ecel daha çok, “Allah’ın canlıların öleceğini bildiği
zaman” diye tarif edilir. Buna göre ecel, hayat süresi ve ölüm
için takdir edilen zamanı ifade ettiğinden kaderle ilgili bir konudur.
Bu sebeple canlıların her birinin yaşayacağı ecel, tek olup kesinlikle
değişmez. Hiçbir canlı kendisi için takdir edilen zamandan
önce hayat bulamayacağı gibi, hakkında takdir edilen ölüm vakti
gelmeden de ölmez. İlgili âyetteki “ecel-i müsemmâ” kıyâmetin
kopmasına dair olup bununla insanın değil, kâinatın eceline işaret
edilmiştir. Tabii yolla da olsa, kaza ve katil yoluyla da olsa herkes
kendi eceliyle ölür. “Maktul öldürülmeseydi yaşardı” demek
vâkıaya aykırıdır, ecel ise vâkıanın ifadesidir. Kur’ân-ı Kerim’de
Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefsin ölmeyeceği, ölümün vakti
tâyin edilmiş bir yazıya göre vuku bulduğu bildirilmiştir.11 Ayrıca
eceli gelen hiçbir nefsin yaşatılmayacağı kesin bir şekilde anlatılarak
herkesin eceliyle öldüğüne işaret edilmiştir.12 İlâhî ilim, mümkünü
mümkün olarak, vuku bulanı da gerçekte olduğu gibi ihâta
eder. İki ecel kabul etmek veya ecelin değişebileceğini savunmak
İlâhî ilimde değişikliğin meydana gelebileceğini benimsemek anlamına
gelir ki bu husus, Allah’ın kullarının âkıbetlerini önceden
bilmeye muktedir olmamasını ve dolayısıyla O’na bedâ görüşünün
nisbet edilmesini gerekli kılar; bu ise, ulûhiyet makamıyla
bağdaşmaz.
Mu’tezile’nin, maktûlün eceliyle ölmediğini ispatlamak için
dayandığı deliller de geçerli değildir. Çünkü katilin adam öldürmekten
dolayı Kur’an’da kötülenmesi ve kısas cezasına çarptırılması,
maktûlün Allah tarafından tayin edilen ecel-i müsemmâsına
ulaşmasını engellediğinden değil, yasaklanan katil fiilini işleyip
İlâhî emre aykırı davranmak sûretiyle maktûlün ölümüne zâhiren
sebep olması sebebiyledir. Ölümü gerçekleştirmek (imâte), İlâhî
bir fiil olmakla birlikte, öldürmeye teşebbüs edip ölüm hâdisesinin
meydana gelmesine sebebiyet vermek katile ait bir fiildir.
Ehl-i Sünnet âlimlerine göre insan ömrü uzamaz ve kısalmaz.
Kur’ân-ı Kerim’de ve bazı hadislerde ilk bakışta ömrün uzatılması
9 35/Fâtır, 111
10 El-Keşşâf, III/303
11 3/Âl-i İmrân, 145J
12 63/Münâfıkun, 11
ECEL VE ÖLÜM
- 15 -
veya kısaltılması anlamına gelebilecek naslar varsa da bunların,
mânâsı apaçık olan ecelle ilgili muhkem nasların ışığında açıklanması
gerekir. Kur’an’da bazı insanların ömürlerinin uzatılmasının,
bazılarının ise kısaltılmasının apaçık bir kitapta bulunduğu ifade
edilmektedir.13 Burada kastedilen şey, sağlık kurallarına uyup gerekli
tedbirleri almak sûretiyle uzun müddet yaşayacak olanlarla
hastalık, tedbirsizlik, kaza, katil vb. sebeplerle ömrü kısaltılanların
Allah tarafından bilindiği, bunun da bir kitapta yazılmış olduğu
husûsudur. Bundan, dünyaya gelip yaşamaya başladıktan sonra
insanlar için -İlâhî bilgi dışında kalan- ömür uzatılması veya kısaltılması
sonucunu çıkarmak isâbetli değildir.14 Ayrıca ilgili âyetteki
“ziyâde” ve “noksan” ile diğer bir âyetteki15 “mahv” ve “isbât”ın,
“ümmü’l-kitâb”da (levh-i mahfûz) değil, meleklerin ellerinde bulunan
kitapta meydana gelmesi ihtimal dâhilindedir. Akrabaları
ziyâret edip gözetmenin, komşularla iyi geçinmenin ve sadaka
vermenin ömrü uzatacağına ilişkin hadislere gelince, her şeyden
önce bunlar âhad rivâyetlerdir ve zâhirî mânâları itibarıyla kesin
anlamlı âyetlere aykırı olduklarından muhkem âyetleri bunların
ışığında açıklamak doğru değildir. Bu hadislerde belirtilen ömrün
uzaması, yapılan iyilikler veya yetiştirilen hayırlı evlât sebebiyle
insanın öldükten sonra hayırla anılarak adının yaşatılması anlamına
gelebileceği gibi, güzel amellerle dolu bir hayatın bereketlenip
mutlu bir şekilde geçirilmesi ve dolayısıyla ömrün psikolojik
olarak uzun algılanması anlamını da ifade etmiş olabilir.
Ecel konusunda mezhepler arasında görülen ihtilâflar, daha
çok iki ecelin bulunup bulunmadığına ve dolayısıyla ömrün uzayıp
uzamayacağına ilişkindir. Genel olarak Mu’tezile ve Şia insanların
iki eceli olduğunu ve ömürlerinin uzayıp kısalabileceğini savunurken
Ehl-i Sünnet umûmiyetle muhkem âyetlere dayanarak
insanların bir tek ecelleri bulunduğunu, bunun da ölümleriyle
gerçekleşen vakit olduğunu kabul etmiştir. Ecelin kaza ve kadere
imanın bir parçasını teşkil eden itikadî bir mesele olduğu ve
bunun daha ziyade İlâhî ilim ve irâdeyi ilgilendirdiği dikkate alınırsa,
insanlar için önceden belirlenen değişmez bir ecelin takdir
edildiğini benimseyen görüşün daha isâbetli olduğunu söylemek
mümkündür. Zira kişilerin sağlık kurallarına uyup uymayacakları,
bu konuda ne gibi gelişmelerin ortaya çıkacağı, herhangi bir
kaza veya katil hâdisesiyle karşılaşıp karşılaşmayacakları hususu
İlâhî bilgi ve irâdenin kapsamı dışında değildir. İnsanların ecelleri
13 35/Fâtır, 11
14 Cüveynî, s. 363
15 13/Ra’d, 39
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
sadece Allah tarafından bilindiğine ve kendilerince keşfedilmesi
mümkün olmadığına göre yaşamak için gerekli tedbirleri almaları
kulluk vazifelerinin bir gereğidir. 16
Allah (c.c.) herkes için bir ömür belirlemiştir. Her canlı kendisi
için belirlenmiş olan o ömrü bitirecektir. Ölümü de dirilmeyi de
Allah (c.c.) yaratır. “O Allah ki, amelce hanginiz daha güzeldir diye, sizi
imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O güçlüdür, bağışlayıcıdır.”
17
Her insan eceliyle ölür, hiçbir kimse ölüme müdahale edemez.
Ancak Allah’ın yazmış olduğu ecele göre ölür. “Allah’ın izni olmadıkça
hiçbir kimseye ölüm yoktur. O, vâdesiyle yazılmış bir yazıdır.” 18
Ecelin ileri alınması ya da geriye bırakılması mümkün değildir.
“Bir canlının eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz; Allah
işlediklerinizden haberdardır.”19 Her insanın bir eceli olduğu gibi her
ümmetin (topluluğun) de bir eceli vardır. “... Her ümmetin bir eceli
vardır. Ecelleri geldimi, bir an ne geri kalırlar, ne de ileri giderler.” 20
Ecel ve Kader
Ecel; Arapça’da belirlenmiş sürenin bitimi demektir. Başlıca iki
ayrı anlamı
vardır. Bunlardan biri, Türkçedeki “vâde”nin karşılığı
olmak üzere genelde senet ve borç mevzuatında kullanıldığı anlamdır;
21 diğeri
ise ölüm ânı demektir. Yani insanın hayatının sona
erdiği saniyeler
anlamına
gelir.
Ecel de, insanın hayatında yaşadığı sıradan herhangi bir olay
gibi, rızık gibi kaderin bir parçasıdır. Allah Teâlâ her canlının, ne
kadar yaşayacağını,
nerede ve nasıl öleceğini kesinlikle ve ezelî
ilmiyle bilir. Dolayısıyla canlının
öleceği saatlerde onun hayatının
sona ermesi için gerekli
olan bütün nedenler bir araya gelir. Öyle
ki bu nedenler onun yaşamını
durdurmak için âdetâ birbirlerini
tamamlarlar.
Örneğin çok yaşlanmış bazı insanların, hiçbir hastalık belirtisi
göstermeden
bir mumun yavaş yavaş sönmesi gibi öldükleri bir
gerçektir.
Bu demektir
ki, vücutta bulunan sistemler çok eskimiş
ve yıpranmış
olmaktan
dolayı artık normal görevlerini yapamazlar.
Bu sistemlerden
bazıları bir süre daha çalışabilecek durumda
16 Cihat Tunç, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. s. 381-382
17 67/Mülk, 2
18 3/Âl-i İmran, 145
19 63/Münâfikun, 11
20 10/Yunus, 49
21 2/Bakara, 282
ECEL VE ÖLÜM
- 17 -
olsa bile, diğerleri
fonksiyonlarını
yerine getiremediklerinden,
kısa bir süre için bir tür direnip faâliyetine
devam eden sistem
de bu genel duraklamadan
olumsuz yönde etkilenerek
o da durur.
Böylece ezelden beri Allah’ın bilgisi içinde olan yaşama
süresi
bitmiş olur ki işte ecel, pek olağan gibi göremediğimiz ancak bu
son derece doğal nedenlere
bağlı olarak zamanında
gerçekleşir.
Bundan şu sonucu çıkarmalıyız: Bir tek olan ecelin, bir değil;
bilâkis
aynı zamanda birçok zincirleme nedeni vardır. Bunlar Allah’ın
ezeldeki
takdirine ve O’nun kurmuş bulunduğu kâinât disiplinine
bağlı olarak
sebep-
sonuç zincirinin akışı içinde birbirlerini
farklı ölçülerde
etkiler ve ecel saati yaklaştıkça yoğunlaşırlar.
Örneğin, bir trafik kazasında sürücünün, gideceği yere bir
an önce ulaşmak
istemesi, ecel için bir ilk neden oluşturabilir;
bu psikoloji içerisinde
yapacağı
aşırı hız, onu bir an gelir ki -bir
riski atlatmak için- hatalı
sollamaya
iter. Bu da nedenlerin ikincisi
olur; Hatalı sollama kaçınılmaz
bir kaza ile sonuçlanırsa
bu
üçüncü bir neden olur; Çarpışma ya da devrilme
gibi bir olaydan
sonra vücutta meydana gelen
ezilme, kırılma ve yaralanmalar
dördüncü bir nedeni oluşturur; Eğer kan kaybı ya da hastaneye
geç ulaşmak gibi bir durum
yaşanırsa bu da elbetteki
başka bir
neden
olur ve böylece bir hayatın sona ermesi, âdetâ eceli hazırlayan
sebeplerin
birbirini izlemesiyle
gerçekleşir.
Ölüm hâdisesi
dâhil, ard arda meydana gelen bu olayların
hiçbiri, aslında
diğerinden
farklı değildir. Çünkü bunların her biri, aynı doğrultudaki
kaderin
birer halkasıdır. Buna rağmen insanlar, ecel için genellikle
(kalp krizi, trafik kazası, zehirlenme,
boğulma, intihar ve sûikast)
gibi bir tek neden
üzerinde dururlar.
Bu, ezelî kaderin
bir çeşit
özetlenmesidir.
Dikkatlerin ecel kavramı üzerinde yoğunlaşması ölüm olayından
ötürüdür.
Çünkü ecel demek ölümün başlaması demektir.
Ölüm ise, birçok
insan
için ürkütücüdür. Özellikle İlâhî vahiylerin
haber verdiği
“gaybî” gerçekler
hakkında tereddütlü olan insanlar,
hayatlarının
en risksiz günlerinde bile ölümü hatırladıkça gizli
panikler yaşarlar.
Onlar için hayat -bu açıdan- âdetâ bir ıstıraptır.
Dolayısıyla, sportif faâliyetler, güzellik yarışmaları ya da çeşitli
adlar altında düzenlenen
dev müsabakalar,
faşingler, festivaller
ve baş döndürücü eğlenceler,
aslında derinden
yaşanan bu gizli
ıstırâbın, bu içsel
paniğin biraz olsun dindirilmesi
amacını gütmektedir.
Ölümle ecel, birçok kimse tarafından özdeşleştirilmiştir. Ancak,
ikisi birbirinden farklı olaylardır. Ecel, canlıdaki hayatın sona
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
ereceği
saniyelerin
gelip çatması; ölüm ise canlıdaki dünyevî hayatın
sona ermesi
ya da ruhun bedenden ayrılması demektir.
Ecel ve Ömür: Ömür, canlının bu dünyada var olmasıyla
başlayan ve ecelinin gelip
çatmasıyla ya da canlının ölmesiyle son
bulan belirli süredir. Bu tanımdan
hareket
ederek, “öyle ise her
canlının ömrü biçilmiştir” demek doğrudur;
ancak
bu, yeterli ve
doyurucu bir açıklama değildir. Önce şunu düşünmeliyiz:
Değil
yalnız canlılar, Allah’tan başka her şey sürelidir, fânîdir, sonludur.
Çünkü her şey Allah Teâlâ’nın ezelî ve kuşatıcı bilgisine, O’nun
kurmuş bulunduğu
kâinat disiplinine ve bu disiplini ayakta tutan
evrensel yasalara
bağlı olarak (fizik sınırlarda) sebep-sonuç ilişkisi
içinde değişikliğe uğrar.
Her şey, kendi temel niteliklerinin çizdiği sınırlar içinde
bağımsız bir bütünlükle ortaya çıkar ve Allah’ın sünneti dediğimiz
kâinattaki sistemlerinden birine bağlı olarak aşamalarla
gelişir,
yıpranır, eskir ve sonunda köklü bir değişikliğe daha uğrar.
İşte ilk var oluştan sonraki bu iki değişim arasında
geçen süre her
varlığın kesin ömrünü
ifade eder.
Örneğin toprağa atılan bir tohumun, ekildiği andan itibaren
yeşerip bir zaman sonra kurumasıyla ya da kesilip biçilmesiyle
sona eren süre o bitkinin
ömrüdür. Keza bir sanatkâr tarafından
yapılan herhangi bir eserin
gerçekleştirildiği
andan itibaren kullanımdan
kaldırıldığı saate kadar geçen süre yine o eserin ömrüdür.
Ancak ömür ve ecel kavramları
bu basit
ve soyut
açıklamayı
aşarak insan idrâkinin ulaşamayacağı İlâhî irâdeye bağlı
özel bir anlam taşırlar. Bu da, ecel ve ömür, birbirlerinden
pek
soyutlanamayan
(ancak materyalıstlerin ileri sürdüğü gibi bir evrim
olarak değil), Allah’ın izni ve ezelî irâdesiyle
birbirini doğuran,
birbirini tamamlayan
devr-i dâim içindeki hayat ve kâinât olaylarının
birer parçasıdırlar.
Ecel Değişir mi? Allah Teâlâ, insanın ne zaman doğacağını ve
ne zaman öleceğini ezelî ve kuşatıcı ilmiyle kesin olarak bildiği
için ömrün uzaması ya da kısalması
mümkün değildir. “Allah’ın
her şeye gücü yeter, binâenaleyh
daha fazla yaşamak
için kulun
yapacağı duâyı kabul etmek O’nun için zor ya da imkânsız değildir”
demek bir çelişkidir. Çünkü Allah Teâlâ, tüm geleceği olduğu
gibi, her insanın ne zaman öleceğini de önceden
ve kesin olarak
bilir. Bu bakımdan duâ ile değişerek ileri bir zamana
ertelendiği
sanılan ecel, aslında, Allah tarafından
kesin şekilde belirlenmiş
olan eceldir.
Şu halde Allah’ın bir kimse için takdir buyurduğu
ölüm tarihini bu kişinin duâsıyla değiştirmesi demek, O’nun bu
ECEL VE ÖLÜM
- 19 -
olayı sonra düşünmesi ve iki şey arasında tercih yapması gibi ezelî
bilgisine
ters düşen bir durumdur.
Buna “Bedâ” denir. Bedâ ise
Şiîlikte bir inançtır ve Allah’ın sıfatlarına,
kemal ve kuşatıcılığına
aykırıdır.
“Allah dilediğini siler, dilediğini de (olduğu gibi) bırakır.”22 mealindeki
âyet-i kerimeye dayanarak ömrün artıp eksilebileceğine, ya da
başka bir ifade ile ecelin değişebileceğine inanmak da bir yanılgıdır.
Gerçekte Allah’ın, dilediğini silmesi; O’nun başlangıcı ve sınırı
olmayan
bilgisiyle, -yok olmasını belirlediği şeyi- zamanı geldiğinde
ortadan
kaldırması ve devam
edecek olan şeyi de vâdesine
kadar bekletmesi
demektir.
Burada şöyle bir soru ile karşılaşmak mümkündür: “Mâdem
ki her şey önceden kesin olarak belirlenmiştir ve her şey zamanı
gelince olup bitmektedir, öyle ise kulun duâ etmesi, örneğin, şer
ve belâların def olması, barışın, huzur ve mutluluğun gelmesi için
dilekte
bulunması
bir anlam taşımamaktadır. Hâlbuki Allah Teâlâ:
“Rabbiniz buyurdu,
Bana duâ edin, Benden dilekte bulunun, sizin için kabul
edeyim.”
23 diyor. Bu nasıl açıklanabilir?”
Önce şu gerçeği anlamaya çalışmak gerekir ki, Allah’ın kesin
yasaları
arasındaki ilişkilerde insanın ruhsal ve psikolojik yönlenmesini
sağlayan
etkiler vardır. Şer, kötülük, sıkıntı ve huzursuzluk,
ya da hayır,
huzur, sevinç
ve bereket göreceli kavramlardır. Bunlar
herkese göre değişir.
Nitekim aynı olayın, birini sevindirirken,
bir diğerini acılara boğduğu
bilinen
bir gerçektir.
Örneğin Allah
Teâlâ, kullarından birinin duâsını kabul
ederek amacını
gerçekleştirmekle
onu sevindirmeyi, buna karşın o kimseden nefret eden
bir diğerini de dolayısıyla aynı anda üzmeyi ezelî ilminde takdir
etmiş olabilir. Şu halde bir kimsenin,
örneğin: “Allah’ım beni mutlu
kıl!” diye duâ etmesi üzerine o insanın
gerçekten de herhangi
bir nedenle mutluluk duymaya başlaması
Allah’ın ezelde böyle bir
olayı bilmiş olmasındandır.
Ecel ve ömür meselelerine gelince bunlarda hiçbir izâfîlik yoktur.
Bilâkis ömür, ecel ve ölüm çok somut hayat olaylarıdır. Bunların
kesin
ve pozitif açıklamaları vardır. Her insana göre farklı
anlamlarda yorumlanamazlar.
Ölüm olayı, her insanın kanaat ve
yargısında yine ölümdür. Ecel ve ömür de böyledirler. Dolayısıyla
ölümü hazırlayan nedenlerle; değişken, izâfî psikolojik olayları
karıştırmamak gerekir.
22 13/Ra’d, 39
23 40/Mü’min, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
Bedâ ve Kader: Bedâ, bir kimsenin, önceden sonunu bir türlü
kestiremediği
bir şey hakkında, daha sonra kesin bir karara varması
anlamına gelen Arapça bir sözcüktür.
Bu sözcük, bazılarının, Allah’ın ilim, irâde ve tekvin sıfatlarına
ilişkin bir inanışlarına verilen addır. Onlardaki bu inanış: Sözde,
Allah Teâlâ’nın, daha önce belli şartlarda meydana geleceğini bildiği
bir olayı daha sonra değiştirmesi anlamına gelir.
Tabiatıyla bu, Allah’ın (hâşâ) yanılmak, önceden bir şeyi
kestirememek,
ya da birtakım hesaplar yaparak görüş ve karar
değiştirmek gibi -yaratıklara
mahsus- bir bocalama ve çelişki içine
düşmesi demektir ki Allah Teâlâ böyle bir eksiklikten münezzehtir.
Kesinlikle ifade etmek gerekir ki “Bedâ” kavramının İslâm
inancında
hiç bir yeri yoktur. Allah Teâlâ her şeyi ezelî ilmiyle
önceden bilmektedir
ve geleceği nasıl biliyorsa olayların tümü,
istisnâsız O’nun bildiği
şekilde, buyurduğu
ve belirlediği doğrultuda
cereyan eder ve olup biter. 24
Ölüm bir sünnetullah, Allah’ın evrendeki değişmez İlâhî kanunu
olduğundan, ondan kaçılamaz. Eğer Yüce Allah ölümü yaratmayıp
da insanlar ölmeseydi, ihtiyarlayıp ölümü nimet sayanların
hali ve şimdiden dünyanın insanlara dar gelmeye başlaması
karşısında durumumuz ne olurdu, bir düşünün! Bunu düşününce
ölümde büyük bir hikmet ve isâbet bulunduğunu anlarız. Bununla
birlikte, Yüce Allah intiharı yasaklayarak, hayatımızı korumakla
mükellef kıldığı gibi, başkasının hayatına kast etmeyi de men
ediyor. Öldürmek Allah’a mahsustur verdiği canı O alır. Öldürülen
kimsenin katiline cezâ verilmesi, öldürdüğü için (öldürme fiilini
yarattığı için) değil, Allah’ın haram kıldığı bir fiili işlediği için verilir.
Ölümü yaratan Allah’tır. Ölenin eceli gelip hayatı sona ereceği
an yaklaşınca katil onun ölümüne sebep olur. El-Muhyî, er-Razzâk,
el-Mü’mît olan yalnız Allah’tır. Her şeyi yaratan ve yarattıkları
tüm canlıların rızkını veren Allah Teâlâ olduğu gibi onları yok
edip öldüren de O’dur. Diriltmek ve öldürmek O’nun takdir ve
yaratmasıyladır. Her canlının belli ve takdir edilmiş bir eceli vardır.
Tabiat varlıklarının belli bir ömrü, bir işlev süresi vardır.25 Bütün
doğa varlıklarının olduğu gibi, insanların ve tüm canlıların belli
bir yaşama süresi vardır. O süreden ne az, ne de çok yaşamak
mümkündür. Buna ecel diyoruz.
24 Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y. s. 304-308
25 13/Ra’d, 2; 31/Lokman, 29; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 5
ECEL VE ÖLÜM
- 21 -
Öldürülmüş olan bir insan, Allah yanında mukadder olan eceli
ile ölür. İnsan, kazâ ve kader olarak Allah’ın ilminin ezelde ne
sûretle takdir edildiğini bilmez. Ona düşen görev, Allah’ın emrettiği
şekilde hayatını koruyup kendi ecelinin gelmesine sebep
olmamak ve başkasının hayatına tecâvüz etmemektir. Allah’ın
verdiği canı almak, yine Allah’a aittir. Bunun içindir ki, bir insanın
canına kıymış olan insan cezâsını görür. Çünkü kendi irâde ve tercihi
ile onun ecelinin gelmesine, o adamın ölmesine sebep olmuş
ve Allah’ın râzı olmadığı çirkin bir işi yapmış ve Allah’ın emrine
karşı gelmiştir.
“Allah’ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur.
O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır...”26 İnsan, kendisine tanınan
süreden eksik veya fazla yaşayamayacağına göre, ölmemek
için savaştan kaçmakla ölümden kurtulamaz. 27
“...Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir
edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp
giderlerdi...”28; “Ey iman edenler! Siz, inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere
çıkan veya savaşan kardeşleri hakkında, ‘eğer bizim yanımızda kalsalardı
ölmezler, öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati
onların kalplerine (kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası)
olarak koydu. Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla
görür.”29; “(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘bize uysalardı
öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlarsanız, canlarınızı
ölümden kurtarın bakâlim!’ de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü
sanmayın! Bilâkis onlar diridirler.” 30
Çeşitli bahanelerle Uhud Savaşından kaçıp çekilmiş olan
münâfıklar, savaşta ölmüş olan akrabâ ve tanıdıklarının haberini
alınca: “Eğer bizim yanımızda olsalardı, ölmezler, öldürülmezlerdi”
demişlerdi. Bu tür sözler, onların yüreklerindeki derdi arttırmaktan
başka bir şey sağlamaz. Çünkü Allah’ın takdirini inkâr,
her işi insanın kendi kusuruna bağlamak, insanı bunalıma sokar.
Gerçekte her şey Allah’ın takdirine bağlıdır. Ecel gelmedikçe insan
ölmez. Savaşta ölen, eceli sona erdiği ve cephede öleceği takdir
edildiği için ölür. Eceli dolmamış insanı Yüce Allah, kurşunlar,
bombalar arasından kurtarıp yaşatır. Allah’ın kaderine böyle iman
eden, tesellî ve huzur bulur. Korkunun ecele faydası yoktur, ölümden
kaçmak mümkün değildir. “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer ölümden veya
26 3/Âl-i İmrân, 145
27 3/Âl-i İmrân, 145, 156, 185; 4/Nisâ, 78; 33/Ahzâb, 16
28 3/Âl-i İmrân, 154
29 3/Âl-i İmrân, 156-158
30 3/Âl-i İmrân, 168-170
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz
gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.” 31
Toplumların Eceli: Bireylerin belli bir ömrü olduğu gibi, toplumların
da belli bir ömrü vardır. İnsan gibi toplum ve devletler
de doğar/kurulur, büyür/yükselir ve ölür. Sürelerini dolduran ümmetler
ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder,
başka ulus ve yönetimlerin egemenliği altına girerler. “Her
ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye
atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah’ın takdir ettiği vakitte yok
olup giderler).” 32
Yükselme ve egemenlik sürelerini dolduran uluslar, ahlâkî dejenerasyona
uğrayınca Allah’ın cezasını hak eder, ya tamamen
helâk edilip tarih sahnesinden silinir veya egemenliklerini yitirirler.
33
Ecel meselesini Allah’ın bilgisi açısından ele alacak olursak;
Allah’ın her şeyi nasıl olacaksa öyle bildiğinden; “eceli de, meydana
geliş şartları nasıl olacaksa olsun, bütün mâhiyeti ile bilip
takdir etmiştir” diyebiliriz.
Ecele inanç, insanları korkaklıktan, haklarının gasbedilmesine
karşı tepkisiz olmaktan, zulme seyirci kalmaktan kurtardığı
için, sosyal hayat için de çok faydalı bir unsurdur. Kişileri tembelliğe
ve tedbirsizliğe değil; aksine, daha cesur ve atak çalışmaya
ve gayrete yöneltir. Sebepleri putlaştırmanın önüne geçer.
Yakınlarından biri öldüğünde kişinin “keşke”ler içinde boğulmasına,
başkalarına ve kendine gereksiz suçlamalar yapmasına engel
olur. Ölüm gibi doğal ama ölünün yakınlarına acı veren bir olayı
daha rahat kabullenip Allah’a, O’nun kaderine teslim olmayı sağlar.
Dolayısıyla ecel inancı, insanın dünya ve âhiret mutluluğuna
engel olacak yanlışlıklardan kurtulmasına sebep olur.
Kur’ân-ı Kerim’de Ecel ve Ölüm
Kur’ân-ı Kerim’de “ecel” kelimesi, toplam 52 yerde geçer. Ayrıca,
iki âyet-i kerimede “ecel” kelimesi fiil halinde kullanılır;34 bir
âyette de mef’ûl ismi olarak müeccel şeklinde kullanılır.35
31 33/Ahzâb, 16
32 7/A’râf, 34; Aynı konuyla ilgili âyetler için bk. 10/Yunus, 49; 15/Hicr, 5; 23/
Mü’minûn, 43.
33 7/A’râf, 135, 185; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 104; 13/Ra’d, 38; 14/İbrâhim, 10,
44; 16/Nahl, 61; 17/İsrâ, 99; 20/Tâhâ, 128-129; 29/Ankebût, 5; 35/Fâtır, 45;
42/Şûrâ, 14
34 6/En’âm, 128; 77/Mürselât, 12
35 3/Âl-i İmrân, 145
ECEL VE ÖLÜM
- 23 -
Yaşama süresi anlamında kullanılan ömür (“umr”) kelimesi
ise 7 âyette geçer. Ayrıca 5 yerde de bu anlamdaki umr kelimesi,
fiil halinde kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de ölüm anlamındaki “mevt”
kelimesi ve türevleri 165 yerde geçer. Vefat gibi değişik kelime ve
ifadelerle ölümden 190 yerde söz edilen Kur’ân-ı Kerim’de, bütün
âyetlerin yaklaşık üçte biri; ölümle, öldükten sonra dirilmeyle,
âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir.
Âyet-i kerimelerde, insanların ve toplumların Allah tarafından
takdir edilmiş ecelleri, yani yaşama süreleri olduğu ısrarla belirtilir.
Bu ecel/süre, ne bir saat (an) öne alınır, ne de bir an geciktirilir.
Kur’an’da; yaratan ve öldürenin Allah olduğu, O’nun insanları
tekrar diriltip hesaba çekeceği, ölümden sonra insanların O’na
döneceği belirtilir. Sahte tanrıların kimseyi öldürüp diriltemeyeceği,
kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecekleri vurgulanır.
Yaşayanların ömürlerinin Allah katında belli bir eceli/süresi olduğu,
o süre dolup ecelleri geldiğinde canlıların bir an bile geciktirilmeden
veya öne alınmadan ölüm acısını tadacakları ifade edilir.
Bazı âyetlerde ay, güneş ve diğer gezegenlerin düzenli hareketlerinin
süresinin belirlenmiş olduğu ifade edilirken,36 bir kısmında
göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin tâbi olduğu kozmik
düzenin bozulacağı bir vaktin bulunduğu anlatılır.37 Ecelle ilgili
âyetlerde, Allah’ın her insan için bir yaşama süresi ve bir ölüm
vakti belirlediği ifade edilmiş,38 kendilerine uzun ömür verilenlerin
de, ömrü kısaltılanların da mutlaka bir kitapta yazılı olduğu
bildirilmiştir.39 İlâhî emirlere uyanların tâyin edilmiş ölüm vaktine
kadar güzel bir şekilde yaşatılacakları müjdelenirken,40 zâlimlerin
de ecelleri gelinceye kadar cezâlandırılmayacağı, ancak zamanı
gelince bir anlık öne alış veya erteleme yapılmayacağı belirtilmiştir.
41 Bazı insanların hayatlarının ihtiyarlamadan önce sona
erdirildiği, bazı kişilerin ise kendileri için belirlenen süreye kadar
yaşatıldığı anlatılmıştır. 42
Kur’ân-ı Kerim’e göre toplumlar da bireyler gibi birer organizmadırlar.
Bireylerin belli bir ömrü, süresi olduğu gibi, toplumların
da belli bir ömrü, süresi vardır. Hiçbir nefis, kendisi için belirlenen
36 13/Ra’d, 2; 30/Rûm, 8; 31/Lokman, 29
37 6/En’âm, 2, 128; 14/İbrâhim, 10; 29/Ankebût, 5, 53
38 6/En’âm, 2, 60
39 35/Fâtır, 11
40 11/Hûd, 3
41 16/Nahl, 61; 29/Ankebût, 53
42 40/Mü’min, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
süreden az ya da çok yaşayamayacağı gibi,43 hiçbir toplum ve ulus
da sürelerinden fazla yaşayıp egemen olamaz. Toplumların eceli,
yani yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık süre için öne alınmayacağı
gibi, geriye bırakılmayacağı da bildirilir. 44
“Ey kâfirler! Siz ölü (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getirip hayat
veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Şunu bilin ki, sonra sizi (eceliniz
gelince) O, öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve tekrar O’na döndürüleceksiniz
(orada hesap vereceksiniz).” 45
“(Ey Muhammed, onlara:) ‘Şayet (iddiâ ettiğiniz gibi) âhiret yurdu Allah
katında diğer insanlara değil de yalnızca size aitse ve bu iddianızda
doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin (bakâlim)’ de. Onlar, kendi elleriyle
önceden yaptıkları işler (günah ve isyanları) sebebiyle hiçbir zaman
ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zâlimleri iyi bilir. “Yemin olsun ki,
sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Şirk
koşan müşriklerden/putperestlerden her biri de arzular ki, bin sene yaşasın.
Oysa yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların
yapmakta olduklarını eksiksiz görür.” 46
“Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) ‘ölüler’ demeyin. Bilâkis onlar
diridirler, lâkin siz onu hissedemez, anlayamazsınız. Andolsun ki sizi biraz
korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik)
ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler,
kendilerine bir belâ geldiği zaman: ‘Biz Allah içiniz ve biz O’na döneceğiz’
derler.” 47
“Bir zamanlar İbrahim de Rabbine ‘Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini
bana göster’ dedi. Rabbi ona: ‘Yoksa inanmadın mı?’ deyince, ‘Hayır!
İnandım. Lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istedim’ dedi.
Bunun üzerine ‘Öyleyse kuşlardan dört tanesini yakala, onları yanına al,
sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra
onları kendine çağır, koşarak sana gelirler. Bil ki Allah azîzdir, hakîmdir’
buyurdu.” 48
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak
müslümanlar olarak can verin.” 49
“Allah’ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur.
43 63/Münâfıkun, 11
44 7/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49; 14/İbrâhim, 10; 15/Hicr, 5; 16/Nahl, 61; 23/Mü’minûn,
43; 71/Nûh, 4
45 2/Bakara, 28
46 2/Bakara, 94-96
47 2/Bakara, 154-156
48 2/Bakara, 260
49 3/Âl-i İmrân, 102
ECEL VE ÖLÜM
- 25 -
O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini
isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da
bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” 50
“...Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş
olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi...”
51
“Ey iman edenler! Siz, inkâr edenler gibi, yeryüzünde sefere çıkan veya
savaşan kardeşleri hakkında, ‘eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler,
öldürülmezlerdi’ diyenler gibi olmayın. Allah bu kanaati onların kalplerine
(kaybettikleri yakınları için onulmaz) bir hasret (yarası) olarak koydu.
Hayatı veren de, alan da Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görür. Eğer
Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah’ın rahmet ve
mağfireti, onların elde edecekleri bütün şeylerden daha hayırlıdır. Andolsun,
ölseniz de, öldürülseniz de Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.” 52
“(Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘bize uysalardı öldürülmezlerdi’
diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlarsanız, canlarınızı ölümden
kurtarın bakâlim!’ de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın!
Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri
ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından
gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine
de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermenin sevincini duymaktadırlar.”
53
“Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyâmet günü yaptıklarınızın karşılığı
size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa
o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise, aldanma
metâından başka bir şey değildir.” 54
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam
kalelerde olsanız bile!” 55
“Sizi bir çamurdan yaratan, sonra eceli/ölüm zamanını takdir eden
ancak O’dur. Bir de O’nun katında ecel-i müsemmâ/muayyen bir ecel
(kıyâmet günü) vardır. Hal böyle iken siz hâlâ şüphe (mi) ediyorsunuz(?)” 56
“Sizi geceleyin öldüren (öldürür gibi uyutan) ve gündüzün güç yetirip
etkilemekte (yapıp işlemekte) olduklarınızı bilen, sonra adı konulmuş
50 3/Âl-i İmrân, 145
51 3/Âl-i İmrân, 154
52 3/Âl-i İmrân, 156-158
53 3/Âl-i İmrân, 168-170
54 3/Âl-i İmrân, 185
55 4/Nisâ, 78
56 6/En’âm, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
ecel doluncaya kadar onda (gündüzde) sizi dirilten (uykudan uyandıran)
O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size
O haber verecektir.” 57
“O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular
gönderir. Nihayet birinize ölüm geldimi elçilerimiz (can almakla
görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar (bu hususta verilen vazifeyi
yapmakta) kusur etmezler.” 58
“De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm;
hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana öyle emrolundu
ve ben müslümanların ilkiyim.” 59
“Her ümmetin (takdir edilmiş) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir
an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah’ın takdir ettiği
vakitte yok olup giderler).” 60
“Onlar, göklerin ve yerin ‘bağımlı olduğu egemenliğe ve sünnete’
(melekûta), Allah’ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine
bakmıyorlar mı? Bundan sonra artık hangi söze inanacaklar?” 61
“Eğer Allah, onların hayra ulaşmak için çarçabuk davrandıkları gibi,
insanlara şerri de çabuklaştırsaydı, mutlaka ecellerine hüküm verilirdi (ve
hepsi de helâk olurlardı). İşte Bize kavuşmayı ummayanları Biz böylece
taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşır bir durumda (kendi başlarına) bırakırız.”
62
“De ki: ‘Ben kendime bile Allah’ın dilediğinden başka ne bir zarar ne
de bir menfaat verme gücüne sahibim.’ Her ümmetin (takdir edilmiş) bir
eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kalırlar ne de ileri
giderler.” 63
“Ve Rabbinizden mağfiret dilemeniz, sonra da O’na tevbe etmeniz
için (Bu Kitap indirildi. Eğer bu emrolunanları yaparsanız), Allah sizi, tâyin
edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatır, faziletli olan/fazlasını yapan
herkese de iyiliğinin karşılığını kendi lütfundan verir. Eğer yüz çevirirseniz,
ben sizin başınıza gelecek büyük bir günün azabından korkarım.” 64
“Biz onu (kıyâmet gününü) sadece sayılı bir müddetin sona ermesine
kadar bekletir, erteleriz.” 65
57 6/En’âm, 60
58 6/En’âm, 61
59 6/En’âm, 162-163
60 7/A’râf, 34
61 7/A’râf, 185
62 10/Yûnus, 11
63 10/Yûnus, 49
64 11/Hûd, 3
65 11/Hûd, 104
ECEL VE ÖLÜM
- 27 -
“... Her ecel (tesbit edilmiş süre) için bir kitap (yazı, hüküm, son) vardır.” 66
Her vakit ve müddetin Allah katında ayrı ayrı bir yazısı, hikmet
gereği verilmiş özel bir hükmü vardır. Bu müddet içerisinde
kurtuluşa ermek veya azâba müstahak olmak için insanlara mühlet
ve müsâade verilmiştir.
“İnsanları, kendilerine azâbın geleceği gün (kıyâmet) hakkında uyar/
korkut ki, sonra zâlimler; ‘Ey Rabbimiz! Yakın bir ecele/müddete kadar
bize süre ver de Senin dâvetine uyalım ve peygamberlere tâbi olalım’ derler.
(Onlara denilir ki:) ‘Daha önce, sizin için bir zevâl olmadığına yemin
etmemiş miydiniz?” 67
“Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki, hakkında (Bizce) bilinen bir yazı/
yazgı olmasın.” 68
Gerek arâzisini yere batırmak ve gerekse halkını yok etmek
sûretiyle veya başka âfetlerle helâk edilen memleketlerin hiç biri,
körü körüne, tesâdüfî olarak helâk edilmiş değildir. Allah tarafından
tâyin ve takdir edilip Levh-i Mahfûz’da yazılmış şaşmaz,
unutulmaz ve gaflet edilmez bir yazı gereğince helâk olmuşlardır.
Demek ki, devlet ve toplumların da fertler gibi takdir edilmiş
belli ömürleri vardır. Bireyler doğduğu, geliştiği, ihtiyarladığı
ve nihâyet öldüğü gibi, devletler de kurulur, gelişir ve nihâyet
Allah’ın takdir ettiği gün gelince, yıkılıp tarihe karışırlar. Fertler
gibi bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü
olur.
“Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” 69
“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezâlandıracak olsaydı, yeryüzünde
hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları ecel-i müsemmâya/takdir
edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir
saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” 70
“Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir
şeyi bilmez hale gelsin (bilgisizliğin ne demek olduğunu anlasın) diye
sizden bazı kimseler erzel-i ömre/ömrün en kötü çağına kadar yaşatılır.
Şüphesiz ki Allah alîmdir/bilgilidir, kadîrdir/kudretlidir.” 71
“Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem
sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir.” 72
66 13/Ra’d, 38
67 14/İbrâhim, 44
68 15/Hicr, 4
69 15/Hicr, 5
70 16/Nahl, 61
71 16/Nahl, 70
72 20/Tâhâ, 74
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
“Eğer Rabbinden, daha önce sâdır olmuş bir söz ve ecel-i müsemmâ/
tâyin edilmiş bir vâde olmasaydı, (cezâ ve helâk onlar için de dünyada)
gerekli ve kaçınılmaz olurdu.” 73
“Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen,
sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme
olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize
döndürüleceksiniz.” 74
“Evet, onları da, atalarını da barındırdık. Nihâyet ömür kendilerine (hiç
bitmeyecek gibi) uzun geldi. Oysa onlar, bizim gelip (kâfirlere âit) arâziyi
çevresinden eksilteceğimizi görmezler mi? Şu halde, üstün gelen onlar
mı?” 75
“Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki,
Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan),
sonra uzuvları (önce) belirsiz, (sonra) belirlenmiş canlı et parçasından
(uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim.
Ve dilediğimizi, ecel-i müsemmâya/belirlenmiş bir süreye kadar
rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra
güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz). İçinizden kimi vefat eder;
yine içinizden kimi de erzel-i ömre/ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür;
tâ ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin.
Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat Biz, üzerine
yağmur indirdiğimizde o kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten)
iç açıcı bitkiler verir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O, ölüleri diriltir.
Yine O, her şeye hakkıyla kaadirdir. Kendisinde şüphe olmayan kıyâmet
vakti de gelecek; Allah, kabirlerdeki kimseleri diriltip kaldıracaktır. “ 76
“O, (önce) size hayat veren, sonra öldürecek, sonra yine diriltecek
olandır. Gerçekten insan, çok nankördür!” 77
“Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.” 78
“(Kâfirler) O’nu bırakıp hiçbir şey yaratmayan, bilâkis kendileri yaratılmış
olan, bizzat kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye,
hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri
yetmeyen tanrılar edindiler.” 79
73 20/Tâhâ, 129
74 21/Enbiyâ, 34-35
75 21/Enbiyâ, 44
76 22/Hacc, 5-7
77 22/Hac, 66
78 23/Mü’minûn, 43
79 25/Furkan, 3
ECEL VE ÖLÜM
- 29 -
“Sen, ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd
ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” 80
“Bil ki sen, ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olana sağırlara
da dâveti duyuramazsın.” 81
“Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın eceli/O’nun tâyin
ettiği o vakit, elbet gelecektir. O, her şeyi işiten ve bilendir.” 82
“Senden, azâbı çarçabuk (getirmeni) istiyorlar. Eğer ecel-i müsemmâ
(adı konulmuş bir ecel, önceden tâyin edilmiş bir vakit/vâde) olmasaydı,
elbette onlara azap gelip çatmış olurdu. Fakat kendileri şuurunda olmadan
(hiç farkına varmadıkları bir sırada) o, onlara kuşkusuz âniden geliverecektir.”
83
“Her nefis/can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.” 84
“Kendi kendilerine, Allah’ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları
ancak hak olarak ve ecel-i müsemmâ (muayyen bir süre) için yarattığını
hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten
inkâr etmektedirler.” 85
“Allah (o yüce varlıktır) ki, sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra
O, hayatınızı sona erdirecek, daha sonra da sizi (tekrar) diriltecektir. Peki,
sizin (Allah’a eş tuttuğunuz) ortaklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek
var mı? Allah onların şirk/ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.”
86
“Bilmez misin ki Allah, geceyi gündüze ve gündüzü geceye katmaktadır.
Güneşi ve ayı da buyruğu altına almıştır. Bunların her biri ecel-i
müsemmâya/belli bir vâdeye kadar hareketine devam eder. Ve Allah, yaptıklarınızdan
tamamen haberdardır.” 87
“Kıyâmet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru
O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.
Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah, her şeyi
bilendir, her şeyden haberdardır.” 88
“De ki: ‘Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize
döndürüleceksiniz.” 89
80 25/Furkan, 58
81 27/Neml, 80
82 29/Ankebût, 5
83 29/Ankebût, 53
84 29/Ankebût, 57
85 30/Rûm, 8
86 30/Rûm, 40
87 31/Lokman, 29
88 31/Lokman, 34
89 32/Secde, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız,
kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de,
yaşatılacağınız süre çok değildir.” 90
“Allah sizi (önce) topraktan, sonra menîden yarattı. Sonra sizi çiftler
(erkek-dişi) kıldı. O’nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de
doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da
mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Şüphesiz bunlar, Allah’a kolaydır.” 91
“Allah, geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar;
güneş ve ayı emri altına almıştır. Her biri ecel-i müsemmâya/belirtilmiş
bir süreye kadar akıp gider. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır.
Mülk O’nundur. O’nu bırakıp da kendilerine taptıklarınız ise, bir çekirdek
kabuğuna bile sahip değillerdir.” 92
Gecenin gündüze, gündüzün geceye girdirilmesi, gecenin
gündüzün yerini, gündüzün de gecenin yerini almasıdır. Başka bir
ifâdeyle; birinin kısalmasıyla diğerinin uzamasıdır. Güneş ve ayın
belirtilen süreye kadar akıp gitmesi, kendi yörüngeleri etrafında
dönüşlerini kıyâmete kadar sürdürmeleri veya güneşin bir yılda,
ayın da bir ayda dönüşünü tamamlamasıdır. Bütün bunlar Allah
tarafından takdir edilip belirlenmiş bir süreye, yani müsemmâ bir
ecele kadar böyle devam edecektir.
“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmelerine hükmedilmez
ki ölsünler. Cehennem azâbı da biraz olsun hafifletilmez. İşte Biz, küfürde
ileri giden her nankörü böyle cezâlandırırız. Onlar orada: Rabbimiz!
Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine sâlih ameller/iyi işler yapalım! diye
feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt alabileceği
kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmemiş miydi? (Niçin inanmadınız?)
Şimdi tadın (azâbı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.” 93
Gelen uyarıcıdan maksat, peygamberler ve kitaplardır. Bazıları;
akıl, ihtiyarlık ve yakınların ölüm gibi özellikleri de uyarıcı
olarak açıklar.
“Eğer Allah, kazandıkları dolayısıyla insanları (azap ile hemen) yakalayıverip
cezâlandıracak olsaydı, (yerin) sırtı üzerinde hiçbir canlıyı bırakmazdı.
Ancak, onları, ecel-i müsemmâya/adı konulmuş bir süreye kadar
ertelemektedir. Sonunda ecelleri geldiği zaman (gerekeni yapar). Zira
şüphesiz Allah, kendi kullarını görmekte/gözetlemektedir.” 94
90 33/Ahzâb, 16
91 35/Fâtır, 11
92 35/Fâtır, 13; bak. Benzer âyet: 39/Zümer, 5
93 35/Fâtır, 36-37
94 35/Fâtır, 45
ECEL VE ÖLÜM
- 31 -
“Kime uzun ömür verirsek Biz onun yaratılışını (gençliğini, güzelliğini,
gelişmesini) bozar, tersine çevirir, beli bükük hale getiririz. Onlar bunu hiç
düşünmezler mi?” 95
“Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz siz de,
kıyâmet günü, Rabbinizin huzurunda muhâkeme olacaksınız.” 96
“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince; ölmeyenin de uykusunda ruhları
alır. Bu sûretle hakkında ölümle hükmettiği (rûhu) tutar, ötekini belirli
bir vakte kadar (bedene) salıverir. Şüphe yok ki bunda, iyi düşünecek bir
kavim için kesin ibretler vardır.” 97
“Sizi topraktan, sonra menîden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan)
yaratan sonra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa
erişmeniz, sonra da yaşlanıp ihtiyar olmanız için yaşatandır. İçinizden kimi
de daha önce vefat ettirilmektedir. Allah yaşatmayı ecel-i müsemmâya/
belli bir vakte ulaşmanız ve olur ki aklınızı kullanıp düşünmeniz için yapar.”
98
Âyette, ilk insan Âdem’in (a.s.) topraktan yaratıldığına işâret
edildikten sonra, insanın ana rahminden ihtiyarlığına kadar çeşitli
safhaları tasvir ediliyor. Erken çağlardaki ölümle gençlik ve
yaşlılık devrelerindeki ölümün sebepleri, ecel ve hikmet kavramlarıyla
izah ediliyor.
“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik
dolayısıyla ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden, adı konulmuş bir
ecele/belli bir süreye kadar erteleme sözü geçmiş (verilmiş) olmasaydı,
muhakkak aralarında hüküm verilmiş (iş bitirilmiş)ti...” 99
“(Mü’minler) Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah
onları cehennem azâbından korumuştur.” 100
“(Müşrikler) dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. (Kimimiz)
ölürüz, (kimimiz) yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta
onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.” 101
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş
bir ecel (belli bir süre) için yarattık...” 102
95 36/Yâsin, 68
96 39/Zümer, 30-31
97 39/Zümer, 42
98 40/Mü’min, 67
99 42/Şûrâ, 14
100 44/Duhân, 56
101 45/Câsiye, 24
102 46/Ahkaf, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
“Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir de, ‘işte (ey insan) bu, senin
öteden beri kaçtığın şeydir’ denir.” 103
“Yeryüzünde bulunan her canlı fânîdir, yok olacaktır.” 104
“Aranızda ölümü takdir eden Biziz. Ve Biz, önüne geçilebileceklerden
değiliz. Böylece, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz
bir yaratılışta tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik).” 105
“De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır.
Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’a döndürüleceksiniz, O size
bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” 106
“Herhangi birinize ölüm gelip de ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar
geciktirsen de sadaka/zekât verip iyilerden olsam!’ demesinden önce,
size verdiğimiz rızıktan infak edin (Allah için harcayın). Allah, eceli gelince
hiçbir nefsi geri bırakmaz. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” 107
“O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak
için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.”
108
“Ki günahlarınızı bağışlasın ve sizi ecel-i müsemmâya (adı konulmuş
bir ecele, belli bir vâdeye) kadar ertelesin. Elbette Allah’ın eceli (tâyin ettiği
vâde) geldiği zaman, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!” 109
“Allah’ın emir ve kazâsı (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O
(ölüm), belli bir ecele/süreye göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse,
kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan
veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” 110
Belirlenmiş bir yazıya, tâyin edilmiş bir ecele göre, Allah’ın
izni olmadan, eceli gelmeden hiçbir nefis için ölmek yoktur. Ölüm
şekli nasıl olursa olsun, kişi öldüğü zaman ecelinin bittiği anlaşılır.
Her kim dünya menfaatini isterse ona ondan veririz, her kim
de âhiret nimetini isterse ona da ondan veririz. Müslüman olsun,
kâfir olsun kişinin yiyeceği, içeceği, giyeceği her şey yazılmıştır.
Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Rızkının bitmesi ecelinin gelmesi
demektir. Cihada katılmak ölümü çabuklaştırmadığı gibi, cihaddan
geri kalmak veya kaçmak da ölümü geciktirmez. Öyleyse
103 50/Kaf, 19
104 55/Rahmân, 26
105 56/Vâkıa, 60-61
106 62/Cum’a, 8
107 63/Münâfıkûn, 10-11
108 67/Mülk, 2
109 71/Nûh, 4
110 3/Âl-i İmrân, 145
ECEL VE ÖLÜM
- 33 -
neden hezimete uğradınız? Hezimet ölümü defedemez, sebat da
hayatı kesemez. Elbette ki verdiğimiz nimetlerden dolayı nankörlük
etmeyip şükredenleri, emir ve yasaklarımıza riâyet edenleri
Cennet nimetleriyle mükâfatlandıracağız!..
Mevdûdi diyor ki: “Burada müslümanlara ölüm korkusundan
kaçmanın anlamsız olduğu öğütleniyor. Çünkü hiç kimse Allah’ın
belirlediği zamandan bir dakika bile önce veya belirlenen zamandan
bir dakika bile fazla yaşayamaz. Bu nedenle insanın dikkat
etmesi gereken konu, ölümden nasıl kaçılacağı değil, bu dünyada
kendisine verilen zamanı nasıl en iyi bir şekilde değerlendirebileceği
olmalıdır. Önemli olan nokta şudur: İnsan kendisine verilen
zamanı bu dünya hayatı için mi, yoksa ölümden sonraki hayat için
mi harcayacaktır? 111
Hadis-i Şeriflerde Ecel ve Ölüm
Ecel kelimesi, Kur’an’daki kullanılışlarına benzer şekilde çeşitli
hadislerde de yer almaktadır. Bazı hadislere göre eceli gelmeyen
hastalar şifâ bulur; bu sebeple ziyâretçiler hastalar için şifâ dileğinde
bulunmalıdır.112 Bir kısım hadislerde ecelin insanın emellerine
ulaşmasına engel olduğu, her insanın ecelinin önceden
takdir edildiği bildirilirken,113 diğer bir kısmında, çok uzun ömürlü
olmaktan (erzel-i umr’den) Allah’a sığınan Hz. Peygamber’in
kendisine hizmet edenlere uzun ömürlü olmaları için duâ ettiği,
akrabâyı ziyâret edip onları gözetmenin, komşulara karşı güzel
davranmanın ve sadaka vermenin ömrü uzattığı ifade edilmiştir.
114
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün
yere çubukla, kare biçiminde bir şekil çizdi. Sonra, bunun ortasına
bir hat çekti, onun dışında da bir hat çizdi. Sonra bu hattın ortasından
itibaren bu ortadaki hatta istinat eden bir kısım küçük çizgiler
attı. Rasûlullah (s.a.s.) bu çizdiklerini şöyle açıkladı: “Şu çizgi
insandır. Şu onu saran kare çizgisi de eceldir. Şu dışarı uzanan çizgi de
onun emelidir. (Bu emel çizgisini kesen) şu küçük çizgiler de musîbetlerdir.
Bu musîbet oku yolunu şaşırarak insana değemese bile, diğer biri değer.
Bu da değmezse ecel oku değer.”115 (İnsanın, ecel ve ölümün elinden
kurtulamayacağı burada somut bir şema ile ifâde edilmiştir.)
111 Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, Âl-i İmrân, 145. âyetin tefsiri
112 Ahmed bin Hanbel, I/239
113 Ahmed bin Hanbel, V/197; Tirmizî, Tefsir 2
114 Ahmed bin Hanbel, III/156, VI/159; Buhârî, Deavât 26; İbn Mâce, Mukaddime
10; Tirmizî, Deavât 113
115 Buhârî, Rikak 3; Tirmizî, Kıyâmet 23, h. no: 2456; İbn Mâce, Zühd 27, h. no:
4231
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
“Dikkat ediniz! Emel ve arzularınız uzayıp size ecelinizi unutturmasın.
Aksi takdirde kalpleriniz katılaşır.” 116
Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) yere bir çizgi çizdi ve:
“Bu, insanı temsil eder” buyurdu. Sonra bunun yanına ikinci bir çizgi
daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” buyurdu. Ondan daha
uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilâve
etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha
yakın olan (eceli) ansızın geliverir.” 117
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) omzumdan tuttu
ve: “Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol” buyurdu. Tirmizî’nin
rivayetinde, “yolcu gibi ol” sözünden sonra şu ziyâde var: “Kendini
kabir ehlinden say.” 118
İbn Ömer (r.a.) şöyle diyordu: “Akşama erdinmi, sabahı bekleme,
sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin
için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” 119
1- Yukarıda kaydedilenler dışında başka kaynaklarda da
rivâyet edilmiş olan hadiste Rasûlullah (s.a.s.) kendisini gerçek
kulluğa veren kimseyi, önce evi, meskeni olmayan garibe (gurbette
olan kimseye), sonra hareket hâlinde olan yolcuya benzetiyor.
Çünkü yolcu bir yere haz almak için inmez, yolculuğuna devam
edebilmek için dinlenmek ve yolculuğu sırasında lâzım olacak eksiklikleri
tamamlamak üzere konaklar.
Ayrıca garîb, yabancı yerde tanıdığı ve güvenebileceği kimselerin
azlığı sebebiyle emniyetsizlik duyar ve belli bir korku içerisindedir.
Yolcu da öyle. Fazla olarak yolcu, taşıyabileceği zarurî
eşyayı sırtına yükler. Zarurî olmayan, lüks ve güç getiremeyeceği
yükü almaz. Şu halde âbide: “Garib ve yolcu gibi ol” şeklinde yapılan
tavsiyenin içinde “Dünyaya bağlanma, ölümden sonrası için
hazırlan, ebede giden yolculukta gerekli olan azığı yani ibâdeti
hazırla”, yani “zühd’ü elden bırakma” tavsiyesi mevcuttur. Nevevî
merhum şöyle demiştir: “Hadisin mânâsı şudur: Dünyaya dayanma,
ona sâbit kalacağın bir vatan gözüyle bakıp bağlanma, dünyada
bâkî kalacağın içinden geçmesin, yolcunun vatanında olmadıkça
bağlanmadığı şeylere sakın dünyada bağlanıp kalma.”
116 İbn Mâce, Mukaddime 7
117 Buhârî, Rikak 4; Tirmizî, Zühd 25, h. no: 2335; İbn Mâce, Zühd 27, h. no:
4232
118 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/471
119 Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, h. no: 2334
ECEL VE ÖLÜM
- 35 -
Hadisi şöyle anlayan da olmuştur: “Yolcu, vatanına giden,
onun peşinde olan kimsedir. Kul, dünyada, efendisi tarafından
bir ihtiyacı görmek üzere yabancı bir yere gönderilmiş kimse gibidir.
Ona düşen verilen hizmeti bir an önce görüp dönmektir,
kendisine verilen hizmet dışında bir şeye bağlanıp kalmaz. Öyle
ise mü’min, vatan-ı aslîsi olan âhireti düşünmeli, ibâdet, kulluk
hizmetiyle geldiği dünyada bu hizmetin dışına çıkarak dünyaya
bağlanıp kalmamalı, gönlünden, fikrinden döneceği asıl yurdunu
çıkarmamalıdır.
2- Rivâyetin ikinci kısmı İbn Ömer (r.a.)’in şahsî sözü, yani
mevkuf hadis gözükmektedir. Ancak, aynı mânaya gelen merfû
rivâyetler mevcuttur. Hâkim’in tahric ettiği bir rivâyet şöyledir:
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Beş şey gelmeden evvel beş şeyin
kıymetini bilin. İhtiyarlık gelmeden evvel gençliğin, hastalık gelmeden
evvel sağlığın, fakirlik gelmeden evvel zenginliğin, sıkıntı gelmeden evvel
rahatlığın, ölüm gelmeden evvel hayatın.”
Bazı âlimler İbn Ömer (r.a.)’in yukarıdaki sözleri merfû hadisten
aldığını söylemiştir. Nitekim onun nasihati tûl-i emeli kırmaya
tazammum etmekte, ömrünü ibâdet cihetinden içinde bulunduğu
gün bilmesini (yarına çıkamayabileceğini düşünmeyi) kişiye
tavsiye etmektedir. Zira, akıllı kişi akşama erdimi yarını beklemez,
(o günkü kulluk vazifelerini eksiksiz tamamlar). Sabaha erince de
akşamı beklemez, her saatin işini saatinde yapar, ecelinin sabaha
veya akşama ulaşmadan gelebileceğini düşünür.
3- “Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap” sözü
“ölümden sonra sana faydası olacak amelde bulun, sıhhatli iken
hayırlı işler yapmada acele et, böyle işleri başka zaman yaparım
diye te’hir etme, mevcut fırsatı bu yoldan hemen değerlendir, zira
âniden hastalık gelir ve sâlih amel yapmana mâni olur ve “sonra
yaparım” kuruntusuyla, âhirete azıksız gidiverirsin...” demektir.
İbn Hacer der ki: Bu hadis “Kul hastalanır veya sefere çıkarsa sıhhatli
ve mukim (evinde) iken yaptığı ibâdeti Cenâb-ı Hak aynen kendisi
için yazar.” hadisine muhâlefet etmez. Çünkü bu hadis, amel eden
kul hakkında vârid olmuştur. Şu halde mü’min sağlığında ve normal
şartlarda hangi amele ve hangi niyete kendini alıştırıp adapte
etmişse, hastalık, yolculuk, yaşlılık gibi ibâdet ve sâlih amellerine
mâni olan durumlar sebebiyle onları yapamaz hâle gelse
Cenâb-ı Hak niyetine binâen sevabını eksiltmeksizin yazmaktadır.
Musîbete, belâya gösterdiği sabır ve tahammülün derecesine
göre kazanacağı sevaplar bundan hâriç.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
İbn Ömer (r.a.)’in hadisindeki tahzîr (korkutma), hiçbir şey
yapmayan kimse hakkındadır. Zira böyle birisi hastalandığı zaman,
sağlık hâlinde hayırlı amelleri terk etmiş olmaktan pişman olur.
Hastalık halinde de yapamayacak hale gelir ve pişmanlığı fayda
vermez.
4- Hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Abdullah İbn Ömer (r.a.)’in
omzundan tutması -söyleyeceklerine dikkatini çekmek için- uyarma
ve aradaki muhabbet ve samimiyeti arttırmaya yöneliktir.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın bu çeşit davranışları öğreticilere metod da
vermiş olmaktadır. Tebliğde etkiyi arttırmak için bunlara da riâyet
edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bütün ümmeti kastederek tek
bir ferde hitap etmiştir. Bu rivâyette Rasûlullah (s.a.s.)’ın hayrın
ümmete ulaşması, onların dünyayı terkederek, zarurî şeylerle yetinmeye
teşvikleri hususunda büyük bir arzu içinde olduğu görülmektedir.
120
“Ana rahminde, Allah tarafından bir melek gönderilerek dört şey teszbit
ettirilir: Kişinin rızkı, eceli, ameli ve şakî veya saîd mi olacağı.” 121
“Nutfe ana rahminde kırk yahut kırk beş gece kaldıktan sonra melek
gelir ve: ‘Yâ Rabbi! Şakî mi, saîd mi olacak? Erkek mi, dişi mi olacak?’ der
ve Allah’ın dediğini yazar. Bundan sonra, yapacağı işleri (amel), rızkı ve
eceli de yazılır. Nihâyet sayfa, artık ona hiçbir şey ilâve ve eksiltme olmaksızın
dürülür, kapanır.” 122
Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) elindeki iki
çakıl(dan birini yakına, diğerini uzağa) atarak: “Şu ve şu neye
delâlet ediyor biliyor musunuz?” dedi. Cemaat: “Allah ve Rasûlü
daha iyi bilir” dediler. Buyurdu ki: “Şu (uzağa düşen) emeldir, bu
(yakına düşen) de eceldir (Kişi emeline ulaşmak için gayret ederken ulaşmadan
ölüverir).”123
“Ecelini altmış yaşına kadar uzattığı kimselerden Cenab-ı Hakk, her
çeşit özür ve bahâneyi kaldırmıştır.”124 -Metin Buhârî’den alınmıştır.-
Tirmizî’nin metni şu şekildedir: “Ümmetimin vasatî ömrü 60-70 yıldır.
Bunu aşabilenler azınlıkta kalacaklardır.”
120 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/471-473
121 Buhârî, Kader 1-2, Enbiyâ, 1, Bed’u’l-Halk 6, Tevhid 28; Müslim, Kader 1-5;
Tirmizî, Kader 4; Ebû Dâvud, Sünne 16; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed
bin Hanbel, I/382
122 Müslim, Kader 1
123 Tirmizî, Emsâl 7, h. no: 2874
124 Buhârî Rikak 4; Tirmizî, Deavât 113, h. no: 3545, Zühd 23 h. no: 2332; İbn
Mâce, Zühd 27, h. no: 4236
ECEL VE ÖLÜM
- 37 -
Rezîn der ki: “Çoklukla ölümün cereyan ettiği dönem 60-70
yaş arasıdır. Allah, kime ömründe 40’ına kadar mühlet verdi ise,
ondan özrü kaldırmıştır.”125 -Metin Buhâri’den alınmıştır.-
Müşâhedemiz de gösteriyor ki, altmış yaşına varmadan da
ölenler var, 60-70 yaşlarını aşarak ölenler de var. Ancak, ümmetin,
âlimlerden, sâlihlerden ve hatta halifelerden çoğunluğu 60-
70 arasında vefat etmiştir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de bu devrede
vefat edenlerdendir. Bu sebeple hadisin şerhini yapan âlimler
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu sözlerinde öncelikle ümmeti temsil
durumunda bulunan bu ekâbir kısmını (halifeler, âlimler, ârifler,
sâlihler...) kastetmiş olabileceğini belirtirler. “60-70 arasında kuvvetlerde
noksanlık ve gerileme başlar. Bu yaşa gelenlerin tam olarak
âhirete yönelmeleri gereklidir, tâ ki, bidâyette olduğu üzere
kuvvet ve canlılığı yeniden bulsun.” Âlimlerimiz böylece dünyevî
meseleleri tahsîl faâliyetlerinde zaaf ve geriliğe düşen kimsenin,
uhrevî maksatlarla yapacağı ibâdet ve zikir gibi faâliyetlerde
-gençken dünyevî işlerdeki başarısına denk- bir başarıya erişeceğini,
böylece, ağırlık verdiği bu yeni sahadaki başarılarını görerek
kişinin yenileneceğini -ve bilhassa zamanımızda çok görülen- rûhî
çöküntüden kendisini kurtararak daha dinç, daha mukavim bir
yaşlılık geçireceğini ifade etmiş oluyorlar.
Nitekim, Nasr sûresi geldiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s.) de
ölümünün yaklaştığını anlayarak, ibâdet ve zikrini daha da arttırmıştır.
Şu halde yaşlılıkta, dindarlığını arttırmak mü’min ihtiyarların
âdâbıdır. Ancak şunu da belirtelim ki, dindarlığını arttırmak,
dünyevî faâliyetleri tamamen terk etmek demek değildir. Belki
gençlikteki aşırılıklarını terk etmek demektir. 126
“Lezzetleri yok eden ölümü çok anın.” 127
Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin
hangisi en akıllıdır?” Peygamberimiz (s.a.s.): “Ölümü en çok hatırlayandır
ve ölümden sonra en iyi hazırlığı yapandır. İşte bunlar en akıllı
kimselerdir.” buyurdular. 128
“Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın.
Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder.” 129
125 Buhârî, Rikak 4; Tirmizî, Deavât 113, h. no: 3545, Zühd 23, h. no: 2332; İbn
Mâce, Zühd 27, h. no: 4236
126 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/474
127 Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
128 Kütüb-i Sitte Terc. 17/598
129 Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Berâ (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasûlullah (s.a.s.)’la birlikte bir
cenâzede beraberdik. Peygamberimiz, kabrin kenarına oturup
ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da: “Ey kardeşlerim!
İşte (başımıza gelecek) bu aynı (ölüm hâdisesi) için iyi hazırlanın!”
buyurdular. 130
“Ey insanlar! Ölmezden önce Allah’a tevbe edin. (Musîbet, hastalık,
yaşlılık gibi) ağır meşgûliyetlere düşmezden önce sâlih ameller işlemede
acele edin. Çok zikir ederek, gizli ve açık çok sadaka vererek Allah’a karşı
üzerinizdeki borcu ödeyin ki bol rızka, İlâhî yardım ve zafere, halinizin
ıslâhına mazhar olasınız...” 131
“Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir ettimi, onu oraya
-veya ‘orada bulunan bir şeye’ dedi- muhtaç kılar.” 132
“Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) ‘lâ ilâhe illâllah’ demeyi telkin edin.” 133
“Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) Yâsîn sûresini okuyun.” 134
“Sakın hiçbiriniz ölümü temennî etmesin. Çünkü o, hayırlı ve ihsan
sahibi ise, (yaşamak sûretiyle) hayır ve ihsânını arttırması umulur. Kötü bir
kimse ise, belki günahından tevbe eder de, azaptan kurtulur.” 135
“Sizden biriniz, kendisine hastalık ve zarar isâbet ettiğinden dolayı sakın
ölümü temenni etmesin! Eğer temenni etmek zorunda kalırsa şöyle
desin: ‘Allah’ım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat;
ölmek benim için hayırlı ise canımı al!” 136
“Mü’min kişinin ömrü, onu hayırca ziyâdeleştirir.” 137
Mekke’li müşrikler tarafından ateş üzerine yatırılmak gibi çok
ağır işkencelerden aldığı yaralar vücudunda hayat boyu devam
eden eser bırakmış olan, zaman zaman bu yaraları tekrar iltihaplanan
ve açılan yaralardan akan iltihapları gidermek için vücudunu
arada sırada dağlatmak zorunda kalan Habbâb İbn Eret
(r.a.), karnından yedi yeri dağlatmıştı. Ve şöyle diyordu: “Eğer
Rasûlullah (s.a.s.) ölüm talep etmekten bizi men etmeseydi, mutlaka
onu talep ederdim.” 138
130 Kütüb-i Sitte Terc. 17/584
131 Kütüb-i Sitte Terc. 17/49
132 Tirmizî, Kader 11, hadis no: 2148
133 Müslim, Cenâiz, 1, 2; Tirmizî, Cenâiz 7; Ebû Dâvud, Cenâiz 20; Nesâî, Cenâiz 4
134 Ebû Dâvud, Cenâiz 24; İbn Mâce, Cenâiz 4; Kütüb-i Sitte Terc. 15/238
135 Buhârî, Temennî 6
136 Buhârî, Deavât 30, Merdâ 19; Müslim, Zikir 4, 10; Tirmizî, Cenâiz 3; Ebû
Dâvud, Cenâiz 13; İbn Mâce, Zühd 31; Nesâî, Cenâiz 1
137 Kütüb-i Sitte Terc. 5/7
138 Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30, Rikak 7, Temennî 6; Müslim, Zikr 12; Nesâî,
Cenâiz 2
ECEL VE ÖLÜM
- 39 -
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) hasta oğlu
İbrâhim’i aldı, öptü ve kokladı. Daha sonra İbrâhim can çekişiyordu.
Bu manzara karşısında Efendimiz’in gözlerinden yaş boşandı.
Abdurrahman bin Avf (r.a.): ‘Sen de mi (ağlıyorsun) ey Allah’ın
Rasûlü?’ dedi. Aleyhissalâtu ve’sselâm: “Ey İbn Avf! Bu merhamettir!”
dedi ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle buyurdu: “Gözümüz
yaş döker, kalbimiz hüzün çeker, fakat Rabbimizi râzı etmeyecek söz sarfetmeyiz.
Ey İbrâhim! Senin ayrılmanda bizler üzgünüz!”139 Tirmizî’nin
bu konudaki rivâyetinde şu ilâve vardır: Abdurrahman bin Avf:
“Yâ Rasûlallah! Ağlıyor musun? Ağlamaktan bizi sen men etmedin
mi?” dedi. Peygamberimiz: “Hayır! (Ağlamaktan değil,) iki ahmak,
fâcir sesten yasakladım: Musîbet sırasındaki (isyankâr) ses; yüzleri tırmalamak,
cepleri yırtmak ve şeytan mâtemi. -Ağlamak ise rahmettir; merhamet
etmeyene rahmet edilmez.-” 140
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) mâtemci
(ağıt yakan) kadına da, onu dinleyene de lânet etti.” 141
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Sa’d bin Ubâde’ye
geçmiş olsun ziyaretinde bulundu. (Yanına gelince) onu baygın
buldu ve “ölmüş olmalı!” dedi. Yanındakiler: “Hayır” deyince,
Aleyhissalâtu ve’sselâm ağladılar. Rasûlullah’ın ağladığını gören
halk da ağladı. “İşitmiyor musunuz?” buyurdular. “Allah Teâlâ ne gözyaşı
sebebiyle ne de kalbin hüznüyle azab vermez. Ancak şunun sebebiyle
azab verir!” -dilini işaret ettiler.- yahut da merhamet eder.” 142
“(Istırap ve mâtemi sebebiyle) Yanaklarını yolan, üst başını yırtıp dövünen,
câhiliyye duâsıyla duâ eden bizden değildir!” 143
Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (a.s.) Ebû Seleme
(r.a.)’nin (ölümü ânında) yanına girdi. Ebû Seleme’nin gözleri açık
kalmıştı; onları kapattı. Sonra: “Ruh kabzedildimi göz onu tâkip eder.”
buyurdu. Ehlinden bazıları feryat koparmaya başlamıştı. “Kendinize
kötü temennîde bulunmayın; hayır duâ edin! Çünkü melekler, söylediklerinize
âmin derler.” buyurdu. Sonra ilâve etti: “Allah’ım, Ebû
Seleme’ye mağfiret buyur! Derecesini hidâyete erenler arasında yükselt.
Arkasında kalanlar arasında ona Sen halef ol! Ey âlemlerin Rabbi! Ona
da bize de mağfiret buyur! Ona kabrini geniş kıl, orada ona nur ver!” 144
139 Buhârî, Cenâiz 44; Müslim, Fezâil 62; Ebû Dâvud, Cenâiz 28
140 Tirmizî, Cenâiz 25, hadis no: 1005
141 Ebû Dâvud, Cenâiz 20; hadis no: 3128
142 Buhârî, Cenâiz 45; Müslim, Cenâiz 12
143 Buhârî, Cenâiz 36, 39, 40, Menâkıb 8; Müslim, İman 165; Tirmizî, Cenâiz 22;
Nesâî, Cenâiz 19
144 Müslim, Cenâiz 7; Tirmizî, Cenâiz 7; Ebû Dâvud, Cenâiz 19, 21; Nesâî,
Cenâiz 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
“Bir müslüman muhtazar olduğu (can çekişme ânına girdiği) zaman
rahmet melekleri, beyaz bir ipekle gelirler ve şöyle derler:
‘Sen râzı ve senden de (Rabbin) râzı olarak (şu bedenden) çık. Allah’ın
rahmet ve reyhânına ve sana gazabı olmayan Rabbine kavuş!’
Bunun üzerine ruh, misk kokusunun en güzeli gibi çıkar. Öyle ki melekler
onu birbirlerine verirler, tâ semânın kapısına kadar onu getirirler ve:
‘size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel!’ derler. Sonra onu mü’minlerin
ruhlarının yanına getirirler. Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin
kaybettiği şeyinin kendisine geldiği zamanki sevincinden daha çok sevinirler.
Ona:
‘Falanca ne yaptı? Filânca ne yaptı?’ diye (dünyadakilerden haber) sorarlar.
Melekler:
‘Bırakın onu, onda hâlâ dünyanın tasası var!’ derler. Bu gelen (kendisine
dünyadan soran ruhlara):
‘Falan ölmüştü, yanınıza gelmedi mi?’ der. Onlar:
‘O, annesine, Hâviye cehennemine götürüldü!’ derler. Aleyhissalâtu
vesselâm devamla der ki:
“Kâfir, muhtazar olduğu (can çekişme ânına girdiği) vakit, azap melekleri
mish (denen kıldan kaba bir elbise) ile gelirler ve şöyle derler: ‘Bu
cesetten kendin öfkeli, Allah’ın da öfkesini kazanmış olarak çık ve Allah’ın
azâbına koş!’
Bunun üzerine ruh, cesetten, en kötü bir cîfe kokusuyla çıkar. Melekler
onu arzın kapısına getirirler. Orada:
‘Bu koku ne de pis!’ derler. Sonunda onu kâfir ruhların yanına getirirler.”
145
“Âni ölüm, kâfir için gazab-ı İlâhî’nin bir yakalamasıdır; mü’min için
de bir rahmettir.” 146
“Cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme girince, bir münâdî
(çağırıcı) aralarında: ‘Ey ateş ehli ölüm yoktur; ey cennet ehli asla ölüm
yoktur, hulûd (ebedîlik) vardır’ diyecektir.” 147
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ölüm ânına yaklaştığı
zaman, sık sık ıstıraplar bürümeye başladı. Kerîmeleri Hz.
Fâtıma (r.a.) ‘Vay babacığım, ne çok ıstırap çekiyor!’ diye yakınmaya
başladı. Peygamberimiz, kızını şöyle teselli ediyordu: “Bugünden
sonra baban ıstırap çekmeyecek!” 148
145 Nesâî, Cenâiz 9
146 Ebû Dâvud, Cenâiz 14
147 Buhârî, Rikak 50
148 Buhârî, Megâzi 83; Nesâî, Cenâiz 13; İbn Mâce, Cenâiz 65
ECEL VE ÖLÜM
- 41 -
Ümmü Seleme (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ı ölüme götüren
hastalığı sırasında: “Namaza ve sağ ellerinizin mâlik olduğu şeylere
dikkat edin!” diyordu. Öyle ki, mübârek lisanları bunu söyleyemeyecek
hale gelinceye kadar tekrara devam ettiler.” 149
Hz. Âişe (r.a.)’nin anlattığına göre: “Rasûlullah (s.a.s) bir gün
yanına girdiği sırada, bir yakınımın nefesini ölüm kesmek üzere
idi. Peygamberimiz, Hz. Âişe’nin üzüntüsünü görünce kendisine:
“Şu akraban için üzülme. Zira onun şu ıstırabı, hasenâtındandır.” buyurdu.
150
“Ölülerinizin yanında hazır bulunduğunuz takdirde (ölünce) gözlerini
kapayıverin. Çünkü göz, ruhu takip eder (ve açık kalır). Ayrıca hakkında
hayır söyleyin. Çünkü melekler ev halkının söylediklerine ‘âmin!’ derler.” 151
“Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah (cennet ve cehennemdeki)
yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir), ateş
ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir). Kendisine: ‘Allah seni kıyâmet
günü diriltilinceye kadar senin yerin işte budur!’denilir.” 152
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir kabirden bir ses
işitmişti: “Bu ne zaman öldü? (Bileniniz var mı?)” diye sordu. “Câhiliye
devrinde!” dediler. Bu cevaba sevindi ve şöyle buyurdular: “Eğer
birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım kabir azabını size de işittirmesi
için duâ ederdim.” 153
“Kul kabrine konulup yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin
ayak seslerini işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup:
‘Muhammed (s.a.s.) denen kimse hakkında ne diyorsun?’ diye sorarlar.
Mü’min kimse bu soruya:
‘Şehâdet ederim ki O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür!” diye cevap verir.
Ona:
‘Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı cennette bir mekâna tebdil
etti’ denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden
cennete bakan bir pencere açar.
Eğer ölen kâfir ve münâfık ise (meleklerin sorusuna):
‘(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!’
diye cevap verir. Kendisine:
149 Kütüb-i Sitte Terc. 17/152
150 Kütüb-i Sitte Terc. 17/111
151 Kütüb-i Sitte Terc. 17/112
152 Buhârî, Cenâiz 90, Bed’ü’l-Halk 8, Rikak 42; Müslim, Cennet 65, Tirmizî,
Cenâiz 70; Nesâî, Cenâiz 116
153 Müslim, Cennet 68; Nesâî, Cenâiz 114
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
‘Anlamadın ve uymadın!’ denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden
bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu (insan
ve cinlerden ibâret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak
sahipleri) işitir.” 154
“Cenâzede çabuk olun. Eğer sâlih biri ise, kendisine iyilik yapmış olursunuz.
Böyle biri değilse, belâyı bir an önce sırtınızdan atmış olursunuz.” 155
“Ölüyü (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan
ikisi geri döner, biri bâki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle
bâki kalır.” 156
“Ölüp de pişman olmayan yoktur; mutlaka herkes nedâmet duyar:
Muhsin (İyi yolda) olan hayrını daha çok arttırmadığı için pişman olur,
nedâmet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına
pişman olur, nedâmet duyar.” 157
“Bir insan ölünce üç kişi hâriç herkesin ameli kesilir: Sadaka-i câriye
(bırakan) veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine duâ edecek
sâlih evlât (bırakan).” 158
“Mü’min kul (ölünce), dünyanın yorgunluk ve ağrılarından kurtulur.
Fâcir (ölünce) ondan da kullar, memleket, ağaçlar ve hayvanlar kurtulur.”
159
“Mü’minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme
gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir.” 160
“Ölüm için bir korku vardır. Öyleyse cenâze gördünüzmü ayağa kalkın.”
161
“Kim cenâzeyi takip eder ve önce üç kere taşırsa (ölen kardeşine karşı
olan) borcunu ödemiş olur.” 162
“Ölülere sövmeyin (sebbetmeyin). Çünkü onlar (sağken hayırdan ve
şerden) gönderdiklerine kavuştular.” 163
“Ölülerinizin iyiliklerini zikredin; kötülüklerini zikretmeyin.” 164
154 Buhârî
155 Buhârî, Cenâiz 52; Müslim, Cenâiz 51; Ebû Dâvud, Cenâiz 50; Tirmizî,
Cenâiz 30; Nesâî, Cenâiz 44; Muvattâ, Cenâiz 56
156 Buhârî, Rikak 42, Zühd 5; Tirmizî, Zühd 46
157 Tirmizî, Zühd 59, hadis no: 2405
158 Müslim, Vasıyyet 14; Ebû Dâvud vesâyâ 10; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî vesâyâ 8
159 Buhârî, Rikak 42; Cenâiz 61; Nesâî, Cenâiz 48, 49; Muvattâ, Cenâiz 54
160 Nesâî, Cenâiz 117; İbn Mâce, Zühd 32; Muvattâ, Cenâiz 49
161 Kütüb-i Sitte Terc. 15/275
162 Tirmizî, Cenâiz 50, hadis no: 1041
163 Buhârî, Cenâiz 97, Rikak 42; Ebû Dâvud, Edeb 50; Nesâî, Cenâiz 51
164 Ebû Dâvud, Edeb 50; Tirmizî, Cenâiz 34
ECEL VE ÖLÜM
- 43 -
Ebu’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah
(s.a.s.)’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim
mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisine: “Haydi git, kırıp dökmedik
put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.” 165
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kabrin kireçlenmesini,
üzerine bina (kubbe, türbe) yapılmasını, üzerine oturulmasını,
üzerine yazı yazılmasını ve ayakla basılmasını yasakladı.” 166
“Ben sizi kabirleri ziyâretten men etmiştim. Artık onları ziyâret edebilirsiniz.
Çünkü onlar size âhireti hatırlatır.” 167
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), Medine ehlinin
mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek: “Esselâmu
aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret
buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiziniz. Biz de arkadan geleceğiz.”
buyurdular.” 168
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir mezarlığa
uğramıştı. Mezarlara karşı şöyle buyurdu: “Selâm üzerinize
olsun ey mü’minler cemaatinin mahalle halkı! İnşâallah biz de sizlere
kavuşacağız!”169 Müslim ve Nesâî’deki rivâyette şu ziyâde vardır:
“Allah’tan bizim için de sizin için de âfiyet dilerim.” 170
“Allah kabirleri çok ziyâret eden kadınlara ve kabirlerin üzerine mescidler
yapanlara, kandiller takanlara lânet etsin!” 171
“Kim çocuğunu kaybeden bir anneye tâziyede bulunursa, cennette
ona bir bürde (hırka, kaftan) giydirilir.” 172
Ölüm; Ecelin Kapıyı Çalması
Ölüm, hayatın zıddıdır. Bitkilerde üremenin ve solunumun
durması, hayvanlarda ve insanlarda duyuların çalışmaz hale gelmesidir.
İnsanda, ayrıca düşünme, akletme, hatırlama gibi iç melekelerin
fonksiyonlarını yitirmesidir.
İnsan açısından ölüm, ruhun bedendeki tasarrufuna son verip
bedenden ayrılması olayına denir. Ölüm, insan varlığı için bir
165 Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
166 Müslim, Cenâiz 94; Ebû Dâvud, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 58; Nesâî, Cenâiz 96
167 Müslim, Cenâiz 106; Ebû Dâvud, Cenâiz 81; Tirmizî, Cenâiz 60; Nesâî,
Cenâiz 100
168 Tirmizî, Cenâiz 59, hadis no: 1053
169 Ebû Dâvud, Cenâiz 83, hadis no: 3237
170 Kütüb-i Sitte Terc. 15/296
171 Tirmizî, Cenâiz 61
172 Tirmizî, Cenâiz 74, hadis no: 1076
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak
değildir. Ruh, bâkîdir, yok olmaz. Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz
bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler.
Var olanın biyolojik yapısının sonsuzluğa elverişsiz olması, ölümü
ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Allah’ın diriliği ve ölümü
yaratmasının sebebi, Kur’an’da şöyle açıklanır: “O, hanginizin daha
güzel amel yapacağınızı denemek için ölümü de hayatı da takdir edip
yaratandır.”173 Ölüm, ancak Allah’ın belirlediği zaman, yani ecel geldiğinde
vuku bulur. Ölüm konusundaki kader yazgısı, Kur’an’da
şöyle belirtilir: “Allah’ın emir ve kazası olmadıkça hiçbir kimseye ölmek
yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır.” 174
Hiçbir kimsenin ölümden kaçıp kurtulma imkânı yoktur. “...
Şöyle de: ‘Evlerinizde kalmış olsaydınız bile, öldürülmesi takdir edilmiş
olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi...”175
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; burçlarda, sarp ve sağlam kalelerde
olsanız bile!” 176
Ruh, dünya hayatına bir imtihan devresi geçirmek üzere doğum
yoluyla gelen insan oğluna anne karnında dört aylık cenin
döneminde üflenir ve böylece dünya hayatı başlamış olur. Ruhun
bedenden ayrılması ile de kabir hayatı başlar. Kıyâmet koptuktan
sonra da âhiret hayatına yeni bir yaşam için geçecek olan insanoğlu,
dünyadaki inanç ve amel durumuna göre Cennet veya Cehennemdeki
ebedî hayatta yerini alacaktır. İman sahibi olup da
amel eksikliği bulunanlar ise, Cenâb-ı Hakk’ın bileceği sürelerde
cezalarını çektikten sonra Cennet tarafına geçebileceklerdir. 177
Kâinat için esas olan hayattır. Varlıklar, varlık sahasına çıkmadan
önce ölü idiler. Nitekim, Kur’an’da “Allah’a karşı nasıl küfr içinde
olursunuz ki, siz ölüydünüz, size hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra
da diriltir.”178 buyurulmaktadır. Ölüm yok oluş değildir. Varlıkların
özleri Allah’ın ilminde olmaları açısından, yokluk söz konusu
olamaz. Aksi halde, dünya hayatının gerçek hayat ve bu hayattan
göçmeyi de yok olma kabul etmek gerekir; biz inanıyoruz ki,
ölüm yok oluş değil; sadece bir hicrettir, fânî/ölümlü dünyadan
ebedî hayata göç etmektir.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Bedir Savaşında bir çukura doldurulan
173 67/Mülk, 2
174 3/Âl-i İmrân, 145
175 3/Âl-i İmrân, 154
176 4/Nisâ, 78
177 Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 5/166
178 2/Bakara, 18
ECEL VE ÖLÜM
- 45 -
müşrik ileri gelenlerine, “Ben Rabbimin bana vaad ettiğini gerçek
buldum; siz de Tanrınızın size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu?” diye
sormuş, yanındakilerin, “Yâ Rasûlallah, bunlar ölü, işitirler mi ki?”
demesi üzerine, “Bunlar sizden iyi işitirler, fakat buna cevap veremezler”
buyurmuştur. 179
Kur’an, özellikle insanın ruhunun Allah’tan olduğunu vurgular.
180 Şu halde, Allah’tan olan bir şeyin yok olması mümkün değildir.
Ruh, melekî bir varlıktır. Kur’an, ölümden söz ederken, hep
“nefs” kelimesini kullanır. Yani, bitkisel ve hayvansal hayat yok
olacak, ama öz bâki kalacaktır. Ölümden sonra dirilme, yani ba’s
arasında geçen döneme “berzah” denilir. İnsan, dünya hayatında
Âhiretini hazırlar. Öldükten sonra, dünyada iken amelleriyle
yazdığı kitabını karşısında görür. Bu görme olayı, ölümle birlikte
kendini gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kabir,
ya Cennet bahçelerinden bir bahçe; ya da Cehennem çukurlarından
bir çukurdur.”181 Bu bakımdan, sevinci ve üzüntüyü, acıyı ve tatlıyı
duyan beden olmadığı için, kabir azabı veya mükâfatının rûhî
mi cismânî mi olacağı tartışması bir bakıma yersiz görünmektedir.
Kıyâmet hâdisesi, adından da anlaşılacağı gibi, bir kalkış, bir değişimdir,
bir yok oluş değildir. Kıyâmetle, ruhlar yeniden ceset giyecek,
âhiret hayatına göre oluşacak evrende Cennet ve Cehennem
şeklinde yeni bir hayata başlayacaklardır.
Kur’an’da zaman zaman “canı alma vefat ettirme” mânâsında
“teveffâ” kelimesi kullanılır. Bu kelime vefâ’dan gelir; “yerine getirme,
süresi dolduğunda gereğini yapma, söze bağlı kalma” demektir.
Nitekim dünya hayatı belli bir süreye (ecel) kadardır ve bu süre
gelince ölüm kendini gösterir. Şu halde, ölüm bir son olmak şöyle
dursun, bir hakikatin gölgesi olan dünya hayatındaki en önemli
gerçektir; gölgeden hakikate, uykudan uyanıklığa geçmektir.
Kur’an’da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır. Bir âyet-i
kerimede, “Allah ölümleri ânında nefsleri vefat ettirir; ölmeyenleri de
uykularında; üzerlerine ölüm hükmünü verdiğini tutar ve diğerini belli bir
ecele kadar salar. Düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır.” 182 buyurulmaktadır.
Bu yüzden, “uyku, ölümün yarısıdır.” İşte vefat da,
“süresine erdirmek, vakti gelince sözü yerine getirmek, bütünüyle
îfâ etmek” demek olduğundan mevt/ölüm, insan ruhu için yeryüzündeki
sürenin dolması ve ruhun bedenden sıyrılmasıdır.
179 İbn Hişam 2/292
180 15/Hıcr, 29; 32/Secde, 9
181 Tirmizî, hadis no: 2578
182 39/Zümer, 42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
Ölümün tersi de hayattır. Hayatın aslı, ruhun hayatıdır; mânevî
hayattır. Bitkisel ve hayvansal hayat, dünya hayatıdır; ama bu hayat
içinde ruhun hayatı da yaşanabilir. Bu ise, kalbi günahlardan
uzak tutma, tefekkür ve ibâdetlerle mümkün olur. Rûhî hayattan
uzak olup yalnızca dünya hayatını yaşayanlar aslında birer ölüdürler.
Eşyanın dış yüzüne ve hayatın zâhirine takılıp kaldıkları
için, olayların ve eşyanın gerisindeki hakikati göremedikleri için,
kâinatta her bir şeyde açık seçik olan İlâhî tecellîleri göremedikleri,
İlâhî mesajı alamadıkları için ölüdürler. Peygamberler, bunlara
diriltici nefeslerle gelirler. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey
iman edenler! (Rasûlullah,) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman,
Allah’a ve Rasûlü’nün çağrısına koşun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına
girer ve muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız.”183 buyurulur.
Âyette, iman edenlere seslenilmesi, imanın bir hayat emâresi olmakla
birlikte, asıl hayatın “ruhun ve kalbin hayat derecesi” olduğunu,
buna ulaşmanın ise iman içre iman gerektirdiğini hatırlatmak
için olsa gerektir.
Hayat, asıl itibarıyla kalbin hayatıdır, ruhun hayatı olduğu
gibi; insanın asıl ölümü ve dirimi dünyadadır. Ölüm, hiçbir zaman,
anladığımız şekilde “ölmek” değil; gerçekte “dirilme”dir, hayat
bulmadır. Hayatın kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan
sonra, insanın gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir?
Ölmek, geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten
ibarettir. Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe
kavuşur ve “sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların
sevincini yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise,
ölmekle acı bir dirilmeği tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu
görmektedirler. Bu gerçek hayatta artık yeni bir değişme, yani
ölüp yeniden dirilme gibi şeyler söz konusu değildir. Dünyada ölü
kaldıktan sonra ölümle dirilme, azaba, ateşe dirilmedir; dünyada
diri olanlar ise, daha bir diriliğe, daha güzel, sürekli, kalıcı bir canlılığa
adım atarlar. Kur’an bunu, “Muhakkak ki âhiret yurdu, gerçekten
baştanbaşa hayattır, eğer bilselerdi.”184 şeklinde ifade etmektedir.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle dirilemeyenler,
Kur’an’ın deyişiyle, “ölüdürler”, “kabirdedirler”. Kur’an’da:
“Sen ölülere duyuramazsın!”;185 “Sen kabirdekilere duyaracak değilsin!”186
buyrulur. Böylelerinin ruhları silinmiş, kalpleri kararmış, dolayısıyla
kalplerinin duyma (sem’a) ve görme (basar) güçleri yok
183 8/Enfâl, 24
184 29/Ankebût, 94
185 30/Rûm, 52
186 35/Fâtır, 20
ECEL VE ÖLÜM
- 47 -
olmuştur. Peygamber (s.a.s.)’in çağrılarını duymadıkları gibi, çevrelerinde
mutlak gerçeğin işaretleri ve görüntüleri olarak cilvelenen
sayısız âyetleri de görmezler; olanlardan ders almazlar, dünya
hayatına nasıl gelinip bu hayattan nasıl göçüldüğüne dikkat
etmezler; yeryüzünde gezip öncekilerin bıraktıkları konusunda
düşünmezler, kâinatın muhteşem âhenk ve düzeni onlar için hiçbir
şey ifade etmez. Böylesi diriltici unsurlar karşısında kaskatı ölü
kesilenler için son dirilme çaresi, artık ölümdür. 187
Allah Mümît’tir; Eceli Takdir Eden,
Ölümü Yaratan Allah’tır
Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir. El-Mümît,
canlı mahlûkların ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl
Allah veriyorsa, ölümü de yine O yaratmaktadır. “O (öyle Yüce Allah)
ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için ölümü ve hayatı
yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayıcıdır.” 188
Ölümü de dirilmeyi de Allah (c.c.) yaratır.189 Her insan eceliyle
ölür, hiç kimse ölüme müdâhale edemez. Ancak Allah’ın yazmış
olduğu ecele göre ölür. 190
Bir insan, kalp krizi geçirirken, aynı anda bir diğeri kanserden,
bir başkası akciğer yetmezliğinden hayata veda ediyor. Trafik
kazalarında insanlar can verirken, kaldırımlarda nice karıncalar
eziliyor. Kombinalarda sığırlar boğazlanıyor, çiftliklerde tavuklar
kesiliyor. Teknelerde balıklar, örümcek ağlarında sinekler son çırpınışlarını
yapıyorlar. O anda ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların,
hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte
fiiliyle, sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
İmâte, yok etme değil; varlığı daha mükemmel hale getirmedir.
İmâte, kabir âlemine doğuştur. İmâte, insan için, dünyaya
gönderilmesinden çok daha ileri bir rahmet tecellîsidir. Çekirdeklerin
ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi, ölüm de
en az hayat kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip etmekte
ve ikinci safhaların birincilerden daha mükemmel olduğu gözlenmektedir.
Bir müslüman, ölümün daha güzele doğru bir değişim
olduğunu idrâk eder; kabir âleminin dünyadan, âhiretin de kabir
âleminden daha güzel ve mükemmel olduğunu bilir. O yüzden
ölüm, yeni bir mükemmelliğe, güzel bir değişim ve dönüşüme
187 Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 235-239
188 67/Mülk, 2
189 67/Mülk 2
190 3/Al-i İmran, 145
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı takip edecek ve dirilişle
insan yeniden beden-ruh beraberliğine kavuşacak; dünyadakinden
daha ileri bir yaratılışla. Ölümü ve imâteyi böylece değerlendiren
insan, ölümü severek gülerek karşılar. 191
Ölüm Meleği ve Azrâil
Allah’ın kendisine verdiği emirle canlıların ruhlarını almakla
görevli olan ölüm meleğinin adının Azrâil olduğu rivâyet edilir.
Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde bu ad geçmez; bunun yerine,
doğrudan anlamı olan Melekü’l-Mevt (ölüm meleği) terimi kullanılır.
“De ki; üzerinize memur edilen ölüm meleği, canınızı alır. Sonra
Rabbinize döndürülürsünüz.” 192
Azrâil (a.s.), Cenâb-ı Hakk’ın emrindeki öteki melekler gibidir.
Dört büyük melekten birisidir. O, yalnızca kendisine verilen emri
yerine getirir ve eceli tamam olmuş kulların ruhlarını alıp bu rûhu
isteyene götürür. Onun emrinde de bazı melekler vardır. Bu melekler
de kendilerine Allah Teâlâ tarafından ulaştırılan emirleri
yerine getirirler.
“... Nihayet birinize ölüm gelince elçilerimiz onun canını alırlar, onlar
hiç geri kalmazlar.”193 Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerin kâfir olan bir
kul ile mü’min olan bir kulun canlarını alışları tasvir edilmektedir.
Kâfirlerin can verişleri şöyle târif edilmektedir: “Melekler, kâfirlerin
canlarını alırken onları görseydin... Onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlar;
‘Haydi, yangın (Cehennem) azâbını tadın’ diyorlardı.”194 Nâşitât
meleklerinin mü’minlerin canlarını da tatlılıkla alışları şöyle ifâde
edilmektedir: “Melekler iyi insanlar olarak canlarını aldıkları kimselere
de; ‘Selâm size, yaptıklarınıza karşılık Cennet’e girin’ derler.” 195
Azrâil kelimesi, muhtemelen İbrânîce asıllı olup Kur’ân-ı
Kerim’de ve sahih hadislerde geçmemektedir. Secde sûresinde;
insanların canını almakla görevli olan melekten “melekü’l-mevt
(ölüm meleği)”196 diye bahsedilir. Hadislerde de “melekü’l-mevt”
tâbiri geçmektedir.197 Ancak, ilk iki halife döneminde müslüman
olan Kâ’b el-Ahbâr ile Vehb bin Münebbih gibi şahıslardan nakledilen
İsrâiliyyât arasında Azrâil ile ilgili bazı rivâyetler de tefsir
191 Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, 2/72-73
192 32/Secde, 11
193 6/En’âm, 61
194 8/Enfâl, 50
195 16/Nahl, 32; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s.189
196 32/Secde, 11
197 Buhârî, Cenâiz 69, Enbiyâ 31; Müslim, Fezâil 157, 158; Tirmizî, Tefsir 7; İbn
Mâce, Cihad 10; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/269, 351; IV/287; V/395
ECEL VE ÖLÜM
- 49 -
kitaplarına girmiştir. Secde sûresinde ve öteki bazı âyetlerde can
almakla görevli melekten tekil sîgasıyla bahsedildiği halde, diğer
âyetlerde198 çoğul şekliyle (melâike) bahsedilir. Bu sebeple Azrâil’in
ruhları almakla görevli melekler topluluğunun reisi olduğunu
veya meleklerden yardımcıları bulunduğunu söylemek mümkündür.
79/Nâziât sûresinin baş tarafında geçen “nâziât (çekip çıkaranlar)”
ve “nâşitât (incitmeden alanlar)” kelimelerinin ölüm melekleri
(nâziât, kâfirlerin ve günahkârların; nâşitât da mü’minlerin canlarını
almakla görevli melekler) mânâsına geldiği görüşü kesin değildir.
Çünkü müfessirlerin kanaatine göre aynı kelimelerin ruhları,
yıldızları, gâzîleri veya onların atlarını nitelendirmiş olması da
mümkündür.
Kur’an’da ölüm meleğinin can almakla görevli olduğu açıkça
belirtilmekle birlikte,199 bu fiil, her işin gerçek fâili olan Allah’a
da nisbet edilir.200 Nitekim başka âyetlerde201 ölüm meleklerinden
“elçilerimiz (rusulünâ)” diye bahsedilmektedir. Bir hadis-i şerife göre
ise, ölüm meleği bütün ruhları almakla görevlendirilmiştir.202 Yine
Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği üzere ölüm melekleri, kötülüklerden
korunan mü’minlerin ruhlarını alırken şefkat ve nezâketle
hareket ederler ve kendilerine selâm verirler;203 kötülük işlemek
sûretiyle kendilerine zulmedenlerin canlarını alırken de yüzlerine
ve arkalarına vurarak onlara karşı sert ifâdeler kullanırlar. 204
Kur’an ve sahih hadislerde Azrâil hakkında ayrıntılı bilgi yoktur.
Bundan dolayı bazı (M.E.B. Yayınlarından İslâm Ansiklopedisine
Azrâil maddesi yazan Wensinck gibi) bilgin ve yazarların
ölüm meleğini tasvir biçimi, onun gücü, bulunduğu yer, canlıların
rûhunu alış şekli ve zamanı hakkındaki iddiâları İslâmî değildir.
Ölüm gibi çok önemli bir hâdise etrafında insanlık tarihi
boyunca oluşan ortak yorum ve yakıştırmalardan ve kısmen de
İsrâiliyattan ibâret olan bu tür rivâyetler bazı müslüman müellif
ve ediplerin eserlerine de girmiştir. Nitekim Türk edebiyatında ve
halk hikâyelerinde de Azrâil motifi aynı unsurlarla işlenmiştir. 205
Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki
büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın
198 8/Enfâl, 50; 16/Nahl, 32-33
199 32/Secde, 11
200 39/Zümer, 42
201 6/En’âm, 61; 7/A’râf, 37
202 İbn Mâce, Cihad 10
203 16/Nahl, 32
204 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27; 4/Nisâ, 97; 7/A’râf, 37
205 TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 350-351
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu
olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın
getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve
teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle makul olsa bile; günümüzün
baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara
bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman
diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte
olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında âdetâ
korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe
karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir,
hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı,
bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği
bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her
şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit
ödünç olarak verdiği bir emânetidir. Emânet, bir gün gelir, asıl
sahibine iâde edilir. “Her nefis, ölümü tadacak, her emânet sahibini
bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır.
Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle,
Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın
gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine
olsun.
Ölüm meleği olması itibarıyla Azrâil’e hakaret etmek, onu
eleştirmek, eli tırpanlı çirkin bir insan şeklinde onu resmetmek,
“zamansız öldü” gibi sözler sarfetmek, imanla bağdaşmayacak büyük
yanlışlardır.
Azrâil ve ölümden sonraki hayat hakkında, çevrede nice elfâz-ı
küfür, yani söyleyeni şirke düşürmesinden korkulan, bir müslümanı
mürted yapmasından endişe edilen çirkin söz vardır. Bunların
birkaç tanesini sayalım:
“Azrâil onun canını yanlış yere aldı”, “Azrâil’le savaşıyor” gibi
sözler, Azrâil’e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında).
“Eşek cennetini boyladı” (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız
bir şeyle vasıflandırmak anlamında).
“Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül” gibi sözler
(Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı
bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında).
Bir müslüman, bu ve buna benzer çirkin sözleri kesinlikle kullanmamalı,
bilinçsizce bu tür sözler sarfedenlere tepkisini mutlaka
ECEL VE ÖLÜM
- 51 -
belirtmelidir.
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
Ölümü, yok oluş, bitiş ve netice olarak gören insan, hayatın
mânâsından da uzaktır. Onun için hayat, tesadüfler oyuncağıdır,
kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün sevdiklerinden bir
daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan
kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir,
mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli
verebilir?
Her mevsim yaşanan olaylar gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın
başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için geçirilmesi gereken
bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle, dünyanın ağırlıklarından
kurtulma faâliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve
kendisinde hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar,
ilkbaharın o her yerden hayat fışkıran bayramına hazırlanır ve
vakit geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar. İşte bir gün biz de, o
tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet için
toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.
Evet, doğumla bu âleme kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka
âleme kavuşulacaktır. Ve tohum, toprakta çürümesine rağmen
oradan nasıl bir başka hayata kavuşup gökyüzüne doğru dal budak
salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz
ruhuyla ebedî bir âlemde hayat bulacaktır. Yer altındaki tohum,
nasıl yer üstündeki ağaç halini ve güneşli dünyayı idrâk edemez,
onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz de bu kayıtlı ve sınırlı
hâlimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız.
İnsan için ölüm, ipek böceğinin koza içindeki krizalit dönemi
gibidir. İpek böceğine, kabir gibi daracık kozasından çıktıktan
sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan edileceği
bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da,
ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar
âcizdir. Çünkü bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır.
Ancak içinden gelen bir ses, ona ebedî âlemlerin var
olduğunu haykırır durur.
İlim adamları tarafından da doğrulanan ve bütün insanların
yaratılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize ebedî âlemlerin
varlığını bildiren en kuvvetli bir psikolojik delil olarak kabul edilmektedir.
Tıpkı açlık ve susuzluk gibi. İnsanın susaması, suya işaret
eder ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve
içten bir alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
sezmesi âhiretin varlığına en büyük delillerden biridir. Veya en
azından böyle bir âlemin olmasını ve yaratılmasını gerektirir.
En küçük bir canlıyı, karıncayı dahi mükemmel bir şekilde besleyen
ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün duygularımızla
istettiği âhireti, elbette verecektir. Zaten âhireti vermek istemeseydi,
onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün
insanlığı etkileyen ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia
olmadığı açıktır. Bu arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek
olan da ondan başkası olmayacaktır elbette.
“Her nefis ölümü tadacak!” Bunu herkes biliyor, ama pek az
insan, üstünde düşünüyor. Nefis, kendini bu kesin hükmün dışında
tutmak istiyor. Ölümü hatırlasa bile başkaları için hatırlıyor.
Unutmak için de elinden geleni yapıyor. Nereye kadar?! Ölümü
düşünmek zorundayız. Ölmeyi öğrenmek, onun öğrencisi olmak
zorundayız. Ömrün sonudur belki, ama hayatın da sonu mudur?
Elbette hayır! Hayat, bedensiz bir biçimde yaşamaya devam edecek.
Ölümle yüzleşenler, ölmeyi bilenler farkındadır bunun. Ölümü
hatırlamak acı vermez onlara. Ölüm bir başlangıçtır çünkü.
Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve
mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi kırk elli
yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız
kılıyor. Susuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, bir gün işlemez olacak
vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek
sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi
hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor.
Her şeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama.
Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum
bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler, bize huzur vermiyor. Her
ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın
Formülünü arıyor insanlık. İnsan ruhu, sonsuzluğa meftun olduğu
içindir ki, bütün peygamberler, tebliğ ettikleri âhiret inancı,
yani ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa
çevirmişlerdi.
Batıda özellikle son iki asırda ortaya çıkan ve daha ziyâde bir
kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal hareketliliğin ebedî
hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor olmamalı.
Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği
gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını ve Batı düşüncesini benimseyen
dünya insanlarını birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara
yeni bir kapı açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan,
kurtuluşu intiharda arayan insanlar görüldü.
ECEL VE ÖLÜM
- 53 -
Özellikle 19. asır şiirlerinde olmak üzere nice mısrâlarda sonsuzluk
iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık konu edilir. Yok
olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile getirilir. Fakat,
korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî
oyuncaklar formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir.
Huzur, istatistik rakamlarındaki büyüme özelliklerinde aranırken,
yeni yeni oyuncaklar piyasaya sürülür. Radyo, sinema, otomobil,
televizyon, bilgisayar, internet oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü
gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve uyuşturucu gibi “unutturma”
âletleriyle ne dünü, ne yarını düşünüp hatırlamamaya çalışır.
Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok olmaktan kurtulmuş
olacağı ümitleriyle tesellî bulur.
Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne
dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu neticelendirecek.
Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak,
ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi
gerektiriyor. İşte o zaman, ölüm bir darağacı, bir ebedî
ayrılış, hiçliğe, yokluğa, çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa
açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş
ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah’ın emirlerine
uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak
haline gelecek. Ancak bu sâyede ölüm, hayatımıza bir mânâ,
huzur ve mutluluk katacak.
Kimler yok ki orada?! Dede ve ninelerimiz, gönülden sevdiğimiz
anne, baba ve kardeşlerimiz... Nice büyük insanlar, Allah
dostları, sıddîklar, şehidler, sâlihler, peygamberler ve en önemlisi,
iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.s.) hep orada... Sevdiklerimizle
dolu olan âleme geçmek için, bir başka doğuş olan ölüm, tek
çare... 206
Ölüm de Bir Nimettir
Ölüm, hem de birkaç yönden insan için bir nimettir. Her şeyden
önce, ölüm bir kurtuluştur. Omzumuza yüklenmiş olan hayat
külfetinden bir kurtuluş. Bir derece hürriyete, serbestliğe varıştır.
Meselâ, üzerimizde olan bir vazifeyi, yapmakla yükümlü olduğumuz
bir işi hakkıyla yaptığımız veya bir engel çıkıp da yapma
imkânımız olmadığı zaman, o iş üzerimizden kalkmış olur ve
biz de rahatlayarak, “üzerimden dağ gibi bir yükün, bir ağırlığın
kalktığını hissediyorum” deriz. İşte ölüm de böyledir. Hiç ummadığımız
ve beklemediğimiz bir anda geliverir ve artık taşımaktan
âciz kaldığımız hayat yükünden bizi kurtarıverir.
206 Selim Gündüzalp, Ölüm Son Değildir, s. 12 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
Bu gerçek, hadis-i şerifte şöyle dile getirilir: Rasûlullah’ın yanından
bir cenâze geçti. Ona baktı ve şöyle dedi: “Bu, ya kendi
kurtulmuştur veya kendisinden kurtulunmuştur.” Sahâbiler sordular:
“Yâ Rasûlallah! Kendi kurtulmuş veya kendisinden kurtulunmuş
ne demek?” Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle açıkladı: “Mü’min ölünce
dünyanın eziyet ve sıkıntılarından kurtulur; fâsık ölünce de onun şerrinden
insanlar, beldeler, ağaç ve canlılar kurtulur.” 207
Dünya hayatı, yapısı itibarıyla sıkıntılı, problemli, dert ve ıstıraplarla
doludur. Bazen gelir bir zindan oluverir, insanı boğmaya
başlar. Hayat çekilmez bir hal alır. Fakat ölüm geldiği zaman bütün
bu sıkıntıları ve dertleri silip süpürüverir. Sürurlu, geniş, ıstırapsız,
sonsuz, dertsiz ve gamsız bir hayat başlar. Zaten hadiste
“Dünya mü’minin zindanı; kâfirin cennetidir” buyrulmuyor mu? Yani
bu dünya, âhirete nisbetle mü’min için bir zindan; kâfir için de
cennettir. Çünkü mü’min imanı sâyesinde âhirette daha geniş nimetlere
kavuşacak, âhiretin yanında dünya hayatı bir zindan gibi
kalacaktır. Kâfir de dünyadaki rahatlığı ve nimetleri âhirette bulamadığı
için, âhiretine oranla bu dünya ona cennet gibi olacaktır.
İnsanın yaşı ilerledikçe, altmışı-yetmişi geçtikçe hayat ağırlaşır,
yaşamak zorlaşır. Kulağı az duyar, gözü az görür; hastalıklar,
ağrılar birbiri peşi sıra gelmeye başlar. Bütün bu dertler insanı
ölüme biraz daha yaklaştırır. Ve yaşlı insan bu dertlerden ancak
ölüm sâyesinde kurtulacağını bilmektedir. Ölümün, kendisi için
bir nimet olduğuna iyice inanır ve kabul eder. O kadar dengeli bir
manzara ki, insan hemen yerini arıyor. Demek ki dünyadaki acı
vaziyetler, hastalıklar, hatta bir yerde ihtiyarlığın ölümden önce
gelmesi sebepsiz değil. Bu durumlarla iç dünyamızda âhirete göçmek
ve dostlara kavuşmak üzere bir arzu uyandırılıyor. Ağırlaşan
hayat yükü ve hayat şartları karşısında ölümün nimet oluşu hissedilirken,
bütün kâinata hükmeden o Zat’ın sonsuz merhametini
de anlamış oluyoruz.
Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama,
bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi, on yedi...
nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse,
en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde
yumuşatmak gerekiyor. Dedemiz, onun dedesi ve sayılamayacak
kadar dedeler ve nineler... Her biri ayrı bir dert ve hastalık içinde
inleyip dursalar, hayat onlar için, hem de bizim için ne kadar ağır
ve çekilmez olacak ve ölüm ne kadar arzu edilecekti. İşte sadece
bu cihetten bakılsa dahi ölümün büyük bir nimet olduğu ortaya
çıkar. Eflâtun, ölüme “nimetlerin en büyüğü” derken, hiç de
207 Nesâî, Cenâiz 48
ECEL VE ÖLÜM
- 55 -
haksız bir hükmü dile getirmiyordu.
Ölümü bir an için yok farz ederek tahmin yürüten İbn Sina
şöyle diyor: “Yeryüzünün hacmi ve kapasitesi belli. Ölmeselerdi
bu kadar insan nereye sığacaktı? Birbirine bitişik ve sımsıkı durmaları
halinde bile bunlar dünyaya sığmazdı. Nerede kaldı ki,
oturdukları ve dağınık halde bulundukları zaman bunlar sığabilsin?
Bunlardan artabilecek ne barınacak bir yer, ne bir bina, ne
ekip biçilecek bir arazi ve ne de gezecek bir yer kalmazdı. Bu durum
az bir zaman için böyledir. Zaman geçtikçe hal ve keyfiyet nasıl
olacaktır? Ebedî hayatı arzu edip ölmeyi istemeyen ve bunun
mümkün olabileceğini zannedenin hali işte budur. Bu zan ve arzu,
cehâletin sonucudur. Ölüm, İlâhî bir ihsan olunca; o, kötü bir şey
olmaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan da
onun gerçek yüzünü bilmeyendir.” 208
Ölümle uyku arasında çok yakın bir benzerlik vardır. Başta
hasta ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki
bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de
dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir.
Kendi ihtiyaçlarını göremeyecek kadar âciz bir duruma düşen
felçli ve yatalak bir insan veya derdine çare ve ilaç bulamayan bir
hasta ölümü o kadar bir iştiyakla ister ki, onun tek arzusu varsa, o
da bir an önce ölüm nimetine kavuşmaktır. İntihara kalkışan kimse
de aynı durumdadır. Böyle bir insanın imdadına ölüm yetişecek
olsa, hem büyük bir günaha girmekten kurtulur, hem de ebedî
hayatını berbat etmemiş olur. 209
Ölüm Korkusu
Ölüm korkusu, insanlar arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir.
Kur’an, şu ifadesi ile insanların ölüm korkusuna işaret
etmiştir: “De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka
bulacaktır.”210 Savaşlarda ölüm korkusu, bütün açıklığı ile ortaya
çıkmaktadır. Özellikle bu, savaş alanına gönderilen muhâriplerde
daha belirgindir. Kur’an’da münâfıkların savaştaki ölüm korkusuna
temas edilmektedir: “Kendilerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir
grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar.
‘Rabbimiz, savaşı bize niçin yazdın (farz kıldın)? Bizi yakın bir süreye
kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’
dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar
208 İbn Sina, Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risâlesi, s. 21
209 Mehmet Paksu, Ölüm ve Sonrası, s. 30-32
210 62/Cum’a, 8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.” 211
Allah’a sağlam bir iman, insanı ölüm korkusundan kurtarır.
Çünkü mü’min, kesin olarak ölümün kendisini, Allah’ın rahmeti
sayesinde en güzel nimetlere kavuşacağı sonsuz âhiret hayatına
götüreceğine inanır. Mü’min ölümden korktuğu takdirde, bu
sadece Allah’ın mağfiretinden nasiplenememek ve rahmetine
ulaşamamak endişesinden dolayıdır. Hiç şüphesiz ölüm korkusu,
tevbe etmeden evvel öleceklerinden korkan günahkârlarda fazla
olmaktadır. Realitede ölüm korkusu, sadece tevbe etmeye engel
olması cihetiyledir. Bu yüzden, ölüm korkusunun Allah korkusuyla
sağlam bir şekilde sımsıkı bir bağı bulunmaktadır. Kâfirler, dirilişe
de âhirete de inanmadıklarından, varlıklarını çürüttüğü ve yok
ettiği için ölümden korkarlar. Bazıları da kendilerini nasıl bir meçhule
götüreceğini bilmediklerinden dolayı ölümden korkarlar. Bu
gibi kişilerin gidecekleri son yeri bilmemeleri, ölümden korkma ve
endişelenme sebebi olmaktadır.
Ölüm korkusunun doğurduğu kaygı, endişe ve bunalımlara
çözüm arayışı içine giren insanın imdadına gerçek anlamda yetişecek
olan imandır, yeniden dirilmeye ve âhirete inanmaktır.
Âhirete yakînî bir şekilde iman eden kimse için ölüm; korkutucu,
ürkütücü ve acı veren bir olay olmaktan çıkar, zorlukların bitip her
türlü güzelliklere, sonsuz nimetlere açılan bir kapı olur. İnsandaki
ölümsüzlük arzusunu doyurup tatmin edebilecek olan da ancak
âhiret inancıdır. Eğer insan için her şey bu hayattan ibaret olsaydı,
bir yandan akıl almaz rûhî eğilim ve arzuları, diğer taraftan sınırlı
güç ve yetenekleri arasında bocalayıp duracaktı. İşte insanın bu
duygu ve ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak husus Allah’a ve
âhirete imandır. Allah’a ve âhirete yakînî bir şekilde inanan kimse,
Allah’ın azâbından korkar. Bunu Allah’ın hududuna riâyet ederek
yaşantısında gösterir, takvâ yoluna girer.
Ölüm Gerçeği ve Âhiret İnancının
Ruh Sağlığı Açısından Önemi
İnsan olarak dünyaya gelen birey, varoluşunun anlamını kavradığı
oranda hayata olumlu bakabilecek ve olayları daha rahat
kavrayabilecektir. Nitekim 23/Mü’minûn Suresi 115212 ve 75/
Kıyâme Suresi 36’da213 insanın başıboş yaratılmadığı belirtilerek
211 4/Nisâ, 77
212 “Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
213 “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder.”
ECEL VE ÖLÜM
- 57 -
yaratılışının anlamına vurgu yapılmaktadır. 51/Zâriyât Suresi, 56.
âyette de214 insanın yaratılış amacının kulluk olduğu belirtilerek
konuya açılım sağlanmaktadır.215
İnsanın varoluşunun anlamı bu şekilde belirtilirken 21/Enbiyâ
Sûresi 35’de216 bu dünyanın bir imtihan yeri olduğu ve sonunda
herkesin ölümü tadacağı belirtilerek ölüm gerçeğine vurgu yapılmaktadır.
“Ölüm bu dünyadaki yaşamı tamamlayan bir noktadır.217 Fakat
varlığın son noktası değil, bilakis ebedi hayatın başlangıcıdır. İslam
inancında insanın ölümü, dünya ile âhiret arasındaki bir geçişi
teşkil etmektedir.218 Nitekim ‘Bireyin, ölümün hayatın bir gerçeği
olduğunu gözönüne alarak hayat ile ölüm arasında sıkı bir bağ
olduğunu düşünmesi, Yalom’a göre kişiyi korku ya da kasvetli kötümserlik
varoluşuna mahkum etmekten çok, onu daha otantik
hayat tarzına yöneltmek için bir katalizör olarak hareket eder ve
hayattan alınan zevki arttırır.’219 Fakat burada şunu da hemen belirtmek
gerekir ki ölüm korkusu gerek her insanda varlığını hissettirmesi,
gerekse şiddet ve etkisinin gücü bakımından diğer bütün
korkulardan ayrılır. Hatta yaşadığımız bütün korkuların temelinde
sadece ölüm korkusunun yattığını iddia edenler vardır.220
Birbirinden farklı izah tarzları getirmiş olsalar da tarih boyunca
ölümden sonraki hayata atıfta bulunmayan hiçbir din yoktur.
221 Ölümü felsefi bir problem olarak ilk defa ele alan Sokrat’tır.
Sokrat’tan önce bu konuda kayda değer bir açıklama yoktur. Sokrat,
insanların hayatları boyunca devam eden korkularının başında
ölüm korkusu olduğunu söyler222…
İslam inancına göre ise bu dünya bir sınav yeridir ve insan bu
dünyada yaptığı her hareketinin karşılığını öbür dünyada görecektir.
Böyle bir âhiret inancı hem ölüm düşüncesinin kabullenilmesini
214 “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
215 Kula, “Bedenî Özürlü Gençlerin Din Eğitiminde Dikkat Edilmesi Gereken
Psikolojik Hususlar”, s., 193-194.
216 “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de
deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.”
217 Özcan Köknel, İnsanı Anlamak, Altın Kitaplar, 6. Baskı, İstanbul 1997, s. 406.
218 Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, çev; Süleyman Ateş, Ankara, s. 24.
219 Naci Kula, Gençlerde Izdırap Tecrübesine Bağlı Dini Krizle Başa Çıkmaya
Yönelik Öneriler, (Yayınlanacak Çalışma), s. 19.
220 Hayati Hökelekli, “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi”, U.Ü. İlâhiyat Fak. Dergisi,
Yıl: 1991, S:3, c: 3, s:156.
221 Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan Yay., İstanbul 2000, s. 15.
222 Ruhattin Yazoğlu, “Ölüm Korkusuyla İlgili Bazı Felsefi Tavırlar”, Akademik
Araştırmalar, Bahar 1997, Yıl:1, Sayı:4, s. 120.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
hem de bu dünyada karşılaşılan birtakım sıkıntı ve meşakkatlerin
karşılığının öbür dünyada kat kat alınacağı düşüncesiyle kişiyi
karşılaşabileceği kaygı ve stresten kurtarabilecektir.223 ‘Zira âhiret
inancı bir taraftan insanlara zulüm ve sıkıntılar karşısında büyük
bir teselli kaynağı sunarken, diğer taraftan ölümsüzlük arzusuna
sahip insan için ebediyetin kapılarını açmakta, insanın ruhi dengelerinin
bozulmaması hususunda büyük rol oynamaktadır. Araştırmalarda
ümitsizlik vb. durumlarda âhiret inancının iman edenlera
bir ümit sunduğu ve endişeyi azalttığı, insanlara vicdan azabı
ve korkularını yatıştıracak teselliler oluşturduğu tespit edilmiştir.
Ayrıca âhiret inancı, ölümden sonra insanın hayatının devam edeceğini,
esas olanın âhiret hayatı olduğu fikrini insanın dikkatine
sunarak onun yaşantısını daha bilinçli bir şekilde geçirmesine,
kendisini otokritik etmesine de yardımcı olacağından olumlu bir
değişim ve kaliteli bir yaşam sürmesine imkân sağlar.’224
‘Netice olarak ölümü hayatın temel gayesi olarak gören inanan
insanlar, bir gün ölecekleri gerçeğini şuurlarının bir köşesinde
canlı tutarak zevk ve metanetle yaşayabilmenin imkânını araştırırlar.
Onlara göre ölümün berisindeki ve ötesindeki hayat birbirini
tamamlayan iki unsur olarak görülür. Nitekim onlar kendilerini
nihayetsiz bir istikbalin yolcuları olarak görürler.’ 225
Dolayısıyla bu şekilde güçlü bir ölüm ve âhiret inancına sahip
bireyler karşılaşmış oldukları olumsuz durumlarla çok daha rahat
bir şekilde baş edebileceklerdir.
İnanan insanın hayatta karşılaştığı çeşitli zorluklarla mücadele
edebilmesinde ona yardımcı olan bir diğer destek de kader inancıdır.
Nitekim İslam inancına göre insanın doğumundan ölümüne
kadar geçen süreçte başına gelebilecek her şey Allah katında bilinmektedir
ve onun dilemesine göre cereyan etmektedir. 226
Kaza-kader konusunda bilgi verilirken olaylar karşısında insanın
sorumluluğunun ve iradesinin önemine dikkat çekildikten
sonra daha geniş bir çerçevede her şeyi varedenin Allah olduğu
ve her olayın kendi içerisinde bir mantalitesinin olduğu vurgulanabilir.
Böylece kişi Allah’ın takdiri ve insanın iradesinin rolü
çerçevesinde olayların meydana geldiğini dikkate alabilir. 227
223 Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Sönmez Matbaası, Samsun 1993, s. 167
224 Kula, a.g.ç., s. 19-20.
225 Karaca, a.g.e., s. 267-268; Muammer Cengil, “Depresyonu Önlemede Dini
İnancın Koruyucu Rolü” Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, III,
(2003), Sayı:2, s., 141
226 Kur’an, 57/22
227 Kula, “Bedenî Özürlü Gençlerin Din Eğitiminde Dikkat Edilmesi Gereken
ECEL VE ÖLÜM
- 59 -
Böyle bir inanca sahip olan bir kimse üzerine düşen görevleri
yaptıktan sonra işin gerisini Allah’a bırakarak tevekkül eder ve
böyle bir inanç ile yaşamda karşılaştığı çeşitli sıkıntıların yıkıcı etkisinden
psikolojik olarak kendisini korumuş olur. 228
Ayrıca yaşanılan olayların mutlak anlamda olumsuzluk olarak
değerlendirilmemesi gerektiğine de vurgu yapılmalıdır. Çünkü
bize göre iyi olan bir şeyde bir olumsuzluğun veya olumsuz gibi
gözüken bir olayda da iyi bir durumun olabileceği vurgulanmalıdır.
Nitekim bir âyet-i kerimede229 insanların hoşuna giden bir
olayda şer, hoşuna gitmeyen bir olayda da hayır olabileceği vurgulanmaktadır.
230
Ölümü Düşünerek Dirilmek
İnsan açısından ölüm, Allah’ın mümît isminin tecellî etmesiyle,
ecel denilen belirli bir zamanda, ruhun bedendeki tasarrufuna
son verip vücuttan ayrılması olayına denir. Ölüm, insan için yok
olmak değil; bir âlemden diğerine intikal etmektir, bir hicrettir,
fânî/ölümlü dünyadan ebedî hayata göç etmektir.
Ölüm, hiçbir zaman, anladığımız şekilde “ölmek” değil; gerçekte
“dirilme”dir, hayat bulmadır, uykudan uyanmaktır. Hayatın
kaynağını örten maddî perdelerden sıyrıldıktan sonra, insanın
gerçeği en çıplak şekliyle tanıması nasıl ölmek olabilir? Ölmek,
geçici ve gölge bir hayat olan dünyadan göçmekten ibarettir.
Dünya hayatında diri olabilenler, ölümle daha bir diriliğe kavuşur
ve “sıla”sına kavuşmuş, gurbetten kurtulmuş insanların sevincini
yaşar, özlemlerini giderirken, dünyada ölü olanlar ise, ölmekle acı
bir dirilmeyi tatmakta ve gerçek hayatın ne olduğunu görmektedirler.
Peygamberlerin getirdiği hayat verici nefeslerle231 dirilemeyenler,
Kur’an’ın deyişiyle, akılları çalışmayan, gözleri görmeyen,
kulakları işitmeyen, gerçek hayata sahip olmayan “ölüdürler.”
Allah’ın 99 esmâü’l-hüsnâsından biri, “el-Mümît”tir. El-Mümît,
canlı mahlûkların ölümünü yaratan anlamına gelir. Hayatı nasıl
Allah veriyorsa, ölümü de yine O yaratmaktadır. Allah’ın hayatı/
diriliği ve ölümü yaratmasının sebebi, Kerîm Kitapta şöyle
Psikolojik Hususlar”, s., 195.
228 Muammer Cengil, a.g.m., s., 141.
229 “… Olur ki, bir şey sizin için hayır iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur
ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
(2/Bakara, 228)
230 Kula, ““Bedenî Özürlü Gençlerin Din Eğitiminde Dikkat Edilmesi Gereken
Psikolojik Hususlar”, s., 197; Dr. Muammer Cengil
231 8/Enfâl, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
açıklanır: “O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek
için ölümü ve hayatı yarattı.”232 Ölüme göre hayatı/dünyayı önceleyen
ters gözlüklü insan, bu âyetteki ifadede bir terslik varmış gibi
görebilir. Çünkü diğer canlılar gibi insanlar da, önce yaşar sonra
ölürler; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah
bize işaret yoluyla şunu anlatıyor: “Hayatı anlamak, doğru ve
güzel yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız!” İnsanın
hayatı nasıl anlamlandırdığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına
bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma şeklinde anlarsanız,
hayatı da “nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne
yaparsam kârdır” anlayışıyla değerlendirir ve öyle yaşarsınız. Ama
ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak
anlarsanız, o zaman hayatı; “en ince teferruatına kadar hesabının
verileceği bir olay” olarak kabul eder ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi
bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz
bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız. İkinci anlam
olarak, doğru bir gözlükle baktığımızda görürüz ki canlılar, varlık
sahasına çıkmadan önce ölü idiler. Yani, ölüm hayattan önce var
kılınmış, daha önce yaratılmıştı. Hayat Kitabımız, bu gerçeği şöyle
vurgular: “Allah’a karşı nasıl küfr içinde olursunuz ki, siz ölüydünüz, size
hayat verdi; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir.” 233
Allah’ın İmâte/Öldürme Faâliyeti: Allah’ın yaratma fiili her an
faâliyet gösterdiği, Allah devamlı yarattığı gibi; imâte fiili, öldürme
sıfatı da aralıksız işlemektedir. Günde ortalama 300 bin kişi
ölmekte, hergün bir koca şehrin nüfusu kadar insan dünyasını
değiştirmektedir. Her saniye dünyadan dört kişi hayattan göçmektedir.
Bu rakam, insanlık âlemi için. Buna hayvanlar âlemi de
katıldığında, bu ilâhî fiilin nasıl aralıksız faâliyet gösterdiği daha
iyi anlaşılır. Her sâniye, ölen hücrelerin, alyuvarların, akyuvarların,
hele mikropların haddi hesabı yok. Bütün bu işler imâte fiiliyle,
sonsuz bir ilim ve hikmetle icrâ edilmektedir.
İmâte, yok etme değil; varlığı daha mükemmel hale getirmedir.
İmâte, kabir âlemine doğuştur, ileri bir rahmet tecellîsidir.
Çekirdeklerin ölümleriyle, bitkiler sümbül hayatına geçtikleri gibi,
ölüm de en az hayat kadar bir nimettir. Her ölümü bir diriliş takip
etmekte ve ikinci safhaların birincilerden daha mükemmel
olduğu gözlenmektedir. Ölüm, yeni bir mükemmelliğe, güzel bir
değişim ve dönüşüme atılan adımın adıdır. Ölümü kabir hayatı
takip edecek ve dirilişle insan yeniden beden-ruh beraberliğine
kavuşacak; dünyadakinden daha ileri bir yaratılışla. Ölümü böyle
232 67/Mülk, 2
233 2/Bakara, 18
ECEL VE ÖLÜM
- 61 -
değerlendiren insan, onu severek gülerek karşılar.
Kur’ân-ı Kerim’de ölüm anlamındaki “mevt” kelimesi ve türevleri
165 yerde geçer. Vefat gibi değişik kelime ve ifadelerle
ölümden 190 yerde söz edilen hayat veren Kitabımızda, bütün
âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki
ödül ve cezayla ilgilidir. Âyet-i kerimelerde yaratan ve öldürenin
Allah olduğu, O’nun insanları tekrar diriltip hesaba çekeceği,
ölümden sonra insanların O’na döneceği belirtilir. Sahte tanrıların
kimseyi öldürüp diriltemeyeceği, kendilerine bile fayda ve
zarar veremeyecekleri vurgulanır. Yaşayanların ömürlerinin Allah
katında belli bir eceli/süresi olduğu, o süre dolup ecelleri geldiğinde
canlıların bir an bile geciktirilmeden veya öne alınmadan
ölüm acısını tadacakları ifade edilir.
Kur’an’da uyku, ölümle eş anlamlı gibi kullanılır.234 Demek
ki ölümle uyku bir bakıma aynıdır; çünkü uykuda, nefs/ruh, bedenden
kısmen ayrılır; en azından, şuur olarak bedenin farkında
değildir. Ölümde ise bu kopuş, bütün bütündür. Uyku, ölümün
yarısıdır. “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanmadın
olacak, / Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın
olacak / Taht misali o Mûsâlla taşında.” Başta hasta yatan
ve musîbet çekenler olmak üzere, herkes için uyku nasıl ki
bir istirahat ve rahmettir; uykunun büyük kardeşi olan ölüm de
dert çekenler ve intiharı düşünenler için de bir nimet ve rahmettir.
Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Uyku, ölmenin provasıdır.
Mezara benzeyen yatağa girdikten belirli bir zaman sonra
uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız.
Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz. Uyku, kardeşi olan ölümü
unutturmaya değil; hatırlatmaya vesile olmalı; insan, yatağa girerken
mezara da gireceğini unutmamalı, uyuduğunda uyanma
garantisinin olmadığını düşünmeli ki, dört elle dünyaya sarılmasın
ve ölüme hazırlanabilsin.
Ölüm, bir nimettir, ilâhî bir ihsandır. Dolayısıyla o, kötü bir
şey olamaz. Kötü olan şey, ondan korkmaktır. Ölümden korkan
da onun gerçek yüzünü bilmeyendir. “Ölümden korkusu olanlar
ölür / Hayatı maddede bulanlar ölür / Gidenlere öldü diye ağlarız
/ Aslında geride kalanlar ölür.” Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim!
“Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı
ölür müydü Peygamber?”
Nasıl bir ölüm isteriz? Mademki ölüm var, ölümden kaçış yok;
öyleyse nasıl ölümle ölmek bize daha kolay, daha güzel gelir?
234 39/Zümer, 42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
Sonra, ölümün şeklini seçme hak ve imkânımız var mı? Ölümün
şekli, hayatın nasıllığına bağlıdır. Kutlu vaad veya acı gerçek öyle:
“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.”
Örneğin Hz. Ali gibi, bir çöl ortasında, hiçbir şeye dayanmadan
dimdik ayakta ölmeye ne dersiniz? Ya da Hz. Süleyman gibi Mescid
inşâsında cinleri kullanırken, çaktırmadan ölüvermek; ölüvermek
ama dimdik; ölüvermek ama devrilmemek, sürünmemek! Halkın
deyimiyle, “elden ayaktan düşmeden”, “Üç gün yatak; dördüncü
gün toprak”, ama imanla, ama müslümanca, ama insanca ölmek!
Bunun için de mü’mince yaşamak şart. Kimin yolunda, hangi gâye
uğruna yaşanılırsa, onun yolunda ve o amaç için ölüm gelecektir.
Allah yolunda O’nun rızâsı doğrultusunda yaşayanlar, elbet
O’nun yolunda ve O’nun istediği gibi öleceklerdir.
Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür. Ölümü, yok oluş,
bitiş ve neticesiz olarak gören insan, hayatın mânâsından da
uzaktır. Onun için hayat, tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara
açılan bir kapı, ecel bütün sevdiklerinden bir daha kavuşmamak
üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete inanmayan kimsenin
ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir, mânen
kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir? Cansız
ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz iken ve dağılan
yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız yaratılırken; büyük
emânete tâlip, yeryüzünün efendisi/halîfesi insanın ölümden
sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek, insafsızlık olsa gerek.
O, ölümünün ardından, sahip olduğu nimetlerden, yüklendiği
emânetten hesaba çekilecek, mükâfat veya ceza için Cennet ya
da Cehenneme gönderilecektir.
Ölmemenin tek çaresi, doğmamaktır. Ama canlı cenâze şeklinde,
hayat süren leş gibi yaşamanın tercih edilebildiği gibi; ölümsüzleşmek,
güzel ölümden sonra çok güzel bir hayata terfî etmek
de mümkün. Ölüm meleğinin bizi nerede beklediği belli değil;
iyisimi biz onu her yerde bekleyelim. Ama elbette ona hazır bir
vaziyette. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına
baksın.”235 Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz
ne var? Asıl önemli olan bu. Dünkü yediğimiz çok lezzetli
yiyeceklerin veya zevkli saatlerin bugüne bir faydası yok; yarına
kalacak olan da sadece sevaplar veya günahlar. Dünya bir oyun
ve eğlenceden, bir masaldan ibâret. Âhiret ise daha hayırlı ve devamlı.
Ölüme Hazır Olmak: Allah’ın dışında tüm canlılar için ölümün
235 59/Haşr, 18
ECEL VE ÖLÜM
- 63 -
kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı
olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak ve
hazırlıklı bulunmak müslüman olarak ölmek isteyen her mü’min
için gereklidir. Hz. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri
yok eden ölümü çok anın.”236 Başka bir hadiste, kabir içinde olanların
hatırlanması istenir: “Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin
çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk
eder.”237 Ensardan bir adam Peygamberimiz’e sordu: “Mü’minlerin
hangisi en akıllıdır?” Aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm: “Ölümü en çok hatırlayan
ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapanlar; İşte bunlar en
akıllı kimselerdir.” buyurdular. 238
Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden dirinin
ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû kılındığını hatırlamakta
fayda var. Tevhidi zedeleyecek davranışlardan uzak
durmak şartıyla kabirleri ziyaret etmek, insana âhiret bilinci verir.
İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina yapmak, kubbe koymak,
yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak hale getirmenin, şiddetle
yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki aşırılıkların şirk unsuru olduğu
bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür sözlerinden de cehennemden
korkar gibi sakınmak gerektiğini unutmamalıyız.
Ölümle başlayan esas hayatı dünya görüşünün merkezine alamayan
tek dünyalı insanın ufku, sadece bu geçici âlemle sınırlıdır.
Ölümü düşünmek, hatırlamak istemez; yatırımını sadece dünyaya
yapan, mutluluğu salt dünyevî ölçülere göre tanımlayan insan. Yaşayışından
ölümü kovmaya çalışır; çünkü adına ölüm dedikleri şey
dünyevîleşmiş insan için, gerçeği tokat vurur gibi haykıran uyarıcı
bir vâiz, sorgulayıp itham edici bir yargıç ve fâni zevklerini kemiren
korkunç bir canavardır. Modernleşen şehirlerde artık mezarlıklar,
bu tür insanları “rahatsız” etmeyecek kadar uzak yerlere
yapılır oldu. Mezarın içini cennet bahçesine çevirmeyi düşünmeyenler,
mezarlarını anıt gibi süslemeyi tercih ediyor. Hâlbuki İslâm,
kendi insanlarına ölümle dost olarak, onunla içli dışlı yaşamayı
öğretmişti. Ölümün korkulup kaçılacak bir şey değil; gereğinde
baş tâcı edilecek bir şey olduğuna inandırmıştı.
“Güzel ölüm”ün şefkatli kollarından “çirkin hayat”ın merhametsiz
kucağına terkedildi insanımız. Ölümün kronik korkusunu
da yenemedi, hemen tüm filmlerde o işlendi, çoğu rüyaları o böldü,
bunalımların kaynağının o olduğu söylendi. Ölümü unutmaya
236 Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
237 Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387
238 Kütüb-i Sitte Terc. 17/598
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
çalışmak, başka güzellikleri de unutturdu. Sadece dünyayı düşündüğü
halde, ona da sahip olamadı; “hırsızı yakaladım” derken,
yakasını yavuz hırsız dünyanın elinden kurtaramadı. İslâm’ın
insanındaki ölüm sevgisi, yerini; dünyevîleşmiş insanda “ölüm
korkusu”nun stresine terk etti. Ölümü hatırlamamak için çeşitli
eğlencelere, uyutucu ve uyuşturuculara yönelen modern insan,
60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan (konforlu da olsa
dünya zindanında yatan) müebbet hapisteki bir idam mahkûmu
gibidir.
Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir
olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan
bir vâsıtadır. O yüzden birçok ayette ölüm ve âhiret hayatı
“buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah,
likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir. Asıl hayatın ikinci
âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını
kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba
yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre
yaşarlar. Ölümün korkulmayacak, aksine can atılacak güzelliklerin
anahtarı olduğuna şâhitlik eden, ölümü öldürerek ölümsüzleşen
şehâdet erleri ise, şehidlerdir.
Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa
uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişe ve
gayretlerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî
hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların uğraşlarına,
şikâyetlerine bakınca; hemen tamamının dünyevî endişeler olduğunu
görüyoruz. Çağdaş insan, kendi kapısını yüzde yüz çalacak
ölüm dâvetini ve hesaba çekilmeyi düşünmeden, ot gibi yaşamayı;
fıtratına, aklına, dinin diriltici çağrısına rağmen başarabilmek(!)
için, kendi yaptığı putların, paranın, sporun, müziğin, sinemanın,
eğlencenin, teknolojinin... kulu olmayı kabullenmiş, tersine ve
olumsuz anlamda ölmeden önce ölmeyi, yani intiharı ve katliâmı
ebedî hayata tercih edebilmiştir.
Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır.
Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla hayatı
ve ölüm ötesini, dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt
olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar ebedî ve gerçek
hayatla birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre
olarak algıladığımız istikbâl (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını
da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa
geçirmek, kulluk görevimizdir.
Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların,
insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman,
ECEL VE ÖLÜM
- 65 -
her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni
bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni sıkıntılarla dolu bir diyardan,
ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu, zahmet ve sıkıntının
bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara
yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona
hazır olur. Hatta yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında
dünyayı satar. “Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni
bir hayata geçiştir” cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve
varlıkları seyredelim:
Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gece,
bir ölüm, her sabah bir dirilişi yaşar güneş altındaki bütün canlılar.
Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve
batışı, her an ölümün ve hayatın yaratılışını ispatlayan, âhirete
imanı seslendiren bir âyettir. Mevsimler de bize ölüm ve ardından
dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir. Kışın, nice
sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir.
Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek
açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: “Ey
insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!” Rabbimiz, kış
ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri
de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm,
günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde
yok olduğunu zannederiz; hâlbuki yokluk yoktur. O, toprağın
altında diriliş sürecini yaşamaktadır. Nihayet bir müddet sonra,
bahar rüzgârı borusunu öttürecek, tohum, kıyameti yaşayarak
kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan
da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü
görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi
o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyamet günü, zaten
kalkış günü demektir.239 Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi
olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır.
Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan
pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir. 240
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü
yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız.
Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla
yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı
saâdet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada
iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya
yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline
239 Bk. 50/Kaf, 9-11; 30/Rûm, 19
240 Bk. 2/Bakara, 28; 36/Yâsin, 77-79
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk.
İmam Gazali diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler
yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.” Ölüm öncesindeki
kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek
yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla
hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür
boyu düşer mi?.241 Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta “gidici”
olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da
hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Aksi halde, insan
gideceği saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre
yapar. “Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha
hayırlı ve daha kalıcıdır.” 242
Hayatı güzelleştirmek istiyorsak, ölümü güzelleştirmek, ölümötesi
güzelliklere lâyık hayat sürmek gerektiğini unutmamalıyız.
Ölmeden evvel ölmeye çalışmalı, ama öldükten sonra yaşamanın
sırrını bulmaya gayret etmeli. Ölümü ancak bu iki şekilde öldürebiliriz.
Ölümün korkusu, ölmenin kendisinden çok daha beterdir.
Ölümü bu iki şekilden biriyle öldüren “bir gün” ölür; ölümden
korkup kaçmaya çalışan ise “her gün” ölür. Âhiret yanında dünya
bir gün kadar kısadır. Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba
çekmek için geceler büyük fırsattır. Gündüzü dünya hayatının,
geceyi ölümün, yatağı kabrin karşılığı kabul ederek her yatağa
girdiğimizde, günlük amel defterimizin kâr ve zarar hânelerini
önce kendimiz değerlendirmeli, zararımız fazla ise, onu tevbe
ve gözyaşı silgisiyle silmeli ve daha hatasız ticaret için kararlar
alıp eyleme geçirmeliyiz. Yeniden bir dirilişi yaşayacağımız ertesi
günü, önceki günden daha güzel yapma gayreti içinde olmalıyız.
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında,
her fırsatta; tefekkür edelim, özellikle ölümü, dirilişi, kıyâmeti,
mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine
teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Oralarda
ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünmek amacıyla, hele
gece karanlığında mezarlığa gidip şu ölümcül yaşayıştan silkinip
dirilelim. Ölüm ve şehâdet râbıtası yapalım. Allah’ın dinini yaşayamıyor,
müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin
de zor olduğunun bilincine varâlim. Mezarlarda ve hayalinde
düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik
çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin
adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı
241 Bk. 44/Duhân, 25-28; 9/Tevbe, 38
242 87/A’lâ, 16-17
ECEL VE ÖLÜM
- 67 -
karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun.
Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete
hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman
gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin,
beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet,
ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi
bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının
ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını
ona göre düzenle. Çünkü ölüm bir yok oluş değil; diriliştir.
Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. “Ölümse / Gel dese / Tak
tak tak / Mu-hak-kak.” ?
Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! Ölüm! Allah’ın bir “hikmet”i,
bir “tecellî”si! Hikmetinden sual olunmadığı gibi, ne zaman
tecellî edeceği de bilinmez. “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın
ölüm / Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?!” Ölümsüzlüğü
tatmak! İşte ölümün dehşetini etkisiz kılan iksir! Ölümünü düğün
ve bayram ilân eden, o heyecanla ölüm adlı sevgiliyi bekleyen
canlı şehidlerin mesajı! “O mübârek, aziz şehitler ki / Hepsi seçmişler
en güzel ölümü! / Allah için, din için, şehitlik için / Döğüşüp
müslümanca ölmüşler! /Törensiz ölmüşler / Kefensiz ölmüşler
/ İsimsiz ölmüşler / Ruh olup hep, cisimsiz ölmüşler / Bürünüp sade
bir şehid adına / Öyle çıkmışlar, alnı pak, yüzü ak / Allah’ın katına!”
Mezar, zıtların kenetlendiği noktadır. Yokta varlığa yol veren
geçittir. Hayat ve ölümün, varlık ve yokluğun, bu dünya ve öte
dünyanın buluştuğu çizgidir. Mezar, yok olunduğu sanılan bir
noktada gerçek varlığın bulunduğu bir “geçit” oluverir. Ölümsüz
hayata geçmek için ölüm tek geçit! Dünya yalan, ölüm yalansız!
İnsan, bu gerçeği bilir; bilir bilmesine ama, bilmez gibi yaşar.
Ölümden korkmak, her gün binlerce kez ölmek demek.
Ölümden korkmak, hayatı bu maddî dünyadan ibaret sananların
çıkmazıdır. Ölümden korkmak, öte dünyaya imanın zayıflığının
göstergesi. Ölümden korkmak, ölümü yok etmez, ertelemez, hafifletmez,
“korkunun ecele faydası yoktur.”
Dünya bir han; konan göçer. Can ise, tıpkı bir kafesteki kuştur;
o da zamanı, vakti geldimi durmaz, uçar. Ölüm, öyle bir
yoldur ki, bir kez ve tek başına yürünür. Tekrarı yoktur; dönüşü
yoktur; tek yönlü bir yoldur; mecburî istikamettir. Ölüm âdildir;
ölüm herkes içindir; fakiri-zengini, beyazı-zenciyi, kadını-erkeği,
genci-yaşlıyı ayırmaz.
Ölüm, insan için güzel bir son ve aynı zamanda güzel bir başlangıç
demek! Bir hayata “vedâ” deyip, öte hayata “merhaba”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
demek! Onun için güzel bir olay! Ölüm, dünya hayatının muhtaç
olduğu bir ihtiyaçtır. Yeri göğü titretse de, varlığı dengede tutmaktadır
ölüm. Ölüm, hayatın, varlığın, yaratılmışlığın dengesi ve
güzelliği için vardır. Hayat, sınanma için verildiği gibi ölüm de aynı
amaç için yaratılmıştır.243 İnsana düşen; ölüm korkusunu öldürmek,
ölümün bir denge ve güzellik olduğuna inanmak ve hayat
sınavında başarılı olmaktır. 244
Beşerî bilim, insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatsa bile niçin
geldiğini bildiremez. Bu dünyaya her gelenin öleceğini bildirir,
fakat nereye gideceğini kestiremez. Bilim, olayın şeklinden bahseder,
felsefe ise, sebebini açıklamaya çalışır. Ancak felsefenin de
sınırı akıldır. Aklın bulamayacağı konular, felsefenin de dışında
kalır. O zaman söz “din”in olur/olmalıdır. Yüce Yaratıcımız, insan
aklının idrakten âciz kaldığı hakikatleri, Peygamberleri vasıtasıyla
öğretmiştir. Beşerî bilimin dışında kalan, onun sınırına girmeyen,
felsefeyi âciz bırakan konular, sadece dinin alanı içine girer. Ve
ancak bu sahada çözülebilir. Alex Carrel: “Ölümün esrârı karşısında
insanın duyduğu endişeye imanın verdiği cevap, bilimin verdiği
cevapla kıyaslanmayacak kadar tatminkârdır” diyor.
Nereden gelip nereye gittiğimizi, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini
ve ölümün anlamını ancak vahiy aydınlatabilir. Vahyi kabul
etmeyen insan, tatminsizlik ve huzursuzluğu bu konudada da
derinden yaşayacak, bu soruların ve ölümün her insan için ayrı
mânâsı veya anlamsızlığı olacaktır. Çünkü ölüm, hayata göre, hayatın
mânâsı da onu yaşayan kişilere göre değişmekte ve sahip
olduğu inanç, insanı şekillendirmektedir. Ama ortak olan bir şey
vardır. O da, bu sorulara sadece bilim veya kuru bir akılla cevap
verilemeyeceği gerçeğidir.
İnsanın yeri ve konumu gerçekten çok yüksektir. Çünkü şu
koca dünya, ona bir ev, hayvanlar ona bir hizmetçi, güneş onun
ısınması için bir soba, ay ise aydınlanması için ona bir lâmba olarak
yaratılmıştır. Bu yüzden insanın görevi de büyüktür. Vazifesi, kendini
yaratanı tanıyıp O’nun emir ve izni dâhilinde hareket etmesi
şeklinde tarif edilebilir. Yine de imtihan dünyasında yaşadığımızı
ve dileyenin istediği yolu seçmekte serbest olduğunu da unutmamalıyız.
Ancak, cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz
iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka
yıldız yaratılırken, insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını
düşünmek, insafsızlık olsa gerek. O halde insan toprağa girip
ebediyyen yatamaz ve saklanamaz. Sahip olduğu nimetlerden
243 67/Mülk, 2
244 Hasan Ali Kasır, Ölüm Şiirleri, s. 21 vd.
ECEL VE ÖLÜM
- 69 -
hesaba çekilecek, mükâfat ve ceza için âhiret konakları olan Cennet
ve Cehenneme gönderilecektir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, her günde ortalama
300.000 kişi ölmekte. Evet, her yaşta ölenlerin toplamı
bu... Bu sayının içinde nice ölmeyeceğini sananlar veya ölümü
bekleyenler, beklemeyenler veya başkasına “vah vah”, kendisine
ise “Allah gecinden versin” diyenler de mevcut. Ama hepsi yolcu.
Bunlar arasında ölümü unutanlar yok muydu dersiniz? Ama ölümün
onları unutmadığı bir gerçek. Evet ölüm, hiç umulmadık bir
anda kapımızı çalıyor. Ya bir kalbi sıkıyor, ya bir damarı tıkıyor. Ya
da yeni elbisesini giyerken bir ayna karşısında veya otomobilini
sürerken yakalıyor unutkan ve gâfil insanı. Kısacası, âhirete giden
yollar o kadar çok ki, saymakla bitmez, neticede hepsi oraya
çıkar. “Ölüm gelmiş cihâne, baş ağrısı bahâne!” Mezarın yeri ve
dış konforu nerede ve nasıl olursa olsun, âhiret, her yerden aynı
uzaklıkta. Önümüzdeki günlerde de yine yüz binlerce insan ölecek,
bir yandan da ölüm meleği vazifesi gereği can almaya devam
edecek. Ömrümüzün uzatılması için yapılan çalışmalar da devam
edecek. Geçen günler de gösteriyor ki, hayat var olduğu müddetçe,
dünya hayatı açısından ölümün sonu gelmeyecek ve ölüm
öldürülemeyecek.
Ölümü unutmak, ondan kaçmak çare değil. En yakın ve candan
bir dostumuzun cenazesinden bile yeterli ibret alamaz olmuşuz.
Ne kazmayı sallayan, ne tabutu taşıyan ve ne de ölüyü
yıkayan haberdar değil yaptığından. Hareketlerimiz hep ezberden,
mekanik bir şekilden ibaret. Eskiler ölümü o kadar uzakta
tutmamış ve günlük yaşamlarından kapı dışarı etmemişlerdi. Doğrusu
pek de bir şey kaybetmemişler, bilâkis kazanmışlardı. Çünkü
zaman ve mekân tanımayan o dâvetsiz misafire karşı biraz olsun
hazır bulunmakla, ona ansızın yakalanmaktan kurtulmuşlardı.
Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusu sorulduğu zaman 50 milyon
demiş, bunu abartı gibi görenlere de; “ne yapalım, biz ölülerle
dirilerimizi birbirinden ayrı düşünmüyoruz” cevabını vermişti.
Aslında, bu bir şahsın değil; uzun bir devrin ve köklü bir düşüncenin
eseriydi. Eski semtler, ölümle hayatı hâlâ beraber yaşıyor. İşte
İstanbul’un Eyüp Sultan, Üsküdar, Karacaahmet ve Topkapı kabristanları
ve diğerleri. Ölümle hayat iç içe. Ölmeden önce hayatımızın
kıymetini bildiren birer ibret taşları, yoldaki işaretler olmuş
kabirler.
Câmiler, minareler, kabristanlar, mezar taşları iki dünyayı ayıranın
bir ses değil; bir nefes olduğunu haykırıyorlar. Bırakın ölüleri,
yaşayanların bile dirilip döndüğü bir Eyüp kabristanı ile çevresini,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
bir de şimdiki mezarsız ve ezansız semtleri düşünün. Ölüm gerçeği
konusunda ne değişti sanki? Ama, ölümü algılayış ve hatırlayış
hususunda insanımız, yarına hazırlığı defterinden silgi izleri
sırıtacak şekilde sildi veya defterini karaladı. Ölümü hatırlamayı
modern çağın yüz karasıymış gibi düşünenler, kimseyi değil; sadece
kendilerini aldatmışlardı. Belki asrımızda çok şey değişmiş
olabilir, ama ölüm gerçeği değişmemiştir. Tam aksine, kazalar ve
hastalıklar sayesinde âni göçüşler, hızlı yaşamaya ayak uydurarak
sayı ve sürat kazanmıştır.
Bırakalım artık yarınların hayaliyle oyalanmayı. Bu gün için
elde olan ne? Yolculuğa hazır mıyız? Yanımızda götürebileceğimiz
ne var? Asıl önemli olan bu. Dünyaya bir daha gelip de eksik
ve hatalarımızı telâfi etme şansımız olmadığına göre, yaşadığımız
günün her ânını değerlendirmeli ve “gün bu gündür!” diyerek,
ebedî saâdeti kazanmaya çalışmalıyız. 245
Ölüme Hazır Olmak: Allah’ın dışında tüm canlılar için ölümün
kaçınılmaz bir gerçek olduğunu unutmamak ve ölüme hazırlıklı
olmak her insanın gayreti ve özelliği olmalıdır. Ölümü anmak
ve hazırlıklı bulunmak her mü’min için müstehap sayılmıştır. Hz.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok eden ölümü çok
anın.”246 Başka bir hadiste, kabir içinde olanların hatırlanması istenir:
“Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın.
Âhiret hayatını isteyen dünya hayatının süsünü terk eder.” 247
Ölümü Beklenen Hastaya Karşı Görevlerimiz
Hasta ziyareti sünnettir. Bir hadis-i şerifte, müslümanın müslüman
üzerindeki hakları sayılırken, bunlardan birinin, hastalanınca
hasta ziyaretine gitmek, diğerinin de ölünce, cenazesine gitmek
olduğu belirtilir.248 Ölümcül hastaya ecel konusunda hoşuna gidecek,
sevindirecek sözler söylemelidir. Çünkü Allah’ın hükmünü
hiçbir şey geri çeviremez. Sadece gönlü hoş olmuş olur.249 Hasta
tevbe etmeye ve vasiyetlerini yapmaya teşvik edilir. Çünkü Allah
Rasûlü şöyle buyurur: “Vasiyet edeceği bir şey olup da, yanında
yazılı vasiyeti bulunmaksızın iki gece geçirmek müslümanın işi
değildir.”250 Sıkıntı, belâ ve hastalığa mâruz kalan kimsenin sabretmesi,
Allah’ın yardımı ile olur. “Sabret! Çünkü senin sabrın ancak
245 Selim Gündüzalp, a.g.e. s. 23 vd.
246 Tirmizî, Zühd 4, Kıyâme 26; Nesâî, Cenâiz 3; İbn Mâce, Zühd 31
247 Tirmizî, Kıyâme 24; Ahmed bin Hanbel, I/387
248 Buhârî, Libâs 36, 45, Cenâiz 2, Nikâh 71; Eşribe 28
249 Tirmizî, Tıbb 35
250 Buhârî vesâyâ 1; Müslim, Vasiyye 1, 4
ECEL VE ÖLÜM
- 71 -
Allah’ın yardımı iledir.” 251
Ölüm halindeki kişiyi sağ yanına yatırıp kıbleye döndürmelidir.
Çünkü Hz. Peygamber, Beytullah için “Ölü ve dirilirenizin kıblesidir.”252
buyurmuştur. Eğer yer darlığı yüzünden hastayı kıbleye çevirmek
mümkün olmazsa, sırt üstü yatırılır ve yüzü ile ayakları kıbleye
doğru çevrilir. Bu da yapılamazsa, olduğu hal üzere bırakılır.
Ölüm sırasında kişinin ağzına bir kaşık veya pamukla su verilir.
Hasta can çekişirken ona yardımcı olmak, yakınları için bir görev
ve sevap bir ameldir. Bu yüzden onun yanında kelime-i şehâdet
getirmek ve söylemesine yardımcı olmak sünnettir. Çünkü Allah
Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Ölülerinize; ‘Lâ İlâhe illâllah’ı telkin edin.
Çünkü ölüm halinde onu söyleyen bir mü’mini bu kelime, Cehennemden
kurtarır.” “Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan kimse Cennete girer.” 253
Hastanın yanında şehâdet getirilir ki, o da hatırlayıp şehâdet
getirsin. Yoksa, ısrarla; ‘sen de söyle’ denilmez. Zira o anda zor bir
durumdadır. Ona yeni bir zorluk çıkarmamalıdır. Bir defa da söylese
yeterli olur. Buna “telkin” denir. Bu telkini, hastanın sevdiği
birisi yapmalıdır. Amaç, hastada isteksizlik uyandırmamaktır. Hayatını
tevhide ters inanç ve davranışlarla geçirip tevbe etmeyenlerin
ölüm döşeklerinde bunu kolayca söyleyebilmesi, pek nasip
olacak iş değildir. Çünkü bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Nasıl
yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşrolursunuz.”
Kişi vefat edince ağzı kapatılır, bir bez ile çenesi başından bağlanır.
Gözleri yumulur. Eller yanlarına getirilir. Sonra ölünün üstüne
bir örtü çekilir. Öldüğü iyice anlaşılınca hemen yıkanır. İnsan ne
zaman ve nerede öleceğini bilmez. 254
Ölüm ve sonrası için düşünülmesi ve o oranda çalışılması
gereken asıl mesele, son nefesi imanlı olarak verip verememe
sorunudur. Bir insan, bütün varlığıyla, bütün gücüyle ve bütün
imkânlarıyla bu meseleyi halledip gerçekleştirmeye çalışmalıdır.
Mü’minin isteği, bu dünyadan ancak müslüman olarak, şirk karışmamış
bir imana sahip bulunarak ayrılmak olmalıdır.255 Bunu
gerçekleştirmek için de, devamlı müslümanca bir yaşayışın gerekli
olduğu, nasıl ölmek istiyorsak öyle yaşamanın icap ettiği unutulmamalıdır.
Kabir ziyaretinin orada yatan ölü için değil; ziyaret eden
251 16/Nahl, 127
252 Ebû Dâvud vesâyâ, 10
253 Müslim, Cenâiz 1, 2; Ebû Dâvud, Cenâiz 16
254 31/Lokman, 34; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 5/167
255 3/Âl-i İmrân, 102
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
dirinin ibret alması, ölümü hatırlaması için meşrû kılındığını hatırlamakta
fayda var. İslâm’da yasak olan kabrin üzerine bina
yapmak, kubbe koymak, yani türbe, kabirleri mescit veya tapınak
hale getirmenin, şiddetle yasaklanmış hurâfe ve bu konudaki
aşırılıkların şirk unsuru olduğu bilinmelidir. Ölümle ilgili küfür
sözlerinden de cehennemden korkmak gibi sakınmak gerektiğini
unutmamalıyız. Ölüm meleği olması itibarıyla Azrâil’e hakaret
etmek, onu eleştirmek, eli tırpanlı çirkin bir insan şeklinde onu
resmetmek, “Azrâil onun canını yanlış yere aldı” , “Azrâil’le savaşıyor”
, “zamansız öldü” gibi sözlerin insanı küfre götürebilecek
büyük yanlışlar olduğunu değerlendirmek zorundayız.
“...Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim sahibimsin.
Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” 256
“Ecel geldi cihâne, baş ağrısı bahâne.” (Atasözü)
“Sana nasihat edici olarak ölüm yeter.” (Hadis-i Şerif)
“Ölenin kıyâmeti kopmuştur.” (Hadis-i Şerif)
“Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle de dirilirsiniz.”
(Hadis-i Şerif)
“Kabirleri ziyaret edin; çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.”
(H. Ş.)
“İnsanların en akıllısı, ölümü en çok hatırlayıp onun için en fazla
hazırlıklı olandır.” (H. Ş.)
“İnsanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar.” (H. Ş.)
“Ölümü çok hatırlayın; zira günahları giderir de sizi dünyada
zâhid yapar.” (H. Ş.)
“İnsanların, karşılaşmayı en uzak gördüğü şey, ölümdür!” (H. Ş.)
“Günahlarını azalt ki, ölüm sana kolay gelsin!” (H. Ş.)
“Her kul hangi amel üzerine ölürse o amel üzerine dirilir.” (H. Ş.)
“Kabre hazırlıksız giren, denize kayıksız açılmış gibidir.” (Hz.
Ebûbekir r.a.)
“İnsanların öleceklerini yakiynen bilmelerine rağmen ondan
gaflet etmeleri kadar yalana benzeyen başka bir şey yoktur.”
“Allah Teâlâ, kuluna, ruhunun bedeninden çıkmasını, Allah
için çektiği gam ve kederler oranında kolaylaştırır.”
256 12/Yûsuf, 101
ECEL VE ÖLÜM
- 73 -
“Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenaze çıkar da o
kimse bundan ibret almazsa, ona, ne ilmin, ne hikmetin, ne de
va’z ve nasihatın bir faydası dokunur.”
“Cenazelerde hazır bulunmak suretiyle kalbin hastalıklarını
tedâvi etmek bir vecîbedir.”
“Ölümü istemek güzel değildir. Ölüme hazırlıklı olmak güzeldir.”
“En uzun ömrün en kısa ömürden pek fazla uzun olmadığını
anlamak için, ikisini de çevreleyen sonsuzluğu göz önüne getirin!”
“Hey, ne yapıyorsun? Sen, Rabbine gönderilecek bir kitabı yazmakla
meşgulsün. Ona doldurduğun cümlelere dikkat et! Her hareketin
filme alınıyor; ne biçim sanatçısın sen?!”
„Ayakta ölmek, diz üstü yaşamaktan iyidir.“
“Korkaklar, ecelleri gelmeden kimbilir kaç kere ölürler; cesurlar
ölümü bir kere tadarlar.”
“Ölüm, daima gözünün önünde olsun, o zaman asla âdî endişelere
düşmezsin ve hiçbir şeyi fazla hırsla arzu etmezsin.”
„Hayattan önce ölüme hazırlanmalıyız.“
“Ölüme gülen, iyi bir insandır.”
“Ağa olsa, paşa olsa, bey olsa; Yakasız gömleğe sarılır bir gün.”
“Ölüm ne hükümdar tanır, ne soytarı; herkesi aynı iştahla yutar.”
“Geçiyor birer birer bu daracık köprüden
Bir tabut daha geçti, kimdir acaba giden?”
“Bir gün de senin için ağlanacak ardından;
Sen de ayrılacaksın, doymadığın yurdundan.
Madem ki ölüm vardır, ne diye korkuyorsun?
Bu yalancı hayata ölüm teselli olsun!”
“Geldi geçti ömrüm benim; şol yel esip geçmiş gibi.
Hele bana şöyle geldi; şol göz yumup açmış gibi.
İşbu söze Hak tanıktır; bu can gövdeye konuktur.
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
Miskin âdemoğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter, kimi yiter; yere tohum saçmış gibi.
Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.
Bir hastaya vardın ise; bir içim su verdin ise,
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi.” (Yunus Emre)
“Rabbim, nihayet sana itaat edeceğiz...
Artık ne kin, ne haset, ne de yaşamak hırsı,
Belki bir sabah vakti, belki gece yarısı,
Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz...
Gece değmemiş semâ, dalga bilmeyen deniz,
En güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
Ümitler içindeyim; çok şükür öleceğiz.”
“Ne kötü bir dünya bu; sevgisiz, acımasız
Yaşarken dolu dizgin, ölüvermek apansız
Sen, en güzel yerinde olsan bile yaşamın
Alırlar, götürürler bir yerlere zamansız
Bütün o sevdiklerin, dostların, yakınların
Koyup giderler seni oraya yapayalnız
Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta
Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız.
hakkın yok üşümeye, ağlamaya, gülmeye
Unutma! Ölüsün sen, boş bir kalıpsın cansız
Her şey geride kaldı, ne sandın yalan dünya
Gördüğün gibi işte; bir ölüm var yalansız.”
“Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun.
Ölümü de öldüren Rabbe, secdeler olsun.”
“Ölüm muhakkak
ECEL VE ÖLÜM
- 75 -
Ve ölüm mutlak
Tek kapısıdır ölümsüzlüğün.”
“Yerin altında devam etmesidir bence ölüm,
Yerin üstünde görüp geçtiğimiz rü’yânın.”
“Bir gün çağrıyı duyar, insan ölür çaresiz;
Ölür kuşlar, ağaçlar, ölür sahil ve deniz.
Er geç kulağımızın dibinde çınlayacak
Ölümün soğuk sesi; “biraz gelir misiniz?”
“Ölümse / Gel dese / Tak tak tak / Muhakkak!”
“Hiç durmadan hayât öğütür devreden bu çark;
Ölmek sırayladır, sıralanmakta varsa fark!”
“Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya.”
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi;
Müşkil budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
“Ömrüm geçti, hayfâ ki geç uyandım;
Bu dünya bana bâki kala sandım.”
“Öleceği gün meçhul olmalı insanların!
O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,
Yoktur günü bilinen ölümlere teselli.”
“Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanmadın olacak,
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o Mûsâlla taşında.”
“Sorun insanlar sorun, biliyor şu minare
Neymiş ölüme çare, neymiş ölüme çare?”
“Ömür, eser yeldir yahut akar su; Sakın yele suya dayanmayı
ko.”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
“Ömür, temmuz güneşi karşısında kardır.”
“Ömür, kıymeti bilinmeyen aziz bir misafirdir.”
“Kimi insan derbeder; Ömrünü hebâ edip gider.”
“İnsan, ne idrâksiz mahlûktur! Herkes kimsenin sağ kalmadığını
bilir de, kendinin öleceğine inanmak istemez.”
“Zengin ve yoksul, ölüme doğru aynı zamanda gider.”
“Mezar, sonsuzluğun kapısıdır.”
“Ölümün pençesi, gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat
mü’min için asıl siması nûrânîdir, güzeldir.”
“Sonsuz yaşamaya karar veren ölümden korkmaz.”
“Şerefli bir ölüm, şerefsiz bir ömürden daha iyidir.”
“Ölümün eşiğini herkes yalnız aşar.”
“Ölüm olmasaydı, hayat bütün güzelliğini kaybederdi.”
“İnsanların bazısı yaşayıp bazısı ölseydi, ölüm dayanılmaz bir
acı olurdu.”
“Ey hayat! Ölüme (cennete) şükret. Seni onun sayesinde seviyorum.”
“Düşünsek biz, ölümden korkmamamız gerekir; zira yerin altında,
üstünden çok akrabamız var.”
“Müslümanca yaşayamadığını kabul eden her insan için bile,
müslümanca ölme imkânı vardır.”
“Açmamak olmaz ölüm kapıyı çalınca.”
“Ne ölümden kork, ne de ölümü iste.”
“Ölümün bizi nerede beklediği belli değil; iyisimi biz onu her
yerde bekleyelim.”
“Ölümün acılığını sevdiklerimizin ölümünde tadarız.”
“Bütün günler ölüme gider; son gün varır.”
“Dünyada, bir gerçek vardır; o da ölüm! Ölümden başkası yalan”
“Ölüm, Allah’a giden yolun tek kapısıdır.”
“Bir sen değil, olsa hasmı âlem
Merdâne ölür, ölürse âdem.”
“Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş
gibi telâkki et.”
“İyi bir şekilde ölmesini bilmeyen, kötü yaşamış demektir.”
“Her doğum müjdesi, bir vefat haberinin öncüsüdür.”
ECEL VE ÖLÜM
- 77 -
“Dünyaya geldiğimiz gün, bir yandan yaşamaya, bir yandan
ölmeye başlarız.”
“Daha doğar doğmaz, ölmeye başlarız.”
“Ölümün ilk işareti doğumdur.”
“Ölüm yoktur! Yıldızlar, başka bir kıyıda doğmak için batarlar.”
“İnsan ölümü düşündükçe hayattan daha az tat duyabilir; ama
daha sâkin ve huzurlu yaşar.”
“Ölümü, ancak ölmeye değer bir şeyi olmayan gözünde büyütür.”
“Ölmemek için kaçan, bacaklarını beyhude yormuş olur.”
“Öyle habersizce geliyor ki ölüm, Rüyalar tamamlanamıyor.”
“General olsan da derler: ‘Er kişi niyetine!”
“Ölüm eski bir şeydir ama, her insana yeni görünür.”
“Ölüm, bazen bir ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir
lütuftur.”
“Ölüler başka, ölüm hep birdir.”
“Ölüm! O sonsuz kurtuluş!”
“Arkada bıraktıklarımızın kalplerinde yaşamak, ölmemektir.”
“Ölüm, insanın fitnelerden âzâd oluşu, gafletten kurtuluşu,
uykudan uyanışıdır.”
“Ölüm, tüm mutsuzlukları iyileştiren en acı bir ilâçtır.”
“Ölüme karşı herkesten açık göğüs beklenmez.”
“Azrâil, bizim kullandığımız takvimi kullanmaz, onun takvimi
farklıdır.”
“Azrâil’e bahane bulunmaz.”
Ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümle dostluk kurabilen,
ölüm ötesine hazırlanıp canlı şehid gibi yaşayarak ölümsüzleşenlere
selâm olsun!
“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki, biz ‘Rabbinize iman edin!’ diye seslenen
bir dâvetçiyi (Peygamber’i, Kur’an’ı) işittik; hemen iman ettik. Artık bizim
günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber
al! Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaad ettiklerini de ikram
et ve kıyâmet gününde bizi perişan etme; şüphesiz Sen, vaadinden
caymazsın!”257
“Ey Rabbimiz! Üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.”258
257 3/Âl-i İmrân, 193-194
258 7/A’râf, 126
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
Ecel Konusunda Âyet-i Kerimeler
A Ecel Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 52 Yerde): 2/Bakara,
231, 232, 234, 235, 282, 282; 3/Âl-i İmrân, 145; 4/Nisâ, 77; 6/En’âm, 2, 60,
128; 7/A’râf, 34, 34, 135, 185; 10/Yûnus, 11, 49, 49; 11/Hûd, 3, 104; 13/Ra’d,
2, 38; 14/İbrâhim, 10, 44; 15/Hicr, 5; 16/Nahl, 61, 61; 17/İsrâ, 99; 20/Tâhâ,
129; 22/Hacc, 5, 33; 23/Mü’minûn, 43; 28/Kasas, 28, 29; 29/Ankebût, 5, 53;
30/Rûm, 8; 31/Lokman, 29; 35/Fâtır, 13, 45, 45; 39/Zümer, 5, 40/Mü’min,
67; 42; 42/Şûrâ, 14; 46/Ahkaf, 3; 63/Münâfıkun, 10, 11; 65/Talâk, 2, 4; 71/
Nûh, 4, 4. Ayrıca, iki âyet-i kerimede “ecel” kelimesi fiil halinde kullanılır
(6/En’âm, 128; 77/Mürselât, 12); bir âyette de mef’ûl ismi olarak müeccel
şeklinde kullanılır (3/Âl-i İmrân, 145).
B Yaşama Süresi Anlamında Kullanılan Ömür (Umr) Kelimesinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam: 7 Yerde): 10/Yûnus, 16; 16/Nahl, 70; 21/Enbiyâ,
44; 22/Hacc, 5; 26/Şuarâ, 18; 28/Kasas, 45; 35/Fâtır, 11) Ayrıca 5 Yerde de
Bu Anlamdaki Umr Kelimesi, Fiil Halinde Kullanılır: (2/Bakara, 96, 96; 35/
Fâtır, 11, 37; 36/Yâsin, 68)
C Ölüm Anlamındaki Mevt Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 165 yerde): 2/Bakara, 19, 28, 28, 56, 73, 94, 117, 132, 133, 154,
161, 164, 173, 180, 243, 243, 258, 259, 259, 260; 3/Âl-i İmrân, 27, 27, 49,
91, 102, 119, 143, 144, 145, 156, 156, 157, 158, 168, 169, 185; 4/Nisâ, 15,
18, 18, 78, 100, 159; 5/Mâide, 3, 106, 106, 110; 6/En’âm, 36, 61, 93, 95, 95,
111, 122, 139, 145, 162; 7/A’râf, 25, 57, 57, 158; 8/Enfâl, 6; 9/Tevbe, 84, 84,
116, 125; 10/Yunus, 31, 31, 56; 11/Hûd, 7; 13/Ra’d, 31; 14/İbrâhim, 17, 17;
16/Nahl, 21, 38, 65, 115; 17/İsrâ, 75; 19/Meryem, 15, 23, 33, 66; 20/Tâhâ,
74; 21/Enbiyâ, 34, 35; 22/Hacc, 6, 58, 66; 23/Mü’minûn, 15, 35, 37, 80, 82,
99; 25/Furkan, 3, 49, 58; 26/Şuarâ, 81; 27/Neml, 80; 29/Ankebût, 57, 63;
30/Rûm, 19, 19, 19, 24, 40, 50, 50, 52; 31/Lokman, 34; 32/Secde, 11; 33/
Ahzâb, 16, 19; 34/Sebe’, 14, 14; 35/Fâtır, 9, 9, 22, 36; 36/Yâsin, 12, 33; 37/
Sâffât, 16, 53, 58, 59; 39/Zümer, 30, 30, 42, 42, 42; 40/Mü’min, 11, 68; 41/
Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 9; 43/Zuhruf, 11; 44/Duhân, 8, 35, 56, 56; 45/Câsiye, 5,
21, 24, 26; 46/Ahkaf, 33; 47/Muhammed, 20, 34; 49/Hucurât, 12; 50/Kaf, 3,
11, 19; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa, 47, 60; 57/Hadîd, 2, 17; 62/Cum’a, 6, 8; 63/
Münâfıkun, 10; 67/Mülk, 2; 75/Kıyâme, 40; 77/Mürselât, 26; 80/Abese, 21;
87/A’lâ, 13.
D Vefat Ettirmek, Hayatına Son Vermek Anlamındaki Vefat Kelimesi ve
Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 2/Bakara, 234,
240; 3/Âl-i İmrân, 55, 193; 4/Nisâ, 15; 5/Mâide, 117; 6/En’âm, 60; 7/A’râf,
37, 126; 8/Enfâl, 50; 10/Yûnus, 46, 104; 12/Yusuf, 101; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl,
28, 32, 70; 22/Hacc, 5; 32/Secde, 11; 39/Zümer, 42; 40/Mü’min, 67, 77.
E Ecel ve Ömür Konusu:
a Her Ümmetin Bir Eceli Vardır: 7/Arâf, 34; 10/Yûnus, 49; 15/Hıcr, 4-5, 8; 16/
Nahl, 61; 23/Mü’minûn, 43.
b Ömrü Tâyin ve Takdir Eden Allah’tır: 56/Vâkıa, 60.
c Ecel Geri Kalmaz: 63/Münâfıkun, 11.
d Uzun Ömür: 2/Bakara, 96; 21/Enbiyâ, 44; 28/Kasas, 23, 45; 35/Fâtır, 11, 37;
36/Yâsin, 68; 40/Mü’min, 67.
e Kısa Ömür: 35/Fâtır, 11.
f Ömrün Uzaması ve Kısalması: 35/Fâtır, 11.
g İhtiyarlık ve Bunaklık: 12/Yûsuf, 94; 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 5; 36/Yâsin, 68;
91/Şems, 10; 95/Tîn, 5.
ECEL VE ÖLÜM
- 79 -
F Ölüm:
a Öldüren Allah’tır: 2/Bakara, 28, 258; 3/Âl-i İmrân, 27, 156; 6/En’âm, 2, 95;
7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 16/Nahl, 70; 22/
Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 40/Mü’min, 68; 44/Duhân,
8; 45/Câsiye, 26; 50/Kaf, 43; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa60; 57/Hadîd, 2.
b Her Nefs Ölecektir: 3/Âl-i İmrân, 185; 17/İsrâ, 99; 21/Enbiyâ, 34-35; 23/
Mü’minûn 15; 29/Ankebût, 57; 55/Rahmân, 26-27.
c Son Dönüş Allah’adır: 5/Mâide, 18, 105; 6/En’âm, 61, 62; 7/A’râf, 29; 10/
Yûnus, 4; 11/Hûd, 4; 19/Meryem, 40; 24/Nûr, 42; 28/Kasas, 70, 88; 29/
Ankebût, 17, 21, 57; 36/Yâsin, 83; 53/Necm, 42.
d Allah Dilemedikçe Hiç Kimseye Ölüm Yoktur: 3/Âl-i İmrân, 145.
e Ölümden Kaçılmaz: 2/Bakara, 243; 3/Âl-i İmrân, 145, 154; 4/Nisâ, 78; 50/
Kaf, 19.
f Ölüm Allah İçindir: 6/En’âm, 162.
g İnsan Nerede Öleceğini Bilmez: 31/Lokman, 34.
h Ölüm Karşısında Mü’min: 2/Bakara, 155-157.
i Müslüman Olarak Ölmek: 2/Bakara, 132; 3/Âl-i İmrân, 102, 193; 7/A’râf,
126; 12/Yûsuf, 101; 27/Neml, 19, 89-90.
j Ölüm ile Uyku İlişkisi: 6/En’âm, 60; 39/Zümer, 42.
k Ölüm Gelince Melek, Ruhu Bedenden Alır: 6/En’âm, 61.
l Mü’minlerin Ölümü: 16/Nahl, 28-29, 32-33; 56/Vâkıa, 88-91; 79/Nâziât,
2-3; 89/Fecr, 27-30.
m Kâfirlerin Ölümü: 16/Nahl, 28-29, 33-34; 56/Vâkıa, 83-87, 92-94; 79/Nâziât,
1, 4.
n Münâfıkların Ölümü: 37/Muhammed, 27.
o Ölüm Hali: 75/Kıyâme, 26-30.
G Kabir:
a Mü’minlerin Kabir Hayatı: 14/İbrâhim, 27.
b Kâfirlerin Kabir Hayatı: 14/İbrâhim, 27; 40/Mü’min, 46; 60/Mümtehine, 13.
c Münâfıkların Kabri: 9/Tevbe, 84.
d Kabir Azâbı: 20/Tâhâ, 124; 40/Mü’min, 46.
e Kabir Hayatı Belli Bir Zaman İçindir: 6/En’âm, 98; 80/Abese, 21.
f Soy-Sopla Öğünmek İçin Kabir Ziyareti: 102/Tekâsür, 1-2.
g Kabirden Kalkış: 22/Hacc, 7; 36/Yâsin, 51-52; 54/Kamer, 7; 70/Meâric, 43;
71/Nûh, 18; 82/İnfitâr, 4; 100/Âdiyât, 9.
h Kabirden Kalkışta Mutlu Kişilerden Olmak İçin Duâ: 26/Şuarâ, 87.
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Ecel Üzerine, Osman Karadeniz, Şahsî Y.
2. Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y./Merve Yayın Pazarlama
3. Kazâ-Kader, Hayır ve Şer, Rızık, Ecel ve Tevekkül, M. Kenan Çığman,
Şahsî Y. , s. 231-241
4. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 4, s. 350-351; c. 10, s. 380-382
5. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 189; c. 2, s. 33
6. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 397-408
7. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risâle Y. c. 3, s. 197-198
8. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Çev. S. Ateş, Kevser Y. s. 117-125
9. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 304-308
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
10. İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Halife Keskin, Beyan Y. s. 194-197
11. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 94
12. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 45-
48, 144-146
13. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 235-239
14. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, c. 2, s. 70-78
15. İman ve İslâm Atlası, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y. s. 331-333
16. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 81-86
17. İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 4, s. 806-833
18. Kaderin Efendisi Kim? Said Ramazan el-Bûtî, Çev. Ramazan Tuğ, Madve Y.
19. Kader Nedir, Mehmet Kırkıncı, Zafer Y./Cihan Y.
20. Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
21. Kadercilik Suçlaması ve Cihad, Muhammed Picthall, Çev. Tâhâ Dinçer,
Akabe Y.
22. Kadere İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
23. Kaderin Cilvesi, M. Yaşar Kandemir, Erkam Y./Çelik Y.
24. Bir Kader Sohbeti, Alaaddin Başar, Zafer Y.
25. Ezelî Sır Kader, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
26. İnsan ve Kader, Mustafa Sabri Efendi, Kültür Bas. Yay. Birl Y.
27. İslâm’da Kazâ ve Kader, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.
28. Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, M. Fethullah Gülen, Işık Y.
29. Badiiüzzaman’ın Görüşleri Işığında Kadere İman, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
30. Âhirete Giden Yol, Ali Rıza Altay, Sönmez Neşriyat
31. Âhiret Hazırlığı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
32. Ecel, Kıyâmet, Âhiret, Ali Eren, Çile/Merve Y.
33. Gözle Görülen Kıyâmet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.
34. Kabir Âlemi, Celâleddin Suyûtî, Kahraman Y.
35. Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.
36. Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.
37. Ölüm Psikolojisi, Faruk Karaca, Beyan Y.
38. Ölüm, Mehmed Zâhit Kotku, Sehâ Neşriyat
39. Ölüm, Kıyâmet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi Y.
40. Ölüm Ötesi Hayat, M. Fethullah Gülen, Nil Y.
41. Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi
42. Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
43. Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.
44. Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
45. Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.
46. Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.
47. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
48. Bediüzzaman’ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu,
Mutlu Y.
49. Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.
50. Kabir Âlemi, Âlemü’l-Berzah Tercümesi, Celâleddin Süyûtî, Kahraman Y.
51. Batılının Ölüm Karşısında Tavrı, Philippe Arise, Gece Y.
ECEL VE ÖLÜM
- 81 -
52. Ölümsüzlük Düşüncesi, Turan Koç, İz Y.
53. Ölümü Yaşamak, Betty J. Eadie, Form Y.
54. Ölüm Her An Gündemde, Feridun Yılmaz Yüceler, Akçağ Y.
55. Kaçınılmaz Gerçek Ölüm, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
56. Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.
57. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Ötesi, Abdullah Aydın, M. İzci, Mehdi Y.
58. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Cavit Yalçın, Vural Y.
59. Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.
60. Ölüm Cezası, Jean Imbert, İletişim Y.
61. Ölüm İstatistikleri, 1990 D.İ.E. , Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
62. Ölüm İstatistikleri, İl ve İlçe Merkezlerinde 1993 D.İ.E. , Devlet İstatistik
Enstitüsü Y.
63. Ölüm, Kabir, Kıyâmet, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y.
64. Ölüm, Kıyâmet, Âhiret ve Âhir Zaman Alâmetleri, İmam Şârânî, Bedir Y.
65. Ölüm, Kıyâmet ve Diriliş, İmam şârânî, Pamuk Y.
66. Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nâsıh, Nil A.Ş.
67. Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y.
68. Ölüm Sonrası Cennet ve Cehennem, Selim Al, Furkan Dergisi Y.
69. Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.
70. Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.
71. Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Fatih Enes
Kitabevi
72. Sentez (Ölüm Son Değildir), Yusuf Mirdoğan, İshak Basımevi
73. Ölüm Şiirleri Antolojisi, Hasan Ali Kasır, Denge Y.
74. Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin, Cengiz Yalçın, Ünlem Y.
75. Felsefe Tarihinde Ölüm Meselesi, Ernst Von Aster, Resimli Ay Matbaası
76. Ölüm Korkusundan Kurtuluş, İbn Sînâ, Burhaneddin Matbaası
77. Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyım el-Cevziyye, İz Y.
78. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Sinan Onbulak, Dilek Y.
79. Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.
80. Sevmek, Ölmekle Başlar, 1-2; Murat Başaran, Zafer Y.
81. Ölümü Yaşarken, Gülay Atasoy, Türdav Y.
82. Ölüm Sonrası Hayat, Burhan Bozgeyik
83. Ah Şu Ölüm Dedikleri, Abbas Yunal, Uysal Kitabevi Y.
84. Ölümü Özlemeyen Aşkı Anlayamaz, İsmail Acarkan, Vural Y.
85. Modern Fizik ve Tasavvuf Karşısında Ruh ve Ölüm, Cemal Bardakçı,
Akdem Y.
86. Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.Vakfı Y.
87. Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.
88. Kur’an’da İnsan, İman ve Âhiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
89. Anadolu Folklorunda Ölüm, Sedat Veyis Örnek, Ank. Ün. Basımevi
90. Kur’an’da ve Kitab-ı Mukaddes’te Âhiret İnancı, Nun Y.
91. Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
92. Ölüm ve Ötesi Bilimsel İncelenimi, Haluk Egemen ve Suat Bergil, Taş
Matbaası, İst.
93. Çağdaş Filozoflarda Ölümün Anlamı, R. Schaerez
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
94. Ölüm, Louis-Vincent Thomas, İletişim Y.
95. Ölümün Sıcak Yüzü, Ölümün Soğuk Yüzü, Ölümün Yüzsüzlüğü, M. Ali
Kılıçbay, Gece Y.
96. Korkular, Takıntılar, Saplantılar, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
97. Ölümden Sonra Hayat, A. Raymond Moody, İnkılap ve Aka Kitabevi Y.
98. İnsanların Ölüm Karşısındaki Tutumları, Murat Yıldız, Dokuz Ey. Ü. S. Bil.
Enst. İzmir
99. Aile İçindeki Ölüme Karşı Çocukların Tepkileri, Atalay Yörükoğlu, Nöro
Psik. Araşt. 5, 7
100. Uyku ve Ölümün Tabiatıyla İlgili Çağdaş Müslüman Yorumları, İ. Jane
Smith, At. Ün.İ.F.Der.S.13
101. Ölüm Gerçeği ve Allah İnancı, Dokuz Eylül Ün. İ.F. Dergisi, c.1, sayı 1,
sayfa 303-312
102. Ölümle İlgili Dinî Sosyal Davranış Örüntülerinin Değişmesi, Ank. Ün.
Sosyal B. Enst.
103. Mutasavvıflara Göre Ölüm, Mehmet Demirci, İslâmî Araştırmalar Dergisi,
sayı, 3, 1987
104. Ölüm Üzerine, B. Ziya Egemen, Ank. Ü. İ.F.D. c. 11, 1983
105. Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış, Hayati Hökelekli, İslâmî
Araştırmalar, c. 5, sayı, 2, 1991
106. Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi, Hayati Hökelekli, Uludağ Ün. İ.F. Dergisi,
c.3, sayı 3, 1991
107. Ölümle İlgili Tutumların Dinî Davranışla İlişkisi, H. Hökelekli, Uludağ Ün.
İ.F. Der, c.4, s.4, 1992
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Çarşamba, 27 Ocak 2021 01:11

Melek, Cin ve Şeytan

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -22-
MELEK, CİN ve ŞEYTAN
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
MELEK, CİN ve ŞEYTAN
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-22-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Mü’minler, meleklerin, cinlerin ve şeytanın var olduğuna inanırlar. Bunlar gaybî varlıklardır, gözümüzle görmemiz mümkün değildir. Yüce Allah, Kitab’ında bunların varlığından bahsettiği halde, bunlara inanmamak, Allah’ı yalanlamaktır.
Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semâvî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren “meleklerin varlığı”na kesin olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen, diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder. Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İâhî kitapları, peygamberleri ve kıyâmeti de inkâr etmiş olur.
İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte öncelikli bir öneme sahiptir.
Melekler, cin ve şeytanlar, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde, yani farklı boyutta yaşayan latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Akl-ı selim, gözle görülmeyen bu gibi varlıkların mevcudiyetinin imkânsız olmadığını, aksine onların da, varlığı câiz olan şeylerden olduğunu kabul eder. Çünkü meleklerin ve cinlerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bugün ilmin mâhiyet ve hakikatini tespit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. İlmimizi, gücümüzü, ahlâkımızı, namusumuzu gözle görüp gösteremediğimiz halde kabul ediyoruz. Rüzgârı, elektriği inkâr eden yok. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, gözlem ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz.
Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür (Bk. 2/Bakara, 3). Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar; Bunları inkâr edemezler; o yüzden iman konusu değildirler. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik.’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.
Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır.
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerini yazdığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
İman, insanı güzel ameller işlemeye, imansızlık da insanı kontrol edilemeyen bir canavara dönüştürür. Güzel işler yapan güzel insanlardan olmanız duâsıyla…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
MELEK / 11
Melek; Tanımı ve Mâhiyeti / 11
Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur’an’daki Tasvirler / 14
Meleklerin Özellikleri / 17
Meleklerin Görevleri / 18
Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri / 21
Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler? / 26
Gayba ve Meleklere İman / 27
Melek İnancının Etkileri / 28
Melekler Hakkında Düzeltilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar / 29
CİN / 33
Cinn; Anlam ve Mâhiyeti / 33
Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı / 57
Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı / 60
Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler / 63
Cin Konusunda Şirke Düşmek / 70
Fetişizm; Büyü ve Korku Dini / 71
Cin Sûresi / 75
Cinnet/Cünûn / 81
Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar / 85
İfrît / 91
Peri / 93
Gûl ve Gûlyabaniler / 94
Nazar Değmesi / 98
Sihir/Büyü / 107
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık / 127
Tütsüleme inancı / 131
Rukye İnancı / 133
Muskalar (Temâim) / 137
ŞEYTAN – İBLİS / 145
İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti / 145
İblis/Şeytan ve Özellikleri / 146
İblis’in Allah İçin Secde Etmemesi / 148
Şeytana Mühlet Verilişi / 151
İblis ve Faâliyet Alanı / 152
İblis’in Başvurduğu Yöntemler / 154
Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması / 156
Şeytanın Görevi / 159
Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler / 160
Her insana Bir Şeytan Verilişi / 161
İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar / 161
Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma / 162
Şeytanın Yaratılış ve insanlara Mûsâllat Olmasının Hikmeti / 162

- 11 -
MELEK

Melek; Tanımı ve Mâhiyeti

Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur’an’daki Tasvirler

Meleklerin Özellikleri

Meleklerin Görevleri

Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri

Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?

Gayba ve Meleklere İman

Melek İnancının Etkileri

Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
“Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.” 1
Melek; Tanımı ve Mâhiyeti
Melek kelimesi, “elûk”, “elûke” veya “mülk” kelimesinden türemiş Arapça bir kelimedir. Türediği bu kelimeler, risâlet, yani elçilik, (postacılık, aracılık) ve kudret, kuvvet anlamlarına gelir. Dolayısıyla “melek” de, elçi, güçlü, kuvvetli idare eden anlamındadır. Bundan dolayı Allah, bu kelimeyi; kulları, peygamberleri ve diğer yaratıkları ile kendi arasında elçilik-habercilik görevini yapan ve evrendeki olayların meydana gelmesi için verilen görevleri yerine getiren güçlü-kuvvetli yaratıklarına isim olarak vermiştir. Çoğulu “melâike”dir. Istılahta melekler, Allah tarafından yaratılmış, çeşitli şekillerde peygamberlere görünebilen, zor işlere gücü yeten, yemeyen içmeyen, erkeklik ve dişilikleri olmayan, Allah’a devamlı ibâdet ve itaatten ayrılmayan lâtif varlıklar olup İslâm’da iman esaslarından birini oluşturmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak 88 yerde melek kavramı geçmektedir. “Melek” kelimesi yanında Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu âyette, meleklerden aynen peygamberler gibi, “rasûl” ve bunun çoğulu olan “rusul” diye de söz edilmektedir. Bu kelimeler, elçi ve elçiler mânâsındadır. Aynı zamanda bu kelimeler, meleklerin esas vazifelerinin, elçilik olduğunu da gösteriyor. Bu elçilik, bazen Allah ile peygamberler arasında, bazen de Allah ile diğer varlıklar
1 2/Bakara, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
arasında oluyor. Onlar, vahiy getiriyor, kâinattaki hadiseleri, Allah
Teâlâ’dan aldıkları emirler çerçevesinde yürütüyor ve böylece
aracılık-elçilik görevini çok değişik şekillerde yerine getiriyorlar. 2
Allah, bir âyet-i kerimede iman edilmesi gerekli olan esasları
özlü bir şekilde bildirerek şöyle buyurur: “Peygamber de, mü’minler
de kendilerine Rablerinden indirilene iman ettiler. Herbiri Allah’a, O’nun
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.”3 İman edilmesi
gereken şeylerin âyetteki sıralanışı içinde meleklerin yeri, onlara
imanın önemini göstermektedir. Bu sıranın, Allah isminden
sonra, kitaplar ve peygamberler’den önce oluşu, meleklerin Allah
ile peygamberler arasında elçilik-habercilik yaptıklarına, Allah’ın
kitaplarını getirmede aracı olduklarına, yani vahiy getirme görevlerine
işaret eder mâhiyettedir. Melekler, Allah’ın insanlara
bir lutfu ve keremi sayılan “peygamberlik müessesesi”nin temeli
olan Allah’ın İlâhî vahyini, görülmeyen gayb âleminden insanlara,
onlar arasından seçilen peygamberlere indiren Allah’ın İlâhî elçileridir.
İman konusunda, Rasûlullah’tan Hz. Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği
meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s.), vahiy meleği Cibril (a.s.)
ile konuşmuş, kendisine Cebrâil “İman nedir?” diye sorduğunda
Rasulullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “İman; Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayriyle şerriyle kadere
inanmaktır.” 4 Kur’an’da meleklerin varlığını kabul etmeyenler açık
bir şekilde kâfir ve sapık olarak nitelendirilmiştir: “Kim Allah’ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederek kâfir
olursa, hiç şüphesiz ki uzak bir dalâletle sapıp gitmiştir.” 5
Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen
âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere
iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara
indirilen semâvî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği
getiren, vahyi ve kitapları indiren “meleklerin varlığı”na kesin
olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen,
diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder.
Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer
iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri
inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İâhî kitapları, peygamberleri,
ruhları ve kıyâmeti inkâr etmiş olur.
2 Lutfullah Cebeci, Kur’an’da Göre Melek Cin Şeytan, s. 25
3 2/Bakara, 285
4 Müslim, İman 1; ayrıca Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî de benzerini
rivâyet etmişlerdir.
5 4/Nisâ, 136
MELEK
- 13 -
İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen
kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar
için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte
öncelikli bir öneme sahiptir.
Melekler, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde mevcut
nuranî latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de,
var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da
onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, meleklerin ne varlığını,
ne de yokluğunu kesin delillerle ispat edemez. Fakat akl-ı selim,
gözle görülmeyen bu gibi latif varlıkların varlığının imkânsız olmadığına,
aksine onların da, vücudu câiz olan şeylerden olduğuna
delâlet eder. Çünkü meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî,
felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz.
Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin mâhiyet
ve hakikatini tesbit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun
ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz
veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat
gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet
ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi
maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, manevî, gaybî varlıklara
da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar, gözlem ve
tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi,
gaybî, manevî yaratıklardır.
Nitekim özellikle Sokrat ve Eflatun gibi birçok eski filozof, fizik
ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmıştır.
Bu günkü müsbet bilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu,
fizik ötesi birtakım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî
âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebep olduğunu
kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler,
meleklerin varlığının aklen câiz ve mümkün görüldüğüne kesin
olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de,
aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz ama
peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrâil (a.s.)’in
elçiliği ile Allah Teâlâ’nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy
meleği aracılığı ile Allah’ın emir ve yasaklarını alıp öğrenmişler
ve insanlığı hidâyete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerim de, Peygamberimiz’e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin
varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar,
Kur’an’ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği meleklere
iman ederler.
Kur’an’da geçen pek çok âyette meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş,
yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî’de ve Arş
etrafında, Beytu’l Ma’mur ve Sidre-i Müntehâ’da, cennet ve cehennemde
sayısız melekler vardır. Bütün melekleri çok çeşitli olan
görevlerine ve yaptıkları işlerin mâhiyetine göre tanzim edip bunları
yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve âmirleridir.
Başta Cebrâil olmak üzere, Mikâil, Azrâil ve İsrâfil meleklerin en
büyükleri ve peygamberleridir.
Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili
Kur’an’daki Tasvirler
Meleklerin hangi şeyden yaratıldığına dair Kur’ân-ı Kerim’de
herhangi bir bilgi yoktur. Fakat bir hadis-i şerifte “cinlerin ve şeytanların
ateşten, Hz. Âdem’in Kur’an’da bildirildiği gibi toprak ve çamurdan,
meleklerin ise nurdan yaratıldığı”6 bildirilmektedir. Kur’an’dan,
meleklerin insanlardan önce yaratıldıkları,7 güçlü ve kuvvetli
oldukları,8 Allah’ın hitabına muhatap olup O’nunla konuştukları,9
Hz. İbrahim, Lût, Zekeriyyâ ve Meryem ile konuştukları10 ve
âhirette cehennemliklerle konuşacakları,11 arşın etrafında tavaf
ettikleri,12 iri gövdeli ve sert tabiatlılarının bulunduğu13 kanatlarının
ve ellerinin mevcut olduğu14 anlaşılmaktadır. Kur’an ve hadislerde
yer alan bu ve benzeri ifadeler yanyana konulduğu zaman
meleklerin farklı ve özel varlıklar oldukları anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de meleklerin “kanatlı” oldukları belirtilir.
“Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı
elçiler yapan Allah’a hamd olsun. O, yaratmada dilediğine artırır. Muhakkak
ki Allah her şeye kaadirdir.”15 Bu âyetten anlıyoruz ki, meleklerin,
nurânî mâhiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine
göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Ancak; gayb (görülmeyen)
âlemden olan, maddî kesâfetten soyutlanmış, mâhiyeti bilinmeyen
melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlıklar olarak tasavvur
etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın irâde
ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış,
Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen
6 Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, VI/168
7 2/Bakara, 30-34
8 53/Necm, 53
9 2/Bakara, 30; 7/A’râf, 11
10 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82; 3/Âl-i İmran, 39, 42-45
11 4/Nisâ, 97
12 39/Zümer, 75
13 66/Tahrim, 6
14 35/Fâtır, 1; 6/En’âm, 93
15 35/Fâtır, 1
MELEK
- 15 -
kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nurânî mâhiyeti ile bağdaşan,
vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden
mânevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî
ve mecazî bir ifade tarzıdır.
Kur’an’da kanat anlamına gelen “cenah” kelimesi, kuşların
kanatları gibi somut ve maddî varlık anlamına alınabileceği gibi,
mânevî varlıkların görevlerini en serî şekilde yapabilmelerini sağlayan
kudretin sembolü olarak da anlaşılabilir. Kuşlar için kanat,
nesneler için taraf anlamına gelen “cenah” kelimesi, insan için kullanıldığında
“el” ve “yardım” gibi anlamlara gelir. Nitekim Cenâb-ı
Hakk’ın Hz. Peygamberimiz’e “Mü’minlere kanat ger.”16 emri, onları
“himaye et” anlamındadır. Din ve dünya ilimlerine sahip olan bir
kimseye, mecazen “zü’l-cenâhayn/iki kanat sahibi” dendiği gibi,
anaların çocukları için şefkat ve merhamet kanatlarından bahsedilir.
“Çocukların ana babaları üzerlerine kanat germeleri”17 istenir.
Hıristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve
tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da
budur.
Kur’an ve hadis metinlerinde yer alan bazı ifadelerde meleklerden
tabiat kanunlarının kast edildiğini söyleyenler yanında,
onları maddenin mikrodalga boyutundan salt enerji boyutuna
kadar uzanan kuantsal bir yapı olarak niteleyenler de bulunmaktadır.
Bu yorumlar, çağın teknik terimlerini kullanarak melekleri
tanımlama çabaları ve bilinmeyen şeyleri merak edip gaybın sınırlarını
zorlama gayretleridir. Hâlbuki kaynaklardaki melek kavramına
dikkatli ve doğru bir çerçeve içinde bakıldığında onların
vahiy getirme, suçluları cezalandırma, eylemleri yazma, insanlara
yardım etme, canları alma, cehennemi koruma, cenneti yönetme
gibi görevleri bulunduğuna ilişkin ifadeler bir araya getirilince,
mâhiyetlerinin böyle çağdaş bilimsel yaklaşımlar doğrultusunda
olmadığı, gerçek yapılarının hiçbir zaman şimdiye kadar bilinemediği
ve bundan sonra da keşfedilemeyeceği ortaya çıkar.
Meleklerin Görülüp Görülmemesi
Meleklerin mâhiyetiyle ilgili farklı görüşler, beraberinde onların
görülüp görülemeyeceği tartışmasını getirmiştir. Kur’ân-ı
Kerim’de meleklerin önce Hz. İbrahim’e gelip onu bir erkek evlat
ile müjdeledikleri, ardından Lût’a (a.s.) giderek adamları ile şehri
terketmesini söyledikleri,18 Cebrâil’in Hz. Meryem’e insan şeklinde
16 15/Hıcr, 88; 26/Şuarâ, 285
17 17/İsrâ, 24
18 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
görünerek ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlaması için Allah’ın
elçisi olduğunu söylediği19 ve Hz. Peygamber’in onu apaçık ufukta
ve sidretü’l-müntehânın yanında gördüğü haber verilmektedir. 20
Bununla birlikte Kur’an, Peygamber’e itiraz ederek bir melek
görmek istediklerini yahut peygamber/elçi olarak melek gönderilmesinin
gerektiğini söyleyenlere cevap olarak meleklerin görünür
varlıklar olmadığını, eğer dünyada insanlar değil de melekler yaşasaydı
ancak o zaman elçi olarak gönderilebileceğini, meleklerin
fermân-ı İlâhî ile indirildiği zaman onlara mühlet verilmeyeceğini
ve meleklerin görüleceği gün günahkârlara hiçbir sevinç haberinin
olmayacağını vurgular.21 İnsanlara, görmedikleri askerler
gönderildiğini,22 aynı türden varlıklar olan cin ve şeytanların da
insan gözüyle görülmediğini beyan eder. 23
Ancak, yukarıda ismi geçen zatların meleklerle yaptıkları görüşmelerin
keyfiyeti bilinmemektedir. Bu olaylar, tartışmayı meleklerin
görülüp görülmemesinden çıkarıp, peygamber olmayan
kişilerin onları görüp göremeyeceği noktasına getirmiştir. Zira
peygamber, meleği görmekle kalmaz, sesini de işitir. Bu sebeple
melek onun için elle tutulur, gözle görülür bir realitedir. Melek,
gayr-i maddî bir varlık olduğu için peygamber onu bazen insan
şeklinde, bazen de başka şekillerde görür. Cebrâil, ekseriya insan
şeklinde görülmüştür. Fakat Peygamber’in onu kendi şekliyle
gördüğü de olmuştur.24 Ancak bunun nasıl gerçekleştiği belirtilmemiştir.
Belki de bu mânevî gözle ve tasviri imkânsız bir şekilde
olmuştur. Bir defasında da Peygamber, Cebrâil’i altı yüz kanadı ile
birlikte görmüştür.25 Bu da meleğin muazzam kudretine bir işarettir.
Bir başka seferinde ise melek, bulutun içinde görülmüştür. 26
Bu rivâyetlere temas eden bazı âlimler, Cebrâil’i Hz. Peygamber
dışındaki insanların göremedikleri yorumunu yapmaktadırlar.
Bizce, melekler mâhiyet itibariyle bizim görme duyumuzun sınırları
dışında bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Zaten bu özellikleri
dolayısıyladır ki onlara iman, bir âmentü esası olmuştur. Duyularımızın
gayb âlemine ait varlıkları müşâhedesi bir kenara, madde
âlemine ait birçok varlığı görme eşiği dışında olması dolayısıyla
19 19/Meryem, 17-21
20 81/Tekvir, 23; 53/Necm, 13-17
21 17/İsrâ, 92-95; 15/Hicr, 8; 25/Furkan, 21-22; 6/En'âm, 8
22 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9
23 7/A'râf, 27
24 Buhâri, Bed'ü'l-halk 7
25 Buhâri, Bed'ü'l-halk 7
26 Buhâri, Bed'ü'l-halk 6
MELEK
- 17 -
müşâhede edemediğini bildiğimize göre, “görememe” gibi bir
savunma ile onları inkâra kalkışmak tutarlı ve ilmî değildir. Aksi
takdirde görülemeyen şeylerin hepsini inkâr etmek gerekir ki bu
müşâhede ettiğimiz fizik âlemin kat kat fazlasını inkâr demektir.
Gaybî konularda akîdenin kaynağı Kur’an ve mütevâtir sünnet
olup melek inancı da Kur’an’ın kesin bildirimleri ile sâbit bir
konudur. Temel itibariyle melekler, insanoğlunun beşerî idrâk vasıtalarıyla
tanınamayacak yapıda varlıklardır. Bu nedenle onların
yaratılış biçimleri, cevherleri, görünme şekilleri gibi konulara dalmamak
gerekir. Böyle teferruatlardan sorumlu olmadığımız gibi
sâdık haber dışında geliştirilecek bütün yorumların herhangi bir
yararı ve dinî değeri de yoktur. 27
Meleklerin Özellikleri
Meleklerin kendilerine has yapı ve özelliklerini şu şekilde sıralamak
mümkündür:
1. Nurdan yaratılmış olup erkeklik-dişilik, yeme-içme, yorulma,
usanma gibi maddî özelliklerden arınmış varlıklardır. 28
2. İtaatkâr varlıklar olup Allah’ın kendilerine verdiği görevleri
yaparlar, O’nun emrinin dışına çıkmazlar. 29
3. Son derece güçlü, kuvvetli ve süratle hareket edebilen varlıklardır.
30
4. Allah’ın emir ve izni ile çeşitli şekillere girebilmektedirler. 31
5. Normal şartlarda gözle görülmezler. Peygamberler onları
aslî sûretleri ve büründükleri biçimleri ile görebilirler. 32
6. Gaybı, bilgisi sadece Allah’a ait bulunan konuları bilemezler.
Onlar, Allah’ın tâlim ettiği hususları, öğrettiği kadarıyla bilebilirler.
Kur’ân-ı Kerim mutlak gayb bilgisinin Allah’a has olduğunu
beyan etmekte ve O, bu bilgileri meleklerle bile paylaşmamaktadır.
Nitekim Hz. Âdem’in yaratılışını dile getiren âyetlerde melekler
“Bizim, Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur.” demek
sûretiyle acziyetlerini itiraf etmişlerdir. 33
27 B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İslâm'da İnanç Esasları, İFAV Y., s. 234 ve
devamı
28 Bk. 11/Hûd, 70; 21/Enbiyâ, 19-20; 37/Sâffât, 149-153; 43/Zuhruf, 19; Müslim,
Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, IV/168
29 Bk. 16/Nahl, 50; 21/Enbiyâ, 27; 66/Tahrim, 6
30 Bk. 35/Fâtır, 1; 69/Hâkka, 17; 70/Meâric, 4
31 11/Hûd, 69-70; 19/Meryem, 16-17; 15/Hicr, 51-52; 51/Zâriyât, 24-28; Buhâri,
İman 37; Müslim, İman 1
32 Bk. 7/A'raf, 27; 17/İsrâ, 92-95; 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9; Buhâri, İman 37;
Müslim, İman 1; Ebû Dâvud, Sünnet 15
33 Bk. 2/Bakara, 30-33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
“Onlar, Allah’ın şerefli kullarıdır. Onlar, Allah’ın sözünden önce söz
söylemezler ve O’nun emrettiklerini (hemen) yaparlar.” 34
“Onlar, Allah’ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emr olundukları
şeyleri (aynen) yaparlar.” 35
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun katındakiler O’na
ibâdet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve
gündüz durmadan (yorulmadan) O’nu tesbih (ve takdis) ederler.” 36
“Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrâil’i)
ona gönderdik. (O,) ona düzgün bir insan şeklinde göründü.” 37
Meleklerin Görevleri
Melekler, Allah tarafından verilen görevleri eksiksiz yerine getiren
itaatkâr varlıklardır. İnsanlarla ilgili görev alanlar ise, onların
ruhî ve mânevî hayatı ile ilgilenmektedirler. Bazıları ortak, bazıları
da müstakil olmakla beraber, Allah tarafından meleklere verilen
görevler şöyle sıralanabilir:
1. Allah’ı hamd ile tesbih etmek, O’na secdede bulunmak,38
Allah’ı gece gündüz övmek39 ve takdis etmek,40 emr olundukları
diğer şeyleri yapmak. 41
2. Peygamberlere vahiy getirmek. Allah Teâlâ insanlar gibi
meleklerden de elçiler seçtiğini,42 Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere
vahiy indirildiği gibi Hz. Muhammed’e de vahiy gönderildiğini43
ve Cebrâil’in, Kur’an’ı Peygamber’in kalbine indirdiğini44
haber vermektedir.
3. Peygamberleri salât ve selâm ile yüceltmek, mü’minlere
âhirette şefaat etmek ve bütün insanlara dünyada hayır duâda
bulunmak. “Allah ve melekleri Peygamber’e salevat getirirler. Ey iman
edenler! Siz de O’na salât ve selâm getirin.”45 Şefaat, kıyâmet gününde
günahkârlar hesabına Allah’a yalvarmak olup Kur’an’da,
34 21/Enbiyâ, 26-27
35 66/Tahrim, 6
36 21/Enbiyâ, 19-20
37 19/Meryem, 17
38 42/Şûrâ, 5; 7/A'râf, 206
39 21/Enbiyâ, 19
40 2/Bakara, 30
41 16/Nahl, 50; 66/Tahrim, 6
42 22/Hacc, 75
43 4/Nisâ, 163
44 2/Bakara, 97; 26/Şuarâ, 193-194
45 33/Ahzâb, 5-6
MELEK
- 19 -
“Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilemedikçe onların şefaatleri hiçbir
fayda vermez.”46 buyrulmakta, hadiste de meleklerin şefaatlerinden
söz edilmektedir.47 Bunun yanında meleklerin bu dünyada
da insanlar için duâ ettikleri ifade edilmektedir: “Melekler yerde
bulunanlar için mağfiret dilerler. ‘Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin
her şeyi kapsamıştır. Artık tevbe edip Senin yolundan gidenleri bağışla.
Ey Rabbimiz! Onların babalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden salâh
halde bulunanlara vaad ettiğin cennete sok. Onları kötülüklerden koru’
derler.” 48
Onların duâlarının sonucu olarak sâlih kulların her çeşit karanlıktan
aydınlığa çıkarıldığı bildirilmektedir: “Sizi zulumâttan
nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için lutuf ve inâyette bulunan
O’dur. Melekler de sizin için salât getirir, rahmet ve merhamet dilerler.”49
Ayrıca melekler, şeytanların aksine insanları iyi işlere sevkederler.
Her insanın biri melek, biri de şeytan olmak üzere iki arkadaşı bulunmakta
olup, Kur’an, birincisine “şâhid”, ikincisine “sâik” (sevkeden)
demektedir.50 Hadiste ise insana refakat eden bir melek ve
bir de şeytanın olduğu ve her ikisinin de insana telkinde bulunduğu51
beyan edilmektedir. Ayrıca hem Kur’an’da52 hem de hadislerde
insanı takip eden bir refakatçinin (“karîn”in) bulunduğundan
söz edilmektedir.
4. Peygamberlere ve mü’minlere destek olup mânevî güç
vermek, onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli etmek,
kâfirleri ise sıkıntıya sokmak.53 Kur’an’da Hz. İsa’nın Rûhulkudüs
ile desteklendiği,54 meleklerin Allah’a inanıp doğru yolda istikametle
yürüyenlerin üzerine inerek onlara moral ve mânevî güç
verecekleri,55 Allah’ın, kendisine ve âhiret gününe inananları katından
bir ruh ile desteklediği,56 melekler göndererek düşmanlarına
karşı mü’minleri takviye ettiği,57 iman edenlere destek
olmalarını, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını
emrettiği58 haber verilmektedir.
46 53/Necm, 26
47 Buhari, Tevhid 24
48 40/Mü'min, 7-9)
49 33/Ahzâb, 43
50 50/Kaf, 21
51 Tirmizî, Tefsir 2, 364
52 50/Kaf, 23
53 16/Nahl, 28, 32
54 2/Bakara, 253; 5/Mâide, 110
55 41/Fussılet, 30-32
56 58/Mücadele, 22
57 3/Âl-i İmran, 124-125
58 8/Enfâl, 12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
5. İnsanı koruyup, ona bir anlamda hizmet ederler. Kur’an’da
önünde ve arkasında insanı koruyan takipçilerin bulunduğu bildirilmektedir.
59
6. İnsanların fiillerini kaydederler. Kur’an’da, üzerinde bir koruyucu
ve denetleyici bulunmayan hiçbir kimsenin bulunmadığı,60
insanların üzerinde muhâfızlık eden değerli kâtiplerin mevcut olduğu
ve onların yapmakta olduklarını bilip yazdıkları61 haber verilmektedir.
İki melek, kişinin yaptıklarını yazmaktadır. İnsan hiçbir
söz söylemez ki yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek
bulunmasın.62 “Sizden söz gizleyen ile onu açığa vuran, geceleyin gizlenen
ile gündüzün yürüyen eşittir. Onun önünde ve arkasında Allah’ın
izniyle kendisini koruyan takipçileri vardır.” 63
7. Kâinatın idaresi ve İlâhî kanunların icrâsıyla görevlidirler.
Kur’an’da çeşitli fonksiyonlarıyla âlemi idare edenlere yemin
edilmesi,64 insanların canını alan “ölüm meleği”nden söz
edilmesi,65 meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını
pençelerini onlara uzatarak,66 yüzlerine ve arkalarına vurarak ve
“tadın yakıcı cehennem azabını” diyerek67 alacaklarının bildirilmesi;
hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı için bir doğum meleğinin
mevcut olduğundan söz edilmesi,68 Cenâb-ı Hakk’ın insanı
yaratacağı zaman bu irâdesini meleklere açması ve yarattığında
ona secde etmelerini istemesi69 onların dünya ile irtibatlarının bulunduğunu
ve İlâhî irâdenin yerine getirilmesinde vasıta olarak
kullanıldıklarını gösterir. Aksi takdirde kendilerine insanın yaratılacağı
isteğinin açıklanmasının bir anlamı olmaz. Ayrıca arşı taşıyan
ve arşın etrafında dolaşan meleklerin70 fonksiyonları da düşünüldüğünde
meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde
çok etkili oldukları görülür. Çünkü arş, kâinatın İlâhî varlık tarafından
idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de
bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır.
59 13/Ra'd, 11
60 86/Târık, 4
61 82/İnfitar, 10-12
62 50/Kaf, 17-18
63 13/Ra'd, 10-11
64 79/Nâziât, 5
65 32/Secde, 11
66 6/En'âm, 93
67 8/Enfâl, 50
68 Buhâri, Bed'ü'l-halk 6
69 2/Bakara, 30-34; 15/Hicr, 28-31
70 39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 7
MELEK
- 21 -
8. Melekler, İlâhî cezaları icrâ eden elemanlardır. Mü’minlere
destek oldukları gibi; kâfirler hakkında takdir edilen cezaları da
icrâ etmektedirler. Kur’an, kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini
isteyen kâfirlere71 şöyle cevap vermektedir: “Gökyüzünün
beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek
mülk, çok merhametli olan Allah’ındır. O gün kâfirler için de pek
çetin bir gündür.”72 Bu âyet, meleklerin inmesi ile sözkonusu olan
şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu
gösterir. Başka bir yerde ise, “Meleklerin, kâfir olanların canlarını aldıkları
zaman, yüzlerine, arkalarına vurup ‘cayır cayır yakıcı ateş azabını
tadın’ dediklerini”,73 onların yüzlerine, arkalarına vurarak canlarını
alacakları,74, “meleklerin ancak hak ile indirileceği ve o zaman onlara
mühlet verilmeyeceği”75 bildirilmektedir. 76
Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri
Meleklerin sayısını ancak Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerim’de
cehennem işleri ile görevli melekler bulunduğu belirtildikten
sonra onların sayısının on dokuz diye belirlenmesinin sadece bir
imtihan vesilesi olduğu beyan edilmekte ve “Rabbinin ordularını,
kendisinden başkası bilemez”77 buyrulmaktadır. Bu ifadelerden meleklerin
sayısının çok fazla olduğunu anlamakla beraber herhangi
bir rakam vermenin mümkün olmadığını ve onların sayısını ancak
Allah Teâlâ’nın bildiğini anlamaktayız.
Meleklerin çeşitlerine gelince, Kur’an, göklerin ve yerin ordularının
Allah’a ait olduğunu,78 mü’minleri görünmeyen ordularla
desteklediğini79 beyan etmekte; göklerde ulular meclisi anlamına
gelen “mele-i a’lâ”nın bulunduğunu,80 cin ve şeytanların burada
olup bitenleri ve meleklerin kendi aralarındaki konuşmaları dinlemelerine
mâni olmak üzere göklerin muhâfaza altına alındığını81
kaydetmektedir. Bununla beraber naslarda çeşitli görevlerle
vazifeli meleklerin bulunduğu beyan edilmiş, bunların bir kısmı
özel adlarla isimlendirilirken (Cebrâil, Mikâil gibi), bir kısmı da görevleri
ile zikredilmiştir (Ölüm meleği, arşı taşıyanlar gibi). Şimdi
bunları sıralayarak kısaca görev ve özelliklerinden söz edelim:
71 25/Furkan, 21; 2/Bakara, 210
72 25/Furkan, 25-26
73 8/Enfâl, 50
74 47/Muhammed, 27
75 15/Hicr, 7-8
76 B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, a.g.e., s. 239 ve devamı
77 74/Müddessir, 31
78 48/Fetih, 4, 7
79 9/Tevbe, 26, 40; 33/Ahzâb, 9
80 37/Sâffât, 8; 38/Sâd, 69
81 37/Sâffât, 6-10; 15/Hicr, 18; 67/Mülk, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Cebrâil: Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde
Cibrîl şeklinde geçmektedir.82 Ayrıca Cibrîl kast edilmek üzere er-
Rûh,83 Rasûlün kerîm,84 Rasûlü rabbik,85 er-Rûhu’l-emîn86 ve Rûhu’lkuds87
isimleri de zikredilmektedir. Hadiste ise Cebrâil, bunlara
ilâveten “en-Nâmus” diye isimlendirilmektedir. 88
Mîkâil: Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir âyette Mîkâil ismi geçmekte
olup şöyle buyrulmaktadır: “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine,
Cibrîl’e ve Mîkâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin
düşmanıdır.” 89
Azrâil: Ölüm meleğinin özel adı olduğu rivâyet edilir. Kur’ân-ı
Kerim’de Azrâil ismi geçmez. Bunun yerine ölüm meleği anlamında
melekü’l-mevt,90 eceli gelen ve vadesi yetenlerin ruhunu kabzeden
meleklerden söz edilir. 91
İsrâfil: Kur’an’da İsrâfil adı da geçmemektedir. Birçok yerde,
sûra üfleneceği haber verilmektedir.92 Kıyâmetin kopması ve yeniden
diriliş ve mahşerde toplanılması için sûra iki defa üfleyecek
olan melek olduğu hadis rivâyetlerinden anlaşılmaktadır. Hadis-i
şeriflerde onun adı dört büyük melek içinde zikredilmiştir.93 Bu
dört melek, meleklerin “rasulleri”dir.
Mukarrabûn Melekleri: Bunlara “illiyyûn” ve “kerûbiyyûn”
melekleri de denilmektedir. Nisâ sûresinin 172. âyetinde Mesih
ve Allah’a yakın meleklerin (el-melâiketü’l-mukarrabûn) Allah’ın
kulu olmaktan çekinmedikleri bildirilmektedir. Enbiyâ sûresinde
ise göklerde ve yerde bulunanların O’nun hizmetinde oldukları
beyan edildikten sonra; O’nun huzurunda bulunanların O’na
ibâdet hususunda kibirlenmedikleri, ibâdetten usanmadıkları,
gece gündüz O’nu tesbih ettikleri bildirilmektedir.94 Kur’an’da arşı
taşıdıkları ve onun çevresinde bulundukları95 ifade edilen, Allah’ı
hamd ve tesbih eden melekler de bunlar içinde sayılmaktadır.
82 2/Bakara, 97, 98; 66/Tahrim, 4
83 70/Meâric, 4; 78/Nebe', 38; 97/Kadr, 4; Rûhunâ: 19/Meryem, 17
84 81/Tekvir, 19
85 19/Meryem, 19
86 26/Şuarâ, 193
87 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102
88 Buhâri, Bed'ü'l-vahy 3
89 2/Bakara, 98
90 32/Secde, 11
91 4/Nisâ, 97; 6/En'âm, 61, 93; 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27
92 6/En'âm, 73; 18/Kehf, 99; 20/Tâhâ, 102...
93 Müslim, Müsâfirîn 200; Ebû Dâvud, Salât 119
94 21/Enbiyâ, 19-20
95 40/Mü'min, 7-8; 69/Haakka, 17
MELEK
- 23 -
Hafaza ve Kirâmen Kâtibîn Melekleri: İnsanların iyi ve kötü fiillerini
kaydeden, onları koruyan meleklerdir. Kur’an’da “hafaza”,96
“muakkıbât”,97 “rusulünâ... yektubûn”,98 “el-mütelekkıyân”,99 “rakıybun
atîd”,100 “hâfizıyn”,101 “kirâmen kâtibîn”102 kelimeleri ile ifade edilmektedirler.
Cennet ve Cehennemde Görevli Melekler: Kur’an’da meleklerin
cennetlikleri “İşte bu, size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür”103
diye karşılayacakları, müttakîler bölük bölük cennete sevkedilip
kapılar kendilerine açıldığında, “Onun bekçileri (hazenetuhâ): Selâm
size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!”104 diyecekleri,
meleklerin adn cennetlerine babalarından, eşlerinden
ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber gireceklerin yanına her
kapıdan vararak, “Sabrınıza karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun
sonu ne güzeldir!”105 diyecekleri haber verilmektedir.
İnkâr edenleri ise bölük bölük cehenneme sürülecekleri, kapıların
açılacağı ve cehennem bekçilerinin onlara, “Size, içinizden
Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler
gelmedi mi?”106 diyecekleri, cehennemin başında iri gövdeli,
sert tabiatlı, Allah’ın buyruklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini
yapan meleklerin bulunacağı107 ifade edilmektedir.
Hazene-i Cennet ve Cehennem de denilen bu melekler cennet
ve cehennemin bekçileri durumundadır. Cennet meleklerinin başındaki
meleğin adı “Rıdvan”dır. Cehennem meleklerine “Zebânî”
denir. Başındakine ise “Mâlik” adı verilir.
Hârût - Mârût: Bunlar hakkında farklı görüşler olmakla beraber,
“Babil’de insanlara bilgi öğretmek sûretiyle onları imtihan etmek
üzere gönderilen iki melek” oldukları, en yaygın görüştür. Kur’ân-ı
Kerim, bu olayla ilgili daha başka bilgi vermemektedir. Mûteber
hadis kitaplarından Buhari’de Kitabu’t-Tıbb’ın sihre tahsis edilen
47. babının başlığında Bakara sûresinin 102. âyeti zikredilmekte,
bu münâsebetle âyet içinde Hârût ve Mârût adı geçmektedir.
96 6/En'âm, 61
97 13/Ra'd, 11
98 43/Zuhruf, 80
99 50/Kaf, 17
100 50/Kaf, 18
101 82/İnfitar, 10
102 82/İnfitar, 12
103 21/Enbiyâ, 103
104 39/Zümer, 73
105 13/Ra'd, 23
106 39/Zümer, 71
107 66/Tahrim, 6; 43/Zuhruf, 77; 40/Mü'min, 49-50; 96/Alak, 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
Bunun dışında sözkonusu isimlerle ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Ahmed bin Hanbel’de ise insanlar gibi birtakım arzu ve istekleri
bulunan varlıklar olarak tasvir edildiği görülmektedir.108
Fakat bu rivâyeti, müfessirler bozuk ve merdûd kabul edip reddederler.
109 Kur’an, bu iki melekle ilgili olarak yahûdiler arasında
meşhur olan hikâyeleri onaylamaz.
Münker - Nekir: Kabirde sorgu-sual işi ile görevli olan meleklerdir.
Kur’an’da adları geçmemektedir. Hadislerde ise ölü defnedildiği
zaman ona, birine Münker, diğerine Nekir denilen siyah
tenli mavi gözlü iki meleğin geldiği, ölüyü kabrinde oturtup sorular
sorduğu, verdiği cevaplara göre kabrini genişlettiği veya daralttığı
rivâyet edilmektedir. 110
İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde naklettiği uzunca
bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.), ensardan bir adamın kabri başında,
iki veya üç defa “Kabir azabından Allah’a sığının!” dedikten sonra, bir
mü’min için ölüm ve sonrasını şöyle anlatır: “Mü’min kulun dünyadan
kopup, âhirete gitme zamanı geldiği zaman, gökten ona, yüzleri
sanki güneş gibi beyaz melekler iner. Beraberlerinde cennet kefenlerinden
bir kefen ve cennet kokularından birtakım kokular bulunmaktadır.
Mü’minin göz mesafesine otururlar. Sonra ölüm meleği yaklaşır ve başucuna
oturup ‘Ey güzel ve hoş can, haydi Allah’tan bir bağış ve hoşnutluğa
çık gel!’ der. O can, ağızdaki suyun aktığı gibi akıp kolayca çıkar. Azrâil
de onu alır ve elinde bir an bile bekletmeden, o kefene ve kokuların
içine sarar. Bu esnada o candan, yani ruhtan, yeryüzünde bulunan misk
kokularının en güzeli gibi bir koku çıkar. Ölüm melekleri onu alıp, birlikte
yükselirler. Uğradıkları her melek topluluğu, ‘Bu güzel ruh kimdir?’ diye
sordukça, onlar, hayatta iken insanların ona verdiği en güzel ismi ile ‘bu,
falan oğlu falandır’ diye cevap verirler. Böylece birinci göğe ulaşırlar ve
kapının açılmasını isterler. Onun için göğün kapısı açılır. Her gökte, o
göğün en kıymetli melekleri, bu ruhu bir sonraki göğe kadar teşyî ve ona
refakat ederler. Neticede yedinci göğe gelinir.
Allah Teâlâ, ‘Bu kulumun kitabını, “illiyyîn”e yazın ve onu yeryüzüne
geri götürün! Çünkü ben onları, yerden-topraktan yarattım, oraya geri
çeviriyorum, tekrar oradan çıkaracağım’ buyurur. Bunun üzerine onun
ruhu kabirdeki bedenine iade edilir, yani yeniden diriltilir ve ona iki melek
gelip yanına oturur. ‘Rabbin kim?’ diye sorarlar. O, ‘Rabbim Allah!’
der. ‘Dinin nedir?’ diye sorarlar, o, ‘Dinim İslâm!’ der. ‘Size peygamber
olarak gönderilen kim?’ diye sorarlar, o, ‘Rasûlullah!’ der. ‘Bilgin nedir?’
108 Ahmed bin Hanbel II/134
109 Bk. Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 2/Bakara, 102. âyetin tefsiri
110 Tirmizî, Cenâiz, 70; Ahmed bin Hanbel III/126; IV/140
MELEK
- 25 -
derler, o, ‘Allah’ın kitabını okudum, ona inandım ve onun doğru olduğunu
kabul ettim’ der. Bunun üzerine gökten bir ses, ‘Kulum doğru söyledi.
Binâenaleyh onun için cennetten bir döşek serin, ona cennetten bir elbise
giydirin ve ona cennetten bir kapı açın!’ der.
Böylece cennetin esintisi ve güzel kokusu ona gelir, kabri göz alabildiğine
genişletilir. Derken yanına güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokulu
bir adam gelir ve der ki: ‘Seni sevindirecek şeylerle müjdelen, yani müjdeler
olsun, sevineceğin şeylere ulaşacaksın. İşte bu, vaad olunduğun gündür.’
Ona, ‘Sen kimsin? Yüzün, uğur getiren bir yüz’ diye sorar. O, ‘Ben
senin sâlih amelinim’ der. Kul o anda, ‘Ey Rabbim! Kıyâmeti hemen kopar,
kıyâmeti hemen kopar ki aileme ve malıma, yani benim için cennette
hazırladığın evlere ve yüce makamlara kavuşayım’ der.
Dünyadan ayrılıp, âhirete gitme zamanı geldiğinde, kâfir kula da
gökten, beraberlerinde kalın ve sert kumaşlar bulunan siyah yüzlü melekler
gelirler ve gözünün göreceği yere otururlar. Sonra Azrâil yaklaşıp
başucuna oturur ve ‘Ey pis can, haydi Allah’ın kızgınlığına ve gazabına
çık gel!’ der. Böylece o can, bedeninden ayrılır. Azrâil, onu, çok parçalı
bir şişi ıslak yünden çekip kopardığı gibi çeker çıkarır. Onu aldığı zaman,
elinde bir an bile tutmadan hemen o sert ve kalın kumaşa sarar. O zaman
ondan, yeryüzünde bulunan leş kokularının en kötüsüne benzer bir
koku çıkar. Melekler onunla beraber yükselirler ve uğradıkları her melek
topluluğu: ‘Bu pis ruh kimdir?’ diye sorarlar. Onlar, hayatta iken insanların
ona verdiği en çirkin ismini kullanarak derler ki: ‘Bu, falan oğlu falandır.’
Böylece birinci göğe gelinir ve kapının açılmasını isterler, ama ona göğün
kapısı açılmaz. Allah Teâlâ, ‘Onun kitabını en aşağı yer tabakasındaki
“siccîn”e yazın!’ der. Böylece onun ruhu aşağılara atılır. Derken cesedine
döndürülür ve iki melek gelip yanına oturur ve ona, ‘Rabbin kim?’ diye
sorarlar, o, ‘Haa, haa. Bilmiyorum’ der. Ona, ‘dinin nedir?’ diye sorarlar, o,
‘haa, haa… Bilmiyorum’ der. ‘Size peygamber olarak gönderilen kimdir?’
derler, o, ‘haa, haa… Bilmiyorum’ der.
Bunun üzerine gökten bir ses, ‘O kulum yalan söylüyor. Dolayısıyla
ona ateşten bir döşek hazırlayın ve cehennemden bir kapı açın!’ der.
Böylece ona cehennemin sıcaklığı ve zehirli yakıcılığı gelir; kabri de, kaburgalarını
birbirine geçirecek kadar daraltılır. Derken çirkin yüzlü, kötü
elbiseli ve pis kokulu bir adam gelir ve ona, ‘Hoşuna gitmeyen şeyleri
sana müjdelerim! İşte bu, tehdit olunduğun gündür’ der. O, ‘Sen kimsin?
Suratından şer akıyor’ diye sorar. O, ‘Ben senin kötü işlerinim’ der. Bunun
üzerine o kul, kabrine açılan kapıdan, cehennemde kendisi için hazırlanmış
gördüğü azaptan korkarak ‘Ey Rabbim, kıyâmeti koparma!’ der...” 111
111 Ahmed bin Hanbel, IV/287
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Bu uzun hadis-i şerif, ayrıca Ebû Dâvud’un ve İbn Mâce’nin
Sünenlerinde; İbn Kesir’in Tefsirinde yer almakta, hasen bir hadis
kabul edilmekte, delil kabul edilen güvenilir râviler tarafından
rivâyet edildiği bildirilmektedir. Görüldüğü gibi bu hadiste,
ölüm meleği ve yardımcılarının yanı sıra, kabirde insanı ilk hesaba
çeken iki melekten bahsedilmektedir. Kur’an’da bu iki melekten
bahsedilmese de, bu hadis dışında sahih birçok hadiste kabirdeki
bu meleklerden bahsedilmiştir.
Hem Buhârî, hem de Müslim’in Sahihlerinde yer alan bir hadiste,
Rasûlullah şöyle buyurur: “Kul kabrine konup da ailesi ve arkadaşları
onu orada bırakıp gittikleri ve o kul, çekip gidenlerin ayak seslerini
duyduğu zaman, iki melek gelip onu oturturlar ve derler ki: ‘Sen
şu zat, yani Muhammed (s.a.s.) hakkında ne der idin?’ O kişi mü’min
ise, ‘Şehâdet ederim ki O, Allah’ın kulu ve peygamberidir’ der. Bunun
üzerine ona, ‘cehennemdeki şu yerine bak! İşte onu, cennetten bir yer ile
değiştiriyoruz’ , yani ‘Eğer sen mü’min olup da bu soruya doğru cevap
veremeseydin, o cehennemdeki yere girecektin’ denilir. Mü’min, bunların
her ikisini de görür. Ama kabre konan kişi münâfık ve kâfir ise, ona, ‘Sen
şu zat hakkında ne der idin?’ denildiğinde, ‘bilmiyorum, insanlar ne derlerse
ben de onu derdim’ cevabını verir. Bunun üzerine, ‘Ne bildin, ne de
uydun!’ denilip, ona demirden bir topuz ile öyle bir vurulur ki, insan ve
cinlerden başka bütün varlıkların duyduğu bir çığlık atar.”112 Bu konuyla
ilgili bir diğer hadiste bu iki melekten birinin adının “Münker”;
diğerininse “Nekir” olduğu bildirilmiştir. 113
Anlaşılıyor ki Allah Teâlâ’nın, her işle görevlendirdiği çeşit
çeşit melekleri bulunmaktadır ve Kur’an da bunların sadece bir
kısmından bahsetmiştir; bir kısmını peygamberine ayrıca bildirmiş
ve dolayısıyla o da hadislerinde bize bildirmiştir. Elbette bunların
dışında da kim bilir daha nice melekler vardır.
Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
Bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük
melek dâhil tüm meleklerden efdal; yani Allah katında dereceleri
daha yüksek ve daha faziletlidir. İnsanlardan takvâ sahibi olan
mü’minler de, meleklerin rasulleri hâriç tamamından daha faziletli,
dereceleri daha yüksek sayılmıştır. Çünkü melekler, yaratılış bakımından
günah işleyemezler. Allah’a itaat ve ibâdet etmek onlar
için fıtrî ve zorunludur. Onları böyle olmaktan alıkoyacak hiçbir
iç ve dış tesir yoktur. Hâlbuki insan, akıl ve nefis sahibi olup, her
türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün menfî
112 Buhâri, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70
113 Tirmizî, Cenâiz 70
MELEK
- 27 -
engelleri aşar, Allah’a itaatli ve takvâ sahibi bir kul olursa, elbette
meleklerden daha faziletli olur.
Gayba ve Meleklere İman
Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen,
görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.
114 Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî
olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini,
“ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek,
cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz.
Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere
inanmak zorundadırlar; Bunlara karşı gözlerini yumamazlar.
Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve
göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi
büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber
vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik
ve itaat ettik.’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını
kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı,
elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip
kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki,
onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul
etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak
küfrü tercih ediyorlar.
Mü’minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki
ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden,
hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek
insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız.
O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki
otları her şeye tercih eder. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve
görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden
daha başka varlıklar da mevcuttur; ki biz bunları görmeden
sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.
İnsan aklının bilinmeyen âlemleri/evrenleri idrâk edememesi,
onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine
düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (doğru habere)
bırakmasıdır. Mü’min, öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr
olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan
ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lâzımdır. Fakat eskiden olduğu
gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek,
insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek
114 Bk. 2/Bakara, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
istemektedirler. Mü’min, sadece meleklere değil, gaybî olan ne
varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde iman eder.
“Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” 115
Melek İnancının Etkileri
İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak irâde sahibi
bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden
birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı
alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan
olmak”116 şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda
kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce
kullanmasını sağlayan mânevî menajerlerle (yardımcı, düzenleyici)
karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere
şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır.
İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin
sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu, meleklerin
telkin ve teşviklerine göre hareket edip mevcut yeteneklerini bu
yönde yükseltmesi gerektiğini kabul etmesi, Allah’ın görevlendirdiği
meleklerin kendisini daima gözetlediğini ve yaptıklarını kaydettiklerini
unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan
meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da
bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere imanı
öne çıkarmak,117 tâğutu inkâr edip Allah’a iman edenin sağlam
bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle118 şeytanın varlığını
ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere
kulak vermeyi öngörmüştür.
“Onu (insanı), önünden ve ardından izleyiciler vardır; Onu Allah’ın
emrinden (kazalarından, belâlarından ve musîbetlerinden) korurlar.”119
Gerçekten de insan, risklerle ve tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaktadır.
Bunlara, ayrıca kötülüklerin karşılığı olarak Allah’tan
her an gelebilecek intikam darbelerinin ihtimallerini de ekleyecek
olursak, onun, yaşadığı yıllar boyu ne büyük bir mânevî koruma
altında bulunduğunu kestirebiliriz. Bu girift olayın içyüzünü daha
derinlemesine bilmek bizim için mümkün değildir.
Ancak bu kadarıyla bile Rabbimizin bizi ne çetin bir sınavdan
geçirdiğini, bizzat hayatımıza karşı yaratmış bulunduğu
115 2/Bakara, 3
116 67/Mülk, 2
117 2/Bakara, 177, 285
118 2/Bakara, 256
119 13/Ra’d, 11
MELEK
- 29 -
tehlikelerin bile gelip bizi bulmasına melekleri engel yaparak bu
sınavda bize nasıl süre tanıdığını bu âyetlerden ibretle öğreniyoruz.
Doğrusu bu bize bir İlâhî lutuf ve bir müjde olsa gerektir.
Dolayısıyla insanın, bu hârika nöbetçilerini her zaman hatırlayarak
özellikle kuytu köşelerde, zifiri karanlıklarda ve tehlikelerle
burun buruna olduğu anlarda onların kendisini korumaya devam
etmeleri için Allah’a dilekte bulunması, Allah’ın izniyle belâların
bertaraf olmasına bir vesile oluşturabilir. Bu, aynı zamanda insanın,
Rabbiyle olan irtibatının güçlülüğünü ve sürekliliğini kanıtlamış
olur. Kur’an’da “Kesinlikle üzerinizde koruyucular vardır. Onlar
değerli yazıcılardır. Yaptığınız her şeyi bilirler.”120 diye kendilerinden
söz edilen melekler vardır ki, bunlar söylediğimiz her sözü yazarlar.
Dolayısıyla insanoğlunun havada kaybolup giden tek kelimesi
bile yoktur.
Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle
görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği
bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı,
açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu
görünmeyen cepheyi melekler ordusu oluşturmaktadır. Mü’min
olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de bu gerçeğe inanmaktır.
Dolayısıyla meleklere inanmamak, Allah’a, peygamberlere,
kitaplara ve âhiret gününe inanmamakla eş değerdedir.
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip
ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve
bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere
olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
Melekler Hakkında Düzeltilmesi Gereken
Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî
cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı.
İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı,
tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir.
Mü’min, meleklerin dişi veya erkek olmadığına inandığı gibi, o
meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiçbir yetkiye sahip bulunmadığına
da inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım istemek, yani
onlara duâ etmek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın
yaratılışında Allah, onları Âdem’in (a.s.) önünde secde ettirdi. Ve
Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne
halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahlûktan
120 82/İnfitar, 10-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?
Meleklerin erkeklik ya da dişilik gibi bir özellikleri sözkonusu
değildir. Buna rağmen câhiliyye döneminde meleklerin dişi
olduğu ileri sürülüyor, hatta onlara -hâşâ- Allah’ın kızları deniliyordu.
Allah, bu yakışıksız isnadları şu âyetlerle reddetmiştir:
“Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi sayıyorlar. Yoksa nasıl
yaratıldıklarını mı gördüler?! Bu (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve onlar
sorgulanacaklardır.”121; “Şimdi de sor onlara: ‘Rabbine kızlar da onlara
oğlanlar mı?!”122 Günümüzde de batılılardan esinlenerek melekleri
bayan gibi düşünen, kızlarına “Melek” ismi veren, güzel bir
bayanın meleğe benzediğine dair şiirler yazıp söyleyen, şarkılar
mırıldanan insanlara rastlayabilmekteyiz. Bunlar, İslâm itikadı açısından
çok vahim manzaralardır.
Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında âdeta
korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe
karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir,
hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı,
bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği
bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her
şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit
ödünç olarak verdiği bir emanetidir. Emanet, bir gün gelir, asıl
sahibine iade edilir. Her nefis, ölümü tadacak, her emanet sahibini
bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır.
Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle,
Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın
gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine
olsun.
Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki
büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın
ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu
olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın
getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve
teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle mâkul olsa bile; günümüzün
baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara
bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman
diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte
olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
121 43/Zuhruf, 19
122 37/Sâffât, 149
MELEK
- 31 -
Melek Konusuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
A Melek, Tesniyesi Melekeyn ve Çoğulu Melâike Kelimelerinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 88 Yerde): 2/Bakara, 30, 31, 34, 98, 102, 161,
177, 210, 248, 285; 3/Âl-i İmrân, 18, 39, 42, 45, 80, 87, 124, 125; 4/Nisâ, 97,
136, 166, 172; 6/En’âm, 8, 8, 9, 50, 93, 111, 158; 7/A’râf, 11, 20; 8/Enfâl, 9,
12, 50; 11/Hûd, 12, 31; 12/Yûsuf, 31; 13/Ra’d, 13, 23; 15/Hıcr, 7, 8, 28, 30;
16/Nahl, 2, 28, 32, 33, 49; 17/İsrâ, 40, 61, 92, 95, 95; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ,
116; 21/Enbiyâ, 103; 22/Hacc, 75; 23/Mü’minûn, 24; 25/Furkan, 7, 21, 22,
25; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 43, 56; 34/Sebe’, 40; 35/Fâtır, 1; 37/Sâffât, 150;
38/Sâd, 71, 73; 39/Zümer, 75; 41/Fussılet, 14, 30; 42/Şûrâ, 5; 43/Zuhruf, 19,
53, 60; 47/Muhammed, 27; 53/Necm, 26, 27; 66/Tahrîm, 4, 6; 69/Haakka,
17; 70/Meâric, 4; 74/Müddessir, 31; 78/Nebe’, 38; 89/Fecr, 22; 97/Kadr, 4.
B Meleklere İman Etmekle İlgili Âyetler
1. Meleklere İman Etmek: Bakara, 97-98, 177, 285.
2. Meleklere Düşmanlık Edenler: Bakara, 97-98.
3. Melekleri İnkâr: Nisa, 136.
4. Meleklerin Mâhiyeti
5. Melekler ve Yaratılışları: Bakara, 30, 32; 34, 255; Al-i İmran, 39; En’am,
93; Ra’d, 11; Enbiya, 22, 26; Hacc, 75; Furkan, 25, 59; Fâtır, 1; Zümer, 76;
Mü’min, 15; Zuhruf, 16-17; Hadîd, 4; Kalem, 1; Meâric, 3-4; Müddessir, 31;
Mürselât, 1-6; Tekvir, 20-21. 23.
6. Melekler, Allah’ın Kuludurlar: Enbiya, 23.
7. Meleklerin Erkeklik ve Dişilikleri Yoktur: Zuhruf, 19; Necm, 27-28.
8. Meleklerin Kanatları: Fâtır, 1.
9. Mele-i A’lâ: Saffat, 8-9, Sâd, 69, Nebe’, 38.
10. Meleklerin Makamları: Saffat, 164; Mü’min, 7.
11. Meleklerin Yaptıkları İşler
12. Melekler, Savaşta Mü’minlere Yardım Eder: Al-i İmran, 123-126; Enfal,
9-13, 50; Tevbe, 25-26; Ahzab, 9; Feth, 4, 7.
13. Melekler, İnsanların Amellerini Yazarlar: En’am, 61; Kaf, 17-18; İnfitar, 10-
11.
14. Melekler, Allah’ı Zikrederler: A’raf, 206; Nahl, 49-50; Enbiya, 19-20; Saffat,
165-166; Mü’min, 7; Fussılet, 38; Şûrâ, 5.
15. Melekler, Allah’a İtaat Ederler: Enbiya, 27-28.
16. Melekler, Peygamber’e Salevat Getirirler: Ahzab, 56.
17. İnsanı Gözetleyen Melekler Vardır: Târık, 1-4.
18. Melekler, İş Bölümü İle Görev Yaparlar: Zâriyat, 4.
19. Meleklerin Mü’minler İçin Duaları: Mü’min, 7-9; Şûrâ, 5.
20. Meleklerin Şefaati: Enbiya, 28; Sebe’, 23; Necm, 26.
21. Büyük Melekler
22. Cebrail İle İlgili Ayetler: Bakara, 87, 253; Nisa, 171; Maide, 110; Nahl, 2,
102; İsra, 85; Meryem, 17, 19; Enbiya, 91; Şuarâ, 193; Mü’min, 15; Şûrâ,
193; Mü’min, 15; Şûrâ, 52; Necm, 5-6.
23. Kur’an’ı Cebrail İndirmiştir: Bakara, 97; Nahl, 102; Şuarâ, 193-194; Tekvir,
15-24.
24. Kur’an’ı Peygamber’e Cebrail Öğretmiştir: Necm, 5.
25. Cebrail’in Peygamber’e Görünerek Vahiy Getirmesi: Necm, 6-15.
26. Cebrail’e Ruhu’l-Emin Denilmesi: Şuarâ, 193; Nebe’, 38.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
27. Cebrail’in Görünüşü Güzeldir: Necm, 6.
28. Cebrail, Allah Yanında Şereflidir: Tekvir, 19-21.
29. Cebrail’e Düşmanlık Edenler: Bakara, 97.
30. Azrail, Eceli Gelenlerin Ruhlarını Alır: En’am, 61; Nâziât, 1-4.
31. Mikâil, Tabiat Olaylarını İdare Eder: Nâziât, 5.
32. (İsrâfil) Sûrun Üfürülmesi: En’am, 73; Kehf, 99; Tâhâ, 102; Mü’minun, 101;
Neml, 87; Yasin, 49-51; Zümer, 68; Kaf, 20, 41-43; Hakka, 13-15; Müddessir,
8; Nebe’, 18.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lutfullah Cebeci, Şûle Y. s. 1-183
2. Kur’an-ı Kerim’e Göre Melekler, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 126-132
4. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. (Al i Erbaş, M. Sait Özervarlı), c. 29, s.
37-42
5. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c, 13, s. 155-224
6. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 260-271
7. Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, c. 2, s. 231-262; 342- 382
8. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 260-265
9. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 276-288
10. El-Melâike, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
11. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 125-134
12. Melek Girmeyen Evler, Ebû Huzeyfe İbrahim, Uysal Kitabevi Y.
13. Meleklere İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
14. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 121-129
15. Kur’an’da Anlamı Kapalı Ayetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 213-224
16. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh/Yeni Ufuklar Y.
17. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
133-153
18. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 197-209
19. İslam’da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. s. 231-
250
20. İslam’ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 77-86
21. İslam’da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dâvâ-Çağ Y. s. 135-
143
22. İslam’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 235-248
23. İslam Akaidi, A. Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 91-113
24. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y., s. 132-1
CİN
- 33 -
C İN
• Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
• Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
• Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
• Cin Sûresi
• Cinnet/Cünûn
• Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları
Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
• İfrît, Peri
• Gûl ve Gûlyabaniler
• Nazar Değmesi
• Sihir/Büyü
• Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
• Tütsüleme inancı
• Rukye İnancı
• Muskalar (Temâim)
“(Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum
Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten
biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona
iman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimize asla şirk/ortak koşmayacağız.” 123
Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
Cin Kelimesinin Lügat ve Terim Anlamı: “Cin” ismi, Arapça
“cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir.
Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır.
Nitekim toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen
cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan,
göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında
perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen
gizleme anlamı vardır. Gizlenmek, gizli kalmak, gözle görülmeyen
gizli kuvvetler anlamına gelen cin, bu esasa göre, izli yaratıklar
cinsine delâlet eden bir cins isimdir.
Cinlere gizlendiklerinden dolayı cin adı verilmiştir. Çünkü “ictinas”
gizlenmek anlamındadır. Cennet de ehlini ağaçlarıyla gizlediğinden
bu adı almıştır.
123 72/Cinn, 1-2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Kur’ân-ı Kerim’de cinn, cânn ve cinnet adlarıyla anılmışlardır.
Erkeklerine cinnî, dişilerine ise cinniyye adı verilir. Cinlerin bir tek
ferdine “cinnî” denir. “cânn” kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve
ifrit cinlerin değişik türleridir.
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve
“nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş
ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen
ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında
bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,124 onları Allah’ın
ortakları mertebesine çıkarırlar125 ve onlardan yardım dilerlerdi.126
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sabittir. Hatta cinler hakkında
başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu
madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan
ibaret değildir. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar.
Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne
iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde
bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin
varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek,
İslâm akîdesini zedeler.127
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler
konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız
Kur’ân-ı Kerim’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazılarını beş duyumuzla asla algılayamadığımız, bazılarını
ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin
bilgiler ancak vahiy sayesinde insana ulaşmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Cin” kelimesi 22 kez, “Cinler” demek olan
(cinin çoğulu) “Cann” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan “Cinneh”
kelimesi de 10 kez geçmektedir. Bu âyetlerde cinler hakkında
verilen bilgiler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir
kısmı ilginçtir. Bu bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebilecek
özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir) ateşten yaratılmışlardır.
128 Âyette “Nâru’s-Semûm” olarak adlandırılan bu ateşin
radyoaktif bir madde olabileceği akla gelmektedir. Ancak her
radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin
124 37/Sâffât, 158
125 6/En'âm, 128
126 62/Cumua, 6
127 Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
128 15/Hicr, 27
CİN
- 35 -
insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vücudu (biyolojik özellikleri
içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan bedenini oluşturan
et, kan ve kemik gibi unsurların hiç biri cinsinden değildir.
Binaenaleyh denebilir ki ilâhî bir sistemle meydana gelmiş olan
bu dönüşümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır.
Bir karşılaştırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani cinler
de büyük olasılıkla mevcut özellikleri içinde radyoaktif madde değildirler.
Ancak yaratılmış oldukları temel madde “Nar’is-Semûm”
dur. Çünkü cinlerle haşir neşir olan insanlar vardır ki aralarında
süren sıkı ilişkilere rağmen bu kimseler ne kavrulmakta, ne de zehirlenmektedirler.
Ayrıca kötülük yapmış ve suç işlemiş cinlerin de
cehenneme girecekleri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur’ân-ı
Kerim’de ifade edilmiştir.129 Bu da onların mevcut bedenleriyle
ateş olmadıklarını kanıtlamaktadır.
2- Allah (c.c.)’ın gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan
ve cinlerden şeytanların bulunduğu, Kur’ân-ı Kerim’de haber
verilmektedir.130 Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde:
Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan
ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün
bu nitelikler ancak akıl ve bilinçle birlikte söz konusu olabilir.
Âyetten çıkarılan bu sonuç ise cinlerin de aynen insanlar gibi akıllı
ve bilinçli olduklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”131 mealindeki âyet-i
kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip
olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez.
Kur’ân-ı Kerim’de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin
daha başka kanıtlar da vardır.
3- Cinlerden bir grubun Kur’ân dinledikleri, hatta o sırada
birbirlerine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma
sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine
Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır.132 Bundan anlaşılıyor ki cinlerin
de mü’minleri ve kâfirleri vardır. Elbett ki buna bağlı olarak iyileri
ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi’nin 11-15. âyetlerinde
bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler sayesinde
cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.)
emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlularının
ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz.
129 32/Secde, 13
130 6/En’âm, 112
131 51/Zâriyât, 56
132 46/Ahkaf, 29, 30, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
4- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler “...
Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”.
133 Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sayesinde
insanların yapamayacağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin,
çok uzak mesafelere anında ulaşırlar. 134
Cinlerin gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gizliyi,
Allah’dan ve O’nun haberdar ettiği kimselerden başkası bilemez.
135 Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli
şeyleri öğrendiklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:
Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki düşünce
ve inançlar, Allah’dan başka ne insan, ne de cin tarafından
asla bilinemez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye
gelince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve
araç kullanmakla gizli bir maddeyi, bir rezervi, ya da bir bilgiyi
elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi
ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı
yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu varki cin, yapısı
itibariyle daha seri ve daha esnektir. Bu sayede insanın giremediği
dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir;
Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elverişsiz arazilere ulaşabilir.
Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine,
dilediğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri
şeyi yapabileceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla
ilişki kuranlar, başta stratejik merkezler, devlet arşivleri, hazineler,
borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve
sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve
insanlığın nizam ve düzenini altüst edecek, dünyayı oyuncak haline
getireceklerdi. Cinler gerçekten aramızda dolaşıyor olsalar bile
onların da mutlak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar
ve kurallar, ya da asla aşamayacakları doğal engeller vardır.
5- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.136 Ancak nasıl yaşadıklarını
ve nasıl çoğaldıklarını bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını
ileri süren insanlara inanmak güçtür. Özellikle Allah’ın
emir ve yasaklarına uymayan insanların hemen hepsi de şeytanların
etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin, ahlâksız, suçlu ve
günahkârlarıdır. Bunu Kur’ân-ı Kerim de doğrulamktadır. Ezcümle
133 7/A’râf, 27
134 27/Neml, 39
135 3/Âl-i İmran, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31,
123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26, 27/Neml, 65; 34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41, 53/
Necm, 35, 68/Kalem, 47, 72/Cinn, 26
136 18/Kehf, 50
CİN
- 37 -
En’âm Sûresi’nin 128’inci âyet-i kerimesi’nde: Allah Teâlâ’nın, bütün
cinleri ve insanları bir araya toplayacağı kıyamet gününde
cinlere, birçok insanları elde ettiklerini açıklayacağı ifade edilmektedir.
Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran insanların da “Ey
Rabbimiz! -gerçekten- karşılıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize
verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz.” diye itirafta bulunacakları,
o sırada Allah Teâlâ’nın da: “(öyle ise) Durağınız ateştir!”
diyeceği anlatılmaktadır.
Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından
sıyrılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin,
tecavüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları
ihtimali vardır.137
Cinlerin Varlıkları ve Bunun Delilleri:Cinlerin varlıkları Kitap
ve Sünnetle sâbittir.
1) Kitaptan Delili: Cin sûresine ek olarak, Kur’ân-ıKerim’in birçok
yerinde onlardan bahsetmiştir. Onlardan birkaçı:
“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım.”138
“Hani cinlerden bir grubu Kur’ân-ıdinlemeleri için sana yöneltmiştik.”139
2) Sünnetten Delili: Sünnet-i Nebeviye’de de cinlerin varlıklarını
isbat eden ve onlardan haber veren birçok hadis-i şerif vardır.
Onlardan bir kaçı:
“Rasûlullah (s.a.s.) ashâbından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına
gitmeğe kastederek yola çıktılar. O tarihte şeytanlara gökten
haber almak yasaklanmış; üzerlerine göktaşları atılmış, bunun
üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara:
“Size ne oldu?” demişler. Şeytanlar: “Semadan haber almaktan
men edildik. Üzerimize göktaşları gönderildi.” diye cevap vermişler.
Kavimleri: “Bu mutlaka yeni meydana gelmiş birşeyden olacak.
Siz hemen yeryüzünün doğusunu batısını dolaşın da bakın semadan
haber almamıza mâni olan bu şey nedir?” demişler. Tıhame
taraflarını tutan takım Ukaz panayırına gitmekte olan peygamber
(s.a.s.) Nahle denilen yerde ashâbına sabah namazını kıldırırken
onun yanına uğramışlar. Cinler Kur’an’ı işitince onu dinlemişler ve
(birbirlerine) semadan haber almanızı engelleyen işte budur.” demişler.
Sonra kavimlerine dönerek: “Ey kavmimiz! Biz doğru yolu
gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan
137 Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, 321-325
138 51/Zâriyât, 56
139 46/Ahkaf, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi şirk koşmayacağız.” demişler. Bunun
üzerine Allah Azze ve Celle Peygamberimize (s.a.s.): “De ki:
Bana cinlerden bir takımının (okuduğu) Kur’an’la dinledikleri vahiy olundu.”
âyetini inzâl etti. 140
Cinlerin Mükellef Oluşu: Cinler de dünya ve âhiret ahkâmı itibariyle
insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 141
“Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, âyetlerimi anlatan ve şu
(korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler
gelmedi mi?” 142
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini)
dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman
ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 143
“Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını Kur’an dinlesinler diye
sana sevketmiştik. Onlar (Peygamber’in huzurunda) Kur’an dinlemeye
hazır olunca (birbirlerine): “Susunuz (dinleyiniz)” dediler. Kur’an okunması
bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey
kavmimiz, dediler: Biz bir kitap dinledik. Mûsâ’dan sonra indirilmiş. O,
kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor.
Ey kavmimiz, Allah’ın dâvetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan
bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azaptan
korusun ve her kim Allah’ın dâvetçisi (Peygamberi)ne icabet eylemezse
arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de
yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler.” 144
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları
göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama
Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz?”145
Bu âyetler her iki varlığın yaratılış gayesinin Allah’a ibâdette
bulunmak olduğunu ve âhirette sorumlu tutulacaklarını bildirir.
Peygamberimizi Kur’an okurken dinleyen bir kısım cinlerin,
kavimlerine vardıklarında şu sözleri söyledikleri haber verilir: “Biz
140 Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 66-67
141 51/Zâriyât, 56
142 6/En'âm, 130
143 72/Cinn, 13
144 46/Ahkaf, 29-32
145 55/Rahmân, 31-34
CİN
- 39 -
hakiki hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor.
Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize bundan sonra hiç
bir şeyi asla ortak tutmayacağız.”146 Bir başka âyet-i kerimede, peygamber
efendimizi dinleyen cinlerin bir kısmının salih müslümanlar
olduğu, bir kısmının böyle olmadığını söyledikleri beyan edilir.
“Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman
olanlar, işte onlar doğru yolu arayıp bulanlardır. Zulmedenlere gelince
onlar da cehenneme odun oldular.”147
İmam müslim’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerif’in meali şöyledir:
İbn Mesud diyor ki: “Bir gece Rasûlullah ile beraberdik, derken
aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık, bulamadık. Bu
yüzden bütün geceyi endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabaha erdik.
Bir de baktık ki o Hira’dan geliyor. Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik,
aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde
geçti. Şöyle buyurdu: “Bana cinden dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim,
onlara Kur’an okudum.” 148
Cinlerin mü’min olanları mü’minlerle beraber cennette, kâfir
olanları kâfirlerle beraber cehennemdedir.
Cinler Gaybı Bilebilirler mi? Cinler gaybı bilemezler. Çünkü
gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden
bazı seçkin kullarına bunun bilgisini verebilir: “...Gaybı bilen
ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”149 “...Eğer
cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” 150
Bazı sihirbaz ve büyücüler, cinlerin kâfir olanlarını kullanarak
kendilerine has bir yolla sihir ve büyü yaparlar. Sihir ve büyü yapmak
İslâm’a göre haramdır, büyük günahlardandır.
Rasûlullah Cinleri Gördü mü? Hadis râvileri Rasûlullah’ın (s.a.s.),
cin’i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler. Müslim’de,
Abdullah İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Peygamber Efendimiz
cinni’lerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad
etmiştir. Buhârî ve Müslim’in, İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise,
Hz. Peygamber ashâbıyla “Ukaz” panayırına giderken “Nahle”de
sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’an dinlemiş ve
müslüman olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber
Efendimize Cin sûresinin ilk âyetlerinde haber vermiştir. 151
146 72/Cinn, 1-2
147 72/Cinn, 14-15
148 Hasan Basri Çantay, Meal-i Kerim, 7/A’râf, 20: 3/1075
149 72/Cinn, 26-27
150 34/Sebe’, 14 ; bk. 72/Cinn, 8-10
151 72/Cinn, 1-3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlar: İbn
Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş;
onların Kur’an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hak
daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn Mes’ud’un rivâyet
ettiği olay farklıdır. Nitekim İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Bir
gece Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu.
Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık. O geceyi hep endişe
içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından
geliyor. “Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu
yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti.” şöyle buyurdu: “Bana
cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’an okudum.”
152
Cinlerin Yaratılışları, Özellikleri ve Mâhiyetleri: Cinler insanlar
gibi mükellef ve akıllı yaratıklardır. Fakat insan yapısından farklıdırlar.
Duyu organlarıyla anlaşılmazlar. Tabiatları üzere ve gerçek
şekilleriyle görünmezler.
Cinler insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur’ân-ı Kerîm’de
çok zehirli, dumansız alevli bir ateşten yaratıldıkları haber verilir:
“Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık.” 153
Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır. “İnsanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kişilere (ricâle) sığınırlar…”154 âyeti bunu ifade eder.
Cinler de insanlar gibi evlenirler, çoğalırlar, zürriyetleri de olur,
yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Cinler de mükellef olup insanlar
gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar:
Cinlerin yaratılışları türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye
elverişlidir. Nitekim Kur’an’da ifade olunduğuna göre,155 Hz.
Süleyman Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirmek isteyince, bir cin,
daha sen makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim
herhalde buna yetecek gücüm var demiştir. Süleyman (a.s.)
Kudüs’te, getirilecek taht Yemen’deydi. Onu bir saniyede getirmek
büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Aslında görünmeyen
cinnin Hz. Süleyman’la karşılıklı konuşması ise onun gözle
görülebilecek bir sûrete girdiğini ifade eder. Süleyman peygamber,
cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır. Cinler bir keresinde
Süleyman’a (a.s.) mahkûm olmuşlardı. “Süleyman (a.s.)’ın önünde,
Rabbı’nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim em-
152 Kurtubî, el-Câmî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, 19/2 vd ; Şâmil İslam Ansiklopedisi,
1/315
153 15/Hicr, 27
154 72/Cinn, 6
155 27/Neml, 39
CİN
- 41 -
rimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık. Onlar Süleyman’a
kalelerden, heykellerden havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan
ne dilerse yaparlardı.” 156
Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete;
kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı,
kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir
ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ıKerim onların da kitabıdır,
onlar da Kur’ân-ıKerim’i dinlerler. “Ey cin ve insan topluluğu!
İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle
sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”157 “(Rasûlüm!) De ki:
‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle
söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade
güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi
Rabbımıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız
(İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş.
Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı
da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu,
biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve
meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler,
kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde,
(Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” 158
Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri: İnsanları aldatarak,
küfre ve sapıklığa yöneltmeğe ve onların ahlakını bozmaya
çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır. 159
Eskiden müşrikler, ilahî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple
korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani,
şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir
sandıkları esrarengiz ruhanî yaratıkları ilah kabul ederek, onlara
tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler,
câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar
olan cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar
uydururlardı.
Bazı insanların zannettiği gibi cinler ve şeytanlar, ne göklere
yükselirler, ne İlahî sırları kulak hırsızlığı yapıp öğrenerek yeryüzüne
inerler. Bu, onların ne görevidir, ne de buna güçleri yeter. Bununla
birlikte, insanların görmediği ve bilmediği bir çok manevî
156 34/Sebe’, 12-13; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314 ; A. Lütfi Kazancı, İslam
Akaidi, Marifet Y., 101; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza
Y., 65
157 6/En’âm, 130
158 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
159 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak
ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilasına düşmemeli,
kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf
kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir
ve bunların hepsi ilahî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki,
Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar
ve istilalarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ıKerim’in nuru onları
yakar.
Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir: Saf ateşten yaratılan
ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu
Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları
Kur’an’la sabittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin
sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz.
Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak,
muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve
şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız
gerekir.
Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı,
aynı sebepten, varlığı şer’an sabit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez.
Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir
bünyesi olabilir. Fakat bizim her bünyeyi görmemiz zaruri olmadığı
gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz
bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye
sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim
mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz.
Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar
bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar
bulunabilir.
Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz
bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan
gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların
bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya
kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya
âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük
gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın ilahî kudretini ve evrenin kapladığı
alanı bilmemekten başka bir şey değildir.
Şeytan-Cin İlişkisi: Şeytan da cinlerdendir. Allahu Teâlâ kendisini
Hz. Adem’e (a.s.) secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan ise,
kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını ileri sürerek
secde etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden
CİN
- 43 -
kovmuş o da kâfir olmuştur.160 Şeytanların amiri durumundaki
şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara
başvurur. Ondan sakınmak gerekir: “Ey Âdemoğulları, Şeytana tapmayın.
Çünkü o sizi Rabbınız’dan ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim
mi?”161 “Şeytan sizin için yaman bir düşmandır. Bu sebeple siz de
onu düşman edinin.” 162
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuşlardır: “Allah sizden
her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Size de mi yâ
Rasûlallah?” diye sorduklarında, Rasûlullah: “Bana da ancak Allah
ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak
hayır emrediyor.” Buyurdu.163
Cinleri Kabul ve Reddedenler: Felsefecilerin çoğu, özellikle
İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu
kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler.
Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat
onlardan daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir.
Buna karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip
olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak
mâhiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri;
cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen
canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise bunların, cevher olduklarını;
â’râz ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu cevherleri de
mâhiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih
ve hayırseverdirler. Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler.
Sayılarını ancak Allah bilir.
Bazı fırkalar da cinlerin cisim olmakla beraber, mâhiyetlerinin
farklı, sıfatlarının bir olduğunu söylemişlerdir. Sıfatları ise uzayda
yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır.
Cinler; latif, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar. Hevâî
cism-i latîflerin, mâhiyet itibariyle, diğer cisim türlerine benzemesi
imkânsız bir olay değildir. Binaenaleyh bunların, kendilerine özgü
ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor işleri yapabilir,
çeşitli şekillere girebilirler. Bu da Cenâb-ı Allah’ın onlara bu
gücü vermesi sayesinde olur. Bazı fırkalar da, cisimlerin mâhiyet
itibariyle birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını
söylemişlerdir. İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile izleyicileri bu
görüştedirler.
160 2/Bakara, 34
161 36/Yâsin, 60
162 35/Fâtır, 6
163 et-Tâc, 5/233
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Mu’tezile ise bu görüşü ve buna paralel olarak cinlerin varlığını
kabul etmemiştir. Bunlar, hayat için bünyenin şart olduğunu,
zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir şart olarak
ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir.
Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap
ve sünnet ile sâbit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar. 164
Şeytan ile Cin Hakkında Söylenenler: Zaman zaman şeytan ve
cin hususlarında çeşitli sorular sorulup, münâkaşalar yapıldığına
şahid oluruz. Cin ve şeytanı mikrop, bakteri gibi gözle görülmeyen
maddî küçük mahlûkatla te’vil etmeye çalışan imânı nâkıs dar
anlayışlar olduğu gibi, külliyen reddetme cihetine giden münkir
imansızlar da vardır. Hemen belirtelim ki, cin ve şeytanı mikrop,
bakteri, virüs gibi maddî varlıklarla karşılaştırmak, onlarla izah etmek
büyük hatadır, şahsî, beşerî, arzî bir te’vildir, dinî dayanaktan
mahrumdur. Yapılan açıklamaların semâvî ve mûteber olabilmesi
için Kur’ân veya sünnetten bir dayanağa sahip olması gerekir.
Cin ve şeytanın varlığını inkâr etmek küfürdür. İmanla bağdaşamaz.
Mâhiyetleri ile alâkalı açıklamalara gelince, bazı hususlarda
nas mevcut ise de, bazı hususlar kapalıdır ve âlimler de farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım merakı izâle edecek kadar
bazı açıklamaları kaydediyoruz:
Şeytan kelimesi, “salâh ve hayırdan uzak oldu” manasına gelen
şatane fiilinden müştak olduğu kabul edilir. Arap dilinde şer
ve kötülükte ileri giderek mensub olduğu sınıfta temayüz eden,
benzerlerinin dışına çıkan herşey için kullanılmıştır. Bu sebeple,
insan, hayvan vb. görünen mahlûkatın şerirlerine şeytan dendiği
gibi, görünmeyen mahlûkatın şerirlerine de şeytan denmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de insanî ve cinnî şeytanlardan muhtelif âyetlerde
söz edilmiştir. Hadislerde bir kısım kötülükler de şeytana teşbih
edilmiştir. Hz. Ömer (r.a.) Şam’a geldiklerinde bindirildiği bir at,
altında çalım yapmaya başlayınca, hemen inmiş ve: “Beni bir şeytana
bindirdiniz” buyurmuştur.
Görünmeyen ve insanlara kötü telkînatlarda bulunarak onları
azıtan mahluk manasındaki şeytan, cin sınıfındandır. Bir başka
ifâdeyle bu mânâda şeytan cinlerin asi takımına denir. Ataları,
“Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise topraktan yaratıldı, ateş topraktan
üstündür, dolayısiyle ben Âdem’den üstünüm” kuruntusuna
düşerek Cenâb-ı Hakk’ın “Âdem’e secde et!” emrine isyan eden
iblistir. Âlimler çoğunlukla “Şeytanlar cinlerin asi ve şer olanlarıdır”
demekte müttefiktirler.
164 Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315-316
CİN
- 45 -
Bazılarına göre cinlerin birçok sınıfı vardır: Mutlak zikredilince
cins sınıfı kastedilir, insanlarla beraber yaşayan cinnî’ye âmir, çocuklara
Musallat olan cinnîlere ervâh, bunların habis olanlarına
şeytan denilir. Kötülüğü bir derece artarsa mârid, daha da artarsa
ifrit denir.
Hadislerde, cin ve şeytan iki ayrı sınıfmış gibi ifâde edilmiştir.
Ancak meseleyi yakından tahlil eden muhakkık ulemâ, her ikisinin
de esâs itibâriyle bir nev’ olduğunu, biri kâfir kalarak şeytan, diğeri
iman ederek cin adını aldığını söylemiştir.
İblis’in lügat olarak iblâs kelimesinden geldiği kabul edilmiştir.
İblâs hayırdan me’yusiyet, pişmanlık ve mahzuniyet mânâsına gelir.
İblis de hayırdan son derece me’yus demektir. Çünkü Cenab-ı
Hakk, masiyeti sebebiyle bütün hayırdan mey’us, kovulmuş bir
şeytan kılmıştır. Şu halde iblisi de cinnîlerin bir sınıfı kabul etmek
gerekmektedir.
Ancak, cinlerin asılları hususunda da ihtilâf edildiğini belirtmemiz
gerekir. İbn Abbas (r.a.)’tan yapılan bir rivâyete göre, cinlerle
şeytanlar başka başka mahlûklardır. Cinlerin babası Cânn’dır.
İçlerinde mü’min ve kâfirleri vardır. Cinler ölürler. Şeytanların atası
ise İblis’tir, onlar ölmezler. Zamanı gelince ataları olan İblis’le
öleceklerdir.
Cinlerin asıllarıyla ilgili bir ihtilâf, âhirette hallerinin ne olacağı
hususuna da sirâyet etmiştir. “Cinler Cânn’ın neslidir” diyenlere
göre, onların mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir.
“Cinler İblis’in zürriyetidir” diyenlerden Hasan Basrî’ye göre
mü’minleri cennete gidecektir; Mücâhid’e göre mü’minleri de
cennete gidemeyecektir. Âhirette onlara tıpkı hayvanlara denildiği
gibi, “Toprak olun” denecektir. İmam Âzam’ın da bu görüşte
olduğu söylenmiştir, ancak onun hiçbir beyanda bulunmadığı da
söylenmiştir.
Şâfiî, Malik, İbn Ebi Leylâ gibi sâir ulemâ ise iyilerinin
mükâfaat, kötülerinin de azab göreceklerini söylemişlerdir. Cinlerin
mâhiyetini açıklama sadedinde yukarıda kaydettiğimiz, çeşitlerine
dikkat çekildikten sonra: “Nevilerin sayısını Allah Teâlâ’dan
başkası bilmez” de denmiştir. Bazıları: “Mâhiyetleri muhtelif cisimlerdir,
ancak onları müşterek bir sıfat birleştirir, o da mekânda
hâsıl olmaları, uzunluk, genişlik, derinlik gibi üç buuda sahip bulunmaları,
lâtif, kesif, ulvî, süflî kısımlarına inkisam etmeleridir”
demiştir.
Cinler hakkında ileri sürülen ilâve bir açıklama da şöyledir:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
“Latif ve hevâî bazı cisimlerin mâhiyet itibariyle diğer cisim nevilerine
muhâlif olmaları, onların, insanların mislini yapmaktan âciz
olacakları bazı acîb, yahud meşakkatli işler için hususi bir ilme ve
kudrete mâlik bulunmaları imkânsız değildir. Onlar muhtelif şekillere
bürünebilirler. Bütün bunlar, bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın
kendilerine verdiği kudret sayesindedir.”
Cinlerin bu insanüstü gücünden insanların istifâde edebileceğine
Kur’ân-ı Kerim’de işaret vardır. Nitekim Hz. Süleyman (aleyhisselam)
cinlerden istifade etmiş, emrinde istihdâm etmiş, onları
asker olarak165 müşâvir olarak,166 kullanmıştır.167
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve
“nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş
ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz.
Peygamber’in (s.a.s.) bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen
ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah
arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,168 onları
Allah’ın ortakları mertebesine çıkarırlar169 ve onlardan yardım dilerlerdi.
170
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sâbittir. Hatta cinler hakkında
başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu
madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan
ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde
yüksek mertebe sahibi kimseler)’nın gördüğü varlıklar vardır
ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette
yaratılmışlardır. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar.
Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne
iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde
bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin
varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek,
İslâm akîdesini zedeler. 171
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, yalnızca insanlar ile çeşitlerini
dahi tam bilemediğimiz hayvanlardan ibâret değildir. Uzun
yıllar scientisme’i (bilimciliği) savunan ve “gözümüzle görmediğimize
inanmayız” diyen aydınlarda garip bir değişim başlamıştır.
Son yıllarda, uzayda canlıların bulunduğunu savunmak ve
165 27/Neml, 17
166 27/Neml, 38-39
167 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 4/347-349
168 37/Sâffât, 158
169 6/En'âm, 128
170 62/Cumua, 6
171 Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
CİN
- 47 -
“ufo”ların marifetlerini gündeme getirmek moda hâline gelmiştir:
Televizyon kanalları “ufo” olduğu iddia edilen cisimleri yayınlamak
için birbirleriyle yarışmaktadır. Bazıları da cinlerin fotoğraflarını
çekmek için, sağa-sola koşmaya başlamıştır. Kendi mantıklarına
göre “sınır-ötesi” ilân ettikleri ve hayrete düştükleri bir âlemi
zorlamaktadırlar.
Gözle görülmeyen varlıkların başında cinler gelir. Cinlerin varlığı
kitap ve sünnet ile sabittir. Cinler de (tıpkı insanlar gibi) mükellef
olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: “Ey cin ve insan
topluluğu; size içinizden, âyetlerimi anlatan, hesap gününün geleceğini
haber veren ve sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” 172
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), cinleri görüp görmediği konusunda
muhaddisler farklı görüştedirler. Müslim’de, Abdullah İbn
Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) cinnîlerin
dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşâd etmiştir. Buharî
ve Müslimin İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise Rasûl-i Ekrem
(s.a.s.) ashâbıyla Ukaz panayırına giderken Nahle’de sabah namazını
kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’ân dinlemiş ve müslüman
olmuştur. Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlamaktadır:
“İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda
cinni görmemiş, onların Kur’ân dinleyip müslüman olduklarını
Cenab-ı Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu hâdise, İbn
Mes’ûd’un rivâyet ettiği hâdiseden farklıdır. Nitekim İbn Mes’ûd
şöyle demiştir: Bir gece Rasûl-i Ekrem ile beraberdik. Derken aramızdan
kayboldu. Vâdilerde, dağlarda aradık, bulamadık. O geceyi
hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki
Hîra tarafından geliyor. Yâ Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık
bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Bunun
üzerine şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber
gittim. Onlara Kur’ân okudum.” 173
İnsanlarla cinler arasındaki münasebet süreklidir. Rasûl-i Ekrem
(s.a.s.) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: “Allah sizden her
biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Siz de mi yâ Rasûlallah?”
diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem: “Bana da aynıdır. Ancak Allah ona
karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o bana ancak
hayrı söylüyor.”.174 Ehl-i sünnet akidesine göre, şeytan, insanın vücuduna
da, aklına da zarar verebilir. Tarih boyunca, değişik sebeplerle,
mecnun (cinlenmiş) diye vasıflandırılan ve aklî melekelerini
kullanamayan insanlara rastlanmıştır.
172 6/En' âm,: 130
173 İmam-ı Kurtubî, el-Câmiü 1i Ahkâmi'I-Kur'ân, Beyrut 1967, c. XIX, sh. 2 vd.
174 Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, c. V, sh. 233
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, insanlar ile hayvanlardan
ibaret değildir. Gözle görülemeyen veya akıl ile idrâk edilemeyen,
gaybî varlıklar da vardır. Scientisme’in iflasından sonra, televizyon
kanalları (medyumları ön plâna çıkararak) zûlme ve sömürüye
vesile olmaya başlamışlardır. Vesvese boyutunu aşan bu macera,
birçok aileyi perişan etmektedir. 175
Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplumları gibi peygamberler
gönderilmiştir.176 Cinler son peygamber Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e vahyedilen Kur’an’ı da dinlemişlerdir.177 Bu dinleyiş, Hz.
Peygamber’e vahiy ile bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat
gözüyle görmemiştir.178
Cinler bazı nebîler tarafından iş yapıp değer üretmek üzere
çalıştırılmışlardır. Bu çalışmalar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere
anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının
ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir:
Acaba Kur’ân-ıKerim’de cin, başka gezegenlerden dünyaya gelen
veya gelecek olan varlıkların ortak adı olarak da kullanılıyor mu?
Hz. Süleyman’ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren
“cin ifriti” ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma179 bu
bakımdan çok dikkat çekicidir.
Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak:
Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah’a
inanan insanın cinlerin hiçbir kötülüğünden korkmaması gerekir.
180 Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu bahane
ederek insanları cin hayalleriyle perişanlığa iten insan şerirlerinin
işidir. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım
insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka
bir şey yapmazlar.181 Yani, cin tasallutu yoktur ama cinleri bahane
ederek insanları sömürenlerin tasallutu vardır. Kur’an işte bu ikinci
tasalluttan korunmamızı istiyor.
Peygamberlerin bile her devirde hem insan şeytanlarından
hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuştur.182 Bunlar, o elçiler
aleyhine birbirlerine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu
kendi aralarında yaparlar, insana Musallat olamazlar. Cinler her
175 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 88-91
176 bk. 6/En'âm, 130
177 46/Ahkaf, 29; 72/Cinn, 1
178 72/Cinn, 1
179 27/Neml, 39
180 72/Cinn, 13
181 bk. 72/Cinn, 6
182 bk. 6/En'âm, 112
CİN
- 49 -
türden insana vesvese verirler,183Yani insanın içine kötü fikirler
sokabilirler. Peygamberler bu vesveselerden, Allah’ın gönderdiği
vahiyle kurtulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu
ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sayesinde
olacaktır. Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup dengeyi bozmaktan
kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan
geçer. Bu yolun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenlerse
belâdan kurtulamazlar. 184
Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine
inanmak: Kur’an bu konuda son derece sert bir uyarıda
bulunmaktadır: “Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde
bekleyip durmazlardı.”185 Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye
girip onlardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran
üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spiritüalist-medyum vs. kişilerin
hangi halde olduklarını iyi düşünmek lâzım...
Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektörünün en verimli
pazarlarından biridir. Bu pazarcılığın çok değişik görünümleri
vardır. Medyumluk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık,
ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi
vitrininde oturmuş, câhil ve duygusal halktan bir grubu başına
toplayarak onların ceplerini boşaltmaktadır. 186
İnsan, tek başına bu kâinatın sakini değildir; onun dışında
kâinatı canlandıran ve anlamlandıran başka varlıklar da mevcuttur.
O, şuurlu bir bakışla evrendeki bu varlıkları ve sırları anlamaya
çalışmalıdır. İşte görünmeyen varlık kategorilerinden birini de
cinler oluşturmaktadır. Cinlerin insanlarla müşterek yönleri olsa
da onlar ontik temeli insandan farklı, melekle insan arası bir çeşit
varlıklardır.
Doğruluğun kesin ve sabit kaynağı olan Kur’an, cinlerin hakikatini
ifrat ve tefrite düşmeden beyan etmiş; böylece insanları,
onların vehmedilen sultasından kurtarmıştır. Kur’an açısından cinlerin
de kendilerine özgü bir varlık yapıları mevcuttur.
Cin telâkkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde
mevcuttur. Eski Asurlular ve Bâbilliler’de kötü ruh ve cinlere
inanılırdı. Sâmî kökenli kavimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu
kabul edilirdi. Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele
gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılar’da da inıon adı
183 bk. 114/Nâs, 6
184 Y. N. Ö., İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 141
185 34/Sebe', 14
186 Y. N. Ö, a.g.e., s. 223
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
verilen insanüstü varlıklar bulunduğu kabul edilir, bunlar İyi ve
kötü olarak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılar’da da insanlara zarar verebilen
kötü ruhlar telâkkisi mevcuttu. Çinliler cinlerin her yerde
bulunduğu, iyilerinin ve kötülerinin olduğu kabul edilirdi. Özellikle
taoist rahipleri cinlerin zararlarından korunmak için muska
yazar, efsun yaparlar. Hintliler’de de iyi ve kötü cin telâkkisi mevcuttur.
İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesinden gelir. Eski
Türkler’de cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler
Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılırdı.
İsrail kültüründe, daha çok İran’ın düalist sisteminin tesiriyle
kötü ruh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde
ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında
ağrı ve felaket veren, kan emen cinlerden söz edilir.187 Hıristiyan
kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir.
Yeni Ahid, cinleri putperestlerin tanrıları188 bedensel ve ruhsal
hastalıkların kaynağı189 olarak gösterir. Bilhassa XII. Yüzyıldan itibaren
cin telakkisi hıristiyan sanatının önemli bir teması haline
germiştir. Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük
büyük ilgi görmüştür.
İslâm’dan önce Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler
yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten
haberler getirdiğine inanırlar; böylece Allah ile bu gizli varlıklar
arasında bir bağ kurarlardı.190 Câhiliye Araplan’nın bir kısmı şeytanın
şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri
de şeytanın askerleri sayarlardı.191 Kur’ân-ı Kerîm bu bâtıl inançları
reddetmiş, cinlerin de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını
haber vermiştir.192 Onlara da peygamber gönderilmiş,
içlerinden iman edenler olduğu gibi inkâr edenler de olmuştur.193
Hz. Peygamber ilâhî emirleri cinlere de tebliğ etmiştir. 194
Kur’an’ı Kerîm’de, Hz. Süleyman’la ilgili anlatılanlar dışında,
cinlerin insanlarla ilişki kurduğuna, insanlar üzerinde etkili olduğuna,
cinci, büyücü gibi bazı kişilerin cinlerin etkisini önlediklerine
dair hiçbir bilgi yoktur. Bazı âlimler, faiz yiyenlerin kıyamet
gününde mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacağını bildiren
187 II. Samuel, 1/9; Süleyman'ın Meselleri, 30/15
188 meselâ bk. Rasûllerin İşleri, 17/18
189 Matta, 12/28; Luka, 11/20
190 bk. İbn Âşûr, VII, 405
191 bk. 6/En'âm, 100
192 51/Zâriyât, 56
193 6/En'âm, 130
194 46/Ahkaf, 29
CİN
- 51 -
âyete195 dayanarak cinlerin insanları etkileyeceğini ileri sürmüşlerse
de bunun temsilî bir anlatım olduğu açıktır. Cinlerin etkisini
önlemek için Felâk ve Nâs sûrelerini okumayı tavsiye eden bazı
hadisler196 dolayısıyla da cinlerin insanlar üzerinde etkili olduğu
yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu tür hadislerin, aslında
fizyolojik sebeplerden kaynaklanan bazı hastalıklar veya bunalımlar
için psikolojik bakımdan bir yatıştırma ve terapi amacı
taşıdığı düşünülebilir. 197
Âlem, görünen ve görünmeyen varlıklardan oluşur. Duyular
vasıtasıyla idrâk edilebilen varlıklar âlemine “görünen âlem–
âlemü’ş-şehâde” adı verilir. Bu âlem cansız maddi nesneler, bitkiler,
hayvanlar ve insanlardan meydana gelir. Ancak görünen âlem
bile tümüyle maddi bir dünya değildir; o, maddi yapısının yanında
manevi olanı da içeren bir nitelik taşımaktadır.
Duyular vasıtasıyla idrâk edilemeyen ve insanın bilgi alanı dışında
kalan âleme de “görünemeyen âlem-âlemu’l ğayb” denir.
Bu âlemi oluşturan varlık kategorilerinin başında, iyi yönelimlerin
kişileştirilmiş, kusursuz bir güç ve mükemmellikle donatılmış
aktörleri olan meleklerle, kötü güç ve içsel yönelimlerin kişileştirilmiş
aktörleri olan cinler gelir. Hemen belirtelim ki âlemin bu
şekilde ikiye ayrılması, kozmosun kendi yapısı gereği değil, insana
göredir.
Tarih boyunca insanlar, cinlerin varlıkları, mâhiyetleri, iyi veya
kötü tesirleri gibi konularda farklı inanç ve anlayışlara sahip olmuşlardır.
Ancak burada değinilen inanç ve anlayışların hepsine
yer verilmeyecek, sadece İslâm öncesi Arap toplumunun cinlerle
ilgili inanç ve anlayışlarına kısaca değinilip konu Kur’an açısından
incelenecektir.
Câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli
varlıkların mevcudiyetine inanırlar; cinleri, çölde özel bir vadide
yaşayan kabileler olarak tasavvur ederler ve bu vadiye “Abgar
Vadisi” adını verirlerdi. Cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak
kabul eden Araplar, onlarla Allah arasında soy birliğinin olduğunu
ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı.
Yani onlar, görünmeyen ama etkileriyle kendilerini hissettiren bu
varlıkları, yaratıcı bir güçle esrarlı bir şekilde donatılmış olarak görürlerdi.
195 2/Bakara, 275
196 meselâ bk. Tirmizî, Tıb 16; Nesâî, İstiâze 37; İbn Mâce, Tıb 33
197 H. Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu, V/397-399
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle
savaşan, insana özgü fiziksel yapıya sahip olmadıklarından
yer ile gökyüzünü birbirinden ayıran sınırları geçen, gaybdan haber
veren, gizli olanı bilen ve bazı tabii olayları meydana getiren
varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların
sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık
yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına
inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün
şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti. İşte Kur’an,
Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri
doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren,
genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını
olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
Kur’an’a göre, cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmek için
yaratılmışlardır. Bunun için cinler, melekler gibi masum olmayıp
insanlar gibi Allah’a iman ve ibâdetle yükümlüdürler. Onlar, bu
yönleriyle insana benzerler.
Cinler, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “dumansız
ateş–nâr-ı semûm”den yaratılmışlardır. Cinlerin yakıcı ve her şeye
nüfuz edici dumansız bir ateşten yaratıldığını bildiren bu tabirler,
onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadeler
olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı İslâm âlimleri, cinlerin
gayr-i maddi (maddi olmayan) gaybi varlıklar olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan,
ancak biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan
canlı ve gizli varlıklardır. Özellikle çağımızda, cinlerin mâhiyetinin
dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne
alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan,
ufolardan veya enerjiden yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren
mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri
sürülmüşse de bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye
gidememiştir.
Âyetlerde, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının
ötesinde bir bilgi verilmemiştir. Hz. Peygamber’in bir hadisinde de
“Meleklerin nurdan, cinlerin dumansız ateşten, Adem’in de topraktan
yaratıldığı” bildirilmiştir. Ancak cinler, Allah’a ibâdetle yükümlü
tutulduklarına göre; onların akıl, irade, şuur ve idrâk gibi
güçlere sahip varlıklar oldukları düşünülebilir.
Cinler, cins ve mâhiyet bakımından meleklerden ve insanlardan
ayrı yaratıklardır. İnsan için ulaşılmaz olan melekliğe karşı
cin, insanın dünyasına daha yakın bir varlık türüdür. Ama buna
CİN
- 53 -
rağmen cin, yine de insan değildir. Şu halde cin, ontik temeli insandan
farklı, fakat melekle insan arası bir çeşit varlık türünü oluşturmaktadır.
Cinler, gaybî varlıklardır. Bu tür varlıklar sadece vahiyle bilinip
ispatlanabilir; aynı şekilde onlara, vahyi verilerin teklifiyle inanılır.
Kur’an, cinlerin mevcudiyetini açık bir şekilde bildirdiğine göre,
cinlerin varlığını inkâr etmemek gerekir. Ne var ki, filozoflardan
bazıları, duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemedikleri gerekçesiyle cinlerin
varlığını kabul etmemişlerdir.
Kur’an’da belirtildiğine göre, cinler arasında kendilerine teklif
edilen dini sorumlulukları yerine getirenler kadar getirmeyenler
de vardır. Bu yüzden onların bazıları inkârcı bazıları da mü’mindir.
Cinlerin mü’min olmayanlarına cin şeytanları denir. Bunların en
önde geleni İblis’tir. O, inkârın, şerrin, fesadın ve her türlü kötülüğün
temsilcisidir.
İblis’in nesli, zürriyeti vardır. Âdem insanların atası olduğu
gibi İblis de cinlerin atasıdır. Bu yüzden cinler de insanlar gibi yer,
içer, kendi aralarında evlenip ürer, çoluk çocuk sahibi olabilirler
ve ölürler. Kâfir cinlerin ve onların atası olan İblis’in asıl rolü, insanları
aldatarak sapıklığa ve inkâra sevk etmek, insanların dünya
sınavında başarısız olmaları için çalışmaktır. Cinlerin doğaları gereği
kötü oldukları veya kötüye hizmet etmek için yaratıldıkları
söylenemez. Onlar da tıpkı insan gibi Şeytan’ın ayartılarına uyarak
isyan ve kötülüğe hizmet etmiş olurlar. Aslına bakılırsa İslâm’a
göre hiçbir varlık yaratılıştan kötü değildir. Şeytan bile kötü olarak
yaratılmamış, Allah’ın kendisine yaptığı teklifi kibri nedeniyle
reddettiği için ilâhi lânete uğramıştır.
Cinlerin, insanlarla çok yönlü münasebetleri vardır. Çünkü
bazı âyet ve hadisler, böyle bir ilişkinin olabileceğine işaret etmektedir.
Cinlerin inanmışları insanlara yararlı, inkârcıları da zararlı
olurlar. Cinler, özellikle kötü niyetli insanların Allah’a isyan
niteliği taşıyan eylemlerinde yardım aldıkları varlıklardır. Bu yüzden
halk arasında, büyücü veya cinci denen kimselerin insanların
kötülüğüne yol açacak şeyleri, cinlerle işbirliği yaparak manipüle
etmek sûretiyle başardıklarına inanılır. Aynı şekilde, kâfir cinlerin
etkisiyle ortaya çıkan kötü sonuçların önlenmesi için mü’min cinlerle
işbirliği yapılması da mümkün görülür. Fakat bu yol da fazla
tekin sayılmaz. Bu hususta, Kur’an okuma dışında herhangi bir
yola başvurmak doğru olmaz.
Cinler, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı
onlar da bilemezler. Ayrıca cinler, insanlara nisbetle daha üstün
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
bir güce sahip olduklarından kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir,
insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görebilirler.
Kur’an âyetlerinden, cinlere de peygamber gönderildiği anlaşılmaktadır.
Ancak, onlara gönderilen peygamberlerin insan
veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin
çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara
gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi
olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, onlar arasında cinlere
kendi türünden peygamber geldiğini savunanlar da vardır. Cin
ve insan topluluklarına kendi içlerinden peygamberler geldiğine
işaret eden âyete198 bakarak, cinlere gönderilen peygamberlerin
kendi türlerinden geldiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu
söylemek mümkündür. Hz. Muhammed’in insanlarla birlikte
cinlere de gönderilmiş bir peygamber olması ve Rasûlü’s-sakaleyn
ünvanı alması ise, ona has bir meziyet olarak algılanabilir. 199
“Duyularla doğrudan idrâk edilemeyen, insanlar gibi ilâhi buyruklara
uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Ayrıca
“cin” kelimesi, melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün
karşıtı olan ve görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlam
da taşır. Şu halde görünmeyen varlık anlamında her melek cindir,
fakat her cin melek değildir. Bu yüzden İslâm âlimleri, meleklerin
cinlerden ayrı bir tür olduğunu, cin kelimesinin insan ve melek
dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanıldığını söylemişlerdir.
Kuran’da cin kelimesi, çeşitli anlamlara gelmektedir. Bunlardan
en çok kullanılanı, “insanın bedensel duygularının kavrayış
alanı dışında kalan ruhsal güçler veya varlıklar” anlamıdır. Bu anlam,
hem şeytani hem de melekî güçleri ihtiva etmektedir. Çünkü
onların tümü, duygularımıza kapalı olan varlıklar veya güçlerdir.
Kuran’da “cin” terimi bazen “duygularımıza kapalı bulunan,
ancak kendilerini bize tezahürleriyle duyuran temel tabiat güçlerini”
göstermek için de kullanılır. Ayrıca bu kelime, “insanın
şeytani güçlerle ilişkisinin sembolik olarak kişileştirilmesine”, yahut
“bir insanın esrarlı güçlerin etkisi altına girmesine” de işaret
eder. Cin kelimesi birkaç yerde de, “bizatihi görünmez olmayan,
ama o zamana kadar hiç görülmeyen ve bilinmeyen varlıkları da
ifade eder.” Son olarak cin kelimesi, “Kuran’ın ilk muhataplarının
bilincinde derin şekilde nüfuz etmiş bulunan bazı efsaneleri
198 6/En’am, 130
199 Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
CİN
- 55 -
hatırlatmak” maksadıyla da kullanılır. Kuran’ın bu kelimeyi kullanmaktaki
asıl amacı, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların,
yanlış ve asılsız olduğuna dikkat çekmektir.
Çünkü câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir
eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar, cinleri de yeryüzünde
oturan ilâhlar olarak kabul ederlerdi. Onlar, cinlerle Allah
arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak
koşarlar ve onlara taparlardı.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle
savaşan, bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca
cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine
girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına,
insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı.
Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren
kültürel bir kod haline gelmişti.
İşte Kuran, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola
çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle
hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce
ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak
tanıtmıştır.
Kuran’da yer alan cin konusunun, rasyonel bir tarzda yorumlanması
mümkündür. Ama bu, Kuran’ın temel amacı bakımından
gerekli değildir. Bu yüzden Kuran cin terimini, onların efsanevi
mâhiyetlerini doğrulama ya da yalanlama yönünde bir değerlendirme
ortaya koymadan, muhataplarının zihnine her türlü gücün
ve üstünlüğün tek sahibinin Allah olduğu fikrini yerleştirmek için
bir “ifade aracı” olarak kullanmıştır.
Kuran’da edindiğimiz bilgilere göre, cinler de insanlar gibi
Allah’a ibâdet etmeleri için yaratılmışlar, fakat onlar, insan türünün
mevcudiyetinden çok önce “yakıcı ve her şeye nüfuz edici
ateşten” var edilmişlerdir. Kuran’da varlıkları bildirildiği, akıl da
bunu imkânsız görmediği için, cinlerin varlığına inanmak gerekir.
Cinlerin mâhiyetine dair bilgilerin özeti ise şudur: Cinlerin “yakıcı
ve her şeye nüfuz edici ateşten” yaratıldığını bildiren tabirler,
onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadelerdir.
Ancak bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan,
fakat biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı
olan canlı varlıklardır. Özellikle çağımızda cinlerin mâhiyetinin,
dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne
alınarak, canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren
mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri
sürülmüşse de, bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye
gidememiştir.
Kur’an’da, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının
ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Ancak cinler mükellef yaratıklar
olduklarına göre, onların şuur, idrâk ve irade gücüne sahip
varlıklar olmaları gerekir.
Kuran’daki âyetlerden, cinlere peygamber gönderildiğini de
anlıyoruz. Ancak onlara gönderilen peygamberlerin insan veya
cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu,
cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara
gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi
olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, cinlere gönderilen peygamberlerin
kendi türlerinden olduğunu kabul etmek de mümkündür.
Hz.Muhammed’e gönderilen vahiylerin, cinleri de kapsaması, ona
has bir meziyet olarak algılanabilir.
Cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Bu
yüzden onlar, uzun mesafeleri kısa sürede alabilir, insanların bilmediği
bazı hususları bilebilirler. Fakat gaybı onlar da bilemezler.
Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine etkileri konusunda
da farklı görüşler vardır. Âlimlerin bir kısmı, insanlarla cinlerin birbirlerine
tesir etmelerini mümkün görürken, büyük bir kısmı, cinlerin
insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı görüşündedir.
Yine, cinlerin insanlara etkili olabileceği görüşünü paylaşanların
çoğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona maruz kalmamak
için, Kuran okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip
etmemişlerdir. 200
“Doğrusu insanlardan bazı kişiler, bazı cinlere sığınırlardı da onların
azgınlıklarını artırırlardı.”201 Bu âyette, insanlardan bazı kişilerin
cinlerden bazılarına sığındıkları; böyle yapmakla cinlerin kibir ve
taşkınlıklarını artırdıkları haber verilir. Cinlere sığınmak, onlardan
yardım veya himaye yahut maddî ve manevî ihtiyaçları karşılama
talebinde bulunmak demektir. Âyetin sonunda yer alan rehak kelimesi
ise, “taşkınlık, kibir ve büyüklenme” anlamında kullanılmıştır.
Çünkü câhiliye döneminde bazı müşrik Araplar, bir takım tılsım ve
efsunlarla cinlere sığınıp onları şımartıyorlardı. Bu anlayış, fazla
değişiklik göstermeden günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
200 Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
201 72/Cin, 6
CİN
- 57 -
Zira bugün cincilere, falcılara ve medyumlara avuç dolusu para
akıtanlar ve falcılığı bir kazanç kapısı haline getirenler vardır. Bu
da, insanlardan bazılarının, cinlerin şerrinden yine bazı insanlara
yani cincilere sığındıklarını ortaya koymaktadır. Hâlbuki insanlar,
cinlerin şerrinden cincilere sığınacaklarına Allah’a sığınsalar, hem
daha doğru bir iş yapmış hem de paralarını cincilere kaptırmamış
olurlar. Ayrıca insan, başka birisinin kendisine üflemesiyle değil,
bizzat Kur’an’ı okuyup yaşayarak şifa bulabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
C-n-n kelimesi, değişik türevlerle Kur’ân-ı Kerim’de toplam
olarak 201 yerde geçer. “Cinn” kelimesi, toplam 22 yerde zikredilir:
6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/
Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29;
46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
Yine, cinler anlamına gelen “Cânn” kelimesi ise toplam 7 yerde
zikredilir: 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15,
39, 56, 74.
Cinler ve cinnet/delilik anlamına gelen “Cinnet” kelimesi de
Kur’an’da toplam 10 yerde geçer: 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/
Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158,
158; 114/Nâs, 6. Aslında cinlenmiş demek olan ve mecnûn, deli,
akılsız anlamında kullanılan “Mecnûn” kelimesi ise toplam 11
yerde kullanılır: 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân,
14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/
Tekvîr, 22.
Ayrıca aynı kökü paylaşan örtmek anlamındaki “cenne” kelimesi
bir yerde202 kalkan anlamına gelen “Cünnet” Kelimesi
Kur’an’da iki yerde203 kullanılır. Örtülü olan, cenîn (anne karnındaki
bebek) kelimesinin çoğulu olan “ecinne” kelimesi bir yerde.
204 Yine, aynı kökü paylaşan “(ağaçlarla veya duygulara) örtülü
ve bahçe anlamındaki “Cennet” kelimesi, Kur’an’da tekil ve çoğul
olarak toplam 147 yerde geçer.
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.
(Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi
onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa
bırak.” 205
202 6/En’âm, 76
203 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2
204 53/Necm, 32
205 6/En'âm, 112
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu
günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Derler
ki: ‘Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz.’ Dünya hayatı onları aldattı ve
kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler.” 206
“Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi
görürler.”207
“Andolsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır.”
208
“Âdem’e secde edin” demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O,
cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz Benden ayrı olarak
onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır.
Bu, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir!” 209
“Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye giren yakıcı
ateşten yarattık.” 210
“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”
211
“Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı
da Süleyman’ın buyruğuna verdik ve O’na katran kaynağını akıttık.
Rabb’inin izniyle cinlerden kimseler O’nun huzurunda çalışırdı. Onlardan,
kim emrimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.” 212
“Allah’la cinler arasında bir soy bağı icâd ettiler. Andolsun ki, cinler de
kendilerinin (hesap yerine) götürüleceklerini bilirler.” 213
“Hatırla ki, cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş
idik. Onun huzuruna geldiklerinde: ‘Susup dinleyin’ dediler. (Okunması)
bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: ‘Ey kavmimiz,
biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan,
hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz!
Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin, ta ki Allah
günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın.
Kim Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah’ı)
âciz bırakıcı değildir. Onun ondan başka dost ve yardımcıları da olmaz.
İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.’” 214
206 6/En’âm, 130
207 7/A’râf, 27
208 7/A’râf, 179
209 18/Kehf, 50
210 15/Hicr, 27
211 34/Sebe’, 14
212 34/Sebe', 12
213 37/Sâffat, 158
214 46/Ahkaf, 29-32
CİN
- 59 -
“Cinni de dumansız ateşten (mâric) yarattık.” 215
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları
göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama
Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz?”216
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.”
217
“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum
Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten
biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona
İman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimıza asla şirk/ortak koşmayacağız. Doğrusu
bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek
aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını
arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat
onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten
biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü
yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak
yoldan sapanlar da var.” 218
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini)
dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman
ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 219
“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”
220
“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım… Düğümlere üfüren üfürükçülearin
şerrinden.” 221
“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya
çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların Rabbine, insanların
Melikine (mutlak sahip ve hâkim ve yöneticisine), insanların İlâhına sığınırım.”
222
215 55/Rahmân, 15
216 55/Rahmân, 31-34
217 51/Zâriyât, 56
218 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
219 72/Cin, 13
220 72/Cinn 26-27
221 113/Felak, 1, 4
222 114/Nâs, 1-6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
“Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de dumansız ateşten yaratıldı.
Âdem de size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı.” 223
“Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma
muskası gibi şeyler şirkin görünümleridir.” 224
“Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne giysisine bir şey asan, şirke
bulaşmış olur.”
“Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde
nazarlık boncuk taşıyanı Allah korumasın!” 225
“Her birinizin melekten ve cinden bir arkadaşı vardır.” ‘Senin de cinden
arkadaşın var mı yâ Rasûlallah?’ dediler. “Benim de var, fakat
Allah yardım edip beni ona galip getirdi de müslüman oldu. Bana iyilikten
başka bir şey emretmez” buyurdu. 226
“Hz. Peygamber, Ebuzer’e: “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın
mı?” diye sormuş, Ebuzer: ‘İnsandan da şeytan var mı?’ diye
sorunca, Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan
daha şerlidirler.” 227
Alkame anlatıyor: “İbn Mes’ud’a (r.a.) dedim ki: “Sizden kimse,
cin gecesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e refakat
etti mi?” “Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak
bir gece O’nunla (aleyhissalâtu vesselâm) beraberdik. Bir ara onu
kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca:
“Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece,
geçirilmesi mümkün en kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca,
bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasûlü, biz
seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi
mümkün en fena bir gece geçirdik” dedik. “Bana cinlerin dâvetçisi
geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’ân-ıKerim’i okudum” buyurdular. Sonra
bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi.
Cinler kendisine yiyeceklerini sormuşlar. O da: “Elinize geçen, üzerine
Allah’ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir.
Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir” buyurmuşlar. Sonra
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: “Sakın
bu iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra
223 Müslim, Zühd 60
224 İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
225 Heytemî; Zevâcir, 1/130
226 Müslim, Münâfikîn 69; Dârimî, Rikak 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/385,
397, 401, 460
227 Nesâî, İstiâze 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/178
CİN
- 61 -
istinca etmeyin, çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir.”
228
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), cinlere
Kur’ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (s.a.s.) bir
grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada,
şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi.
(Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar
üzerine şahâblar (Şahâb: Geceleyin görülen ve yıldız kayması tabir
ettiğimiz, kozmoğrafyacıların da “atmosfere düşüp yanan göktaşı”
dedikleri şeydir.) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli
boş ve habersiz) döndüler. Kavmi: “Ne var, niye (boş) döndünüz?”
diye sordular. Onlar: “Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu,
üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)” dediler.
“Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu
ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin).”
(Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan)
Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken
yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber
(s.a.s.)’e (Nehle denen yerde) rastladı. Kur’ân-ı Kerim’in tilâvetini
duyunca durup kulak kabarttılar. “Bizimle semâvî haber arasına
engel olan şey işte bu!” deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle
dediler: “Biz hakikkaten hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a
ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize
(bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız.” 229
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine (s.a.s.) vahyederek
durumu bildirdi: “De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: “Cinden
bir zümre (benim Kur’ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler:
“Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a ve doğruya
götürüyor...” 230
Zührî (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: “Dediler ki, biz (yıldız kaymalarına
dayanarak); “bugün büyük bir adam doğdu, bugün büyük
bir adam öldü” derdik. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı
yaptı: “Yıldızlar hiç kimsenin hayatı veya ölümü için atılmazlar. Ancak
Rabbimiz, bir işe hükmetti mi, semâvat ehli birbirine haber verir. Böylece
haber dünya semâsına kadar gelir. Burada cinler haberi kapmak için kulak
kabartırlar ve onu dostlarına ulaştırırlar.” 231
228 Müslim, Salât 150 h. no: 450; Tirmizî, Tefsir, Ahkaf, h. no: 3254; Ebû Dâvud,
Tahâret 42, h. no: 85
229 72/Cin, 1-2
230 72/Cin 1-...; (Cin'in sözü 15. âyette biter); Buhârî, Tesfir Cinn 1, Ezan 105;
Müslim, Salât 149, h. no: 449; Tirmizî, Tefsir, Cinn, h. no: 3320
231 Müslim
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Cinler semâya yükselip, orada vahyi
dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de
(kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave edilenler
bâtıldı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki
yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan
önce gökte şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara: “Nedir
bu? Herhalde mühim bir hâdise var!” dedi. Askerlerini gönderdi.
Onlar Rasûlullah’ı (s.a.s.) Mekke’de iki dağın arasında namaz kılyor
buldular. İblis’e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O
da: “Arzda meydana gelen hâdise işte bu! (Sizin semâdan haber
almanız bu sebeple engelleniyor)” dedi.” 232
“Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime
atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından
yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı
arzu ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim
Süleyman’ın (a.s.) şu sözünü hatırladım: “...Ve benden sonra kimseye
nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et”233. Allah da onu hor ve hakir
olarak geri çevirdi.” 234
Hz. Aişe’nin rivâyetine göre bazı kimseler, Peygamber’e (s.a.s.)
kâhinlerden sorduğunda, “Onlar bir şey değildir” dedi. “Ama ey
Allah’ın Elçisi, demişler, onların söyledikleri çıkıyor? Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “O söz doğrudur. Cinni o sözü kapar, tavuğun
ötmesi gibi insan dostunun kulağına onu öter. Fakat şeytanlar duydukları
gerçek söze yüzden fazla da yalan katarak söylerler.” 235
“Allah gökte bir işe karar verirse O ‘nun kararına itaatle melekler, yalçın
kaya üzerindeki zincir (sesi) gibi kanatlarını çırparlar. Yüreklerinden
korku gidince: ‘Rabbiniz ne dedi?’ derler. ‘Gerçeği söyledi, O yücedir,
uludur’ derler. Onların sözlerini, kulak hırsızı (cinni) işitir. Kulak hırsızları
da şöyle birbirleri üzerine binmiştir -hadisi anlatan Süfyân, bu sırada parmaklarını
birbirine geçirmiştir-. Her duyan, sözü kendi altındakine ulaştırır.
Nihâyet söz düşe düşe büyücünün, ya da kâhinin diline düşer. Kâh
kulak hırsızı, duyduğu sözü, henüz atmazdan şihâbe/ışına yakalanır. Kâh
da şihâb/ışın yetişmeden sözü atar. Ama duyduğuna yüz tane de yalan
katar. Sonra ‘Falan falan gün, size şöyle şöyle demedi mi?’ denilir. Kulak
hırsızının gökten işit(ip kâhinin kulağına attığı söz doğru çıkar, (kattığı
yalanlar değil).” 236
232 Tirmizî, Tefsir, Cin h. no: 3321
233 34/Sâd, 35
234 Buhârî, Salât 75, Amel fi's-Salât 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiyâ 40, Tefsir, Sâd;
Müslim, Mesâcid 39, h. no: 541
235 Buhâri, Tıb 46, Edeb 117, Tevhid 57; Müslim, Selâm 123; Ahmed bin Hanbel,
Müsned 6/87
236 Buhâri, Tevhid 32, Tefsir, Sûre 15, 34; Tirmizi, Sûre 34; İbn Mâce, Mukaddime
CİN
- 63 -
Rukyeden Nehiy
İmran İbn Husayn (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetimden
yetmişbin kişi (Mahşer’ de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!”
buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?”
diye soruldu. Şöyle buyurdu: “Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye
başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine
tevekkül edenlerdir!” 237
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s)’ı işittim, diyordu
ki: “Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet
muskası) bir nevi şirk vardır.” Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbn
Mes’ud’a): “Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye
gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi” dedi.
Abdullah İbn Mes’ud tereddüt etmeden, “Bu (ağrı) şeytanın işiydi,
o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda
sana Rasûlulullah (s.a.s.) gibi, şöyle söylemen kafidir: “Ezhibi’lbe’se
Rabbe’nnâs eşfi ente’ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen.
(Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan
başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum.” 238
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında
sorulmuştu: “O şeytan işidir!” buyurdu.” 239
(Nüşre rukye’nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr, bunu “Cin değmesine
mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir
rukye ve ilaç” olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini,
onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına
(neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile
nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için
yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir.
Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla
inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)
İsa İbn Hamza anlatıyor: “Abdullah İbn Ukeym (r.a.)’ın yanına
girdim. Kendisinde kızıllık vardı. “Temîme (muska) takmıyor musun?”
diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Bundan Allah’a sığınırım.
Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: “Kim bir şey takınırsa,
ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez).”240
Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’de
237 Müslim, İman, 371, h. no: 218
238 Ebû Dâvud, Tıbb 17, h. no: 3883
239 Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868
240 Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
“cinne”, “cân” ve “cin” kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik”
anlamındaki “cinne” üç yerde “cin topluluğu”; “cân” iki yerde
“yılan”, beş yerde “cin” anlamına gelmektedir. Yirmi iki yerde
geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü varlık türü
karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla
çeşitli hadislerde de yer almaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre cinler de insanlar gibi
Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân, insan türünün mevcudiyetinden
önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı
semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygamber gönderilmiş,
bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Cinler insanlara
nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede
uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri halde onlar
insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat
gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından
gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip
çoğalırlar. İblis de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de
yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emrine girerek ordusunda
hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gibi
nesnelerin yapımında insanlarla beraber çalışmışlardır.
Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Her
insanın yanında bir cin bulunduğunu, cinlerin mü’minlere vesvese
vermeye çalıştıklarını, ancak Kur’an okunan yerde etkilerini kaybettiklerini
ifade eden hadislerdeki cinler, Kur’ân-ı Kerîm’de “cin
şeytanları”241 olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır.
Kulak hırsızlığı yapmak sûretiyle gökten haber alan ve doğru-yanlış
öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâhinlerin
kalplerine ulaştıran cinler de aynı grupta mütâlaa edilebilir. Hz.
Peygamber cinlerle konuşmuş, hatta rivâyete göre namazını bozmaya
çalışan bir cini yakalamış ve onu ashâba göstermek için bir
yere bağlamak istemişse de daha sonra bundan vazgeçip serbest
bırakmıştır. Diğer bir rivâyete göre Rasûl-i Ekrem geceleyin
bir grup cinle bir arada bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah
olunca da durumu ashâbına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını
kendilerine göstermiştir. 242
Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yorumu İslâm literatüründe
kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytanlara tesir
241 el-En'âm 6/112
242 Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/153, 168; Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 132,
Salât 75, Ezan 105, Tefsir 72/1-2, Tevhîd 7; Müslim, Zühd 60, Salât 149,
150, 260, Zikr 67, Mesâcid 39; Tirmizî, Tefsir 47
CİN
- 65 -
edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’lazâim”
adı verilen bir bilim dalı da teşekkül etmiştir. Bu işlerle
meşgul olanlara Türkçe’de “cinci” denilir. İslâm kaynaklarında
cinlerin mâhiyeti ve mevcûdiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri,
peygamberleri, âhiretteki durumları gibi hususlar onlarla ilgili
tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların
bazılarına göre cinlerin mevcûdiyeti konusunda eski filozoflar
da fikir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen
her şey gibi cinleri de inkâr ederken; bir kısmı cinlerin
varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı
mücerrede” diye söz etmiştir. İslâm filozoflarından Fârâbî, insanların
aksine, cinleri konuşmayan ve ölmeyen canlılar olarak kabul
eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çeşitli şekillere girebilen, şeffaf
yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre
bu tarif, cinin varlık olarak mâhiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece
cin isminin kavram olarak ne anlama geldiğini göstermektedir.
243 Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler
İbn Sina’nın bu açıklamasından hareketle onun, cinin sadece adını
kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır.
244 Buna karşılık Elmalılı Muhammed Hamdi, haklı olarak, İbn
Sînâ’nın, mâhiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı
için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek
üzere söylediği bu sözden cinlerin varlığını inkâr ettiği sonucunun
çıkarılamayacağını belirtmiştir. 245
Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip
ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mevcûdiyetleri
tartışma götürmeyecek şekilde Kur’an’la sabit olduğundan cinleri
inkâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin
mâhiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bunları iki
noktada toplamak mümkündür.
1. Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur.
Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler,
cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından
birbirlerine benzemekle birlikte -âraz oluş noktasında aralarında
benzerlik bulunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden
ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.246
2. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve
Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş’arîler’in
243 Tis’u Resâil, s. 62
244 Tehânevî, Keşşaf, "cin" md.; Mefâtîhu'l-Ğayb, XXX, 148
245 Hak Dini, VII, 5387
246 el-Madnûnü'l-Kebîr, s. 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye
gücü yeten Allah cinleri duyularla idrâk edilebilen bünyeleri olmaksızın
yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile
âlimleri ile Ebû Ya’lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret
olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından
ve neye delâlet ettikleri bilinemediğinden Kur’an’da
geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi
gerektiğini söyler.
Çağımızda cinlerin mâhiyetlerinin, “ateşe karışan” (mâric) varlıklar
olmaları247 dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız
ateşten yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan
ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut
bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri dikkate
alınarak mikroplardan ibaret olduğu tarzında birtakım görüşler
ileri sürülmüşse de248 bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş
bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları
sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bilgi edinebileceğimiz cinlerin
mâhiyeti hakkında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde
bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hâriç İslâm
âlimlerinin hemen hepsine göre mükellef yaratıklar olan cinlerin
mükellefiyetin üstesinden gelebilmeleri için şuur, idrâk ve irâde
gücüne sahip olmaları gerekir ki bu hususu çağımızda ileri sürülen
görüşlerle bağdaştırmak mümkün görünmemektedir.
Kur’an’da verilen bilgilere dayanılarak cinlere peygamber
gönderildiği noktasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına
rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu
hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre cinlere gönderilen
peygamberin melek olması gerekir; diğer bir grup âlim
de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması
sebebiyle insan topluluklarına yine kendi türlerinden peygamber
gönderildiğini bildiren âyetle249 insan ve cin topluluklarına
içlerinden peygamberler gönderildiğine işaret eden âyeti250
dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden
olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi
türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen
peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu
görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uyarıcılar
247 55/Rahmân, 15
248 Reşîd Rızâ, III, 96; VII, 319; VIII, 364; Evrin, I, 254; Ahmed Hulusi, s. 61-72;
Ayberg, II, 69-72; Ateş, s. 19-20
249 17/İsrâ, 94-95
250 6/En'âm, 130
CİN
- 67 -
seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri
cinlere tebliğ etmişlerdir.251 Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere
gönderilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi
dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına252 ve “Ey cin ve insan
toplulukları! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”253 mealindeki
âyetlerin mevcûdiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin
kendi türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek
daha isâbetlidir.
İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte
uzun süre yaşadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için
insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür.
Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yorumlayarak cinlerin insanlar
gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hatta insanlarla
ilişki kurabilen varlıklar olduğu âlimlerin çoğunluğu tarafından
kabul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik
vb. yemek artıklarıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendiğini naklederse
de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda
beslenirler. (Hadis rivâyetlerinde belirtilen kemik, yemek artıkları
ve hayvan dışkısıyla beslenenler, gözle görülmeyen gizli varlık anlamında
cin, yani “mikrop”tur, esas cinle ilgisi yoktur.) Yine kaynaklar
cinlerin insan şeklini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan,
kedi, köpek ve inek şekline de girebildiklerini, dünyanın çeşitli
bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde,
çöllerde, çöplüklerde ve mezarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder.
Bu tür rivâyetlerin uydurma olup insan muhayyilesinin bir sonucu
olduğunu iddia etmek mümkündür.
İnsanların cinleri görüp göremeyecekleri hususu tartışmalıdır.
İbn Abbas’a atfedilen bir rivâyeti delil kabul edenlere göre Hz.
Peygamber dahi cinleri görmemiş, İbn Mes’ûd’a atfedilen rivâyete
göre ise Rasûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur.
Şafiî’nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zîr cezasının
uygulanması gerektiğini söylediği, bazı hadisçilerin de böyle bir
iddia sahibinin adâlet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri
nakledilir. Mu’tezile âlimleri, latif cisimlerden oluşmaları
sebebiyle cinlerin fiilen görülemeyeceğini, ancak görülmelerinin
teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin insanlarla
ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri hususunda da âlimler
arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla
cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkündür. Zira Kur’an’da,
251 Râzî, XIII, 195
252 2/Bakara, 129, 151; 14/İbrâhim, 4
253 6/En'âm, 130
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı
gibi kalkacakları belirtilmiş,254 bir hadiste de şeytanın insan bedeninde
kanın dolaştığı gibi dolaştığı ifade edilmiştir.255 Bu tür
nakiller yoruma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsendiği takdirde
şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları
saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in,
cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz
hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’lkürsî’nin
ve Bakara sûresinden bazı âyetlerin okunmasını tavsiye
etmesi de256 insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini
savunabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır. Ebu’1-Yüsr el-Pezdevî
gibi bazı sünnî âlimler, cinlerin sadece vesvese vermek sûretiyle
insanlara etkili olabileceğini kabul ederler.257 Cinlerin insanlar
üzerinde etkili olabileceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun
daha çok sihir ve büyü faktörlerinde ortaya çıktığını söyleyerek
cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları
anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması
yoluyla cinlerden faydalanma girişiminde bulunulmasına
huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir.
Ancak önde gelen âlimlerin çoğunluğu, cinlerin tesirinden
kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında
herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin
ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler
daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden
müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir
şekilde benimsenen inançlar halini almıştır. Mu’tezile’den Amr b.
Ubeyd ve Kadı Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta sünnî görüşü
paylaşırken, büyük bir kısmı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir
etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder. (Biz de cinlerin vesvese
verme dışında insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı
kanaatini taşıyoruz.)
İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanların cehennemde zemherîr
(şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitleriyle cezalandırılacağını
kabul etmelerine karşılık mü’min olanlarının
cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre İlâhî buyruklara itaat eden
mü’min cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe başta olmak üzere
diğer bazı âlimler ise mü’min cinlerin cehennemden kurtulmak
254 2/Bakara, 275
255 Buhârî, Ahkâm 21, Bed'ü'1-halk 11
256 Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/144, 146; Buhârî, Vekâle 10; Tirmizî,
Fezâ'ilü'l-Kur'ân 1, 2, 3
257 Usûlü'd-dîn, s. 226
CİN
- 69 -
sûretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fakat cennete giremeyeceği
ve nihâyet hayvanlar gibi yok edileceği görüşündedirler. A’rafta
bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak
Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nass, cinlere dair herhangi
bir ifade içermemektedir. 258
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler
konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız
Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazılarını beş duyumuzla asla algılayamadığımız, bazılarını
ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin
bilgiler ancak vahiy sâyesinde insana ulaşmıştır.
Şeytanlara gelince bunlar, cinlerin anarşistleri ve bozguncularıdır.
İnsanları yoldan çıkaranlar işte bunlardır. En büyükleri olan
İblis, vaktiyle Allah Teâlâ’ya karşı küstahlık etmiş, O’nun meleklere:
“Âdeme secde edin!” diye verdiği emre karşı gelmiş,259 bu
sûretle de kâfir (nankör)260 ve âsî261 olmuştur.
Cin ve Şeytan da Kur’ân-ı Kerîm’in bize bildirdiği diğer varlıklar
gibi birer gerçektirler. Orijinleri ve özellikleri nedeniyle insanlar
tarafından görülememeleri bazı kimselerde kuşku doğurmuş,
birçok kimselerde de bu yaratıklar daima merak konusu olmuştur.
Esasen bu merak normaldir. Çünkü insan, bizzat göremediği herhangi
bir şey hakkında haber aldığı zaman kesin olarak inansa bile
genelde onu doğrudan duyularıyla algılamak ister. Onun gerçek
olup olmadığını ancak bu şekilde anlayabileceğini sanır. Hâlbuki
bir şeyin gerçekte mevcut bulunması, onun mutlaka gözle görülmesine
ya da diğer duyularla algılanabilir olmasına bağlı değildir.
Nitekim normal insan gözü, 400 ila 700 milimikron arasındaki
ışık dalgalarını ancak fark edebilmekte, bu limitlerin dışında
kalan dalgaları ise değerlendirememektedir. Keza normal insan
kulağı 16 ilâ 20000 titreşimi duyabilmekte, bu limitlerin dışındaki
frekansları ise duyamamaktadır. Bununla birlikte sözkonusu ölçülerin
dışında kalan gerçeklerin birçoğuna inanabilmektedir.
İnanabilmek, akla bağlı olarak bir yeti olsa gerektir. Fıtratlarında
bu yetiye sahip bulunmayan insanlar ne kadar zeki ve
okumuş olurlarsa olsunlar vahyin haber verdiği gerçeklere inanmakta
sıkıntı çekerler. Bu nedenledir ki bazı kimseler melek, cin
258 Ahmet Saim Kılavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 5-10
259 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 15/Hicr, 31; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116;
38/Sâd, 74, 75
260 17/İsrâ, 27
261 19/Meryem, 44
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
ve şeytan gibi sırlı varlıklara bir türlü inanmak istemezler. Ancak
hemen kaydetmek gerekir ki bunlar, Yüce Kur’ân’ın haber verdiği
gerçek varlıklardır. Dolayısıyla imanın bir şartı olan meleklere
inanmak ne kadar önemli ise, cinlerin ve şeytanların varlığına da
inanmak o kadar önemlidir. Cin ve şeytana inanmak, “Kitaplara
İnanmak” şartının ayrıntılarındandır. Onun için cinlerin ve şeytanların
varlığını inkâr eden kimse İslâm Dini’nden çıkmak gibi imânî
bir tehlikenin içinde bulunduğunu bilmelidir! 262
Cin Konusunda Şirke Düşmek
Cinleri inkâr şirke düşürdüğü gibi, cinleri Allah’a şirk/ortak koşmak
da şirktir. Ayrıca, cinlerle uğraşan ya da cin konusunu istismar
eden bazı kimselerin de şirk içine düştükleri görülmektedir. Şirk
suçunun gerçekleşmesine neden olan sözler, eylem ve tavırlardan
konumuzla dolaylı da olsa ilgili olanları şöyle değerlendirebiliriz:
a) Her türlü büyü:
Bütün tılsımlar; tütsüler; kurşun dökmek ve ipliklere üfleyip
düğümlemek gibi şarlatanlıklar; (çeşitli baharat, mum, kıl, kemik,
tırnak ve dışkı gibi) atık ve necis maddelerle yapılan maksatlı ve
gizli işler; Havâs denilen okuma, şekil, şema, yazı ve heykelcikler
bu bölüme girerler. Bu uğraşlar, sayılamayacak kadar çeşitlidir.
Kenzu’l-Havas (Gizli İlimler Hazinesi), Şemsu’l-Maarif ve El-Lu’lu’
ve’l-Mercan gibi büyü kitaplarında bunların uygulama şekilleri ve
sözde sırları(!) anlatılmaktadır. Câhil insanların sırtından kolayca
geçinmek için cinci üfürükçü birtakım açıkgözler tarafından yapılan
bu büyülerin, geçici bir psikolojik yönlendirmeden başka gerçek
anlamda hiçbir etkileri yoktur.
b) Fal ve her türlü kehanet:
Gerek günümüzde sosyete falı olarak bilinen tarot ve eskiden
müneccimlik denilen astroloji (burçlar ya da yıldız falı), gerek daha
çok çingeneler tarafından yarıdilencilik amaçlarıyla bakılan su, el
ve ayna falı, gerekse şehir halkı arasında yaygın olan kahve falı bu
kısma girmektedir.
Bazı kimselerin “Fala inanma, falsız da kalma” sözü açık bir
çelişkidir. Şirk riskini ortadan kaldırmaz. İmânî açıdan son derece
tehlikeli olan tüm eylem, söz ve tavırlar mizah konusu yapılamazlar.
Nitekim ciddî anlamda olmasa bile bu tür sözleri sarfedenlerin
yeniden Kelime-i Şahadet getirmeleri gerekir. 263
262 Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 321-327
263 F. Aydın, a.g.e., s. 146-147
CİN
- 71 -
Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
İnsanoğlu maddî çarelerle hedeflerine ulaşamadığı ya da sorunlarını
çözemediği zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara başvurur.
Bu tercihler eskiden beri insanlar arasında genel bir eğilimdir.
Gizliliğin mazeretleri ve her zaman bir açıklaması vardır. Ancak
gizemlilik daima karmaşıklığını koruyacaktır. Bu nedenledir ki
Kur’ân-ı Kerîm’in onayladığı, hatta mü’minleri dâvet ettiği “duâ”
hâriç, İslâm, büyü ve fal gibi gizemli yolların bazılarını en ağır suç
olan “küfür” diye nitelemiş ve kâfirlere lânet etmiştir. 264
İnsanoğlu, geniş bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte,
yaşadığı olaylar içinde henüz çözümleyemediği ve sırlarına
bir türlü erişemediği o kadar çok şeyler vardır ki bunlar hakkında
bilginler, uzmanlar ve ilim adamları hâlâ susmayı tercih etmektedirler.
Nitekim telepatinin, hipnotizmanın, spiritüel enerjinin,
meditasyonun ve çeşitli alternatif tıp sistemlerinin içyüzleri hâlâ
bilinememektedir.
Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse
amaçları itibariyle birbirinden son derece farklıdırlar. O kadar
ki bunların bazıları, hayat ve kâinât olaylarının, şimdiye kadar
çözülememiş, belki de çözülemeyecek olan şifreleridir. Dolayısıyla
bilinsin ya da bilinmesin bunlar esasen birer realitedir. Ancak
gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan, buna rağmen yarı uygar toplumlarda,
genellikle basit düşünen insanlardan çıkar sağlamak amacıyla
-sözde- gizemli nitelikte yapılan büyü, fal, müneccimlik ve
medyumluk gibi bazı işler daha vardır ki bunlar tamamen spekülatif
muâmelelerdir. İslâm bunları hurâfe ve bâtıl inanç olarak
değer(siz)lendirmiş, bunları yasaklamış ve bu işlerle uğraşanların
cezalandırılmasını öngörmüştür. Çünkü bu insanlarda fetişist
(müşrikâne) yaklaşımlar vardır.
Örneğin büyü yapan ve yaptıran insanlar (özellikle yaptıranlar),
büyüye, amacı kestirme ve gizemli yollarla gerçekleştiren bir çare
olarak inanırlar. Medyumlara ve kâhinlere başvuranların da inancı
böyledir.
Düşmanını perişan etmek, başına dertler ve belâlar yağdırmak
için silâh yerine büyüyü tercih eden insanın esasen ne istediğini
şöyle açıklamak mümkündür:
Eğer silâh ya da herhangi bir şiddet yolunu kullanırsa
264 2/Bakara, 189, 161
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
yakalanacak ve ağır cezalara çarptırılacaktır. Hâlbuki büyüye başvurursa
-kendince- hiç kimsenin sezinleyemeyeceği gizemli bir yolla
bu amacını gerçekleştirmiş olacaktır(!) Öyle ise büyüye inanan
insana göre hayat ve kâinat olaylarını büyü ile yönlendirmek
mümkündür. Bu ise Allah’ın (c.c.) kâinat üzerindeki mutlak egemenliğini
tanımamak, daha doğrusu, büyü gibi bir araçla İlâhî
egemenlik sınırlarının delinebileceğine inanmak demektir. Bu
ise açık bir şirktir. Çünkü Allah’ın kâinât üzerindeki egemenliği
mutlaktır. Hiçbir şey bu egemenliğin dışında değildir, hiçbir olay
bu hâkimiyetten bağımsız olarak cereyan edemez. Her şeyi Allah
Teâlâ yönetmektedir.
Yarattığı ve yönettiği kâinat olaylarının, -gerek etki-tepki, gerek
sebep-sonuç, gerekse nötrleşme gibi- bilinen ve bilinmeyen fenomenleriyle
son derece karmaşık olan kozmozunu birbiriyle ilintili
yasalar zinciri çerçevesinde disipline eden yine Allah Teâlâ’dır. Şu
halde bu yasalara göre hareket edilmedikçe büyü ve fal gibi gizemli
çareler olduğuna inanılan hayalî yollarla amaca ulaşılabileceğine
inanmak, her şeyden önce çok yanlış bir şartlanma ve büyük
bir bilgisizlik örneğidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ’ya karşı
bir başkaldırı sayılır ki bir anlamda bunun adı şirktir.
Örneğin define arayan bir insan, eğer elde ettiği bir krokiye
dayanarak, pusula ve dedektör gibi birtakım araçlar kullanarak
amacına ulaşmak istiyorsa bu insan, itikadî bakımdan herhangi
bir suç işlememektedir. Çünkü her şeyden önce aklını kullanmaktadır.
Akıl ise Kur’ân-ı Kerîm’e göre gerçekleri yakalamada başvurulacak
ilk ve en büyük araçtır. Çünkü akıl, sağlam, olgun ve
reşit insanın, (Allah Teâlâ tarafından belli kanunlarla çalıştırılan) beyin
mekanizmasında üretilmektedir. Bu açıdan define arayan Müslüman
insan, Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini kabul
etmiş demektir. Onun kullandığı pusula ve dedektör de yine Allah
Teâlâ tarafından insanoğluna sunulmuş çeşitli fizik, manyetik ve
elektronik bilimlerinin tespit ettiği İlâhî kanunlarla çalışmaktadır.
Dolayısıyla mü’min defineci, pusula, dedektör ve benzeri araçlar
kullanmakla yine Allah’ın mutlak egemenliğini tanımış demektir.
Hâlbuki bu araçların yerine fala başvuran insan, falcının bütün
bu kanunları delebilecek ve Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak
egemenliğinde O’na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduğunu
bilerek veya bilmeyerek kabul etmektedir. Bu sûretle de şirk
koşmaktadır.
İnsan, itikadî yönü olmayan en ağır suçları bile işlerken son
derece büyük vebal ve günahların altına girmesine rağmen yine
CİN
- 73 -
de küfre ya da şirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü
ve fal gibi fetişist anlamda öyle suçlar vardır ki, kişi onları, hiç
kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin göremeyeceği yerlerde ve
yalnız başına işlese bile Allah Teâlâ’ya ortak koşmuş olur ki bu
sûretle cinâyet işleyen bir kimseden daha çok Allah’ın öfkesini
hak etmiş olur. Bunun mantıklı sebebi acaba ne olabilir? Sebebi
gâyet açıktır.
Cinâyet işleyen bir insan, bu suça girişirken bile Allah tarafından
yaratılmış bulunan ve yine O’nun koyduğu belli yasalarla işlevini
yerine getiren akıl, silâh, tasarı ve planlı komplo projeleri
gibi araçlara başvurarak amacını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahşi bir amacın peşinde
olmasına rağmen Allah’ın kâiinat üzerindeki mutlak egemenliğini
doğrularcasına O’nun koyduğu hayat kanunlarına göre davranmaktadır.
Hâlbuki büyüye veya fala başvuran insanın yargısı bundan
çok farklıdır ve Yüce Allah’ı daha çok öfkelendirici bir anlam taşımaktadır.
Büyü yaparak veya yaptırarak birini kazanmak ya da
birine zarar vermek isteyen insan, keza büyü veya fal aracılığıyla
bilinmeyeni keşfetmeye çalışan insan, aslında Allah’a ait otorite
sınırları dışında çözüm arayan insan demektir, Bu ise bir anlamda
Allah’ın (hâşâ!) egemen olamadığı bazı bağımsız güçlerin
ve alanların bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek
demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça
küfür olarak nitelenmiştir.265 Küfür ise Allah’ın (c.c.) otoritesini
tanımamak anlamını taşır.
Müslüman toplumlarda fetişist eğilimler (Büyü, fal, havas,
astroloji, râbıta, meditasyon vs.): Fetişist inançlara, Müslümanlar
arasında “Hurâfeler” ya da “Bâtıl inançlar” denir. Hurâfe: Uydurulmuş,
abartılmış, akla ve vicdana sığmayan asılsız inanç demektir.
Bâtıl da, geçersiz, hükümsüz ve bağlayıcılığı olmayan şey anlamına
gelir.
Ne yazık ki Müslümansı toplumlar, hatta Müslümanlar (daha
doğrusu bilgisiz ve eğitimsiz mü’minler) arasında bile bâtıl inanışların
tutunabildiği, inkâr edilemeyen bir gerçektir. İlginçtir ki
sahâbîlerden büyük şahsiyetler hâriç, diğerlerinin de zaman zaman
bâtıl inançlara kapıldıkları ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından
şiddetle uyarıldıkları bazı eserlerde nakledilmektedir.266 Ancak
sahâbîler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uyarıları üzerine hemen tevbe
265 2/Bakara, 102
266 Hâfız bin Ahmed el-Hakemî, Meâricu’l-Kabûl, 1/273-274
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
etmiş ve kanaatlerini düzeltmişlerdir.
Yukarıda da açıklandığı üzere bâtıl inanç: Kulluk anlamını
taşıyan imânî bir mesele olmaktan çok, insanın, ya ürküntü duyduğu
şeylere karşı aklı sıra mânevî çare diye başvurduğu birtakım
şarlatanlıklardır veya hayatta karşılaştığı sorunların çözümlenmesinde
yardımlarını almak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi
“yarıtanrı”lardan medet ummalar ve onlara yapılan duâ ve niyazlardır.
Elbetteki Müslümanlar arasında da, bu şarlatanlıklara meyledecek
ve ölülerden yardım dileyecek kadar basit düşünceli insanlar
vardır. İşin ilginç tarafı, bu insanların hepsinin de eğitimsiz olmadıklarıdır.
Medyumlardan medet uman, falcılara başvurup geleceğini
onlardan öğrenmek isteyen nice okumuş devlet adamlarının
yaşadığı skandallar, toplumu zaman zaman meşgul etmiştir. Evet,
insanlar baş edemeyecekleri güçlere ve nereden geleceğini tahmin
edemedikleri kaza ve belâlara karşı daima tedirginlik duyar.
Bu psikolojik durum, yalnızca inançlı insanlarla da sınırlı değildir.
Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek
risk ve tehlikelere karşı önlem alma ihtiyacını duyar. Bu,
her insanın, ortama göre haklı olarak kapıldığı endişelerden kaynaklanmaktadır.
Ancak, örneğin sağlam kilitler kullanmak, değerli
eşyaları güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarına uymak,
aşı olmak ve bütün bunlardan sonra da duâ etmek ve Allah’a tevekkülde
bulunmak gibi endişeleri giderebilecek akılcı ve meşrû
önlemler varken; bazı kimseler, evlerinin, araç ve cihazlarının üzerine
nazar boncuğu, bebek pabucu ve nalçacıklar asmak, üstlerinde
çeşitli muskalar taşımak sûretiyle aklın ve Kur’ân’ın ölçülerine
sığmayan yollara başvurarak sözde mânevî önlem(!) almaya çalışmaktadırlar.
Bunlar bâtıl inançlardır ve şirktir!
Ne ilginçtir ki Kur’ân’ın feyiz ve nurundan yoksun bazı kimseler,
hayattaki muhtemel risklere karşı -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan
daha akılcı ve daha meşrû yollara başvurarak önlemlerini
almaktadırlar. Nitekim Müslümansı topluluklar arasında yaygınlaşan
hurâfe ve bâtıl inançlar yüzünden, gerçek Müslümanlar her
münasebette, akılcı geçinen müşrikler tarafından küçümsenmekte
ve alay konusu olmaktadırlar.
Tekrar kaydetmek gerekir ki hastalığa ya da nazara karşı kurşun
döktürmek, tütsü yapmak, sıtma için el bileğine, okunup düğümlenmiş
iplik bağlamak, eve, arabaya, ya da dikiş makinesi ve
bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâdan koruması için) nazar boncuğu,
nalça, bebek pabucu gibi tılsımlı sanılan şeyler takmak bâtıldır,
CİN
- 75 -
çirkindir, şirktir. Çünkü bu yollara başvuran insan aslında nalın,
pabucun, nazar boncuğunun, muskanın ve benzeri büyü araçlarının,
Allah’ın egemenlik sınırları dışında birer güç olduğunu kabul
etmiş sayılır ki bu, Allah’a açıkça ortak koşmaktan başka bir şey
değildir. Eğer bu insanlar yukarıda bir kısmı söz konusu edilen
büyü araçlarının, Kur’ân-ı Kerîm’de yerleri olduğuna inanırlarsa
bu takdirde de Allah’ın kitabında bulunmayan şeyleri ona mal etmekten
dolayı kâfir olurlar!
Başta eğitimsizlik olmak üzere çeşitli çıkar odaklarının gayret
ve propagandalarıyla şartlanan insanlar arasında, özellikle bâtıl
inanışlar daha çok yayılır. Şirke götüren bu tehlikeli anlayış ve kanaatler
o kadar çok ve yaygındır ki hepsini örneklerle sıralayıp
anlatmak imkânsızdır. Bunları, “nazar” gibi hak ve gerçek olan
inançlardan ayırt edebilmek için Müslümanın iki ölçüsü vardır.
Bunlar Kitap ve Sünnettir. Yani mânevî değer olarak tanıtılan herhangi
bir şeyin öyle olup olmadığı, ancak onun Kur’ân-ı Kerîm’e
ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına uyup uymamasına göre anlaşılır.
Dolayısıyla Müslümanların her konuda olduğu gibi bu noktada
da başvuracakları mihenk taşları işte bu iki şeydir. 267
Cin Sûresi
Cin sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresidir. Mekke’de
nâzil olmuştur. Yirmi sekiz âyet, iki yüz seksen beş kelime ve yedi
yüz elli dokuz harften ibarettir. Fâsılası “elif”tir. Cinlerden bahsettiği
için bu adı almıştır. Buna “Kul ûhiye” sûresi de denir.
Sûrenin ana konusu cinlerdir. Hemen ilk âyette şöyle denmektedir:
“(Ey Muhammed!) De ki; Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği
bana vahyolundu;’ Onlar şöyle demişlerdir; ‘Doğrusu biz, doğru
yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık; biz
Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.”
Eskiden beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Duygulara hitap eden bir zâhirî kısımdan, sûrenin
mevzûuna, mânâlarına, gösterdiği hedeflere baktığımızda, birçok
işaret ve ilhamlarla karşılaşırız.
Önce; müşriklerin inkâr ettikleri, bu hususta çetin mücadelelere
giriştikleri, ellerinde hiçbir delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları
ve bazen de Muhammed’in (s.a.s.) onlara bahsettiği şeyleri
cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan bilgiler
ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır.
267 F. Aydın, a.g.e., s. 138-144
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
İnkâr edip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin
şehadet edinceye ve bu olay Muhammed’den (s.a.s.) duyuluncaya
kadar, Kur’an’dan haberleri yoktu. Kur’an’ı onlar işitince sarsılmış,
hayrete ve dehşete düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini
saklamayacak, bildiklerini toparlayamayacak, hissettiklerini
hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri altında kaldıkları
bu büyük hâdiseden, bütün kâinatta izlerini ve neticelerini bırakan
olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin
ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehâdet
idi.
İkinci olarak bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının
sonra da gelecek ve geçmiş bütün insanların ruhlarındaki
birçok vehimler düzeltilmekte; bu görünmeyen varlıkların hakikati
ortaya konulmaktadır.
Bu sûre Arap müşriklerinin ve başkalarının bu kâinatta cinlerin
kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair inançlarını da düzeltmeyi
üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel inkâr edenlerin
durumuna gelince; bunların, bu derece kat’iyyetle inkârlarını
ve cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye
isimlendirmelerini hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada
eğilmek gerekmektedir.
Acaba bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da,
aralarında cinleri bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar?
Şüphesiz bugün dahi hiçbir âlim bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde
varlığı daha yeni keşfedilen canlılar pek çoktur. Ve hiçbir
kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık keşif
zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır.
Bu sûre-i celile geçen sûrelere nispetle, ulûhiyyet ve ubûdiyet’in
hakikatini mevzu ederek İslâmî tasavvurun inşâsına büyük yer verip,
daha sonra da, kâinat ve mahlûklardan ve bunların arasındaki
sıkı alâkadan bahseder.
Cinlere ait sözlerde Allah’ın vahdaniyetine, zevce ve
evlât edinmesinin reddine, âhirette cezanın isbatına, Allah’ın
mahlûkâtından hiçbirinin O’nu yeryüzünde âciz bırakamayacağına,
O’nun elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve
âdil cezasının erişemeyeceği hiç kimsenin bulunmadığına delâlet
ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah’a (s.a.s.) hitaplarda bu
hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! “De ki; ‘Ben
sadece Rabbime yalvarır ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.’ De ki ‘Ben
size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.” De ki; ‘Beni
hiç kimse Allah’a karşı savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak
CİN
- 77 -
bulamam.” Bunlar, cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde
şehadetle kabul etmelerinden sonra zikredilir.
Nitekim bu şehâdetler, ulûhiyetin sadece Allah’a mahsus olduğunu,
ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu
beyan buyurulmaktadır: “Allah’ın kulu Muhammed, O’na ibâdete
kalkınca, neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi...”
Tâkip eden âyette, Rasûlullah’a (s.a.s.) tevcih edilen hitapla,
bu hakikat tekid edilmektedir: De ki: “Ben size zarar vermeye de
iyilik yapmaya da kadir değilim.” “Gayb sadece Allah’a bırakılmıştır.
Cin tâifesi onu bilmemektedir. Yeryüzünde onlara kötülük mü
murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiş ki, doğrusu
biz bilemeyiz...” Peygamberler de gaybı, ancak Allahu Teâlâ’nın
bir hikmete mebni bildirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki;
“Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır
ben bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak
peygamberlerden bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin
önünden ve ardından gözcüler salar.”
Sûrede işaret edilen olay, bir grup cinin Kur’an’ı dinlemeleri
olayıdır. Bu husustaki rivâyetler farklılık göstermektedir. İmam
Ebû Bekr el-Beyhâki “Delâilü’n-Nübüvve” adlı kitabında şöyle der:
Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail
el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane’nin Ebû Bişir’den, Said bin Cubeyr
İbn Abbas’tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.s.) cinlere Kur’an okumadığı gibi onları da görmemiştir.
Rasûlullah, yanında bir kısım ashâbı olduğu halde Ukaz çarşısına
gitmek üzere ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah
namazını kıldıkları sırada okuduğu Kur’an’ı cinler dinlemişti). O
sırada şeytanların gökyüzünden almaya çalıştıkları haberler kesilmiş
ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti. Bunun üzerine
şeytanlar kavimlerine dönerek: “Size ne oluyor?” demişlerdi.
Onlar da “gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, İlâhî haberi
alamaz olduk. Ve üzerimize de şihablar gönderildi...” Gökyüzü
haberi ile aramıza giren mutlaka yeni bir hâdisedir. “Doğuya ve
batıya gidip araştırın bakalım” demişler; doğuya ve batıya giderek
gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya koyulmuşlardı.
Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan
Peygamber’i, Nahle denilen yerde ashâbıyla sabah namazını kılarken
buldular. Ve okuduğu Kur’an’ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular.
“Allah’a yemin ederiz ki işte gökyüzü haberi ile aramıza
giren şey budur” dediler. Buradan da kavimlerine dönünce şöyle
dediler: “Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola götüren, hayrete düşüren
bir Kur’an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz’e hiç bir kimseyi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
ortak koşmayacağız...” Bu hâdise üzerine de Allah Teâlâ, Rasûlûne:
“De ki, cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu... “
ve Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. 268
Diğer rivâyet ise şöyledir. Müslim Sahih’inde Âmir’den şöyle
rivâyet eder. Âmir dedi ki: Alkame’ye sordum: “İbn Mes’ud cin
gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte mi idi?” Bu soru üzerine
Alkame şöyle cevap verdi!” Ben de İbn Mes’ud’a “Cin gecesinde
Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı?” diye sordum.
İbn Mes’ud “Hayır” dedi fakat biz Rasûlullah’la birlikte bir gece
bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri
aradığımızda; “her halde kaçırıldı “veya” öldürüldü” denildi. Böylece
çok korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki
Hira tarafından geliyor. İbn Mes’ud devamla, biz “yâ Rasûlallah!
Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece çok korkulu
bir gece geçirdik” dedik. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bana
cin dâvetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur’an
okudum.”
İbn Mes’ud der ki: “Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan
bâkiyeleri ve ateş kalıntılarını gösterdi. Peygamber’e cinlerin yediklerini
sordular o da “üzerine Allah’ın ismi zikredilen ve sizin
yiyip de üzerlerinde fazla miktar et bıraktığınız bütün kemikler,
bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdular: “Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira onlar kardeşlerinizin
yediği şeylerdir.” 269
“İbn İshak’ın rivâyetine göre, hâdise, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sakif
ileri gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü
eziyetlerle, gönlü kırık olarak Taif’den dönüşünden sonra olmuştur.
Onun Rabbi’ne karşı yapmış olduğu bu hüzünlü ve sevgi
dolu duâdan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten düşündürücü
ve ibret vericidir. Allah’ın cinlerden bir bölüğünü onunla karşılaştırmasında
ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son
derece hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük
bir hâdisedir. Muhtevâsı ve işaretleri bakımından da büyüktür.
Müteâkiben cinlerin Kur’an’dan ve dinden bahsedişleri de dikkati
çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur’an’ı Kerîm’in bildirdiği gibi
iman etmekteyiz.
“(Ey Rasûlüm!) De ki: “Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği
bana vahyolundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu biz, doğru yola
götüren, hayrete düşüren, bir Kur’an dinledik de hemen O’na iman
268 Buhârî, Tefsir Sure, 72
269 Müslim, Salât, 150
CİN
- 79 -
ettik; biz Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (1-2)
Doğrusu Rabbimiz’in yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve
çocuk edinmemiştir. (3)
Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah’a karşı yalanlar uyduruyordu. (4)
Doğrusu insanların ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini
sanmazdık. (5)
Gerçekten, birtakım insanlar cinlerin bazısına sığınırlardı da onların
azgınlıklarını artırırlardı. (6)
“Doğrusu onlar da sizin Allah’ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınız
gibi zanda bulunmuşlardı. “ (7)
Bu başlangıcın, Rasûlullah’ı (s.a.s.) cinlerin kendisini dinlediklerini
bildiğini ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur’an’ı
işittikten sonra vaki olduğunu da göstermektedir. Rasûlullah’ın
(s.a.s.) bu bilgisi, Allahu Teâlâ’nın vahyi ve olanlardan haberdar
etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah (s.a.s.)
bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş,
bilâhare aynı yerde onun bilgisi ve istemesiyle Kur’an’ı cinlere
okuması bir veya birkaç defa gerçekleşmiştir.
“Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur’an dinledik.” Onlarda bıraktığı
ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları “hayrete düşüren” bir
şey olmasıydı. O, kalplerinde bir ürperme meydana getirmişti. İşte
bu hal, onu açık bir kalple, incelmiş duyguyla, derin bir zevkle dinleyip
duyan kimselerde Kur’an’ın bıraktığı bir tesirdir. Evet, hayrette
bırakır, zira ruhlara ve kalplerin derinliklerine işleyen güce,
fevkalâde bir câzibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür.
Bu, cin topluluğu üzerinde bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır
ki, onlar hakikaten bundan zevk almışlardır.
“Doğru yola götüren...” Bu da Kur’an’ın ikinci açık bir sıfatıdır.
Ve Kur’an’da bu özellik mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk,
hakikatini kalplerinde buldukları anda hissetmişlerdi. “Rüşd” kelimesi,
geniş manası olan bir kelimedir. Kur’an bu sıfatıyla hidâyete,
hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan başka,
şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete,
hakka ve doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalp gözüyle
görebilme idrâki... İşte bu vasıflarıyla kalpte öyle bir hal meydana
getirir ki; bu hal, sahibini hayra ve doğruya götürür.
“Ve biz O’na inandık.” Bu, Kur’an’ı dinledikten sonra sâlim bir
idrâkin gerektirdiği şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden
ibarettir. Âyette zikredilen cinler ise, Kur’an’ı dinleyince hayrete
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında kalmışlar; kendilerinden
geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da bunlar
hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde “biz ona
inandık” diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi
ona karşı, ruhlarına tesiri sebebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı.
“Biz, Rabbimiz’e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız.” İmanları açık,
sağlam ve hâlisâne idi. Vehme, şirke ve hurafeye bulaşmış değildi.
Kur’an’ın hakikatini idrâkten fışkırmış bir imanın da vasfı budur.
Kur’an’ın dâvet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda Allahu
Teâlâ’nın vahdaniyetinden ibarettir.
Bundan sonra da cinler, Allah’ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını
izah etmeye çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar
gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere ikili kabiliyete sahip olduklarını
anlıyoruz. Bu topluluk, mü’minler olarak Rableri hakkındaki
inançlarından ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında
besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler.
“Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır.
Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık. Yeryüzünde kalsak da Allah’ı
aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O’nu aciz kılamayacağımız
gerçeğini şüphesiz anladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur’an’ı
dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi’ne inanırsa, o ecrinin eksiltileceğinden
ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde, kendini
Allah’a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah’a veren
kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine
yazık edenlere gelince, onlar Cehennem’in odunları oldular.” (11-15)
Cinlerin bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var,
sâlih olmayanlar da. İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte
kabiliyette olduğunu; insanlar gibi hayra ve şerre kabiliyetleri
bulunduğunu göstermektedir.
“Mescidler şüphesiz Allah’a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah’a
yalvarırken başkasını katmayın.” (18) Secdelerin veya secde mahalli
olan mescidlerin sadece Allah’a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır.
Böyle olursa gerçek tevhid mümkün olabilir, herkesin
mübtelâ olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil geriye atılmış
ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ’ya mahsus olduğu gerçeği
ortaya çıkmış olur. Allah’a ibâdet ederken bazen insan, O’ndan
başkasına iltica ve kalbini açma durumuna girer.
Âyet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden geçen şu sözlerini
tekid etmiş olur: “Şüphesiz biz Rabbimiz’e hiçbir ortak koşmayacağız...”
CİN
- 81 -
Yani ibâdet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan
doğruya Allah’ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri
ve O’nu tevhîd etmeleri münâsebetiyledir. Bu da Kur’an üslûbuna
göre yerinde gelmiştir.
“De ki: ‘Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi
kılmıştır, ben bilemem.’ Gaybı bilen Allah, gayb’a kimseyi muttali kılmaz.
Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin
emirlerini tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin
önünden ve ardından gözcüler salar, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır
ve her şeyi bir bir sayar.” Böylece ürpertici bir ifadeyle sûre son buluyor.
Başlangıcı da cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva
eden sözlerinde ifadesini bulan korku, titreme, ürperme ve hayret
vericilikte olmuştu. Yirmi sekiz âyeti geçmeyen bu sûre şu gibi
esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın akîdesini
kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini
hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan,
efsanevi vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve
tespit etme fırsatını vermektir. Kur’an’ı işitir işitmez iman eden ve
şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne kadar doğru söylemiştir:
“Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik
de hemen ona inandık... “ 270
Cinnet/Cünûn
Cin tutma, delilik, çılgınlık, davranış uyumsuzluğu, aklın zâil
olmasına cinnet diyoruz. Buna cünûn da denir. Cinnet Kur’ân-ı
Kerîm’de bu mânâda birkaç yerde geçer: “Yoksa O’nda Cinnet mi
vardır?”271 Diğer bir mânâsıyla; cin ve bu kelimenin çoğulu olarak
cinler veya cin taifesi demektir: “Cinlerden ve insanlardan.”272 Cinnet,
örtü ve gizlilik mânâsında değerlendirildiğinde; Cennet, cenân
(kalp), cünnet (koruyucu), cenîn ve mecnûn ile alâkalıdır.
Cinnet, dilimizde delilik mânâsına kullanılmaktadır. Cin çarpması
olarak da tanımlanmaktadır. Gözle görülmeyen varlık olan
cinlerin, insan vücuduna girerek, zarar verdiklerine inanan kimseler
vardır.
Cünûn (cinnet) hali, İslâm hukukunda önemli bir yer tutar.
Çünkü İslâm akıl dînidir. Ahkâmı da akılla anlaşılır. Cenâb-ı Hak
herkesi gücü yettiğince mükellef tuttuğundan İslâm fıkhı bu konu
üzerinde belli bir bölüm tahsis etmiştir. Fıkıhta bu konu ehliyete
270 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 316-318
271 34/Sebe', 8
272 114/Nâs, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
ârız olan haller diye adlandırılır. Bunlar, kişinin aklını gideren veya
azaltan hallerdir. İki kısma ayrılır:
1- Semâvî ârızlar: İnsanın kendi elinde olmayan: bunaklık, delilik,
unutkanlık gibi ârızlardır. 2- Mükteseb ârızlar: İnsanın kendi
elinde olan; cehâlet, sarhoşluk, zorlama gibi ârızlardır.
Semâvî ârızlardan olan delilik (cünûn) iki kısma ayrılır: 1-
Cünûn-ı mutbık: Kesilmeksizin sürüp giden akıl hastalığıdır. 2-
Cünûn-ı gayr-ı mutbık: Sürekliliği olmayan akıl hastalığına denir.
Cinnet; aklı örten, sağlam idrâki yok eden bir hastalıktır, demiştik.
Hasta, heyecan ve sarsıntı içindedir. Mecnun denilen hasta,
daima gayr-ı mümeyyiz çocuk hükmündedir. Kendisinden bedenî
teklifler düşer; fakat malî tekliflere muhâtap olur.
Ancak akıl hastalığının süreklilik miktarı ibâdetlerin cinsine
göre değişmektedir. Namaz yükümlülüğünün düşmesi için bunun
bir günden (24 saatten) fazla devam etmesi gerekir. Oruç için ise
tam bir ay devam etmesi şarttır. Ramazan ayı içerisinde geçici olarak
ayılıp kendine gelen kimse, daha sonra iyileşince Ramazan
orucunun hepsini kaza etmesi gerekir. Zekât yükümlülüğünün
düşmesi için ise akıl hastalığının bir sene devam etmiş olması şarttır.
Aksi takdirde zekâtını vermek durumundadır. Akıl hastalarının
sözlü tasarrufları mûteber değildir. Ancak hastalık nöbetlerinin
yokluğunda vâki tasarrufları geçerlidir.
Cinnet, atehle de alâkalıdır. Ateh; aklı örten ve sağlam idrâke
engel olan bir hastalıktır. Bu hastalığa tutulan Ma’tûh, temyiz gücüne
sahip değilse, mecnûn hükmündedir.273
Cünûn, edâ ehliyetini ortadan kaldırdığından, melankolik,
nevrastenik ve sar’alı kimseler, temyiz kudretine sahip olduklarında
tasarrufları geçerlidir.274 Mecnun ve ma’tuh ile ilgili hükümler
Mecelle’de geçmektedir.275
Tasavvuf dilinde cünûnun (cinnetin) cezbe ile bir yakınlığı vardır.
Halk indinde cezbe ve cünûn aynı şeyler telâkki edilmesine
rağmen, durum öyle değildir. Cünûn, kişinin yükselme yerine alçalması;
mânâsız ve olumsuz bir şekle düşmesidir.276
Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerin dâvetinden ve özellikle Hz.
273 M. Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener,
Ankara 1973, 330; Ö. Nasuhî Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul
1967, I, 231
274 Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1978, 191
275 Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İstanbul 1982, s.192, mad. 978, 979, 980
276 Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 319
CİN
- 83 -
Muhammed’in tevhid inancına yaptığı çağrıdan rahatsız olanların
bu seçkin kişilere yönelttikleri iftiralardan söz edilirken on bir
âyette mecnun kelimesi kullanılmıştır. Cünûnun terim anlamıyla
ilgili olarak yapılan değişik tarifler arasında yaygın olanı, Seyyid
Şerif el-Cürcânî’nin ef-Ta’rîfât’ında yer alan, “söz ve fiillerin nâdir
haller dışında normal cereyan etmesini engelleyen akıl bozukluğu”
şeklindeki tanımdır. Fıkhî sonuçları bakımından bir zihnî rahatsızlığın
cünûn kapsamında sayılmasını belirleyen unsur ise bu
hastalığın kişiyi temyiz gücünden yoksun kılıcı nitelikte olmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan ve onu İlâhî buyruk
ve yasakların muhatabı kılan akıldır. Bu sebeple İslâm âlimleri
peygamberlerin özelliklerini açıklarlarken onların cünûndan
sâlim oldukları hususuna önemle işaret etmişlerdir. Akıl hastalığının
kaynağı, zekâ ile ilişkisi ve tedavisi konusuna insanlık tarihinin
çok eski dönemlerinden beri ilgi gösterilmiş, özellikle eski Yunan
fılozoflarınca bu hususta tarihî seyri içinde farklılıklar taşıyan değişik
görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müslümanların konuya gerek
teorik gerekse pratik alanda gerçekçi ve insanî açıdan yaklaşma
noktasında önceliğe sahip oldukları kolayca söylenebilir. Daha
İslâm’ın İlk asırlarında akıl hastalığı ve hastaları hakkında seviyeli
eserlerin kaleme alınmış olması (fıkıh literatürü çerçevesindeki
incelemelerden ayrı olarak Ebü’l-Kâsım en-Nisâbûrî’nin ‘ükalâ’ü’lmecânîn
adlı eseri, bu konuda günümüze ulaşan güzel bir örnek
olarak zikredilebilir) ve akıl hastalarının tedavisine tahsis edilen
hastahaneler kurulmuş olması bu tesbiti doğrulayan delillerdir.
Akıl hastalığı ile İlgili hükümlere fıkıh kitaplarının değişik
bölümlerinde temas edilmesinin yanı sıra fıkıh usulü eserlerinde
“Semavî (insanların iradesi dışında oluşan) Ehliyet ârızaları” başlığı
altında cünûn hali özel olarak incelenmiştir.
Günümüz hukuklarında hâkim olan yaklaşım, tıbbın akıl hastalığı
kabul ettiği her rahatsızlığın kişinin fiil ehliyetini (özellikle
işlem ehliyetini) mutlaka ortadan kaldırmış sayılmaması yönündedir.
Buna göre akıl hastalığının bu anlamdaki ehliyeti etkileyebilmek
için temyiz gücünü, yani mâkul şekilde hareket edebilme
iktidarını, hastanın fiillerinin sebep ve sonuçlarını idrâk edebilme
kabiliyetini ortadan kaldıracak nitelikte olması gerekir. Meselâ
sara ve şizofreni tıp ilmi yönünden akıl hastalığı olmakla birlikte
kişinin sırf bu sebeple fiil ehliyetine sahip olmadığı söylenemez;
hukuken akıl hastalığı hükümlerinin uygulanabilmesi, bu hastalıkların
kişinin hukukî değerlendirmeye tâbi tutulan fiili işlediği
sırada temyiz kudretini ortadan kaldırmış olmasına bağlıdır. Bu
yaklaşım ile İslâm hukukundaki cünûn-ı mutbik ve cünûn-ı gayr-i
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
mutbik ayırımının temelindeki düşünce ve cünûna bağlanan fıkhî
sonuçlar arasında paralellik bulunduğu görülmektedir. Öte yandan
İslâm hukukunun, akıl hastalarının işlem ehliyeti bakımından
tam ehliyetsiz sayılması ve kural olarak bütün işlemlerinin geçersiz
kabul edilmesi noktasında Kara Avrupası hukuk çevresine dâhil
hukukların çoğunluğu ile birleştiği, akıl hastalarının yaptığı sözleşmeleri
hükümsüz değil, feshedilebilir nitelikte sayan ve fesih
imkânını da sadece kötü niyetli (akıl hastalığını bilen) kişiye karşı
tanıyan İngiliz hukukundan ise ayrıldığı tesbit edilebilmektedir.
Cünûn bir tasavvuf terimi olarak dervişliğin ilk, sekr halinin
son basamağını ifade eder.277
“Düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed)de hiçbir cinnet yoktur,
o apaçık bir uyarıcıdır?”278 Cinnet, cin cemâati anlamına geldiği
gibi,279 cinin etkisi ile düşünce yetisinin örtülmesi, yani delilik anlamına
da gelir.
Müşrikler, Hz. Muhammed’i (s.a.s.), cinin etkisinde kalıp delirmiş
bir insan sanıyorlardı: “(İnkârcılar, Muhammed (s.a.s.) hakkında)
“Allah’a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde cinnet mi var?” (dediler).”
280; “O, kendisinde cinnet bulunan bir adamdır, başka bir şey değildir.
Hele bir süreye kadar onu gözetleyin.” 281
Hz.Muhammed’in (s.a.s.), öldükten sonra bedensel dirilmekten
söz etmesini, bir deli saçması sanıyorlardı: “O, size öldüğünüz,
toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman yeniden hayata çıkarılacağınızı
mı söylüyor, bununla mı sizi tehdit ediyor? Heyhat, heyhat, tehdit edildiğiniz
şey ne kadar uzak (ne olmayacak bir tehdit)!” 282
Aşağıdaki âyetler, Hz. Muhammed’i cinlerle ilişkili, onların etkisiyle
aklı karışmış sanan müşrikleri reddetmekte ve onun açık
anlatımlı bir peygamber olduğunu vurgulamaktadır: “De ki: “Size
bir şey öğütleyeyim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker durup düşününüz!
Arkadaşınızda hiçbir cinnet yoktur. O, çetin bir azabın arefesinde
sizin için bir uyarıcıdır.” 283; “Yoksa ‘Onda bir cinnet var’ mı diyorlar? Hayır,
o, kendilerine gerçeği getirdi, fakat çokları haktan hoşlanmıyorlar.” 284
Birinci âyette, bu savın sahiplerine, ikişer ikişer, teker teker
277 İbrahim Kâfi Dönmez, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 125-129
278 7/A’râf, 184
279 11/Hûd, 119; 37/Sâffât, 158; 32/Secde, 13
280 34/Sebe’, 8
281 23/Mü’minûn, 25
282 23/Mü’minûn, 35, 36
283 34/Sebe’, 46
284 23/Mü’minûn, 70
CİN
- 85 -
durup Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu iyice düşünmeleri,
onda delilik bulunmadığı, onun ileride bulunan şiddetli bir
azaba karşı uyaran bir peygamber olduğu; ikinci âyette de Hz.
Muhammed’in kendisinde cinnet bulunan bir şaşkın olmadığı, insanlara
gerçeği getiren bir uyarıcı olduğu, fakat hitabettiği insanların
çoğunun gerçekten hoşlanmadığı vurgulanıyor.
Evet, düşünenler, Hz. Muhammed’de delilik olmadığını, onun
cinlerle bir ilişkisi bulunmadığını anlar. Bir delinin ağzından bu
hikmetler çıkar mı? Bunu söyleyen, apaçık bir uyarıcıdan, bir Hak
elçisinden başkası olamaz.
Araplar, Peygamberimiz’in cinle ilişki kurduğunu, cinin etkisinde
bulunduğunu, söylediği sözlerin, kendisini hükmü altına alan
cinin sözleri olduğunu iddia ediyorlardı. İşte âyetlerde onların bu
iddiaları reddedilmekte, çokları hoşlanmasa da insanlara hakkın,
yani gerçek vahiy sözlerinin geldiği vurgulanmaktadır. Araplar,
Hz. Muhammed’i, bir şâir veya kâhin gibi görüyorlardı. Oysa ne
Hz. Muhammed, abartmacı bir şâ’ir, ne de Kur’ân hayallerle dolu
şâir sözleriydi:
“Biz ona şiir öğretmedik, zaten şiir ona yakışmaz da. O(na vahyedilen),
sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.” 285
“Muhakkak ki o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Güvenilir
Ruh indirdi; Senin kalbine, uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça
bir dil ile. O, evvelkilerin Kitâblarında da vardır.” 286
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Her yalancı,
günahkâr kimseye iner. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları
da yalan söylerler (yahut şeytanlar, meleklerin konuşmalarına kulak
verirler, fakat çoğunluğu da yalan söyler). Şâirlere gelince onlara da azgınlar
uyar.”287 âyetlerinde, Hz. Muhammed’e şiir öğretilmediği, şiirin
ona uygun olmadığı, ona vahyedilenin, şiir değil, bir öğüt ve
açık anlamlı bir okuma olduğu, bu vahiyleri, Güvenilir Rûh’un, Hz.
Muhammed’in kalbine, açık Arapça bir dille indirdiği vurgulanmaktadır.
288
Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları
Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım
285 36/Yâsin, 69
286 26/Şuarâ, 192-196
287 26/Şuarâ, 221-224
288 S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., 4/ 439-441
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibâdet
ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri
olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı.
Eğer onlara ibâdet eder, hürmette kusur etmezlerse
onların, Alah katında kendilerine şefaat edeceklerini düşünüyorlardı.
“Câhiliye Araplarına göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde
yahut Cin’in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya lâyık, fakat gözle
görülmez bir varlık idi. Fakat tabiatüstü varlıklar hiyararşisinde,
meleğin yeri belirlenmişti. O da: Câhiliye inancında bazen melek,
Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Çok kere de
kendisi tapınma objesi olarak kabul edilirdi.” 289
Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller/
heykeller yapmışlardı.290 Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki
birer sembolleriydiler. “Biz onların sûretlerini yapıp, onlara
dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Alah’ın katında bize
şefaatçi olurlar” diyorlardı.291 Hâlbuki bu düşüncelerinde dalâlet
içindeydiler. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir:
“Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin diye
emretmez...” 292
Câhiliye Arapları, cinleri de ulûhiyet derecesine çıkarıyorlar,
onları ilah ediniyorlardı. Kur’ân-ıKerim, onların cinler hakkındaki
inançlarını şöyle dile getirir: “Allah ile cinler arasında soy bağı icad
ettiler.”293 “Cinleri Allah’a ortak koştular, bilgisizce O’na oğullar ve kızlar
yakıştırdılar. Hâşâ O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”294
Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar vermeye kadir oldukları,
hastalıkların çoğunun onlardan geldiği, tedavilerinin de ancak
cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da câhiliye halkı
arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman,
evvela cinler için kurban keserdi. Bunu aldığı evde mutlu olmak,
sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı.295 Cinlere
tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.
Şeytana tapma, onu Allah’a ortak koşma konusundaki inançları
da, cinler hakkındaki inançlarından farksızdı. Câhiliyyeye göre
şeytanlar da cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri
289 3/Âl-i İmran 80; İbn Kesir, Tefsir IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VIII, 5381; İzutsu,
T., Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 19
290 Âlûsi, Bulûğu'l-Erab, II, 197
291 Yazır., M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4594; 39/Zümer, 3
292 3/Âl-i İmran, 80
293 37/Sâffât, 158
294 6/En’âm, 100
295 M.N. el-Câhız, Edyânu’l-Arab, s. 125-126
CİN
- 87 -
şeylerin içinde ikamet ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı
gaybî bilgileri onlara haber verirler, birtakım gizli konularda kendilerine
yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibâdet edilmeye saygı duyulmaya
lâyık varlıklar olarak görünüyorlardı. 296
Melek-Cin-Şeytan ve rûhânî varlıkları tanrılaştırma inancı,
aslında içinde bulundukları ortamın, kendileri üzerinde meydana
getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif
dînînin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bıraktıkları
kültürel mirasın izlerim, başka başka varlıklar üzerinde görme ve
böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku
ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve
dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Pek tabiidir
ki, bu tür inançlar, beraberinde kehânet ve arâfet gibi düşüncelerin
doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler,
yegâne sığınak kabul edilmiştir.297
Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur’an ve Sünnet
tarafından reddedilmiş inançlardır. Şirk koşma en büyük günah
sayılmıştır.298
Câhiliyede Cin ve Şeytan İnancı: Câhiliye Araplarının cinler
hakkındaki inançları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançların
zıddı idi. “Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş
ve düşman kalmış tarafını (cinler ve şeytanlar) temsil ediyorlardı.
Hz. Peygamber’in bi’seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı
müşahhas ilahlar arasına girmekte idi.”299 Mekke Arapları, cinler
ile Allah arasında neseft karabati bulunduğunu söylüyorlar 300
ve onları Allah’ın şerikleri mertebesine çıkarıyorlardı.301 Cinlere
adaklar adayıp kurbanlar kesiyorlar302 ve onlardan yardım talep
ediyorlardı. 303
Câhiliye Araplarının bu konudaki inançları incelendiği zaman,
onların cinleri, muhtelif sûretlere girebilen varlıklar olarak telakki
ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, “Gûl”, onlar için
bir çeşit cindir. “Suûlat”, cindir. Bazı yılanlar (Engerek yılanı) ve ev
yılanları, cindir. Siyah köpek, şeytandır (cin nevinden) hırçın deve
296 Âlûsî, a.g.e., II, 197
297 İbn İshak, Sîre, s. 13; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, II, 173
298 4/Nisâ, 48; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y.,
75-77
299 Macdonald, B.D., "Cin" maddesi, İ.A., III, 192
300 37/Sâffât, 158
301 6/En’âm, 100
302 6/En’âm, 128
303 72/Cinn, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
(hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak
olarak zararı dokunan, korkunç yaratıklardır. “Esas itibariyle
Tanrılar dost, cinler düşmandırlar.”304 Bu sebepten, kötülüklerin,
hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve
kâhinlerin de bilgi kaynağıdır.”305 Bir kimsenin şair olabilmesi için
görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir.
Bu bilgi de kendi şahsî görüşü ile değil, cin denilen -onlara göreüstün
varlıkla derûni münasebetler kurmak sûretiyle elde edilir.” 306
Cinler ve şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye
Arapları, bunları hep aynı cinsten sayıyorlardı. İblis-şeytan ve cin
kavramları, onların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku
ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve endişe, onları,
bu tür varlıkların zararından korunmak için çeşitli sebeplere başvurmaya,
sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların
tasvirlerini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve
kurbanlar kesmeler sayılabilir.307 Câhiliye Araplarının, cinler-şeytanlar
hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır.
“Şeytan çarpmak”, “cin çıkarmak” gibi deyimler buna işaret etmektedir.
Cinlerin-şeytanların vereceği zarardan korunmak için
başvurdukları sebeplerden; onların tasvirlerini, timsallerini yapmak
ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu
hâriç, büyü yapmak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onlara
göre- başvurmak hemen aynıdır. 308
Hadislerde Cin ve Şeytan İnancı: Kur’an ve Sünnette, cin ve
şeytandan bahsedilmektedir. Kur’an’da cin kavramı, başlı başına
bir sûreye isim olarak verilmiş ve orada cinler konu edilmiş olduğu
gibi, ayrıca değişik yerlerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan
kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur’an’da
88 yerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in hadislerinde ise, her iki
kelime çok yerde konu edilmiştir. Yani Kur’an ve Sünnet, cin ve
şeytanın varlığını kabul etmektedir. Hatta onların yaratılış özelliklerinden
bahseder: Bu, Kur’an’da şöyle geçer: “Cinleri dumansız
ateşten yarattık.”309 Fahruddin Râzi, “Mükellef varlıklar dört gruptur;
Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar” şeklinde açıklamada
bulunduktan sonra, başka bir rivâyeti de naklederek: “Cinlerin iyi
ve kötü olanları vardır. Şeytanlar, cinlerin kötü olanlarına verilen
304 Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 147-148
305 Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, III, 269; Ateş. S., Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, X, 98
306 İzutsu, T, Kur'an'da Allah ve İnsan, 159
307 6/En’âm, 100; Alûsî, a.g.e., III, 197
308 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 83-85
309 15/Hıcr, 27
CİN
- 89 -
isimdir” der.310 Kur’an ve hadislerde, şeytan, kötülük timsâli olarak
ele alınır.311 Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanlarından,
Kur’an dinleyenlerinden söz edilmektedir.312 Fakat bununla
birlikte, cinlerin, câhiliye Araplarının korku ve dehşet saçan
varlıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım
hadislerde çok açık olarak görülmektedir. Yani Sünnet, cinlerin
korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmektedir.
Bir iki örnek görelim:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gece karanlık olduğu
zaman yahut akşama girdiğiniz vakit- çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan)
yasaklayın. Çünkü şeytanlar, o sırada dağılırlar. Geceden bir saat
geçince (dışarıdaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyun. Allah’ın ismini
anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm- diyerek kapıları kapatın. Çünkü
şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah’ın ismini anarak
-Bismilllâhirrahmânirrahîm diyerek- kaplarınızın ağızlarını bağlayın.
Bismillâh diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak sûretiyle de olsa
kaplarınızın ağızlarını örtün. Kandillerinizi söndürün.” 313
Kur’an ve Sünnet’e göre cinler de mükellef varlıklardandır. Bu
husus Kur’an’da “Ben insanları ve Cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım”
314 âyetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir âyet şöyledir:
“Ey muhammed, Kur’an’ı dinleyecek Cinlerden bir kısmını sana yöneltmiştik.
Onlar, Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: “Susun!”
dediler. Kur’an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletine
döndüler.” 315
Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet,
cin ve şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle tamamen
korku timsâli değil, ama zararları da olabilen, Allah’ın yaratmış
olduğu, insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.
Cinlerle İblis arasındaki ilişki konusunda ihtilâf vardır. İbn Abbas,
İbn Mesud, İbn Müseyyeb, Katâde, İbn Cerir gibi sahâbî ve
tabiîlere göre, cinler meleklerin bir çeşididir. İblis de bunlardan
gelmiştir. Bu görüşe göre cinler, meleklerden bir zümredir. Said
bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis’in meleklerden olmadığını, Hz.
Âdem nasıl insanların aslı (atası) ise, İblis’in de, cinlerin aslı (atası)
310 F. Râzi, Mefâtihu'1-Gayb, I, 82
311 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64; 47/Muhammed, 25; 4/Nisâ, 60; 27/Nemi, 24; 29/
Ankebût, 38; 58/Mücâdele, 19
312 72/Cinn, 1-2
313 Müslim, Eşribe 15, 95
314 51/Zâriyât, 56
315 46/Ahkaf, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
olduğunu ileri sürmektedir.316 İkinci görüş, daha sahih kabul edilmektedir.
Cinlerin, yırtıcı hayvanların yaratıcısının İblis olduğu
inancı, müşrikler arasında yaygın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç
mecusi görüşüne yakındır.317
Görüldüğü gibi cin ve şeytan hakkındaki gerek Kur’an ve gerekse
Hadisler, Câhiliye Araplarının inançlarının yanlış olduğunu
beyan ederek, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş,
onların bu konudaki inançlarını ıslah ederek kabul etmiştir.
Melek, cin, şeytan gibi varlıklar hakkındaki Câhiliye inançlarına
benzer inançlar, eski Türkler arasında da görülmektedir. Hâlâ
bunların bir kısmı geçerliliğini devam ettirmektedir. Eski Türklerde
“İye” kavramı önemli bir yer işgal eder. “İye” Tanrının emri
dışına çıkmayan varlık demektir. İyeler çoktur. Yardımcı iyeler ve
kara iyeler diye kısımlara ayrılır. Yardımcı İye’ler, bir anlamda, Meleklere
tekabül eder. Kara iyelerin başında gelen “Erlik”, Şeytanın
fonksiyonunu icra eder. İnsanlara her türlü kötülük vermeyi ve
tuzak kurmayı amaç edinmiştir. Issız yerlerde, ırmak kenarlarında
ağıl, samanlık gibi yerlerde iskân eden kara iyelerden “Al karası”
(Al bastı da denir), Türk dünyasının hemen her yöresinde bilinmektedir.
Doğum yapan kadınlara, yeni doğan çocuklara musallat
olarak onlara zarar verir. O, insanları bunun kötülüğünden ancak
“Kam” adı verilen, Kâhin ve Büyücüler kurtarabilir. Bu inanca ülkemizde
hemen her yörede rastlanmaktadır. 318
Türklerdeki bu iye kavramının, kendilerinin sahip oldukları ve
muhtemelen de, tek Tanrılı bir dînî inançtan gelmiş olabileceğini
düşünüyoruz. Ancak bu inanç sisteminin keyfiyetinin ne olduğu,
meçhûlümüzdür. Bununla beraber, gerek İbrahim Kafesoğlu,
“Eski Türk Dînî” isimli eserinde, gerekse Hikmet Tanyu, Türklerde
Tek Tanrı İnancı” eserinde bu konuda ciddi araştırmalar yapmışlardır.
319 Fakat yine de kesin olarak “şöyle bir dînin inanç esaslarındandır.”
diyemiyoruz. Ne olursa olsun, hangi kelime ve kavramlarla
açıklanırsa açıklansın inaçlar arasındaki benzerlik, çok açık
olarak görülmektedir.
İslâm’da cin ve şeytan’ın zarar verebileceği kabul edilmiştir.
Ancak bunların zararlarından korunmak için, kâhin, büyücü,
kam gibi kimselere yahut onların yaptıkları tılsımlara güvenme
316 Ateş Süleyman, İslam’a İtirazlar Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 47
317 Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur'an, IV, 2488
318 Kalafat, Y., Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 20-27
319 Kafesoğlu, İ. "Eski Türk Dini"; Tanyu, H. "Türklerde Tek Tanrı İnancı,
A.Ü.İ.F.Y.
CİN
- 91 -
reddedilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman
özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur’an’da320 ve gerekse
Hz. Peygamber’in hadislerinde sığınma (istiâze) örnekleri
verilmiş,321 o şekilde yapılarak Allah’a sığınılması istenmiştir.322
İfrît
İfrît, cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanına
verilen isimdir. İfrit kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler
olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre “bir kimseyi yere serme,
toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal
edilip göze bu şekilde gözükmesi” anlamlarına gelen Arapça ‘afr
kökünden türetilmiş olup, “kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü,
kızgın ve öfkeli kimse” mânasındadır. İfrit, bu anlamları dolayısıyla
cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecâzî anlamda kötülük
ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe,
Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü’1-Esîr gibi müellifler kelimenin
taşıdığı “habîs, çetin, güçlü kuvvetli” anlamlarına dikkat çekerek
bunun hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları
ifade edebileceğini belirtmektedirler. Nitekim Zü’r-rumme
bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, “O, gecenin karanlığında
ifritin izinde parlayan yıldız gibidir” diyerek ifrit kelimesini
cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdül-melik’i överken onu
ifrite benzetip, “Onların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mülkün
ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir” der.323 İfrite bazan
nifrit ile beraber ikileme biçiminde de rastlanır. Bir hadiste, “Allah,
malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğramayan ifrit nifrit
kişiye buğzeder” şeklinde geçmektedir. 324
Ahd-i Atîk’te Hz. Süleyman ve Sebe melikesinden söz edilmesine,
Süleyman’ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla
ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süleyman’ın yanında çok sayıda ordunun
bulunduğu bildirilmesine rağmen325 cinlerden ve ifritten
bahsedilmemektedir. Eski Mısırlılar, kötü bir ölümle ölen kimsenin
ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öldüğü yeri ziyaret ettiğine
inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen varlıkları
“hin” ve “cin” olarak iki gruba ayırırlardı; cinlerin insanlarla beraber
oturanına “âmir”, çocuklara musallat olanına “ruh”, bunların
zâlim, bozguncu ve azgınlarına “şeytan”, kötülükte daha
320 72/Cinn, 6, 22; 114/Nâs, 6
321 Buhârî, Deavât 163; Tirmizî, Deavât 467, 473
322 Tirmizi, Deavât 490, 508; Ali Çelik, a.g.e., s. 85-90
323 Kurtubî, XIII. 203
324 İbnü'1-Esîr, "afr" md.; Lisânu'l-'Arab, "afr" md.
325 I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
aşırı gidenlerine “mârid”326 ve en güçlü, en kötü olanlarına da
“ifrit” adını verirlerdi.327 Buna göre ifrit “kötülük ve şeytanlıkta
çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuvvetli, becerikli, ele avuca
sığmaz bir hilekâr” demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas’a göre
Sahr, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’ye göre Zekvân, Şuayb
el-Cübbâî ve Nehhâs’a göre Kuzen olduğu rivâyet edilirse de ifrit
kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere
sahip olanlarını ifade ettiği için Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı gibi
çoğunlukla “cinden”, “insandan” vb. açıklamalarla kullanılmaktadır.
Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin
mâhiyetini tam olarak tesbit etmek zordur. Bir taraftan gûl
ve sil’ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer
taraftan Kur’an’daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı olmayıp
Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere
“âsi, mağrur” anlamına geldiği ileri sürülmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir.328 Burada
Hz. Süleyman’ın emrinde insan, kuş ve cinlerden orduların
bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman’ın
Belkıs’ın tahtını kısa zamanda kimin getirebileceğini sorması üzerine
“cinlerden bir ifrif’in, “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana
getirebilirim” dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini
Süleyman’a tanıtırken güçlü ve güvenilir olduğunu belirtmiştir.
Kur’an’ın cinler arasında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî’ye göre
cinlerin reisi veya onların en güçlüsü, Mücâhid ve Katâde’ye göre
en azgını, Ma’mer’e göre en zeki ve kurnazıdır. 329
“Cinlerden bir ifrit” ifadesi bazı hadislerde de geçmektedir. Ebû
Hüreyre’den gelen bir rivâyette cinlerden bir ifritin namazını ifsat
etmek için Hz. Peygamber’e musallat olduğu, Rasûlullah’ın onu
yakalayarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat
Hz. Süleyman’ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi
kovduğu bildirilmektedir.330 Bu hadisin farklı bir rivâyetinde ifritin
kedi sûretinde Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp yüzüne bir ateş
parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe’ye atfedilen
rivâyete göre Rasûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır.
Yahya b. Saîd’den nakledilen bir rivâyette Rasûlullah’ın
İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir. 331
326 37/Sâffât, 7
327 Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709
328 27/Neml, 39
329 Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197
330 Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298; Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40, Tefsir 38/2;
Müslim, Mesâcid 39
331 İmam Mâlik, el-Muvatta, Şi’r 10
CİN
- 93 -
Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit
diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-
dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye
dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur’an’da cinlerin güçlerinin
sınırlı olduğuna işaret etmek için “kitaptan ilmi olan kişinin”
332 Belkıs’ın tahtını ifritten daha çabuk getireceği vurgulanmıştır.
Halk edebiyatında ifrit dumandan yaratılmış dev gibi bir cin
olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak
bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur’an’da
yer alan, cinlerin “hâlis ateşten” yaratıldığı bilgisiyle333 halk edebiyatındaki
ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi
kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip
bulunmasına rağmen bazı büyü vasıtalarıyla emir altına alınabildiği
yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk
kültüründe ifritin şekli, gücü ve yaptığı işler çerçevesinde oluşan
inançlar İslâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere
dayanmaktadır.334
Peri
Peri, pek güzel olduğu kabul edilen bir cin tayfası ve özellikle
bunların dişi olanı hakkında kullanılır. Cin tayfasından olduklarından,
lâtif varlıklardır, görünmezler. İnsanların çok güzel olanları
hakkında da zaman zaman bu kelime kullanılır ve “peri yüzlü,
peri gibi” denilir. Halk arasında, bâzı ortamlarda yaşadıklarına
inanılır.
Cinlerin pek güzel olarak tasavvur edilen dişisi olarak kabul
edilen “peri” terimi, Türk Edebiyatında mecâzen çekici, güzel ve
akıllı kadın için kullanılır. Eski Türk Edebiyatında peri, ancak sihir
ve büyük yolu ile elde edilebileceği; çeşme, pınar ve hamamlarda
bulunabileceği, insanlarla ünsiyete gelmemesi, onlardan kaçması,
göze görünmemesi, son derece güzel ve tesirli oluşu, görenin
aklını başından alması, bazen insanları kendisine âşık edip
bağlaması, çeşitli kılıklara girmesi gibi inanışlar ile ele alınmıştır.
Daha çok sevgilinin güzelliğini anlatmak için kullanılır. Şairler genellikle
sevgililerinin güzelliğini dile getirmek için onları peri ile
kıyaslarlar. Peri, divan edebiyatında ve halk edebiyatında olduğu
gibi, Türk masal dünyasında da geniş yer tutmaktadır. Dede
Korkut Hikâyeleri’nden Tepegöz’de, Sarı Çoban, pınar başında
bir peri kızı ile birleşir. Masalların çoğunda peri, güzelliği kadar
332 27/Neml, 40
333 55/Rahmân, 15
334 Ali Erbaş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516-517
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
iyilikseverliği ile dikkati çeker. Bütün bu özellikleri peri’nin modern
edebiyatta da kullanılan bir unsur olmasını sağlamıştır.
Gûl ve Gûlyabaniler
a) Câhiliyede Gûl İnancı: Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız
yerlerde bulunduklarına inandıkları, değişik sûret ve renkli şekillerde
görünerek onları yoldan saptırıp helâk ettiklerini kabul
ettikleri, cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayâlî varlıklara
“Gûl” denir.335 Bunların dişilerine ise, “Suulât” adı verilir.336
İbn Sikkit (ö. 244/848) “insanı helâk eden her şey Gûl’dür.”der.337
Bunların bir yolcuya görünmesi, uğursuzluk kabul edilirdi. Bu
yüzden câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına
her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından,
bu tür yerlerden geçerken “Bu vâdînin sahibine sığınıyorum” diyerek,
bir nevi onlardan, zarar vermemeleri için izin isterlerdi.338
Eğer yolda bir Gûl’a rastlanacak olsa, ne yapılacağı konusundaki
inançları ise şöyleydi: “Gûl’a rastlanınca onu bir darbede öldürmek
gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tekrar canlanır.” Bir
Arap şairi bunu şöyle dile getirir: “Gûl, bana dedi ki: İkinci defa
vur. Ben de ona yavaş ol, yerinde bekle hele. Zira ben (kılıcımı)
kalbe yerleştirirdim.” 339
Bir başka şair el-Behrânî, rastladığı bir Gûl ile mücadelesini
şöyle anlatır: “Ayın son günlerinde, gece zifiri karanlıkta Gûle bir
darbe indirdim, sanki toz duman oluverdi. İkinci defa darbemi
indirmiştim ki, (sanki bir) kuvvet onun ehlini koruyordu da (canlanıverdi).
Keşke o sağ elim kurusaydı da (o ikinci darbeyi indirmeseydim).”
340
Câhiliye Araplarının Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri
gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenler, onlardan çoluk çocuk sahibi
olanların varlığına dahi inanırlardı. Mesala, Amr bin Yerbu’ bunlardandı.
341
Amr bin Yerbu’ hakkında şöyle bir rivâyet vardır: “Amr bin Yerbu’
Gûl ile evlendi. Ondan çocukları oldu. Onun yanında uzun zaman
kaldı. Gûl memleketi tarafından şimşek çaktığı zaman, Amr’a
335 Kamus, III, 307; Alûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 340; Nevevî, Minhâc (Şerhu Müslim),
XIV, 216-217
336 Nedvî, İslâm Tarihi, Hazırlayan: E. Edib, I, 304
337 İbn Manzur, Lisân, XI. 507
338 İbn İshak, Sîre, s. 92; İbn Hişâm, Sîre, I, 201; İbn Manzur, a.g.e., XI, 508
339 Âlûsî, a.g.e., II, 343
340 Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 344
341 Âlûsî, a.g.e., II, 340
CİN
- 95 -
şöyle derdi: “Onu bana gösterme (onu benden gizle). Eğer onu
bana gösterirsen, çocuklarını bırakır, memleketime -kavmimin
bulunduğu yere- doğru uçarım.” Bundan böyle ne zaman şimşek
çaksa Amr, ridasıyla onun gözünü örter ve ona şimşeğin çakmasını
göstermezdi. Derler ki bir defasında Amr bin Yerbu’ gaflet etti.
Gece şimşek çakmasına rağmen Gülün yüzünü ridasıyla örtmedi o
da uçup gitti. Uçarken şöyle diyordu: Amr çocuklarını sıkı tut. Ben
çakan şimşeğin yeryüzüne kaçan kıvılcımıyım... 342
Gûl ile evlenme, yani cinlerle evlenme inancı ülkemizde de
yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı ispat etmek çok güçtür. Cinlerle
evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da
buna dâhildir) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler,
sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin
ruhî bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.
Türkçemizde Gûl’e, “Gûlyabâni” denildiği gibi, câdu (cadı),
hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsinden korkunç yaratıklar
kabul edilir.343 Câhiliye Araplarının sahip oldukları Gûl inancının
varlığı, Gûlyabâni şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun
içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden geçerken, Câhiliye
Araplarının yaptıklarına benzer şekilde “Tû destur!..” denilerek
geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına
inanılır (Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabânîler
hakkında H. Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabânî” isimli eserini de
hatırlıyoruz).344
b) Hadislerde “Gûl” İnancı: Câhiliye Arapları arasında yaygın
olan “Gûl” inancının Hz. Peygamber’in hadislerinde hem müsbet
hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım
hadislerde zahiren “Gûl”ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor
ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği
ifade edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye
çalışalım.
Ebû Eyyüb el-Ensârî’den yapılan rivâyette “Gûl” ile yapılan
bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin
içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. “Gûl” gelir ondan
alırdı. Bundan Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Bunun üzerine
Rasûlullah şöyle buyurdu: “Git, onu gördüğün zaman, ‘Bismillâh,
Peygambere icabet et!’ de.” Sonra Ebû Eyyüb, “Gûl”ü yakaladı.
Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı.
342 Alûsî. a.g.e., II, 340, 341
343 Ozon, M.N. Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237
344 Ali Çelik, a.g.e., s. 133-136
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
Müteakiben Hz. Peygamber’e geldi, Rasûlullah ona: “Esirin ne
yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin
etti” dedi. Rasûlullah: “o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye
de alışıktır.” buyurdu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ü bir kere daha yakaladı,
o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onu yine serbest
bıraktı. Sonra Rasûlullah’a geldiği vakit; “Esirin ne yaptı?” diye
sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin etti. (bıraktım)”
dedi. Daha sonra “Gûl”ü üçüncü kez yakalayınca, ona “seni
Rasûlüllah’a götürmeden bırakmayacağım.” dedi. Bunun üzerine
“Gûl” mukabelede bulundu. “Ben sana bir şey söyleyeceğim...
Âyet’el-kürsî; Evinde bunu oku, ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz.”
Ebû Eyyüb, Hz. Peygamber’e geldi. Rasûlullah ona: “Esirin
ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ün dediklerini anlattı.
Rasûlüllah: “Doğru söyledi, fakat kendisi yalancıdır” buyurdu.345
Tirmizi’nin346 “Bu hadis hasen-gariptir” diyerek naklettiği bu
hadise benzer, çok sayıda hadis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel,
Ubey bin Kâ’b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit’in de bu konuda benzer
rivâyetleri vardır.347 Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği
zaman farklı ifadelere rastlanmaktadır. Şöyle ki: Bu rivâyetlerden
Ebû Eyyûb el-Ensârî ile Ebû Useyd’in rivâyetlerinde geceleri hurma
çalan varlık için “Gûl” tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bunun
için “Şeytan” kelimesini kullanmış, Ubey bin Kâ’b ise, yeni buluğa
ermiş delikanli biri olduğunu anlatarak ona “Sen cin misin, insan
mısın?” diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış
olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında,
elinin köpek ayağına benzediğini, üzerindeki tüylerinin de köpek
tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre’nin
rivâyetinde ise: “Birisi geldi”, şeklinde meçhul bir şahıstan bahsedilmektedir.
348 Hadislerde anlatılan ortak konu ise, biriktirilmiş
zekât hurmalarının çalınması, çalanın yakalanarak Rasûlullah’a
götürülmek istenmesi sırasında onun, Âyet el-Kürsi’nin faziletini
haber vermesidir.
Tirmizi’nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin rivâyeti hakkında
“Bu hadis Hasen-Garibtir” denilmiştir.349 “Garip hadislerin ise, metin
yönünden tek kalmış yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu
biliyoruz.”350 “Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla
345 Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 158; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VIII, 183-184
346 279/892
347 Aynî, Umdetü'1-Kâri, XII, 144-148
348 Aynî, a.g.e., XII, 144-148
349 Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'an 158
350 Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102
CİN
- 97 -
beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebepten tâbiîler, etbau’t-tâbiîn ve
daha sonraki nesillerin hadiscileri, garib hadislere pek rağbet etmemişlerdir.
351
Buhârî’nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin muallak olduğu
(Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç
râvinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonuncu kişinin üst tarafındaki
kişiden rivâyet edilen hadistir.), hatta İbn Arabi’ye göre
Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.352 Gerek Muallak ve gerekse
Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır. 353
Hadisin rivâyet farkından doğan değişik ifadeler, râvilerin hurmaları
çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı
aktardıklarını anlıyoruz. Çünkü hurmaları çalan, kimine göre,
“Gûl” dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri köpek ayağına
benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir
şahıstır. Bu farklı ifadeler, her râvinin ya kendi hatırladığı veya
kafasında öyle şekillendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret
etmektedir.
Mezkûr hadislerin gerek ifade ettiği mânâdaki garabet gerekse
sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhârî’nin naklettiği
Ebû Hüreyre rivâyetinde hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin
tesbit etmiş olmaları354 bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak
ele almamızı gerektirmektedir. Yine Hz. Peygamber’in “Hastalığın
bizatihi sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen
bir şey de yoktur” 355 hadisi de, kanaatimizi te’yid etmektedir.
Sünnet, Gûl inancını reddetmiştir.” Gûller sizi aldattığı zaman hemen
ezan okuyunuz.” 356 hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu
tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak
için ezan okuyarak Allah’ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü
duygulardan uzaklaşınız manasındadır. Yoksa Gûllerin varlığını
kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere
bir dâvet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk
arasında Albastı veya Alkarası olarak bilinen ve çok kere de ezan
okumakla kendisinden kurtulunduğuna inanılan bir inancı da hatırlatmaktadır.
357
351 Uğur, M., a.g.e s. 139
352 Aynî, a.g.e., XII, 144-148
353 Uğur, M., a.g.e., s. 139
354 İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 185
355 Müslim, Selâm, 107-108
356 Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/305-382
357 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 136-140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
Nazar Değmesi
“Nazar” Arapça’da bakış demektir. Türkçe’de de aynı mânâda
kullanılır. Bu umumi mânâsının dışında, yaygın bir inanışı dile
getiren terim olarak “Nazar değmesi”, az çok herkeste bulunan,
mavi gözlü kimselerde daha fazla bulunduğuna inanılan ve böyle
kimselerin bakışlarından fırlayan zarar verici, çarpıcı ve öldürücü
güç anlamındadır. 358
1- Câhiliyede Nazar Değmesi: Câhiliye Arapları arasında “Nazar
Değmesi” son derece yaygın bir inanıştı. Nazarının değmesi
konusunda bazı kimseler çok mâhir idiler. Bilhassa Benî Esed içinde
bu özellikteki insanlar çoktu. Hatta onlardan biri, semiz bir
deve veya yağlı bir sığır gördüğü zaman, cariyesinde: “Ey cariye,
Evden ölçeği ve paraları al, şu hayvanın etinden bize et getir” der.
(O sırada) hayvana nazar değer. Cariye, efendisinin dediklerini
evden alıp ayrılmadan hayvan, yere düşer, boğazlanır. Cariye de
onun etinden satın alır, getirirdi.359 Câhiliye Arapları, bir kimse hasedlikle
ve düşmanlıkla birine bakınca, o, bu bakış sebebiyle hasta
olurdu. Onlar bunun için: “Falana nazar değdi” derlerdi.360
Rivâyete göre Araplardan bir kimse, iki veya üç gün yemek yemez,
aç kalır. Sonra çadırının perdesini kaldırır, beklerdi. Oradan
bir deve veya bir koyun geçerken görürse: “Bu gün bu deveden
daha güzel bir deve görmedim” derdi. Böyle dediği hayvan, bir
kaç adım atar ve hemen düşer ölürdü.361 Bir Arap şairi şöyle der:
Bir (toplantı) mahal(lin)de karşılaşınca karşılıklı nazar ederek bakışınca,
basılan yer ayaklarının altından kayıverir. 362
İbn Abbas, bir topluluğa uğrayınca bakışlarıyla kendisini tehdit
edenler için şu şiiri söylemiştir: (Onlar) bana kızarmış gözlerle,
keçinin kasabın (elindeki) bıçağına baktığı gibi bana keçi bakışıyla
baktılar (yani korkak ve ürkek şekilde.) 363
Bunlardan açıkça anlıyoruz ki, “Nazar Değmesi”, Câhiliye
Araplarının çok yakından ilgilendikleri ve tesirinden korktukları,
öldürücü ve çarpıcı bir güçtür. Onlar bunu sadece bilmekle
kalmıyorlar, onun etkisinden korunmak için de birtakım tedbirlere
başvuruyorlardı. Bunların başında “Temâim” adı verilen 364
358 Yeni Türk Ansiklopedisi, VII/2607; Meydan Larousse, IX, 257
359 Bursevî, Rûhu'l-Beyân, X, 127; Emiroğlu, T., Esbâb-ı Nüzul, 38-39
360 İbn Manzur, Lisân, XIII, 301
361 Bursevi, a.g.e.. göst. yer; Emiroğlu, T., a.g.e. göst. Yer
362 Râzî, Mefatihu'1-Gayb, XXX, 1000
363 Râzî, a.g,e., göst. yer
364 Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 7-9
CİN
- 99 -
nazarlıklar geliyordu. Ayrıca nazarı dokunan kimseye bir kap içinde
ellerini, ayaklarını ve izarının altını yıkamasını söylerler, o da
yıkar, bu yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin üzerine dökerek,
böylece nazardan kurtulunulacağına inanıyorlardı.365 Ayrıca Rukye
(okumak) de yapılıyordu. 366
Nazar değmesi inancı hemen bütün ülkelerde, kendine has
özellikler içinde görülmektedir. Dün olduğu gibi, bu gün hâlâ
Avrupa’da özellikle İtalya’da, Balkanlarda ve Rusya’da rastlanmaktadır.
367 Hatta Schwab’larda (Güney Almanya) çocukların alınlarına,
nazar değmesin diye insan pisliği sürüldüğü kaydedilmektedir.
368
Ülkemizde de, her bölgede nazar inancı yaygındır. Gök mavisi
rengindeki gözün, bakışının değmesi ihtimalinin daha büyük olduğuna
inanılır. Bunun içinde gök mavisi şeylerle nazar değmesinden
korunulacağı düşünüldüğünden, mavi boncuğa önem verilir.
Mavi boncuk, nazarlık olarak kullanılır. Bundan başka ülkemizde
nazar değmesinden korunmak için, yeşil kahve tanesi, eski para,
kurşun, çitlenbik kabuğu ve at nalı gibi şeyler de nazarlık olarak
kullanılır. Bu nazarlıklar, kullanıldıkları yere göre değişik şekillerde
asılır ve dikilir. Mesela, çocukların omuzlarına dikilir, hayvanların
alınlarına yahut boyunlarına asılır, evlerin veya binaların giriş
kapılarına konur. Yine ülkemizde nazardan korunma âdetleri arasında
sıkça görüleni, nazar uğrayana kurşun dökülmesi, başının
üstünden dua ile çevrilmiş tuzun ateşe atılarak patlatılması, üzerlik
otunun yakılarak dumanıyla tütsülenmesi gelir, bunlar yapılırken,
kendilerine has özel tekerlemeleri de unutulmaz. Şöyle ki:
Tuz patlatılırken: “Nazara bozara/Nazar edenin iki gözü bozara”
denir. Üzerlik otu tütsülenirken de: “Elemtere fiş/ Kem gözlere şiş;
Üzerlik otu çatlasın/Nazar eden patlasın.” 369
Bazı yörelerde nazar değmesinden korunmak için, nazarından
korkulan kişi, çocuğu gördükten sonra, hemen çocuğun yüzü
yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Hatta dışarı giderken çocuğa siyah
lekeler sürülür. 370
365 Sofuoğlu, M., Sahih-i Müslim Terc, VIII, 37 -Dipnotta-
366 Müslim, Selâm hadis no: 1725
367 Tanyu, H. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 213
368 Tanyu, H. a.g.e. s. 213, -Eduarda Seliğman Der Böse Blyick Und Vermandes,
s. 219'dan naklen-
369 Yeni Türk Ansiklopedisi, Nazar mad.; Halıcı, Feyzi, Türk Halk Edebiyatı ve
Folklorunda Yeni Görüşler, (248-52). Mehmet Aydın'ın, "Konya'daki Manevi
Halk İnançlarının Dînler Tarihi açısından Tetkiki" isimli makaleden
alınmıştır
370 Ali Çelik, a.g.e., s. 192-195
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
2) Kur’ân-ı Kerim’de Nazar Değmesi: “O küfretmekte olanlar,
zikri/Kur’an’ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle yıkıp devireceklerdi.
‘O gerçekten bir delidir’ diyorlar. Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için
bir öğütten başka şey değildir.” 371 Müşrikler Hz. Peygamber’i gördüklerinde,
ona karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık sebebiyle
gözleriyle onu oklayıp öldüreceklermiş gibi bakarlardı. Bu âyet
onların bu psikolojik durumunu tasvir etmektedir. Bu âyetin nazar
(göz değmesi) ile ilgili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunmakla
birlikte bu kanaat kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Nitekim
Şevkânî’nin aktardığına göre,372 çok yönlü bir âlim olan İbn
Kuteybe de âyette müşriklerin Rasûlullah’a nazar değdirmelerinden
söz edilmediğini, Rasûlullah Kur’an okuduğunda inkârcıların
ona kinle ve düşmanlık duygularıyla baktıklarının anlatıldığını
ifade etmiştir. Buna göre âyetin nazarla ilgisi yoktur.373
Allah Rasûlünü Gözleri ile Yıkmak İsteyenler: İbn Abbas, İbn
Mesud, el-A’meş, Ebu Vâil ve Müeahid: “le yuzlikûneke / Seni devireceklerdi”
anlamındaki buyruğu: “Canının çıkmasına sebep
olacaklardı” yani seni helâk edeceklerdi, öldüreceklerdi diye okumuşlardır.
el-Herevî dedi ki: Onlar gözleriyle sana bakıp duruyorlar.
Böylelikle sana besledikleri düşmanlıkları sebebiyle Allah’ın
seni yerleştirmiş olduğu o üstün makamından kaydırmak, devirmek
istiyorlar, demek istemektedir. el-Kelbî: Seni yere yıkıyorlar,
diye açıklamıştır. Yine ondan es-Süddî ve Said b. Cübeyr’den şöyle
açıkladıkları nakledilmiştir: Seni risâleti tebliğ etmek görevinden
alıkoymak istiyorlar; el-Avfî: Seni yere yıkıyorlar; el-Müerric: Seni
yerinden kaydırıyorlar; en-Nadr b. Şumeyl ve el-Ahfeş: Seni fitneye
düşürüyorlar; Abdu’1-Aziz b. Yahya: Sana ileri derecede hiddetle,
yan yan bakıyorlar; İbn Zeyd: Sana dokunuyorlar (delirtmek
istiyorlar); Cafer es-Sadık: Seni yiyorlar; el-Hasen ve İbn Keysan:
Seni öldürüyorlar diye açıklamışlardır. Bu da göz ucuyla beni devirdi,
gözüyle beni öldürdü, tabirlerine benzemektedir.
Bu âyete nazar âyeti demek ve özellikle nazar duâsı olarak
kabul etmek doğru değildir. Kâfirler, peygamberimize o kadar kin
duyuyorlardı ki, Kur’ân’ı işittikleri zaman ona yiyecekmiş gibi bakıyorlardı.
Âyetin halk kültüründeki “nazar” denilen inanışla herhangi
bir ilgisi yoktur. Bu nedenle âyetin nazar duası diye okunması
temelsiz ve yanlış bir davranıştır. Çünkü dua, Allah’tan bir şey
istemektir. Bu âyette ise Allah’tan istenen herhangi bir şey yoktur.
371 68/Kalem, 51-52
372 Şevkânî, a.g.e., c. 5, s. 319
373 Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş,
Kur’an Yolu, DİB Y., c. 5, s. 359-362
CİN
- 101 -
Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.
Âyette “leyuzlikune bi-ebsârihim / Neredeyse gözleriyle seni devireceklerdi”
ifâdesinin, göz değmesi anlamına geldiği görüşünde
olanlar, görüşlerini hadislerle desteklemişlerdir. Fakat burada kastedilen,
Hz. Peygamber’e göz değeceği değil, kâfirlerin ona çok
kızgınlıkla, onu yiyecek, devirecek gibi bakmaları anlatılmaktadır.
Kelbî kelimesini “Neredeyse seni, mesajın tebliğ edilmesi görevinden
çevireceklerdi”, Hasan-ı Basrî: “Neredeyse seni gözleriyle
öldüreceklerdi” şeklinde mânâlandırmış, İbn Kuteybe ise: “Allah,
gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi
onlar da sana göz değdireceklerdi” mânâsını kast etmiştir. “Sen
Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke
ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi, demektir” demiştir.
İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, A’meş ve Mücâhid ise bu kelimeyi
“leyuzhikuneke” şeklinde okumuşlardır ki “seni helâk edeceklerdi”
demektir. 374
İbn Kuteybe de bunu şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar
değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının değmesi gibi,
onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah kastetmiyor.
Kastettiği şundan ibarettir: Sen Kur’an okuduğun zaman
onlar az kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık
ve kin ile sert ve keskin bakışlarla bakıyorlar.
Kuşeyrî nazar konusundaki hadis rivâyetlerinin bir kısmını pek
isabetli bulmamış ve şöyle demiştir: “İsâbet-i ayn (nazar değmesi),
ancak nazar edilen şeyin çok beğenilmesi ve nazar edenin içinden
gelen bir hayretle ona bakmasıyla gerçekleşebilir. Bir şeyden tiksinmek,
bir şeye kızmak ve öfkelenmek sûretiyle nazar değmesi
olmaz. Hz. Peygamber’e kin ve nefret dolu gözle bakıyorlar ve ‘bu,
herhalde delinin biridir’ diyorlardı. O bakımdan Rasûlullah (s.a.s.)
Efendimiz hakkında bu bapta bir göz değmesi arzusu söz konusu
değildir.
İbn Kesir’in görüşüne göre de anlam şudur: Onlar sana olan
kinlerinden ötürü seni kıskanırlar. Allah’ın seni koruması ve onlara
karşı seni himaye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye kalkışırlardı.
“Gözleriyle seni yıkacaklar” ifâdesine Kelbî, “seni, risaletini
tebliğ görevinden çevireceklerdi”, Hasan Basri: “Neredeyse seni
gözleriyle öldüreceklerdi”, İbn Kuteybe: “Allah, gözü değen kimsenin,
beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz
374 Fethu'l-Kadîr: 5/277
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
değdireceklerdi mânâsını kast etmemiştir. Sen Kur’an okuduğun
zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki
neredeyse seni devireceklerdi” mânâsını vermişlerdir.
Mevdudi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Sanki bakışlarıyla yiyecekler”
Mekke kâfirleri o kadar kızgındılar ki, Kur’an’ı işittikleri
zaman Peygamber’i sanki gözleriyle yiyeceklerdi. Onların bu hali
İsra Sûresi 73. ve 77. âyetler arasında beyan edilmektedir.
Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Bu bakışlar
neredeyse Hz. Peygamber’in adımlarını etkileyeceklerdi. Sarsılmasına,
sürçmesine, dengesini ve gücünü kaybedip yıkılmasına
neden olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu, onların bakışlarının taşıdığı
kin, kıskançlık, çekememezlik, kötülük, intikam, hırs, kızgınlık ve
zehirden çok daha etkin anlatımlı bir ifadedir. Bu zehirli ve kızgın
bakışlar, beraberinde iğrenç küfürler, âdi sövgüler ve aşağılık iftiralar
da taşıyor: “O delidir’ diyorlardı.”
Hârikalar saçan fırça bu sahneyi Mekke’deki genel davet sahnelerinin
arasından olağanüstü bir maharetle çizip evrensel perdede
tescil ediyor. Böyle bir sahne, ancak kalplerinden ve gözlerinden
böylesine kızgın ve aşağılık bir kin akan ileri gelen inatçı ve
suçluların yer aldığı bir halkada yaşanabilirdi.
“Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 375
Kâfirler, gözleriyle bile Peygamberimizi yok etmek istiyorlardı.
Bu Kur’ân’ın âyetlerini işittiklerinde gözleriyle Peygamberimizi
yemek istiyorlardı.
Bu günde aynısı değil mi? Allah’ın kelâmı her yerde okunmaya
başlıyor. Böyle olunca, birilerinin gözleri belermeye başlamıştır.
Gözleriyle müslümanları yok etmeye yöneliyorlar, ama Allah (c.c)
diyor ki; bu belirli grubun, belirli yörenin, belirli bir ırkın kitabı
değil, bütün âlemlere indirilmiş bir zikirdir, bir nasihattir, bir yol
göstericidir. İnsanların gönüllerini etkileyecek kelimeler ve iman
esasları canlı ve taze olarak hayata tümüyle yansıtılmasını beklerken,
yeryüzünü ıslah edip dünyanın ihtiyaç duyduğu huzur ve
İslâmî sistem bu Kur’an sayesinde mutlaka bir gün kurulacaktır.
Nazarın etkisini kabul etmeyenler, Kur’ân-ı Kerim’den yola çıkarak
önemli deliller ileri sürerler:
1- Allah, bizi haketmediğimiz bir nedenden dolayı, sırf birisi
baktı (nazar etti) diye cezalandırmaz. Cezalandırması, O’nun
375 68/Kalem, 52
CİN
- 103 -
adâlet anlayışına ters düşer.376
2- İnsanın başına gelenler, kişinin kendi yapıp ettiklerindendir.
377
3- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle baktık diye
onun başına gelenlerden biz soumlu tutulamayız.378
4- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle bakmak kınanmamıştır.
379
5- Allah isteyip uygun görmedikçe kimse sıkıntı ve zarar veremez.
380
6- Kötülüğü ve zararı başkasından bilmek Kur’ân’ın öğretisine
aykırıdır.381
7- Kur’ân’da nazara (bakışlardaki yıkıcılık) olur veren bir ifade
ve nesnel (somut) olarak kanıtlanmış ilmi bir bulg yoktur. 68/Kalem
Sûresi 51. âyeti de, İslâm düşmanlarının vahiy elçisi Muhammed’e
(s.a.s.) olan öfkelerini ve onu doğru yoldan kaydırma isteklerini
anlatmaktadır. Nitekim benzer ifadeler başka ayetlerde de vardır.
382
8- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; sorumsuzluklarımızı,
başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı
başkalarına yüklemektir.
9- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak, toplum içinde insanları
birbirine düşürmek, dedikodu ve bölücülük yapmak, dertlerimiz,
sorunlarımız, sıkıntılarımızın kaynağını yanlış yerde aramak
ve böylece sorunların katlanarak sürmesine neden olmaktır.
Nazara diğer bir kanıt olarak Kur’ân’dan Felak ve Nas sûreleri
getirilir. Bu iki sûrede de nazara doğrudan bir vurgu yapılmaz.
Felak sûresinde; kötülüklerden Allah’a sığınmadan söz edilirken,
kıskancın yapabileceği kötülüklerden de Allah’a sığınılır. İnsanların
birbirine yaptığı yüzlerce kötülük varken, nazarın akla
gelmesi dinin mantık dışına itilmek istenmesinden kaynaklannmaktadır.
376 11/Hûd, 101; 16/Nahl, 118; 43/Zuhruf, 76
377 42/Şûra, 30; 4/Nisâ, 79
378 52/Tûr, 21; 74/Müddesir, 38
379 3/Âl-i İmrân, 14
380 6/En’âm, 17-71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/Enbiyâ, 6; 22/
Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkâf, 4-5; 48/Fetih, 44
381 4/Nisâ, 78-79
382 17/İsrâ, 73-76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
Kıskançlığa en somut örnek, eşlerin veya sevgililerin birbirlerini
kıskanmasıdır. Bu kıskançlıkta eşler, acaba gözleriyle mi, yoksa
sözleriyle ve davranışlarıyla mı birbirlerini rahatsız ederler?
Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk
getiremez. Eğer böyle bir imkân olsaydı, nazarı en fazla ideolojik
alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanlarımızı
nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde...
İktidar kavgasında muhalefet liderler de sanırım nazardan çokça
yararlanabilirlerdi.
Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini
yorar da nazarı oana bir zarar veremez! Nazar, ne hikmetse genelde
orta halli ailelerde ve özellikle günahsız yeni doğan çocuklara
değer!
Cenâb-ı Allah Âl-i İmrân sûresinin 110-120. âyetlerinde kıskanç/
kindar insanların şahsiyeletlerinden bir kesit sunmaktadır.
Bizim dışımızdaki inkârcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından
dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu âyetler bildirmektedir. Ama
sabreder ve Allah’tan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar
veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!
İslâmî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur.
Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak “ nazar
manyetik dalgalarıyla”(!) tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle
bağlı olamaz, olmamalıdır.
Bu arada, eğer nazar varsa, Müslüman olmayanlar, Felak ve
Nas sûresi gibi duaları bilmediklerine göre, nazarla ilgili sorunlarını
nasıl çözecekler? Yoksa sadece Müslümanlara mı nazar değmektedir?
Müslüman olmayanları nazar etkilemez mi?
Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez.
Bu konuda 10/Yûnus,102; 48/Fetih, 11 ve 72/Cinn, 21 gibi âyetlerin
dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.
İnsanları, Allah’ın dışında, anlamsız korkularla zapt u rapt altına
almak, onlara yapılacak en büyük zulûmdür, diye düşünüyoruz.
Müslüman, Allah’ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir
imkân tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye
kapılmamalıdır.
Bir kasabanın, bir ilçenin veya bir ilin tüm insanlarını incelemeye
alalım. Bakışlarıyla, bir binayı, bir ağacı, bir insanı deviren
kaç kişi bulabiliriz? Bakışlarıyla televizyonu yerinden indiren, arabayı
durduran, insanın kolunu-bacağını kıran, gözünü çıkaran, bir
elbiseyi yırtan, üzerimize taş fırlatan, altımızdan koltuğu çeken
kaç kişi vardır? Bu ve benzeri inançlar, halkı uyutan ve uyuşturan,
kendisinden ve kendi gölgesinden bile korkutan inançlardır.
CİN
- 105 -
Böylesi inancın yaygarasını koparanlar; nazar ve büyü teraneleriyle,
evinde eşya bozulunca faturayı komşuya, çocuk başarısız
olunca faturayı bir başkasına çıkararak halkı farkına varmadan
birbirine düşürmektedir. Çünkü onlara göre, nazarın kimde olacağı
belli olmaz, kimin kime zarar vereceği de belli olmaz. Onlar,
nazar, büyü vb. inançlarla insanların başarısızlıklarını, sıkıntılarını,
hastalıklarını ve zararlarını gizemli bir şekilde başkalarına yıkmakta,
sorumluluğu başkalarına yüklemekte ve insanları birbirlerine
düşman etmektedirler.
3) Hadislerde Nazar Değmesi: Hadislerde, nazar değmesi bir
vâkıa olarak anlatılmış ve onun, hak (gerçek) olduğu belirtilmiştir.
383 Konuyla ilgili hadislerden bazı örnekler görelim:
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsaydı,
onun önüne nazar değmesi geçerdi.” 384
“Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar.” 385
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsa idi, nazar
değmesi geçerdi. Sizden yıkanmanız istendiğinde vücudunuzu yıkayın.”
386
Son hadiste geçen “Sizden yıkanmanız istenince (vücudunuzu) yıkayın”
sözünden maksad, yukarıda zikrettiğimiz, Câhiliye Arapları
arasında uygulanan ve kendisine “nazar abdesti” de denilen bir
çeşit, nazardan korunma âdetidir. Sünnetin de kabul ettiği anlaşılan
bu âdetin, nasıl yapıldığı hakkında değişik rivâyetler vardır. Bu
rivâyetlerden biri şöyledir: Bir kap içinde su doldurulur. Kap yere
konmaz, (ondan nazarı değen kimse) bir avuç alarak mazmaza
yapar ve suyu yine kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak
yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alır, sağ elini; sağ eliyle su alarak,
sol elini yıkar. Dirsekleriyle topuklarını yıkamaz, sonra bu şekilde
sağ ayağını sol ayağını yıkar. Sonra izarının altını (bazıları bunu
avret mahalli diye anlamışlardır) yıkar. Böylece yıkama işini bitirir.
Yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin arkasından döker. Nevevî
diyor ki bu mânâyı tahlil etmek ve hakikatini anlamak mümkün
değildir. Bizce bilinen şeylerin hepsinin sırlarına ermek aklın kuvveti
dâhilinde değildir. Onun mânâsını akıl almıyor diye de reddedilmez.”
387
Bununla beraber, nazarı değen kimsenin bu şekilde abdest
almaya mecbur edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir.
383 Müslim, Selâm, 41/11, 1719
384 Müslim, Selâm, 42/11, 1719
385 İbn Kesir, Tefsir, IV/411
386 Müslim, Selâm 42/11, 1719
387 Nevevî, el-Minhac, XIV, 172
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
Bazıları: Bir kimsenin nazarı değdiği anlaşılırsa, ondan korunmak
icap eder. O yerin halkı, onun nazarından korunmalıdır388 şeklinde
görüş ileri sürmüşlerdir. Hatta “Onun evine kapanmasını temin etmeli,
fakirse yetecek rızık vermeli” tarzında yorumlar yapılmıştır.
Fakat nazardan korunmanın en mâkul ve uygun olanı, bu konudaki
me’sûr duaları okumaktır.389 Bu duaların okunması, Hz. Peygamber
tarafından bizzat istenmiş390 ve öğretilmiştir. 391
Öğretilen ve okunması tavsiye edeline bu dualar, Allah’ın varlığını,
birliğini yani Tevhidi içeren ve sadece O’na sığınmayı anlatan
metinlerdir. Yoksa Câhiliye Araplarının yaptığı gibi, birtakım
“temâim ve nazarlıklarla, kâhinlerin, arrafların, afsuncuların, sihirle
uğraşanların, cinlerle irtibat halinde olduklarını iddia edenlerin
okudukları tekerlemeler değildir. Çünkü sünnetin koyduğu her
şey, Tevhid’i korumaya daima özen göstermiştir.
Nazar değmesi inancı, hemen her toplumda görüldüğünden,
kendine has karakter ve yorumlarıyla, yeni şekilleriyle bürünmüş
olarak ortaya çıktığından, menşeinin hangi toplum olduğunu
tesbit etmek oldukça zordur. Ancak psikolojik temelleri olduğu
muhakkaktır. Hatta şöyle de denilebilir: Belli bazı renklere karşı
hassas olan kimselerin, o renge sahip gözleri olan kimselerin bakışlarının
etkisinde kalabileceklerini düşünerek tedirgin olmaları
halidir. Olay, şuur altındaki hissiyatın açığa çıkması olarak da anlaşılabilir.
Hadiste geçen “Nazar Haktır” ifadesi de, bize böyle bir
etki altında kalmanın mümkün olduğunu anlatmak için söylenmiş
olabilir. 392
Bir şeye bakmak anlamına gelen nazar tasavvufta şeyhin,
mürşidin müridine, salikine, manevi yolla bakması, feyiz vermesi;
Türk kültüründe ise göz değmesi, bir olayı ve belli bir biçimde ele
alma demektir.
İslâmî kaynaklarda “isabet-i ayn” olarak geçen ve kültürümüzde
daha çok “nazar değmesi”, nazara gelmek, nazara uğramak,
göz değmek tabirleri kullanılan “nazar”, özellikle açık mavi
gözlü, keskin bakışlı kimselerin bir insana, hayvana veya güzel
bir eşyaya, âlete, işe vb. şeye bakması ile ona etki etmesi, zarar
vermesi, insanın hastalanması, eşlerin, ailenin, ortak iş yapanların
huzursuz ve geçimsiz olması, düzenin bozulması, işlerin kötüye
388 Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX/607
389 Müslim, Selâm 172; Buhârî, Tıb 24
390 Müslim, Selâm 1725
391 Müslim, Selâm 46-47/11, 1723
392 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 192-198
CİN
- 107 -
gitmesi anlamında kullanılmaktadır. Kötü gözle, kıskançlıkla bakmanın
etkili olduğu, insanın olumsuz yönde etkilendiği, hatta
hastalığa sebep olduğu yaşanan, bilinen, görülen, gözlenen bir
olgudur. Peygamber (s.a.s.) “Göz değmesi gerçektir”393 buyurmuştur.
Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunmak, Allah’a dua etmek
sûretiyle, nazar değmesinden kurtulmak mümkündür. Göz değmesi
ve psikolojik hastalıklara karşı rukye ile (okuyup dua ederek)
tedavi edebileceğine dair hadisler vardır.394 Peygamberimiz (s.a.s.),
“Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Ey acıyı, sıkıntıyı, hastalığı gideren Allah,
bu hastaya şifa ver, çünkü sen şifa verensin, Senden başka kimse şifa
veremez. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık kalmasın.”
diye dua etmiştir.395 Yine Peygamberimiz kötülüklere, kötü insanların
şerlerine karşı, “Yarattıklarının şerrinden tam kelimeleriyle
Allah’a sığınırım” şeklinde dua edilmesini, Allah’a sığınılmasını
tavsiye etmiştir. 396
Maddî manevî her türlü hastalık için, tedaviye başvurmak,
doktora gitmek asıldır. Ancak şifayı verenin, ilaçlarda devayı var
edenin Allah olduğu unutulmamalıdır. Göz değmesi, korkma vb.
psikolojik hastalıklarda kişi dua ederek, Allah kelâmı olan Kur’ân
âyetlerini ve sûrelerini okuyarak kurtulmaya çalışabilir. Ancak nazar
değmesin diye muska, nazar boncuğu denilen gök boncuk,
ağaç parçası, at nalı, kafatası vb. şeyler takmak, nazardan kurtulmak
için kurşun döktürmek, tütsü yapmak doğru değildir. Bunların
din ile tedavi ile bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz bu tür şeyleri
hoş görmemiş, nazarlık takılmasını men etmiştir.397
Sihir/Büyü
Sihir, yapılış şekli ve meydana getirdiği etki açısından, uzmanlık
gerektiren bir sanattır, inanç değil de sanat olan bu olayı, halk
inançları içinde görmek her ne kadar, ilk anda yadırganacak bir
husus ise de, meydana getirdiği etkinin şiddetinden dolayı, halkta
uyandırdığı tepki, ona âdeta inanç hüviyyeti kazandırmıştır. Biz
meseleye bu yönü itibariyle yaklaşarak sihri, halk inançları arasında
incelemeyi uygun bulduk.
Sihir, lügatte, “ne olursa olsun sebebi gizli olan şey” demektir.
Şer’î örfte ise, “sebebi gizli olmakla, hakikatin hilafına tahayyül
olunan yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan
393 Buhârî, Tıb 36; Ebû Dâvûd, Tıb 15
394 Ebû Dâvud, Tıb 18
395 Ebû Dâvud, Tıb 19; Buhârî, Tıb 38
396 Ebû Dâvud, Tıb 19
397 Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39); Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
eden herhangi bir şey” demektir. “Esrarengiz gizli sebeple incelik,
zahirî cazibe, hud’a kötü maksat, sihrin mâhiyetini teşkil eder. İnsafsızlık
ve ahlâksızlık sihrin köküdür.398
Türkçemizde sihir: “Büyü, cadılık, gözbağcılık olarak bilinir.”399
Bu işin bir çeşit illizyon (illustion) olayı olduğu da düşünülebilir. 400
1) Câhiliyede Sihir: Sihir, Câhiliye Araplarının inanç dünyasında,
etkin bir yere sahiptir. Onlar, görmedikleri bir şeyden ya da
alışmadıkları, duymadıkları şeylerden sözeden, konuştuğu konularda
birtakım gizli kapalı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini
gördüklerinde onu, büyünün (sihrin) etkisine girmiş kabul ediyor,
onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı. Duydukları bu yeni şeyler
onlar için, sanki sihirden başka bir şey değildi.401 Onlarda, şeytanlarla
büyü ve büyücüler arasında öğrenci-öğretmen ilişkisine
benzer bir ilişkinin olduğuna dair anlayış vardı. Büyücünün, kişi
ile hanımı arasını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı.
402 Cinlerin, dâhî kimselerle ilişki kurdukları şeklindeki Câhiliye
inancı, sihirbazların da tıpkı kâhinler gibi, cinlerle ilişki kurduklarını,
onları kendi işlerinde kullandıklarını ifade ederek insanlar
üzerinde etkili olmaya çalışmaları, Câhiliye Araplarını cinlerin, sihirbazlara
yardımcı olduklarını zannetmeye sevketmiştir. 403
Birtakım rivâyetlerden öğrendiğimiz gibi, sihir denilince ilk
akla gelen, Beni Züreyk’li bir Yahudi olan Lebid bin A’sam’ın Hz.
Peygambere sihir yaptığı rivâyetidir.404 Bu olayın varlığı tartışmalı
olmakla birlikte, anlaşılan şudur ki, sihir olayı Câhiliye Arapları
arasında yaygındı. Bu işi bilen, sanat edinmiş kişiler, o devirde çok
sayıda bulunuyordu. Kur’an’da: “Büyü, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler”
kavramlarının, defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin,
Hz. Peygamber’i büyücülükle itham eden sözlerinin hikâye edilişi,
Arapların İslâm’dan önce, sihir ve sihirbazları bildiklerine ve onlarla
sıkı münasebet halinde olduklarına güçlü bir delildir. 405
398 Râğıb, Müfredat, s. 331; Yazır, M. H., Hak Dini
399 Kamus, I, 887-888
400 Redhause, English-Turkish Dictionary s. 483
401 7/A’râf, 132; 5/Mâide, 110; 10/Yunus, 76; 11/Hûd, 7; 27/Neml, 13; 26/ Şuarâ,
34; 38/Sâd, 4; 51/Zâriyât, 52
402 2/Bakara, 102
403 Taberî, Tarih, I, 445; İzzet Derveze, Asrun-Nebî, s. 294-298
404 Buhârî, Tıb 47, 49, 50, VII, 28-30; Cizye 14, IV 68, Edeb 56, VII, 88; Müslim,
Selâm 43, II, 719
405 İzzet Derveze, a.g.e., s. 271; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk
İnançları, Beyan Y., 199-201
CİN
- 109 -
2) Hadislerde Sihir: Büyü, afsun, nirenk ve füsun gibi tabirlerle
de ele alınan sihir,406 değişik münasebetlerle Kur’an’da iştikakıyla
birlikte 80’den fazla yerde geçmektedir.407 Hz. Peygamber’in hadislerinde
zikri geçen sihir, hüküm itibariyle, reddedilmiş, bu, “sihir
yahpmak şirktir”;408 “Sihre inanan cennete giremez” 409 şeklindeki hadislerle
ifade edilmiştir.
Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde, Hz, Peygamber’in kaçınılmasını
istediği yedi şeyden biri de büyüdür (sihirdir).410 Hadiste geçen diğer
altı şey ise: “Allah’a şirk koşmak, zina yapmak, faiz yemek,
yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına iftira atmak).
Başka bir hadiste ise: “Kim düğüm bağlar, sonra da ona üflerse sihir
(büyü) yapmış olur. Sihir (büyü) yapan da şirke girmiş olur.” 411
Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı gibi, sihir yapmanın,
bununla meşgul olmanın haram olduğu, günah-ı kebâirden sayıldığı
görülmektedir. Bununla beraber konuya daha geniş açıdan
bakarak bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlar genel
hatlarıyla şöyle hülasa edilebilir:
Farklı görüşler ileri sürenlerden biri Nevevî’dir.412 Şöyle der:
“sihir yapmak haramdır. Kebâirden olduğu hususunda icmâ vardır.
Rasûlullah (s.a.s.), sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır.
Bazı sihir vardır ki, onu yapmak küfürdür, bazısını yapmak ise
günahtır. Söz gelimi, içinde küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan
sihir, küfürdür, bu şekilde olmayanlar için küfür hükmü verilmez.
Ancak sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haramdır. Şâyet,
mâhiyetinde küfrü gerektiren bir şey varsa, bunu öğrenip öğretene
tevbe teklif edilir, tevbe etmezse öldürülür. Küfrü gerektiren
şey olmadığı takdirde, azarlanır (ta’zir edilir).” 413
Sihir konu edilince, Hz. Peygamber’e Lebid bin A’sam ve kızlarının
sihir yaptıkları rivâyeti hemen akla gelmektedir. Bu meselenin
aslı nedir? Konu ile ilgili rivâyetlerin durumu nasıldır? Bu
konuda kısaca durmak yerinde olacaktır.
406 Pakalın, M.Z., Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III., 211-217
407 7/A’râf, 115-116, 132; 20/Tâhâ, 55-56, 71; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yunus,
76-77, 81; 11/Hûd, 7; 21/Enbiyâ, 3; 26/Şuarâ, 40
408 Nesâî, Tahrim, 9/VII, 112
409 Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 339; III, 33
410 Buhârî, Vesaya, 23/111, 195; Hudud, 44/VIII, 33; Tıb; 48/VII, 29; Müslim,
İman, 145/1, 92
411 Nesâî, Tahrim 19/VII, 112
412 ö. 676/1277
413 Nevevî, Minhâc, XIV, 176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
Hz. Peygamber’e Sihir Yapılmış mıdır?
Buhârî ve Müslim’in Hz. Âişe’den yaptıkları bir rivâyette şöyle
denilmektedir: “Hz. Peygamber’e (Yahudiler tarafından sihir yapıldı.
Öyle ki Rasûlullah (s.a.s.), yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine
düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken, Allah’a dua etti. Sonra
tekrar dua etti ve dedi ki:
-Ey Aişe, hissettin mi? Sorduğum hususta Allah bana bilgi verdi.
-Hangi hususta Ey Allah’ın Rasûlü? dedim.
-İki kişi bana gelip biri baş tarafıma diğeri ayak tarafımda oturdu.
Biri diğerine:
-Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi.
-Büyüdür, dedi. Önceki tekrar sordu: Kim yapmış?
-Lebid bin A’sam adındaki Beni Züreyk’li bir Yahudi, diye cevap
verdi. Öbürü:
-Büyüyü ne yaptı? dedi. Arkadaşı:
-Bir tarakla saç döküntüsünü, bir erkek hurma tomurcuğunun
içine (koyarak sihir yaptı) dedi. Diğeri:
-Pekâlâ, şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı; ‘Zervan kuyusunda’
cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), ashabdan bir grupla birlikte
kuyuya gitti. Ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra
benim yanıma dönüp:
-Ey Âişe, Allah’a yemin olsun ki, kuyunun suyu, sanki kına ile
ıslatılmış gibi (bulanık,) ve (o kuyunun suyu ile sulanan) hurma
ağaçlarının başları da, sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben:
-Ey Allah’ın Rasûlü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum.
-Hayır, dedi ve ilâve etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lutfetti
ve ilâve verdi. Ben ondan halka bir şey gelmesine sebep olmaktan
korktum, kuyunun kapatılmasını emrettim de kuyu kapatıldı.414
Bu konuda başka bir rivâyet şöyledir: Zeyd bin Erkam naklediyor:
Rasûlullah’a (s.a.s.) sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta
düştü. Sonra Cebrail (a.s.) gelerek: “Seni Yahudilerden bir adam
zehirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı.” dedi.
414 Buhârî, Tıb 47, 49, 50 VII, 28-30; Cizye 14/IV, 68, Edeb 56/VII, 88; Müslim,
Selâm 43/11, 1719
CİN
- 111 -
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’yi gönderdi. O, düğümü oradan çıkarıp
çözdü. (Sihir çözülünce) Rasûlullah (s.a.s), bağdan kurtulmuş
gibi kendine geldi. Rasûlullah (s.a.s.) bunu Yahudiye söylemedi ve
onun yüzünü hiç görmedi.415
Bazı rivâyetlerde, vak’a daha teferruatlı anlatılmaktadır.
Bunlardan birinde gelen ziyade, burada kayda değer. “Hurma
tomurcuğunun içerisinde mumdan bir timsal/heykel vardı. Bu
Rasûlullah’ın timsâli idi Timsale batırılmış iğneler vardı. Ayrıca
üzerinde on bir adet düğüm vurulmuş bir de kiriş vardı. Bunun
üzerine Cebrail (a.s.) Muavvizeteyn sûrelerini indirdi, bunlardan
bir âyet okundukça, bir düğüm çözüldü, bir iğne çıkarıldıkça onun
elemini hissetti, bunlar tamamlanınca rahatladı.”416
Bu olayın, hicretin yedinci senesinde Medine’de cereyan ettiği
ifade edilir. Bu konudaki rivâyetler, Buhârî ve Müslim’in dışındaki
başka kaynaklarda da yer almaktadır. Tartışmaya konu olan tarafı
ise: Hz. Peygamber’e gerçekten sihir yapılmış mıdır? Yapılmışsa,
bunun peygamberlik müessesesiyle bağdaşıp bağdaşmıyacağı hususudur.
Mâzirî (ö. 536/1142), Hz. Peygamber’e sihir yapılıp yapılmadığı
konusunda şu görüşleri savunur: “Rasûlullah’ın Cenâb-ı Hak’tan
naklettiği meselelerdeki sıdkı (doğruluğu) hususunda ve tebligatında
ismet’e (İlâhî korunmaya) mazhar olduğu hususunda delil
ikame edilmiştir. Pek çok mucize, O’nun tasdik edildiğine kesin
deillerdir. Aksine delil tecviz etmek bâtıldır. Ancak asıl gönderiliş
gayesinin dışında kalan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen
bir kısım dünyevî işlere, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi
mâruzdur, hastalıklar gibi. Öyleyse herhangi dünyevî bir meselede,
hakikat olmayan bir zanna düşürülmesi akıldan uzak değildir.”
Mâzirî ilaveten der ki: “Esasen Rasûlullah’ın zanna düşürülmesi
hususu, bazı rivâyetlere göre, zevceleriyle beraber olmadığı halde
beraber oldu zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara, rüyada
insanlar sıkça düşer. Uyanık halde iken düşmesi de imkândan uzak
değildir.417
Muhammed Ebû Şehbe bu konuda, “Difâun ani’s-Sünne”418
isimli eserinde İbn Kayyım’ın (ö.751/1350) şu sözlerini kaydeder:
“Buhârî ve Müslim (sihirle ilgili) hadisin sahih olduğunda ittifak
415 Nesâî, Tahrîm 20/VII, 112
416 İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, X, 188
417 İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, X, 185
418 Türkçeye Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafından "Sünnet Müdafaası"
adıyla 2 cilt halinde tercüme edilmiştir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
etmişlerdir. Ayrıca hadisçilerden hiç bir kimse, bu hadis hakkında
ileri geri laf etmemiştir. Hadis, tefsir, tarih ve fıkıh ehli tarafından
bilinen meşhur bir hadistir. Bu kimseler, böyle konuları Kelamcılardan
daha iyi bilirler. Sonra Rasûlullah’ın başına gelen sihir, gelip
geçici, Allah’ın kendisine şifâ verdiği bir hastalıktı. Bunda ise
ne bir ayıp vardır ne de bir kusur. Çünkü peygamberler de pekâlâ
hastalanabilirler, hatta bayılabilirler de...” 419
Kadi Iyaz konuya daha değişik açıdan bakarak, ‘’Sihir Hz.
Peygamber’in sadece vücudu ve âzâları üzerinde tesirini gösterdi,
onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında) göstermedi”
der. 420
Görüldüğü gibi görüşlerini sunduğumuz İslâm bilginleri, Hz.
Peygamber’e sihir yapıldığını, fakat onun peygamberlik görevini
etkilemediğini, sadece bir çeşit hastalık niteliğinde olduğunu belirtmektedirler.
İbn Kuteybe de aynı kanaattedir. 421
“Hz. Peygamber’e sihir yapılmıştır ve O da sihrin etkisinde kalmıştır”
şeklindeki bir inanç-etkilenme ister sadece bedenî yönden
olsun, isterse aklî yönden olsun peygamberlik müessesesi ile bağdaşmaz
diyen İslâm bilginlerinin başında Nazzam (ö. 221/835) gelmektir.
Mu’tezile, Hz. Peygamber’e sihir yapıldı demenin, Kur’an
âyetlerine aykırı olacağını savunarak “bu fikirde ısrar etmiş, sihirden
teessürün (etkilenmenin) mansıb-ı nübüvvete yakışmayacağını”
söylemişlerdir.422 İmam Maturidi’den (ö. 331/942) nakledildiğine
göre Ebû Bekir Esam burada merviy olan (rivâyet edilen) sihir
hadisi metruktür. Metruk Hadis: Hadiste yalan söylemek ithamına
mâruz kalan yahut söz veya fiilinde fıskı açığa çıkan yahut da çok
yanılma ya da gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına rivâyet
ettiği hadise denir.423 Çünkü bundan, kâfirlerin Hz. Peygamber’e
meshûr (sihirlenmiş) demelerinin sıdkı (tasdik edilmesi) lâzım gelecektir.
Bu ise Kur’ân-ı Azimü’ş-şân’ın nassına muhâliftir”424 der.
“Ancak şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, (sihir yapıldı
ve Hz. Peygamber ondan etkilendi şeklinde nakledilen)
bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile,
Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka
itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildirler. Zira
esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değildirler. Haber-i
419 M. Ebu Şehbe, Sünnet Müdafaası, II, 157-158; İbn Kayyım, et-Tefsir, 5 64-5
72'den naklen
420 İbn Hacer, a.g.e., X, 185
421 İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, s. 177
422 Yazır, M. H., Hak Dini Kur'an Dili, XI, 6356
423 Kemalü'ddin et-Tai, Rîsâletün fi Ulûmi'l-Hadis ve Usûlihi, s. 91; Uğur, M.,
Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 222
424 Yazır, M. H. a.g.e., IX., 356
CİN
- 113 -
âhad: Bir nesilde bir tek râvi tarafından rivâyet edilen habere,
haber-i vâhid; birkaç nesilde birer râvi tarafından rivâyet edilene
haber-i âhad denir.425 Haber-i ahad’ın sıhhati ise, itikadın cevazını
ifade etse bile, vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın
vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı
câiz bile olamayacağına dahi kail olanlar vardır.426 Muhammed
Abduh da konuya benzer ifadelerle temas ederek şu açıklamayı
yapar: “Nübüvvetin ne olduğunu ve onun gereklerini idrâk edemeyen
mukallidlerin büyük bir bölümü şöyle derler: “Rasûlulah’ın
büyülendiğine dair bize ulaşan rivâyetler sahihtir... Kuşkusuz bu
haberde geçen sihir, Kur’an’da varlığına işaret edilen sihir türlerinden
biridir.” Bakın, sahih din ve açık bir gerçek, mukallidlerin
nazarında nasıl bid’ate dönüşüveriyor. Bundan Allah’a sığınırız.
Sihrin sübûtu hususunda Kur’anla ihticac edip, Rasûlullah’ın sihirden
berî (uzak) olduğunu ifade eden mutlak âyetlerden nasıl yüz
çevirebiliyorlar?427
Bu âyetleri te’vil edip de, sihrin varlığını ispat ettiği söylenen
âyetleri neden te’vil etmezler? Kaldı ki müşriklerin maksatları ortadadır.
Onlar, Rasûlullah’ın şeytanla ilişkide olduğunu söylüyorlardı.
Bu ise oların nazarında sihir türlerinden biriydi. Rasûlullah’ı
büyülediği söylenen Lebid bir el-A’sam’m büyüsü de bu büyünün
aynıydı ve müşriklerin iddialarına göre Rasûlullah, bu büyünün
tesiriyle aklını ve idrâk gücünü karıştırmıştı.
İtikad edilmesi gereken husus; Kur’ân-ı Kerim’in kati olduğu
ve Allah Rasûlünden tevatüren bize kadar geldiğidir. Gerçekten
itikada lâyık olan onun ispat ettiği; îtikad edilmemesi gereken de
onun nefyettiğidir. Rasûlullah’ın sihirden ve büyülenmekten emin
olduğunu Kur’an ifade etmekte olup, onun büyülendiğine dair
iddiaları da, düşmanları olan müşriklere isnad etmekte ve onları
bu iddialarından dolayı kınamaktadır. Öyleyse, o kati sûrette büyülenmemiştir.
Sahih olduğunu varsaysak dahi, bu, âhad bir hadistir.
Akideye taalluk eden meselelerde ise âhad haberle amel
edilmez.428
Bununla beraber bu meseleyi Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid’at ve İ’tizal
meselesi gibi tasvir etmek de, sihri haddinden fazla büyütmek gibi
425 Kemalüddin et-Tâî, a.g.e.; s. 67; Uğur, M-, a.g.e. s. 1; Koçkuzu A.O., Rivâyet
İlimlerinde Haber-i Vâhidlerin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s. 78-80
426 Yazır M. H., a.g.e., IX 6356
427 O âyetler: 17/İsrâ, 47; 25/Furkan, 8 -Âyetlerin meali: "Biz onların seni dinlerken,
ne sebeble dinlediklerini, kendi gizli konuşurken de zâlimlerin 'Siz
büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini gayet iyi
biliyoruz.” -17/İsrâ, 47-“...Ve zâlimler "Siz başka değil, sadece büyülenmiş
bir adama uymuyorsunuz" dediler" -25/Furkan, 8-
428 Mahmud Ebû Reyye, Advâ Ala's-Sünnetil-Muhammediye, terc. Muhammedî
Sünnetin Aydınlatılması, s. 3790-380, Muharrem Tan
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
bir ifrattan hâlî olmaz.429 Ancak bahsimize konu olması hasebiyle,
“Hz. Peygamber’e sihir yapılmış mıdır?” sualine cevap olarak sunduğumuz
bu açıklamalarda varılan sonuç, Muhammed Abduh’un
da gâyet açık olarak ifade ettiği gibi Rasûlullah’a büyü yapılmamış
olduğu kanaatinin daha makul olacağı yönündedir. Bu konudaki
hadisler te’vile muhtaçtır.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler
bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in,
kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki
sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de
nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen
Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri
sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri
belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden
sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e
sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle
herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine
aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i
sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını,
büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu
söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî
âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın
da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de,
bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına,
Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr;büyülenmiş” dediklerini
ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular:
“...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş
(meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler
verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.” 430;
“Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında
da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” 431
Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş,
cinler tarafından deli edilmiş) de değildir: “ (Ey Muhammed!) Sen
429 Yazır, M. H. Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6357
430 25/Furkan, 8-9
431 17/İsrâ, 47
CİN
- 115 -
öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli.
Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını
gözetliyoruz’ mu diyorlar?” 432; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti
sâyesinde- mecnun değilsin.”433; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız
(Muhammed) mecnun değildir.” 434
Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını
net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.” 435
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları,
sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz” 436;
“Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir
sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.”437; “Onlar
(iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl
olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların
işini düzeltmez.”438 Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir
ettiğiyle ilgili rivâyetler, büyücülerin başarılı olamayacağını ifade
eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları
ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları
da düşünülemez.
Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur:
Büyünün en etkin şekilde ve insana zarar verecek tarzda kullanılmasının
(kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu
söylenir. Hâlbuki kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır.
Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını
Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir
şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan
Allah’a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül
edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.”439 Allah, İblis’in
kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade
şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum
da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de
bana hemen icâbet ettiniz.”440; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey
şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için)
vekil olarak Rabbin yeter.” 441; “Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gü-
432 52/Tûr, 29-30
433 68/Kalem, 2
434 81/Tekvîr, 22
435 5/Mâide, 67
436 20/Tâhâ, 69
437 10/Yûnus, 77
438 10/Yûnus, 81
439 16/Nahl, 98-99
440 14/İbrâhim, 22
441 17/İsrâ, 65
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
cün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).”442; “Şeytanların
kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya
düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve
onların çoğu yalancıdır.” 443
Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.)
hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet
edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler
peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif
düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her sözü ve her hareketi birer
sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması
mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir
yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal
buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber
verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir.
Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde
ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz.
Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince;
inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz.
Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında
şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil
olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil
olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen
rivâyetler de bunlardır.” 444
Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı
iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda
şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî
olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir
bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu.
Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye;
Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü
yapan üfürükçüleri şerrinden” 445 âyetinin sihirle ilgili olması, diğer
âyetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin
bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu
söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.” 446
Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla
ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin
sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için
442 15/Hıcr, 42
443 26/Şuarâ, 221-223; yine bk. 16/Nahl, 100
444 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
445 113/Felak, 4
446 Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312
CİN
- 117 -
olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade
edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad
hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadin sıhhati ise itikadın
cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda
itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan
dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim
İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada,
rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bunda kâfirlerin
Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olması gerekecektir.
Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir” demiştir.
447
Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri
bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz” 448 demektedir.
Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti
yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada
üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu
sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve
Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına
ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim
(etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad
etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir” 449 demektedir.
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün
peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk
sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş”
diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin
Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir
ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için
câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin
getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin
ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir.
Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah’a ait olduğu, ne
kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili
değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü
yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmayı emretmektedir. Bundan
sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan,
onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden
447 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356
448 İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200
449 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 9, s. 6358
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
Allah’a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs
sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden
Allah’a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde
anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.
Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe
çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir.
Orada bir avuç müslüman, bir yandan her biri birer şeytan
gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan
müşrik insanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü
vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde
müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah’a
sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan
müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin
tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır.
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.
Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...” 450 âyeti,
insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını
bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse
Allah’a sığın.”451 âyeti de bu gibi telkinlerden Allah’a sığınmayı emretmektedir.
Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.
Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü
birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin
antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise
Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in
tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği,
yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.
Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet
etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce
mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak
için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber
(s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır?
Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan
biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne
gerek vardır?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği,
siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi,
Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir
şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün
etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla
450 6/En’âm, 112
451 7/A’râf, 200
CİN
- 119 -
ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce
şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden
çekinmek lâzımdır.
Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını
vaad etmiştir.452 Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün
etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek
kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu,
ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette
böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e
büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O
zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...”
453; “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’
dediler...” 454 Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış
diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı
hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu
çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin
bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte
Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen
ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen
bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas
büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri
etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır,
aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani,
büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini
yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ
sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü
olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan
uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını,
cinnin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de 455 bu
büyü yalanını reddetmektedir. 456
Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e
yapılan büyünün Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil
de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve
bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması
gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar vermediğini
söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki
452 5/Mâide, 67
453 17/İsrâ, 47
454 25/Furkan, 8
455 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
456 S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı
halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin
altı ay böyle sürdüğü” anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal
gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ
O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu
esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle
karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer
alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı
halde onu yaptığı hayali gelirdi” gibi “hayal görme” lafızlarından
anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu
tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı
ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla,
bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini
herkes bilir.
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e
sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış,
hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla,
Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini
kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek,
yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber
üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine
kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca
iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan
annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel
arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış
düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, insanüstü
boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun
sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin
teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için
ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir.
Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri
toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz.
Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden
koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler
bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından
zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor.
Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur.
Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır.
Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından
bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple
Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a
CİN
- 121 -
başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne
işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden
de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz.
Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi
söz konusu değildir.
Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü
atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan
medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi
arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından
durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu
almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd
bin el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû
Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ
için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket
etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden medet uman,
ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına,
maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara
herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini
koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da
(onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice
rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini
sağlamıştır.
Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt
kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan
da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale
sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber
üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler,
kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim
râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden
birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden
olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir”457 demektedir.
Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da
aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin
aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin
metnine eklendiğini söylemiştir.458 Büyünün Hz. Peygamber’e
tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir
şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına
yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi”
tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da
457 Buhârî, Tıb 49
458 Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin
veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin
arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta
yarar vardır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza
çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat
yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada
bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte,
çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün
değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların
vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki
yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca
tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin
ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin
bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir.
Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur;
yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı
sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın
şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. 459
Sihrin Menşei/Kaynağı
Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmekteyiz.
Kur’an’ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği
zamanında sihrin çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafından
insanlara öğretildiği şeklindedir. 460
Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi’nde, “Sihir”
maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda aynı
şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek
sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu
uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler’de
(Eski Yunan), Bâbil’de, Mısır’da, İran’da, Keldâniler’de, Hintlilerde
ve İbn İshak’a dayandırarak eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek,
düşmanları öldürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda
uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna
işaret eder.”461
İslâm öncesi Arabistan’da sihir, Arapların kendileriyle yakın
ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar gibi
459 Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-
Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A.Osman Ateş, Kur’an ve
Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 268-291
460 2/Bakara, 101
461 D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A., X: 599-611
CİN
- 123 -
halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar,
tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabii ki sünnette
meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun dışındadır), yıldızlara
bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve
dikey olarak toplandığı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli
değerlerinden yararlanarak geleceği okumak demek olan Cifir,
bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.462
Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, bu anlamı veren
“Sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi ; Maji”,
“Magic ; Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılan- ilkel bir çözüm
arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere büyünün temelinde
üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası, b) ilkellik, c) çözüm arayışı.
Bunlardan birincisinin açıklaması şöyledir:
Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün, herkes tarafından
anlaşılamayan, herkes tarafından bilinemeyen ve yapılamayan
birtakım esrarengiz ilişkilerden ve bu ilişkilere dayanan
formüllerden oluştuğu sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin
bir inanış ve kanaat olarak vardır. Ancak büyü, çeşitli şarlatanlıkların
bazı şekilleridir. Çünkü büyünün gerçek olduğunu kanıtlayan
bir kimseye rastlanmamıştır. Ayrıca büyünün bir aldatmaca
olduğunu Kur’ân-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymaktadır. Tâhâ
Sûresi’nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile Mısır Firavun’u arasında
olup biten bir mûcize ile büyü mücadelesi canlandırılmıştır.
Bunlardan özellikle 66-69’uncu âyetlerde büyünün içyüzü bütün
çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerimelerde özet olarak
şöyle bir açıklama vardır:
Firavun’un büyücüleri Hz. Mûsâ’ya, önce hangi tarafın gösteriye
başlamasını sorunca Hz. Mûsâ: “Hayır, siz atın.” yani elinizdeki
sicimleri ve değnekleri atarak büyü gösterisine önce siz başlayın
dediği kaydedilmektedir. 66. ve 67’nci âyetler gösteriyi ve onu şaşkınlık
içinde seyreden Hz. Mûsâ’nın ruh halini anlatmaktadır. Bu
âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından
ötürü, sicimlerinin ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde
canlandırılıyordu.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”
66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye kadar
içyüzünü ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde canlandırılan
asılsız birtakım kımıldayışlar olduğunu ifade etmektedir. Sicimlerin
ve değneklerin, Hz. Mûsâ’nın hayalinde hareket eder gibi
göründüklerini kaydeden bu âyetlerden iki farklı anlam çıkarmak
mümkündür. Birincisi: Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte
462 Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
hareket ettikleridir. İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.
Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü gibi
asılsız bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak dışıdır. Ama
bunu illüzyonistlerin yaptığı gibi bazı hilelere başvurarak yapmak
elbetteki mümkündür. Özellikle ilâhlık iddiasında bulunmuş mağrur
ve çağının en kudretli hükümdarı olarak Firavun’un, sahip bulunduğu
güç ve imkânlarla devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini
bularak bu hileleri yaptırması zor değildi. Kur’ân-ı Kerîm,
büyünün bir gözbağcılık, bir şaşırtma ve duyuları spekülatif yöntemlerle
aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A’râf Sûresi’nin
116’ncı Âyet-i Kerime’sinde açıklamaktadır.
Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri
istenince onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir etki uyandırdıklarını
Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır: “Mûsâ:
‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini büyülediler.
Onları ürperttiler ve muazzam bir büyü ortaya getirdiler.” 463
Âyet-i kerime’deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.” ifadesi çok
açıktır ve bu olaydaki büyünün, gerçek değil, bilakis psikolojik bir
etki yaptığını ortaya koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu
ilâhî açıklamadan kolayca anlıyoruz ki büyünün birtakım hileler
olarak izahı vardır. Bununla birlikte hiçbir gizemli yanı da yoktur.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de sicim diye geçen şeylerin -söylentilere
göre - içleri birtakım kimyasal maddelerle doldurulmuş hayvan
bağırsakları olduğu ve gösteri sırasında bu maddelerin reaksiyona
girerek bağırsakların hareket etmesine neden oldukları ihtimali
bulunduğu gibi, büyücüler benzer bazı spekülatif işler de yapmış
olabilirler.
İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ’nın hayalinde
hareket eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de vardır.
Şöyle ki:
Hz. Mûsâ, Firavun’un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık seyirci
karşısında ve belki de tek başına bulunmak gibi -peygamber
bile olsa- insan moralini olumsuz etkileyen bir konumda idi. Allah
Teâlâ’ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan Firavun’un, bu şedid
ve kanlı diktatörün karşısında bulunmuş olmak ve hele moral
verecek bir taraftar kitlesinden yoksun olmak gibi etkenler hesap
edilirse Hz. Mûsâ’nın bu olayda ne kadar zor dakikalar yaşadığını
tahmin etmek güç değildir. Aslında bu ihtimali araştırmak yersizdir.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya
463 7/A’râf, 116
CİN
- 125 -
koymakta ve Tâhâ sûresinde şunları kaydetmektedir: “Bu yüzden
Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O’na, korkma dedik, asıl üstün
gelecek olan sensin sen!” 464
İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur. Onun
için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.
Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından
ilkelliğidir. Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış ve
uygulaması bakımından ne vahye, ne de akla dayanır. Bilakis vahyi
ve aklı hiçe sayan rezil bir düşünce ürünüdür. Bu gerçeği anlayabilmek
için hiçbir incelemeye ve araştırmaya bile gerek yoktur.
Sadece bir tek büyücü görmek bile büyünün her bakımdan ne olduğunu
anlamak için yeterlidir. Bu sefil insanlar her türlü faziletten
yoksun oldukları gibi onlara inanan ya da tuzaklarına düşen
zavallılarda bile sağlıklı bir moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.
Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı bir büyü
hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”465 buyurmaktadır.
Büyünün, etki yapmak bakımından bir “hiç” olduğunun,
bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.
Büyü, amaç bakımından ilkel ve zararlıdır. Çünkü:
a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte, hatta
onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri anlayabilecek
bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları için, onların basit
düşünce yapıları büyücüler tarafından kullanılmaktadır. Bu ise insan
aklının küçümsenmesi demektir.
b) Büyü, akla dayanmadığı gibi vahye de dayanmamaktadır. Bilakis
vahiy, sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte ve sihirbazı kâfir
olmakla suçlamaktadır. Büyü yapan insanın, İslâm Hukuku’nda cezası
pek ağırdır.
c) Büyü, insanların aldatılmasına ve kötü yönlendirilmelerine
neden olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta günah karşılığında
zarara uğratmaktadır.
Büyü, araç bakımından da ilkel ve zararlıdır: Türüne göre büyüde
kullanılan araçlar son derece iğrençtir. Katır toynağından,
karga beynine, kıldan dışkıya kadar, büyüde en pis ve en necis
maddeler kullanılır. Ne yazık ki bunların bir kısmı da insanlara şu
veya bu şekilde yedirilir.
464 20/Tâhâ, 67-68
465 20/Tâhâ, 69
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli saygısızlıktır.
Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle harap olması istenen
mekânlar ve zarar görmesi istenen insanlar için yapılan büyülerde-
Allah’ın yüce adları ve âyet-i kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve
ayakkabı topuklarına, eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere
gizli şekilde yerleştirilmektedir.
Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm arayışı olmasıdır.
Çünkü büyü ile derdine derman arayan insan, eğer sorunun
çözümü için akılcı ve legal bir yol varsa bu yola inanmayacak
ya da güvenmeyecek kadar rüşdünü yitirmiş biridir. Eğer tamamen
çaresizlik içinde ise bunu, ikinci bir çaresizlikle birleştirecek
kadar Allah’ın feyiz ve nurundan uzak, bilakis dalâlet karanlığına
saplanmış biridir.
Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde kullanılmış
olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü) Kur’ân-ı
Kerîm’de sözü edilmiş ve işlenmiş bir konu olarak vardır. Elbette
ki büyü tarih boyunca insanları meşgul etmiş bir hâdisedir. En
uygar sanılan toplumlar içinde bile sihir yapan ve sihre inanan
insanlar bulunmuştur. Onun için sihrin bir toplum gerçeği olarak
var olduğunu inkâr etmek imkânsızdır.
İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı bir
yorum getirmiş ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır.
Eğer büyünün gerçek anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin
açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri sorun kalmayacaktı.
Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan medet uman nice krallar
olmuştur ki bunların hepsi de sonunda hayal kırıklığına ve hüsrana
uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başarıya ulaştığı
kanıtlanamamıştır. Kaldı ki büyücülere meydan okuyan insanlar
hiçbir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe
uğramamışlardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu
ortaya koyan başlıbaşına bir kanıttır.
Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerîm’in 113’üncü Sûresi olan Felak
Sûresi’nin 4’üncü Âyet-i Kerime’sini göstererek büyünün şerri
hakkında bir kanaat ortaya koymak istemişlerse, hemen ifade
etmek gerekir ki bu âyet-i kerime’de şerrinden söz edilen büyü
değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren” büyücü kadınlardır.
Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!
Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini
vererek duygusal insanların psikolojisini olumsuz yönde etkileyen
kadınlar (veya erkekler) bulunmuştur. Genelde câhil topluluklar
CİN
- 127 -
arasında faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğümlemek, bu
düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kurşun dökmek ve
kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçinmeye
çalışırken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili olabilmektedirler.
Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların
şerrine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inanmak küfürdür.
Yani İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise
şer ve kötülüğün en tehlikelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu
büyü karşılığında ücret vermek, hem işlediği bu ağır günaha
karşılık onu ödüllendirmek, hem zararlı bir faaliyete değer biçmiş
olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından
elbette ki bu yapılanların hepsi şerdir, kötüdür. Rabb’imiz işte bütün
bu kötülükleri işleyen kadınların şerrinden kendisine sığınmamızı
istemiştir.
Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini kazanamamış,
vicdanlarda mahkûm olduğu için hep gizli yapılmış
ve büyü yapanların da yaptıranların da sonu daima pişmanlık olmuştur.
466
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcılık etmek demektir.
Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.467 Kâhin, gizli,
geçmiş haberleri bir nevi kendi zannı ile (tahmini) haber veren
kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak haber veren
kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama, bazen hata eder bazen
isabet eder.468 Kâhin lafzı, daha umumi olup, Arrâf lafzının
mânâsını da içine alır.469
1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında
kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri meslek
halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan kimselerdir.470
Gelecekte olacak şeyler hakkında haber veren ve sırları bilme
iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, kendilerine haber getiren
cinlerden yardımcılarının olduğunu zannederler.471 Bazıları
da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin mukaddimâtı ile bildiklerini
iddia ederler. Muhtelif çeşitleri olan kehânetin bir kısmı cinlerle
466 Ferit Aydın, a.g.e., s. 311-317
467 Kamus, IV, 266; Fischer. F. "Kehânet" maddesi, İ.A. VI, 71
468 İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265
469 Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk
İnançları, Beyan Y., 211
470 İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163
471 Alûsî, a.g.e., III, 269-270
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
ilgilenmekle, bir kısmı tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak
sûretiyle olur.472 Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla
bakıyorlar, onların sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların
doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntıların ve
ruhî problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında,
sıkıntıya düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların katında
huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı.473
Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu,
her mahalleye ait bir kâhinin bulunduğunu474 anlatarak Hicaz bölgesinde
bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini vermektedirler.
Bunlar arasında: İzzi Selemetü’l-Kâhin, Şıkk bin Enmar, Satıh
bin Mazin, Tureyfetü’l-Kâhin, Zebra, Hunafîr bin Te’em, Mûsâ bin
Mezür, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin Kaarib, Fatma binti Mürri
Has’amiyye zikredilmiştir. 475
Araplara ait rivâyetlere dayanarak kâhinler ve kehânet hakkında
şu noktaları tesbit edebiliriz:
a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.
b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerinde, sözlerini ve
cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üslup içinde söylerler. Konuşmalarının
arasına birtakım imâlar yerleştirirlerdi ki, dinleyiciler, bunların
içinden kafalarındaki soruların cevaplarını bulabilirlerdi.
c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, insanlara gaybî
olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.
d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya
kapılarak, hatta bizzat kâhinlerin kendilerinin de dillerinden
dökülen seciler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi olan
cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde yardımcı oldukları
zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cinlerin, göklere
kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip bu haberleri söylediklerine
inanıyorlardı.476
Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cinler ve şeytanlar
idi. Buna bazı Kur’an âyetleri de delâlet etmektedir.477 Şöyle ki:
472 Âlûsî, a.g.e., III, 270
473 Derveze, İ. Asru'n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l-Arab Kable'l-İslâm, I,
229
474 Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze.
a.g.e. s. 293
475 Âlûsî, Buluğu'1-Ereb, III, 269-288
476 İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-
Zeheb, II, 173; Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72
477 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9
CİN
- 129 -
“Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakıp temâşâ edenler
için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat
kulak hırsızlığı yapan olursa parlak/alevli bir ateş onu kovalar.”478; “Onu
inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla dinleyemezler.”
479
Müslim, Abdullah bin Abbas’tan rivâyet edilen bir hadisi şöyle
anlatır: Peygamber’in Ensar’dan olan sahâbîlerinden biri, bana
haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile beraber otururken
bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasûlullah da onlara:
“Câhiliye devrinde bunun gibi bir yıldız atıldığı/kaydığı zaman
sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: Allah ve Rasûlü en iyi
bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu veya büyük bir
kimse öldü der idik, dediler. Rasûlullah: “şüphesiz ki bu yıldız hiçbir
kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek
ve âlî olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arşı taşıyan melekler
tesbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli tesbih
eder. Nihâyet bu tesbih şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra
Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz ne
buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu
şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı diğerinden
haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada
cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi
dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla kendileri taşlanır. İşte bu vecih
üzere, yani kendisinden hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey
sabittir ve vâkidir. Lâkin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma
yaparlar.” 480
Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların kulak
hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki kuran
kâhinlere vermektedirler.
Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok yıldızlara
bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları çekme, problemleri
kâhin’e anlatma, çizgiler çizme, afsun yapma, dualar okuma (kendilerine
has tekerlemeler) gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler
ve bazı tılsımlardan da faydalanmaktadırlar. 481
Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek ülkemizde
de aynı muhtevâyı kapsar tarzda devam etmektedir. Halk
478 15/Hicr, 16-18
479 37/Sâffât, 6-10
480 Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu'l-Umıf; I. 303; Aynî.
Ümdetü’l-Kari, VII
481 Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
arasında bu tür inançlara fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı,
afsuncu, üfürükçü gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere gidilmekte
ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ülkemizde bu işle
uğraşan kişiler, halka güven telkin etmek için kendilerine “hoca”
ismi vermek sûretiyle bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın
mânevî duygularını istismar etmektedirler. 482
2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi,
Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Bu âyetlerle Arap kâfirlerinin Hz.
Peygamber’e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı reddedilmektedir.483
Hz. Peygamber’in hadisleri de kehânet ve kâhinliği yermiş, yasaklamış
ve reddetmiştir. Kâhinlik yapmak, içki içmekle, sihir yapmakla
günah açısından eşit tutulmuştur.484 Bazı hadislerde kâhine gitmenin,
onu tasdik etmenin, Hz. Muhammed’e indirileni (Kur’an’ı)
inkâr etmek demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.
485 Ayrıca “Hulvanul-Kâhin” adıyla, alınan kâhinlik üceretinin
de haram olduğu, özellikle vurgulanmıştır. 486
Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlardan teşe’üm, sihir,
fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur’an’ın temel espirisine
zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur’an ve Sünnet, bu tür inançları ve
Allah’ın birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda şüpheye düşürecek
her davranışı yasaklamıştır.
Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar uzandığını
haber vermektedir.487 Yunan, Mısır, Yemen ve Hicaz gibi
beldelerde kâhinlik ve kehânet biliniyordu. Kuzey Asya halkları
arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler, eski Türk kavimleri
arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâhin, sâhir (sihirbaz)
mânâlarını ifade ettiği gibi, hâzık doktor, âlim, filozof mânâlarına
da gelir. Şâmânın birinci görevi kehânette bulunmak, büyü ve afsun
yapmak gibi işlerdi. Onların bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla
yaptığına inanılırdı. Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi.
Kuş şeklinde tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan
Şâmâna yardım ederlerdi.488
482 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215
483 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29
484 Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14
485 Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1,
209; Ebû Dâvud, Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi, Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/
III, 4-19
486 Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/
III, 438; Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309
487 İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X. 182
488 Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89
CİN
- 131 -
Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isimlerde, ama tamamen
kâhinlerin ve arrâfların fonksiyonunu yüklenmiş, cinler ve
şeytanlar yerine, yardımcı ruhlardan bilgi ve yardım aldığına inanılan
şahıslar bulunmaktadır.489
Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir.
Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden ve birer
bâtıl din haline gelen uzantılarında din adamlarının yürüttüğü bir
meslek olmuştu. Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin “İstihâre Namazı”nı
rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet aracı haline getirdikleri
gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, literatürda “kâhin” denir. Genellikle
kurbanların parçalanan organları üzerinde çeşitli yorumlar
yapılarak bu meslek icrâ edilirdi.
Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir.
Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda sözü edilen
kehânetten farklıdır. Bunu bir hobi olarak yapanların yanı sıra
ücretle fala bakanlar da vardır. Hatta gelecekte yaşanacağını ileri
sürdüğü olaylar hakkında kitap yazanlar bile olmuştur. Yahudî kökenli
Fransız tıp doktoru Nostradamus gibi.
İslâm’ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber vermek
bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü gibi
kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere inanan
da kâfirdir.
Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi ilmî
tahminleri elbette ki kehânet’in dışında tutmak gerekir. Çünkü
bunlar, hem birtakım araçlara ve ince hesaplara dayanmaktadır;
hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı sonuçlar elde ederek
insanlığı bundan yararlandırmak gibi olumlu amaçlar gütmektedir;
hem de adı üstündedir: “Tahmin”den ibarettir. 490
Tütsüleme inancı
Câhiliyede Tütsüleme: Hastalıkların tedavisinde uygulanan
usullerden biri de Tütsüleme’dir. Hastanın, ancak tütsülenirse iyileşeceğine
inanılır. Câhiliyede bilinen tütsülemelerin başında Ûdu
Hindî gelmektedir.
Bu, Ûdu Hindî yahut Kust adı ile bilinen, buhur ya da ilaç olarak
kullanılan bir çeşit ot köküdür. İki türlüdür: Birisine, Kustu
Hindî, diğerine de Kustu Arabî derler. Kustu Hindî; siyaha meyilli,
hafif, galiz kokusu az, tadı acı olur. Kustu Arabî; lezzetli, ak, hafif
489 Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217
490 Ferit Aydın, a.g.e., s. 317
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
kokulu olur. Mutlak olarak zikredilince anlaşılan Arabî olan cinsidir.
İçilmek yahut tütsülemek şeklinde kullanılır.491
Ûdu Hindî denilen ot kökü ile tütsülemenin Câhiliyedeki uygulaması
hakkındaki bilgilerimiz, bu konudaki Hz. Peygamber’in
hadislerine dayanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ûdu Hindî kullanmaya
devam ediniz, Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır...”492 buyurmuştur.
Bu hadis, Câhiliyede Ûdu Hindî’nin kullanıldığına açık bir
şekilde delâlet etmektedir. 493
Hadislerde Ûdu Hindî ile Tedavi Olmak: Bu konudaki rivâyetler
hemen hemen aynı mânâdaki rivâyetlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.),
bu hadisinde Ûdu Hindî’nin hangi hastalığa nasıl kullanılacağı
hakkında bizlere bilgi vermektedir:
“Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz. Çünkü bunda yedi türlü şifa
vardır. Uzre hastalığı (bademcik iltihabı) için buruna çekilir. Zâtü’1-cenb
(plorozi: Göğüs ve akciğeri birbirinden ayıran zarın iltihaplanması sonucu
oluşan hastalık) hastalığı için de su ile hastaya içirilir.” 494
Bu bitkinin Hicaz bölgesinde yetişip yetişmediğini bilmiyoruz.
Ancak lügat kitaplarımız bunun tarifini yaparken, Hindistan’dan
getirildiğini, buhur ve ilaç olarak kullanıldığını bildirmektedir. 495
Ümmü Kays binti Mıhsan şöyle demiştir: Ben küçük bir oğlumla
Rasûlullah’ın huzuruna girdim. Ben oğlumu, bademcik iltihabından
dolayı tedaviye tâbi tutmuştum. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu: “Niçin bademcik iltihapları için böyle tedavi uygulamak
sûretiyle, çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu
Ûdu Hindiyi kullanmaya devam edin. Çünkü bu Hind bitkisinde
yedi türlü şifa vardır...”496 “Zâtu’l-cenb’ten Kustu bahri ile ve zeytinyağı
ile tedavi olunuz.”497 Asr-ı Saâdette Arap kadınları eski bir
göreneğe göre parmaklarına bir bez parça sararak uzre (bademcik
iltihabı) hastalığına tutulan çocukların ağzına sokup bademciği
çıkarırlar ve kanını alırlardı. Fakat bu ameliyat en nazik tıbbî bir
müdahale olduğu cihetle Rasûl-i Ekrem bunu men edip: çocuklarınızı
bu yolla tedavi ederek azap etmeyin, Ûdu Hindî ile tedavi
edin, buyurmuştur.498
491 Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, Nihâye, III, 317; İbn Hacer, Fethu'1-
Bâri, X, 121
492 Buhârî, Tıb 10/VII, 14
493 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 261-262
494 Buhârî, Tıb 10/VII, 14
495 Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, a.g.e., III, 317; İbn Hacer, a.g.e., X,
121
496 Buhârî, Tıb 21/VII, 17
497 Müslim, Selâm, 87-88/11, 1735; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 356/IV,
369; Müstedrek, IV, 208; Tirmizî, Tıb 28, Hadis No: 2079/IV, 407
498 Miras, K. Tecrid-i Sarih Tere, XII, 79-80; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya RedCİN
- 133 -
Rukye İnancı
Rukye, kelime mânâsı itibariyle okuyarak tedavi etmek
mânâsında kullanılmıştır. Câhiliye Arapları arasında Rukye uygulaması
hem hastalık öncesi, hastalığa yakalanmamak maksadıyla
yapılırdı; hem de eğer herhangi bir hastalığa tutulunmuşsa bunun
tedavisinde kullanılırdı. Koruyucu hekimlik yönü, hastalık
gelmeden önce yapılır ve bir nevi ön tedbir olarak düşünülürdü.
Câhiliye Araplarına göre, hastalık nedenlerinin başında cinler, şeytanlar
ve kötü ruhlar gelmekteydi. İşte bunların vereceği zarardan
korunmak için, onların iskân ettikleri yerler olabileceği düşünülen
mekânlardan geçerken, “nazardan” korunmak için, zarar vermesinden
korkulan şeylerin zararından emin olmak için ve daha bir
çok konuda özel, belli duâlar okumak sûretiyle rukye yapılırdı.
Hz. Peygamber, hastalıkların gerçek sebebinin Allah’ın yaratması
ile olduğunu, görünen sebeplerin ise, O’nun koyduğu sünnetullahın
yerine getirilmemesinin bir ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini,
bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak anlatmışlardır.
Temizlik kurallarına riâyet edilmezse, pislikten dolayı meydana
gelecek hastalıklara yakalanırız. İşte bu bir sünnetullahtır. Bunun
ihlâli ise, kişiyi hastalığa düşürür. Ama hastalığın gerçek yaratıcısı
Allah’tır. Bu temel düşünce mahfuz olmak şartıyla, içinde şirk unsuru
olmayan, şirki ihsas ettirici bir nitelik taşımayan rukyeler için
beis görülmemiştir.499
“Rukye”, bir işin meydana gelmesi için tabiatüstü güce başvurmak
mânâsına gelir. Eski türkçemizde kısmen Afsun kelimesiyle
karşılanır.500 İbnü’l-Esir, hastanın (şifa bulmak için) kendisiyle ilticada
bulunduğu afsun olarak açıklar.501 Rukyenin müsbet ve menfi
çeşidi bulunmaktadır. Onun müsbet yönü, “okuma, dua yoluyla
tedavi” şekli, menfi yönü ise Afsun olup daha ziyade büyücü ve
cadıların nâhoş işleri olarak görülmektedir. Öyleyse Arapçadaki
Rukye’yi hem afsunlama hem de dua ile tedavi diye anlamamız
daha uygun olacaktır.502
Câhiliyede Rukye: Rukye, Câhiliye devrinde mevcut olan bir
tedavi usûlüdür. Birçok hastalık ve zehirlenmelere karşı rukye yapıldığı,
bunu meslek edinen kimselerin bulunduğu bilinmektedir.
Câhiliye Arapları arasında Rukye’nin nasıl uygulandığı konusunda
dettiği Halk İnançları, Beyan Y., 262-263
499 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 287-288
500 Canan, İ. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, XI, 330
501 İbn Esir, en-Nihâye, II, 254
502 Canan, İ, a.g.e., XI, 330
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
Mücâhid ve İkrime’den yapılan rivâyetlerde bunun, daha çok iplik
üzerine yapılan rukye (okumalar) ve atılan düğümler şeklinde
olduğunu Taberî nakletmektedir.503 Câhiliyedeki Rukyelerin sihir
karışmış, şirki ihtivâ eden lafızlardan oluşmuş bir özellik arzettiğini,
bu konudaki hadislerin delâletinden anlamaktayız. Avf bin
Mâlik el-Eşca’nın şu rivâyeti bunu açıkça ortaya koymaktadır: Biz
Câhiliyede rukye yapardık. Daha sonra biz: “Yâ Rasûlallah, bunun
hakkında ne buyurursunuz?” diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.): “Rukyenizi
bana gösterin. Şirk olmadığı müddetçe beis yoktur.”504 buyurdu.
Câhiliye Rukyeleri sadece düğümlere yapılan üflemelerden ibaret
değildir. Bunun dışında bizzat hastanın kendisine, ağrı hissedilen
yere yapılacak okuma, üfleme ve benzeri başka şekiller de bulunmaktadır.
Teshir için Afsunlamak, büyüden kurtulmak için nüşre
yapmak, boncuk ve nazarlıklar kullanmak gibi rukye ile doğrudan
ilgili konular da burada zikredilebilir.505
Hadislerde Rukye: Hz. Peygamber’in hadislerinde rukye ile
ilgili farklı ifadeler bulunmaktadır. Bir kısım hadisler, bunu, tevekkül
inancına aykırı olması sebebiyle yasaklarken,506 diğer bir
kısım hadisler de Hz. Peygamber’in göz değmesine,507 her türlü
zehirli hayvan ısırmasına,508 yılan ve akrep sokmasına,509 vücudun
herhangi bir yerinde hissedilen ağrılara karşı510 rukye yapılmasını
(okuyarak şifa dilemek) tavsiye ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber,
bu tür tavsiyeleriyle câhiliye Arapları arasında da yaygın olan
rukyeyi, onların anladığı mânânın dışında, yani Allah’tan başkasına
tevekkülü ve O’na şirk koşmayı ihsas etmemesi şartıyla tavsiye
etmiş511 ve kendileri de bizzat uygulamışlardır. Bu konuda bazı
hadisler şöyledir:
Rasûlullah, zevcesi Ümmü Seleme’nin (r.a.) evinde, yüzü sapsarı
kesilmiş bir kız çocuğu gördü ve onun için: “Bunda nazar vardır,
binaenaleyh bunun için rukye tedavisi yapın.”512 buyurdu. Enes
bin Malik: “Rasûlullah (s.a.s.) göz değmesinden, zehirli şeylerden,
503 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir -Bk. Felak suresi
504 Müslim, Selâm 64/11,1727
505 Alûsî, Buluğu'1-Erab, III, 5 vd.; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 372; Ebû
Davud, Tıb, 6, 18; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları,
Beyan Y., 264-265
506 Buhârî, Tıb 17/VII, 16; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 251-252; Hakim,
Müstedrek, IV 217
507 Müslim, Selâm 55-56, 59/11, 1725
508 Müslim, Selâm 52-53/11, 1724
509 Müslim, Selâm 61-63/11, 1726
510 Müslim, Selâm 54, 57-5/II, 1724-1725
511 Müslim, Selâm 64/11, 1727
512 Müslim, Selâm 64/11, 1727
CİN
- 135 -
yan tarafta çıkan sivilce ve yaralardan dolayı rukye yapmaya izin
verdi.”513 der.
Görüldüğü gibi, hadislerde, şirk olmadıkça, gerçek mânâsı itibariyle
tevekkülü ihlâl etmediği müddetçe, rukye yapmaya cevaz
verildiği anlatılmaktadır. Nevevî, ulema âyetlerle, zikirle rukye
yapmanın câiz olduğu konusunda icmâ bulunduğunu kaydeder.514
Bununla beraber “Sihir şâibesi olmamak üzere rûhî veya bedenî
salah için me’sûr duâlarla rukye câiz olmakla birlikte; istirka, yani
kendisini başkasına okutmak, rukye talep etmek, Allah’a sığınmak
ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek mânâsını
tazammun etmek itibariyle şer’an memduh değildir. Allah’ın bilahesap
velâ-azap (hesapsız ve azapsız) Cennete girecek has kulları
ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefi fikhında bu mesele şu
şekliyle yazılıdır: “Şâfî (şifa veren) ancak Allah Teâlâ olduğuna ve
devâyı ona sebep kıldığına îtikad ettiği takdirde tedavi ile iştigalde
beis yoktur. Ama şâfî (şifa verici) devâdır (ilaçtır, rukyedir vs.)
diye îtikad ederse, değil. Rukye, dindarlığın icabı, Şer’in emrettiği
bir şey değil, nihâyet bir müsaadedir. Asıl dindarlığın gereği, onu
terk ile Allah’a mütevekkil olmak ve ancak Allah’a sığınıp O’na,
kendisi, doğrudan doğruya duâ ve ibâdet ile O’na sığınmayı bırakıp,
“ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem” diye
duâ dellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummağa kalkışmak,
dindarlığın icabı değil, câhiliye âdetidir.” 515
Bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunan merhum Elmalılı,
tefsirinde daha sonra şu görüşlere yer verir: “Sihir karışmayan,
yani şerr ü şeytanet için olmayıp da ondan tehaffüz (korunmak)
ve bir maraz veya âfete Allah’tan şifa niyazı için, kendine veya
başkasına hulûs-i kalp ve niyyyet-i salâh ile duâ veya âyet okuyup
üflemek kabilinden olsa nefeslerin cevazına işaret (vardır).
Çünkü bunda kimseyi izrar (zarara sokma) veya iğfal (kandırma)
veya Allah’tan başkasına teavvüz (sığınma) ve iltica mânâsı yoktur.
Rasûlullah’ın kendisine ve başkalarına bu sûretle okuyup üflediği
ve böyle hayır için rukyeye müsade eylediği sabit ve bu seseple
gerek rûhânî ve gerek cismâni nice hastaların şifâyâb olduğu da
vâki ve meşhuddur. Ancak, okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de
şerrinden korunmak için bu âyeti516 hükmü ile sihir karışan rukyelerden
sakınılması lüzumu ihtar olunmuş (hatırlatılmış), Ukdeleri
(âyette geçen Ukad kelimesiyle ilgili), iplik düğümleri diye tahsis
513 Müslim, Selâm 58/11, 1725
514 Nevevi, Minhac, Şerhu Müslim
515 Yazır, M. H., Hak Dini Kuran Dili, IX, 6396-6399
516 Felak sûresi, 4. âyet
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
edenler de, böyle düğümlere üflemenin sihir kabilinden olduğunu
anlatmak istemişlerdir.” 517
Ülkemizde de yaygın olan rukye şekli, Hz. Peygamber’in tavsiye
edip cevaz verdiği değil de belki de sihir karışmış, Allah’a tevekkülü
bırakarak, bu işi yapanlara güvenme gibi duyguları ihsas
eder şekliyle görülmektedir. Hoca adı verilen, aslında hocalıkla
yani din dâvet ve tebliğiyle hiç bir ilgisi bulunmayan, sadece vicdanları
sömüren kötü niyetli kişiler tarafından icrâ edilmektedir.
Halk da bunların tuzağına düşerek sömürülmektedir. Ülkemizdeki
uygulama şekilleri itibariyle rukye, bazen muska, bazen mücerred
okuma, bazen üzerlik otu ve benzeri şeyler üzerine bazı tekerlemeler
söyleyerek hastayı onunla tütsülemek, suya, yumurtaya
üfleyerek onu hastaya içirip yedirmek yahut eğer hasta hayvan
ise, o okunmuş yumurtayı onun alnına çarpmak şeklinde olmaktadır.
Bütün bunlar, folklorik türden kültürel geleneklerdir. Dînî
hiçbir değeri yoktur. Din adına yapılıyorsa, en azından bid’at ve
hurâfedir.518
İnancın Menşei: İnanç olmaktan ziyade, daha çok tıb ve sağlık
açısından bir çeşit halk tedavi metodları arasında görülen ve gelenek
olarak devam eden bu tedavi şekli, halk üzerinde uyandırdığı
etki açısından, halk inançları arasında zikredilmiştir. Çünkü halk
dediğimiz insan katmanları: “eğer şöyle şöyle yaptırırsam şifa bulurum...”
şeklinde değişmez bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Bu
inancın menşei ise, çok eskidir. Hemen her millette değişik türlerden,
ama esas itibariyle aynı temayı muhafaza eder şekliyle görülmektedir.
Eski Mısır’da, Bâbil’de, câhiliye Araplarında519 birtakım
fetişlerin muska, nazarlık olarak kullanılması şekliyle eski Türklerde520
kuzey Afrika uluslarında521 ve Avrupa ülkelerinde522 farklı
özelliklerde de olsa taşıdığı mânâ itibariyle aynen görülmektedir.
Burada Rukye başlığı altında câhiliye Arapları arasında yaygın
olarak gerek uğur bekleme, gerekse bir çeşit tedavi metodu
olarak, özellikle koruyucu hekimlik açısından kullanılan muska,
nazarlık yahut temâim adı verilen uygulama çeşitlerinden bahsetmeyi
uygun görüyoruz.
517 Yazır, M.H., a.g.e., IX, 6388
518 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 265-268
519 İnan, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, s. 245; Corci Zeydan, İslam Medeniyeti
Tarihi, II, 36-38; Dr. Ahmed Taha, Tıbbu'l-İslamî, s. 15, 23
520 Tanyu, Hikmet, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 105
521 Prof. Ad. Westermarck, İslam Medeniyetinde Putlara Tapma Devri Kalıntılarından
Nazar Değmesi İnancı, Terc. Şahap Nazmi Coşkunlar, s. 9-10
522 Tanyu, Hikmet, a.g.e., s. 206, 213
CİN
- 137 -
a) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanların sokmalarına karşı zil
veya süs takınmak. Bununla zehirli hayvanların zararından korunacaklarına
inanılıyordu.523
b) Bir kimsenin kötü ruhların etkisinde kaldığından korkulduğu
zaman o kişiyi bazı şeylerle kirletmek sûretiyle, kötü ruhların
ondan uzaklaşacağını zannederlerdi. Bu kirleticiler arasında ölü
kemikleri, kadınların hayız kanlarını silip attıkları bezler bulunurdu.
524
c) Avâmiru’l-büyût olarak bilinen ev yılanları ile cinlerin zararından
korunmak için tavşan ayağını muska gibi takınırlar (veya
çocuklara asarlardı).525
d) Çocukları nazardan korumak için tilki ve kedi dişi takarlardı.
526 Yine çocuklardan nazarı defetmek için (Kahle) adı verilen
siyah boncuk da takarlardı.527
Muskalar (Temâim)
Bu da, özellikle psikolojik temelli hastalıklardan korunma,
sihir ve büyü tılsımlarının etkisinde kalmama, nazar değmesine
uğramama gibi rûhî mânevî hastalıklardan korunma amacıyla yapılan,
muhtelif şekilleri olan masgotlardır. Bunların bir kısmı, özel
bazı duâları yazma şeklinde olabilir. Bir kısmı da ilk anda dikkati
kendi üzerine çekmek sûretiyle zararlı bakışların veya tesirli sözlerin
etkisini kırmak amacıyla hazırlanmış boncuk, tavşan ayağı,
kurbağa kabuğu ve benzeri şeylerdir.528
Muskaların bir başka özelliği de sadece koruyucu hekimlikte
kullanılmış olmamasıdır. Bunun dışında kendisinden ve şerrinden
korktuğu kimsenin kötülüğünden emin olmak, sevip hoşlandığı
kimselerin de hoşnudluğuna ermek için yapılır. Boyna asılabileceği
gibi, parmağa takılabilir, evin, arabanın belli yerlerine konabilir.
Hayvanların alınlarına, boyunlarına bağlanabilir. Hemen her konuda
bir muska, bir boncuk kullanılmaktaydı.529 Yolculuğa çıkan
bir Arap, eğer hanımının kendisine ihanet etmesinden korkarsa
(Retm) adı verilen bir işlemi yapardı ki o da, yolda bir yerde ulu
ağaca bir ip bağlar, düğüm atardı. Dönüşünde o ip çözülürse ha-
523 Âlûsî, Buluğu’l-Erab, II, 304
524 Âlûsî, a.g.e., II, 319
525 Âlûsî, a.g.e., II, 324
526 Âlûsî, Bulûğu'l-Erab, II, 325
527 Âlûsî, a.g.e., II, I, 7; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları,
Beyan Y., 268-270
528 Âlûsi, Buluğu'1-Erab, II, 315-316; III, 5-7
529 Âlûsî, a.g.e., III. 5-7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 138 -
nımının kendisine ihanet ettiğine inanırdı.530 Bahsettiğimiz gibi
muskalar hastalıklara yakalanmamak, cinlerin perilerin zararından
emin olmak için de kullanılmaktaydı. Doğu toplumlarında
yaygın olan muska inancı ülkemizde de her bölgede kullanılmaktadır.
531
Hz. Peygamber’in sünnetinde muska ve temâim yasaklanmış,
buna inanan kimselerin şirk koşmakta oldukları ifade edilmiştir.
Çünkü Tevhid düşüncesi ihlâl edilmektedir. Şifayı da hastalığı da
veren Allah’tır. Allah inancı gölgede bırakılarak muska ve benzeri
şeylere önem vermek, tevhid ilkesine zıt, içinde şirk unsuru taşıyan
bir inançtır. 532
Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından
şirk olarak tanıtılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: “Şu bir
gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi
şeyler şirkin görünümleridir.” 533
Şu sözler de onun: “Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine
bir şey asan, şirke bulaşmış olur.”; “Üstünde muska taşıyanın Allah
hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık, boncuk taşıyanı Allah korumasın!”
534
Son Söz:
Kur’ân-ı Kerim, cinlerle ilgili olarak bize ihtiyaç duyacağımız
kadar bilgiler vermiştir. Onlarla daha geniş ve farklı şekilde ilişkilerimiz
sözkonusu olsaydı, bu konularla ilgili hukuku da Kur’an
bize tâlim ederdi. İnsanoğlu meraklarıyla da imtihan olmaktadır.
Gerek cin ve gerekse şeytan konusunda merak edilen birçok soru
bulunmaktadır. Bunların bir kısmına yukarıdaki açıklamalarda cevap
bulmuş olabilirsiniz; ama çoğuna, o sorulardan bahsettiğimiz
ve kendilerine işaret ettiğimiz halde tam bir cevap bulamayacak
veya âlimlerin ihtilâf ettiğine şâhit olacaksınız. Bu tür sorulara cevap
bulunabilecek kitaplar varsa da, bu cevapların ne kadar doğru
olduğu şüphelidir.
Mü’minler için gerçeğin taa kendisi olan Kur’ân, bu konularda
akla gelebilen soruların çoğu hakkında bir cevap vermez. Çünkü
her ne kadar insanın sınırsız merakı bu soruları doğuruyor ise de,
530 Âlûsî, a.g.e., II, 316
531 Yeni Türk Ansiklopedisi, VII, 2607
532 Ebû Dâvud, Tıb 9/IV, 201; Hâkim, Müstedrek, IV, 217; Ali Çelik, İslam’ın Kabul
veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 288-289
533 İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
534 Heytemî; Zevâcir, 1/130
CİN
- 139 -
bunları mutlaka bilmek insan için gerekli değildir. Kur’ân, konuları,
insana yetecek sınırlar içinde ele alıp, merak edilen her şeye
cevap vermediği için, konuyla ilgili her şeyi anlatmamıştır. Ama bu,
Kur’ân’da olanların dışında bir bilgi ve gerçek olmadığı mânâsına
gelmez. Ama gerçek diye sunulanların hangilerinin doğru olduğunun
tesbiti çok zordur. Bu yüzden Kur’ân’da olanla yetinmek,
Kur’ân dışındaki bilgilere ihtiyatlı yaklaşmak, Kur’ân’da olanı da
doğru anlamaya çalışmak gerekir.535 Özellikle gaybla ilgili konularda
merakımızı dizginlemek ve yanlış inançlardan korunmak
için Kur’an’da bilgi verilmeyen konularda susmak veya en azından,
Kur’an’a ters düşebilecek yorumlardan kesinlikle kaçınmak
en doğrusudur.
En Son Söz: Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
535 Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şule Yayınları, İstanbul
1998, s. 398
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 140 -
Cin Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C-n-n Kelimesi, Değişik Türevlerle Toplam 201 Yerde Zikredilir:
A “Cinn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 6/En’âm,
100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17,
39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât,
56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
B Cinler Anlamına Gelen “Cânn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
7 Yerde): 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39,
56, 74.
C Cinler ve Cinnet/Delilik Anlamına Gelen “Cinnet” Kelimesinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/
Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/
Nâs, 6.
D Aslında Cinlenmiş Demek Olan, Mecnûn, Deli, Akılsız Anlamında Kullanılan
“Mecnûn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde):
15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/
Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.
E C-n-n Kökünden Gelen Diğer Kelimeler:
a Örtmek Anlamındaki “Cenne” Kelimesi 1 Yerde (6/En’âm, 76)
b Kalkan Anlamına Gelen “Cünnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 2 Yerde): 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2.
c Örtülü Olan, Cenîn (Anne Karnındaki Bebek) Kelimesinin Çoğulu Olan
“Ecinne” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 1 Yerde): 53/
Necm, 32.
d (Ağaçlarla veya Duygulara) Örtülü ve Bahçe Anlamındaki “Cennet” Kelimesinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde).
F Cin Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a Cinler: 6/En’âm, 100, 112, 113, 128; 7/A’râf, 27, 179; 15/Hıcr, 17, 18, 27; 26/
Şuarâ, 212, 221, 223; 27/Neml, 39; 34/Sebe’, 12, 14; 37/Sâffât, 7-10; 46/
Ahkaf, 29-31; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15; 72/Cinn, 1-15, 19, 25; 114/
Nâs, 1-6.
b Cinlerin Yaratılışı: 6/En’âm, 100; 55/Rahmân, 15.
c Cinler ve İnsanlar, İbâdet İçin Yaratılmıştır: 51/Zâriyât, 56-57; 72/Cinn, 16-
17.
d İman Eden ve Etmeyen Cinler: 72/Cinn, 11-14.
e Mü’min Cinler: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-15.
f Kâfir Cinler: 72/Cinn, 4-7, 15.
g Cinlerin Kur’an Dinlemeleri: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-2, 13, 19.
h Gökte Kulak Hırsızlığı Yapan Cinler ve Yıldızlarla Koğulmaları: 15/Hıcr, 17;
26/Şuarâ, 212; 37/Sâffât, 7-10; 67/Mülk, 5; 72/Cinn, 8-9.
i Cinler Gaybı Bilmezler: 34/Sebe’, 14; 72/Cinn, 10.
k Cinlere Sığınmak ve Onlardan Yardım Beklemek: 72/Cinn, 6.
l Cinlerin Birçoğu Cehennemliktir: 7/A’râf, 179.
m İfrît: 27/Neml, 39.
CİN
- 141 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
2. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Cin-Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Cin ve Şeytanlardan Nasıl Korunmalıyız? Vahid Abdüsselâm Bali, Uysal
Kitabevi Y.
4. Cinler ve Kötülüklerinden Korunma Yolları, Abdu’l-Hamid b. Abdu’r-
Rahman es-Suheybânî, Guraba Yayınları
5. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil bin İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
6. Kur’an ve Hadislere Göre Cinler Büyü, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
7. Cinlerin Esrarı, İmam Şiblî, terc. Muhammed Ferşad, Ferşat/Merve Y.
8. Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
9. İnsan ve İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
10. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
11. Cinlerin Âlemi, Ahmet Cemil Akıncı, Demir Kitabevi Y.
12. Cinler Âlemi, Sırları ve Gizlilikler, M. Aşur, Pamuk Y.
13. İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, Arif Coşkun,
Enes/Yâsin K.Evi
14. Vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.
15. Âyet ve Hadislerin Işığında Nazar-Göz Değmesi, Bayram Altan, Altın
Kalem Y.
16. Nazar ve Büyü (Etkileri Korunma Yolları), Bayram Altan, Veli Y.
17. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.
18. İslâm medeniyetinde Putperestlik Devrinden Kalma İtikadlar: Cin ve Kötü
Göz, Westormorek, çev. Şahab Nazmi Coşkunlar, Doğan Güneş Y.
19. Ruhçu Yanılgı, René Guénon, çev. Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İz Y.
20. Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim el-Cevziyye, İz Y.
21. İğâsetü’l-Lehfân min Mesâyidi’ş-Şeytan, İbn Kayyim el-Cevziyye, tahkik:
Muhammed Seyyid Keylânî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî, Mısır, 1381
22. İslâm Kültür Tarihinde Maji, Manfred Ullman, çev. Yusuf Özbek, İz Y.
23. TDV İslâm Ansiklopedisi: Azâim md. (Süleyman Uludağ)
24. Şamil İslâm Ansiklopedisi
25. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
26. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
27. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
28. İslâm İtikadında Şeytan, İlyas Çelebi
29. Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.
30. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim El-Cevziyye,
Uysal Kit. Y.
31. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
32. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
33. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
34. Şeytanizme Rağmen İslâmi Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.
37. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
38. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 142 -
39. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
40. Şeytanın Enâniyeti, Hârun Yahya, Vural Y.
41. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
42. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
43. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
44. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
45. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fâhirettin Yıldız, Bir Y.
46. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
47. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
48. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
49. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 136-161
50. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 248-257
51. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, İz Y. s.
137-145
52. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y. s. 48-85
53. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar (Mûcize, Kerâmet, Sihir),
Bakıllânî, Rağbet Y. s. 97-129
54. Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. s. 13-36
55. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. s. 34-49; 58-67
56. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y. s. 89-98
57. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. (Nazar:) s. 247-263; (Ruh, Cin,
Reenk.)160-186
58. Gerçek Din Bu, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
59. İslâm Açısından Sihir, Yusuf Özbek, İz Y.
60. Kur’ân-ı Kerime Göre Sihr (Büyü), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
61. Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar, Sevim Asımgil, İpek Y.
62. Nazar Değme Hakkında Bir Risâle, Süheyl Ünver
63. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı,
Seha Neşriyat
64. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan,
Karizma Y.
65. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan,
Karizma Y.
66. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler, Giovanni Scognamillo - Arif
Arslan, Karizma Y.
67. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehânet, Arif Arslan – Hakan Yılmaz,
Karizma Y.
68. Falcılık ve Kehânet (Dünü, Bugünü ve İslâmî Hükmü), Bayram Altan, Çelik Y.
69. Kehânetler ve Kâhinler, Elvan ve Gündüz Öğüt, Ege Meta Y.
70. İslâm’da ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, Ernest Zbinden, Yeni
Ufuklar Neşriyat
71. Varlığın Metafizik Boyutları, I, II, M. Fethullah Gülen, Feza Gazetecilik A.Ş. Y.
72. Büyük Günahlar, Hafız Zehebi, Temel Neşriyat
73. Altıncı Duyu (Duyu Ötesi Algı), Brian Ward, Remzi Kitabevi Y.
74. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Es-Seyyid Ali
Göleli, Şüheda Y.
75. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, A. Kasapoğlu, 80-87
CİN
- 143 -
76. Sihir, Tılsım, Büyü, Cemal Anadol, Kamer Neşriyat
77. Sihirbazlık Kılavuzu, Herbert L.Becker, Gün Y.
78. Her Yönüyle Sihirbazlık Öğretiyoruz, Ali Özoğlu, İlgi Y.
79. Büyü Nasıl Yapılır, Nasıl Hissedilir, Nasıl Bozulur; Hanife Tezer, Ataman Elk. Y.
80. Büyü, Bilim ve Din, Bronislaw Malinowski, Kabalcı Y.
81. Gizli İlimler Hazinesi 1-8, Mustafa İloğlu, Özel Y.
82. Yıldızname, Câfer-i Sâdık, Esma Y.
83. Yıldızname ve Büyü, Robert Fleury, Kıbele Y.
84. Doğu Büyüsü, İdris Şah, Gizem/Say Y.
85. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Sedat Veyis Örnek, Gerçek Y.
86. Anadolu Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
87. Sevgi Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
88. Din ve Büyü, Claude Levi-Straus, Yol Y.
89. Hintlilerde Ak ve Kara Büyü, Paul Dare, Ruh ve Madde Y.
90. Psişik Gücünüz, Carl Rider, Say Y.
91. Psişik Becerinizi Geliştiriniz, Enid Hoffman, Ruh ve Madde Y.
92. Psikiyatri, Ayhan Songar
93. Psikiyatri, Özcan Köknel, Nobel Tıp Kitabevleri Y.
94. Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Erol Göka, Vadi Y.
95. Psikanaliz ve Psikoterapi, Orhan Öztürk, Alfa Basım Yayım
96. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Ferşat Y.
97. Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.
98. Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
99. Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
100. Hipnotizma, Recep Doksat, Kader Basımevi
101. Hipnotizma, Vural Okur, Şahsî Y.
102. Hipnotizma, Cemil Sena Ongun, Dün ve Bugün Y.
103. Hipnoz Sayesinde Mucize Tedaviler, Hikmet Saim, Venüs Y.
104. Ruh ve Kâinat, Bedri Ruhselman, Gayret Kitabevi Y.
105. İpnotizma ve Telkinle Tedavi, Alfred Brauchle, Bozak Y.
106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
107. Medyum ve Medyumluk: Haksöz s. 138-139
108. Vesvese, Mehmet Paksu, Nesil Y.
109. Binlerce Senedir İnsanların İgisini Çeken Burçlar Nedir? Sevim Asımgil,
Furkan Bas. Y.
110. Saatlerin Hazinesi, İslâm’da Burçlar ve Yıldızlar, Muhyiddin İbn Arabî,
Sümer Kit.
111. A’dan Z’ye Astroloji, Nuran Tuncel, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
112. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed es-Sâyim, Mütercim: Doç. Dr. M. Ali
Kapar, Uysal Kitabevi, Konya 1994
113. Şeytanın Tuzakları, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi

- 145 -
ŞEYTAN – İBLİS

İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti

İblis/Şeytan ve Özellikleri

İblis’in Allah İçin Secde Etmemesi

Şeytana Mühlet Verilişi

İblis ve Faaliyet Alanı

İblis’in Başvurduğu Yöntemler

Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması

Şeytanın Görevi

Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler

Her insana Bir Şeytan Verilişi

İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar

Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma

Şeytanın Yaratılış ve insanlara Mûsâllat Olmasının Hikmeti
“Ve o zaman meleklere (ve cinlere): “Âdem’e secde edin!“ dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.“ 536
İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
‘İblis’, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle ‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis, insanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan (racim olan), insanın en önemli düşmanıdır.
“Şeytan“ ise, uzaklaştı mânâsındaki “şatane“ fiilinden türemiştir. Yandı anlamındaki “şâta“ fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının “Satan“ olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara geldiği, Tevrat’ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür. Şeytan, cinlerden ve insanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları nitelemek için kullanılan bir kavramdır. “Şeytan“ ve çoğulu olan “şeyâtîn“ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de toplam 88 yerde geçmektedir. Şer’î istılâhta,
536 2/Bakara, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 146 -
Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için
ilâhî rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan cinlerin
inkârcılarından gizli bir varlıktır.
Kur’an, şeytanla İblis’in fonksiyon bakımından aynı olduklarını
gösteriyor. Şeytan, İblis’in faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin
tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen şer kuvvetin
kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır. Hz. Âdem’in cennetten
çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’
gibi adları da vardır. İblis, şeytanî bütün faaliyetlerin beyni ve
babası konumundaki varlıktır.
İblis/Şeytan ve Özellikleri
İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi.537 Hz. Âişe (r.anha)’nin
rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler
nurdan yaratıldılar. Cinler zehirli ateşten. Âdem ise, size özellikleri söylenen
şeyden (topraktan) yaratıldı.“ 538
Evrende Hz. Âdem’den önce yaratılmış melek ve cin adında
iki varlık mevcuttu. 539
Ruhanî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah’a itaat
ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah’a hiç isyan etmezler,
yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar.
İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar,
insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi
ruhanî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların
hayırlıları ve Allah’a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah’a
isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince,
mü’mini de kâfiri de olan ruhanî varlıklar anlaşılır.
Hz. Âdem’e secde emrine kadar, hissiyatına/nefsine dokunan
bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu âna kadar,
Allah’ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre
mi hareket ettiği bilinmiyordu. İlk imtihanında kaybetti; Âdem’e
secde emri, onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten
kaçındı.
Eski adı Azâzil olan olan şeytan, Hz. Âdem’e secdeyi kabul
etmediği andan itibaren, “hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık ve
üzüntü duyan“ anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi olarak da
537 18/Kehf, 50; 15/Hıcr, 27; 55/Rahman, 15
538 Müslim, Zühd 10, Hadis no: 2294, 4/2294
539 Bkz. 2/Bakara, 31; 15/Hicr, 26-29). Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup
idi (18/Kehf, 50
ŞEYTAN
- 147 -
“beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın“ diyerek hükümsüz bir bahane
ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Hz.Âdem’i cennetten
çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır.
Dolayısıyla İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan
verilen iki isimdir. Kur’an’da Hz. Âdem’e secde söz konusu
olan bütün âyetlerde özellikle “İblis“ kelimesinin kullanılmış olması,
bu görüşü desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin
yerli yerince seçilişi ve Kur’an’ın yüce üslûbu hakkında bir fikir
de vermektedir.
“Şeytan“ kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan,
şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir.
Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa
da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü
ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan
uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı
olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı
görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile
bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir
kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.
İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her
cins, bir “ilk fert“ ile başladığından, “şeytan“ denilince, bu cinsin
ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis“ akla gelir. İblis,
şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen
ve insan neslinin ilk ferdi Âdem’e (a.s.) secde etmeyen İblis, ilk şeytandır,
şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere,
‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti.
O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.“540 Şeytan, kötülüğün,
küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık
şeytandır. Allah şeytana kıyamete kadar yaşama hakkı vermiştir.
Yani kıyamete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını
doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
Şeytan, insanı hak yoldan, selim fıtrattan aldatma ve çarpık
gösterme sayesinde uzaklaştırabilmektedir. İnsanı gurura, hayale,
çirkini güzel görmeye sevk eden şeytan iç dengeleri alt üst eder
ve gerçeğin çehresini değiştirir. İnsanın doğruyu-yanlışı, hakkıbâtılı
fark edememesi böyle başlar ve bu gidiş, sapma, uçuruma
yuvarlanmayla son bulur. Şeytanın kullandığı en büyük silâh, insanı
gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu
aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı,
onun kuvvetinde değil; insanın kuvvetlerini, insanın aleyhine
540 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 148 -
kullanabilmesinden kaynaklanıyor. “Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur,
onları hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan
başka bir şey vaad etmez.“541 Şeytanın bu gururu istismar etmesine,
daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir. 542
Şeytan, insanı Allah yolunda infak etmekten fakirlikle korkutarak
caydırdığı gibi 543; bâtıl yolda saçıp savurmayı, israfı körükler.
“Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan,
Rabbine karşı çok nankördür.“544 Aynı şekilde şeytan her türlü haramı
ve aşırılığı, fahşâyı, sosyo-psikolojik bozuklukları emreder.545 Şeytanın
yaydığı bozukluklardan biri de fâizdir. Fâiz yiyenler, şeytanın
çarpmasına uğramış kişilerdir. 546
İblis’in Allah İçin Secde Etmemesi
Allah, Hz. Âdem’i yarattı ve ona kendi ruhundan üfledi.
Âdem’in yaratılışı bitince Allah, meleklere ‘Âdem’in önünde secde
edin’ diye emretti. Hepsi secde ettiler ama İblis secde etmedi. Secde
etmeyişinin sebebini de şöyle açıkladı : ‘Ben ateşten yaratıldım,
Âdem ise topraktan yaratıldı. Ateş topraktan üstündür.’ Allah, bu
isyanından dolayı İblis’i kovdu. İlâhî rahmetten ve huzurdan kovulan
İblis, insanları saptırmak, kandırmak ve ‘hidâyet’ yolundan
şaşırtmak üzere Allah’tan izin istedi. İblis’e bu izin verildi. İblis, kıyamete
kadar gücü yettiği ölçüde insanları kandırıp kendi emrine
çekmeye, onlara günah işletmeye devam edecekti. Bu konuyu
Kur’an’dan takip edelim:
“Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) ‘Âdem’e secde edin’ dedik.
İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece
kâfirlerden oldu.“ 547
“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere
‘Âdem’e secde edin’ diye emrettik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. Fakat
o secde edenlerden olmadı.
Allah (şeytana) buyurdu ki: ‘Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten
alıkoyan nedir? (İblis:) ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni
ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın’ dedi.
Allah, ‘Öyle ise, dedi. Oradan (cennetten veya meleklerin içinden)
541 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
542 Bkz. 7/A'râf, 20
543 2/Bakara, 268
544 17/İsrâ, 27
545 2/Bakara, 268; 24/Nur, 21
546 2/Bakara, 275
547 2/Bakara, 34
ŞEYTAN
- 149 -
in. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!’
İblis, ‘Bana, (İnsanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’
dedi.
Allah ‘Haydi sen mühlet verilenlerdensin’ buyurdu.
İblis: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları
(İnsanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım.
Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın!’
dedi.
Allah buyurdu: ‘Haydi sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan!
Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.’
(Allah buyurdu ki:) Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, dilediğiniz
yerden (bol bol) yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zâlimlerden
olursunuz.
Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese
verdi ve ‘Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz
diye sizi bu ağaçtan men’etti, başka bir sebepten değil’ dedi.
Ve onlara, ‘Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti.
Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini taddıklarında çirkin
yerleri, avret mahalleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından
üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: ‘Ben sizi o
ağaçtan men’ etmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim
mi?’ diye nidâ etti.
(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer
bizi bağışlamaz ve bize merhamet edip acımazsan mutlaka ziyan edenlerden
oluruz.’
Allah buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde
bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.
‘Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız’
dedi.
Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek
elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).
Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin
yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 150 -
çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi,
sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları,
iman etmeyenlerin dostları kıldık.“ 548
Allah, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini
öğretmiş, onu yeryüzüne halife tâyin etmişti. İblis bunu görünce
kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği
bu ilâhî emaneti, yani insan olarak yeryüzündeki ‘halifelik’ emanetini
anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden Âdem’e secde etmedi.
İblis, aynı zamanda Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını
göremeyip, kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Öyleyse kim
nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı
var demektir. İblis, Allah’ın iradesini sevgi planında da görememiştir.
O Allah’ı hakkıyla sevebilseydi, Allah’ın severek yarattığı
Âdem’e secde ederdi. İblis, sevgiyi nefrete çevirmenin ilk örneğidir.
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün
görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır.
Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, herbirinin kendine
ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı,
kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Bugün, kendini mal, yüz
güzelliği, makam, ırk, soy, sınıf veya ülke olarak üstün görenlerin
mantığı İblis mantığıdır.
İblisin en önemli hatası Allah’ın hükmüne aykırı şekilde kıyas
etmesidir. Yani kendi aklınca, ‘ateş topraktan üstündür; dolayısıyla
kendisi de Âdem’den üstündür.’ Hâlbuki o durumda Allah’ın
kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula düşen, mutlak Yaratıcı
karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem’i kıskanan
İblis isyan etti ve sonsuza kadar lânetlendi. İblis, bu kıyası hangi
ölçüye göre yaptı? Kendi aklına, kendi küçük mantığına göre
mi, yoksa Allah’ın ona verdiği ölçüye göre mi? Allah ona öyle bir
ölçü ve kıyas etme görevi vermemişti. O, boyundan büyük bir işe
kalkıştı; Âdem’i küçük görüp secde etmek istemezken, aslında
Allah’a karşı böbürlendi ve O’nun apaçık emrine karşı geldi. 549
Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.550 Böylece
o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında
olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah
olduğu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in halifelik ve ilâhî ruh
548 7/A’râf, 11-27
549 Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 284-285
550 38/Sâd, 71-85
ŞEYTAN
- 151 -
taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden
gelmişti. Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet
görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri
bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri,
kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen
bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli
idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî
özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis
tarafından böyle atılıyordu.
Bu anlayış, şeytana Allah’ın huzurundan kovulma, rahmetinden
ümit kesme ve kıyamete kadar Allah’ın lânetini hak etme
dışında hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü o dar görüşlüydü, maddenin
ötesini görememişti. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla
şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi
sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah’ın emrine
tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti. Mesele,
sadece Allah’ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan
değildi; Mü’min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor,
ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile
tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın
farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme,
özür dileme yerine itirazı ve hayatı tercih etti.
Ateş ve toprak karşılaştırması bize gösteriyor ki, varlık sırrı,
toprakta ve onun sembolleştirdiği çile alçak gönüllülük, ezilmişlik,
hizmet ve didinmededir.
Şeytana Mühlet Verilişi
Hz. Âdem’e secde emri karşısında büyüklük taslaması sonucu
ilâhî rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan şeytan,
helâk edilebileceğini düşünmeye başladı; hayatından endişe etmeye
başladı. “İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet
ver.“551 diye Allah’a yalvardı. İnsanların tekrar dirilecekleri günden
maksat, sûr’a ikinci üfürülüş zamanıdır552. Bu şekilde mühlet
istemekle tekrar dirilmeden sonra artık ölümün olmayacağını
biliyor ve böylece ölümden kurtulacağını sanıyordu. Onun bu
ölümsüzlük isteği, “...belirli bir zamana kadar“ kaydıyla, “Sen mühlet
verilenlerdensin!“553 şeklinde cevaplandırıldı. Belirli bir zamandan
maksat ise, sûr’a birinci üfürülüş zamanıdır.554 Bununla o, zillet ve
551 7/A'râf, 14
552 39/Zümer, 68; 83/Mutaffifîn, 6
553 7/A'râf, 15
554 27/Neml, 87
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 152 -
hakaret dolu bir hayatı ölüme tercih etti. Onun için esas düşüş de
bu oldu.
Buradan da anlaşılacağı gibi, şeytan aslında Allah’ı ve öldükten
sonra dirilmeyi inkâr etmediği gibi Âdem’in nesli ve zürriyeti
olacağını, dünyada bir müddet yaşayıp sonra öleceklerini ve bir
gün gelip tekrar diriltileceklerini de biliyordu. Şu halde onun küfrü,
Allah’ı ve âhireti inkâr şeklinde değil; teklif edilen emrin gereğini
yerine getirmeyi kabul etmeme ve itiraz şeklindedir.
Belirli bir zamana kadar mühlet verilen şeytan, hatasını anlayıp
tevbe ederek suçunu affettirme yoluna gitmedi. Bilakis daha
da azgınlaştı. Kendisine, kıyamete kadar meşgul olabileceği bir
hedef seçti. Bu hedef, ilâhî rahmetten uzaklaştırılmasına sebep
olan insandı. Gönlünü intikam duyguları bürümüştü. Cüretkâr bir
edâ ile bu duygularını Yüce Allah’a şöyle açıkladı: “Beni azdırdığın
için yemin ederim ki, yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim
ve onların hepsini saptıracağım.“555
Görüldüğü gibi, Yüce Allah, isyanından dolayı şeytanı hemen
huzurundan kovmamış, önce ona konuşma fırsatı vermiş, hatasını
anlayıp tevbe imkânı tanımış; fakat o inat ve küfründe ısrar edince,
bulunduğu makamdan indirmiş ve tasarladığı plânlarını şöylece
sıralayıvermişti: “Hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.
Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.“556 “Yerilmiş ve koğulmuş
olarak defol! Yemin olsun ki, insanlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi
cehenneme dolduracağım.“ 557
Şu halde şeytana uyan ondan, onun tebasından olup onun
âkıbetine uğrayacaktır. Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytana,
Allah’ın hâlis kulları üzerinde etkili olabilecek hiçbir güç verilmemiştir.
Dolayısıyla düşüncesinde, yaşayışında ve huyunda şeytana
karşı olan insan, “Allah’ın kulu“ sıfatını koruyacaktır. Şeytana âit
bir vasfı taşıyan kimsede ise, şeytandan bir haslet var demektir. 558
İblis ve Faâliyet Alanı
İblis, Allah’ın doğru yolunun üzerine oturup, insanlara her
yönden yaklaşıp onları kandırmaya çalışacağına söz verdi.559 İblis
böylece düşmanını seçti, faaliyet alanını belirledi. Onun düşmanı,
yaratılmasıyla ve secde emriyle kendisinin racîm olup
555 15/Hıcr, 39
556 15/Hıcr, 42
557 7/A'râf, 18
558 Elmalılı, c. 3, s. 2138
559 7/A'râf, 17
ŞEYTAN
- 153 -
kovulmasına sebep olan insanın bizzat kendisi, gönlü, kafası, nefsi
ve onun bulunduğu her yerdi. İblis, bütün gücünü kullanarak,
bütün imkânlarını seferber ederek, düşmanlarını azdırmaya, isyana
sürüklemeye ve kendine bağlamaya gayret edecektir. Kabilesini
(askerlerini), dostlarını, cinlerden ve insanlardan yardımcılarını
devreye sokacak, bu iş için kullanacaktır.
insanın iç dünyası, bu anlamda bir mücadele, bir savaş alanıdır.
Onun içinde iyiliğe de kötülüğe de meyil vardır. İblis, sürekli
kötülüğe olan meyilleri ön plâna çıkarmaya çalışacak, ona
sürekli kötülükleri telkin edecektir. Ona bu faâliyet iznini veren
Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya
uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygara kopar, mallarda ve
çocuklarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun (söz ver). Şeytan,
onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.“560 Bu İblise verilmiş olan
bir emir değil; ‘haydi elinden geleni ardına koyma, yapabileceğini
yap, serbestsin’ demektir.
Hayatımızla, ibâdet ve inançla, haram ve helâl hükümleriyle
ilgili kesin söz Allah’a aittir. Bu gibi konularda kendine göre dinler
ve inanışlar uyduranlar İblisin arkadaşları, dostları ve askerleridirler.
Allah’tan insanları kandırmak için izin alan İblis, işe ilk defa
Âdem’i ve onun eşini kandırmakla başladı. Âdem’i, ‘yasak ağacın
meyvesinden yerseniz cenette ölümsüz olursunuz’ fitnesiyle ve Allah
adına yemin ederek kandırdı. Yasak meyveyi yiyen ilk insanlar
Cennetten çıkarıldılar ve dünyaya gönderildiler.
Âdem tevbe etti ve bağışlandı.561 Âdem’in günahı nefsine aldanması
idi. Bir anlık kanma sebebiyle işlenen günahları Allah bağışlardı.
Ama şeytanın günahı nefse aldanmanın ötesinde Allah’ın
emrini beğenmemek, kendini O’nun karşısında güçlü görmek,
Allah’ın emrini bilerek dinlememek idi. Bu hata bağışlanmazdı.
İblis, Kur’an’da ‘şeytan´olarak da anılıyor. Şeytan, bütün kandırmaların,
bütün kötülüklerin, bütün hak yoldan saptırmaların
ortak adı olmaktadır. Bu mânâda birçok şeytan olabilmektedir.
İblisin dünyada insanları kandırıp günaha ve isyana götürme faaliyetlerine
artık şeytanî işler dememiz mümkündür.
Şeytan, itaat etmeye de isyan etmeye de, yani hayır işlemeye
de şer işlemeye de meyilli yaratılan Âdemoğlunu, kendi tarafına
çekmeye, ona günah işletmeye çalışır. Ancak onun Allah’a hakkıyla
560 17/İsrâ, 64
561 2/Bakara, 37
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 154 -
teslim olmuş kullar üzerinde bir hâkimiyeti, bir gücü yoktur:
“Meleklere, Âdem’e secde edin! Demiştik. İblisin dışında hepsi secde
ettiler. İblis, ‘Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?’
Dedi ki: ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer
beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime
bağlayacağım!
Allah buyurdu: ‘Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem
hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza!
‘Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla
onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol; kendilerine
vaadlerde bulun.’
Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va’detmez.
Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın
(hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.“ 562
İblis’in Başvurduğu Yöntemler
İblis insanları kandırmak için yaklaşırken birçok yöntem kullanır.
Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şeytan her şeyden önce bir vesvesecidir. Vesvese; fısıltı, hışırtı
gibi gizli seslere denir. Gönülde birbiri arkasından gelip tekrar
eden gizli söze vesvese denir. Şeytan insana sokulur ve tıpkı nefis
gibi ona sinsi bir şekilde vesvese verir, onu kandırır, ona telkinde
bulunur. 563
2- İblis insanları Allah’ın rahmetinin ve affının geniş olması ile
aldatır ve onları günah işlemeye teşvik eder. Onlara sanki ‘yiyin,
için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir,
sizi de affeder’ der. Kur’an, bizi bu noktada da uyarmaktadır:
“...Sizi ğarûr/aldatıcı, sakın Allah’a güvendirerek aldatmasın.“ 564
3- İblis’in bir diğer yöntemi insanlara Allah’ın adını ve O’nu
hatırlamayı unutturmasıdır.565 Allah’ı unutanlar, kuşkusuz O’nun
hükümlerini kulak arkası ederler, emirlerini kaale almazlar, nefislerinin
isteklerine karşı çıkmazlar; âhiret azabını hatırlamazlar,
cennetteki nimetleri akıllarına getirmezler. Ne Allah’ın azabından
korkarlar, ne de O’nun vereceği mükâfatları beklerler.
562 17/İsrâ, 61-65
563 114/Nâs, 4-6
564 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
565 58/Mücadele, 19
ŞEYTAN
- 155 -
4- İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya
düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh
olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Maldan ve
dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar elbette İblis’in
istediği noktaya gelen kimselerdir. İblis, bu gibi kimseleri çok rahat
güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder.
566
5- İnsanların aralarını açmaya çalışır. Sürekli kavga, savaş, anlaşmazlık,
fitne, güvensizlik, birbiri hakkında kötü düşünme tam
da İblis’in arzu ettiği şeydir. İblis, insanlar arasında fitne çıkarmaktan
asla vazgeçmez. 567
6- İblis, kendine bağladığı, Hakk’tan yüz çeviren kimselerin
yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu,
inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını
onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar.
Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. 568
7- Şeytan ve onun yardımcıları olan cinler ve insanlar, diğerlerini
kandırmak için süslü ve yaldızlı sözler söylerler. İddialarını
ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı kendilerine göre deliller getirirler,
her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Çekici, hoşa giden,
gönle rahatlık veren, ama aslında saptırıcı ve çarpık sözler kullanırlar.
Avlarını bu yöntemle avlamaya çalışırlar. 569
8- İblis, insanları kendi yoluna davet etmek için birtakım araçlardan
yararlanır. Bu araçların başında içki, kumar ve putlara tapmak
gibi şeyler gelir.570 Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir.
Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak
anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve
şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün
kötülüklerin anası olan içki şeytanın işini kolaylaştırır. 571
Şüphesiz ki İblis’in en önemli tuzaklarından biri de içki ve
uyuşturucudur. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği
toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O
toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri
haline gelmişlerdir.
9- Büyüklenme, istikbâr etme, kendini müstağnî görme, yani
566 2/Bakara, 268
567 17/İsrâ, 53
568 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
569 6/En'âm, 112-113
570 5/Mâide, 90-91
571 A. Osman Ateş, Şeytan, s. 214
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 156 -
Allah’ a muhtaç olmama duyguları da şeytanın önemli araçlarından
biridir. Şüphesiz büyüklenmek, İblis’in ahlâkıdır. O bu duygu
ile insanları Allah’ın huzurunda boyun eğmekten, O’nun emirlerine
uymaktan uzaklaştırır. Aldatıcı bir gururla onlara istiğnâ, yani
Allah’a ihtiyaç duymama duygusu telkin eder.
İblis bunlara benzer kendine ait tuzaklarla, verdiği vaadlerle,
söylediği yalanlarla, süslediği zevk ve tutkularla, kendine bağlı
olanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmaya çabalar. 572
Unutmamak gerekir ki İblis’in Allah’ın sâlih kulları üzerinde
bir gücü yoktur. O ancak kendine bağlı olanları yönlendirir, istediğini
yaptırır. İblis yalnızca davet eder, özendirir, teşvik eder. Ona
aldananlar, onun yolunu izler. 573
Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması
Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine mühlet
verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek şöyle dillendiriyordu:
“İblis: ‘Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları
(insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde
tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden
bulamayacaksın.’ dedi.“574
Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları deneyeceğini
açıkça söylemektedir. “Bütün cephelerden, her taraftan,
yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi tarafını, hangi
duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım. Vesvese vereceğim,
kendime dâvet edeceğim. Benim dâvetime uymazsa hiç
olmazsa Allah’a isyan etmesini ona fısıldayacağım, yani günahkâr
olması için elimden geleni yapacağım.“ diye söz vermiştir. Şeytan
bunu yapabilecek mi? Buna gücü yetecek mi?
Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur.575 Ama o nereden öğrenmişse;
insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve şerre
meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere, aşırı
isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar ile sonunu düşünmeden
zevklerinin peşinden gidenler, onun süslü sözlerine kanacaklardı.
İbn Abbas’tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, “önlerinden
572 Zübeyir Yetik, Şeytan, s. 97-107
573 H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 139-141
574 7/A'raf, 16-17
575 15/Hıcr, 41-42
ŞEYTAN
- 157 -
yaklaşacağım“ demek, onları dünyaya düşkün edeceğim; “sağlarından
yaklaşacağım“ demek, din işlerinde, ibâdet ve amellerinde
onlara şüphe vereceğim; “sollarından yaklaşacağım“ demek, onlara
günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet) vereceğim, anlamına
gelir. 576
Katâde de diyor ki: “Onlara önlerinden gelecek ve âhiret yok,
yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim. Arkalarından
gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp pullayıp onları
bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından gelip, ibâdetleri
(hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye çalışacağım. Sollarından
da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü gösterip onlara günah
işlemelerini tavsiye edeceğim.“ 577
Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle müslümanlara) daha çok
sağdan yaklaşırlar, onları din ile din motifleriyle aldatırlar. Nice
zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler üzerindeki hâkimiyetlerini
sürdürebilmek için dindar görünürler, dinî motifleri kullanırlar.
İslâm’a bağlılık ve saygıları olmadığı halde kitleleri susturabilmek
için dinî sloganlara başvururlar. Allah’ın âyetlerini çıkarları, düzenlerinin
devamı için kullanmaktan çekinmezler.
Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün olduğu
kadar unuttururlar. Hayatın yeme-içme ve zevklenmek olduğunu
aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek için nefsin
istediklerini ona vermek gerektiğini iddia ederler. Onları dünyaya
ve bitmez tükenmez tutkulara bağlarlar. O tutkuların peşinden
bir ömür sürmelerini temin ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını
unutturmaya, boş hayaller peşinde koşturmaya çaba gösterirler.
İblis ve yandaşları insana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki, isyanı
zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm’ın kötü (münker) dediklerini
insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. İçki, kumar, uyuşturucu,
zina, hak yeme, çılgınca eğlenmeyi, hayatın gayesi olarak sunarlar.
Allah’ı hatırlamayı unuttururlar. O’na ibâdet etmeyin, yasaklarından
kaçmayı zor ve ağzın tadını kaçırıcı, eğlenme ve zevki
engelleyici olarak gösterirler. Akla gelmedik şeytanî metodlarla,
hile ve tuzaklarla insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için gayret
ederler.578
İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve
şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm’ı
576 İbn Kesir, 2/9
577 İbn Kesir, 2/9
578 M. Alagaş, Şeytan ve Dostları, s. 27-52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 158 -
samimi bir şekilde yaşamak ve Allah’a sığınmaktır.
İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan
kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak edecek. Nefsi
onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın ve nefsin faaliyetleri
imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı, meşakkat olmadan
imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın hikmeti ortaya çıkmaktadır.
Allah dileseydi ne şeytan olurdu, ne de kullar günah işleyebilirlerdi.
Ancak, dünya hayatı imtihan içindir. İnsan, birtakım
denemelerden geçecek ve makamını kendisi kazanacaktır.
Şeytan, yani İblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, insanı
hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri yapmaya
davet eder. İnsanın içinde kötülüğe dâvet eden her çağrı, her
duygu şeytandandır. O ve kabilesi insanları, onların görmeyecekleri
yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi, inkârcıların dostudurlar.
579
O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından
sokulur; onların Allah’a şükredici olmamaları için çalışır.580 Bu
amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını seferber eder, onlara
karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında ortak olmaya
kalkışır. 581
Şeytan, müslümanları hayır yapmaktan alıkoymaya çalışır.
Zekât ve sadaka verenleri ‘fakir olacaksınız’ diye korkutur582.
Şeytan, insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder583. Onlara içkiyi,
kumarı, zinayı süslü gösterir, böylece insanları Allah’ı anmaktan
uzaklaştırır.
Şeytan, insanlara Allah’ı ve O’nun kitabını hatırlamayı unutturur.
Böylece onları daha iyi kontrol altına alır ve hata yaptırır.
Şeytan, Allah’ın gücünü ve kaderini unutturarak evrendeki olayları,
insan hayatında olanları tesadüflere bağlar ve insanları bunlara
inanmaya çağırır. Böylece Allah’ı hatırlarına getirtmez. Şeytan,
kendi yolundan gelenlere; başkaları üzerine haksızlık yapmaya,
onların elindekine göz dikmeye dâvet eder. İnsanlar arasında anlaşmazlıkların
kavgaların çıkmasına sebep olur. 584
Şeytanın işi fesat ve fitnedir. O, insanlar içinden kendine
yandaşlar (veliler) bulur ve birçok işini onlara yaptırır. “Şeytanın
579 7/A'râf, 27
580 7/A’râf, 17
581 17/İsrâ, 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167
582 2/Bakara, 268
583 2/Bakara, 288
584 H. K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 286
ŞEYTAN
- 159 -
evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı
zayıftır.“585 Aslında şeytanın hilesi zayıftır. “Şeytanın dostlarına karşı
savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“586 Onun insan
üzerinde herhangi bir gücü yoktur: “Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde
senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak
Rabbin yeter.“587 Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına,
vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.
Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden yüz çevirenlere
Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan taraftarı’ demektedir: “Şeytan
onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar,
hizbü’ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü’ş-şeytan mutlaka
kaybedenlerdir.“588 Demek ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı
başarıp başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah’ın
hizbinden olmak durumundadır.
Şeytanın Görevi
Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları
doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun
görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp
reddedenler de olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu
bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyamete kadar devam
edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız
ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi
Allah’a isyan edenlerden oluruz.
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana
ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size,
kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.“
589
Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım“
dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.
“Allah onu (şeytanı) lânetledi; o da: ‘Yemin ederim ki kullarından bir
pay edineceğim’ dedi. Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş
kuruntulara boğacağım, kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara
585 4/Nisâ, 76
586 4/Nisâ, 76
587 17/İsrâ, 65
588 58/Mücâdele, 19
589 2/Bakara, 168-169
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 160 -
emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler’ (dedi). Kim Allah’ı bırakır
da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. Şeytan
onlara söz verir, vaadde bulunur, onları ümitlendirir ve kuruntulara düşürür.
Ancak bu vaad sadece aldatmadan ibarettir. Onların varacağı yer
cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.“ 590
Bu âyetler, aynı zamanda insanın, şeytanın fitnesinden sakınmasının
mümkün olduğunu da gösterir. Yine bu âyetler, imansızlıkla
şeytanlık, imansızlarla şeytanlar arasında bir yakınlık olduğunu
ve şeytanın imansızların velîleri, âmirleri, işverenleri, başlarına
Mûsâllat yakınları ve arkadaşları olduğunu gösterir.
Allah’ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşan ve O’nun koyduğu
yasakları çiğneyen kimselerin eninde sonunda mutlaka şeytanın
tuzağına düşecekleri591, şeytanın tuzağına düşen bu azgın kimselerin,
sonunda şeytanın kendilerini istilâ etmesine ve kayıtsız
şartsız şeytanın esiri olmalarına engel olamayacakları bildirilmiş592
ve “...eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.“593 buyrulmuştur.
Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler
Şeytanın kendilerine tesir edemeyeceği kimseler de Kur’an’da
şöyle belirtilmiştir: “Şeytan seni dürtecek olursa Allah’a sığın, doğrusu
O işitir ve bilir. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir
vesveseye uğrayınca, Allah’ı anarlar ve hemen gerçeği görürler.“ 594
“Kur’an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Doğrusu
şeytanın, iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir
nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost edinenler ve Allah’a ortak
koşanlar üzerindedir.“ 595
Allah’ın hâlis kullarına tesir edemeyeceğini, şeytan, bizzat
kendisi de itiraf etmiştir.596
Âyetlerden de anlaşılıyor ki, Allah’a içtenlikle iman ederek
ibâdet eden insanlar üzerinde, tabanca kurşununa karşı çelik
yelek giyilmiş gibi şeytanın hiçbir etkisi olamamaktadır. Allah’a
iman edip emirlerine uyan ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) gösterdiği
yoldan giden kişiler, şeytana galip gelmişler demektir. O halde,
590 4/Nisâ, 117-121) Ayrıca bkz. 18/Kehf, 50; 35/Fâtır, 6
591 43/Zuhruf, 39
592 58/Mücadele, 19
593 6/En'âm, 121
594 7/A'râf, 200-201
595 16/Nahl, 98-100
596 15/Hıcr, 28-43; 17/İsrâ, 61
ŞEYTAN
- 161 -
şeytana boyun eğmemenin tek yolu, Allah’a samimi olarak inanmak
ve ibâdetleri tam yapmak, Peygamber’in gösterdiği yoldan
ayrılmamaktır. Her işimize başlarken de şeytandan Allah’a sığınıp,
Allah’ın ismini anmalı; “eûzü besmele“ ile başlamalıyız.
Her insana Bir Şeytan Verilişi
Yüce Allah insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi,
onun yanına, kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü gösteren,
münkere teşvik eden ve fitneye çağıran bir şeytan da vermiştir.
Bu konuda peygamberlerle diğer insanlar arasında hiçbir ayırım
yapılmamıştır. Şöyle ki: “Böylece biz, her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi
bozuk, dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler.“597 Yani ima ve işaretlerle
öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sade dışındaki
süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar.
Hz. Peygamber de bir soru üzerine: “Her insanın yanında bir şeytan
vardır.“ buyurmuş, “Senin de mi ey Allah’ın elçisi?“ diye sorulduğunda,
“Evet, fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de, o da bana
teslim oldu.“ Cevabını vermiştir. 598
Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile
şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına
şeytanî metodlarla hayâsızlığa götürenler günümüz dünyasının
birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi
üstlenmiş durumdadır. Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle
desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana
düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.
İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar
İman ve amel yönünden zayıflık, Allah’ın affı ve merhametinden
ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik,
yerli yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkâr, nankörlük, acelecilik,
başıboşluk, serserilik, cimrilik, açgözlülük, hırs, münakaşa,
gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlara haddinden
fazla katılık, aldatma, yalan iddia, sabırsızlık, şikâyet ve yakınma,
infak etmeme, isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala
düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma... Nefis bu hastalıklardan
kurtulup mutmain olunca, içini Allah’ın zikri, şeytandan sakınma,
güç ve gayretin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme, Allah’a
yönelme gibi insanın mâneviyatını güçlendiren ve rûhî kalitesini
597 6/En'âm, 112-113
598 Müslim, Münâfikun 11; Ahmed bin Hanbel, VI/115; Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
6/ 40-41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 162 -
yükselten faziletlerle dolar. Bu duruma yükselen insandan şeytan
artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu değiştirir. Nitekim
Hz. Ömer bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber ona
hitaben şöyle demiştir: “Ey Hattâb oğlu Ömer, şeytan asla seninle karşılaşmaz.
Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin yolundan başka bir
yola yönelir gider.“ 599
Şeytana Uyanların Durumu ve
Âhirette Hesaplaşma
Hz. Âdem’in yaratılışı ile meydana gelen bu imtihanda, şeytanın,
nefsânî hislerine tâbi olarak melekler arasındaki makamdan
şekavetin en aşağı mertebesine düşmesi ne kadar acıklı ise; hiç
şüphe yok ki, meleklerin secde ettiği varlık olmak şerefine mazhar
olan insanın, apaçık düşmanı olan şeytanın izine ve huyuna
uyarak o ulvî makamdan düşüşü ve onun âkıbetine iştirak edişi
ondan daha acıklı olacaktır. Allah kıyamet günü, insanları doğru
yoldan uzaklaştıran kötü gruba hitaben şöyle der: “...Ey cin topluluğu!
insanların çoğunu yoldan çıkardınız...’ insanlardan onlara uymuş
olanlar, ‘Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin
ettiğin sürenin sonuna ulaştık’ derler. Allah, ‘Cehennem, Allah’ın dilemesine
bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır’ der.“600 İnsanlara
hitaben de: “...Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin
için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim
mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, akletmez
miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bu gün, inkârcılığınıza
karşılık oraya girin.“601 buyurmuştur. Diğer bir kıyamet sahnesinde
de şeytan, kendisine uyanları kınayacak ve şöyle diyecektir: “İş
olup bitince şeytan: ‘doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size
söz verdim ama sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum yoktu;
sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil; kendinizi kınayın.
Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah’a ortak
koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir
azâb vardır’ der.“ 602
Şeytanın Yaratılış ve insanlara
Mûsâllat Olmasının Hikmeti
İnsanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı
doğru yoldan çıkararak küfre ve dalalete sevke çalışmak olduğu
599 Buhârî, Fedâilü'l-ashâb 6; Müslim, Fedâilü's-sahabe 2; Ahmed bin Hanbel,
I/171, 182
600 6/En'âm, 128
601 36/Yâsin, 59-64
602 14/İbrâhim, 22
ŞEYTAN
- 163 -
anlaşılan şeytan, acaba niçin yaratılmıştır? Bu konuda şu hikmetler
sayılabilir:
a- Allah, eşyayı zıdlarıyla birlikte yaratmıştır ki, biri diğerinden
ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlar tarafından anlaşılabilsin.
Şeytan da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden
biri olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına mukabil
yaratılmıştır.
b- Şeytanın yaratılmasındaki bir başka hikmet de, Allah’ın
üstünlük ifade eden Kahhâr, Müntakîm, Adl, Dâll, Şedîdü’l-ıkab,
Serîu’l-hisâb, Hâfid, Râfi’, Muizz, Müzill gibi isimlerinin tecellî
edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler, taalluk
edecekleri bir varlığı gerektiren kemâl sıfatlarıdır. Şâyet ins ve cin,
melek tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkamazdı.
c- Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah’ın hıfz, afv, mağfiret,
rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi hususları ihtivâ eden
kemâl sıfatlarının ve isimlerinin tecellî etmesi mümkün olmazdı.
Peygamberimiz, bunu veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir:
“Eğer sizler, hiç günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri giderirdi
de, fertleri günah işleyip mağfiret dileyecek ve Allah’ın kendilerine mağfiret
edeceği bir kavim getirirdi.“ 603
d- Şeytan yaratılmamış olsaydı, insan için Allah’a ibâdet ve itaattan
söz etmek mümkün olmazdı. Zira belli fiillerin ibâdet, tâat,
hayır ve hasen oluşu ancak zıdlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara
şer ve çirkin fiillerde yol gösteren şeytandır.
Şüphe yok ki, süflî duygu ve arzular, insanın fiziksel varlığı için
şarttır. Fakat bunlar çığırından çıkıp kontrol edilmez bir hale gelirse,
insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine
engel olur. İslâm, bu duygu ve arzuları görmezlikten gelmez;
ama bunlara istikamet ve sınır çizer. İnsanın bu cins duygu ve arzularını
kontrol etmesi, yöneleceği yeri helal olanlara göre belirlemesi
ve haddi aşmaması gerekir. Eğer bunu yapmakta başarıya
ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana
zarar verebilir. Tam aksine, bu beşerî duygu ve arzular, manevî
cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan
için bir sınanma alanı olan bu dünyada insanı iyiliğe sevketmek
için melek, vicdan, fıtratın varlığı nasıl lüzumlu ise; fizikî varlığı
için de onun süflî arzularını kamçılayan kuvvetler, kontrol altına
603 Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, Deavât 98; Ahmed bin Hanbel, I/289,
II/309
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 164 -
alınmak şartı ile zararsız; hatta faydalı olabilir.
Aslında şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Babamız
Âdem’e vesvese verdiği gibi, hepimizi yoldan çıkarmaya çalışır.
Onun niyeti, insanoğlunu parlak sözlerle ve yalanla süflî arzularını
uyandırarak, onu yanlış yola sevketmektir. İnsan, ruhî gelişmesinin
ilk aşamasında, şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları
susturmak için onunla savaşmak zorundadır. Fakat insan, bu
mücadelede azimli olursa, ilâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı
yenecektir. İnsan, bu safhayı atlatıp galip çıkar, ihlâs sahibi samimi
mü’min olursa, artık yükselir. Şeytan, vesvese vermeye çalışsa da
kâmil imana sahip ihlâslı insanlara güç yetiremez. Artık, şeytanla
imtihan edildiği ve onu sürekli yendiği için, şeytan böyle bir insanın
–istemese de- takvâsını, derecesini artırmış olur. Bu düşman
sayesinde insan, meleklerden de üstün seviyeye çıkar. Şeytan ve
onun içimizdeki vesvesesi olmamış olsaydı, insanın bu yücelmesi
de mümkün olmayacaktı. “Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde
kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar mahzun
da olmayacaktır.“ 604
Allah’ın sevgi ve rahmetinden uzak kalan İblis (şeytan) kıyamete
kadar düşmanı olduğu Âdem’i, yani insanı kandırmaya ve
saptırmaya devam edecektir.
İnsana yakışan, düşmanına karşı uyanık olmasıdır. Allah’ım!
Senin dostlarını ve bizim gerçek dostlarımızı bize sevdir. Düşmanlarımızın
peşinden gitmeyecek kararlılık, ihlâs ve basiret ver!
604 2/Bakara, 38
ŞEYTAN
- 165 -
İblis-Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
A İblis Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 2/Bakara, 34; 7/A’râf,
11; 15/Hıcr, 31, 32; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 26/Şuarâ, 95; 34/
Sebe’, 20; 38/Sâd, 74, 75.
B Şeytan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara,
36, 168, 208, 268, 275; 3/Âl-i İmrân, 36, 155, 175; 4/Nisâ, 38, 60, 76, 76,
83, 117, 119, 120; 5/Mâide, 90, 91; 6/En’âm, 43, 68, 142; 7/A’râf, 20, 22,
27, 175, 200, 201; 8/Enfâl, 11, 48; 12/Yûsuf, 5, 42, 100; 14/İbrâhim, 22; 15/
Hıcr, 17; 16/Nahl, 63, 98; 17/İsrâ, 27, 53, 53, 64; 18/Kehf, 63; 19/Meryem,
44, 44,45; 20/Tâhâ, 120; 22/Hacc, 3, 52, 52, 53; 24/Nûr, 21, 21; 25/Furkan,
29; 27/Neml, 24; 28/Kasas, 15; 29/Ankebût, 38; 31/Lokman, 21; 35/Fâtır, 6;
36/Yâsin,60; 37/Sâffât, 7; 38/Sâd, 41; 41/Fussılet, 36; 43/Zuhruf, 36, 62; 47/
Muhammed, 25; 58/Mücâdele, 10, 19, 19, 19; 59/Haşr, 16; 81/Tekvîr, 25.
C Şeytan Kelimesinin Çoğulu Şeyâtîn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 18 Yerde): 2/Bakara, 14, 102, 102; 6/En’âm, 71, 112, 121; 7/A’râf,
27, 30; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 68, 83; 21/Enbiyâ, 82; 23/Mü’minûn, 97;
26/Şuarâ, 210, 221; 37/Sâffât, 65; 38/Sâd, 37; 67/Mülk, 5.
D İblis Konusunda Âyet-i Kerimeler
a İblis: 2/Bakara, 34; Nisâ, 118-119; A’raf, 11-18; Hıcr, 28-38; İsrâ, 61-63; Kehf,
50; Tâhâ, 116; Sebe’, 21; Sâd, 71-81.
b İblis’in Kibri: Bakara, 34; A’raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50;
Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
c İblis’in Cennetten Koğuluşu: A’raf, 11-18; Hıcr, 34-35; İsrâ, 62-63.
d İblis Lânetlenmiştir: Hıcr, 35; Sâd, 78;
e İblis’e Mühlet (Süre) Verilmesi: A’raf, 14-15; Hıcr, 36-38; İsrâ, 62; Sâd, 79-
81.
f İblis’e Verilen Fırsatın Hikmeti: Sebe’, 21.
g İblis Allah’ın Rahmetinden Koğulmuştur: Nisâ, 118-119; A’raf, 18; İsrâ, 62-
63; Sâd, 77.
B Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
a Şeytanın Ateşten Yaratılışı: A’raf, 12; Hıcr, 27; Sâd, 76.
b Şeytan, insan ve Cin’den Olabilir: En’am, 112-113; Nâs, 6.
c Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar: Hıcr, 17-18; Şuarâ, 212; Saffat, 7-10;
Mülk, 5; Cin, 8-9.
d Şeytan, insanlara Düşmandır: Bakara, 168, 208-209; En’am, 142; A’raf,
16-17, 27; Yusuf, 5; Hıcr, 39 40; Tâhâ, 116-117; Hacc, 52; Fâtır, 6; Yâsin,
60-61; Zuhruf, 62.
e Şeytan Kötülüğü, Hayâsızlığı ve Allah’a Karşı Gelmeyi Emreder: Bakara,
169; Nisâ, 14, 118-119; En’am, 128; A’raf, 200; Nûr, 21; Sâd, 82-83.
f Şeytan, insanların Kalbine Vesvese Verir: Nâs, 5.
g Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrak Ederler: A’raf, 201; Hıcr, 39-
40; İsrâ. 65.
h Şeytan, insanları Kuruntulara Düşürür: Nisâ, 119-120; A’raf, 20-21; İsrâ,
63-64.
i İnsan ve Cin Şeytanları, Düşmandır: En’am, 112.
j İnsan ve Cin Şeytanları, Aldatmak İçin Yaldızlı Lâflar Söyler: En’am, 112-113
k Şeytana Uymak: Bakara, 208-209; Nisâ, 38, 119-120; En’am, 128, 142;
A’raf, 18; Hıcr, 41-44; İsrâ, 63-64; Kehf, 50-51; Nur, 21; Şuarâ, 221-223;
Lokman, 33; Fâtır, 5; Sâd, 84-85; Fussılet, 36; Zuhruf, 36-39.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 166 -
l Şeytanın, Mü’minler Üzerinde Hiçbir Hâkimiyeti Yoktur: Hıcr, 42; Nahl, 99-
100; İsrâ, 65; Sâd, 82-83.
m Şeytanın Arkadaşlığı: Nisâ, 38; Fussılet, 25; Zuhruf, 36-38; Kaf, 27.
n Şeytanın Aldatmasının Etkili Olduğu Kişiler: Hacc, 52-55.
o Şeytan, Kâfirlerin Dostudur: Bakara, 257; Nisâ, 38, 76; En’am, 71; A’raf, 27,
201-202; Enfâl, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuarâ, 221-223; Fussılet, 25.
p Şeytan, Münafıkların Dostudur: Mücadele: 19-20; Haşr, 16-17.
r Şeytandan Allah’a Sığınmak: A’raf, 200; Nahl, 98; Mü’minun, 97-98;
Fussılet, 36; Nâs, 1-6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 272-277
3. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 64-65
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s.
96-99
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 337-342;
380-386
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1,
s. 176-178
9. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 505-506; c. 3, s. 1335-1336
10. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 173-
181
11. Ana Konularıyla Kur’an, FazlurRahman, Fecr Y. s. 249-265
12. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275
13. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 58-59; c. 6, s. 38-42
14. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
15. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-
153
16. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
17. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287
18. Hz Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144
19. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
20. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. / Büruc Y.
21. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
22. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
23. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
24. Şeytanizme Rağmen İslâmî Uyanış, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
25. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
26. Vesvese -Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayım
27. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
28. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
29. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
30. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
31. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
ŞEYTAN
- 167 -
32. Şeytanın Tuzakları: insanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim el-Cevziyye,
Uysal Kitabevi Y.
33. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
34. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.
37. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
38. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
39. İnsan ve insanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Çarşamba, 27 Ocak 2021 00:57

Sevgi İtaat ve İsyan

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -21-
SEVGİ, İTAAT ve İSYAN
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
SEVGİ, İTAAT ve İSYAN
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-21-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İman sevgi ve buğzdur. “Lâ ilâhe illâllah” red ve kabul olduğu kadar nefret ve sevgidir. Rahmet, af, mağfiret, tevbelerin ve duaların kabulü gibi özellikler Allah’tan kullara sevgiyi gösterdiği gibi, hiçbir şeyi Allah’a şirk koşmamak ve ibâdeti sadece O’na tahsis edip kulluk yapmak da sevginin tezahürüdür. Demek ki sevgilerin en temeli, en yücesi, Allah sevgisidir. Allah’ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek. Allah’tan râzı olmak ve Allah’ı râzı etmek. Diğer sevgiler, bu sevgiyi gölgelendirmeyecek, geri plana attırmayacak.
Sevgi itaat ister. Sevgi varsa itaat de vardır: “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 1 İmanı sevdiğimiz gibi imanlıyı da sevmek zorundayız. Birbirimizi sevmeden cennete giremeyeceğimizi belirtmiş Rasûl; bütün mü’minleri Allah için sevmeliyiz.
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve isyanı olmayan, mevcut düzene her yönüyle uygun bir din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab ve hâkimiyet anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık (!) hâkim kılınmak isteniyor. Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah’a iman eden, ama tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden bir din, ilâhî olmaktan öte beşerî bir din!..
İtaat ve isyan yönüyle şirk, günümüzde en çok gördüğümüz şirk çeşidi. “Ey iman edenler! Kâfirlere itaat ederseniz, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” 2 İtaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaati tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti seçmiş olur.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. “Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar mü’min değillerdir.” 3
1 3/Âl-i İmrân, 31-32
2 3/Âl-i İmrân, 149
3 24/Nur, 47
Sevgi ve itaat, imanın test edilmesi, imanın ispat edilmesidir. Yine, Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
İsyanınız kâfirlere, tâğutlara, zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz Rabbinize olsun!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ / 9
Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti / 9
Allah Sevgisi / 11
Sevginin Dereceleri / 15
Allah’ın Kulu Sevmesi / 16
Allah’ın Kulu, Kulun Allah’ı Sevmesinin Belirtileri / 18
Sevginin Esası ve Sebepleri / 19
Allah Sevgisi İçin “Aşk“ Kavramının Kullanılması Doğru mudur? / 20
Sevgi İmanın Göstergesidir / 28
Kur’ân-ı Kerim’de Sevgi Kavramı / 29
Allah Kimleri Sever? / 34
Allah Kimleri Sevmez? / 35
Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı / 37
Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi / 43
Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir / 43
Sevginin Zirvesi: Takvâ / 51
Sevgi Toplumu / 58
Tutku (Çarpık Sevgi) / 61
İSYAN - İTAAT / 79
İsyan; Anlam ve Mâhiyeti / 79
İsyanın İki Yönü / 80
Ma’siyet Ne Demektir? / 82
İtaat; Anlam ve Mâhiyeti / 84
Tâat Ne Demektir? / 85
Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı / 86
Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan / 89
İtaat Edilmesi Gereken Kimseler / 92
İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler / 99
Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları / 104
İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk / 107
Allah’a İtaat ve İsyanın Boyutları / 111
Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir / 113
Nerdesin Ey Güzel İsyan? / 116
- 9 -
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ

Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti

Allah Sevgisi

Sevginin Dereceleri

Allah’ın Kulu Sevmesi

Allah’ın Kulu, Kulun Allah’ı Sevmesinin Belirtileri

Sevginin Esası ve Sebepleri

Allah Sevgisi İçin “Aşk“ Kavramının Kullanılması Doğru mudur?

Sevgi İmanın Göstergesidir

Kur’ân-ı Kerim’de Sevgi Kavramı

Allah Kimleri Sever?

Allah Kimleri Sevmez?

Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı

Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi

Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir

Sevginin Zirvesi: Takvâ

Sevgi Toplumu

Tutku (Çarpık Sevgi)
“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.“ 1
Sevgi; Anlam ve Mâhiyeti
Mahabbet (Türkçe söylenişiyle muhabbet), sevmek demektir. Mahabbetullah da, Allah’ı sevmek anlamındadır. Mahabbet, “hubb“ (h-b-b) kökünden gelir. Hubb saf sevgiye denir. Araplar, dişlerin parlaklığı için aynı kelimeyi kullanırlar. Kaynamak üzere olan suyun üstüne çıkmağa başlayan kabarcıklara da habâb denir. Buna göre mahabbet, susamışlıktan (fazla arzudan) kalbin kaynaması, taşması, sevilene ulaşmak için çırpınmasıdır. Habâbu’l-mâ’, suyun fazlasına denir. Mahabbet de kalpteki düşüncelerin en baskını olduğundan h-b-b ile ifade edilmiştir. Türkçede mahabbetin (muhabbetin) karşılığı sevgidir. Bunun da normaline sevgi, aşırısına aşk, daha aşırısına sevdâ/tutku denir. Sevgi anlamına gelen bu
1 2/Bakara, 165
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
terim, aynı zamanda çekirdek, tohum, öz, nüve (habb) anlamlarına
da gelmektedir. Bu mânâlarıyla Kur’an’da da kullanılmıştır.2
Bu ikinci anlamını da gözönünde tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki
sevgi varoluşun tohumudur, çekirdeğidir, özüdür.
Sevgi; Sevme duygusu, bir kimseye veya bir şeye muhabbet
besleme hissi. Sevgi, insanlarda doğuştan bulunan fıtrî bir duygudur.
Sevgi, topluma huzur ve barışı getiren birleştirici bir unsurdur.
Kur’an, kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Mü’minin gönlü
sevgi ile doludur. Kin ve düşmanlık, kâfirlerin özelliklerindendir.
Allah Teâlâ, iman edenlerin kalplerini sevgi ile birleştirmiş, onları
bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir: “Ve kalplerinin arasını sevgi ile
birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların
kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi...“
3
Dinde sevgi iki türlüdür: Kulun Allah’ı sevmesi, Allah’ın kulu
sevmesi. Allah’ı sevmek, yani mahabbetullah, herkesin, elde etmek
için ardından koştuğu yüce bir mertebedir. Makamların en
yücesi, derecelerin en yükseğidir. Kalplerin azığı, ruhların gıdası,
gözlerin bebeğidir. Mahabbet, bir hayattır, onsuz insan ölülerden
sayılır; bir nurdur, onu kaybeden karanlıklarda kalır. İnsan için en
büyük mutluluk, Allah sevgisine ulaşmaktır. Allah Teâlâ; zâlimleri,
fesatçıları, kâfirleri, israfçıları, haddi aşanları, kibirlenip böbürlenenleri
sevmez. Buna karşılık, takvâ sahiplerini, tevbe edenleri,
sabredenleri, ihsan sahiplerini, adâletle iş görenleri, ibâdetlerini
yapanları, tevekkül edenleri sever. Yüce Allah; “De ki: ‘Eğer Allah’ı
seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.“
4 buyurmuş ve Allah sevgisine ancak O’nun emirlerine uymak, Peygamberinin
yolundan gitmekle ulaşılabileceğini haber vermiştir.
Müslümanın görevi, sevgisini iyiye, güzele ve meşrû olana yöneltmektir.
Sevdiğini Allah için sevmeli, sevmediğini de yine Allah
için sevmemelidir. Allah’ın sevdiklerini sırf Allah rızâsı için sevmek,
sevmediklerinden yine O’nun rızâsını umarak kaçınmak gerekir.
Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününde:
‘Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka
gölge bulunmayan bir günde Arş’ın gölgesinde gölgelendireceğim.’ buyurur.“
5
2 6/En’âm, 95; 55/Rahmân, 12
3 8/Enfâl, 63
4 3/Âl-i İmrân, 31
5 Müslim, Birr ve Sıla, 161
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 11 -
Abdullah bin Ömer şöyle söyler: “Allah için sev, Allah için buğzet,
Allah için dost ol ve yine O’nun için düşman ol. Çünkü Allah’ın
dostluğuna ancak bu şekilde erişilir.“ Müslüman, sevilmesi gereken
her şeye ve herkese karşı, her türlü çıkar düşüncesinden uzak,
sırf Allah rızâsı için, samimi bir sevgi beslemelidir. İnsan ruhunu
olgunlaştıran mânevî gıdalardan biri olan sevgi, özellikle çocuklardan
esirgenmez. Çocuk ruhunda her türlü iyiliği filizlendirecek
olan şey sevgidir. Sevgiden mahrum olarak yetişen çocuklar katı
yürekli ve zâlim olmaya daha yatkındırlar. Bu mahrûmiyet, onların
ruhunu kesinlikle olumsuz yönde etkiler. 6
Allah Sevgisi
Muhabbetullah, yani Allah sevgisi; nefsin, zât ve sıfatlarıyla
mükemmel olan Allah’a meyletmesidir. Sevginin meydana gelmesinde
ön şart, sevilen varlığın tanınmasıdır. Allah’ın künhünü
(nitelik ve niceliğini) akıl ile idrâk mümkün değil ise de, zâtının
kendini vasıflandırdığı kadarıyla da olsa O’nu tanımak, O’na inanmayı
ve sevmeyi gerektirir. İslâm düşünürü İmam Gazâlî, kişiyi Allah
sevgisine götüren beş sebepten bahseder:
a) İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever;
yokluğunu, kemâlinin azlığını ise sevmez, ondan nefret eder. Bu
durum, insanı Allah’ı sevmeye götürür. Çünkü kendisini ve Rabbinı
bilen, varlığının devam ve kemâlinin kendinden değil; Allah’tan
olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan, kemâl sıfatlarını
yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve güzelliğe ulaşma sebeplerini
yaratan, bu sebepleri kullanmaya hidâyet eden Allah’tır.
Yoksa insanın kendi başına ne varlığı, ne de devam ve kemâli
olabilir. Varlıklar arasında kendi kendine var olan yalnız Allah’tır.
O’ndan başka her şey, O’nun kuvvet ve kudretiyle vardır. Başkasından
meydana gelen kendi zâtını seven bir ârif, onu meydana getireni
ve (inanıyorsa) kendini yoktan var edip yaşatan ve bizâtihî
kaim olup başkalarını da yaşatanı elbette sever. O’nu sevmemesi,
kendine ve Rabbine olan cehâletinden ileri gelir. Muhabbet,
mârifetin meyvesidir, onun için mârifetten sonra gelir. Mârifet
(Allah’ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Mârifet zayıf olursa
muhabbet de zayıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: “Rabbini bilen
O’nu sever; dünyayı bilen ondan nefret eder“ demiştir.
b) İnsan, malını koruyan, kendisiyle güzel bir şekilde tatlı tatlı
konuşan, kendisine yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan,
kendisine, ailesine, çoluk-çocuğuna iyilik yapan ve ihsanda
6 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 393-394
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
bulunanı sever. Bu sevgi, Allah’ı sevmeyi gerektirir. Çünkü bütün
bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah’tır. Bunlara ilâveten
insanlara her çeşit nimetleri veren yine Allah’tır. “Allah’ın verdiği
nimetleri sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz.“7 Çok kere Allah’ın nimetleri
bir insan kanalıyla diğerine intikal eder. Nimetin gerçek
sahibi ise Allah’tır. Ayrıca iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan
malı yaratan, o maldaki tasarrufun kudret ve irâdesini o adama
nasip eden, kişiyi nimet verene karşı sevdiren, O’nu da diğerine
karşı meylettiren muhakkak ki yine Allah’tır. Allah’ın bu sebepleri
onda yaratması ve malını ona vermesinin kendi hakkında hayırlı
olmasını bildirmekle onu bu işi yapmaya mecbur etmiş ve adamın
da muhâlefet etme imkânı kalmamıştır. Demek ki; asıl ihsanda bulunan,
onu bu işe mecbur edendir. Onun eli ise ihsânı yapmakta
bir vâsıtadır. Demek ki; kişinin kendisine iyilik edeni sevmesi, o
adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah’ı sevmeyi gerektirir.
c) İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği
yapanı sever, yapmayandan nefret eder. Kendisi ile ilgili olmasa
bile adâleti ve insanlara merhamet ve yumuşaklıkla muâmele etmesiyle
tanınan bir idâreci insanların sevgisini kazanırken, bunun
zıddına zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir yönetici de nefret kazanır.
Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir.
Bu sevgi, ihsandan bir fayda görmeyende de görülür. Bu üçüncü
sebep de yalnız Allah’ı sevmeyi gerektirir. Zira O, kendi fazlından,
önce bütün mahlûkatı yarattı. Onların zarûrî ihtiyaçları olan organlarını
tamamladığı gibi, zarûrî olmadığı halde ihtiyaç olduğu
sanılan sebepleri yaratmakla onları nimet ve refaha kavuşturdu.
Sonra ihtiyaçlarından fazla olan birtakım süs ve ziynetlerle onları
güzelleştirdi. İnsan hayatı için zarûrî olmayan gerek fizikî güzellikleri
ve gerekse tabiatta olan dış güzellikleri yaratan Allah, bu
yönüyle de sevilmeye en lâyık olandır.
d) Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil; yalnız
güzelliğinden ve kemâlinden ötürüdür. Allah zât ve sıfatları
itibarıyla güzeldir. Çirkinlik, bir noksanlıktır. Noksanlık Allah’a yakışmaz.
Allah’ın her sıfatı kemâl noktasındadır. Âlim, bilgili, kudretli,
cömert insan; şahsî menfaati olmasa bile diğer insanlar tarafından
sevilir. Kişileri sevdiren, onlardaki bu güzel sıfatlardır. Oysa
sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah’ın aynı kemâl sıfatlarıyla mukayese
dahi edilebilecek olgunlukta değildir. Hâlbuki bu sıfatları
da insana bahşeden yine Allah’tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye
hak kazanan bir varlığa mukabil Allah’ın daha çok sevilmesi gerekir.
Çünkü Allah herkesten daha çok âlim, daha kudretli, daha
7 16/Nahl, 18
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 13 -
cömerttir. Eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur. Ezelî ve ebedîdir. Her
şeyi yoktan var eden, varlığında başkasına muhtaç olmayan, fazl,
celâl, cemâl, kudret ve kemâl sahibidir. Şâyet ilminden dolayı bir
âlimin, kudretinden dolayı bir kaadirin, olgunluğundan dolayı bir
kâmilin, bağışlayıcılığından dolayı bir bağışlayanın, ihsanından
dolayı bir varlığın sevilmesi gerekiyorsa bütün bu sıfatlar en kâmil
derecede Allah’ta vardır. Dolayısıyla bu yönü itibarıyla da en çok
sevilmeye lâyık olan yine Allah’tır.
e) İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir.
Aynı cinsler birbirleriyle münâsebet kurarlar. Bu münâsebet
zamanla sevgiye dönüşür. Her ne kadar cins, şekil ve sûret sözkonusu
değilse de, kul ile Allah arasında gizli bir münâsebet
vardır. İnsanın, Allah’ın güzel vasıflarıyla vasıflanması emredilir:
“Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın“ gibi. Bu ahlâk da ilim, iyilik, ihsan, lütuf,
hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak, onlara öğüt
verip doğru yola getirmek, bâtıldan uzaklaştırmak ve benzeri
dînî faziletlerdir. Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel
münâsebetler de vardır. “Ona şekil verip rûhumdan üflediğimde...“8
Bu üstün münâsebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle
emrolunmuşlardır. Yine insan, özel münâsebet neticesi, yeryüzünde
halîfe9 olarak yaratılmıştır. Bu tür münâsebetler de insanın
Allah’ı sevmesini gerektiren sebeplerdir. Bütün bunların dışında
kul Allah’ı, O’ndan gelecek bir nimet karşılığı değil; O yalnızca
Allah olduğu için sevmelidir. O’nu sevmenin ilk alâmeti O’na inanmak
ve kayıtsız şartsız emirlerine itaat etmektir. “De ki: ‘Eğer Allah’ı
seviyorsanız bana (Hz. Muhammed’e) uyun ki Allah da sizi sevsin...“10 Bu
âyet, Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin şartı olarak
Hz. Peygamber’e mutlak itaati öngörüyor.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat, esasta onu elçi olarak gönderen
Allah’a itaattir. Ona isyan ise Allah’a isyandır. İsyan ile sevgi
bir arada bulunamaz. Allah’ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi
gerektirmez. Ancak, yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan
gibi sevmek küfürdür. Hristiyanlar Hz. İsa’yı Allah gibi, Allah’ı
sever gibi sevdiklerinden küfre girmişlerdir. “İnsanlardan bazıları,
Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever
gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden)
çok daha fazladır...“ 11
8 15/Hıcr, 29
9 2/Bakara, 30
10 3/Âl-i İmrân, 31
11 2/Bakara, 165
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin özelliği; O’na
iman, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve
şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, iman ve İslâm’ından
dolayı kınayıcının kınamasından korkmamaktır.12 Hiç kimsenin
sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: “De ki: ‘Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar,
kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size
Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise,
artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu
hidâyete erdirmez.“ 13
Allah’ı sevmek, zamanla O’nun tarafından sevilme nimetini
kazandırır. Allah’ın sevdiği kullar ise âhiretin korku ve üzüntüsünden
kurtulmuş olur. “İyi bil ki Allah’ın dostlarına/sevdiklerine korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.“ 14 Kul, sevgisiyle Allah’a itaat eder,
farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allah’a mânevî yakınlık
kazanmaya çalışır. Nihâyet İlâhî lütuf ile Allah’ın sevgisine
lâyık olur. Eşyaya benzemekten münezzeh olan Allah bir kulunu
sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı
olur. Yani kul, Allah’ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini
istediği şeyi işitir, tutmasını istediği şeyi tutar... Daha açık ifadeyle
Allah sevdiği kuluna daima râzı olduğu işleri yapmayı nasip eder.
Allah sevgisinin, diğer mahlûkatı sevmeye engel olmadığını
söylemiştik. Ana, baba, eş, evlât, dünya ve dünya nimetleri de sevilir.
Ancak bu sevgi, Allah sevgisinden daha üstün olmamalıdır.
Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ızdırap
kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan
insan, bir gün ondan ayrılacağını düşündükçe kahrolur. Allah’a ve
âhirete inanmayan ve hayat olarak sadece dünya hayatını kabul
eden kâfir için, ölüm en büyük felâkettir. Ölümü inkâr, Allah’ı ve
âhireti inkâr kadar kolay değildir.
Kâfir için sevdiklerinden ayrılma ve ızdırap kaynağı olan
ölüm, mü’min için sevdiğine kavuşma ânıdır. İman; sadece mârifet
ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır. Allah’ı ve
Rasûlullah’ı her şeyden daha çok sevmek, mü’minin imanının
kemâlini gösterir. “Nefsim hâriç, seni her şeyden daha çok seviyorum
ya Rasûlallah!“ diyen Hz. Ömer’e, Peygamberimiz (s.a.s.):
“Beni nefsinden/kendinden de çok sevmedikçe kâmil mü’min olamazsın, ey
Ömer!“ demişti. Hz. Ömer de: “Seni kendimden de çok seviyorum
12 5/Mâide, 54
13 9/Tevbe, 24
14 10/Yûnus, 62
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 15 -
ey Allah’ın Rasûlü“ deyince Peygamber Efendimiz “Şimdi oldu ey
Ömer!“ buyurmuştu.
Yukarıda işaret edildiği gibi Peygamber’i sevmek, insanlığının
ötesinde, Allah’ın elçisi olduğu içindir, yani Allah onu sevdiği içindir.
Yine, cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî yardımda
bulunmak üzere her şeyini bağışlayan Hz. Ebû Bekir’e Peygamberimiz:
“Geride ailene ne bıraktın?“ diye sorunca, “Allah ve Rasûlünün
sevgisini bıraktım, ey Allah’ın Rasûlü“ diyerek imanın sevgi ile
doruk noktaya çıktığının numûnesini vermiştir. Hz. Peygamber
(s.a.s.) de şöyle duâ etmiştir: “Allah’ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni
sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et
ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde)
soğuk sudan bana daha sevimli kıl.“ 15
Sevginin Dereceleri
Sevgi, kalpteki kuvvet ve zaaf derecesine göre çeşitli isimler
alır. Mahabbetin ilk derecesi “alâka“dır. Kalp, sevilene yapışıp bağlandığı
için, sevginin bu düzeyine alâka denmişir. Sevginin ikinci
derecesi “irâde“, yani kalbin sevdiğini istemesi, ona yönelmesidir.
Üçüncüsü: “sabâbet“ yani sargın eğilim; kalbin, uzakta olan sevgiliye
doğru, suyun tepeden aşağı akması gibi akmasıdır. Dördüncüsü
“ğarâm“dır. Bu da kalpten hiç ayrılmayan, alacaklının borçluya
yapışması gibi sahibine yapışan sevgidir. Suçluya yapışacak cehennem
ateşine de ğarâm denmiştir: “Onun azâbı ğarâmdır.“16 Beşincisi:
“Vedâd“dır. Bu da sevginin çok temiz ve hâlisine denir. Bunun için
Allah’ın en güzel isimlerinden biri de el-Vedûd’dur. Çünkü en hâlis
sevgi, O’nun yaratıklarını sevmesidir. Altıncısı “şeğaf“tır. Şeğaf,
kalbi istilâ eden, yahut kalbin içinden ta dış zarına kadar taşan
sevgiye denilir. Yedincisi “ışk“tır ki sahibinin sonucundan endişe
edilen bir sevgidir. Türkçede buna sevdâ, daha ileri derecesine
kara sevdâ denilir. Sekizincisi “teteyyüm“dür. Teteyyüm, tapmak,
küçüklenmek, daha doğrusu taparcasına sevmek demektir. Dokuzuncusu:
“Teabbüd“dür. Teabbüd, teteyyümün üstünde bir sevgidir.
Bu sevgi, taparcasına sevmek değil, sevdiğine fiilen tapmaktır.
Sevgilisi, onu tamamen kendisine kul yapar. Artık onun, kendisine
ait bir şeyi kalmaz. Açık ve gizlide ne varsa hepsi sevgilisinin olur.
İşte kulluğun hakikati, bu tür bir sevgidir. Onuncusu, “hullet“dir.
Bu da sevenin ruhunun içine, kalbinin hücrelerine işleyen, orada
sevgiliden başkasına hiç yer bırakmayan sevgidir.
15 Tirmizî, Deavât 72, 73; Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ans. c. 1, s. 120-121
16 25/Furkan, 65
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Allah’ın Kulu Sevmesi
Kul, Allah’ı sevdiği gibi, Allah da kulunu, yarattığını sever.
Özellikle insanın, öteki yaratıklar içinde ayrı bir yeri vardır. Çünkü:
“Biz gerçekten Âdemoğullarına çok ikram ettik, onlara çok değer
verdik...“17 âyeti ile Allah, insanoğlunu değerli yarattığını, ona çok
ikramda bulunduğunu bildirmiştir. Allah’ın kulunu sevdiğini belirten
çokça âyet vardır. Allah’ın, takvâ sahibi, iyilik eden, tevbe
eden, içini dışını temizleyen, âdil, sâlih kullarını sevdiğini Kur’an
vurgulamaktadır. Bazı âyetler de Allah’ın fesâd, fısk, kibir, zulüm,
saldırganlık gibi kötü işleri yapan kullarını sevmediğini belirtmektedir.
Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde de Allah’ın kulu sevmesi,
kulun, Peygamberine uyması şartına bağlanmıştır.
Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu
yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/
anarsa, Allah onu sever.“18 buyurmuştur. Bir rivâyette de: “Kulum
Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana
yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum,
Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli
Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle
yürür.“ 19 buyrulmuştur. Yine birçok hadiste Allah’ın sevdiği işler
anlatılmış; “Allah’ın en çok sevdiği işler şu, şudur“ denilmiştir. Bütün
bunlar, Allah’ın, kullarını sevdiğini kanıtlamakta ve vurgulamaktadır.
Muhabbet yüce bir haldir. Allah, kulunun kendisini sevdiğini;
kendisinin de kulunu sevdiğini bildirmiştir. Allah, kulunu sever,
kul da Allah’ı sever. Sevgi hali, kulu, Allah’a saygıya, O’nun rızâsını
üstün tutmağa, O’nun yolunda sabra, Allah’a kavuşmağa, O’nsuz
kararının kalmamasına, kalbi sürekli Allah’ı anmağa ve onunla
kaynaşmağa sevk eder.
Gazâlî şöyle diyor: “Kulun Allah’ı sevmesi, mecâz değil; gerçektir.
Çünkü dilde muhabbet, nefsin, kendisine uygun bir şeye
duyduğu eğilimdir. Işk (Türkçe’de aşk) ise, bu eğilimin aşırı derecesidir.
İyilik ve güzellik nefse uygunluktur; güzellik ve iyilik, bazen
baş gözüyle, bazen de basîretle (gönül gözüyle) algılanır. Sevgi
ise, her ikisi ile algılanabilir, sadece söze mahsus değildir. Fakat
Allah’ın kulu sevmesi, bu anlamda olamaz. Bütün bu kavramlar
da öyledir. Allah’tan başkası hakkında bir mânâ ifade eden
kavramlar, Allah hakkında başka bir mânâ ifade eder. Yaratanla
17 17/İsrâ, 70
18 İbn Mâce, Zühd 16
19 Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 17 -
yaratıklar arasında en ortak isimlerden olan “varlık“ bile Yaratan
ile yaratıklar hakkında aynı anlamı vermez, herbiri için ayrı bir
anlam kazanır. Çünkü yaratıkların varlıkları, Allah’tan alınmıştır.
Tâbi’ varlık ile tâbi olunan varlık bir olamaz. Ortaklık, sadece kelimededir,
anlam farklıdır.“ 20
Genel olarak Yaratanla yaratıklar arasında, özellikle de Yaratanla
insan arasında sevgi, kâinatın temel yasalarından biridir.
Yüce Allah, eserlerini, fiillerini görmek, isim ve sıfatlarıyla görünmek
için kâinatı yaratmıştır. O, yaratıcıdır, rızık verendir, kısandır,
açandır, yükseltendir, azîz edendir, alçaltandır, zelîl edendir; diğer
isim ve sıfatların sahibidir. Eğer yarattığı kimse yoksa yaratması,
kuru bir isimden ibaret kalır. Rızık verdiği kimse yoksa rızık verici
sıfatı eyleme çıkmaz, potansiyel bir güçten ibaret kalır. Öteki isim
ve sıfatları da böyle, ancak tatbikatla, eyleme çıkmakla kuvveden
fiile geçmiş, görünmüş olur. İşte Yüce Allah, isimlerinin ve sıfatlarının
görünmesi için âlemleri yaratmıştır. “Ben, cinleri ve insanları sadece
Bana kulluk etmeleri için yarattım“ 21 âyetinde bu gerçeğe işaret
edilmiştir. Çünkü ibâdet edilmek, bilinmenin en ileri sonucudur.
Demek ki Allah, şânının bilinmesi için evreni yaratmıştır. Hakk’ın
bilinme ve ibâdet edilme irâdesi, parça parça her yaratığında görünen
sevgiyi içermektedir.
Maddî yaratıkların en küçük parçası -bildiğimize göre- atomdur.
Atomun yapısını bilen insan, merkezdeki çekirdek ile onun
çevresinde korkunç sür’atle dönen elektronlar arasındaki câzibeyi
yani sevgi bağını anlar. Şimdi sevgi, kâinatın en küçük parçasına
hâkim olduğuna göre, o zerrelerin birikiminden oluşan kâinat cisimlerinin
hepsine de hâkimdir. Demek ki kâinatın yapısı, isim ve
sıfatlarını seven Allah’ın sevgisinden taşan bir sevgi üzerine kuruludur.
Akıl, nakil, fıtrat, ibret, zevk ve vicdan kalıntıları hep kul ile
Rab, yaratılan ile Yaratan arasında iki yönlü muhabbetin varlığını
gösterir. Allah’ın yaratması, doğru yolu göstermek için emirler
vermesi, peygamberler göndermesi, davranış ve eylemlere sevap
ve ceza belirlemesi hep muhabbetinin, yaratıkları kollamasının
eseridir. Yaratıcının, yarattığını sevmesi, kendi zâtını ve fiillerini
sevmesi demektir. Yaratılanın, yaratanı sevmesi ise, eksiğin
kemâle eğilimidir; Elektronun çekirdeğe, gezegenlerin güneşe;
güneşin sistemiyle birlikte tâbi olduğu galaksi merkezine çekimi
gibi. Çünkü yaratığın varlığı, hayatı ve eylemleri hep Yaratan’a
20 İhyâu Ulûmi'd-Dîn, IV/302-303
21 51/Zâriyât, 56
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
bağlıdır. Yaratanın sevgisi, yaratılanın, özellikle de tam bilinç sahibi
insanın hücrelerine, ruhuna karıştırılmıştır. Mahlûkatın hamuru,
Hâlik sevgisiyle yoğrulmuştur. Allah cinleri ve insanları Kendisine
kulluk etmeleri için yaratmıştır.22 İbâdet, sevginin en son derecesidir.
Kulluğun gerçeği sevgidir. Sevgisiz inâbe, rızâ, hamd ve şükür,
havf ve recâ mümkün değildir. “Allah, İbrâhim’i halîl edinmiştir.“23
Âyette geçen hullet de sevginin en olgunudur. Sevgi, kalpte şevk,
üns, inbisât ve rızâ gibi haller doğurur.
Allah’ın Kulu, Kulun Allah’ı
Sevmesinin Belirtileri
Allah’ın, kulunu sevdiğinin ilk belirtisi, onu yaratması, ona varlık,
sağlık vermesi, hayatını sürdürebileceği nimetleri lutfetmesidir.
Ayrıca kulunu doğru yola iletmek, dünyada ve âhirette mutsuzluğa
düşmesini önlemek için ona verdiği akıl gücü, irâde özgürlüğü
yanında peygamberler, ıslahatçılar göndermesi de Allah’ın sevgisinin
bir sonucudur.
Dünyada yaratıkların en değerlisi ve şereflisi olarak yaratılan
insanın asıl yaratılış nedeni, yükselip kemal kazanmasıdır.
Kul, kazandığı kemâl ölçüsünde sonsuz âhiret hayatında mutlu
olur. Kemâl kazanmak da olayların sınavlarından geçmekle mümkündür.
İşte Allah, sevdiği kulunu çeşitli meşakkatlerle, belâlarla
sınavlardan geçire geçire olgunlaştırmak ister. Peygamberimiz
(s.a.s.): “Allah bir kulu severse onu dener. Kul, sabrederse onu seçer;
râzı olursa tertemiz yapar.“24 buyurmuştur. Âlimlerden biri de: “Sen
kendini, O’nu sever; O’nu da seni sınar görüyorsan, anla ki O seni
temizlemek istiyor“ demiştir.
Allah kulunu çeşitli belâlarla, zorluklarla, musîbetlerle dener.
Kul, çeşitli belâlarla denendiği halde sabreder, Allah’a sığınırsa
temizliği artar, Allah katında derecesi yükselir. Dünya, başlı başına
bir imtihan alanıdır: “Allah, sizin hanginizin daha güzel iş yapacağınızı
denemek için ölümü ve hayatı yarattı.“25; “Andolsun, sizi korku,
açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle deneriz;
sabredenleri müjdele. Ki onlara bir belâ eriştiği zaman: ‘Biz Allah içiniz
ve biz O’na döneceğiz!’ derler. İşte Rablerinden bağışlama ve nimet hep
onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.“ 26
22 51/Zâriyât, 56
23 4/Nisâ, 125
24 Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs
25 67/Mülk, 2
26 2/Bakara, 155-157
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 19 -
Allah’ın, kulu çeşitli belâlarla, sıkıntılarla sınaması, kulun değersizliğine
değil; tersine Allah katındaki değerine işaret olabilir.
Zira çekilen güçlük oranında yüksek dereceler elde edilir. Belâlar
Allah’ın sınavı olduğu gibi, nimet bolluğu da O’nun sınavıdır. O,
kimini bolluk ile kimini darlık ile dener. Kulun nimetlere şükretmesi,
sıkıntılara, darlıklara katlanıp sabretmesi, Allah’ın kendisini
sevdiğinin belirtilerindendir.
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah’ın murâdını,
kendi isteklerine üstün tutması; Allah’ı, kendi canından fazla
sevmesi, gerektiğinde canını Allah yolunda fedâ etmekten kaçınmamasıdır.
Çünkü “Allah, harçla kaynatılmış binâlar gibi kendi yolunda
saf bağlayarak çarpışanları sever.“27; “Allah, cennet karşılığında,
mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar,
öldürürler ve öldürülürler.“ 28
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah’tan başka
her şeyi, O’nun uğrunda fedâ etmesidir. Sevginin alâmeti, sevdiğini,
nefsinden üstün tutmandır. Allah’a ibâdet eden herkes seven
değildir. Seven, yasaklardan kaçınandır. 29
Sevenin gönlü, sevgiliden başkasıyla huzura eremez. Nitekim
Yüce Allah: “Onlar ki inandılar ve kalpleri Allah’ı zikredip anmakla huzur
bulur. İyi bilin ki kalpler, ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.“30 buyurmuştur.
Ebû Bekir Sıddık (r.a.) da: “Allah’ın hâlis sevgisini tatmak, kişiyi
dünya peşinde koşmaktan alıkor. İnsanlar içinde yalnız bırakır
(bedeni halk içindedir, ama gönlü yalnız Allah iledir)“ demiştir.
Allah sevgisinin belirtilerinden biri, dünyanın elden çıkmasına
üzülmemek, Allah’ın zikri dışında geçen saatlere üzülmek,
ibâdetleri yüksünmemek, zevk alarak yapmak, Allah’ın yaratıklarına
şefkatli, acımalı olmaktır. Yine belirtilerden biri de, sevgilisinin
rızâsından başka bir kaygısı, düşüncesi olmamaktır. Çünkü
Allah’ın rızâsı, nimetlerin en büyüğüdür.
Sevginin Esası ve Sebepleri
İnsan ancak bildiğini, tanıdığını sever. Sevgi sebepleri çeşitlidir.
Şöyle ki:
1) Nefsi Koruma: Canlının ilk sevgilisi, kendi canı ve organlarının
sağlığıdır. Sonra malını, çocuklarını, akrabasını ve dostlarını sever.
27 61/Saff, 4
28 9/Tevbe, 111
29 bk. 5/Mâide, 54; 48/Fetih, 29
30 13/Ra'd, 28
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
2) İyilik Görme: İnsan, ihsânın (iyiliğin) kölesidir. Yalnız insan
değil; hayvanların çoğu da öyledir. Kendisine iyilik edeni sever,
kötülük edenden hoşlanmaz.
3) Güzellik: Sevginin gerçek sebebi güzelliktir. Güzelliği algılayan
herkes, ondan yararlanamaz, ama güzeli, sırf güzelliği için
sever ve yanında bulunmak ister. Güzelliği algılamak, lezzetin ta
kendisidir, bizâtihî istenen bir şeydir. Güzellik, başka bir nedenle
değil; sırf kendisi için sevilir. Yüce Allah, bütün güzelliklerin kaynağıdır.
Bütün güzellikler O’nun zâtında toplanmıştır. O’nun güzelliği,
gerçek güzelliktir. Başkasının güzelliği, izâfî (göreceli)dir.
Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber: “İnnallahe cemîlun yuhıbbu’lcemâl
-Allah güzeldir, güzeli sever-.“ 31 buyurmuştur.
4) Sevenle Sevilen Arasındaki Gizli İlişki: Bazen iki kişi birbirini
sever de bu sevginin sebebi güzellik ya da haz (pay alma, zevk)
olmaz. Bu iki kişi, ruhları arasındaki bağ dolayısıyla birbirlerini
severler. Peygamber (s.a.s.) buna şöyle işaret buyurmuştur: “Ruhlar
bir arada bulunan topluluklardır. Tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar
ayrılır.“ 32
Allah Sevgisi İçin “Aşk“ Kavramının
Kullanılması Doğru mudur?
Arapça aslı ışk olan “aşk“, sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi“ anlamındadır.
Aşk, bir kimsenin kendisini tamamen sevdiğine vermesi,
sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşmesi“ demektir.
Lügat kitaplarında aşk kelimesinin sözlük anlamının, aynı
kökten olup “sarmaşık“ anlamına gelen “aşeka“ ile yakından ilgili
olduğu belirtilir. Buna göre sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi,
onu soldurup zayıflatması ve bazen kurutması gibi aşırı sevgi
de sevenin sevdiğinden başkasıyla ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu
için bu duyguya aşk denilmiştir. Ayrıca hem tatlı hem de
ekşi olan bir meyve çeşidine de “uşuk“ denilir.
Müslümanların literatüründe aşk, İlâhî ve beşerî olmak üzere
başlıca iki anlamda kullanılmış, İlâhî aşka genellikle “hakiki aşk“,
beşerî aşka da “mecâzî aşk“ denilmiştir. İlâhî aşk, geniş ölçüde
tasavvufta işlenmiştir. Kelâma dair bazı kaynaklarda, tasavvuftaki
aşk anlayışı tenkit edilmiştir.
Kur’an ve sahih hadislerde “aşk“ kelimesi geçmez. Sevgi,
Kur’an ve Sünnette çoğunlukla “hubb“ ve “muhabbet“, bazen
31 Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
32 Buhârî, Enbiyâ 2; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin
Hanbel, II/295, 527, 537; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 13, s. 8-17
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 21 -
de “meveddet“ kelimeleriyle ifade edilir. Allah sevgisiyle ilgili
olarak Peygamberimiz gibi. Sahâbe ve ilk zâhidler de “aşk“tan
kesinlikle söz etmemişler, bu kelimeyi İlâhî sevgi anlamında hiç
kullanmamışlardır. İlk defa hicrî II. (milâdî VIII.) y.y.da Allah ile kul
arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nâdiren de olsa “aşk“ kelimesinin
kullanılmaya başlandığını gösteren rivâyetler vardır. Baklî’nin
naklettiğine göre mutasavvıflardan Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî, “Ben
Allah’a âşığım, O da bana âşıktır“ dediği için kâfir olduğuna hükmedilerek
memleketinden kovulmuş, daha sonra idam edilmek
üzere cellâdın önüne çıkarılmış ve son anda asılmaktan kurtulabilmiştir.
33 Bu rivâyetten de anlaşılacağı üzere âlimler, hatta ilk dönemlerde
mutasavvıfların büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade
etmek üzere Kur’an ve Sünnette yer alan hub ve muhabbet yerine
“aşk“ kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlar; Râbia el-Adeviyye,
Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansur gibi sevgi temasını
işleyen ilk sûfiler, aşk yerine, “hubb“ kelimesi ve türevlerini
kullanmayı tercih etmişlerdir.
Hâris el-Muhâsibî, es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-
Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, el-Kelebâzî, Ebû Nuaym, el-Kuşeyrî,
Hücvirî, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine
ya hiç yer vermemişler veya nâdiren kullanmışlar, bunun
yerine Allah sevgisi konusunu hubb ve muhabbet terimleriyle
anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî’nin naklettiğine
göre Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine
karşı olan şeyhi Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştı:
Aşk aşırı sevgi, yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir.
Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden O’nun kuluna
olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah’a duyduğu
sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O’nu yeterince ve
lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de
aşk diye adlandırılamaz. 34
Hücvirî, tasavvuf şeyhlerinin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını
belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar: Bir zümreye
göre aşk, sevgilisinden ayrı düşenin bir nitelidir. Kul da Allah’tan
ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek câizdir. Buna
karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre
O’nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe
göre aşk sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu
için O’na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz; dolayısıyla
aşk diye adlandırılamaz. Hücvirî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri
33 Baklî, Şerh-i Şathiyyât, s. 165
34 Kuşeyrî, Risâle, s. 615
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
de sıralayarak müteahhirînin, Allah’a duyulan sevginin muhabbet
terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini
kullanmanın câiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir. 35
Muhyiddin İbü’l-Arabî, ibâdetin aslının da sevgi olduğunu
söyler. Onun içindir ki sevgisiz ibâdet makbul olmaz. Çünkü sevgi
en yüce ibâdettir. Aşk makamı mâbud olma makamıdır. Bir “sevgi
dini“nden de bahseden İbnü’l-Arabî, dinin de kıblesinin de sevgi
olduğunu ifade etmiştir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, açıkça “aşk
dini“nden bahsederek aşktan başka din ve mezhep tanımadığını
ifade etmiştir. (O yüzden Mevlânâ’nın bağlıları, Mevlânâ için “aşk
peygamberi“ -ki, bu ifade, Mevlâna müzesinin kapısında da yazılıdır-,
mezarı için de “aşk kâbesi“, “âşıkların kıblegâhı“ derler.)
İbnü’l-Arabî’den önce de başta “Sultânu’l-Âşıkîn“ (Âşıklar Sultanı)
diye meşhur olan İbnü’l-Fârız ve Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr olmak
üzere birçok büyük mutasavvıf, peygamberlerinin ve kıblelerinin
aşk olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Bu inanç, Yunus Emre
ve Niyazi-i Mısrî gibi mutasavvıf Türk şâirleri tarafından da dile
getirilmiştir. İnanç farkı gözetmeden yetmiş iki millete bir gözle
bakmayı, herkesi aşk dergâhına dâvet etmeyi sağlayan mânâdaki
sevgi anlayışıdır.
Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî, Attâr,
Rûzbihân-ı Baklî, İbnü’l-Fârız ve Celâleddin-i Rûmî gibi mutasavvıflarda
aşk çok ağırlıklı konudur. Hatta bunlar nazarında her şey
aşktan ibârettir. Varlık hakkındaki açıklamaları tamamıyla aşka
dayanır. Bunlar bir çeşit aşk metafiziği kurmuşlardır.
Mutasavvıflar, baştan beri akılla Allah’a varılamayacağını,
O’na ermenin ancak sevgiyle olacağını savunmuşlardır. Onlara
göre; Mirac’da sözkonusu edilen Cebrâil aklı, Refref aşkı temsil
eder. Cebrâil Hz. Peygamber’i bir noktaya kadar götürebilmiş,
daha ileri götürmesi için onu Refref’e teslim etmişti. Demek ki
Allah’a giden yolda akıl, belli bir yerde durmak zorundadır; bu
noktadan itibaren insanı Allah’a götüren aşktır. Mutasavvıflar,
aşk ile mânevî miraç yapılabileceğini söyler, kendilerinin böyle
miraçları bulunduğunu ileri sürerek buna “mi’râc-ı aşk“ adını
verirler. Mecnun ve Leylâ gibi aşk hikâyelerini İlâhî aşkın değişik
bir biçimi olarak gören, bu âşıkları bir bakıma örnek alan Allah
âşığı mutasavvıflara göre bütün âlem, aşk esasına göre kurulduğuna
ve çalıştığına göre bu esasla uyuşmayan İblis’in ve cehennem
telâkkîlerinin değişik bir yorumu olması gerekir. Hallâc ile
başlayan ve Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî
35 Keşfü'l-Mahcûb, s. 401
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 23 -
ve Attâr gibi mutasavvıflar tarafından geliştirilen bu yeni yaklaşımda
İblis’in bütün hal ve hareketleri onun Allah’a olan aşkıyla
izah edilmiştir. Buna göre eğer mâşuku uğrunda en büyük azaba
katlanmak aşk ise, bunu en iyi şekilde İblis yapmıştır.36 Peşinden
cebirciliği (Cebriyyeciliği, kaderin elinde oyuncak olunduğu anlayışı)
de getiren bu aşk çerçevesinde İblis’in Allah’a âşık olduğunu
iddiâ etmek, mutasavvıflar için fazla zor olmamıştır. (Zaten daha
önceden, Hallâc-ı Mansûr gibi nice mutasavvıflar tarafından İblis
en büyük tevhid eri kabul ve ilân edilmişti. Çünkü o, Âdem’e secde
etmeyi Allah’ın emrine rağmen reddetmiş, cennetten kovulma
pahasına Allah’tan başkasına secde etmeyi kabullenmemişti.)
Tasavvufta Allah aşkını herkesin anlayacağı bir tarzda anlatmak
için birtakım benzetmeler yapılmış ve duyular âleminden
misaller verilmiştir. Bunlardan en önemlileri kadın, pervane-mumateş,
gül-bülbül ve bâde misalleridir. Baştan beri mutasavvıflar
ya konusu kadın ve beşerî aşk olan şarkı ve gazelleri İlâhî aşka
uygulamışlar veya Attâr, Abdurrahmân-ı Câmî ve Mevlânâ’da
olduğu gibi İlâhî aşkı doğrudan beşerî aşk şeklinde tasvir etmişlerdir.
Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’u bunun en güzel örneklerinden
biridir. Bu sebeple konusu Allah aşkı olan gazel, kaside ve
mesnevîlerde dilberlerin yüz, göz, kaş, yanak, zülüf, gamze, boş,
işve ve cilve gibi hoşa giden yanları, hal ve hareketleri sembolik
ve mecâzî anlatım unsurları olarak bol bol kullanılmıştır. Gül ve
bülbül de mutasavvıfların en çok kullandığı misallerden biridir.
Bülbül âşık, gül mâşuktur. Güldeki diken aştaki ızdırabı, bülbülün
yanık nağmeleri âşığın feryat ve figânıdır. Pervane ve mum misali
de önemlidir. Mum ışığına âşık olan pervane bunun etrafında
durmadan döner, en sonunda kendisini ateşe atar, yanar ve böylece
ateşte fâni olur. Âşık da aşk ateşinde pervane gibi yanar ve
sevgilisi uğrunda kendini fedâ ederek fenâ mertebesine ulaşır. İnsanı
kendinden geçiren ve aklı baştan alan özelliğiyle şarap (mey,
bâde) da aşk bahçesinde mutasavvıflar tarafından çok kullanılmış,
kadeh, sâkî ve meyhane gibi şarapla ilgili kelimelere geniş yer verilmiştir.
Mutasavvıflar, İlâhî aşkla ilgili duygu ve düşüncelerini daha
çok teşbih ve temsillerle anlattıklarından tasavvuf edebiyatı bir
mecazlar ve rumuzlar edebiyatı haline gelmiştir. Bazı hallerde bir
manzûmenin İlâhî aşka mı, yoksa beşerî aşka mı dâir olduğunu
anlamak çok zordur.
36 bkz. Abdülhüseyin Zerrînkûb, s. 106-109
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
Aşk Güzel Bir Duygu mudur?
Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi
âlimler, bir taraftan mutasavvıfların bu konudaki görüşlerini ciddî
şekilde tahlil ve tenkit etmişler, diğer taraftan konu ile ilgili kendi
görüşlerini geniş olarak ortaya koymuşlardır. Genellikle onlar kelime
ve kavram olarak “aşk“ı reddeder, yerine “muhabbet“i koyarlar.
Onlara göre aşk, şer’an da aklen de kötü, muhabbet ise hem
din hem akıl yönünden faydalı ve güzel bir duygudur. İbnü’l-Cevzî,
Zemmü’l-Hevâ adlı eserinde en basit arzudan başlayıp aşka kadar
varan bütün his ve heyecan hallerini geniş bir tahlil ve tenkide
tâbi tutmuş, bunlardan dinî ve İslâmî olanlarla olmayanları tesbit
edip şer’î hükümlerini tâyin etmeye çalışmıştır. Ona göre aşk güzel
sûretlere meftûn olmaktır. Câzip ve güzel sûretlere düşkün ve
tutkun olana “sûrî âşık“ denir. Sûretler fâni olduğu gibi onlara
bağlı olan aşk da fânidir. Nitekim çocuklar resim ve oyuncakları
yetişkinlerden daha çok severler, eğitimle olgunlaştıkları zaman
bu türlü şeylere fazla ilgi duymazlar. Eğitilen ve olgunlaşan insanlar,
sûretleri sevme mertebesini geçerek zatları sevme mertebesine
ulaşırlar. Bedenin güzelliğinden çok aklî ve ruhî güzelliği
severler. Mücerret güzelliğe duyulan sevgiyi müşahhas güzellikle
alâkalı sevgiye tercih ederler. Şekil ve sûretten ziyade ilim ve
mârifetten hoşlanırlar.
İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim’e göre aşk insanı
insan yapan aklı, fikri ve muhâkemeyi yok eder. Çünkü aşk bir
çeşit cinnet halidir. Bu sebeple aşk yolunu tutan mutasavvıflar
çoğunlukla akıl ve mantığa meydan okumuşlar, düşüncenin ürünü
olan ilmi hiçe saymışlardır. Düşünce haliyle aşk hali birbirine
zıttır. Düşünce yok olduğu nisbette aşk hâkim olur. Onun için
şuur ve idrâk halini yok eden aşk bir fazilet olamaz. Aklın duyguya
hâkim olmasına fazîlet, duygunun akla hâkim olmasına
rezîlet denir. Şuuru yok eden ve hissî bir hal olan aşk bu bakımdan
makbul bir şey değildir. Gerek irâdelerine hâkim olamayıp
arzuların esiri olmaları bakımından, gerekse şuur ve idrâk halini
kaybetmeleri bakımından âşıklar hayvanların seviyesine, hatta
daha da aşağılara düşerler. Aşk bir ifrat halidir. Hâlbuki fazîlet
ifratla tefrit arasında bulunan itidâl halidir. Şu halde aşk bir fazilet
değildir. Aşk ölçüsüzlüktür, âşık da dengesizdir. Ölçüsüzlük
ve dengesizlik hiçbir zaman iyi bir şey değildir.
Tasavvufî aşkın karşısında olan âlimler aşkı elem, ızdırap,
uykusuzluk, iştahsızlık gibi patolojik tezâhürlerle kendini belli
eden, cinnet ve intihara kadar götüren rûhî ve bedenî hastalıklara
yol açtığını dikkate alarak selim fıtrata da aykırı bulmuşlardır.
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 25 -
İbnü’l-Cevzî aşk yüzünden intihar eden veya cinâyet işleyen kimseler
bulunduğunu belirterek çeşitli isimler sayar ve örnekler verir.
37 Telbîs İblîs’te mutasavvıfların aşk anlayışını tenkit eden İbnü’l-
Cevzî’ye göre muhabbet, iyi bir duygu olmakla birlikte, onun aşırı
şekli olan aşk kötüdür. Zira aşk insanın gözünü kör, kulağını sağır
eder. Bu sebeple aşkla başlayan ve gerçekleri görmeme esasına
dayanan birleşme ve beraberlikler ayrılık ve hüsranla neticelenir.
Aşkı uğurunda katil olanlar, intihar edenler bulunduğu gibi, bu
yolda din değiştirenler de az değildir.
Aşkı, “nefsin kendisine zarar veren şeyi sevmesidir“ diye tarif
eden İbn Teymiyye’ye göre aşk, rûhî ve kalbî bir hastalıktır. Beden
üzerindeki tesiri arttıkça cismânî bir hastalığa da dönüşebilir.
Kendini aşka kaptıran hüsrâna uğrar. Aşk bir irâde bozukluğu
ve hastalığıdır. Aşkı, mâşuku tasavvur etmekten hâsıl olan mahayyile
bozukluğu olarak görenler de vardır. Aşk bir kimal hali
olmadığı için Allah’ın vasfı değildir. Allah âşıktır veya mâşuktur
denemez. Bu durumda kulun Allah sevgisi ancak muhabbet diye
adlandırılabilir. İbn Teymiyye sûrî aşka (beşerî aşka) da şiddetle
karşı çıkmıştır. Zira aşk, önce kişinin dinini ve nâmusunu, sonra
aklını ve sıhhatini tahrip eder. Ona göre kalp Allah’ı sevmek için
yaratıldığından O’ndan başkasını kayıtsız şartsız olarak sevemez.
Allah’ı ihlâsla sevdiği için Hz. Yûsuf, Züleyhâ’ya âşık olmamıştı.
Züleyha müşrik olduğu için Hz. Yusuf’a âşık olmuştu. Aşkın
yegâne sebebi tevhid ve imandaki eksikliktir. Allah’tan korkmak
ve O’na gönül vermek, O’ndan başkasına gönül vermeye engeldir.
Sevginin önem ve gereğine işaret eden İbn Kayyim, aşk konusunda
İbn Teymiyye’yi tâkip eder. Ona göre konusu şekil ve sûret
olan olan sûrî (beşerî) aşk, büyük bir belâ, korkunç bir âfettir, kalbi
tahrip eder. Ruhu Allah’tan başkasının kulu ve kölesi haline getirir,
esârete düşürür. Bunun için âşık mâşukuna “kulun kölen olayın,
kurbanın olayım“ diye hitap eder. Böylelikle aşkını ve mâşukunu
ilâhlaştırarak ona tapar. Bir şeyi taparcasına sevmek, kişiyi o şeye
bağımlı kılar, hürriyetini elinden alır. Sadece Allah’ın kulu olan ve
yalnız O’nun huzurunda boyun eğen bir kimseyi kendisi gibi bir
insanın kölesi haline getiren ve kayıtsız şartsız onun irâdesinin ve
hâkimiyetinin altına sokan aşkın hiçbir faydası yoktur. Hak Teâlâ,
“Hevâsını (aşkını) ilâhlaştıran kişiyi görmedin mi?“38 diyerek aşkın sapıklık
olduğuna işaret etmiştir. Ona göre, “Mü’minler Allah’ı şiddetle
37 Zemmü'l-Hevâ, s. 458-465
38 45/Câsiye, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
severler.“39 meâlindeki âyet, “mü’minler, Allah’ı müşriklerin putları
sevdiklerinden çok daha fazla severler“ mânâsına gelir. Müşriklerin
putları sevmeleri sahte, mü’minlerin Allah’ı sevmeleri samimi
ve hakiki bir sevgidir. Âyette bu husus belirtilmiş olup bunun aşkla
bir ilgisi yoktur. Ebû Ya’lâ el-Mevsılî, Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî’nin,
“Ben Allah’a âşığım, O da bana“ sözü hakkında, “Bu, Hulûliye’nin
sözüdür“ demişti. İbn Kayyim de Nûrî’ye şiddetle hücum ederek
aşk kelimesinin sadece cinsî sevgi ile ilgili hususlar için kullanıldığını,
ayrıca Allah’ın sıfatlarının nakle dayandığını ve tevkıfî olduğunu
belirtmiştir. Buna göre, “O sever“ denilebilir ama “âşık
olur“ denilemez. Übnü’l-Cevzî, Gazzâlî’nin, “İlâhîler Allah’a âşık
olanın aşkını pekiştirir“ sözüne temas ederek, “Bu çirkin bir sözdür.
‘Allah’a âşık oldum’ demek, vehim ve vesveseden başka bir
şey değildir“ demiştir.
İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi müelliflerin
tasavvufî aşka hücum ederek onu şiddetle reddetmeleri sırf bir
tepkiden ibâret kalmamış, aşkı reddederken muhabbet unsurunu
bütün genişliği ve derinliğiyle işlemişler ve İslâm dininin bir
sevgi dini olduğunu naklî delillere bağlı kalarak izah etmişlerdir.
Öte yandan tabii bir şekilde cereyan eden beşerî aşkı da anlayışla
karşılamışlar, ancak bunun ifrâta götürülmemesi ve tabii sınırları
içinde bırakılması lâzım geldiğini ifade etmişlerdir.
Zemahşerî, Mâide sûresinin 54. âyetini tefsir ederken, kulun
Allah’ı sevmesini O’na itaat etmesi, rızâsını gözetmesi, gazabını
ve azabını gerektirecek hal ve hareketlerden sakınması şeklinde
izah eder. Ona göre Allah’ın kulunu sevmesi ise, amel ve ibâdete
karşılık olarak onu en güzel şekilde mükâfatlandırması, böyle
kullarına yüksek makamlar vermesi, onları övmesi ve kendilerinden
râzı olması mânâsına gelir. Mu’tezile mutasavvıfların anladığı
mânâdaki dinî ve İlâhî aşkı Hanbelîller gibi şiddetle reddeder.
Büyük müfessir Zemahşerî, İlâhî aşktan bahseden mutasavvıfları
insanların en câhili, ilmin ve âlimlerin azılı düşmanı, şeriat yolunun
en menfur ve en rezil kişileri olarak tavsif eder. Ona göre aşk
ve muhabbeti kendi dinleri olarak ilân eden mutasavvıflar, vaaz
meclislerinde ve raks meydanlarında “şâhid“ adını verdikleri oğlanlar
hakkında söylenen birtakım şarkılar okunursa vecde gelmiş
gibi kendilerinden geçerek nâralar atarlar. Zemahşerî bunlara,
“Allah, meclislerini ve raksettikleri yerleri târumar ederek virâneye
çevirsin!“ diye bedduâ eder. 40
39 2/Bakara, 165
40 el-Keşşâf, I/647
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 27 -
Şîî âlimlerden Ahmed el-Ahsâî, sevgide en ileri ve aşırı noktaya
kadar götürülen ve aşk adı verilen şeyin şeytanca bir çılgınlıktan
ibaret olduğunu belirtir. Ona göre Yüce Allah’ı en kuvvetli ve
en harâretli bir şekilde seven Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Ehl-i beyti
olduğu halde, onlar bu sevgilerini ifade etmek için hakikat, ne de
mecaz olarak aşk kelimesini kullanmamışlardır. Çünkü o zaman
aşk sadece aşırı cinsî sevgiyi ifade ediyordu, hatta mala ve dünyaya
âşık olmak gibi ifadelere bile rastlanmıyordu. Ahsâî’ye göre
aşk, sûfîlere has bir ibâdet olup Allah bundan münezzehtir. Hz.
Muhammed (s.a.s.) ve Ehl-i beyti bundan tenzih etmek gerekir. 41
Hem İlâhî, hem de mecâzî anlamda aşk, edebiyatın ana temalarından
birini oluşturmuş, bu kavram etrafında geniş bir aşk
edebiyatı meydana gelmiştir. Edebiyatta ve tasavvufta “aşk“, bazen
her iki anlamda ve birbirine karıştırılarak sunulmuş, İslâm’ın
en temel konusu olan “tevhid“ hassâsiyetiyle ilgili zihinlerin ve
gönüllerin bulandırılmasına sebep olmuştur. İslâm’ın çok kesin
olarak yasakladığı ve büyük günahlardan saydığı içki, mubah gibi
de değil, bir fazîlet unsuru olarak sunulmuş ve İlâhî aşk anlamında
kullanılmıştır. Tasavvufî kitaplarda, tasavvufî şiirlerde “şarap“,
“bâde“, “mey“, “meyhane“, “sâkî“ gibi kelimeler İlâhî aşkı anlatmak
için kullanılan en güzel kelimeler olarak değerlendirilmiştir.
“Aşk“ ve “âşık olmak“ denilince, insan zihninde tümüyle dünyevî
ve nefsî/hevâî özellikler çağrıştığı halde, bunu yaratıklara hiçbir
yönüyle benzemeyen Allah için hiç tereddüt etmeden kullanabilmişlerdir.
Sonra, bu edebiyatın adına da İslâm edebiyatı diyebilmişlerdir.
Süleyman Çelebi, Mevlid diye bilinip ibâdet kasdıyla ve kutsal
kitap gibi okunan Vesiletü’n Necat adlı kitabında, Cenâb-ı Hakk’ın
Hz. Peygamber’e; “Ben sana âşık olmuşam ey Nebî“ şeklindeki
ifadesi, Divan edebiyatına tasavvufun bu tür etkilerinden biri olarak
değerlendirilir. Samed olan Allah’ın bir kuluna âşık olmasını
düşünmek, bunu dillendirmek İslâm’ın Allah ve tevhid inancıyla
nasıl ve ne kadar bağdaşır? Bir kadının yanağından, dudağından,
saçından, belinden... bahsedeceksiniz, sonra bunların Allah
aşkını ifade eden mazmumlar, mecâzî ifadeler olduğunu kabul
edeceksiniz. Peygamber ve ashâbı Allah sevgisini bu şekilde mi
dile getiriyorlardı? Böyle dile getirenleri duymuş olsalardı ne yaparlardı?
Allah sevgisini belirtmek için lügatlarda şaraptan, kadın
yanağı ve dudağından başka kelime mi kalmadı? Bunun faydası,
gereği nedir, zararı ve sakıncası nedir? Ve “atalarımız ne yaptıysa,
bir hikmeti vardır, biz de o yoldan yürümeliyiz, en azından
41 Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 11-16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
bunları eleştirmemeli, yaptıklarına İslâmî sıfatı yakıştırmalıyız“ mı
denilmelidir? “O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın
indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu
da bulamamış idiyseler?“ 42
Sevgi İmanın Göstergesidir
Rasûlullah (s.a.s.), Allah’ı her şeyden çok sevmeyi, imanın şartı
saymıştır. Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?“
diye sorunca: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili
olmasıdır“ 43 buyurmuştur. Yine sevgi ile iman arasındaki ayrılmaz
bağı şu şekilde vurgulamıştır: “Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine
her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.“44; “Kul beni
âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman
etmiş olmaz.“45; “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve
Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup
buğzetmektir.“46; “Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna
dikkat etsin!“ 47
Bu hadisler, “Peygamber, mü’minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir.“
48 Ve “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz,
hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz
ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah
yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye
kadar bekleyin...“ 49 âyetlerine uygundur.
Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Allah bir kulu sevince,
Cebrâil’i çağırıp: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev!“ der. Cebrâil de
onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (İnsanlar da onu
severler).“50 Bu hadis-i şerifin bir benzeri Kur’an’da şöyle ifade edilir:
“Rahmân, iman edip sâlih amel işleyenler için (gönüllere) bir sevgi
koyar.“51 Bu âyet de, yukarıdaki hadisi teyid etmektedir.
42 2/Bakara, 169-170
43 Ahmed bin Hanbel, IV/11
44 Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
45 Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce,
Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
46 Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî,
El-Kebîr
47 Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
48 33/Ahzâb, 6
49 9/Tevbe, 24
50 Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru
Sûre 19; Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
51 19/Meryem, 96
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 29 -
Mü’minler Arası Sevgi: Mü’minler, sevgide, dostluk ve kardeşlikte,
tıpkı parçaları birbirine geçmiş mükemmel ve sapasağlam
bir bina gibidirler veya bütün unsurları ve zerreleriyle birbirine
bağlı bir vücut gibidirler. Bir vücudun herhangi bir âzâsı rahatsız
olduğunda nasıl ki bütün vücut aynı rahatsızlığı, aynı acıyı duyarsa,
bir tek mü’minin -dünyanın ta öbür ucunda bile olsa- çektiği
acıyı, duyduğu ızdırabı diğer mü’min kardeşleri derinden hisseder.
Mü’minlerin bu denli birbirlerine bağlı olduklarını Peygamber
(s.a.s.) şöyle ifade etmektedir: “Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları
birbirini bütünleyen bir binâ gibidir.“ 52
Kur’ân-ı Kerim’de Sevgi Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de sevgi anlamında daha çok “Hubb (H-b-b)“
kelimesi kullanılır. Bu kelime ve türevleri, toplam 83 yerde geçer.
Bunun yanında, yine sevgi anlamında “meveddet (v-d-d)“ kelimesi
28 yerde ve “ülfet (e-l-f)“ kelimesi ise 8 yerde kullanılır.
“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar
edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan
sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azabı gördükleri
zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu
ve Allah’ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.“ 53
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Hoşlanmadığınız
nice şeyler vardır ki, sizin için daha hayırlıdır. Sevdiğiniz nice şeyler de
vardır ki, o da sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.“ 54
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş
altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı
sevgi/düşkünlük, insanlara ziynetlendirildi, çekici kılındı. Bunlar, dünya
hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.
De ki: ‘Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için
Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler,
tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın rızâsı/hoşnutluğu vardır. Allah
kullarını çok iyi görür.“ 55
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhametlidir.
De ki: ‘Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki
Allah kâfirleri sevmez. “ 56
52 Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
53 2/Bakara, 165
54 2/Bakara, 216
55 3/Âl-i İmrân, 14-15
56 3/Âl-i İmrân, 31-32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak edip harcamadıkça “iyi“ye
eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.“ 57
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.
Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman
kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde
kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan
da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru
yolu bulasınız.“ 58
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar (kâfirler/müşrikler, münâfıklar) sizi
sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız;
onlar ise, sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler; kendi başlarına kaldıklarında
da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar.
De ki: ‘Kininizde (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini
hakkıyla bilmektedir.“ 59
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın;
günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü
Allah’ın cezası çetindir.“ 60
“Yahûdiler ve hristiyanlar ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler.
De ki: ‘Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz
de O’nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine
azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah’a
aittir. Sonunda dönüş de ancak O’nadır.“ 61
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği
ve Kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere
karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad
ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına
aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın
lütfu ve ilmi geniştir.“ 62
“Allah ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya
kapılırsınız da rüzgârınız/kuvvetiniz/devletiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü
Allah sabredenlerle beraberdir.“ 63
“Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa
hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah,
onların arasını sevgi ile birleştirdi...“ 64
57 3/Âl-i İmrân, 92
58 3/Âl-i İmrân, 103
59 3/Âl-i İmrân, 119
60 5/Mâide, 2
61 5/Mâide, 18
62 5/Mâide, 54
63 8/Enfâl, 46
64 8/Enfâl, 63
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 31 -
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost
olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.“
65
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa (istahabbû
-küfrü imandan çok seviyorlarsa-), babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) velî/
dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.“
66
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız,
kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad
etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.
Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“ 67
“Onun içinde (Mescid-i Dırârda) asla namaz kılma! İlk günden takvâ
üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha
doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri
sever.“ 68
“(Yusuf:) ‘Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden
daha sevimlidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder
ve câhillerden olurum!’ dedi.“ 69
“Dünya hayatını âhirete tercih edenler (yestehıbbûne -dünyayı
âhiretten daha fazla sevenler-), Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini
isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir dalâlet/sapıklık içindedirler.“
70
“Rahmeti bütün canlıları kuşatan (Allah) iman eden ve güzel ameller
yapanlar için (kalplerde) sevgi yaratacaktır.“ 71
“Bir zaman, vahyedilecek şeyi annene (şöyle) vahyetmiştik: ‘Mûsâ’yı
sandığa koy; sonra onu denize (Nil’e) bırak; deniz onu kıyıya atsın da, Benim
düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. (Ey Mûsâ! Sevilmen)
ve Benim nezâretimde yetiştirilmen için sana Kendimden sevgi verdim.“ 72
“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır.
Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp
şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun
65 8/Enfâl, 73
66 9/Tevbe, 23
67 9/Tevbe, 24
68 9/Tevbe, 108
69 12/Yûsuf, 33
70 14/İbrâhim, 3
71 19/Meryem, 96
72 20/Tâhâ, 38-39
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken
o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip
sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.“ 73
“(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine
hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.“ 74
“O’nun âyetlerinden biri de kendileriyle kaynaşmanız için size kendi
nefislerinizden (cinsinizden) eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet
koymasıdır.“ 75
“Süleyman: ‘Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi zikretmek/anmak
için istedim’ dedi...“ 76
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O
zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki
yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna
ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.“ 77
“Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da
kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...“ 78
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra
yaptığınıza pişman olursunuz. Bilin ki, içinizde Allah’ın elçisi vardır. Şâyet
o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş
ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da
size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. Bu, Allah’tan
bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir. Eğer mü’minlerden iki grup
birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını ıslah edip düzeltin. Şâyet biri ötekine
saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer
dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın.
Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler.
Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki merhamete
ulaşasınız. Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın.
Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya
almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın,
birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne
kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir. Ey iman
edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin
kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin.
73 25/Furkan, 26-29
74 28/Kasas, 56
75 30/Rûm, 21
76 38/Sâd, 32
77 41/Fussılet, 34-35
78 48/Fetih, 29
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 33 -
Biriniz, ölmüş kardeşinin etinin yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz.
O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul
edendir, çok merhametlidir. Ey İnsanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en takvâlı
olanınız/O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allah bilendir, her şeyden
haberdardır.“ 79
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve
katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan
cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş,
onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında
olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında
olanlardır.“ 80
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş
olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara
verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret
içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.“ 81
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları
dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara
sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan
dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda
savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi
gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.
Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şâyet onlar sizi
ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle
uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.“ 82
“Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk
meydana getirir. Allah, her şeye gücü yetendir. Allah çok bağışlayan,
çok merhamet edendir. Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı
yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle
din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için
onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa
işte zâlimler onlardır.“ 83
79 49/Hucurât, 6-13
80 58/Mücâdele, 22
81 59/Haşr, 9
82 60/Mümtehine, 1-2
83 60/Mümtehıne, 7-9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim
mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah
yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte
bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan
cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük
kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve
yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.“ 84
“Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayatını ve nimetlerini)
seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.“ 85
“Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin
bir günü (âhireti) ihmal ediyorlar.“ 86
“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen, Allah sevgisiyle yemeği yoksula,
yetime ve esire yedirirler.“ 87
“Hayır! Doğrusu siz malı aşırı biçimde seviyorsunuz.“ 88
“... Andolsun ki insan, Rabbine karşı pek nankördür. Şüphesiz buna
kendisi de şâhiddir ve o, mal sevgisine de aşırı derecede düşkündür.“ 89
Allah Kimleri Sever?
İhsan Sahibi Muhsinleri (Güzellik Sergileyen, Allah’ı Görür
Gibi O’na Kulluk Yapanları): “Allah yolunda infak edin, mal ve paralarınızı
harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü
hareketinizde ihsan/güzellik sergileyin, dürüst davranın, çünkü Allah
muhsinleri (dürüstleri, Allah’ı görür gibi O’na kulluk yapanları) sever.“ 90
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için infak edip harcarlar;
öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da muhsinleri, güzel
davranışta bulananları sever.“ 91
Tevbe Edenleri ve Temizlenenleri: “... Allah çokça tevbe edenleri
de sever, çokça temizlenenleri de sever.“ 92
“... Onda (Takvâ mescidi olan Mescid-i Kubâ’da) temizlenmeyi seven
adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever.“ 93
84 61/Saff, 10-13
85 75/Kıyâme, 20-21
86 76/İnsan, 27
87 76/İnsan, 8
88 89/Fecr, 20
89 100/Âdiyât, 6-8
90 2/Bakara, 195
91 3/Âl-i İmrân, 134). Yine bkz. (3/Âl-i İmrân, 148; 5/Mâide, 13, 93
92 2/Bakara, 222
93 9/Tevbe, 108
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 35 -
Rasûlullah’a Tâbi Olup Uyanı: “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son
derece bağışlayıcı ve merhametlidir.“ 94
Takvâ Sahibi Muttakîleri, Sakınanları: “Hayır! (Gerçek onların
dediği değil.) Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınır, takvâ
sahibi olursa, bilsin ki Allah müttakîleri sever.“ 95
“... Allah (haksızlıktan) sakınan müttakîleri sever.“ 96
“... Allah (ahdi bozmaktan) sakınan müttakîleri sever.“ 97
Sabredenleri: “Nice peygamberler vardı ki, beraberinde birçok Allah
erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına
gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler, boyun eğmediler. Allah
sabredenleri sever.“ 98
Tevekkül Sahiplerini, Kendisine Dayanıp Güvenenleri: “O vakit
Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet sen kaba,
katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde
onları affet; bağışlanmaları için duâ et; iş hakkında onlara danış. Kararını
verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, mütevekkilleri,
Kendisine dayanıp güvenenleri sever.“ 99
Âdil Olanları: “... Eğer hüküm verirsen, aralarında adâletle hükmet.
Allah âdil olanları sever.“ 100
“Her işte adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.“ 101
“... Allah, adâletli olanları sever.“ 102
Kendi Yolunda, Kenetlenmiş Gibi Saf Bağlayarak Savaşanları:
“Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları
sever.“ 103
Allah Kimleri Sevmez?
Aşırı gidenleri: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş
açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.“ 104
94 3/Âl-i İmrân, 31
95 3/Âl-i İmrân, 76
96 9/Tevbe, 4
97 9/Tevbe, 7
98 3/Âl-i İmrân, 146
99 3/Âl-i İmrân, 159
100 5/Mâide, 42
101 49/Hucurât, 9
102 60/Mümtehıne, 8
103 61/Saff, 4
104 2/Bakara, 190
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
Fesâdı/Bozgunculuğu: “... Allah fesâdı/bozgunculuğu sevmez.“ 105
Fâsidleri/Bozguncuları: “... Allah fesadçıları/bozguncuları sevmez.“ 106
“... Yeryüzünde fesâdı/bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah,
müfsidleri (bozguncuları) sevmez.“ 107
Günahlarda Israr Eden Nankörleri, Fâizle Uğraşanları: “Allah
fâizi (ondan gelen kârı) tüketir/mahveder (fâiz karışan malın bereketini
giderir); sadakaları ise arttırır/bereketlendirir. Allah, nankörlükte ve günahta
ısrar eden hiç kimseyi sevmez.“ 108
Kâfirleri, Allah’a ve Rasûlüne İtaat Etmeyenleri: “De ki: ‘Allah’a
ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.
“ 109
“... Şüphesiz O (Allah), kâfirleri sevmez.“ 110
Zâlimleri: “... Allah zâlimleri sevmez.“ 111
“... Doğrusu O (Allah), zâlimleri sevmez.“ 112
Şımarıkları: “... Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez.“ 113
Kendini Beğenip Böbürlenen Kimseleri: “... Allah kendini beğenen
ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.“ 114
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek
yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.“
115
“... Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.“ 116
Müstekbirleri, Büyüklük Taslayanları: “Hiç şüphesiz Allah, onların
gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, müstekbirleri/büyüklük
taslayanları asla sevmez.“ 117
105 2/Bakara, 205
106 5/Mâide, 64
107 28/Kasas, 77
108 2/Bakara, 276
109 3/Âl-i İmrân, 32
110 30/Rûm, 45
111 3/Âl-i İmrân, 57, 140
112 42/Şûrâ, 40
113 28/Kasas, 76
114 4/Nisâ, 36
115 31/Lokman, 18
116 57/Hadîd, 23
117 16/Nahl, 23
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 37 -
Hâin Günahkârları: “Kendilerine hıyânet edenleri savunma; çünkü
Allah hâinliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.“ 118
“... Allah, hâin ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder, onları
sevmez.“ 119
“... Allah hâinleri sevmez.“ 120
Kötü Sözün Açıkça Söylenmesini: “Allah kötü sözün açıkça söylenmesini
sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işiten
ve bilendir.“ 121
Sınırı Aşanları: “Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize)
haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.“ 122
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi
aşanları sevmez.“ 123
İsrâf Edenleri: “... İsrâf etmeyin; çünkü Allah müsrifleri/isrâf edenleri
sevmez.“ 124
Hadis-i Şeriflerde Sevgi Kavramı
“El-mer’ü mea men ehabbe (Kişi sevdiği ile beraberdir.)“ 125
“Bir kişi, beni anne ve babasından daha fazla sevmedikçe iman etmiş
olmaz.“ 126
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok
sevmedikçe imanın tadını bulamaz.“ 127
“Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete
giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.“ 128
“Mü’minin mü’mine karşı durumu (bağlılığı), bir parçası diğer parçasını
sımsıkı kenetleyip tutan/bütünleyen binâ gibidir.“ Hz. Peygamber,
bunu açıklamak için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek
kenetledi. 129
118 4/Nisâ, 107
119 22/Hacc, 38
120 8/Enfâl, 58
121 4/Nisâ, 148
122 5/Mâide, 87
123 7/A'râf, 55
124 6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31
125 Buhâri, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165
126 Buhâri, İman 8; Müslim, İman 69
127 Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
128 Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
129 Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18; Nesâî, Zekât 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
“Mü’minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta
bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer
organlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.“ 130
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.“
“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de
sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.“ 131
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz,
onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren
kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı
giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini
giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o
kimsenin ayıp ve kusurunu örter.“ 132
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona hıyânet etmez, yalan söylemez
ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı
ve kanı haramdır. (Kalbini işaret ederek:) Takvâ buradadır. Bir kimseye şer
olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.“ 133
“Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak
için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize
darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın.
Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman, müslümanın kardeşidir.
Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir
görmez. -Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki-
Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye
şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı başka müslümana
haramdır.“ 134
“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs
etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin,
birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları,
Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir.
Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük
olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın
canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve
130 Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66
131 Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19,
33; İbn Mâce, Mukaddime 9
132 Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58; Ebû Dâvud, Edeb 38, 60; Tirmizî, Hudûd
3, Birr 19; İbn Mâce, Mukaddime 17
133 Tirmizî, Birr 18
134 Müslim, Birr 32; Buhârî, Edeb 57; Ebû Dâvud, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24; İbn
Mâce, Duâ 5
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 39 -
kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha,
birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun.
Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.“ 135
“Din kardeşin zâlim de olsa, mazlum da olsa ona yardım et.“ Bir
adam: “Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim;
ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?“ dedi. Peygamberimiz:
“Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki
bu ona yardım etmektir“ buyurdu. 136
“Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyâmet gününde
Allah da onun ayıbını örter.“ 137
“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir.
Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.“ 138
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm
varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden
önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı
zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri
yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun
üzerine yükletilir.“ 139
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah
için veren ve Allah için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle
erdirmiş, olgunlaştırmıştır.“ 140
“Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü
buğz et; bir gün dostun olabilir.“ 141
“Birbirinizle kinleşmeyin, haset etmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin.
Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz...“ 142
“Bir kişiye, müslüman kardeşine hakaret etmesi kötülük olarak yeter.“ 143
“Allah’ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni
135 Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud,
Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
136 Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Tirmizî, Fiten 68
137 Müslim, Birr 72; Buhârî, Mezâlim 3; Ebû Dâvud, Edeb 38; Tirmizî, Birr 19;
İbn Mâce, Mukaddime 17
138 Buhârî, İman 4-5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Dâvud, Cihad 2;
Tirmizî, Kıyâmet 52, İman 12; Nesâî, İman 8, 9, 11
139 Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
140 Et-Tâc, c. 5, s. 78
141 Tirmizî, Birr 60
142 Buhârî, Edeb 57, Ferâiz 2; Müslim, Birr 23; Tirmizî, Birr 24
143 Müslim, 1, 32
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden,
âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli
kıl.“ 144
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?“
diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Allah ve
Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.“ 145
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça
iman etmiş olmaz.“ 146
“Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe
iman etmiş olmaz.“ 147
“İnnallahe cemîlun yuhıbbu’l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.“ 148
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için
düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.“
149
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat
etsin!“ 150
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir,
uyuşmayanlar ayrılır.“ 151
“Allah bir kulu sevince, Cebrâil’i çağırıp: ‘Ben falanı sevdim, sen de
sev!“ der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur
(İnsanlar da onu severler).“ 152
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir
kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.“ 153
“Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse
Allah onu alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.“ 154
144 Tirmizî, Deavât 72, 73
145 Ahmed bin Hanbel, IV/11
146 Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
147 Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce,
Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
148 Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
149 Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî,
El-Kebîr
150 Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
151 Buhârî, Enbiyâ 2, 3; Müslim, Birr 159, 160; Ebû Dâvud, Edeb 16; Ahmed bin
Hanbel, II/295, 527, 537
152 Buhârî, Bed'ü'l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru
Sûre 19; Muvattâ, Şi'r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
153 Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
154 İbn Mâce, Zühd 16
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 41 -
“Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle
de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı
Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür.
Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o
Benimle yürür.“ 155
“Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen
ayağı olur. Bu kul Allah’tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah’a
sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere
harb ilân eder.“ 156
“Onlar (Allah’ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah
hatırlanır, zikredilir.“ 157
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde
ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama“ 158
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı
ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına
rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir
şekilde kurtarmak mümkün olmaz.“ 159
Nebî (s.a.s.) Ali’nin (r.a.) oğlu Hasan’ı öpmüştü. O sırada Akra
İbn Hâbis de Peygamberimiz’in yanında bulunuyordu. Akra: “Benim
on tane çocuğum var, onlardan hiç birini öpmedim“ dedi.
Rasûlullah (s.a.s.) ona hayretle bakıp:“Merhamet etmeyen kimseye
merhamet olunmaz“ buyurdular. 160
Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Rasûlullah (s.a.s.)’ın huzuruna
geldiler ve “Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?“ diye sordular.
Peygamberimiz: “Evet“ buyurdu. Onlar: “Fakat biz, Allah’a
yemin ederiz ki, onları öpmüyoruz“ dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
“Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne
yapabilirim ki!“ buyurdu. 161
“İnsanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.“
162
155 Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
156 Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
157 Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
158 İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin
Hanbel, 3/225
159 Tirmizî, Zühd 64
160 Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65; Ebû Dâvud, Edeb 145; Tirmizî, Birr 12
161 Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 164; İbn Mâce, Edeb 3
162 Buhârî, Edeb 18; Tevhid 2; Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16, Zühd 48
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
“Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirildi. Gözümün nûru da
namazdır.“ 163
“Birbirlerini seven (erkek ve hanım)ler için, nikâh/evlilik gibisi görülmedi.“
164
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.“
Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?“ diye sorunca, şöyle buyurdu:
“Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.“ 165
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da
onun gibidir.“ 166
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hasta
ziyaretine gitmek, cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca
‘yerhamukelllah’ demek.“ 167
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim
celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin
bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.“ 168
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var
ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler
bile onlara gıpta ederler.“ 169
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne
şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği
sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.“ Orada bulunanlar
sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir
misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine
bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir.
Allah’a yemin ederim ki, kesinlikle onların yüzleri nurdur. Onlar
bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; İnsanlar üzülürken
onlar üzülmezler.“ Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın
velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.“ 170
“Din nasihatten (samimiyetten) ibarettir!“ Yanında bulunanlar; ‘kim
için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah
için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman,
163 Nesâî, İşretü’n-Nisâ 1; Ahmed bin Hanbel, III/128, 199, 285
164 İbn Mâce, Nikâh 1
165 Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
166 Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
167 Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; Ebû Dâvud, Edeb 98
168 Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
169 Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
170 10/Yûnus, 62; Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc.
10/142
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 43 -
müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona
zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse
bunu onda izâle etsin (gidersin).“ 171
Sevgi, Gönlün Ölümsüz Meyvesi
Sevgi, varlık sorusunun cevabı. Sevgi, mahlûkat ağacının tohumu.
Sevgi, yüreğin ölümsüz meyvesi. Sevgi, Yaratan ve yaratılanıyla
varlığın ortak sesi. Sevgi, insanın, harcadıkça çoğalan tek
sermayesi.
Sevgi, varlık sorusuna nasıl cevap olabilir? Şöyle ki: Olmayan
bir şeye sevgi duyulmaz, sevmekten söz edebilmek için “diğeri“
gerekli. Süje olmadan objeyi kim bilir? Sevginin sözkonusu olduğu
bir yerde elbette sevenlerle sevilenlerin varlığı kaçınılmazdır.
Ortada olmayan bir şeye sevgi duymak abes olur.
İşte bunun için sevgi, varlık sorusunun cevabıdır. Sevgiyi bilen,
sevecek, onu paylaşacak birini arar. Çünkü sevginin en güçlü
tezâhürüdür paylaşmak. Sevgiyi paylaşmak isteyen yaratmak gibi
bir güce sahip değilse eğer, varlık içerisinden bir “diğeri“ni bulup
sevgiyi onunla paylaşacaktır. Yok, bu zat yaratma gücünü elinde
tutan Allah ise, elbette sevilen ve seven birilerini yaratıverecektir.
“O’nun işi, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ‘ol’ demektir, hemen
oluverir.“ 172
Allah Vedûd’dur; Çok Seven ve Çok Sevilendir
Her şeyin olduğu gibi sevginin kaynağı da Allah’tır. Sevgi çağlayanının
kaynağında O vardır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük
sevgi okulları (din) O’nundur. Dünyanın görüp göreceği en
yetenekli sevgi öğretmenleri (peygamberler) O’nun okulunun
mezunlarıdır. Sevginin ölümsüz kitabını yine O yazmıştır. Çünkü
O; Vedûd’dur, yani “çok seven.“ Yalnız o kadar mı? Elbette değil;
aynı zamanda O “çok sevilen“dir. Nedeni yine aynı: Çünkü O;
“Vedûd“dur. Kendi dilinden, kendisini öyle tanıtmaktadır; kendisini
tanıyabileceğimiz en sağlam kaynakta, Kur’an’da: “Rabbinizden
mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin! Doğrusu Rabbim çok merhamet
eden, çok sevendir.“173; “O (Allah) bağışlayandır, sevendir.“ 174
O’nun sevmesinin öbür adı “cennet“tir. Sevginin çözülüp eşyaya
dönüşmesidir cennet. O yalnız seven, yalnız sevdiren değil;
171 Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95
172 36/Yâsin, 82
173 11/Hûd, 90
174 85/Bürûc, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
aynı zamanda sevindirendir de. Neyle olacak, cennetle elbette.
Hem, çok sevenin, çok sevilenin, çok sevindirmemesi düşünülebilir
mi? O hem çok seven, hem de çok sevilendir. “Vedûd“ ism-i
celîlinin gramatik özelliğidir bu. Feûl vezninden mübâlağa sîgası,
anlam olarak hem etken hem de edilgen bir yapısı var. Yani fâil
olarak “çok seven“ anlamına geldiği gibi, mef’ûl olar olarak “çok
sevilen“ anlamına da gelir. Allah’ın Vedûd olması demek, O’nun
çok seveceği ve O’nu çok seven birilerinin olması demektir. İşte
bunun içindir ki, sevgi varlık sorusunun cevabıdır.
Sevgi, üflenen ruh gibi, özü İlâhî olan değerlerden biridir. Sözkonusu
değerlerin çok azı Yaratanla yaratılan arasında paylaşılır.
Paylaşılan bu değerlerin başında gelir sevgi. Yaratıcımızı tanıma
hususunda bize kılavuzluk eden diğer sıfatlara benzemeyen farklı
bir boyutu vardır Vedûd sıfatının. Örneğin Merhamet Edendir
(Rahmân), Bağışlayandır (Rahîm), fakat merhamet edilmeye ve
bağışlanmaya muhtaç değildir. Affeder (Ğafûr), affedilmez; Hükmeder,
hükmolunmaz; Doyurur (Râzık), doyurulmaz... Bu gibi
sıfatlar hem fâil hem mef’ul anlamıyla Allah için kullanılamaz.
Bunları böyle kullanmak, kişinin imanını tehlikeye sokacak küfür
sözler arasına bile girebilir. O’nun kendisi için seçip beğendiği
“Vedûd“ isminin işte bu açılardan farklılığı vardır. Allah, sevgiyi
kullarıyla paylaşmakta “O onları, onlar da O’nu sevmektedir.“ 175
Diğer nimetlerine karşılık olarak “ûbûdiyet (kulluk)“ isterken,
sevgi nimetine aynı cinsten karşılık beklemektedir. Bu mânâda bir
başka örneği daha yoktur sevginin ve sevgi rakipsizdir. Yaratan
onu varlığın ortak değeri kılmıştır. Doyurmuş, doyurulmayı istememiş;
vermiş, almayı istememiş; yaşatmış, yaşatılmayı istememiş;
korumuş, korunmayı istememiştir. Fakat sevgiye gelince iş değişmiş,
onu tüm varlığa şâmil kılarak, sevmiş ve sevilmeyi istemiştir.
Sevgi Mahlûkat Ağacının Çekirdeğidir: Kur’an’da sevgi üç ayrı
terimle ifade edilir: Muhabbet, meveddet, ülfet. En çok kullanılan
da birinci sıradaki “hubb (ha-be-be)“ kökünden türetilen terimlerdir.
Sevgi anlamına gelen bu terim, aynı zamanda çekirdek, tohum,
öz, nüve (habb) anlamlarına da gelmektedir. Bu mânâlarıyla
Kur’an’da da kullanılmıştır.176 Bu ikinci anlamını da gözönünde
tutarak rahatlıkla diyebiliriz ki sevgi varoluşun tohumudur, çekirdeğidir,
özüdür. Varlığın yaratılış hikmeti, insanın varoluş illetidir.
Her şey değerini ve ömrünü illetinden alır. İlleti ölümsüz olan
değerlerin kendisi de ölümsüzdür; Allah için sevmek gibi. İlleti
175 5/Mâide, 54
176 bk. 6/En’âm, 95; 55/Rahmân, 12
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 45 -
ölümlü olan değerlerin mâlûlü de ölümlüdür; kul için sevmek gibi.
Ancak seven (Vedûd) var oldukça sevgi de var olacak; O, bu ölümsüz
illetle yaratmasına devam edecektir. “O her an yeni bir iştedir
(Hayatı her an tazelemekte, yaratmaya devam etmektedir).“ 177
Mahlûkatın sebebi olan sevgi tohumunun ekilebileceği en verimli
toprak gönüldür. Adını sevgi koyduğumuz çandır tohumlar
değil de Vedûd olan Allah’ın bağışladığı cins tohum; hamı alınıp
nadaslanmış, taşı ayıklanıp keseği kırılmış, emek ve işçilikle sürülüp
gözyaşıyla sulanmış selîm bir kalbe ekilirse, gönül harcadıkça
çoğalan bitmez tükenmez bir sevgi ambarına dönecek; bu tohum,
bire on değil; bire bin, bire yüz bin veren gönül toprağının ölümsüz
hazinesi olacaktır. İnsan gönlünün bu ölümsüz meyvesinden
tam verim alabilmek için üç şey gerekli: Cins bir tohum (sevgi),
bakımlı bir tarla (kalp), fedâkâr bir bahçıvan.
En kötü kalpazanlık, sevgi kalpazanlığıdır. Karşılıksız çek kesen
türedi tüccar gibi karşılıksız sevgi imal eden türedi sevgi tâcirleri
yaptıkları kalpazanlığın adını “insanlık sevgisi“ ya da “hümanizm“
koyabilirler. Nasıl olsa bir faturası yok bu “kalp sevgi“nin. Kalpazanlığın
bir başka türü de sevgiyi donun içinde aramaz, ya da
günümüzde olduğu gibi fuhşun adını sevginin zirvesi olan “aşk“
koymak.
Ortalığı sahte sevgilerin ve sevgi sahtekârlarının kapladığı
bir çağda gerçek sevgiyi ancak vahyin kılavuzluğunda bulabiliriz.
Çünkü vahiy, hem sevenlerin ve hem sevilenlerin en yücesi olan
Allah’ın kelâmıdır; sevgiyi sevgiyle yaratan Allah’ın...
Sevgi Mihenk taşıdır: Evrenin yaratılış hikmeti, insanın ölümsüz
devleti, mü’minin dünyadaki cenneti, varlığın tek ortak serveti
olan sevgi, aynı zamanda İlâhî vahyin de çatısını oluşturur. Bu
çatı “sevmek“ ya da “sevmemek“ üzerine kurulmuştur. Bu İlâhî
üslûp, sevginin “belirleyici“ olduğu sonucuna götürüyor bizi. Sevgi,
Allah’ın kişiyi vurduğu mihenk taşıdır. Evrenin sahibi, kendisine
karşı isyan etme, karşı gelme yetisiyle donattığı insanı kahretmekten,
ateşe atmaktan, azab etmekten daha çok “sevmemek“le korkutup
uyarıyor. Allah’a itaatin illeti sevgi olarak belirirken, itaatsizliğin
illeti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor.
Korku mu? O var, olmalı da; ancak illeti azap, gazap ya da
cehennem olmak yerine, yine “sevgi“ olmalı. Bu sayılanlar O’nun
sevmemesinin bir sonucu değil midir? Allah’a duyulan korkunun
temelinde cezaya çarptırılma korkusu değil de O’nunla kendisi
177 55/Rahmân, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
arasındaki sevgiyi yıpratma korkusu, illeti sevgi olan korkudur ki,
istenilen de budur ve “takvâ“ bunun adıdır.
Allah, kitabını sevmek ve sevmemek üzerine binâ etmiştir. Şu
âyetlerde sevginin insanın amellerinin belirleyicisi olarak nasıl
kullanıldığına bakalım:
“Allah hâinleri sevmez.“ 178
“Allah tevbe edenleri sever.“ 179
“Allah fesatçıları sevmez.“ 180
“Allah müttakîleri sever.“ 181
“Allah haddi aşanları sevmez.“ 182
“Allah dengeli (âdil, kıst) olanları sever.“ 183
“Kuşkusuz Allah ihânette ilerlemiş günahkârı sevmez.“ 184
“Allah, yolunda kurşunla kaynatılmış sağlam duvar gibi saf halinde savaşanları
sever.“ 185
“Çünkü Allah büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.“ 186
“Allah (her türlü pislikten) temizlenip arınanı sever.“ 187
Hepsi bu kadar değil elbet. Sevgi ekseni etrafında dönen
bu âyetleri çoğaltmak mümkün. Bunlardan başka sevginin belirleyiciliğine,
sevginin başöğretmeni ve insan sevgisinin ufku
Rasûlullah’ın ve ashâbının hayatından da çarpıcı örnekler bulabiliriz.
Kişinin niteliğinin tesbitinde sevginin belirleyici bir unsur
olduğunu Allah Rasûlünde de görüyoruz. O, dışarıdan bakınca
sahibini negatif konumlara oturtacak kimi davranış sahiplerini,
sözkonusu olumsuz davranışlarıyla değil de sevgileriyle değerlendirmiştir.
Ashâbı arasında olumsuz davranış sergileyen kimilerine
karşı oluşan muhâlefeti dengelemek ve aşırı gidenlere unutulan
bir boyutu daha hatırlatmak için birçok olayda “Hayır! O kardeşiniz
Allah ve Rasûlünü seviyor“ buyurmuştur. Rasûlullah’ın sevgiyi
178 8/Enfâl, 58
179 2/Bakara, 222
180 5/Mâide, 54
181 3/Âl-i İmrân, 76
182 3/Âl-i İmrân, 57
183 5/Mâide, 42
184 4/Nisâ, 107
185 61/Saff, 4
186 4/Nisâ, 36
187 9/Tevbe, 108
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 47 -
belirleyici olarak gösterdiği birçok örnekten Buhârî ve başkalarının
naklettiği yalnızca birini aktarmakla yetinelim. Hz. Ömer anlatıyor:
“Allah Rasûlü zamanında Abdullah isminde “eşek“ lakaplı biri
vardı. Hareketleri ile Peygamberimizi güldürürdü. İçki içtiği için
Efendimiz ona sopa attırmıştı. Yine bir defasında içki içerken yakalanmış
ve sopa yemişti. Onun birkaç kez sopa yediğini gören
biri: “Allah lânet etsin! Ne kadar da çok içiyor“ dedi. Allah Rasûlü:
“Sus, ona lânet etme! Bilmiyorsun ki o, Allah ve Rasûlünü seviyor“ buyurdu.
Bu tavır, ameli hiçe sayan ters yönde bir dengesizliğe delil olamaz
elbet. Çünkü bu örneğin kendisi, bir ifrâtın, bir dengesizliğin
Allah Rasûlü eliyle önlenmesidir. İnsanları zaaflarından dolayı
mahkûm ederek kimi çok güzel hasletlerini görmezden gelmeyi
reddediyordu. Lâneti hak etmemiş birine lânet etmeyi hoş görmemişti
Rasûlullah. Belki bununla onun duâya ihtiyacı olduğunu,
affa ve rahmete ihtiyacı olduğunu îmâ etmişti. Elbette böylesi örnekler
ameli sıfıra çıkaran Mürcie dengesizliğine delil olamazlar.
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, merhamet edendir.“188 Sevginin
belirleyiciliğine güzel bir örnek de bu âyet-i kerime. Kişi sevmediğine
de itaat eder; ama eğer seviyorsanız itaat edin, yani itaatinizin
illeti Allah sevgisi olsun.
İtaat edin ki sevginiz lafta kalmasın, ödeyin onun bedelini.
Sevdiğiniz Zat’ın hatırı için Rasûl’e itaat etmekle sevginizi yürek
ülkenizde iktidara geçirin; iktidarsız sevgi olmaktan kurtulup iktidarlı
sevgiye dönüşsün. O zaman ne mi olacak? Sevginizi Allah’a
ispatlamış olacaksınız, onun bedeli olan itaati ödeyerek yapacaksınız
bunu. İşte o dem Allah da sizi sevecek; yalnızca o kadar mı?
Değil elbet, o da sevdiğini sana ispatlayacak, silecek günahlarını,
bağışlayacak seni. Senin Allah’a olan sevginin ispatı “itaat“ iken
Allah’ın sana olan sevgisinin ispatı da “mağfiret“ olacak. Bu sevgi
sürdükçe senin itaatin artacak, senin itaatin arttıkça onun bağışı
ve rahmeti artacak. İşte sana müthiş bir formül. Bu formülden haberi
olmayan insanların yakalarından tutarak sars onları ve onlara
“De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız...“ Ve yine de ki onlara: Kim Allah’a
sahip, o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum, o neye sahip?
Sevmek ve Adamak: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse
(bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü’minlere karşı alçak
188 3/Âl-i İmrân, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir.
(Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından
korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine
verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.“ 189
Allah’ın yolundayken O’ndan yüz çevirenlerin ilk yitirdiği şeyin
“sevgi“ olduğunu anlıyoruz. Önce sevgiyi kaybediyorlar, Allah
onları sevmiyor, onlar da Allah’ı. Ve arkası geliyor. Çünkü sevgi
diğer eylemlerin illeti. İllet yok olunca mâlûlün durması için hiçbir
sebep kalmıyor. Mü’minlere karşı yumuşak başlı olması gerekirken
tam tersi bir tavra giriyor: Sebebi sevgisizlik. Kâfirlere karşı
izzetli olması gerekirken, tam tersi bir tavır alıyor; sebebi yine
aynı. Sevginin, Allah’a olan sevginin en yüksek ifadesi olan cihadı
terkediyor. Bedeli “can“ ve “kan“ olan bir sevgiden yoksun kalınca,
o bedeli ödeyecek güç bulamıyor kendinde. Çünkü artık “Beni
seven ve benim sevdiğim Allah ne der?“ yerine, “falan ne der?“
sorusu geçiyor. O güne kadar sevdâsı uğruna kınayıcının kınamasından
korkmazken, o sevginin yok oluşuyla kınanmak korkusu
gibi aşağılık bir duyguya teslim oluyor. Dün sevgi sâyesinde özgürken
bugün sevgisizlik çukurunda nefsin, şeytanın, eşyanın ve çevrenin
esiri oluyor. Dün sevgi sâyesinde üreten ve veren biriyken
bugün sevgisizliğin pençesinde sürekli tüketen ve alan derekesine
düşüyor.
Sevmek vermektir, sahip olduğunuz en değerli varlığı, yüreğinizi
vermek... Vermek denilince, öyle çıkarıp sunmak değil;
paylaşmak anlamında vermek. Kişi, başkasına veremediğinin,
“diğeri“yle paylaşamadığının sahibi değildir. Ya da kişinin sahip
olduğu şey başkasına verebildiği şeydir. Bundan dolayı yüreğine
sahip olamayanlar sevemezler. Yüreği işgale uğramış bir insanın
sevebilmesi düşünülemez. Çünkü orası işgal edilmiştir, yüreğinin
iktidarı kendi ellerinde değildir, onu bir başkasıyla paylaşamaz.
Böylesine işgale uğramış bir yüreğin sahibi sevmekten söz ediyor,
“sevdim“ diyorsa, sevdiğine sahte adresli dâvetiye çıkartıyor demektir.
Vereceğiniz şey ne kadar değerliyse, onu vereceğiniz yer de o
kadar yüce olmalı. Daha doğru bir deyişle, verdiğinizin kıymetini
bildiğiniz ölçüde seçersiniz verilecek yeri. Sevginin adanabileceği
en büyük kapı Allah’ın kapısıdır. Sevgiyi o kapıya adamak, ona en
yüksek değeri biçmektir. Sizden olan bir şeyi ölümsüzleştirmektir.
Çünkü bir adağın sorumluluğu, adandığı andan itibaren, adandığı
kapıya geçer.
189 5/Mâide, 54
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 49 -
Sevmek adamaktır. Adağın tasarrufu, adandığı kapıya aittir.
Eğer sevginizi bir ölümsüze adamışsanız onu da ölümsüzleştirmişsiniz
demektir. Allah’ı sevmek, sevgiyi ölümsüzleştirmektir. İlleti
ölümlü olan sevginin kendisi de ölümlüdür. İlleti ölümsüz olanın
kendisi de ölümsüzdür.
Söz buraya gelmişken, yanlış bir kanaate değinmek istiyorum.
Bu kanaatte sevgi, şahsiyet geliştirici ve kişiye varlığını duyumsatıcı
bir üretim aracı değil; seveni sevdiğinde yok edici (fenâ) bir
tüketim aracıdır. Kişiyi olgunlaştıran ve ona şahsiyet kazandıran,
sevgiyi sevgi olmaktan çıkarıp tutkuya dönüştüren ve onu bir can
kurdu gibi insanı yiyip bitiren bir heyûlâ olarak tarif eden bu anlayışın
vardığı son durak vahdet-i vücut dengesizliğidir. Hintli bilge
Tao Tse’de görüldüğü gibi pisliğin içinde bile (hâşâ) tanrının görüldüğünü
söylemeye kadar vardırılan bu yamuk felsefe, Kur’an’ın
öngördüğü “Hâlık-mahlûk“ ikilemine taban tabana zıttır.
Sevmek, bazılarının iddiâ ettiği gibi yok olmak (fenâ) değil;
aksine “sevmek, var olmaktır“, varlığından haberdar olmaktır, kişinin
kendi varlığını ispatlamasının en kestirme yoludur. Çünkü
sevgi, şahsiyeti koruyarak bütünleşmektir. Birbirinde yok olmak
değil; birbirinde var olmaktır. Yok olma (fenâ) faraziyeleri, sevgiyi
tek yönlü kabul ederek sevenin sevdiğinde yok olacağını iddiâ
eder. Hâlbuki sevgi çift yönlüdür. Bu gerçek Allah’la kul arasındaki
sevgide bile geçerlidir: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı.“190 Sevgi
bir başkasına hulûl (girme, onda yok olma) değil; bir başkasında
kişinin benliğini duyumsaması, varlığının farkına varmasıdır.
Bir sevgi ki ferde kendi kimliğini kaybettiriyorsa o sevgi, sevgi
değil girdaptır, karşıdaki de sevgili değil üzerine konan canlıyı
eritip sindiren ve canavar bitki olarak bilinen Nepentes çiçeğidir.
Kişiyi sevdiğinde kaybeden bir sevgi üretici değil; tüketici bir sevgidir;
Züleyha’nın Yusuf’a (a.s.) olan sevgisi gibi. Hem kendisi tükenir
hem de karşısındakini tüketir. Çünkü o sevdâya kara çalınmıştır;
kontrolden çıkmış, “ak sevdâ“ iken “kara sevdâ“ olmuştur.
Kur’an’da Züleyha için geçtiği gibi yakıp tüketen bir şey olmuştur:
“Sevda onun bağrını yakmış, dediler.“191 Evet, onu tüketmiş, o da kendisini
tüketenden intikam almak istemiştir. Tabii bu intikam dönüp
onu tüketmek biçiminde gösterecektir kendini. Onca sevgisine
rağmen mi? Evet, onca sevgisine rağmen yapmak isteyecektir
bunu.
190 5/Mâide, 54
191 12/Yusuf, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
Böylesine bir sevgi kimse için meşrû değildir. Meşrû sevgi, aklı
baştan almaz; tersine aklı lâyık olduğu yere koyar. Bazılarının
iddiâ ettiği gibi Allah sevgisinden dolayı akıl yitirilmez. Allah’ı
seven O’nun yerli yerinde yarattığı ve hikmetle yerleştirdiği aklı
nasıl yerinden eder? Nasıl sevdiğini söylediği Zat’ın hikmetine
müdâhale edebilir? Böylesi bir şey, Züleyha’nın Yusuf’a sopa çektirmesi
ve bunu da, sevgi adına, sevginin üst sınırı olan aşk adına
yaptığını iddiâ etmesi kadar abestir. Evet, bu tüketiciliğin de bir
sevgi çeşidi olduğunda şüphe yok. Fakat normal ve üretici değil,
anormal ve tüketici bir sevgidir bu. Eğer istediğini elde etseydi
Züleyha, o sevgi hem kendisini hem karşısındakini yakacaktı.
Allah’ı sevmek adına, Allah’ın sevdiği gibi yarattığı insanın
dengesini bozmak, imrenilecek bir şey olsaydı, bu işi öncelikle
Allah’ı onun kadar hiç kimsenin sevemeyeceği Rasûlullah ve ashâbı
yapardı. Rasûllerin bizden çok daha bilip tanıdıkları Allah Teâlâ’yı
gereği gibi sevmemeleri düşünülemez. Allah’ın kendilerinden râzı
olduğu, kendilerinin de Allah’tan râzı olduğu sahâbe için de geçerli
aynı şey. Sevdikleri Allah ve Rasûlü yoluna sevginin en büyük
bedeli olan can ve kanlarını koyan sahâbe içerisinden belki her
türlüsü çıkmıştır, ama Allah aşkından deli-divâne olduğu söylenen,
çok sevdiklerini bildiğimiz bu iki varlığa karşı duydukları aşk
yüzünden aklını kaçırıp “meczup“laşan biri çıkmamıştır. Kimdir
Allah’ı Rasûlullah’tan (s.a.s.) daha çok sevdiğini iddiâ eden? Bunu
söylemeye kimin dili varabilir? Hem en güzel örneğimiz olan Allah
Rasûlü’nün ve onun ellerinde yetişen neslin bu konudaki tavrı
bizler için takip edilecek en doğru yol değil midir?
Allah’ı ruhuyle sevenlerin, kalbiyle sevenlerin aklını başında
bırakır sevgi. Allah’ı aklıyla sevenlerin aklı ise başlarından gider.
Çünkü sevgi, “bilmek“ değil; “tanımak“tır, akıl bunu kaldıracak
kapasitede değildir: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez. Zira
bu terâzi bu kadar sıkleti çekmez.“ Evet, akıl terazisi bu kadar
ağırlığı kaldıramayacak, ince bir yerinden kırılıverecektir.
Adresleri doğru tesbit etmek gerek. Sevginin yerini, adresini
de doğru tesbit etmek gerek. Bildiğimiz bir şey var: Allah sevgisini
en üst düzeyde yaşayan Rasûl ve ashâbı arasından mecnun
ve meczubun çıkmadığı. Yine bildiğimiz bir şey var: Allah
Rasûlünün ve ashâbının Allah’ı çok, hem de pek çok sevdiği ve
sevginin yüksek bedelini ödemekten bir an bile kaçınmadığı.
İslâm’daki cihad farîzası, kulun Allah’a olan sevgisinin en yüksek
tezâhürüdür. Çünkü sevginin büyüklüğü fedâkârlıkla orantılıdır.
Kişinin sahip olabildiği en büyük değer “can“dır. Sahip olduğu
o değeri en çok sevdiğini iddiâ ettiği Zat’ın yoluna sevgisinin
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 51 -
bedeli olarak koyar, O’na bu şekilde ispat eder sevgisini. Değilse
ispat edilmemiş sevgi kof bir sevgidir, kuru bir iddiâdan öte bir
değeri yoktur. Onu ne Yaratan ve ne yaradılan ciddiye alır.
Bu durumda varacağımız en doğru hüküm şudur: Allah’ı çok
sevenler kendini Allah’a, O’nun yoluna adayanlardır. Bu yüzden
şehâdet en büyük sevgidir, şehid ise sevgisini/coşkusunu kanıyla
ve canıyla ispat etmiş ölümsüz sevendir. Bu sevgi, öyle bir sevgidir
ki; bu sevgi uğruna bir kez değil; bin kez ölünür. Bu sevgi
insana: “Gül yüzlü güzel ölüm / Seni bin kez ölürüm.“ dedirtir.
Bu sevginin Peygamber dilindeki ifadesi budur; sevgisini kanıyla
ispat eden şehidin, bu eylemi dönüp dönüp tekrarlama isteğidir.
Hem, doğrusu da öyle değil mi?
Sevgini ispatlamak için gerekirse İbrâhim gibi ateşin ortasına
kaldırıp atacaksın kendini. Senden istenildiğinde böyle ispat
edeceksin sevgini. Elbet O da ispat edecek, seni sevdiğini, kabzasından
tuttuğu ateşe emrederek: “Yâ nâru kûnî berden ve selâmen
alâ İbrâhîm.“192 diyecek. Ateş de sahibinin bu emrini tutup sevgiyi
yakmaya güç yetiremeyecek; seven ve sevilene soğuk ve serin
olacaktır. Fakat buna rağmen bu sevgiyi yıpratırım diye tir tir
titreyeceksin. Hem canını adayacak, hem korkacaksın; hem ateşe
atlayacak, hem de sevgiyi kaybetmekten korkacaksın; işte budur
takvâ. 193
Sevginin Zirvesi: Takvâ
Takvâ kelimesi, “sakınmak“ biçiminde çevrilir Türkçeye.
Takvânın ne olduğunu bilmek, ancak yaşamakla mümkün. Ama
takvânın salt korku demeye gelmediği rahatlıkla söylenebilir. Bu
kavramın içerdiği anlamlar içinde, tabii korku da var. Ancak bu
korku; ateşten, cehennemden, azabdan, kahrdan korkmak değil.
Bu tür korkuya “havf“ derler ki, onda sevgi aranmaz.
Ya nedir? Takvâdaki korku, kulun Rabbiyle arasındaki sevgiyi
yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil; O sevmeyecek
diye korkmaktır. Yanmanın en büyüğü O’nun sevmemesidir. İşte
takvâ, kişinin Allah’la arasında oluşturduğu sevgiyi yıpratmamak
için tetikte durması, o sevgiyi gözbebeği gibi korumasıdır. Bu durumda
vedûd olan Allah’ın değil yasaklarını; O’nun hoşlanmama
ihtimali olan şeyleri bile terkeder. Değil O’nun emirlerini; O’nu
hoşnut edeceğini sandığı tüm eylemlere sarılır. Bütün bunları yaparken
de başka hesaplar yapmaz. Yalnızca sevgiyi korumayı, onu
192 21/Enbiyâ, 69
193 M. İslamoğlu, Yürek Devleti, s. 83-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
yıpratmamayı amaçlar. Takvâda, titreyişin illeti ödül ya da ceza
değil; sevgidir.
Takvâ sevginin zirvesidir. Sevgi, umut, korku... Bu üçlünün
insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut, korku;
üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden
Allah’tan başkasına tahsis etmek, tahsis edilen o şeyi “ilâh“ edinmektir.
İnsan birini yalnız sevebilir, bu akîdevî bir mesele teşkil
etmez. Ya da birine umut besleyebilir veyahut birinden korkabilir.
Ancak bu üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis edemez. Bunu
yapmak O’na eşler (endâd) bulmak demeye gelir. Fakat bunları
tümüyle Allah’a tahsis etmek kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak
“müttakî“ yapar. Bu üç ayrı ruh hali insandaki üç farklı
bilincin dinamiğidir; ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincinin...
Değil bunların üçünü birden Allah’tan gayrıya tahsis etmek,
mü’minin bir başkasını Allah’ı sever gibi sevmesine bile Allah’ın
rızâsı olmamaktadır. Böyle bir durumu “kendisine ortak koşmak“
olarak adlandırmaktadır. Cenâb-ı Hak, “İnsanlardan kimi Allah’tan
korkar gibi, hatta daha fazla İnsanlardan korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz
niçin bize savaşı farz kıldın? Bize biraz daha süre tanısaydın olmaz
mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır; takvâ sahibi için âhiret daha
iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez.“194 Evet, Allah’ı sever gibi sevenlerin
durumunu belirten âyetin üslûbuyla, Allah’tan korkar gibi
korkanların durumunu belirten âyetin üslûbu arasında çok açık
bir fark vardır. Yanlış sevginin cezası, yanlış korkunun cezasından
kıyas götürmeyecek kadar büyük. Allah’ı sever gibi sevmek
adeta şirkle tanımlanırken, Allah’tan korkar gibi korkmak sadece
yeriliyor. Bu da sevginin azametine çarpıcı bir örnek.
Sevgiye tanınan bu ayrıcalık da gösteriyor ki, o, duyguların
en yücesidir. Yerini bulduğunda sahibini de yüceltir. Tersi de geçerli
elbet; yerini bulmadığında ise sahibini aynı oranda alçaltır.
Onu yerli yerinde harcamayan harcanacaktır.
Alçak gönüllülük, sevginin yücelttiği kişilerde görülen bir erdemdir.
Bunun tersi olan kibir ve gurur ise sevgi yoksulluğunun
doğal sonucudur. Kerim âyetteki sıralama bunun en güzel delilidir:
“O onları sever onlar da O’nu. Mü’minlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı izzetlidirler.“ Evet, mutlak alçaklık anlamına gelen “zillet“
bile sevginin yanına gelince kanatlanıp yükseliyor ve sahibini
de yükseltip övülen bir erdeme dönüşüyor; rezîletken fazîlet oluyor.
Aynen alçaklık gibi. O da öyle değil mi? Tek başına alçaklık iğrenç
bir durumken, gönlün, sevginin toprağı olan gönlün yanına
194 4/Nisâ, 77
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 53 -
gelince birden kanatlanıp fazîlete dönüşüyor, alçak+ gönül, yani
alçak gönüllülük bir meziyet oluyor. Asıl alçaklık tevâzu gösterilecek
yerde tevâzu göstermemek oluyor, mü’mine karşı kibirlenmek,
gururlanmak oluyor. Bunun temeli de sevgisizliğe dayanıyor.
Yine âyetin devamından anlıyoruz ki kâfirlere karşı gösterilen
şecaat ve cesaretin kaynağı da sevgidir. Sevgi insanı taraftar
yapar. Kimin olacak, elbette sevdiğinizin taraftarı. Eğer sevdiğiniz
Allah ise, siz de Allah taraftarı (hizbullah) olacaksınız. Bu
durumda sevdiğinizin dostlarına dost, düşmanlarına düşman
olacaksınız. Kâfirler karşısında ödleklik ve pısırıklık sergilemenin
illeti de sevgisizlik olarak ortaya çıkıyor bu durumda. En büyük
alçaklık, illeti sevgisizlik olan korkudur. Özetle sevmek cesarettir.
En iyisi sen başka şeyden değil; sevmemekten, sevememekten
kork. Tabii bir de sevgiyi yerli yerine koyamamaktan, her
derde devâ olan bu ilacı bir intihar âleti olarak kullanmaktan
kork. Sevgi gibi kökü İlâhî olan bir duyguyu yanlışa âlet ettiğinde
Allah’ı karşında bulacaksın. İşte bu noktada Allah kıskançtır.
Rasûlullah’a dayandırılan bir haberde: “Saad kıskançtır, ben
Saad’dan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır“ buyrulur.
Allah’ın güzel isimlerinden biri de “Ğayûr“dur, yani “kıskanç“.
Kulunu ulûhiyet ve rubûbiyet noktasında başkasından kıskanma
olayı. Salt kendisi için yaratıp herbir şeyi emrine verdiği kullarının
kendisi dışında ya da kendisiyle birlikte başka ilâh edinmelerini
(şirk) işte bu yüzden affetmemektedir. Ğayûr olduğu için,
Vedûd olduğu için çok sevdiği kullarının bu konudaki yanılgılarını
kat’iyyen affetmemekte, bunun dışındakilerini affedebileceğini
söylediği halde sırf bunu (şirki) affetmeyeceğini bildirmektedir.
Rabb-i Rahîm’in bu gayretine rağmen insanın kendisine vesenden,
sanemden, tâğuttan, canlıdan, cansızdan, ideolojiden,
teknolojiden, özetle O’nun dışındaki herhangi bir şeyden ortaklar
bulmasını affetmez. Affetmemekle kalmaz; çok şiddetli bir biçimde
cezalandırır. Sevgi (iman) yükselmektir, öyle yükselmek ki
gökleri geçmek, zamanı ve mekânı geçmek. İşte budur Allah’ın
kuluna olan sevgisi. Kul O’na ortak koşmakla bu sevgiye ihânet
ederse bu, o kulun, o muazzam yükseklikten düşmesi anlamına
gelir ki, bu düşüşün dehşetini haber vermekten diller âciz kalır.
Sevgiyi yitirenin halini güzel özetlemiş Seyrânî:
“Zor gönülden düşme gökten düşmenden, ben bilirim.
Kalb-i sultandan düşen kul parçasından pâre bul.“
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
Cibt gibi insanın kendi cinsinden birini, sanem gibi elleriyle
yaptığını, vesen ve tâğut gibi özel ya da tüzel kişilik sahibi otoriteleri,
hevâ gibi düşünce, sistem, ideoloji ve ekolleri “rab“ edinmenin
Allah’ı nasıl gazaba getirdiğini doğrudan Rasûlullah’ı
muhâtap alan ve insanı iliklerine kadar titreten şu âyette görebiliriz:
“Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme! Sonra rezil bir şekilde
kovularak cehenneme atılırsın.“195 Ömründe puta tapmamış ve daha
sonra da tapmayacağı kesin olan Rasûlullah’ın gönlünü sâbit tutması
için büyük sevgisine halel getirmemesi için bir uyarıydı bu.
Uyarı üslûbunun sertliği aynı zamanda sevginin de büyüklüğünü
gösteriyordu.
Kimi, Nasıl Sevmek? “Kimi sevmek“ sorusuna doğru cevap
bulmak yetmiyor, “kim için sevmek“ sorusunu da doğru cevaplamak
gerekiyor. Eğer birincisini doğru cevaplamak yetseydi şeytan
kovulmazdı. O Allah’ın rabliğini hiçbir zaman inkâr etmedi, lâkin
o Allah’ın sevdiğini sevmedi, hatta onu (Âdem) hasetledi, Allah’ı
ondan kıskandı. Bu kıskançlıkla diğerini karıştırmayalım. İkisi arasında
illet farkı var; yine “sevgi“. Ğayûr’un kıskançlığının illeti sevgi
iken, “ğarûr“un (şeytanın) kıskançlığının illeti “sevgisizlik“tir.
Sevgisizlik ise hasedin öbür adıdır. O’nu sevmek yetmez, sevdiğini
de O’nun için seveceksin. O’nun sev dediklerini seveceksin. O neyi,
ne kadar seveceğimizi vahy ile belirlemiş, çizmiş sınırları. Bu sınırları
iyi bilecek ve tecâvüz etmeyeceksin. O’nun, sevginden başkalarına
da pay ayırmana bir dediği yok. Yeter ki dozajını kaçırma.
Sevginin kontrolünü elden bırakma, ne ne kadar pay ayıracağını
iyi bil. Buyurun sevginin İlâhî taksîmâtına:
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız,
kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret,
hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad
etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini (gazabını) getirinceye
kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“196 “Babalar“
diye başlıyor âyet ve sıralıyor kişinin Allah’tan, Rasûlünden ve
Allah yolunda cihaddan daha fazla sevebileceği şeyleri, kendisini
bu üç sevgiliden alıkoyabilecek olan engelleri ya da sevgi kantarının
topuzunu kaçırma ihtimali olan değerleri. Kur’an’ın dilinde,
bu sayılanları Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolunda cihaddan
daha fazla sevmek fâsık olmanın yeterli delilidir. Bu âyet, sevgide
dengenin nasıl sağlanacağını öğretiyor bize, bu dengeyi bozanları
tehdit ediyor.
195 17/İsrâ, 39
196 9/Tevbe, 24
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 55 -
Allah bu saydığı isimleri imtihan aracı kılarak nebîlerini sevgi
sınavından geçirdi. İbrâhim’i, hem babası ve hem de oğluyla sınadı.
Nuh’u oğlu ve karısıyla sınadı. Lût’u eşiyle sınadı. Rasûlullah’ı
yakınlarıyla sınadı. Eyyub’u malıyla sınadı. Bütün bu nebîler
(Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun!) alınlarının akıyla verdiler
sınavlarını. Bazıları için belki biraz zor oldu. Nuh’un oğlu için,
Rasûlullah’ın amcası Ebû Tâlip için duyduğu hislerde olduğu gibi.
Ama sonunda oldu. İbrâhim’e gelen koç, doğru adresten şaşmayan
sevgiye verilmiş bir ödüldü.
İnce bir nokta var: Babayı, kardeşi, kadını, hısım akrabayı saydığı
halde anneyi saymıyor âyet. Babayı saydığı halde anneyi saymamasının
nedeni, baba sevgisinin şartlı sevgi oluşundan. Baba
sevgisi, kazanılan bir sevgidir, umutlar gerçekleşmediği zaman
yiter. Evlâdından beklentileri vardır babanın, kendisinin gerçekleştiremediklerini
o gerçekleştirecektir, babasının kutsallarını
koruyacak bir haleftir. Gereğinde çocuğunu Allah’tan ve O’nun
yolundan alıkoyar. Eğer yukarıda sayılan emellerinin gerçekleşmesine
evlâdının Allah yolunda oluşunu engel olarak görüyorsa
gözünü kırpmadan yapar bunu. Hatta daha ileri gider, kendi kutsalları
ve atasının kutsalları adına Allah’a karşı, Rasûl’e karşı savaştırır
onu. Baba evlâdıyla arasındaki sevgiyi emellerinin gerçekleşmesi
uğrunda kullanamazsa sevgisi azalır, hatta tümden yitebilir.
Fakat anne sevgisi öyle değildir. O kazanılmış değil; verilmiş
bir sevgidir. O sevgide kayıt ve şart yoktur, baba gibi birtakım beklentileri
sevgisine temel yapmaz. Eğer birtakım şartlar ileri sürmüşse,
bu şartlar babada olduğu gibi “atalık“ hesapları yüzünden
değil; tamamen onun iyiliğine olacağını sandığı içindir. Babada
“ben“ ağır basarken anada “o“ ağır basar.
Günümüzde birçok ana baba farkında olarak ya da olmayarak
evlatlarının katili oluyorlar. Evlatlarını Allah’tan kıskanıyorlar.
Allah’ın dininden kıskanıyorlar. Ve Allah’tan daha çok seviyorlar
onları. Daha doğru bir deyişle Allah’ı onlardan daha az seviyorlar.
Elbet Gayûr olan Allah da buna râzı olmuyor, yalnız kendisi
için yarattığı bir şeyin yine yarattıklarınca kendisinden (Yaratanından)
esirgenmesine, kıskanılmasına râzı olmuyor ve sonunda
alıyor ellerinden. Onun gerçekte kime ait olduğunu böylesine sert
bir ihtarla hatırlatıyor bazen ebeveynlere. Anne babalar Allah’tan
kıskanarak, onlar Allah’ı sever gibi severek evlâtlarının sonunu
hazırlıyorlar. Bu yanlışı bazen de eşler yapıyor. Eşler Allah yolunda
birbirleriyle yarışa çıkmış iki atlet gayreti içerisinde olması gerekirken
o yola dikilen birer engel oluyorlar. Böyle olunca da Allah
kendi koyduğu sevgi ve merhameti alıyor, yani kendi yuvalarını
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
kendi elleriyle yıkıyorlar, kendi huzurlarını kendi elleriyle kaçırıyorlar.
Evet, Allah’ın koyduğu sevgiyi... Âyete buyurun; hem de
sevgiye “âyet“ diyen âyete: “O’nun âyetlerinden biri de kendileriyle
kaynaşmanız için size kendi nefislerinizden (cinsinizden) eşler yaratması
ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.“ 197
Allah’ın âyetlerinden bir âyet olan sevgi’yi O’nun yolunda kullanmak
varken o sevginin sahibine karşı silâh olarak kullanmak ne
hamâkat! Ailelerin yanlışı, kendilerini önce eş sonra kul saymalarında.
Genellikle babaların hoşuna gitmekte önce evlat sonra kul
tavrı. Bu ise, Allah’ın râzı olmayacağı bir durum; dahası inanan
birinin almaması gereken bir tavır:
“İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar
edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri
ise (onlarınkinden) çok daha fazladır.“198 Çağdaş insanın Allah’a
inanışı câhiliye müşriklerinin Allah’a inanışına nitelik yönünden
çok benziyor. Çünkü sevgi değil ihtiyaç belirliyor Rable olan ilişkileri.
Çünkü insan “Ey Allah’ım, Sana muhtacım, çünkü Seni seviyorum“
deme yerine; “Seni seviyorum, çünkü Sana ihtiyacım var“
demeye getiriyor.
Câhiliyyede de, müşrikler kendilerini Allah’a yaklaştırdığını
iddiâ ettikleri putlarını savaş, kıtlık ve salgın hastalık zamanlarında
hatırlarlardı. O sıkıntı geçince, dün ölürcesine yalvardıkları
tanrılarını ertesi gün unuturlar, hayatın akıntısına tekrar dalarlardı.
Allah’a taptığını iddiâ eden günümüz insanının da yaratıcısıyla
ilişkisi buna benzemiyor mu? Bu ilişkinin temeli sevgiye değil;
ihtiyaca dayanmıyor mu? Dahası açınız çağdaş insanın gönlünü,
onu kaptırdığı şeyler arasında Yaratıcı’nın kaçıncı sıraya geldiğine
bakınız. Hatta gönlüne tıkıştırdığı bir yığın dünyalık arasında
Yaratıcı’ya bir yer ayırıp ayırmadığına bakınız.
Bir Meş’ale Ki Mevlâ Yaka, Üflemekle Sönmez: Sevgi, verilen
bir şey mi, kazanılan bir şey mi? Bu soruya “her ikisi de“ biçiminde
cevap vermek mümkün. İhlâs da öyle değil mi? Kitab’ta her
iki anlamıyla birden kullanılır: Muhlisîn (ihlâsı kazananlar), muhlasîn
(ihlâs verilenler). Elbet sevginin en garantilisi Allah tarafından verilen
sevgidir. Bu çok çeşitli alanlarda kendini gösterir. Meselâ iman
konusunda: “... Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde
süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyânı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar
bunlardır.“199 Sevgi, bu anlamda hidâyetin öteki adı olmuştur. Bir
197 30/Rûm, 21
198 2/Bakara, 165
199 49/Hucurât, 7
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 57 -
şeye sahip olmakla, sahip olunan bir şeyi sevmek arasında fark
olmalı. İmanı sevmek, imanlı olmaktan öte bir olay olsa gerek.
İmanı seven biri, onun üzerinde titreyecek, hatırını sürekli hoş
tutacak, uğrunda büyük fedâkârlıklara katlanacaktır. İmanı sevmek,
imanın düşmanları olan küfürden, fısktan, isyandan nefret
etmeyi gerekli kılıyor. İlkini sevdiren Allah bu sonuncusundan da
kulunu nefret ettiriyor. Bu durumda nefret de sevginin kaçınılmaz
unsuru oluyor.
“Her şey zıddıyla kaim“ ilkesine göre zaten sevmeyenin nefret
etmesi, nefret etmeyenin sevmesi düşünülemez. Ancak nefretin
meşrûlaşması illetinin “sevgi“ olmasıyla mümkündür. Süsleme
olayının sevmekle doğrudan ilgili olduğunu bu âyetten anlıyoruz.
Obje (iman)’yi süsleyip güzelleştirmek yetmiyor, subjenin de güzel
olması gerekiyor. Daha açık bir deyişle, baktığımız güzel olmalı,
fakat bakışımız da güzel olmalı. İşte bunun için Allah imanı süsleyip
güzelleştirirken bakışı da ihmal etmiyor. Yamuk bir bakış eğriyi
doğru, doğruyu eğri gösterecektir sahibine. Kötülüklerin çirkin
gösterildiği bir bakış doğru bir bakış demektir. İşte bunu yapıyor
Allah.
İman için sevgiden belirleyici olarak söz eden Kur’an, küfür
için de aynı ölçüyü koyuyor: “Küfrü sevmek...“ “Ey iman edenler!
Eğer imana karşı küfrü seviyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi velîler/
dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî tanır, dost tutarsa işte zâlimler
onlardır.“200 Çifte standardı tabiat haline getiren günümüz insanının
yaşadığı vahim çelişkiyi ortaya koyan bu âyet gerçekte yaygın
bir ikiyüzlülüğe parmak basıyor. İnandığını iddiâ ettiği halde imana
karşı küfrü sevenlerin, küfrü destekleyenlerin, küfrü savunanların
baba-kardeş de olsalar, imanı sevenler tarafından velî ve dost
edilmemelerini tavsiye ediyor.
Sadece imanı sevip küfrü sevmemek yetmiyor, imanlıyı sevmek,
kâfiri ve onların dostlarını da sevmemek gerekiyor. Onlar
isterse inandıklarını iddiâ etsinler, imana ve imanlıya dost olamazlar,
velî olamazlar. Çünkü imanlı olmak yetmiyor, imanı sevmek
de gerekiyor. Bu da yetmiyor, onun düşmanları olan inkâr,
günah ve Rasûlüne isyanı sevmemek gerekiyor; karanlıkla aydınlığı
birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Verilen sevgiden söz ediyorduk. Daha önce sevgiyi Allah’ın
kendinden üflediği ruha benzetmiştim. Bakınız âyete, âdetâ
O’ndan bir parça olarak söz ediyor sevgiden: “Gözümün önünde
200 9/Tevbe, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
büyütülesin diye senin üzerine Benden bir sevgi bıraktım.“201 Rûhu herkes
taşırken sevgi daha özel bir ilişki gerektiriyor ve onu bazıları
taşıyor. İnsanın erebileceği en büyük saâdet O’ndan bir sevgiyi
üzerinde taşımasıdır. Sözkonusu bu sevgiyi taşıyacaklarda aranan
özellikler, yani O’ndan bir sevgi taşımaya lâyık olabilmek şartları
şöyle tesbit ediliyor: “İman eden ve sâlih amel işleyenler için Rahmân
bir sevgi yaratacak.“202 Bir şey dikkatimizi çekiyor; Kur’an’da nerede
Allah’ın sevmesinden söz edilse, bu âyette olduğu gibi, hemen
yanı başında rahmetten, bağıştan söz ediliyor.203 Sevgi Allah’ın
rahmet kalemleri içerisinde baş sırayı oluşturuyor. Bu nedenle de
sevgiden mahrum olmak, rahmetten mahrum olmak anlamına
geliyor.
Sevgi barıştır, üstelik barışın en büyük teminatıdır. Elbette sevginin
de bir teminatı olması gerek. İşte teminatı da Rabbimiz veriyor:
“Ve onların kalplerinin arasını (sevgi ile) uzlaştırdı. Sen yeryüzünde
bulunan her şeyi verseydin yine onların kalplerinin arasında ülfeti oluşturamazdın,
fakat Allah onların kalplerinin arasını uzlaştırdı.“204 Gönül
ferman dinlemiyor ve sevgi henüz borsalara düşmedi. İki insan
birbirini kaç para verseniz sever? Ya da seven iki insan hangi bedeli
ödeyince terkeder bu sevgiyi? Fiyatı nedir kalbin ve onun en
soylu meyvesi olan sevginin?
Gönüllere söz geçirecek olan sultanlar ve fermanlar değil;
yalnızca o gönlün sahibi olan Allah’tır. O’nun bir vasfı da
“Mukallibu’l-Kulûb (Kalpleri evirip çeviren)“dir. Eğer o gönüllerde
sevgi meş’alesini tutuşturmuşsa bir, dünya bir araya gelse,
söndüremeyecektir o meş’aleyi. Şair de öyle demiyor mu: “Bir
şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez.“ 205
Sevgi Toplumu
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah kalplerinizi birleştirdi, O’nun
nimeti sâyesinde kardeşler oldunuz. Siz (ülfet yokken) ateşten bir çukurun
kenarındaydınız, Allah sizi (illeti sevgi olan bir topluluk içine katarak)
ondan kurtardı.“206 Sevgisizliğin İlâhî lisandaki tasviri “ateş çukurunun
kenarında olmak.“ Öyle ki yarım adım daha atınca kendinizi
yalnızlık ve sevgisizlik çukurunda bulabilirsiniz. Allah sâyesinde
yalnızlıktan kurtulup sevgiyi tattınız. Sevginin vazgeçilmez
201 20/Tâhâ, 39
202 19/Meryem, 96
203 Bkz. 11/Hûd, 90; 85/Bürûc, 14
204 8/Enfâl, 63
205 M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 96-107
206 3/Âl-i İmrân, 103
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 59 -
unsurunun “diğeri“ olduğunu konuya girerken söylemiştik. En
büyük toplumsal rahmet olan “ülfet“in (kelime anlamı olarak
birbirine geçirmek, aradaki boşlukları doldurmak demeye gelir.
İman edenlerin kalplerine Allah’ın yerleştirdiği kardeşlik sevgisidir.)
önşartı nedir, biliyor musunuz? Birlikte olmaktır, topluca sarılmaktır,
yani cemâdât değil; cemaat olmaktır. Aynı âyetin girişini
okuyalım: “Ve Allah’ın ipine hep birlikte sarılın, bölünmeyin. Allah’ın
size olan nimetini hatırlayın.“207 Evet, Allah’ın hatırlamamızı istediği
nimetin ülfet olduğunu âyetin devamında gördük. İşte sevgi nimetinin
şükrü öncelikle sevgide birliğin sağlanmasıdır. Herhalde
kimse sevginin olmadığı bir yerde vahdetten söz edemez.
Cemaat, sevginin bir araya topladığı ülfet adlı yürek devletini
kurabilmiş insanlar topluluğudur; yüreklerini paylaşanların,
ülfet kimliğiyle vizesiz gümrüksüz birbirlerinin gönlüne özgürce
yol bulanların topluluğudur. Ümmet işte bu toplulukların oluşturduğu
okyanusun adıdır. Böyle bir topluluğun fertleri yürek ülkelerinde
muhabbeti iktidar etmişlerdir. Sevgi toplumunda fertler
birbirlerinin gönlünü, hayat denizinde kopan ya da kopacak olan
fırtınalara karşı, emin bir liman, selâmetli bir sığınak, bereketli bir
barınak bilirler.
Sevgi toplumunda insan insanın kurdu değil; insan insanın
cennetidir. Sevgi iksirinin cennet haline getirdiği yüreklerinde
konuklarlar birbirlerini. Öyle bir yürek ki, çarşılarında sevgi satılır,
terazilerinde sevgi tartılır, ancak karşılığında para değil yine sevgi
alınır. Sevgilerinin faturası yine sevgidir. Çok kere severler ve sevgilerini
bezlederler, fedâ ederler. Sevgi toplumunda insanlar yeni
tanıdıkları her “insan“a yeni nâzil olmuş bir âyet gibi bakarlar.
Sevgi toplumunun fertleri, yüreğin işlevini iyi bilirler, onu nükleer
bir güç merkezi gibi kullanırlar. Sorunlarını sevgiyle çözmeye
çalışırlar. Kendi aralarındaki kavgaları sevgiden, tokatları ise şefkattendir.
Olağanüstü durumlarda sevgilerini tümden silmezler,
parantez içine alırlar. Bu da üç günü geçmez, geçemez. Dövmeleri
gerekiyorsa nefret ettikleri için değil; sevdikleri için döverler. Birbirlerini
tezgâhlarına koyup tüketmezler, gönüllerine ekip o münbit
toprakta üretirler.
Sevgi toplumunda yüreklere asılan “sevgili pankart“ta şu yazılıdır:
“Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe
de cennete giremezsiniz.“208 Bu sözün sahibi olan sevginin
başöğretmeni, ashâbına ara ara sevgi dersi veriyordu. Bir gün Hz.
207 3/Âl-i İmrân, 103
208 Buhârî, İman
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Ömer’in elini eline almış, “tamam, şimdi oldu“ deyinceye kadar
onun yüreğine sevgi akıtmıştı. 209
Sevgi, peygamberlerin ve onların dâvet mirasını üstlenenlerin,
dâvetlerine muhâtap olanlardan istedikleri tek karşılık idi. Tüm
nebîlerin dâvetleri karşılığında bir ücret istemedikleri Kur’an dilinden
sık sık vurgulanır. Çünkü maddî karşılığı olmayan bir eylem,
fedâkârlık ve samimiyetin en büyük delilidir. Peygamberler kendilerini
çağırdıkları şeyde samimi olduklarını insanlara hatırlatmak
için ücret almadıklarını, ecri yalnızca Allah’tan beklediklerini sık
sık vurgulamışlardır. Bütün bunlara karşın insanlardan bir tek şeyi
istemelerine izin verilmiş. Ne demek “izin verilmiş“; istemeleri
Allah tarafından tavsiye ve teşvik edilmiş, bu mükteseb bir hak
olarak görülmüş. Nedir o bir tek şey? Tahmin edeceğiniz gibi yine
“sevgi“: “De ki: ‘Ben buna karşılık sizlerden bir ücret istemiyorum. İstediğim
yalnızca yakın bir sevgidir.“ 210
Sevmek kaynaşmaktır. İnsanların birlikte olmalarının illeti
sevgi olursa o birlikteliğin ömrü de sevginin ömrüne eş olacaktır.
Sevmek vahdetin ta kendisidir. Seven insan, cemaat ırmağına
dökülen bir katre olmayı kabullenmiş demektir. Çokta yok olmaz,
teki çoğa karıştırarak çokta var olur, kendinden olanların içinde
kendini bulur. Değil mi ki balık gölde yetişir? O sevgi çağlayanları
ümmet okyanusuna dökülür. O okyanusta bir damlanın hükmü
ne mi olacak? İşte öyle değil. O öyle bir damla ki aynı zamanda
bağrında okyanusu, yani ümmeti taşımaktadır.
Sevmek çoğalmaktır; artmak, üremektir. Tarihte sevgiyi katleden
birçok düşünce, yaşam biçimi ve sistem gelmiş geçmiştir, fakat
insanlığın değişmez değerlerini paraya tahvil eden, fazîlete dayalı
bir ahlâkı yıkıp üretim ve tüketime dayalı bir “ahlâk“ı ikame
eden; sevgi, fedâkârlık, samimiyet gibi erdemlerin yerine, gösteriş
ve ikiyüzlülüğe dayalı diplomasiyi yerleştiren kapitalizm gibisi
gelmemiştir.
Reklâm ve propagandaya dayanan çağdaş dünya sistemi,
sevgi gibi paraya dönüştürülemeyen değerlere hasımdır. Onu
tahrip etmeyi, bunu beceremezse tahrif etmeyi amaçlar. Onu
yok etmeyi beceremez, çünkü sevgi yok edilemez. Ne ki ikincisinde,
yani sevginin tahrif edilip sahte sevgileri, bol reklamla
pazarlama işinde başarılı olmuşlardır. Fuhşun, çarpık ilişkilerin,
putperestliğin adını aşk ve sanat koymayı başarmışlardır. Bu
209 Müslim
210 42/Şûrâ, 23
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 61 -
sâyede sevgi, tüketime elverişli bir hale getirilmiştir. Artık insanlığın
yüce değerlerinden biri olan sevgiyi tutsaklık aracı olarak
kullanmak mümkün olacaktır. 211
Tutku (Çarpık Sevgi)
Gerçekte sevgi, özgürlüğün üst sınırıdır. İnsanı mahkûm eden
duyguya sevgi denmez, tutku denir. Bu ikisini birbirine karıştırmamak
gerek. Sevgi ile tutku birbirinden tamamen farklı şeyler.
Sevmek bir şeyin içinde olmaktır. Tutku ise bir şeye kapılmaktır; bir
sele, bir kalabalığa, bir rüzgâra kapılır gibi kapılmak...
Sevmek özgür kılar, tutku tutuklar. Tutkusunu sevgi zannedenlere
söylüyorum: Elinizi kolunuzu bağlayan, irâdenize söz
hakkı tanımayıp onu teslim alan, aklınızın dizginlerini eline geçiren,
sizi uysal bir binek gibi istediği tarafa sürükleyen şey en
büyük özgürlük demek olan sevgi olabilir mi?
Tutkunun bir türü de tiryâkiliktir. Bir tiryâki, bana tiryâkisi olduğu
şeyi sevdiğini söylüyorsa ben bunu “tutku“ olarak anlarım
ve onun tutkuyu sevgi sandığı sonucuna varırım. Bu tiryâkilik her
zaman aynı şeyde ortaya çıkmaz, farklı farklı şeylerde tezâhür
edebilir. Kadın ya da erkek, bir zombi gibi kendisini esir edip ardından
sürükleyen şeyin adını aşk koymaktan gizli bir haz duyarlar.
Gerçek aşkın, saf aşkın iyi şöhretinden böyle istifade ederler.
Hâlbuki bu aşk değil; tutkunun ta kendisidir. Çünkü gerçek aşk
insanı kendi cinsinin elinde oyuncak etmez, insana özgürlük bahşeder
ve aşkınlık kazandırır.
Gerçek aşkı tanımayanlar iki kişilik divâneliklerin adını aşk
koymakta ısrarlıdırlar. Bu durum psiko-patolojik bir vak’adır. Aslında
tutku olan bu tip “aşk“lar çoğunlukla yalnızlığı yüksek dozda
yaşayan fertlerde görülür. Bu tipler çektikleri aşırı rûhî yalnızlığı
hafifleten birini bulduğu zaman, ilk anda kronik yalnızlığını
hafifleten o kişiye karşı duydukları minnet hissini aşk zannederler.
Uzun zamandır uçsuz bucaksız yüreğinde bastırdığı yalnızlık acısını
dindiren bu unsura karşı duyulan minnet ve şükran hissidir bu.
Aşk zannedilen bu hissin güçlü olması, sevginin şiddetinin ölçüsü
değil; daha önceki yalnızlığın derecesinin büyüklüğüdür. Yeni
durumda, yalnızlık açısından değişen pek bir şey yoktur aslında.
Evvelce tek kişilik olan yalnızlık, şimdiki durumda çift kişilik yalnızlığa
dönüşmüştür. Tabii, bu tutku platonik (tek yanlı) değilse.
211 M. İslâmoğlu, a.g.e., s. 107-111
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
Platonik aşklar genelde hayal gücüyle orantılı olarak büyürler.
Bu tip sevgilerin çoğu hayalî sevgidir. Sevgi hayal olduğu sürece
katlanılır. Fakat sevgi insanlar arasında yaşanılan bir olgu haline
gelince, aradığını bulmuşluğun korkusuyla donar kalır kahramanımız.
Çünkü gerçekte onun aradığı, sevginin kendisi değil şöhretidir.
Onu bir avuntu aracı olarak kullanmaktadır. Deniz kartpostallarında
hayalî geziye çıkan adam gibi sevgilinin kendisine değil,
fotoğrafına tutkundur. Bu tip sevgilerin diğer bir boyutu da, insanın
kendi sorunlarını çözmek yerine, kendinden, kendi gerçeklerinden
kaçmak için başkalarıyla ilgileniyor görünmeyi seçmesi.
Kendi sorunlarının tümü yüzüstü dururken sevdiğini zannettiği
insanın sorunlarını çözmeye çalışır ve bunun adını da “fedâkârlık“
koyar. İşte bu, insanın kendisinden kaçışıdır. Tabii, sonuçta hiçbir
sorun da çözülmüş olmaz.
Cinsellik, alkol, uyuşturucu, mecnunluk ve serserilik aşkın doğal
birer sonucu gibi gösterilir çarpık sevgide. Bu kocaman bir aldatmacadır.
Bunlar olsa olsa doyumsuz birinin, kendisini içine atıp
kaybolacağı bir girdap arama çabasıdır. Bu tip sevgilerde sevilen
bir “girdap“ görevi görür. O âdeta bir intihar ağacıdır. Bütün bunlar,
sevgi ve aşk değil; tutkunun farklı yansımalarıdır. Böyle birinin
mâşûkuna bakması bir tiryâkinin tiryâkisi olduğu şeye bakması
gibidir. Yalnızlığını, içki şişesinde balık olma düşüncesiyle gideren
bir ayyaşla, yalnızlığını bir kadının cinselliğinde giderme düşü gören
bir tutkun’un ruh halleri birbirinden farklı değildir.
Hâlbuki sevginin dinamiği ruhtur ve ruhun cinselliği yoktur.
İnanan ruhuyla sever. O sevgide, ön planda olan cinsellik değil;
ruhun, yani “üflenen öz“lerin birbirlerine karşılıklı olarak duydukları
iştiyaktır. Saf (rûhânî) sevginin altında buzağı (cinsellik)
arayan tipler ruhuyla değil; aklıyla, ya da daha başka yerleriyle seven
tiplerdir. Sevgiyi hep cinsellik olarak algılayanlar, rûhânî sevgilere
de “libido“ gözlüğünden bakarlar. İman edenlerin birbirine
kardeş kılınması, işte o “üflenen öz“ün bedendeki egemenliğini
kabul etmek (iman)tir. Bu egemenliği kabul edenler kardeş kılınmış
olurlar.
Birçok kişi cinsel arzuyu kafalarında sevgi ile özdeşleştirdikleri
için birbirlerine duydukları bedensel isteği kolayca “sevgi“ ya da
“aşk“ sanabilmektedirler. Öyle olduğunu kabul etsek bile illeti cinsel
arzu olan bir sevginin ömrünü ve değerini varın siz hesaplayın.
Kaldı ki bu, sevgi değil; iki kişilik bencilliktir; çift kişilik yalnızlıktır.
Bencil kişi, aslında değil başkasını, kendisini bile sevemez. Yaygın
kanaatte olduğu gibi, bencillik kişinin kendisini sevmesi değildir.
Belki kendi kalbî beceriksizliğinin üzerine egosunu giydirmektir.
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 63 -
O üretememenin acısını, ilgisini kendi şahsına tahsis ederek çıkarır.
Yalnızca tek bir kişi tarafından tüketilecek kadar kısır bir yüreğin
ürününe, nasıl “sevgi“ diyebiliriz?
Sevgi bir ummandır; yüzölçümü sınırsız olan bir yüreği bir kişiye
tahsis etmek sevgiyi hadım etmektir. Benliğinin dikenli tellerinden
kurtulup o yüreğin kıyılarına gelip dayanan herkesin girme
hakkı vardır oraya. Sevginin sadece kendisine tahsis edilmesini Allah
bile kullarından istememiştir. Onun istediği, sevgide başka bir
şeyin kendisine denk tutulmaması, en çok kendisinin sevilmesidir:
“İman edenler ise en çok Allah’ı severler.“ 212
Çağdaş insanın aşk adını verdiği yalnızlıkta, iki kişi dünyayı,
Allah’ı, Rasûlü karşılarına alıp bir ltd. şirket kurarlar. Bu iki kişilik
şirketin adına da sevgi derler. Çağdaş insanın hastalıklarından
biri de sevmeye değil; sevilmeye, beğenilmeye çalışması. Bunun
için olmadık kılıklara girmesi, bir yığın maskeler edinip; insanlara
gerçek yüzünü değil; maskeli yüzünü göstermesi ve sonunda
maskesini kendi gerçek yüzü sanması. Sen oradan geçiver. Sevgiyi
üretecek olan yine sevginin kendisidir. Etken ol, önce sev, sonra
ne yaparsan yap.
Romanlara, filmlere konu olan ve adına “büyük aşk“ denilen
çarpık sevgi bir tür tapınışa kapı aralıyor. Tutkuda taraflar birbirlerini
sevme değil; birbirlerine tapınma yarışına girince, aşk bir fetişizme
dönüşüyor. İnsanoğlu tarih boyunca putunu hep kendisi
yapmış ve dönüp kendisi tapmıştır. Bu kadim tutkunun bir devamı
oluyor bu iş. Put edinilen sevgilinin kendisi değil; bizzat tutku
yani “hevâ“ oluyor. Tutkusunu (hevâ) tanrı edinmekten Kur’an’da
da söz ediliyor: “Tutkusunu tanrı edinen kimseyi görüyor musun?“213
Gerçek sevginin yüceltici gücü olduğu gibi, çarpık sevginin de aynı
oranda alçaltıcı özelliği vardır. Birincisinde insan kendisini bulurken,
ikincisinde kendisini yitirir. Sevdiğini ilâh edinen, onu tefekkür
eder, onu zikreder, onu tesbih eder, onu görür, onu yaşar. O
artık sevgili olmaktan çıkıp bir çeşit “ilâh“ olur. Ve zaten bu sayılanlar
da bir tür tapınış yöntemleri değil midir?
Kahramanımız en büyük yanlışı sevgi dağılımında yapmıştır.
Yalnızca Allah’a verilebilecek payı kendi cinsine ayırmış, tutkusunu
tanrı edinmiş ve onu “Allah’ı sever gibi sevmiş“tir. Böyle bir
tavra karşı Ğayûr olan Allah’ın muâmelesi biraz farklıdır: “Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde
212 2/Bakara, 165
213 25/Furkan, 43
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
vardır.“214 Burada bir noktayı hatırlatmak gerek: Tutkusu insana
olan biri, tutkusu eşyaya olan birinden çok daha ehvendir. Hiç değilse
insan mahlûkatın şereflisidir. Ya mahlûkatın şerefsizine vurgun
olup onu “ilâh“ edinenler? Çoğu kez, çarpık da olsa, su katılmadığı
zaman sevgi, insana doğru adresi buldurabilir. Sevmeyi
öğrenmiş bir yürek, yanılgısını anlayıp gerçek sevgiliyi farkedince
O’na yönelecektir. O zaman geçmiş acı tecrübe mükemmel bir iç
zenginliğin kazanılmasında başrolü oynayacaktır. Gerçeğiyle, sahtesiyle
sevgiyi hiç tanımayan insanın sözünü etmeye bile hâcet
yok, çünkü onun “insan“lığı tartışılır.
Bu konuda son söz yine âyetin: “Rabbiniz sadece kendisine
tapmanızı emretti.“215 Putlaştırılan sevgide sevgililer birbirlerinde
olağanüstü şeyler görmeye başlarlar. Tıpkı Kur’an’ın dediği gibi:
“Belki yardım olunurlar diye Allah’tan başka tanrılar edindiler.“216 Sonunda
ne mi olacak? Onu da aynı kaynaktan öğrenelim: “(O putlaştırdıkları)
kendilerine yardım edemezler, tersine kendileri onlar için hazır
kıta askerdirler.“217 Hele tek taraflı tutkularda bu gerçek kendini
ne kadar açık bir biçimde gösteriyor. Sevgili adını verdiği ikonu
memnun etmek için yaptıklarının yarısını Allah için yapsa, belki
de O’nu râzı edecek. Bu serüven bazen tarafların birbirlerinden
yok oluşuyla son bulur. Maddî ya da mânevî intihar...
Çağdaş sistem insana ruh açlığını fark ettirmemek için ha bire
oyuncak üretiyor. Aile bağlarını, toplum bağlarını, sosyal erdemleri
zayıflatıp yok ederek bireyi önce yalnızlığa itiyor. Ardından
yalnızlığını hatırlayıp onu yenmeye çalışanların rotasını saptırıyor,
ona yaşına göre oynayacağı oyuncaklar imal ediyor. O zavallı
da bunları değiştire değiştire oynuyor, oyalanıyor. Bu oyuncaklar
ona yalnızlığını geçici bir süre unutturabilir, bir uyuşturucu etkisi
yapabilir. Asıl tehlike, bu oyuncakların ardındaki gizli maksadı
göremeyip onlara güvenerek, insanın, sevebilecek yerlerini yok
etmesidir. Bir kez toplumu bu hale getirirlerse gerisi kolay. Böylesi
bir toplumda insanlararası ilişkilerin illeti sevgi değil; menfaattir.
Herkes ikiyüzlü değil; iki yüz yüzlüdür. Olanca münâfıklığıyla sergilenen
çağdaş ilişkilerdeki yapmacı “kibarlık“a budalaca katlanmak
zorundadırlar. “Katlanmak“ ne kelime, kendisi de aynı oyunu
karşısındakine karşı oynamak zorundadır. Belirleyici gücünü
sevginin oluşturmadığı çağdaş ilişkiler tüketim, gösteriş, reklam
ve sahtekârlık üzerine kurulmuştur. Bireyi makinenin bir parçası
214 2/Bakara, 7
215 12/Yusuf, 40
216 36/Yâsin, 74
217 36/Yâsin, 75
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 65 -
haline getiren sistem, onun şahsiyetini hedeflemiştir. Onu en şerefli
yaratık makamından indirip eşyalaştırma ve eşyayı da onu
indirdiği makama geçirmek ister. Senden kutsadığı eşyayı tüketmeni,
yalnızca tüketmeni ister.
Bu bir yabancılaştırmadır; her şeyden önce insanın kendisine
karşı yabancılaştırılması, öz benliğine karşı yabancılaştırılmasıdır.
Böyle biri için sevgi, karın doyurmayan bir ayrıntıdır. Yabancılaşmış
tip, her şeye midesinden baktığı için, her şey orayı doldurduğu
oranda ya da bir eşya gibi tepe tepe kullanıldığı oranda kıymetlidir.
Ruhun varlığından haberi olmayanlar, ruhun açlığını nereden
bilsinler? Çağdaş sistemin bu sapıklığına bilimsel bir temel
hazırlamaya çalışan kapitalizm dininin sahtekâr peygamberleri,
kendilerine ilk hedef olarak sevgiyi seçmişlerdir. Bunlardan biri
olan Freud’a göre, tüm içgüdüsel arzular hiçbir engelleme ile karşılaşmadan
tatmin edilince mutluluk ve ruh sağlığı kendiliğinden
sağlanacaktır. Hiçbir ahlâk kuralı tanımayacaksınız, tüm toplumsal
değerleri reddedeceksiniz, dinin ilkelerini rafa kaldıracaksınız,
tüm eylemlerinizin itici gücü şehvet olacak, her türlü arzunuzu
her çeşit yoldan tatmin ederek mutlu olacaksınız.
Bu tezin bilimsel olup olmadığı üzerinde durmuyorum; ne olduğu
ortada zaten. Fakat bunun hiç de böyle olmadığını Freud’u
yetiştiren toplum bile anlamış durumda. İnsanı mutlu eden, şehvet
ve cinsel arzularının engellenmeden tatmini değil; bir dâvâya inanarak
inancını hayatında yaşayabilmesidir. O dâvâ eğer dünyevî
ise dünyada mutlu olur, eğer iki cihan mutluluğu istiyorsa o dâvâ
İslâm olmalıdır. Bu tez, kimin ekmeğine yağ sürüyordu? Elbette
kapitalizmin. Bu sömürü düzeninin insanın maddî ve mânevî tüm
ihtiyaçlarını karşılayıp onu mutlu etmeye yeteceği ispatlanmaya
çalışılıyordu. Ağababaların dünyayı daha iyi sömürebilmesi için
insanların aklını fikrini uçkuruna takması isteniyordu. Patronlar
bunu Freud aracılığıyla gerçekleştirmeye çalıştılar. Böylelikle kapitalizmin
insan sorunlarını çözmede daha kapsayıcı bir hale geldiği
vurgulanacaktı. Freud’a göre; insan doğuştan yarışmayı sever ve
birbirlerine karşılıklı nefretle doludur. Erkekler ise hep birbirlerini
kıskanırlar.
Darwin de bu bilimsel sömürü korosuna en güçlü olanın yaşamını
sürdürdüğü ve geliştiği teziyle katıldı. Hayatı tesadüfle
açıklayınca başka türlüsünü söylemesi de mümkün değildi zaten.
Böylelikle hayatın dinamiği, hak değil; güç olmuş oluyordu. Kaba
kuvvet, yaşamın kaynağına kocaman cüssesiyle gelip kuruluveriyordu.
Freud kapitalizmi psiko-sosyal alana taşırken, Darwin de
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
bu sömürü dinini biyolojik alana taşıdı. Sonuçta ikisi de aynı hedefe
ateş ettiler, sevgiye...
Putperest Batı medeniyetinin (Batı, toplum ve sistem olarak
tarihinin hiçbir döneminde muvahhid olmamış, aldığı hakikatleri
tahrif ederek almıştır) üzerinde yükseldiği felsefe budur. G. Leonard
kendi toplumunu şöyle değerlendiriyor: “Bu toplum, dünyayı
bir yörüngeye sokabilir, aya ulaşabilir, ama iki insan için birbirini
boğazlama isteği duymadan bir hafta süreyle birbirleriyle uyum
içinde yaşamanın yolunu henüz bulamadı.“
Onların bu hastalığı hangi topluma bulaşmadı ki? Şimdi nefreti
insanın değişmez karakteri olarak tanımlayan Batı her yerde;
Batı içimizde, çünkü nefret içimizde. Onun girdiği yerde sevgi yaşayamaz,
zaten o da yaşamadı. Sevginin sahibi, kendisinden yüz
çevirenden aldı, onu tanıyanlara verdi. Tarih boyunca böyle olmuştur
bu. “Ey iman edenler, sizden kim yolundan dönerse Allah öyle
bir toplum getirecek ki O onları sever, onlar da O’nu.“ 218
Sevmek fedâkârlıktır, verdikçe, harcadıkça çoğalır. Kimi harcamaların
sonu tükeniş ve yoksulluk olabilir. Fakat sevginin bizzat
kendisi zenginliktir. Bu yüzden sevebilen insan iki dünyanın
en zengin insanıdır. Çünkü gerçek zenginlik vermektir, veren el
olmaktır. Üreterek vermekten kazanılan ruh olgunluğu başka bir
şeyden kazanılamaz, hele tüketerek harcamaktan hiç.
Züleyha alıyordu, tüketici bir sevgiydi onunkisi, zaten arzusu
da buydu: Yusuf’u tüketmek. Yakub (a.s.) veriyordu, üreticiydi
onun sevgisi. Seviyor ve veriyordu. Gözlerini verdi, değerli bir varlığı
olan gözlerini. Sevginin bedeli olmuştu bir çift göz, onun karşılığında
sevgi de kendi bedelini Yakub’a ödedi; gözün göremediğini
gören bir burun vererek. Sevginin, sevip fedâ edene ödediği
bir bedeldi bu.
Tüketici sevgiyle üretici sevgi arasında bir fark vardı: Şefkat.
Birinin illeti şehvet iken, diğerinin illeti şefkat idi. Allah’a olan
sevgisini öz yavrusunu gözünü kırpmadan fedâ ederek ispatlayan
İbrâhim’e, sonunda sevgi aracı olan İsmâil’in iâde edildiği gibi,
Yakub (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun)’un bedel olarak
ödediği gözleri de sonunda kendisine iâde edildi.
Şehvete dayalı cinsel sevgi aslında arzunun aklı ve duyuları
hükmü altına alıp kalbi yanıltmasıdır. Bunun benzeri hayvanlarda
da görülür. Bu tip bir arzu tatmin edilmezse ihtirasa dönüşür.
Sadistçe duygular işte bu tatmin edilmeyen ihtirasın insanı teslim
almasının sonucudur.
218 5/Mâide, 54
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 67 -
Sevginin Tezâhürleri: Sevgiyi besleyen yan kaynaklar vardır.
Bunlar olmadan sevgi tek başına uzun süre ayakta duramaz. Sevginin
saçakları bu kaynaktan beslenirse o sevgi sağlam ve uzun
ömürlü olur. Bunlar emek, ilgi, tanıma, sorumluluk ve saygıdır.
Emek: En doğal sevgi, emeğe dayanan sevgidir. Çünkü bu
tür sevginin içerisinde ilk kalemi şefkat oluşturur. Allah’ın kuluna,
ananın evlâdına, bahçıvanın çiçeklerine, mimarın eserine olan
sevgisi de bu tür bir sevgidir. Seven sevdiğine emek vermiş, kendisinden
bir şeyler katmıştır. İnsanlar ekmekle doyar, emekle büyür,
sevgiyle yaşarlar.
İlgi: İlgi de sevginin tezâhürlerindendir. Bir şeyi sevip de ona
ilgi göstermemek düşünülemez. Meselâ Allah’ı sevdiğinizi söylüyorsun
ama O’nun emirlerine ilgisiz kalıyorsanız, bu sevgi kupkuru
bir iddiâ olur. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah
da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, merhamet
edendir.“219 Evet, yaratıcınız sevginizi ispatlamanızı istiyor, bunu
sevdiklerini de severek yapmanızı, onlara uyarak yapmanızı istiyor.
O’nun sevdiklerine itina göstererek, O’nun koyduğu kuralları
hayata hâkim kılarak yapmanızı istiyor. Unutanların unutulacağını
bilmenizi istiyor: “Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu.“ 220
Tanıma: Sevginin tezâhürlerinden biri de tanımadır. Tanıma
yöntemlerinin içinde en kolayı sevgiyle tanımaktır. Bunlar içiçe
eylemler. Sevdiğiniz kadar tanırsınız; tanıdığınız kadar seversiniz.
Fakat toplum tanımadan sevenlerle, sevdiğini iddiâ edenlerle
dolu. Bunu nasıl beceriyorlar, bilemiyorum doğrusu. Zaten bu tip
sevgilerin ömrü de olmuyor, tanıyıncaya kadar sürüyor. Buna şıp
sevdilik derler. Bir de tanıdıkça artan sevgi vardır ki, böyle biri
olmak büyük bir lütuftur. Allah da tanındıkça sevilir. Sevgi, tanımanın
en kestirme yoludur, demiştik. Çünkü sevmek, sevilmeyi
gerektirir. Bu eylemin karargâhı yürektir ve sevmek insanın kırkıncı
odası olan yürekte birini konuk etmektir. İnsanın sırrı işte o
odadadır. İnsanı tanımak için orayı görmek gerekli, yani sevilmek
gerekli. İnsana tanınmak içinse orada görmek, yani sevmek gerekli.
Elinde sevginin giriş kartını taşımayan, o odaya orduyla gelse
dahi giremeyecektir, göremeyecektir, tanıyamayacaktır.
Sorumluluk: Sevgi sorumluluk ister. Zaten sevmek, başlı başına
bir sorumluluk değil midir? Sorumsuz insanlar tutulabilir, vurulabilir,
lâkin sevemezler. Çünkü sevgi kazanılması zor, muhâfazası
ise daha zor bir olaydır. Onu korumak ve kollamak insana birtakım
219 3/Âl-i İmrân, 31
220 9/Tevbe, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
ek yükümlülükler getirir. Yani engin bir sabır işidir sevgi. Sorumluluğun
zıddı yetersizliktir. Bir insana, sırf kendi kendine yetmediğin
için bağlıysan, o sevgi bir gün bir yerlerinden dökülüverir.
Sorumluluk en fazla eşler arasındaki sevginin çimentosudur. O
giderse aile binası ikisinin de başına yıkılacaktır.
Saygı: Kişi sevdiğini saymıyorsa ona bir gün sevginin faturasını
çıkartabilir, hatta sevdiği kişiyi tezgâhına koyup pazarlayabilir. Bu
ona duyduğu sevginin sırtından geçinmektir ki, pek hoş karşılanmaz.
Sevmek, sevilenin özgürlüğüne, şahsiyetine saygıyı gerektirir.
Dengesizliğe varan saygısız sevgi, içerisinde sevileni esir alma,
onu tutsak etme arzusunu barındırır. İşte bu yamuk arzu, ancak
saygıyla önlenebilir. Sevdiğini nesneleştirmekten kaçınabilen çok
az insan vardır. Sevilenin nesneleştirilmesinin en etkili tedbiri saygıdır.
Çünkü insan bir nesneyi sevebilir, fakat bir nesneye saygı
duyamaz. İşte bu nedenle saygı, sevginin kişisel bir sömürüye dönüşmesini
önleyen yegâne unsurdur.
Sevgi öğretilebilir mi? Ne münâsebet, elbette öğretilemez, fakat
yaşanır. Ancak, insanın sevme yeteneğini keşfetmesi, bu gizli
hazineyi ortaya çıkarması için, içinde taşıdığı mükemmel donanımı
görmesi, belki eğitimle sağlanabilir. Sevgiyi öğretmenin en
garantili yöntemi sevmek ve sevgi temelleri üzerinde yükselen
model bir toplum oluşturmaktır.
Kur’an sevgiden bu kadar çok söz ederken, sevgi bizim hayatımızda
ne kadar yer tutmakta? Sevebilecek yerlerimizi ellerimizle
hâlâ yok etmemişsek, haydi, hep birlikte sevgi oluğunun altına tutalım
başlarımızı. Bilelim ki, İslâm’ın ve insanın ortak düşmanları
önce sevgiyi katlettiler ve yerine nefret tohumları saçtılar. Bombalarını
coğrafyamızdan önce yüreklerimize attılar ve oradan başladılar
işgale. Yaşadığımız bu diz boyu sefâlet neyin sonucudur
sanıyorsunuz? Sevginin kanı dökülmüşse bir yüreğe, o yüreğe bir
daha bahar gelir mi hiç? Sevgi güllerini yolan eller kurumaz mı
hiç? Ondan geriye buğz, hased, kin, sûizan, kapris, ihtiras kalacaktır.
Sevginin yerini bu sayılanlar aldığı zaman gelsin gıybetler,
gelsin iftiralar, dahası gelsin hamâkatten kaynaklanan ihânetler
ve acımasızca kıyımlar.
Evet, yakıtı tükenmiş bir yürekle bu dünyanın en zor yokuşunda
nereye kadar çıkabilirsiniz ki? Kalp öyle bir taşıyıcı ki, taşıdıkları
arasında iman var, Kur’an var, basîret var, firâset var, cemaat
var -kırıp bitirmemişse tabii- ümmet var. Nüfusu milyarları bulan
bu ülkenin yüzölçümü henüz hesaplanabilmiş değil. Bütün bunlar
bir yana, orası Mekânsız’a mekân olacak kadar, O’nu orada
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 69 -
ağırlayacak kadar büyük. Bu sınırsız coğrafyada, bu sınırsız yükü
çekebilecek taşıtın yakıtı da sınırsız olmak gerek. İşte o yakıt
“sevgi“dir. Değilse, o muazzam yüke yürekten başka hangi araç,
sevgi’den başka hangi yakıt dayanabilir? Bir sonsuz’u taşıyan sonsuz
bir araca, sonsuz bir yakıttır sevgi.
Onun için diyoruz ki “önce sev...“ Kardeşini sevdin mi bir kez,
kötülük yapamazsın ona. Eğer mü’minler elimizden, dilimizden
emin olamıyorlarsa, sevgisizlik yüzündendir. Sevginin “cennet“
demeye geldiğini, sevginin “iman“ demeye geldiğini bir daha
dinleyelim Rasûl’ün dilinden: “Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş
olamazsınız; iman etmedikçe cennete giremezsiniz.“
İnsanın insana sunabileceği en ölümsüz hediyedir sevgi. Bir
asrı asr-ı saâdet eden işte budur. Onlar sevgiyi öyle yüksek dozda
yaşadılar ki, sonraki nesiller onların bu sevgi stoğunu yüzyıllardır
harcaya harcaya bitiremedi. Buyurun, kuşağımızla biz bu sevgiyi
tüketen değil; üreten olalım. Öyle üretelim ki, sonraki kuşaklara
bile yetsin bu sevgi. Eğer dünyadaki insana ve insandaki dünyaya
varlığın harcadıkça çoğalan ortak sermâyesi sevgi hâkim olmayacaksa,
nasıl sağlanacaktır insanın mutluluğu? Ve yüreklerin işgal
altında olduğu bir toplumda sevmeyi neyle, nasıl becerecektir insanlar?
221
Sevginin Tezâhürü; Dostluk
ve Dostun Nitelikleri
Kur’an’ın haber verdiği velîde/dostta bulunan nitelikleri,
Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz. Zira dostu tanımadan istenilen
hedefe ulaşmak mümkün değildir.
a- Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir.
Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira, bütün
ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece
O’dur. 222
b- Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru
bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar
vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen,
yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.223 Böyle bir dost, rahmet
peygamberi ve diğer nebîler olabilir. 224
221 M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 111-125
222 Bkz. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45;
6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196
223 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16
224 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
c- Allah’a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın
rızâsının dışına çıkmayan225 ve her konuda örnek olarak insanların
hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan,
sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir.
Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların
hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle
velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.
d- İmanda birlik içinde bulunarak Allah’a, Peygamber’e ve
mü’minlere karşı gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla
yardım içinde olabilenlerdir.226 Kur’an, bu durumda olanları
mü’min olarak değerlendirir.
e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.227
Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların
birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. 228
Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir.
Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları
da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:
a- Müslüman olmak,
b- Allah’a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,
c- Namaz kılmak,
d- Zekât vermek,
e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. 229
Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan
dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara
Allah ve Rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır.
İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir
müslüman, Allah’a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî
çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği
oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu
ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel
ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması
düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması
için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu
225 3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân,
150; 22/Hacc, 78
226 60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118
227 Bkz. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62
228 Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66
229 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 71 -
özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara
ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.
“Kişi, sevdiğiyle beraberdir.“ 230
“Bir şeyi aşırı sevmek, insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar.“ 231
“Allah için sevişen iki din kardeşi buluştukları zaman, biri diğerini
yıkayan iki el gibidirler. Ne zaman iki mü’min bir araya gelirse,
Allah Teâlâ, birini diğerinden faydalandırır.“ 232
“Allah için birbirlerini sevip dost olanlar, kıyâmet gününde arşın
gölgesinde, nurdan minberlere kurulup oturacaklardır.“ 233
“Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah Teâlâ dünya ve
âhirette kusurlarını örter.“ 234
“Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize şefkat göstermeyen
Bizden değildir.“ 235
“Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine
O’nun için düşman ol. Çünkü Allah’ın dostluğuna ancak bu şekilde
erişilir.“ 236
“Zâlimi seven kimse, Kâbe’de duânın mutlaka kabul olunduğu
yer olan makam-rükün arasında 70 yıl kalıp ibâdet etse dahi,
kıyâmet günü, Allah onu sevdiği zâlim ile beraber kılacaktır.“ 237
“Kul, aslında cehennemlik bir adamı, Allah’ın rızâsına uygun,
hayırlı bir iş yaptığını gördüğü için sevmiş olsa, bu yüzden Allah
onu mükâfatlandırır. Yine kul, aslında cennetlik olan bir adamı,
Allah’ın rızâsına aykırı, kötü bir iş yaparken görüp buğzetmiş olsa,
bundan dolayı da yine Allah onu mükâfatlandırır.“ 238
“Allah için dost olanların sevgisi, sebebi devamlı olduğu için
devam eder. Dünya için dost olanların sevgisi ise, sebebi fâni ve
devamsız olduğu için kısa sürer. Bir an gelir ki son bulur.“
“Allah sevgisinin alâmeti, muvâfakat, yani emredilene uyup,
peki demektir.“
230 Hadis-i Şerif rivâyeti
231 Hadis-i Şerif rivâyeti
232 Hadis-i Şerif rivâyeti
233 Hadis-i Şerif rivâyeti
234 Hadis-i Şerif rivâyeti
235 Hadis-i Şerif rivâyeti
236 Abdullah bin Ömer
237 Abdullah İbn Mes'ûd
238 Muhammed bin Hanefiyye
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
Bir zat, Muhammed bin Vâsi’ye: “Ben seni Allah rızâsı için seviyorum“
demişti. O da şu karşılığı verdi: “Madem O’nun için beni
seviyorsun. O da seni sevsin!“ Sonra şöyle duâ etti: “Ey Allah’ım!
Senin için halk tarafından sevilirken, aynı zamanda Senin sevmediğin
bir kulun olmaktan Sana sığınırım.“
Mü’min mü’mine mü’mince bakarsa nice güzellikler, sevilecek
pekçok yönler görecek ve sevecektir. Her şeyden önce güzellik,
bakan gözde; sevgi, seven gönüldedir.
“İnsanoğlu böyledir işte, hep sevilmek ister. Fakat sevilmek için
önce sevmek ve sevilmeyi hak etmek gerek.“
“Bir insanın iki sevgisi olamaz; Allah bir göğüste iki kalp yaratmamıştır.“
“Temiz ve berrak bir sevgi, ruhtaki bütün korkuları filtre eder.“
“Mıknatısın demiri çektiği gibi, insanoğlu da kendisini sevene
karşı muhabbet etmektedir. Çocuğun annesine olan muhabbeti,
dünya zevklerinden, onu yedirip içirmesinden dolayı değildir.
Aralarındaki bu bağ, Allah’ın kalbe koyduğu akrabalık, annelik
sevgisi sebebiyledir.“
“Allah sevgisi, itaate sarılmak, aykırılıklardan ayrılmaktır.“
“Sevilmek için önce sev ve sevimli ol.“
“Seviniz, insan hayatında bundan güzel bir şey yoktur, Sevilmesi
gereken zâtı gereği gibi sevmek, devamlı bir mutluluktur.“
“Eğer bir kimseyi, kimse sevmiyorsa, bunun sebebini araştırmalıdır;
eğer bir kimseyi herkes seviyorsa, bunun sebebini de araştırmalıdır.“
“Ana babalar, çocuklarından yedikleri tokatların sebebini, onları
çok fazla, yani ölçüsüz sevmelerinde aramalıdır.“
“Büyük işlerden hiçbiri sevgisiz başarılamamıştır.“
“İnsanlara giriş yolu gönül yoludur. Sevmeyen, insanlara kendisini
sevdirmeyen bir insan, insanlara bir şey anlatamaz.“
“Sevgiyle bakılan her şey güzeldir.“
“Gerçek sevgi, iyilik gördüğünde artmayan ve kötülük gördüğünde
eksilmeyendir.“
“Sevgi, rûhun güzelliğidir.“
“Çok şeyi sevmezsen, çok şeye üzülmezsin. Fâni şeyleri aşırı sevmek,
boş şeyler için üzülmek demektir.“
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 73 -
“Her şeyden bıkılabilir, ama sevgiden asla!“
“Sevginin karşılığı yine sevgidir.“
“Sevgi, bir çeşit savaştır.“
“Sevgi, kalbin göklere yükseldiği altın merdivendir.“
“Beşerî aşk, insanın her şeyini kilitleyen anahtar olabilir; İlâhî
sevgi, insanın her şeyini açan/çözen anahtardır.“
“Kendi isteğiyle sevilmek kolay değildir, ama saygı uyandırmak
kolaydır.“
“Sevgi, güneş gibidir; kör bile hisseder.“
“Dünya sevgisi, insanın kalbinden imanın tadını çıkarır.“
“Sevgi, insanı sürükleyip götüren eşi bulunmaz bir taşıttır.“
“Güzel değil batmakla kaybolan mahbûb/sevgili. Çünkü zevâle/
yokluğa mahkûm, gerçek güzel olamaz. Ebedî sevgi için yaratılan
ve İlâhî ayna olan kalp ile sevilmez, sevilmemeli.“
“Dünya için sevişenlerin araları, zamanla bozulur; Mevlâ için
sevişenlerin araları ise hiç bozulmaz.“
“Niçin başın göklerde, ne arslansın ne devsin;
Mü’minleri sev, Allah da seni sevsin.“
“Her kime nasib olsa Kâbe, Hüdâ dâvet eder,
Herkes sevdiğini hânesine dâvet eder.“
“İlâhî! Sevdir bize hep, sevdiklerini. Yerdir bize hep, yerdiklerini.
Yâr et bize erdirdiklerini.“
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
Sevgi Konusunda Âyet-i Kerimeler
A Sevgi Anlamında Hub (H-b-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 83 Yerde): 2/Bakara, 165, 165, 165, 177, 190, 195, 205, 216, 222,
222, 276; 3/Âl-i İmrân, 14, 31, 31, 32, 57, 76, 92, 119, 119, 134, 140, 146,
148, 152, 159, 188; 4/Nisâ, 36, 107, 148; 5/Mâide, 13, 18, 42, 54, 54, 64, 87,
93; 6/En’âm, 76, 141; 7/A’râf, 31, 55, 79; 8/Enfâl, 58; 9/Tevbe, 4, 7, 23, 24,
108, 108; 12/Yûsuf, 8, 30, 33; 14/İbrâhim, 3; 16/Nahl, 23, 107; 20/Tâhâ, 39;
22/Hacc, 38; 24/Nûr, 19, 22; 28/Kasas, 56, 76, 77; 30/Rûm, 45; 31/Lokman,
18; 38/Sâd, 32, 32; 41/Fussılet, 17; 42/Şûrâ, 40; 49/Hucurât, 9, 12; 57/Hadîd,
23; 59/Haşr, 9; 60/Mümtehıne, 8; 61/Saff, 4, 13; 75/Kıyâme, 20; 76/İnsân, 8,
27; 89/Fecr, 20, 20; 100/Âdiyât, 8.
B Sevgi Anlamında “Meveddet“ (V-d-d) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 28 Yerde): (2/Bakara, 96, 105, 109, 266; 3/Âl-i İmrân 30, 69,
118; 4/Nisâ, 42, 73, 89, 102; 5/Mâide, 82; 8/Enfâl, 7; 11/Hûd, 90; 15/Hıcr, 2;
19/Meryem, 96; 29/Ankebût, 25; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb,20; 42/Şûrâ, 23; 58/
Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 1, 1, 2, 7; 68/Kalem, 9; 70/Meâric, 11; 85/
Bürûc, 14.
C Sevgi Anlamında “Ülfet“ (E-l-f) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 8 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 8/Enfâl, 63, 63, 63; 9/Tevbe, 60; 24/
Nûr, 43; 106/Kureyş, 1, 1.
D Allah Sevgisi
a Mü’minlerin Allah Sevgisi: 2/Bakara, 165, 177, 186; 3/Âl-i İmrân, 31; 21/
Enbiyâ, 90.
b Allah’ın Kullarını Sevmesi: 3/Âl-i İmrân, 31; 5/Mâide, 54.
E Rasûlullah Sevgisi
a Peygamberimiz, Mü’minler İçin Nefislerinden daha İleridir: 33/Ahzâb, 6.
b Peygamberimiz’e Salevât Getirmek: 33/Ahzâb, 56
c Peygamberimiz’e Saygı Göstermek: 49/Hucurât, 1-5; 58/Mücâdele, 12-13.
d Peygamberimiz, Ümmetinin Üzerine Düşkündür: 5/Mâide, 118; 9/Tevbe,
128.
F Mü’minlerin Birbirini Sevmesi
a Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
b Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
c Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
d Mü’minlerine Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71,
119; 5/Mâide, 55.
e Mü’minlere Tevâzu Göstermek: 15/Hucr, 88; 26/Şuarâ, 215-217.
f Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/
Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
g Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
G Mal Sevgisinde Aşırılık
a Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
b Mal Sevgisini Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün
Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24, 34-35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl,
8-11; 96/Alak, 6-8.
c Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih,
15, 49/Hucurât, 14, 16-17.
d Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
H Kadın Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14.
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 75 -
İ Karı-Koca Arasındaki Sevgi: 30/Rûm, 21.
K Evlât Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 34/Sebe’, 37.
L Evlâdı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın
Kötülüğü: 9/Tevbe, 24; 60/Mümtehine, 3; 63/Münâfıkun, 9.
M Ana-Babayı ve Diğer Akrabayı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda
Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24.
N Kâfir Ana-Babanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 31/Lokman, 15.
O Dost ve Dostluk
a Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107,
120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf,
196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160;
6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127,
139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed,
7.
e Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
f Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide,
55; 9/Tevbe, 16.
g Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
h Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,
16, 71, 119.
i Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ,
83.
k Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.
l Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.
m Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-
150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/E.n’âm, 68; 9/Tevbe, 23;
13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.
n Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
o Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41,
52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.
p Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/
Mümtehine, 13.
r Hristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
s Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ,
44-45; 5/Mâide, 57-59.
P Arkadaş ve Arkadaşlık
a Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe,
119; 26/Şuarâ, 83.
c Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
R Kardeşlik ve Barış
a Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
b Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
c Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
d Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
e İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
f Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
g Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/
Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
h Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 471-478
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 117-118
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 319-320
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 324-328
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 668-675
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 280-
281
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 179-190
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s.
565-580
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 439-442
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 276
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 157-158
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 123-124
13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 45
14. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 135-
142
15. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 204-205
16. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 393-398
17. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 175-
179
18. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 13, s. 5-27
19. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (S. Uludağ, İ. Kutluer, M.Uzun), c. 4, s. 11-21
20. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c.5, s. 393-394; c. 1, s. 120-121; c. 3, s. 302-
305
21. Yeni Ansiklopedi, Timaş Y. c. 3, s. 1217-1224
22. İslâm’da Nefis Tezkiyesi, Said Havva, Petek Y. s. 531-556, 438-441, 313-317
23. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Petek Y. s. 506-513
24. Müslüman Şahsiyeti, M. A. Haşimi, Risale Y. s. 137-164
25. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazali, Vahdet Y. s. 201-224, 249-265, 17-21
26. Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 199-206
27. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
28. Dağarcık, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 19-20
29. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 67-
30. Hadis ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 77-97
31. Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, Âdem Ergül, Altınoluk Y. s. 243-256
32. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları Y. s. 43-45
33. Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal Münasebetler, Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman,
Özel Y. s. 37-53
34. Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, İFAV Y. s. 325-331
SEVGİ VE ALLAH SEVGİSİ
- 77 -
35. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y.
s. 232-237
36. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 225-229
37. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 134-136, 255-257
38. Ahlâk Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 37-42, 49-82
39. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 205-208
40. Musâhabe, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Erkam Y. c. 1, s. 11-32; c. 2, s. 149-
164, 97-110
41. İnsan Psikolojisi Üzerine, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 113-130
42. Hayâtü’s-Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevi, İslâmî Neşriyat, c. 3, 100-117 ; c. 2, s.
474-664
43. İlmihal, İslâm ve Toplum, İSAM Y. c. 2, s. 523-531
44. İhyâu Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. u533-648
45. Medâricu’s Sâlikîn, İbn Kayyim el-Cevziyye, c. 3
46. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 158-159
47. Işığın Göründüğü Yer, Fethullah Gülen, Nil Y. s.34-38, 102-107
48. Gafletten Kurtuluş, Tenbihu’l-Ğâfilin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 553-
559
49. Sevgi Nedir, Alaaddin Başar, Zafer Y.
50. Sevgi Medeniyeti, Raşid Küçük, Rehber Y.
51. Sevgi Zaferdir, Mahir Duman, Gençlik Y.
52. Sevgi Atmosferi, Servet Engin, Adım Y.
53. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
54. Başarı Yolunda Sevginin Gücü, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
55. Muhabbetulllah (Allah’ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.
56. Sevmek Ölmekle Başlar, Murat Başaran, Zafer Y.
57. Sevgi Yumağı, Nurcan Sevinç, Nesil Basım Yayın
58. Sevgi Yolu, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
59. Aşk Estetiği, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
60. Yavrularımıza Peygamber Sevgisi, M. Abdullah Yemani, Erkam Y.
61. Sevgili Kasidesi, Fatih Okumuş, Denge Y.
62. Sevgi, Leo Buscaglia, Çev. Nejat Ebcioğlu, İnkılap Kitabevi Y.
63. Sevgi İçin Doğmak, Leo Buscaglia, Çev. Mehmet Harmancı, İnkılap Kitabevi Y.
64. Sevgi Dünyasına Giden Yol, M. Scott Peck, Çev. Azize Bergin, Altın Kitaplar Y.
65. Sevgi Korkudan Özgürleşmektir, Gerald Jampolsk, Çev. Salih Serin, Kuraldışı Y.
66. Sevgi: Özgürlüğe Giden Yol, Peter Lauster, Çev. Nurettin Yıldırım, Doruk Y.
67. Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Ercih Fromm, Çev. Yurdanur Salman, Payel Y.
68. Sevme Sanatı, Erich Fromm, Akış Y./Payel Y./Say Y./Star Yaprak Y.
69. Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
70. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
71. Uhuvvet Risalesi, B. Said Nursi, Envâr Y./Sözler/Yeni Asya/İhlas-Nur Neşriyat
72. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
73. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
74. Kardeşlik Çağrısı, Ramazan Kayan, Bakış Y.
75. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
76. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
77. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
78. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
79. Nebevî Hoşgörü, Yusuf Ziya Keskin, Timaş Y.
80. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
81. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, T.Ö.V. Y.
82. Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
83. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
84. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
85. İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
86. İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
87. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.
88. Meşreb mi Tefrika mı? Mustafa Akgün, Özel Y.
89. Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.
90. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
91. İslâm’da Şahsiyet Hakları, Hüseyin Tekin Gökmenoğlu, T.D.V. Y.
92. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
93. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutub, Arslan Y.
94. İyi Müslüman, İsmail Lütfi Çakan, T.D.V. Y. s. 75-83, 90-95
95. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y.
s. 232-237
96. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 139-160
97. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 436-444
98. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 334-
339, 330-331, 58-65
99. Hoşgörü: Nereye Kadar? Din ve Zorlama Veysel Kasar, Köprü, Kış 97
100. Din ve Fıtrat, s. 170-191
101. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 188-199
- 79 -
İSYAN - İTAAT

İsyan; Anlam ve Mâhiyeti

İsyanın İki Yönü

Ma’siyet Ne Demektir?

İtaat; Anlam ve Mâhiyeti

Tâat Ne Demektir?

Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı

Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan

İtaat Edilmesi Gereken Kimseler

İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler

Küfürde Önderler ve Onların İzinden Giden Uyduları

İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk

Allah’a İtaat ve İsyanın Boyutları

Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir

Nerdesin Ey Güzel İsyan?
“Hatırlayın (ey İsrâil oğulları!) Verilen nimetlere karşılık, ‘Ey Mûsâ! Bir tek yemekle dayanamayız, bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın’ dediniz. Mûsâ ise (onlara): ‘Daha iyiyi daha kötü ile değiştiriyor musunuz?! O halde mısıra (şehre) inin. Herhalde istedikleriniz sizin için orada vardır.’ dedi. İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak nebîleri/peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.” 239
İsyan; Anlam ve Mâhiyeti
“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir. Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı koyma anlamlarını kazanmıştır. İsyan edene “âsi” denir. Allah’ın emirleri ve ilkeleri çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınmak, Allah’ı dinlemeyerek itaatsizlik yapmak, İslâmî literatürde “isyan”dır.
Meşrû (dine uygun) bir yönetime itaat etmeyerek karşı çıkan, İslâmî kanunlara uymayan kimselerin yaptığı da bir isyandır. Bu çeşit isyankâra “bağî” denilir. Hz. Musa’nın değneğinin adı da “asâ” idi. Yani “isyan” kelimesinin kökü olan kelime. Hz. Musa’nın
239 2/Bakara, 61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
asası hem bilinen değnek idi, hem de o günün tâğutu Firavuna
karşı O’nun haklı isyanını sembolize ediyordu. Allah’a ve O’nun
peygamberine itaat etmeyip isyanla damgalanan Firavun’a 240 isyan,
Hz. Mûsa’nın mucizesi olmaktadır. Hz. Mûsa’nın asâ mûcizesi,
aynı zamanda, zâlim ve âsilere karşı kıyamı, onlara sopa göstermeyi
ve isyanı da içermektedir.
Bilindiği gibi, Hz. Musa, Firavun’un tanrılığına ve saltanatına
isyan etmişti. Çünkü Firavun, yoldan çıkmış ve tanrılık iddiasına
kalkışmıştı. Bir zulüm düzeni kurmuş ve o düzen ile insanlara haksız
yere hükmediyordu. Hz. Musa ise Allah’tan aldığı emirle ona
karşı gelmiş, ona itaat etmemişti. İşte Hz. Mûsa’nın elindeki asa,
zâlim yönetici Fir’avn’a isyanın sembolüydü.
Şeytan, Allah’ın ”Âdem’e secde edin” 241 emrine karşı gelerek ilk
isyan eden oldu. Yani Allah’a karşı geldi, itaat etmedi. O yüzden
olumsuz anlamda isyanın piri/duayeni şeytandır. Hz. Mûsa’nın isyanı
ise müspet ve güzel bir isyandı. Demek ki isyan kavramı hem
olumlu bir manaya, hem de olumsuz bir manaya gelebilir.
Hz. Âdem’in yasak meyveyi yemesi de bir itaatsizlikti. Bu, beşer
olmanın sonucu idi. O, hatasında direnmedi ve tevbe etti. Hâlbuki
şeytan isyanını sürdürdü, inatlaştı, hatta isyanını, isyana yönelten
hevâsını/kötü duygularını ilâh haline getirdi.
İsyanın İki Yönü
İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem de yıkma anlayışı
vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a ve O’nun
ilkelerine, müslüman yöneticilere karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar.
Peygamberler ve onların izinden giden mü’minler, kötülüklere ve
Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere itaat etmezler, onlara ve onların
zulüm düzenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin yıktıklarını yapmaya
çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı isyandır.
İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut
yönetimlerin uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan
etmemek, korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri
ve yanlışları kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı
durdurur. Peygamberlerin en temel özelliklerinden
birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ ve onu hâkim kılma
mücadelesi oluşturmaktadır. Kelime-i tevhid, “lâ” ile yani isyanla
başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta isyan sözkonusudur tevhid mesajında.
Yani, Allah’a isyan edenlere isyan. Bütün peygamberler
240 Bk.10/Yûnus, 91; 79/Nâziât, 21
241 2/Bakara, 34
İSYAN - İTAAT
- 81 -
bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan isyan önderleridir. Firavun
da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa, esas isyan
edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, devrimci/inkılâpçı bir ruh ve
mûcizevî özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten,
zararı hem kendine hem çevresine bulaştıran bir isyandı.
Hz. Mûsâ ve asasından, Firavun’a isyandan söz açılmışken, kocası
Firavun’a değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak
eksiklik olur. Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a
itaat etmeyen birisine kocası da olsa, devlet başkanı da olsa isyan
ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını misal
gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan
ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’
demişti.” 242
Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah’a ve peygamberi
Mûsâ’ya iman ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir.
Ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında
bırakılarak ona işkence edilmiştir. İman edip Allah’ı itaat edilecek
tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz kalan Âsiye,
Kur’an’da mü’minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir.
Hadislerde de Âsiye’den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem’le
birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir.
243 İsyan edilmesi gerekenlere, sıf bedel ödemenin dünyevî
zorluklarından dolayı itaatte kusur etmeyenler, Âsiye gibi zâlim
ve tâğutlara isyan edemeyenin erkek mi ürkek mi olduğunu değerlendirmelidirler.
İsyan kelimesinin olumsuz anlamı, Allah’a ve O’nun peygamberlerinin
yoluna karşı çıkıştır. Allah’a kulluk yapması için yaratılan
insanlardan bir kısmı, Allah’ın emirlerine, bile bile karşı gelmekte
ve isyan etmekteler. Bundan dolayı da günah kazanmaktalar. Bu
tür isyan, şeytanî isyandır.
Mü’minler, Allah’tan kendilerine bir emir geldiği zaman şöyle
derler:“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine
(bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.”244 Allah’ın emirleri
karşısında alaycı bir tavır takınan, yahudileşenler de “dinledik
ve isyan ediyoruz.”245 derler ve seviyelerinin ne kadar alçak olduğunu
ortaya koyarlar. Mü’min, Allah’a itaat konusunu, geleceğe,
umut ve temennilere bırakamaz. Bilir ki, Peygamber’in ifadesiyle
242 66/Tahrim, 11
243 Bk. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
244 2/Bakara, 285
245 2/Bakara, 93
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
“heleke’l müsevvifûn, sevfe’ciler/yarıncılar (itaati yarınlara bırakanlar) helâk
oldu.” Şeytan, bâtılı sevdiremediği kişiye, hakkı yarınlara bıraktırarak
onun günü kaybetmesine uğraşır. Ertesi gün de kaldığı yerden
devam eder: Yarınlar bitmedi ya... Büyük hedefler ve idealler
uğruna, yarın çok büyük eylem ve faâliyetler yapacağı ümit
ve temennisiyle günler şeytana itaatle geçer gider. Ama gerçek
mü’min Allah’ın emri kendine ulaşır ulaşmaz ‘dinledim, duydum
ve itaat ettim’ der, hemen o saniye eyleme geçmiştir bile. Az sonraya
bırakamaz, “az sonra” kendisi için olmayabilir çünkü.
Mü’min, kendi görüş, davranış ve seçme tercihini Rabbinden
yana kullanır, Rabbinin doğru hükümlerine teslim olur. Her konuda
O’nun ölçüsüyle hareket eder, O’nun emirlerine boyun eğer.
Peygamberi aracılığıyla gönderdiklerine itaat eder. “Allah ve Rasûlü
bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan
ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” 246
Aldanan, unutan, gaflete düşen ve inanmayan kimseler,
Allah’a itaat etmezler, O’nun ilkelerine isyan ederler. Bunlar,
Allah’ın ilâhlığını ve Rabliğini yeterince takdir edemeyen ve aklını
yerli yerinde kullanmayanlardır. Bunlar, dünyada huzurdan
mahrum yaşadıkları gibi, âhirette de azap içinde olacaktır. Allah’a
ve peygambere isyan edenler, kendi arzularını (hevâlarını) üstün
görüp Allah’ın Rabliğini ve büyüklüğünü takdir edemeyenlerdir.
İsyan edenler, yanlışlar içinde yüzen, kendine ve başkalarına zulmeden
ve yeryüzünde sürekli fesat/bozgunculuk çıkaran kimselerdir.
İlk isyancı şeytandır. Öyleyse kim aynen onun gibi kibirlenerek
Rabbine itaatsızlık ederse, onda şeytan ahlâkı var demektir.
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun
koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan
uzaklaşmasına sebep olur. Mü’minler, ancak zararlı, yanlış, bâtıl
ve sapık fikirlere, inançlara, sistemlere isyan ederler veya en azından,
itaat etmezler. Allah’a hiç isyan etmeyen melekleri 247 düşünürler.
Her anlarını Allah’a ibâdet ve itaat içinde değerlendiren ve
toplumlarındaki zâlim ve tâğutlara baş kaldıran peygamberleri 248
örnek alırlar.
Ma’siyet Ne Demektir?
“Ma’siyet”, isyan kökünden türemiş bir kavramdır. “Ma’siyet”,
baş kaldırmak, isyan etmek, sınırları çiğnemek, Allah’ın ve
246 33/Ahzâb, 36
247 66 Tahrim/6
248 16/Nahl, 36
İSYAN - İTAAT
- 83 -
Rasûlü’nün emrini dinlememek demektir. En geniş anlamıyla
“ma’siyet” günahlara dalmayı, Allah ve Rasûlüne karşı gelmeyi,
helâl ve haram sınırlarını aşmayı ifade eder.
İnanması, teslim olması ve itaat etmesi gereken insanın, inkârcı
olması ve Allah’ın emirlerini dinlememesi ma’siyet olduğu gibi;
inandıktan sonra da birtakım haramları işlemesi yine ma’siyettir.
Kur’an, bu kelimeyi isyan edenler, haddi aşanlar, sınırları çiğneyenler
hakkında kullanır. Onların yaptıkları fiiller, itaat emrinin
dışındadır. İtaatı terkedip, emirlere karşı gelene âsi oldu denir.
Onun bu yaptığı karşı gelme, emri dinlememe, konulan kurala
aykırı hareket etme fiiline de ma’siyet denilir.
Kur’an, ma’siyet sahiplerini uyarıyor ve tehdit ediyor. Onları
bu davranışlarından vazgeçirmeye davet ediyor. Çünkü her türlü
ma’siyet insana iki dünyada da zarar verecektir. Kur’an-ı Kerim,
ma’siyet kelimesini iki yerde kullanır ve ‘peygambere karşı gelme’
şeklinde bir ifadeyi dile getirir. 249
Dinin kötü dediği fiiller, nüanslarına ve işlevlerine göre
Kur’an’da farklı kelime ve kavramlarla anlatılmaktadır. Ma’siyet
kelimesinin bunların birçoğu ile yakından ilgisi vardır. İnsanların
yaptığı zulüm, fücur, fısk, zenb (günah), kibir, tekzib (yalanlama),
ism (günah), hata ve seyyie (günah ve kötülük) gibi yanlış davranışlar
ma’siyet kategorisine girer. Bütün bunlar kötü davranışlardır.
Bu ma’siyetleri işleyen kimseler, dünyada zararlarını gördükleri
gibi; esas olarak âhirette büyük cezayı hak ederler.
Ma’siyete düşmek, isyan hali üzere olmak, bunu bir ahlâk haline
getirmek müslümana yakışmaz. Müslüman, İslâm’a inanan ve
Allah’a itaat sözü veren ve bunu amelleriyle gösteren insandır; o
ma’siyetin her türlüsünden kaçınmaya gayret eder.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:“Ma’siyet konusunda
kullara itaat edilmez. İtaat, mârufadır.” 250 Ana-babaya itaat Allah’ın
emridir. Ancak ana-baba günah işlemeyi, Allah’a isyanı emrederse
onlara bu konuda itaat edilmez. Yine müslümanları yönetenler
onlara günah işlemeyi emrederlerse, ya da Kur’an’a aykırı bir
hükmü kabul etmelerini isterlerse onlara itaat edilmez. Bir başka
deyişle “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 251
249 Bk. 58/Mücâdele, 8-9
250 Buhârî, Cihad 107, 4/60; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
251 Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
İtaat; Anlam ve Mâhiyeti
“İtaat”, kulun yaratıcı karşısında olması gereken durumunu
açıklayan önemli bir kavramdır. İnsan, kul olarak Yaratıcısının
karşısında ne yapacaktır? Onun rolü nedir? Rabbi ondan ne gibi
tavırlar beklemektedir? İtaat, sözlükte inkıyad etmek, yani boyun
eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine
getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına da gelir.
Türkçede kullanılan itaat kelimesi de aynı anlamdadır.İtaat eden
kimseye “mutî” denilir. Aynı kökten gelen “tâat” kelimesi, emredileni
yerine getirme, denileni yapma demektir. İtaat’ın karşıtı
“isyan”dır. Ayrıca serkeşlik ve muhalefet de onun zıddıdır.
Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil;
itaat etmelerini istemektedir. Eğer insan, tek ve gerçek ilâh
olarak âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir.
Bu da onu sapıklığa ve zarara uğratacaktır. Allah, kendisine
itaatı emrettiği gibi, kendi adına bazı kimselere de itaat etmeyi
kullarına emretmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine
ve sizden olan emir sahiplerine (sizin gibi mü’min olan yetkililere) itaat
edin.…” 252
Peygambere itaat, O’nun yolunu takip etmek, Allah’a itaat gibidir;
O’na karşı gelmek de Allah’a isyan gibidir.253 Allah’ın adıyla
ve O’nun emirleri doğrultusunda iş yapan bütün yetki sahiplerine,
dinin sınırları içerisinde kalmak şartıyla itaat edilir. 254Müslümanları
yönetenler onlara günah işlemeyi emrederlerse, ya da Kur’an’a
aykırı bir hükmü kabul etmelerini isterlerse onlara itaat edilmez. 255
Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.256 Peygamberimiz
(s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Kim bana itaat etmişse mutlaka
Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan
etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye) itaat ederse mutlaka bana itaat
etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.” 257
Müslümanlar, “ülü’l emr” bile İslâm’ın hükümlerine aykırı,
yani günah bir şeyi emrederse onlara uymayacaklarına göre;
kâfir ve müşriklerin hükümlerine ve dinlerine hiç itaat edemezler.
Onların yollarına uymazlar, İslâm’a aykırı işlerini örnek almazlar.
252 4/Nisâ, 59
253 4/Nisâ, 80
254 Buharî, Ahkâm 4, 9/79; İbn Mâce, Cihad 39, hadis no: 2859-2862, 2/954
255 İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
256 Buhâri, Cihad 109, 4/60; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
257 Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi,
Bey’at 27, 7/138
İSYAN - İTAAT
- 85 -
Kâfir ve müşriklere itaat; onları takip etmek, onların izleri üzerinden
gitmek, din ve dünya görüşü noktasında onların görüşlerini
benimsemek, ya da onların emrettiklerini Allah’ın rızasına uymasa
bile yerine getirmektir. Kur’an, mü’minleri şöyle uyarıyor: “Ey
iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba
itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kâfir yaparak (dininizden)
geri çevirirler.” 258
Son asırlarda müşrikleri ve Kur’an’ın kâfir dediklerini izleyen,
onların hükümlerini ve görüşlerini üstün kabul eden, İslâm’ın
ölçüleri yerine -çağdaşlık kılıfıyla- onların ilkelerini ve ölçülerini
alan kimseler bu tehlikeyi yaşamaktadırlar. Özellikle batıdan gelen
bâtıl ilkelere, ölçülere, anlayışlara -Kur’an’ın ölçülerine rağmen-
sarılanların iman iddiası ne kadar gerçekçidir?
Mü’minler kâfirlere itaat ederlerse, kâfirler onları dinlerinden
döndürürler, kendileri gibi yaparlar. O zaman da müslümanlar
büsbütün kaybetmiş olurlar.259 Şeytanın dostlarına itaat edenler
şirke düşerler.260 Müşrikler, inkâr edenler, iki kimlikli münâfıklar,
ehli kitap olanlar, itaat edilmeye lâyık değillerdir. Onların din görüşü,
hayata bakışları, hükümleri yanlıştır; gittikleri yol bâtıldır,
dalâlettir.
İnkârcılar Cehennem azabı ile yüz yüze geldikleri zaman, “ah
keşke Allah’a ve O’nun Rasûlüne (dünyada iken) itaat etseydik”
diyecekler.261 Dünyada iken kim Allah’a ve O’nun son Rasûlü Hz.
Muhammed’e (s.a.s.) itaat ederse, O’nun getirip tebliğ ettiği Din’e
uygun yaşarsa; şüphesiz o büyük bir kurtuluşla kurtulacaktır. 262
Tâat Ne Demektir?
“Tâat”, emredileni yerine getirme, denileni yapma, boyun
eğme, özellikle ilâhî emirlere uyma, takvâ, ibâdet anlamlarına gelir.
Tâat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 3 âyette geçer. 263
“(Münâfıklar) Sen hakikaten kendilerine emrettiğin takdirde
mutlaka (savaşa) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleri ile Allah’a
yemin ettiler. De ki: ‘Yemin etmeyin. Tâat (itâatiniz) mâlûmdur!
Bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”264Âyetten anlaşıldığına
göre, itaat edeceğine en ağır yeminlerle söz vermek, fakat
258 3/Âl-i İmran,100
259 3/Âl-i İmran, 143
260 6/En’âm, 121
261 33/Ahzâb, 66
262 33 Ahzab/71; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 320-323
263 4/Nisâ, 81; 24/Nûr, 53; 47/Muhammed, 21
264 24/Nûr, 53
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
sözlerini yerine getirmemek münâfıkların özelliğidir. Nitekim
hadis-i şerifte, münâfıklığın belirtilerinden birinin de sözünde
durmamak olduğu açıklanmıştır. “(Onların vazifesi) tâat (itaat) ve
güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman, Allah’a sadâkat gösterselerdi,
elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.”265 Âyette, vazifeleri
itaat ve güzel söz söyleme durumunda olanların isteklerinde
samimi olmaları gerektiği vurgulanır. Peygamberimiz, “Allah’a
isyanda tâat yoktur.” buyurmuştur. Burada, ma’siyet olan şeyi emrettikleri
zaman, emir sahiplerine itaat edilmemesi kast edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de İtaat ve İsyan Kavramı
İtaat kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 129 yerde geçer. İsyan kelimesi
ise 32 yerde kullanılır. İtaatın Kur’an’da bu kadar yerde bahsedilmesi
de gösteriyor ki, bu çok önemli bir ibâdettir. Kur’an’ın
bildirdiğine göre itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin
vesilesi olduğu gibi,266 cennetin267 ve inkârcılara karşı kazanılacak
zaferin de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar
ve ziyanların sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla268ve
cehennemle269 sonuçlanan âdiliktir.270 Allah’a ve Rasûlüne
itaatten yüz çevirmek, mü’minlik iddasına ters düşer.271 Kalabalığa,
çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan sapmayı sonuçlandıran
bir tehlikedir. 272
İtaat kavramı, Kur’an’da bütün temel boyutlarıyla ele alınır.
İtaat edilmesi gerekenler, itaat edilmeyecekler, itaatin ve isyanın
sonuçları, âyetlerde çok açık bir şekilde izah edilir.
“Sen onların dinine uyuncaya kadar ne yahûdiler, ne de hıristiyanlar
senden râzı olurlar. De ki, ‘doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen
ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki
Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” 273
“Onlara (müşriklere) ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar,
‘hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları
bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 274
265 47/Muhammed, 21
266 3/Âl-i İmrân, 132
267 4/Nisâ, 13
268 25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66
269 4/Nisâ, 14, 115
270 11/Hûd, 59
271 24/Nûr, 47
272 6/En’âm, 116
273 2/Bakara, 120
274 2/Bakara, 170
İSYAN - İTAAT
- 87 -
“Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana)
sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.” 275
(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet
edicidir. De ki: Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse
bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 276
“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek
Allah’a teslim olmuşlardır.” 277
“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir
gruba itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra kâfir yaparak (dininizden)
geri çevirirler.” 278
“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin ki size merhamet edilsin.” 279
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o
takdirde büsbütün kaybedersiniz.” 280
“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne
itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır;
orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve
Peygamberi’ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı
kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır.” 281
“Küfür yoluna sapıp Peygamber’i dinlemeyenler o gün yerin dibine
batırılmayı temenni ederler ve Allah’tan hiçbir haberi gizleyemezler.” 282
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir
sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa
düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu
Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı,
hem de netice bakımından daha iyidir.” 283
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’
denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.”
284
“Biz her peygamberi, ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi
için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler
275 2/Bakara, 285
276 3/Âl-i İmrân, 31-32
277 3/Âl-i İmrân, 83
278 3/Âl-i İmran,100
279 3/Âl-i İmrân, 132
280 3/Âl-i İmrân, 149
281 4/Nisâ, 13-14
282 4/Nisâ, 42
283 4/Nisâ, 59
284 4/Nisâ, 61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi
Allah’ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı. Hayır! Rabbine andolsun
ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra
da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 285
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet
verdiği (lütufta bulunduğu) peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih
kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” 286
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince,
seni onların başına bekçi göndermedik.” 287
“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar
ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız
ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir.” 288
“Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma.
Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına
dikkat et.” 289
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın
yolundan saptırırlar. Onlar, zandan/tahminden başka bir şeye tâbi olmaz,
yalandan başka (söz de) söylemezler.” 290
“(Hâlâ) bilmediler mi ki: Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkarsa elbette
onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük
rüsvaylıktır.” 291
“...Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, hevâsına/kötü arzularına uymuş
ve işi gücü aşırılık olan kimseye itaat etme.” 292
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’ diyorlar;
ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar mü’min
değillerdir.” 293
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde,
‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür.
İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder,
Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan
kurtulanlardır.” 294
285 4/Nisâ, 64-65
286 4/Nisâ, 69
287 4/Nisâ, 80
288 4/Nisâ, 115
289 5/Mâide, 49
290 6/En’âm, 116
291 9/Tevbe, 63
292 18/Kehf, 28
293 24/Nûr, 47
294 24/Nûr, 51-52
İSYAN - İTAAT
- 89 -
“...Onun (Peygamber’in) emrine aykırı davranlar, başlarına bir belâ gilmesinden
veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”
295
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle
birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim!
Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.”
296
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle
mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”
297
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat
etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize
ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler.
‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden
kov.” 298
“Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona
uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” 299
“...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da
sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” 300
“...Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle
birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” 301
Hadis-i Şeriflerde İtaat ve İsyan
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana
isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye)
itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse
mutlaka bana isyan etmiş olur.” 302
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar
giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ
Rasûlallah?” diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim
295 24/Nur, 63
296 25/Furkan, 27-29
297 33/Ahzâb, 36
298 33/Ahzâb, 66-68
299 45/Câsiye, 18
300 59/Haşr, 7
301 72/Cin, 23
302 Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi,
Bey’at 27, 7/138; İbn Mâce, Cihad 39
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime
itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete
giremez).” 303
“Bir müslümanın, bir günah işlemekle emrolunması dışında, hoşlandığı
ve hoşlanmadığı her hususta müslüman emîrine itaat etmesi gerekir.
Bir günah işlemekle emrolunduğu zaman dinlemek ve itaat etmek yoktur.”
304
“Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 305
“Ma’siyet/Allah’a isyan konusunda kullara itaat edilmez. İtaat,
mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” 306
“İçinizde Allah’ın Kitabını ayakta tuttuğu (onunla amel ettiği) ve sizi
Allah’ın kitabı ile sevk ve idare ettiği müddetçe, başınızdaki emîr, başı
simsiyah üzüm tanesi gibi olan Habeşli bir köle de olsa dinleyin ve itaat
edin.” 307
“Başınızdakilerden kim size Allah’a isyan etmeyi emrederse, sakın o
hususta ona itaat etmeyin.” 308
“Ubâde bin Sâmit’ten (r.a.): Rasûlullah’a (s.a.s.) kolaylıkta ve zorlukta,
hoşumuza giden ve gitmeyen hususlarda, onun korunup kollanmasında,
Allah katından bir burhanla apaçık bir küfrünü görmediğimiz sürece
verilmiş olan emirde/işte çekişmeyeceğimize ve kınayanın kınamasından
çekinmeksizin nerede, nasıl olursa olsun hakkı söylemek üzere işitip itaat
etmeye bey’at ettik.” 309
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyet olunmuştur. O der ki: Bir münâfık
ile bir yahudi arasında husûmet vardı. Yahudi, ‘haydi gel,
Muhammed’e gidelim’ derken, münâfık, ‘hayır, gel Kâ’b bin el-
Eşref’e gidelim’ demişti. Ancak, yahudinin ısrar etmesi üzerine
münâfık Hz. Peygamber’in huzurunda muhâkeme olunmayı kabul
etti ve onunla birlikte Hz. Peygamber’in huzuruna vardı. Hz. Peygamber,
yahudinin lehine hüküm verdi. Rasûlullah’ın huzurundan
çıkarlarken münâfık; ‘ben bu hükme râzı değilim. Haydi, gel Ebû
303 Buhârî, İ’tisâm, 12
304 İbn Mâce, Cihad 40
305 Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
306 Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 38-
40; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955
307 Buhâri, Ahkâm, 4; S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. 12/314, Fethu’l Bâri, 13/108
308 İbn Mâce, Cihad 40
309 Buhârî, Ahkâm, S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. c. 12, s. 293-294, Fethu’l Bâri,
13/5; Müslim, hadis no: 1709
İSYAN - İTAAT
- 91 -
Bekir’e gidelim’ dedi. O da yahudi lehine hüküm verdi. Münâfık
buna da râzı olmayarak; ‘haydi gel, Ömer’e gidelim’ dedi. Hz.
Ömer’in yanına gittiler. Yahudi, Hz. Ömer’e; ‘Peygamber’e gittik,
O’nun verdiği hükme râzı olmadı. Sonra Ebû Bekir’e gittik, onun
verdiği hükme de râzı olmadı’ diyerek durumu anlattı. Hz. Ömer,
münâfığa ‘öyle mi?’ diye sordu. Münâfık ‘evet’ dedi. Hz. Ömer
(r.a.); ‘öyleyse ikiniz, ben yanınıza gelinceye kadar biraz bekleyin.
Şimdi hemen gelip aranızda hükmedeceğim’ diyerek eve girdi. Kılıcını
alarak münâfığın boynunu vurup onu öldürdü ve dedi ki:
‘Allah’ın hükmüne ve O’nun Rasûlü’nün hükmüne râzı olmayanın
hakkında işte ben, böyle hüküm veririm!’ Yahudi kaçtı. Bunun
üzerine şu âyet nâzil oldu: “Hayır; Rabbine andolsun ki aralarında çıkan
anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe
iman etmiş olmazlar.”310 Bu olay üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz.
Ömer’e hitâben buyurdu ki: “Sen fâruk’sun! (Hakla bâtılı ayıransın)”
İşte Hz. Ömer, o günden itibaren “el-Fâruk” diye isimlendirildi. 311
“Bir kere Nebî (s.a.s.) uyurken yanına birtakım melekler gelerek bunlardan
bazıları: ‘Bu zat uyuyor’ dedi; bazıları da: ‘Gözü uyuyor, fakat kalbi
uyanıktır’ dedi. Bunun üzerine bu melekler (birbirlerine) ‘bu dostunuzun
üstün sıfatı vardır, haydi siz de bunun yüce mevkiini hârici bir örnekle
temsil edin’ dediler. Fakat bazıları; ‘iyi ama bu zat uyuyor’ dediler. Bazıları
da: ‘Hayır, O’nun gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır’ dediler. Bunun
üzerine melekler; ‘Bu zâtın hâricî benzeri, şu kimsenin misali gibidir ki, o
kimse yeni bir ev yaptırır, o evde bir velîme ziyafeti tertip edip (bu ziyafete)
insanları dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir; bu dâvetçinin dâvetine
kim icâbet ederse, o (mükemmel) eve girer ve (mükellef) ziyafeti yer. Kim
de dâvetçinin dâvetine icâbet etmezse o eve giremez, ziyafet yemeklerini
de yiyemez.’ Bunun üzerine melekler, yine birbirlerine: ‘Haydi bu temsili
bu zâta izah edin de anlasın’ dediler. Fakat yine bunlardan bazıları, ‘iyi
ama bu zat uyuyor’ dediler. Bazıları da ‘hayır, gözleri uyuyor, fakat kalbi
uyanıktır’ dediler. Bunun üzerine melekler (kendi aralarında temsili izah
ederek): ‘O ev cennettir; dâvetçi de Muhammed (s.a.s.)’dir. Kim O’na itaat
ederse Allah’a itaat etmiştir. Kim de O’na âsi olur, baş kaldırırsa Aziz
ve Celil olan Allah’a âsi olmuştur. Hz. Muhammed insanların arasını ayırt
etmiştir (itaat ve isyan şiarını bildirip inananları, inanmayanları birbirinden
ayırt etmiştir).” 312
310 4/Nisâ, 65
311 Müslim, A. Dâvudoğlu Terc. 10/146; Ebû Dâvud, Sünnet 6, hadis no: 4607;
Tirmizî, İlm, 16, hadis no: 2815; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42, 43;
İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, 4/1753-1754
312 Buhâri, İ’tisâm 2; Tedrîc-i Sarih Terc. c. 12, s. 403-404
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
İtaat Edilmesi Gereken Kimseler
Kur’an’da itaat edilmesi gerekenler; Allah, peygamberler ve
müslüman ülü’l emr olarak belirlenir.
a- Allah’a İtaat: Kâinatı yoktan var eden ve yöneten Allah’a
kayıtsız şartsız itaat edilmelidir. Mü’min, Allah’a ve O’ndan gelen
hayat kanunlarına itaat etmek için iman eden insandır. O’nun
emirleri ve yasaklarına itaat edilmedikçe iman, en küçük bir sarsıntıda
yıkılmaya mahkûm olacak şekilde zayıftır. Allah’a itaat,
emrettiği her konuda yerine getirilmelidir. Kişisel, sosyal, ailevî ve
siyasî, vs. bütün konularda Allah’ın emirlerine itaat, Allah’a iman
etmenin zarurî gereğidir.
Evet, Allah vardır, birdir, yaratandır. Ezelî ve ebedî olandır.
Gören, işiten, dilediğini istediği anda ve şekilde yapmaya gücü
yetendir. Mâziyi, hali, istikbali ve yarattığı insanların hayatlarını
tanzim edecek kanunları en iyi bilen, emirler ve yasaklar koymaya
yegâne yetkili olandır. Mü’min olabilmek için Allah’a bütün bu
ölçüler çerçevesinde inanmak gerekir. Allah’ı en bilgili ve kudretli
Rab kabul edip de, tatbik olunması için koyduğu emirleri ve yasaklarını,
uygulanmasına gerek olmayan yasalar dizisi olarak görmek
veya çevremize bu tür bir görüşün insanı olduğumuz fikrini
verdirebilecek yaşantı biçimlerinin içine düşmek, fiilen O’na inanmamaktır.
O yüzden gerçek anlamıyla Allah’a iman, ancak Allah’a
itaatle gerçekleşir. Bunun içindir ki, O’nun emirleri ve yasaklarına
kayıtsız şartsız itaat etmek mecburiyetindeyiz. “Gücünüzün yettiği
kadar Allah’tan korkun/sakının. (Emirlerini) dinleyin ve itaat edin. Kendi
iyiliğiniz için infak edin/Allah için harcayın. Nefsinin cimriliğinden korunan
kimseler kurtuluşa ererler.” 313
b- Rasûl’e İtaat: Bilindiği gibi, peygamberlere iman, temel
iman esaslarındandır. Tevhid kelimesinin, şehadet andının ikinci
bölümü Hz. Muhammed’i Allah’ın peygamberi olarak kabul etmektir.
Onu peygamber kabul etmek de, hayatımızda hiçbir fonksiyonu
olmayan kuru bir vicdan işi değildir. Hz. Muhammed’e
(s.a.s.) iman, ona itaat etmek içindir. “Biz her peygamberi, ancak
Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik...”314 Çünkü O,
yalnız inanılmak için değil; fiilen önder edinilip itaat edilmek için
gönderilmiştir. Ona itaat etmedikçe gerçekten O’nu rehber tanımış
olmayız. Çünkü O’na inandığımızı ifade ettiğimiz halde, nefsî
arzularımıza tâbi olmak, toplumun olumsuz akışını izlemek, çeşitli
bâtıl düzenlerin kurucuları ve temsilcilerine itaat ederek onların
313 64/Teğâbün, 16
314 4/Nisâ, 64
İSYAN - İTAAT
- 93 -
izlerini takip etmek, fiilen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) mukaddes
önderliğini yalanlamaktır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle
buyurmuştur: “Sizden birinizin nefsi, getirip tebliğ ettiğim İslâm dinine
(ve benim hayat önderliğime) istekle tâbi olmadıkça gerçekten iman etmiş
olamaz.”
Mü’min olarak vazifemiz, Allah’a ve elçisine kayıtsız şartsız
itaat etmek, bunun için de İslâm’ı aşkla şevkle yaşamaktır. Biz,
O’na, sevmek ve itaat etmek için iman ettik. Eğer kişisel hayatımızı,
âilevî yaşantımızı, iş ve davranışımızı peygamberimizin yaşayışına
uygun hale getirmezsek, sosyal ve siyasal hayatımızı O’nun
tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak örneklerini sergilediği sisteme
göre tanzim etmezsek, O’na inanmamızın ne anlamı olacaktır?
Kendi arzularımızı mâbutlaştırdıktan, şunun bunun ardından sürüklendikten,
toplumun olumsuz etkilerine tâbi olduktan sonra,
aziz peygamberimize iman etmenin pratik hayatta elbette ki hiçbir
önemi kalmayacaktır. 315
Rasûlullah’a itaat etmeyip, O’nun dâvetine icâbet etmeyenler,
hevâlarına/kötü arzularına tâbi olan kimselerdir ve sapıktırlar. 316
Kur’an’da Allah’a ve peygambere itaat, çoğu yerde birlikte ele
alınmakta veya birbiriyle ilgisi gündeme gelmektedir. Kur’an’da
açıkça belirtilmektedir ki, peygamber’e itaat, Allah’a itaat demektir.
Allah’a olduğu gibi, peygambere itaat de imanın bir göstergesi
ve sonucudur. Mü’minler, Allah’a ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız ve
gönülden itaat ederken, münâfıklar, iman konusunda olduğu gibi,
itaat konusunda da kaypak ve çifte standartlıdır. İtaat, merhamet
kaynağıdır.
“Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet
verdiği (lütufta bulunduğu) peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih
kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” 317
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince,
seni onların başına bekçi göndermedik.” 318
“(Hâlâ) bilmediler mi ki: Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkarsa elbette
onun için, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük
rüsvaylıktır.” 319
“(Bazı insanlar) ‘Allah’a ve Peygamber’e iman ettik ve itaat ettik’
315 Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, 2/173-174
316 28/Kasas, 50
317 4/Nisâ, 69
318 4/Nisâ, 80
319 9/Tevbe, 63
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar mü’min
değillerdir.” 320
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde,
‘işittik ve itaat ettik’ demek, sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür.
İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kim, Allah’a ve Rasûlüne itaat eder,
Allah’a huşû/saygı duyar ve O’ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan
kurtulanlardır.” 321
“...Onun (Peygamber’in) emrine aykırı davranlar, başlarına bir belâ gilmesinden
veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”
322
“O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle
birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim!
Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.”
323
“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle
mü’min kadına, o işte kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Kim
Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”
324
“Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘eyvah bize! Keşke Allah’a itaat
etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler.” 325
“...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da
sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” 326
“...Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle
birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” 327
Rasûlullah’a itaatin önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bakarsak,
bu itaatin imanla direkt bağlantılı olduğunu, peygambere itaatin
Allah’a itaatin gereği olduğunu görürüz:
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana
isyan etmişse, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîr’e (meşru yöneticiye)
itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse
mutlaka bana isyan etmiş olur.” 328
320 24/Nûr, 47
321 24/Nûr, 51-52
322 24/Nur, 63
323 25/Furkan, 27-29
324 33/Ahzâb, 36
325 33/Ahzâb, 66
326 59/Haşr, 7
327 72/Cin, 23
328 Buhâri, Ahkâm 1, 9/77; Müslim, İmâre 32-33, hadis no: 1835, 3/1466; Nesâi,
Bey’at 27, 7/138
İSYAN - İTAAT
- 95 -
“Ümmetimin hepsi Cennet’e girecektir. Ancak kaçınanlar hâriç, onlar
giremeyecektir.” Ashâb: “Kim Cennet’e girmekten kaçınır yâ
Rasûlallah?” diye sordular. Rasûllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim
bana itaat ederse, Cennete girer. Kim de bana âsi olursa (emirlerime
itaat etmezse) o Cennete girmekten çekinip kaçınmış olur (ve Cennete
giremez).” 329
c- Ulu’l-emr’e İtaat: İtaat edileceklerin üçüncüsü, mü’minlerden
olan emir sahibi, mü’minlerin ulu’l-emridir. “Ey iman edenler! Allah’a
itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere)
de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a
ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların
tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından
daha iyidir.” 330Ulu’l-emre itaat, ilk iki itaat gibi kayıtsız şartsız değil;
ulu’l-emrin Allah’a ve Rasûle itaatiyle kayıtlı ve şartlı bir itaattir.
Emir sahipleri Allah’a itaat sınırını aşıyorlarsa ma’siyettedirler.
Ma’siyette olana da itaat değil; itaatsizlik vaciptir. Ayrıca, herhangi
bir “emir sahibi” değil; müslüman bir ulu’l-emre itaat emredilmektedir.
Bu âyette emredilen itaatle ilgili dikkat edilecek bazı hususlar:
a) Allah’a ve Rasûlüne itaat emri verilirken; Allah ile Peygamber
hakkında “itaat edin” anlamına gelen “etîû” emri tekrarlanmış;
“ulu’l-emr/emir sahipleri” hakkında bu emir tekrarlanmamıştır.
Müfessirlere ve fukahâya göre bunun anlamı ve sebebi şudur:
Allah’a ve Peygambere itaat, kayıtsız şartsızdır. O bakımdan onlar
hakkında bu emir tekrarlanırken; “emir sahipleri” hakkında bu
emir tekrarlanmamıştır. Çünkü ulu’l-emre itaat, şeriatin çerçevesinde,
mâruf ölçüler içerisinde sözkonusudur. Bu ölçü ve çerçevenin
dışında kalan emir ve hükümlere, itaat etmemekten başlayarak,
gerektiğinde ve şartların uygun olması halinde ayaklanarak
karşı çıkmak ise; bir hak değil; bir görevdir.
b) Kendilerine itaat edilmesi bu ölçü ve çerçeve içerisinde
sözkonusu olan ulu’l-emr hakkında ikinci kayıt, “minküm = sizden”
kaydıdır. Yani ulu’l-emriniz müslüman olup sizinle onlar arasında,
yani yönetilen olarak sizlerle, yöneten olarak onlar arasında
herhangi bir anlaşmazlık ortaya çıkacak olursa, çözüm için başvuracağınız
mercî, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’ nün sünneti olacaktır.
Câhilî hüküm, gelenekler, görenekler vs. olmayacaktır. “Sizden”
yani mü’min olmayanların ise, esasen sizin üzerinizde velâyet hak
329 Buhârî, İ’tisâm, 12
330 4/Nisâ, 59
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
ve yetkileri olmadığından,331 onları “ulu’l-emr/emir sahibi” olarak
kabul etmeniz, hiçbir şekilde düşünülemez. Dolayısıyla bu tür
gâsıb, fâsık ve fâcir yönetim ve yöneticilerle ilişkiler, bu âyetten
başka muhtevâya sahip âyetler tarafından ele alınmıştır; onlara
göre düzenlenmelidir.
c) Bu tür anlaşmazlık halinde âyet-i kerimede dile getirilen
yolu izlemenin Allah’a ve âhiret gününe imanın bir gereği olduğunu
görüyoruz. Dolayısıyla kim Allah’a ve âhiret gününe iman
ettiğini söylüyorsa, anlaşmazlıklarının çözümü için âyetin zikrettiği
mercîlerden başkasına müracaat edemez. 332
Allah’a, Rasûlü’ne itaati ve onlara itaat üzere olan müslümanlardan
olan ulu’l-emre itaati emreden bu âyetin yorumunda
Mevdûdî, şu açıklamaları yapar:
Bu âyet, İslâm’ın bütün dinî, kültürel ve siyâsî sisteminin temelini
teşkil ettiği gibi, sistemin kurulması için de, ilk ve en önemli
düsturdur. Bu âyetten, aşağıdaki prensipler çıkarılabilir:
1- İslâm sisteminde, tek gerçek otorite olan Allah’a itaat edilmelidir.
Bir müslüman, her şeyden önce Allah’ın kuludur, diğer
bütün özellikleri, bu niteliğinden sonra gelir. Bu nedenle bir fert
veya toplum olarak bütün müslümanlar, ilk olarak Allah’a bağlıdırlar,
tüm diğer bağlar bu bağa boyun eğmek zorundadır. Çünkü
tüm insanlar Allah’a verdikleri söze/ahde sâdık kalmak zorundadır.
Başka birisine bağlılık ve itaat, ancak Allah’a itaati engellemeyecekse
kabul edilir. Bu aslî bağlılık ve ahde aykırı olan tüm
öteki bağlılık ve ahitler geçersizdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu
bir hadisinde şöyle açıklamıştır: “Yaratıcıya isyan (itaatsizlik) olan yerde,
yaratıklardan hiçbirine itaat edilmez.”
2- İslâm dininin ikinci önemli prensibi Hz. Peygamber’e (s.a.s.)
itaat ve bağlılıktır. Bu itaat, sadece peygamberlik kurumunun bir
gereği değil; Allah’a itaat etmenin de tek çıkar yoludur. Allah’ın
Rasûlü’ne itaat edilmelidir. Çünkü O, Allah’tan gelen emir ve
direktiflerin elde edilebileceği tek kaynaktır. O halde biz ancak
O’nun Rasûlü’ne itaat ederek Allah’a itaat edebiliriz. Çünkü itaatin
başka bir yolu yoktur. Bunun aksine Rasûl ile aradaki bağı
koparmak, O’nu gönderen Allah’a başkaldırmak demektir. Bir
hadis-i şerif, bu konuyu şöyle açıklar: “Kim bana itaat ederse Allah’a
itaat etmiş olur, kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.”
3- Bu birinci ve ikinci bağlılıktan sonra, bunlardan daha aşağı
331 3/Âl-i İmrân, 118
332 M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, 80-81
İSYAN - İTAAT
- 97 -
derecede yer alan bir bağlılık daha vardır. Bu, müslümanların kendi
aralarında seçip yetki verdikleri yöneticilere bağlılıktır. “Ülülemr”
(kendilerine yetki verilenler) kelimesi çok geniş kapsamlıdır.
Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkesi kapsar.
Din âlimleri, düşünürler, politik liderler, yöneticiler, mahkemelerdeki
kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler. Kısacası,
müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen herkese
itaat edilmelidir. Onlar a) Müslümanlardan oldukları, b) Allah’a
ve Rasûlü’ne itaat ettikleri sürece, onlara karşı gelip, müslümanların
toplum hayatındaki barışı bozmak doğru değildir. Bu iki şart,
onlara itaat edilmesinin ön şartını oluşturur. Bunlar, hem Kur’ân-ı
Kerim’de açıkça ortaya konmuş, hem de Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından
açıklanmıştır. Aşağıda şartların gerekliliğini belirten Hz.
Peygamber’den birkaç hadis zikrediyoruz:
a) “Emrettiği şey günah olmadığı sürece, bir müslümanın kendilerine
yetki verilen yöneticilerin emirlerine, hoşlansın veya hoşlanmasın, itaat
etmesi gerekir. Eğer emîr, ona günah olan bir şeyi yapmasını emrederse,
o yöneticiyi dinlememeli ve emirlerine de itaat etmemelidir.” 333
b) “Günah olan bir konuda bir kimseye itaat etmek haramdır; itaat,
ancak doğru olan şeylerde zorunludur.” 334
c) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin başınızda
doğru olduğu kadar yanlışı da uygulayan yöneticiler bulunacaktır. (Böyle
bir durumda) kim yanlış olan şeylerden nefret ederse, sorumluluktan kurtulacaktır.”
Ashâbdan bazıları: “Böyle yöneticilere karşı savaşmayacak
mıyız?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.): “Namazı kıldıkları
müddetçe, hayır!” diye cevap vermiştir.335 Yani, eğer namazı terkederlerse,
bu onların Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ettiklerinin açık bir
göstergesi olacaktır.
d) Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizin en kötü yöneticileriniz,
sizin nefret ettiğiniz ve sizden nefret eden ve sizin bedduâ
ettiğiniz ve size bedduâ eden yöneticilerdir.” Ashâbdan bazıları: “Ey
Allah’ın Rasûlü, böyle yöneticilere karşı başkaldırmayacak mıyız?”
diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Aranızda namazı
ikame ettiği müddetçe, hayır!”
Bir öncekinde koşulan namaz şartı, bu hadiste daha açık bir şekilde
belirlenmektedir. “c” hadisinde, ferdî olarak namaz kılan bir
yöneticiye karşı ayaklanılmaması gerektiği hükmü çıkıyor. Fakat
333 Buhâri, Müslim
334 Buhâri, Müslim
335 Müslim
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
“d” hadisinde yöneticilerin İslâm toplumunda namazı ikame edip
onu temel direklerden biri yapmaları şart koşuluyor. Bu bir başka
hadiste de şöyle ifade ediliyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) bizden bazı
şeylerle ilgili olarak bağlılık yemini aldı. Bunlardan biri de, başımızdaki yöneticilerde
apaçık küfür alâmetleri görmeden onlara karşı gelmememizdi.
O (küfür alâmetlerini gördüğümüz) zaman Allah huzurunda (başkaldırmamız
için) geçerli bir nedene sahip olabiliriz.” 336
4- Mutlak ve sürekli bir prensip olarak konulan dördüncü husus
ise, Allah’ın emirlerinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinin,
(yani Kitap ve Sünnetin) hükümlerin tespitinde ve İslâm dininde
tek ve nihâî otorite olduğu noktasıdır. O halde müslümanlar arasında
veya yönetici ile yönetilenler arasında herhangi bir mesele
ortaya çıktığında, hepsi birden Kur’an ve Sünnet’e başvurmalı ve
O’nun verdiği karara boyun eğmelidirler. Bu nedenle İslâm’ı, diğer
İslâm dışı sistemlerden ayıran ana sebebin, Allah’ın Kitabı’nı ve
Rasûlü’nün sünnetini nihâî otorite olarak kabul edip, bu ikisine
başvurulması ve onların hükmüne boyun eğilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Âyetin ilk bölümünde Kur’an, İslâmî bir yapının dört asıl ilkesini
ilân eder ve ikinci bölümde bu ilkelerin altında yatan hikmeti
öğretir. Müslümanlara, gerçekten mü’min iseler bu dört ilkeye
uymaları emredilir; aksi takdirde onların şehâdetleri şüpheli olur.
Daha sonra onlara hayat sistemlerini, refahlarının dayanağını teşkil
eden bu dört temel ilkeye dayandırmaları öğretiliyor. Çünkü
sadece bu ilke, onları bu dünyada doğru yola götürüp âhirette de
mutlu bir hayata ulaştırabilir.
Bu tavsiyenin, yahûdilerin ahlâkî ve dinî durumlarını eleştiren
pasajdan sonra geldiğine ve müslümanları belirsiz bir şekilde onların
kötü durumlarına karşı uyardığına dikkat edilmelidir. Bu, şu
anlama gelir: Ne zaman bir toplum Allah’ın Kitab’ı ve Rasûlü’nün
Sünnet’ini fırlatıp atar, Allah ve Rasûlü’ne isyan eden lidere
uyar, Kitap ve Sünnet’in hüküm vermesini istemeksizin yönetici
ve dinî liderlere düşüncesizce itaat ederse, İsrâiloğullarının kötü
âkıbetine uğramaktan kurtulamaz. 337
Tefsirlerde Kur’an’daki “ulu’l-emr” (emir sahibi) kavramıyla
kast edilen anlamın şu insanlar olduğu ifade edilmiştir: 1- Âmirler,
2- Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, 3- Hulefâi Râşidin, 4- Bütün ensâr
ve muhâcirler, 5- Bütün ashâb, 6- Sahâbe ve tâbiîn, 7- Halkı idare
eden müslüman ve akıllı kimseler, 8- Ulemâ ve fukahâ (İslâm
336 Buhâri, Müslim
337 Mevdûdî, Tefhimu’l Kur’an, 1/370-373
İSYAN - İTAAT
- 99 -
âlimleri, müctehid ve fıkıhçıları), 9- Seriyye kumandanları (cihad
emirleri), 10- İlim ehli ve Kur’an ehli olanlar, 11- Bütün iş başında
bulunanlar (yöneticiler). Genel kabul gören anlayış, sonuncu şıktır.
İbn Münzir şöyle der: “Sözü dinlenir bütün ilim ehli, kâfir bir
kimsenin hiçbir suretle müslümanlara hükmetmesinin câiz olmadığı
hususunda icmâ halindedirler.”338 Kadı Ebû Ya’lâ şöyle der:
“İmam (yönetici), müslüman iken dinden çıkıp kâfirleşirse, imamlıktan
da çıkar. Bu konuda âlimler arasında ihtilâf yoktur.”339 Kadı
Iyâz şöyle der: “Kâfir bir kimseye verilen imamlık (yöneticilik)
bey’atının geçerli olmadığı, önce müslüman olan imam (yönetici)
kâfirleşirse, imamlığının düşeceği, bu durumda ona itaat etmenin
gerekmediği ve kendisini düşürmenin vacip olduğu konularında
âlimler arasında icmâ vardır.” 340
İbn Hacer de şöyle der: “İmam (yönetici) kâfirleşirse, imamlık
ehliyeti düşer. Bu durumda müslümanların gücü yeterse, onu indirmeleri
vaciptir. Buna güçleri yetmezse, o yerden hicret etmeleri
lâzımdır. Bu ikisinden hiç birini yapmayıp umursamazlık gösterirlerse
günahkâr olurlar.”341 el-Kirmânî şöyle der: Namazların cemaatle
kılınmasını ve gerektiği zaman cihad yapılmasını temin ettiği
müddetçe, zorbalık yapan imama, günahların dışında kalan hususlarda
itaat etmek fakihlerin (fıkıh âlimlerinin) icmâıyla lâzımdır.
İllâ ki, kendisi açık bir şekilde küfre kaysın. Bu takdirde, ona hiçbir
konuda itaat câiz değildir. Bundan da ötesi, gücü yetenlerin
onunla mücadele etmesi vaciptir.” 342
İtaat edilmesi ve uyulması gereken konularla ilgili olarak
Kur’an’ın emrettiği hususlardan biri “vahy”e uymak,343 diğeri
“şeriat”e344 tâbi olmaktır ki, bu iki itaat, Allah’a itaat etmenin kapsamına
girmektedir.
İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler
a- Kâfirlere: “Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı
olanca gücünlü büyük bir savaş ver (büyük cihad yap).” 345
Allah’a itaat, nasıl iman gereği ise, kâfirlere itaat de küfre yol
açacak bir isyandır: “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz,
338 İbnü’l Kayyim, Ahkâmu Ehli’z Zimmeh, 237
339 Ebû Ya’lâ, el-Mu’temed fî Usûli’d-Din, 243
340 Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 12/229
341 İbn Hacer, Fethu’l Bârî, 13/123
342 Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 10/169; A. el-Luveyhık, Dinde Ölçülü Olmak, 426
343 33/Ahzâb, 2
344 45/Câsiye, 18
345 25/Furkan, 52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.”346 Bu
âyetin yorumunda, kâfirlere ve tâğutlara ölümü pahasına itaat
etmeyen şehid müfessir Seyyid Kutub, şunları söyler:
Allah; iman edenleri kâfirlere itaat etmekten nehyediyor.
Allah’a küfredenlere itaatin âkıbeti, acıklı bir hüsrandır. Bunda,
hiçbir kâr ve fayda yoktur. Böyle bir hareket, ökçelerin üstünden
gerisin geri küfre dönmektir. Mü’min, ya küfür ehli kâfirlerle cihad
ederek, bâtıl ve bâtıl yolunda olanlarla kavga ederek, yolunda
yürür; yahut da -neûzü billâh- ökçesi üstünde gerisin geri
küfre döner. Tabii ki, her ikisinin arasında durup hem durumunu
muhâfaza etmek, hem dinini korumak muhaldir (mümkün değildir).
Küfürle, şerle, dalâletle, bâtılla, putçulukla çarpışmayan kimse,
horlanıp zelil olacak, mağlûp olup gerisin geri küfre, şerre,
dalâlete, bâtıla, putçuluğa mutlaka dönecektir! İtikadı ve imanı,
onu kâfirlere itaatten, onların sözünü dinlemekten, onlara güvenmekten
alıkoymayan kimse, ilk andan itibaren -hakikatin- itikadından
ve imanından sıyrılıverir. Bir itikad sahibinin itikadının
düşmanlarına dayanması, onların vesveselerini dinleyip emirlerine
itaat etmesi, rûhî hezimetten başka bir şey değildir. Bu ilk başlangıçta
bir hezimettir; en sonunda onu bu hezimetten, gerisin
geri küfre dönmekten hiçbir şey alıkoyamaz. İsterse ilk adımlarında
bu çirkin sonuca doğru yol aldığını hissetmesin... Mü’min itikadı,
teslim olduğu kumanda mevzuunda, dininin ve kumandanının
düşmanlarıyla meşveret edemez. Şâyet onları bir kerecik olsun
dinlerse, ökçesi üstü küfre dönmenin yolunu tutmuş demektir...
Fıtrî ve pratik bir hakikat... Allah, mü’minlere bu hakikati tenbih
ediyor. Allah, onlara iman adına sesleniyor...
“Ey iman edenler, kâfirlere itaat ederseniz, ökçelerinizin üstünden sizi
geriye çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.” 347Ökçesi üstü
imandan küfre dönme ziyanından daha büyük hasar olur mu?
İman ziyanından sonra, ne kazanç olabilir? Şâyet küfredenlere itaate
meyletmeye sevk eden âmil, onların himayesini temenni edip,
yanlarından nusret (yardım ve zafer) dilemekse, işte bunlar, işte
onlar... Âyet o safhayı da açıklıyor, nusret ve himayenin hakikatini
onlara hatırlatıyor: “Hâlbuki Mevlânız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en
hayırlısıdır.”348 İşte mü’minin, yanından zafer dileyeceği, himayesini
talep edeceği yön burasıdır... Sahibi Allah olan kimsenin, Allah’ın
346 3/Âl-i İmrân, 149
347 3/Âl-i İmrân, 149
348 3/Âl-i İmrân, 150
İSYAN - İTAAT
- 101 -
yaratıklarından sahip aramaya ne ihtiyacı vardır? Yardımcısı Allah
olan kimse, kulların yardımına hiç muhtaç olur mu? 349
b- Ehl-i Kitaba: “Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden
bir gruba itaat ederseniz, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfir olmaya çevirirler.”
350
c- Münâfıklara: “Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfir ve münâfıklara
itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve her şeyi yerli yerince yapmaktadır.”
351
d- Kendisini Allah Yolundan Uzaklaştıran ve Saptıran Liderlere
ve Büyüklere: “Allah, kâfirlere/inkârcılara lânet etmiş ve onlara içinde
sonsuz olarak temelli kalacakları çılgın alevli cehennemi hazırlamıştır. Onlar,
bir dost ve yardımcı bulamazlar. Yüzleri ateşte çevrildiği gün, ‘keşke
Allah’a itaat etseydik, keşke peygambere itaat etseydik’ derler. Şöyle derler:
‘Rabbimiz! Biz yöneticilerimize (efendilerimize) ve büyüklerimize itaat
etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap
ver, onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” 352
e- Şeytana ve Şeytanın Dostlarına: Şeytanın dostlarına itaat,
şirke kapı açar, insanı müşrik yapar: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan
kesilen hayvanlardan (onların etlerinden) yemeyin. Çünkü onu yemek
fısktır/Allah yolundan çıkmaktır, günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına,
sizinle mücadele etmeleri için fısıldarlar/telkin ederler. Eğer onlara itaat
ederseniz şüphesiz siz de müşrik/Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.” 353
İnsanın şeytana uyması ve onun adımlarını takip etmesi,354
ona itaat ederek onun çağırdığı yola gitmesi demektir. Şeytanın
emrine uyarak Allah’tan başka tanrılar edinmenin bizzat şeytana
ibâdet/kulluk olarak adlandırılması,355 ona itaat edip uymanın
tehlikesi için yeterlidir.
f- Günahkârlara ve Nankörlere: “Rabbinin hükmüne sabır göster.
Onlardan günahkâr veya nankör olana itaat etme.” 356
g- Yalancılara: “Yalancılara (hakikati yalan sayanlara) itaat etme.
Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.”
357
349 Seyyid Kutub, Fî Zılâlil Kur’an, 2/482-483
350 3/Âl-i İmrân, 100
351 33/Ahzâb, 1
352 33/Ahzâb, 64-6
353 6/En’âm, 121
354 2/Bakara, 102, 168, 208; 4/Nisâ, 83 vd.
355 19/Meryem, 44; 36/Yâsin, 60
356 76/İnsan, 24
357 68/Kalem, 8-9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
h- Ahlâksızlara: “Çok yemin eden, diliyle iğneleyen, kusur arayıp
devamlı kusur arayıp kınayan, kovuculuk eden/durmadan laf götürüp getiren,
iyiliği daima engelleyen, mütecâviz/aşırı giden, suç işleyen/günaha
bulanmış, kaba, haşin ve alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla
damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları (yandaşları)
vardır diye sakın itaat etme.” 358
i- Gâfillere, Zikirden (Allah’ı anmaktan ve Kur’an’dan) Gaflette
Olanlara: “...Kalbini zikirden/Bizi anmaktan (ve Kur’an’dan) gâfil
kıldığımız (unutturduğumuz), hevâsına/kötü arzularına uymuş ve işi gücü
aşırılık olan kimseye itaat etme.” 359
j- Namaza Engel Olanlara: “Namaz kılmaktan men edene asla
itaat etme. Sen secde et ve Rabbine yaklaş.” 360
k- Aşırılara, İsrafçı ve Fesatçılara: “Yeryüzünde fesad çıkarıp/
bozgunculuk yapıp da ıslah etmeyen/dirlik düzenlik vermeyen müsriflerin
(aşırıların ve beyinsizlerin) emrine itaat etmeyin.” 361
l- Şirke Zorlayan Ana-Babaya: “Biz insana ana-babasına iyi davranıp
iyilik yapmasını tavsiye ettik. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan
bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara
itaat etme.”362; “...Önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede
bulunduk. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan
bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara
itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy.” 363
m- Halka, İnsanların Çoğuna, “Çoğunluğun İstediği Olmalı”
Anlayışına ve Zanna: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek
olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan (kesin olmayan
bilgiden) başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan da başka (söz) söylemezler.”
364; “Bilin ki içinizde Allah’ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, birçok işlerde
size itaat etseydi, şüphesiz sıkıntıya, kötü/zor duruma düşerdiniz.” 365
Hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyen zannın366 peşine düşmek,
insanı Allah’a şirk/ortak koşmaya367 kadar götürür. Allah’a
şirk koşmanın ve sahte tanrılara tapınmanın, zanna tâbi olmanın
dışında hiçbir dayanağı yoktur.
358 68/Kalem, 10-14
359 18/Kehf, 28
360 96/Alak, 19
361 26/Şuarâ, 151-152
362 29/Ankebut, 8
363 31/Lokman, 14-15
364 6/En’âm, 116
365 49/Hucurât, 7
366 10/Yûnus, 36; 53/Necm, 2
367 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus,35-36, 66
İSYAN - İTAAT
- 103 -
n- İnsanların ve Bilmeyenlerin Hevâlarına/Kötü Arzu ve İsteklerine:
“(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet
ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin
bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse
bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına
belâ etmek ister. İnsanların çoğu da zâten fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.
Yoksa, onlar (İslâm öncesi) câhiliyye yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan
bir topluma göre, hüküm/kanun ve yönetim yönünden Allah’tan daha
güzel kim vardır?”368; “Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen)
sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” 369
Allah’ın yolundan sapmanın en büyük sebeplerinden biri olan
hevâya 370 tâbi olmayı Kur’an, şirkin temel etkenlerinden biri olarak
görmektedir. “Hevâsını ilâh edineni gördün mü?”371. Allah’ı bırakıp
sahte tanrılar edinmenin, aslında hevâyı ilâh edinme olduğunu
görmekteyiz. Müşrikler, zanna uymanın yanında hevâlarına
uyan kimseler olduğu için372, Kur’an, onların hevâlarına itaat edilip
uyulmaması gerektiğini sık sık tekrar eder373.
o- Allah’a ve Rasûlüne İsyanı (Haram Olan Bir Şeyi) Emreden
Kim Olursa Olsun, Ona: “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat
edilmez.”374 “Ma’siyet (Allah’a isyan, haram ve günah) konusunda kullara
itaat edilmez. İtaat, ancak mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).” 375Hz.
Ebûbekir’in halife seçildiğinde ashâba seslenişi: “Allah’a ve Rasülüne
itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a âsi olursam,
bana itaatiniz gerekmez!”
Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.): “Peygamber (s.a.s.), Ensar’dan bir
kişiyi seriyye emîri yaptı. Seriyyedekiler emîri kızdırdılar. O da
şöyle dedi: ‘Bana odun toplayın’, onlar da topladılar ve tutuşturmalarını
emretti; onlar da tutuşturdular. Sonra emîr şöyle dedi:
‘Rasûlullah (s.a.s.) “dinleyip itaat etmenizi” emretmedi mi?’ Onlar
da ‘evet’ dediler. O da, ‘o zaman ateşe girin’ dedi. (Râvi şöyle) diyor:
Birbirlerine baktılar ve ‘Muhakkak ki biz Rasûlullah’a (s.a.s.)
ateşe düşmemek için sığındık’ dediler. O zaman emîrin kızgınlığı
geçti ve ateşi söndürdü. Peygamber’ in yanına geldiklerinde
O’na durumu anlattılar. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ateşe girmiş
368 5/Mâide, 49-50
369 45/Câsiye, 18
370 38/Sâd, 26
371 25/Furkan, 42; 45/Câsiye, 23
372 7/A’râf, 126; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 16
373 2/Bakara, 120, 145; 5/Mâide, 48, 49, 77; 6/En’âm, 56, 150 vd.
374 Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839, 3/1469
375 Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Tecrid- Sarih Terc. 12/294; Müslim, İmâre 39;
İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2863-2865, 2/955)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
olsaydınız, ebediyyen oradan çıkamazdınız. Muhakkak ki itaat mârufta/
iyilik ve meşrûluktadır.” 376
Rasûlullah burada itaatın sınırını belirlemektedir. O da, itaatın
mârufta olduğu sürece geçerli olacağıdır. Mâruf dairesi dışına
çıktığında emredilen iş, Allah’ın gazabına çevrilmiştir ve Allah’a
isyanda yaratılana itaat yoktur. İtaat etmemiz gereken birçok şey
vardır. Bunlar: İslâm devletinde halifeye ve valilere, anne babaya,
hanım kocasına, köle efendisine, hizmetçinin hizmetini gördüğü
kimseye, İslâm askerinin müslüman komutanına, öğrencinin hocasına,
işçinin mükellef olduğu işverene... Hz. Ebûbekir’in hilâfete
geldiğinde söylediği sözde halife; halkın, başkanlığına itaat sınırını
belirlemiş, körü körüne bir itaat emretmemişti. Şüphesiz itaat
Allah’ın emrettiği şeylere yahut mârufun içeriğindeki şeyedir. Fakat
mâruf mefhumunun dışına çıkana itaat yoktur.
Halife veya devletin birinci sorumlusu, halka te’vili olmayan
bir ma’siyet emrederse buna itaat edilmez. Allah’tan sonra itaati
en çok hak eden anne babaya itaat gelmektedir: “Rabbin yalnızca
kendisine itaat etmeyi ve anne babaya iyiliği emretti.”377 Anne babaya
büyük itaati tavsiye ettikten sonra, çocuklarına ma’siyeti emretmeleri
durumunu istisna ediyor ve şöyle diyor: “Annen ve baban;
hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için sana karşı bir çaba
harcarlarsa bu durumda onlara itaat etme.” 378
Küfürde Önderler ve Onların
İzinden Giden Uyduları
İnsan psikolojisi, etkileşime açıktır; insanın diğer insanlardan,
çevrelerinden etkilenmesi sosyolojik bir vâkıadır. Toplumların, kitlelerin
de önderlerine tâbi oldukları gerçeğini de hemen herkes
gözlemleyebilir. Halk, bazen onlara hayran olur, taklit eder, bazen
emir alır, itaat eder ve isteyerek veya istemeyerek yönetilir, yönlendirilir.
Halkın kendi kendini yönetimi gibi aldatıcı slogana rağmen,
demokrasilerde bile itaat edenler ve itaat edilenler, uyanlar
ve uyulanlar diye toplum iki sınıftan ibarettir.
İşte bu yığınların hem dünyevî hem de uhrevî sorumluluğunu
büyük çapta önderler yüklenecektir. “Bir fenalığa sebep olan, onu
işleyen gibidir” hükmünce, kötülüğe önder olup çığır açan kimseler,
öncülük yaptıkları toplumların günah yüklerinden de pay alacaklardır.
Tarihin her döneminde dalâlet ehlinden, milletleri saptıran,
376 S. Buhâri, Fethu’l Bâri, 7145; el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/226
377 17/İsrâ, 23
378 31/Lokman, 15; Abdülhamid Bilali, Eğitici Dersler, 75-76
İSYAN - İTAAT
- 105 -
ideolojik bâtıl inançlarını otoriteleri ve yönetimleri sayesinde toplumların
bütün kesimlerine derece derece empoze eden önderler
ve elebaşılar çıkmıştır. Bazı gafil toplumlar da bu dalâlet öncülerini
gözlerinde büyütmüş, kahraman yaftası altında yücelttikçe
yüceltmiş, onlara büyük bir coşku ile itaat edip tâbi olmuştur.
Bazı uluslar, uyanıp akıllarını başlarına alarak o sahte kahramanları
yerle bir etseler ve bir zamanlar taptıkları heykellerini devirseler
de, bazı toplumların uyanışı bu dünyada olmayıp âhirete
kalmaktadır. Fakat oradaki uyanışları da, “Ey Rabbimiz, biz önderlerimize
ve büyüklerimize itaat ettik, onlar da bizi hak yoldan saptırdılar”379
demekten ileriye gitmeyecek, dünyadayken itaat edip peşinden
gittikleri önderlerine kendilerine verilen azabın iki katını vermesi
ve lânet etmesi için Allah’a yalvaracaklardır.380 Bu fâni dünyada,
kendilerine ümit bağlayarak siyasî, idarî ve ekonomik bakımdan
itaat edip uydukları, müslümanlara rağmen tercih ettikleri, “bizi
kurtardı”, ya da “kurtaracak” dedikleri, âdeta takdis edip dokunulmaz
ve hata etmez saydıkları, ilkelerini, görüşlerini ilâhî ve
nebevî bildirinin üstünde tutarak ilahlaştırdıkları o önderleri, büyük
hesap gününde en büyük düşmanları haline gelecektir.
Kalabalıkların şuursuzca itaat edip izini takip ettikleri reislerine,
“Siz olmasaydınız elbette biz mü’min olurduk!”381 şeklinde suçladıkları
zaman, o itaat ettiklerinden alacakları karşılık da: “Size
hidâyet geldiği zaman, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz kendiniz suç
işliyordunuz!”382 cümlesinden ibarettir. Toplumlara tahakküm eden
bu müstekbirlerle itaatkâr uyduları arasındaki bu tartışma, uyduların
şöyle demesiyle sona erecek: “Hayır, öyle değil! Gece gündüz
(sizin işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Allah’ı inkâr etmemizi, O’na eşler koşmamızı
bize emrederdiniz!” 383
İşte beşerî düzenlerin hepsinde görüldüğü üzere, âdeta bir
sürü gibi yönetilenler, hak nizama gözlerini ve gönüllerini kapayanlar,
yanlışlık ve haksızlık karşısında hiçbir tepki göstermeyip
kalabalığa uyanlar, hakka karşı olduğu halde otoriteye itaat edip
boyun eğenler... sonunda yönetici önderlerine, şöyle diyecekler:
“biz size uymuştuk, şimdi bize gelen bu ateş azabından küçük bir parçayı
olsun bizden savabilir misiniz?” 384
379 33/Ahzâb, 67
380 7/A’râf, 38
381 34/Sebe’, 31
382 34/Sebe’, 32
383 34/Sebe’, 33
384 14/İbrahim, 21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
Toplumlar, genellikle meliklerinin dini üzeredirler. Meliklerin
gidişatı, dünya görüşleri, tercihleri, değer yargıları, tebaalarına
da yansımaktadır. “Ennâsü alâ dîn-i mülûkihim: İnsanlar meliklerinin
dini üzeredir” hadis-i şerifi bunu ifade etmektedir. Bilindiği gibi, insanlar
İslâm fıtratıyla doğuyor; dünyaya doğuştan inkârcı olarak
gelmiyorlar. Sonradan aile, çevre, ortam, eğitim ve yönetim, onların
mü’min kalmalarında ya da münkir olmalarında az veya çok
etkili oluyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, itaat konusu, dünyada
onurlu bir şekilde yaşamanın, âhirette ateşten korunmanın temel
dinamiklerindendir. Allah, Firavun ve adamları hakkında, “Biz onları,
insanları ateşe çağıran önderler yaptık.”385 buyuruyor. Bu liderlerin
insanları ateşe çağırması demek, onları cehenneme götürecek
fiilleri yapmaya dâvet etmeleri ve buna vesile olmaları demektir.
“Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.”386
O gün, her insan topluluğu, ilâhî ya da şeytânî önderlerine nisbet
edilerek çağrılacak. Meselâ “ey Firavun itaatkârları” , “ey Nemrut
uyduları”... diye dâvet edilecek. Ayrıca, dinlerine, kitaplarına, taraftarlıklarına
nisbet edilerek çağrılacaktır.
Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz
kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar,
önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar,
itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek
yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar.
Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle
görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın
fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı
yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları”387 şeklinde
tecelli edecek.
Dünyadaki etkileme, tahakküm vâkıası ve itaat anlayışı o derece
açık ve enteresandır ki, ilâhî adâlet gününde bunu mütegallibelerin
(haksız olarak ve zor kullanarak hükmedenler) yüzüne
çarpan taklitçi ve itaatkâr uyduları, sanki bugün yaşanan “oyun”u
dile getiriyor gibidir. Şöyle diyor, itaat edip tâbi olanlar, itaat ettiklerine:
“Siz bize sağdan gelirdiniz (suret-i haktan görünüp vesvese
verir, telkinde bulunurdunuz) derler.”388 Güvendiğimiz yönden bize
sokulup propaganda yapardınız. Siz bize hak cihetinden gelir,
bâtılı bize süslü gösterirdiniz. Bizi hidâyet yoluna uymaktan alıkoyardınız.
Bize din taraflısı görünerek yaklaşır, sahte delillerle
385 28/Kasas, 41
386 17/İsrâ, 71
387 37/Saffât, 22-23;
388 37/Saffâft, 28
İSYAN - İTAAT
- 107 -
aldatırdınız diyecekler. Zamanlar, metodlar ve imkânlar değişse
bile, aldatmadaki asıl unsurun nasıl her devirde birbirine benzediği
hayret vericidir. Yöneteni ve yönetileniyle, itaat edileni ve edeniyle,
yönlendireni ve kandırılanıyla hepsi “o gün azabda müşterek/
ortaktırlar.” 389
İtaat ve İsyan Yoluyla Düşülen Şirk
İnsanımıza abdesti bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler
anlatılamadığı, anlatılmasına izin verilmediğinden, tam tersine,
her çeşit günah ve isyan için, “bunlar imanı bozmaz, bunlar
olmadan da müslümanlık olur” diyerek insanları her çeşit isyana
rağmen Allah’ın affına güvendirerek kandıran kimselerin 390aldattığı
insanımızın mü’mine benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez.
Olayın iman boyutu, kabul ve itaat sözü olan “illâ Allah”
tan önce gelmesi gereken red ve isyan sözü “lâ ilâhe” ile ilgili
tevhid penceresinden bakışla uzun bir ufuk turu ile çağdaş yaşam
değerlendirilebilir.
Biz olayın bir başka yönünü vurgulamış olalım: İbadette esas
olan itaattir. Bir başka deyişle Allah’a ibâdet, O’nun emir ve yasaklarında
sadece O’na itaat etmektir. Allah’ın emrine boyun eğmeğe
yanaşmayan, itaatte Allah’tan başkasına yönelerek onların
icad ettiği helâl ve haramlara uyan kişilerin inançlarında –her ne
kadar aksini iddia etseler de- Allah’ın rubûbiyet ve ulûhiyetine
yer yoktur. O, eylemleri ve isyanlarıyla mutlak otorite anlayışına,
ilâhlık ve rablik makamına Allah’tan başkasını koyarak kullukta
ona yöneliyor. Mü’min olmak ve mü’min kalmak için mutlak anlamda,
kayıtsız ve şartsız itaatin yalnız Allah’a yapılması gerekir.
Âlemlerin rabbı olan Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir.
Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrii alanda bu rabliğe karşı çıkabilir.
Yeryüzündeki tasarrufunu Allah’ın hükmüne göre değil;
kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Bu zâlim insan,
yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar.
Bunun için Allah’ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar.
Böylece insan, kendi arzularını ilahlaştırmış olur. Arzularının
doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde
rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat
edenler de, Allah’ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.
Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve
pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Dinin
389 37/Saffât, 33; Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, 92-97
390 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
ilk şartı, Allah’a, O’nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah’a
rağmen Allah’tan başkalarının koyduğu gayrı meşru hükümlerine
seve seve uyup itaat edenlerin, “Allah’ın rablığına ve ilahlığına
inandık” demeleri kendilerini kurtarmaz. Çünkü İslâm; rab olarak
sadece Allah’a inandıktan ve O’na karşı kulluk vecibelerini yerine
getirdikten sonra, O’nun koyduğu hüküm ve kurallara itaat
edilmesini de ister. Bunun için, insanlar, Allah’ın kesin olarak bildirdiği
hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının
ortaya koyduğu hükümlerine isteyerek itaatleri halinde, her ne
kadar dâvâları Allah’a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.
Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri
ilâhla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları ilâhlar aynı değildir.
Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah’ın ilâhlığını
ve rablığını, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek
çoğu, pratik hayatlarında Allah’tan başka rabların emirlerine ve
hükümlerine teslim olmaktadırlar. İnsanların pek çoğunun maruz
kaldığı en büyük tehlike; Allah’ı günlük yaşantılarında rab kabul
edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü’min ve müslüman olduklarını
söylerlerken, diğer yandan da Allah’ın emir ve yasaklarını bir
tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin
emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayri meşru hükümlere gönüllü
olarak itaat ederler; böylece Allah’tan başkalarını rab edinmiş
olurlar.
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve isyanı olmayan,
mevcut düzene her yönüyle uygun bir din dayatılıyor. Her
şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab ve hâkimiyet
anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için
bin dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık (!) hâkim kılınmak
isteniyor. Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan,
Allah’a iman eden, ama tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini
ifade eden bir din, ilâhî olmaktan öte beşerî bir din!..
Rabliğin birkısım özelliklerini Allah’tan başkalarında görmeleri,
ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları,
Allah’tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların
pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah’tan başka rabblar olduğuna
inanıyorlar veya Allah’ın rabblığına teorik olarak inansalar da
pratik hayatlarında Allah’tan başkalarının rabblığına teslim oluyorlar.
İşte rabb konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri
asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklerde geçen, dünyaya,
insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan
bir Allah inancı. Yani göklerin rabbı. Hâlbuki Allah, göklerin, yerin,
bütün âlemlerin rabbıdır.
İSYAN - İTAAT
- 109 -
Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hatem, boynunda altından
bir haç olduğu halde Rasülüllah’ın huzuruna geldi. Peygamberimiz
ona: “Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar.” buyurdu. Bu sırada
Rasülüllah “Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve rahiplerini Allah’tan
başka rabblar edindiler.”391 mealindeki âyeti okuyordu. Adiyy: “Ey
Allah’ın Rasûlü, hıristiyanlar, rahiplere ibâdet etmediler ki (onları
rab edinmiş olsunlar)” dedi. Peygamberimiz: “Evet ama onlar (hıristiyan
rahipleri ve yahudi hahamları) Allah’ın helal kıldığını haram; haram
kıldığını da helal saydılar. Onlar da bunlara uyup itaat ettiler. İşte onların
bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir.” buyurdu.
392 Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab
edinmiş olmak için ona hemen rab adını vermiş olmak şart değildir.
Bu rab edinme, tabii ki onların önünde secde etmek, onlara
doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Allah’tan
başkalarının emrine, Allah’ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba
katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda
Allah’tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah’tan
başkasına itaat ederek O’nun dininin emir ve hükümlerine başkasını
tercih ederek muhalefet etmek, Allah’tan başkalarını rab
edinmek ve onlara tapmak demektir.
Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise, Allah’ın
emrine, Hakk’ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri
benimsemek ve onları Allah’a tercih edip onlara uyup itaat
etmek de öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden
fazla değer vermek, Allah’ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş
ve fikirlerini benimsemek olduğu için, bir şirk çeşididir. Onların
sözlerine itaat edip, Allah’ın emirlerini terketmenin puta ve
tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi açıktır. Hakkı batıl, batılı
da hak yapmaya çalışıp, insanlara helali haram, haramı da helal
tanıtarak Allah’ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmi haysiyetten
uzak birer tâğutturlar. Bunlara uyup itaat etmek de onları
rabb kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah’ın hükmüne
değil de onların isteklerine itaat ederek onlara Allah’a tapar
gibi tapmış olanlardır.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz.
Müslüman mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın
olmasından ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat
ve isyan konusuyla ilgili şirktir. Hani meşhur fıkradaki ifadeyle,
taşlar beşerî yasalarla bağlı ve itler de “özgürlük tanrısı”nın salıvermesiyle
her önüne gelene saldırmak için ortalıkta koştururken,
391 9/Tevbe, 31
392 Tirmizî, Tefsir 9
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
fincancı katırları ürkütme riskini göze alamayanlarca bu çeşit şirke
vurgu yapılamamakta, hatta bu şirk canavarı, ehlîleştirilmiş ve
mâsum gösterilmektedir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp
yanlış işaretlerle mecburi istikamet diye gösterilen cehennem
yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas gibi açanlar çıkmadıkça
ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme çabasına yeterli sayıda
insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt yakacaklar bile
kalmayacaktır.
“Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler;
o takdirde büsbütün kaybedersiniz.”393; “Rabbinizden size indirilene
(Kur’ân’a) uyun. Ondan başkasını evliyâ/dostlar edinip peşlerine düşmeyin.
Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”394; “Bunlar, Allah’ın (koyduğu)
sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden
ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte
büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve
sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için
alçaltıcı bir azâb vardır.” 395
İtaat edilen Allah ise, kişi, yüce mertebe olan “Allah’ın kulu”
olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaatı tercih edince de,
“emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik ve zilleti
seçmiş olur.
Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. İmanın
gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile
bağlılığın ifadesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün
verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilâh olmadığına
şahit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine
giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe
sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu
kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun
imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü
o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine
getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o,
onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. “İnsanlardan
öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; hâlbuki
onlar, mü’min değillerdir.”396 “Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik
derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüz çevirir, bunlar
393 3/Âl-i İmrân, 149
394 7/A’râf, 3
395 4/Nisâ, 13-14
396 2/Bakara, 8
İSYAN - İTAAT
- 111 -
mü’min değillerdir.”397; “Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat
ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’
diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen
sağırlar ve dilsizlerdir.” 398
Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve
görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahlûklar olarak tanımlıyor.
İmanının gerçek olup olmadığı ortaya çıksın diye mü’min,
Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir
imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz,
kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/
sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.”
399
Allah’a İtaat ve İsyanın Boyutları
İtaat ve isyan, insanlar için imtihan konuları olduğundan,
nefse zor gelir. Bâtıla isyan, irâde gücünün göstergesidir. Nefsin
hevâsına, kötü arzularına isyan etmek, yani olumlu isyan da savaş
kadar zor olduğundan, geleneksel İslâmî kültürde “büyük cihad”
sayılmıştır. İnsan, hevâsını/kötü arzularını mı, yoksa gerçek ilâh
Allah’ı mı ilah kabul ediyor; bu itaat ettiği mercî ile ilgilidir. İtaatin
her türlü şartta, her çeşit zorlukta ve kayıtsız şartsız, pazarlıksız
uygulanması gerekir. Bazı küçük zorluklara göğüs gererek yapılan
itaat, belki münâfıklar tarafından da gösterilebilir; oysa zorluk ve
sıkıntıya rağmen itaat, mü’minlere hastır. Kur’an’da münâfıkların
Allah yolunda girişilecek mücadeleyi zor görerek geride kaldıkları
bildirilir. Ancak, eğer “yakın bir yarar ve orta (zorlukta) bir sefer
olsa, geleceklerdir400. Mü’minin sahip olduğu en önemli özelliklerden
biri, itaatini her durumda korumasıdır. Rasûlullah bir hüküm
koymuş, bir karar vermişse, mü’min, kendi basit çıkarlarına aykırı
da olsa buna itaat eder. Kur’an, münafıklarla mü’minleri itaat konusunda
farklı davranışlarıyla bize tanıtır. 401
İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan
da kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber
bulunurlarsa her ikisi de eksiktir, yok sayılır. Bazı insanlar,
övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları yok” diye
bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi insan olduğu
vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı
397 24/Nur, 47
398 8/Enfâl, 20-22
399 29/Ankebut, 2-3
400 9/Tevbe, 41-42
401 24/Nûr, 47-54
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı
değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı açığa çıkacaktır.
Yani, itaatsizlik de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen
biri, isyan içinde demektir, isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları
olmasın.
Yine, Allah’a itaatla birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği,
itaat etmemizi istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz.
Biri varsa, öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden
Allah’a imanın geçerli olmadığı 402 gibi, tâğuta isyan olmadan,
tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat de gerçekleşmez.
Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih
ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden
kimse, O’na kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu
duyarak gösterecektir. İtaat olmadan cennet yoktur.403
Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak, onlara hayat verecek
şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir itaat. “Ey
iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve
Rasûlü’ne icâbet edin.” 404
Allah’a itaati terkeden isyankâr ve kendine zulüm/yazık
edenlere dünyevî cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir.
“Zâlimlerin bir kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”405 İnsanlar
bozuldukları, Allah’a âsi oldukları zaman, onların kötüleri
başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” 406
Allah’a ve Rasûlü’ne itaat, namaz ve zekâtla da yakından ilgilidir:
“Namaz kılın, zekât verin, Peygamber’e itaat edin ki size merhamet
edilsin.”407; “...Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin.
Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” 408
Allah’a gerçekten iman etmiş kimse, yaratılış amacının sadece
Allah’a ibâdet olduğu409 bilincindedir. O, namazını, ibâdetlerini,
hayatını ve ölümünü hep âlemlerin Rabbi için,410 O’nun rızâsı
doğrultusunda geçirmeye söz vermiştir. Mü’minin hayatı, tümüyle
ibâdet olduğundan/olması gerektiğinden, itaat ve isyanı da
402 2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36
403 4/Nisâ, 14
404 8/Enfâl, 24
405 6/En’âm, 129
406 Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127
407 24/Nûr, 56
408 58/Mücâdele, 1
409 51/Zâriyât, 56
410 6/En’âm, 162
İSYAN - İTAAT
- 113 -
namazına benzeyecektir. Namazı, Allah’ın istediği gibi kılmakla
nasıl ibâdet yapılmış oluyorsa, Allah’a herhangi bir konuda itaat
de ibâdettir. Namaz kılarken imama uyup itaat ettiği gibi, büyük
imam olan müslüman yöneticiye, yani ülü’l emre de öyle itaat
edecektir. Namaz kılarken, kendinden daha âlim ve takvalı olsa
da imamın yanlışına uymadığı, onu gerektiği şekilde düzelttiği
gibi, yöneticisinin de yanlışlarını ikaz edecek, düzeltecektir.
Hz. Ömer’in, “ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılırsam, ne
yaparsınız?” diye sorduğunda, cemaatten herhangi bir genç, ayağa
kalkıp “Allah’a ve Rasûlüne azıcık muhâlefet etsen, itaatten
kıl kadar ayrılsan, seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” diye cevaplaması,
Hz. Ömer’in de bu cevaba şükretmesi, örnek alınma gereği duyulmadan,
sadece tarihî bir vaka olarak değerlendirilemez.
Bilindiği gibi, Hz. Ebu Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı
konuşmada şunları söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım
halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun;
saparsam düzeltin beni. Doğruluk emanet, yalan hıyânettir. İçinizdeki
güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür.
İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar
benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü
onu terkeden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür.
Allah’a ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a
âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!”
Bütün Evren Allah’a İtaat Etmektedir
Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:“Gökte ve yerde her ne varsa
hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır. Böyle olduğu
halde onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki O’na
döndürüleceklerdir.”411 Âyette “isteyerek” kelimesi “itaat” kelimesiyle
ifade edilmektedir. Bunun anlamı yerde ve gökte olan şeyler,
ister Allah’a gönülden teslim olarak itaat edici olsunlar, isterse
bundan hoşlanmasınlar; her şey O’na teslim olmak zorundadır.
Peki, gökler ve yeryüzü, gönül rızası ile severek ve isteyerek mi;
yoksa istemeyerek, zoraki ve mecburen mi Allah’a ve O’nun yasalarına
uyuyorlar? Cevabını, onları sadece dış görünüşüyle ve çok
yüzeysel ve de kısmî olarak tanıyan bizim verebilmemiz beklenmez.
Tüm yarattıklarını en iyi tanıyan O’dur. “Hiç yaratan bilmez
mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”412
Öyleyse cevabı O’ndan öğrenelim: “Sonra buhar halinde olan göğe
yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. Her
411 3/Âl-i İmrân, 83
412 67/Mülk, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
ikisi de: ‘İsteyerek/itaat ederek (tâiîn) geldik’ dediler.”413 Burada dünyanın
ve göklerin Allah tarafından kendilerine yüklenen görevlerin
gereğini isteyerek, seve seve yerine getirdikleri vurgulanmaktadır.
Bu âyette geçen “kerhen = istemeden, zorla” ifadesinin karşıtı,
itaat kelimesinin kökü olan “tav’an = isteyerek” kelimesi olduğu
gibi; aynı zamanda “isteyerek” anlamı verilen “tâiîn = gönülden
itaat ederek” kelimesinin kullanılışıdır. Bu kullanım, Kur’an’ın
itaat kavramı hakkındaki mantığını gösterir: İçlerinde, hoşlanmadıklarını
gösteren bir sıkıntı duyarak, gönülsüz bir şekilde uyar
gözükmenin “itaat” olarak kabul edilmediği; ancak, gönülden
boyun eğerek, tam bir teslimiyetle414 boyun eğmeye “itaat” dendiğidir.
Bu özellikleri taşımayan, yani gönülden ve severek yapılmayan
bir uymanın/zarurî teslimiyetin, itaatkâr mü’minlerin değil;
münâfıkların tavrı olduğudur.
Allah’a itaat, evrenle uyum içinde ve onlarla kardeş olup bütünleşmedir.
İnsan dışında bütün varlıklar Allah’a itaat etmektedirler.
Bütün evren, gökler, yer ve buralarda bulunanlar, Allah’a
teslim olmuşlar, O’na secde etmişler ve O’nun emrine itaat edip
uymuşlardır 415. “Sonra yine kalpleriniz katılaştı. İşte onlar (kalpleriniz)
şimdi katılıkta taş gibi, hatta daha da katı. Çünkü taşlardan öylesi var
ki, içinden ırmaklar fışkırır. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır/
kaynar(gözyaşı döker). Taşlardan bir kısmı da haşyetle, Allah korkusuyla
yukarıdan aşağı düşer. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil
değildir.”416;“Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu,
Allah korkusundan huşû ile baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu
misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”417 İnsan kadar yüce vasıflarla
donatılmamış, yer ve gök Allah’a isteyerek itaat ettiği, bu
coşkusunu sergilediği halde, insanın itaat etmemesi uygun olur
mu? O takdirde en güzel biçimde yaratılan418 insanın, yeryüzüne
halife419 olması mümkün olur mu? O zaman esfel-i sâfilîn/aşağıların
en aşağısına420, en alçak yere/cehenneme lâyık olmaz mı?
Âyetlerde açıkça görüldüğü gibi itaat, Allah’ın ve Rasûlü’nün
verdiği hükme rızâ göstererek gönülden bir teslimiyetle boyun
eğme anlamını taşımaktadır. Allah’a ve Peygamber’e gösterilecek
itaatin; zoraki, yapmacık, gösteriş için, istemeye istemeye
413 41/Fussılet, 11
414 4/Nisâ, 65
415 3/Âl-i İmrân, 83; 13/Ra’d, 15; 41/Fussılet, 11
416 2/Bakara, 74
417 59/Haşr, 21
418 95/Tîn, 4
419 2/Bakara, 30
420 95/Tîn, 5
İSYAN - İTAAT
- 115 -
yapılması itaat sayılmaz. İtaatin içten, gönülden gelmesi gerekir.
Mü’min, peygamberin yolunun, onun sünnetinin doğru olduğuna
kesin olarak kanaat etmeli ve itaatinde hiçbir şüphe ve sıkıntı
duymamalıdır. Gönülsüz bir itaat, Kur’an’da imansızlık göstergesi
olarak değerlendirilir: “Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan
anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden
içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe
iman etmiş olmazlar.” 421
Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten yüz çevirmek, insanın küfrünü
gerektiren bir durumdur: “De ki: ‘Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Eğer
yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 422 Mutlak otorite
Allah’tır. O’nun izni, bir şeyi meşrû, helâl, mubah kılar; izin vermediği,
yasakladığı bir şeyi de meşrû ve normal kabul etmek, mutlak
ve nihâî otorite olan Allah’ın bu yetkisini başkalarına vermektir.
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları
mı vardır?” 423 Allah’ın emrine boyun eğmeğe yanaşmayan, itaatte
Allah’tan başkasına, Allah’ın kendilerine itaati yasakladıklarına
yönelerek onların icat ettiği İslâm’a ters kuralları benimseyerek
onlara itaat eden kimse, diliyle farklı iddiada bulunsa da, şirk içindedir.
Allah’tan başkasına ve O’nun izin vermediği kişi ve ilkelere itaatin,
insana huzur vermediği nice acı tecrübelerle görülmektedir.
Allah’a ve Allah rızâsı için O’nun müsaade ettiklerine itaat, hayat
verici, mutlu edici, iki cihanda aziz eden bir itaattir. Dünyada huzur
ve âhirette kurtuluş ancak bu itaatle gerçekleşir. Çünkü itaat,
imanın gereğidir. Allah’a itaat etmeyen, Rasûlullah’tan, müslüman
emir sahiplerinden, ya da kâmil mü’minlerden ayrı bir yola
sapan kimsenin varacağı yer, cehennemdir: “Kendisi için doğru yol
belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan
başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o,
ne kötü bir yerdir.” 424 “Kim Allah’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve
sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için
alçaltıcı bir azâb vardır.” 425
Toplum halinde yaşamak zorunda olan insanların fesat ve
kargaşadan kurtulmaları için, düzen ve âdil otoriteye, sadakat ve
itaate zaruret vardır. İnsanlar toplum halinde tâatsiz yaşayamaz.
Problem, kime ve niçin itaat edilmesi konusunda düğümlenir.
421 4/Nisâ, 65
422 3/Âl-i İmrân, 32
423 42/Şûrâ, 21
424 4/Nisâ, 115
425 4/Nisâ, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
İnsanların, kendileri gibi zaaflara sahip, bazı konularda kendilerinden
daha kötü bir insana itaat etmeleri, kısmî faydaları yanında
daha büyük zararlara yol açmaz mı?
Tarihten günümüze binlerce defa görülmüştür ki, zulmün,
diktatörlüğün, tuğyanın, müstekbirliğin, sömürünün, yani şirk ve
küfrün bütün farklı çizgilerinin temel sebebi, otorite hususu, emir
ve itaat konusundaki gayr-ı meşrû/bâtıl ve yanlış anlayışlardır. İnsanın
insana ilâhlık taslamasına, onu emir kulu kabul edip istediği
gibi yönetip yönlendirmesine kim izin vermektedir? Özgürlük ve
demokrasi taraftarları da bu konuda, insanın şerefini koruyan ve
zulmü önleyen tatmin edici cevaplar verememektedir. İtaatsiz yaşanmıyor
ve insana itaat de nice probleme sebep oluyorsa, çözüm
nedir?
Tartışılmaz üstünlüğü olan, tüm insanlardan daha yüce, insandaki
eksiklik ve yetersiz bilgi, zulmetme eğilimi gibi hiçbir zaafı
olmayan, insanın her yönünü insandan daha iyi bilen Allah’a itaatin
dışında bir çözüm olamaz. O, hem insanları, hem tüm evreni
yaratan ve onlara hükmedendir. İtaat edilmeye lâyık tek varlıktır.
Allah’ın dışında mutlak itaat edilmeye lâyık kimse yoktur; O’ndan
başkasına itaat, ancak O’na itaat sayıldığı yerlerde, yani yetkisini
ve sınırını O’nun belirlediği ve O’na itaat edenlere itaat ölçüsünde
doğru olacaktır. O’nun dışında kimse kimseye rablik yapamaz,
ilahlık taslayamaz. İnsanların insanlara haksız hükmü tahakkümü
doğurur. İnsanların Allah’a itaati ise adâlet, huzur ve saâdeti neticelendirir.
Şu bunalım çağını saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak,
saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti güncelleştirmek için
bundan başka çözüm yoktur.
Nerdesin Ey Güzel İsyan?
Olumlu İsyan: Olumlu anlamda isyan, gerekli şekilde ve gereken
yerlere gösterildiğinde cihad farîzasını içerir. Küçüğüyle
büyüğüyle, silâhlısı ve silâhsızıyla, dış düşmanlara, iç düşmanlara,
şeytana veya nefse karşı olanıyla, kâfire veya münâfığa, yani her
çeşidiyle cihad, bir isyandır. Dinin müsaade etmediği durumlardaki
isyan ise, fesattır, fitne ve terördür. İsyanın gerektiği yerleri tespit,
İslâm’a göre farklı; câhiliyyeye göre farklı olduğundan, nice
cihad eylemi, câhiliyye bakış açısına göre isyan, ayaklanma, terör
ve fundamentalizm yaftası yiyebilmektedir. Müslümana göre de,
namaz kılmayan veya tesettüre uymayan, ya da içki içen birisi
Allah’a isyankâr, yani fesatçı, terörist bir kimse kabul edilir.
Tevhidî çevre içinde, toplumun ve yönetimin Allah’a itaati
şiar edindiği yerde mü’mine yakışan “işittik ve itaat ettik” demek
İSYAN - İTAAT
- 117 -
olduğu gibi; şirkin ve Hakka isyanın hâkim olduğu yönetim ve çevre
şartlarında mü’mine yakışan “ne işittik, ne de itaat ettik” , yani
“dinlemiyoruz, itaat etmiyoruz!” demek, kutsal isyanı öne çıkarmaktır.
İslâm’ın hâkim olduğu yerdeki müslümanın temel tavrı ile
İslâm’ın mahkûm olduğu konumdaki tavrı elbette aynı değildir.
Bunu Âsiye ismi ile örneklendirebiliriz: Peygambermiz, câhiliyye
döneminde müşrik babaları tarafından çocuklarına verilmiş olan,
manası şirki çağrıştıran isimleri; anlamı kötü ve ahlâksızlığı hatırlatan
adları değiştirirdi426. Bu kabilden olmak üzere “isyankâr, isyan
eden kadın” anlamına geldiği için “Âsiye” ismini değiştirmiştir.
Müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi. Rasûlullah (s.a.s.)
onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: “Sen Cemile’sin” dedi.
427. Ama aynı Rasûl, Kur’an’da ismi belirtilmeyen “Firavun’un
hanımı” nın “Âsiye” olduğunu bildirmiş ve ondan övgüyle söz
etmiştir 428. Bundan şöyle bir çıkarım yapmak herhalde yanlış olmaz:
İslâm’ın hâkim olduğu, yönetimin ve çevrenin Allah’a itaat
edenlerden teşekkül ettiği ortamda Âsiye/isyankâr olmak büyük
bir yanlıştır. Ama Firavunların hâkim olduğu ve Allah’a itaat etmeyenlerin
egemen olduğu ortamlarda Âsiye/isyankâr olmak;
dünyevî açıdan riskli olsa da en temel, kurtuluş için en emin tavır,
Rasûlullah’ın övgüsüne mazhar olan en doğru yoldur.
Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından
her çeşit tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören,
“gelene ağam, gidene paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz,
dolayısıyla kişiliksiz insan değildir. Düşünmeyen, hakkı yaşamayan
bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini çıkarmayan, tepki göstermeyen,
silik bir şahsiyet olamaz. “Münkerler” etrafını kuşattığından,
en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara karşı mücadele
ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani “nehy-i
anilmünker” yapmak mecburiyetindedir. Tevhid eri olabilmek için;
Allah’ın dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî,
fikrî, nefsî... alanlardaki tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun
her tezâhürüne, endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin
her çeşidine tavır almak olmazsa olmaz bir zarûrettir. Muvahhid
olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca ölmek için tâğutlara,
zorbalara, ilahlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası Allah’a
itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır. Bu tavır takınılmadan,
izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min
426 Bk. Buhâri, Edeb 108; Ebû Dâvud, Edeb 62; İbn Mâce, Edeb 32
427 Müslim, Âdâb 14, 15; İbn Mâce, Edeb, hadis no: 3733; Tirmizî, Edeb, hadis
no: 2840; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/18; Dârimî, Sünen, İsti’zân 62
428 Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
ölmek de mümkün değildir429. Trafik ışığı olarak kırmızı lamba konusunda
itaatsizliğin cezası değerlendirilir de, Allah’ın koyduğu
helal-haram hududuna itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır
dersiniz?
İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı.
Küfre isyan edemeyen müslüman, en azından itaatsizlik yapmalıdır.
Zâlim otoritelere karşı sivil tepki ve sivil itaatsizliğin en güzel
destanlarını tevhid yolunun önderleri yazmıştır. Nemrutlara itaat
etmeyip putlarını kıran İbrahim, Firavunlara başkaldıran Mûsâ,
câhiliyye şirkine karşı en şanlı direniş, en anlamlı tepki ve en güzel
savaş sayfalarını yazan Hz. Muhammed...
Yeşiller, çevreciler, hayvan severler, sendikalar, spor fanatikleri...
kadar bile tepkilerini dillendiremeyen dâvâ adamları(!); sayıları
kırkı bulur bulmaz sivil itaatsizlik ve tepkilerini sokağa taşıran,
sloganlar atıp tevhidi gülle gibi meydanlara savurarak kutsal isyana
giden yolu açanları sadece tarihte yaşanıp bir daha tekrarlanamayacak
masal gibi değerlendirirler. Onların çoğu, zenginliğin
ihtiraslı rüyalarının mahmurluğu içinde dünyevîleşme çarkında
veya hor gördüğü müslümanları bırakıp müşriklere hoşgörüler
dağıtmakta, bazıları da tâğutları, kâfirleri darıltmamaya özen
göstermekte, hatta kimse inanmasa da büyük putları sahiplendiğini
ilân etmede veya etliye sütlüye karışmadan gününü gün edip,
suya sabuna karışmadan temizlik(!) peşinde.... Allah’a iman ettiği
halde tâğuta kulluk yapmak, küfre dolaylı da olsa hizmet etmek,
Allah’a itaat etmeyene muhâlefet bile yapamadan ot gibi yaşayıp
gitmek, her konumdaki ve her zihniyetteki âmire itaat edip emir
kulu olmak, bütün bunlar Allah’a hakkıyla kul olmak isteyen bir
müslümandan, cehennem kadar uzak olması gereken hususlardır.
İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken,
üstad Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize
edilmiş bulabileceği bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve
bu dengenin kayboluşunu şöyle açıklar:
“Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan
sonra cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği
işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve
onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi
ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle bulunduğu yerden kımıldamıyor,
eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri
bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları düzelt’
diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin
önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu
429 2/Bakara, 256
İSYAN - İTAAT
- 119 -
kötü işten kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği
yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir
şey yapmıyor ve ‘hırsızın elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez
tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini
söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı
ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından böyle davrananların
kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine
şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere
Kur’an’daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için
kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz
kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok
acıklı bir makamla Kur’an okurlar! Onları bu halde gördüğünüz
zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar’ dersiniz. Bu
yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek
yatar. 430
Bir örnek de M. İslâmoğlu hoca’dan: Allah’a inandığını söylediği
halde O’na itaat etmeyenlerin durumu, şu askerin durumu
gibidir: Komutan kendisine hayatî önemi olan bir planı verdikten
sonra planın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O
planın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle
komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen
emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya
inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır.
İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların
cezasına, ikinci durumda da âsilerin cezasına.431
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun
koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan
uzaklaşmasına sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her
şekilde kuşatılan günümüzün müslümanı, müslüman kalmak ve
müslüman ölmek için ateşten gömlek giymeye hazır olmalıdır.
“Müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu
iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, itaat ve isyan sınavlarını
başarmaktır. Cennetin bedeli itaat; cehennemin sebebi
isyandır.
Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik”
deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş,
kural ve kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!”
deyip sözünün eri olan cihad erlerine selâm olsun.
İsyanınız kâfirlere, tâğut ve zâlimlere ve hevânıza; itaatiniz
Rabbinize olsun!
430 Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77, Mevdûdi’nin Fundamentals
Of İslâm adlı eserinden naklen
431 M. İslâmoğlu, İman Risâlesi, 345
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
İsyan ve İtaatle İlgili Âyet-i Kerimeler
A İsyan Kelimesinin Kökü Olan A-s-y ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 32 Yerde:) 2/Bakara, 61, 93; 3/Âl-i İmrân, 112, 152; 4/Nisâ, 14,
42, 46; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 15; 10/Yûnus, 15, 91; 11/Hûd, 59, 63; 14/
İbrâhim, 36; 18/Kehf, 69; 19/Meryem, 14, 44; 20/Tâhâ, 93, 121; 26/Şuarâ,
216; 33/Ahzâb, 36; 39/Zümer, 13; 49/Hucurât, 7; 58/Mücâdele, 8, 9; 60/
Mümtehıne, 12; 66/Tahrîm, 6; 69/Haakka, 10; 71/Nûh, 21; 72/Cinn, 23; 73/
Müzzemmil, 16; 79/Nâziât, 21.
B İtaat Kelimesinin Kökü Etâa Fiili ve Değişik Çekimlerinin Geçtiği Âyet-i
Kerimeler (Toplam 74 Yerde:) 2/Bakara, 285; 3/Âl-i İmrân, 32, 50, 100, 132,
149, 168; 4/Nisâ, 13, 34, 46, 59, 59, 64, 69, 80, 80; 5/Mâide, 7, 92, 92; 6/
En’âm, 116, 121; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 18/Kehf, 28; 20/Tâhâ, 90;
23/Mü’minûn, 34; 24/Nûr, 47, 51, 52, 54, 54, 54, 56; 25/Furkan, 52; 26/
Şuarâ, 108, 110, 126, 131, 144, 150, 151, 163, 179; 29/Ankebût, 8; 31/
Lokman, 15; 33/Ahzâb, 1, 33, 48, 66, 66, 67, 71; 40/Mü’min, 18; 43/Zuhruf,
54, 63; 47/Muhammed, 26, 33, 33; 48/Fetih, 16, 17; 49/Hucurât, 7, 14, 17;
58/Mücâdele, 13; 59/Haşr, 11; 64/Teğâbün, 12, 12, 16; 68/Kalem, 8, 10; 71/
Nûh, 3; 76/İns3an, 24; 96/Alak, 19.
C İsyan Konusunda Âyet-i Kerimeler
a Allah’a İsyan: 4/Nisâ, 14; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe, 63; 13/Ra’d, 18;
72/Cin, 23.
b Peygamber’e İsyan: 4/Nisâ, 14, 42, 80, 115; 5/Mâide, 56; 8/Enfâl, 27; 9/Tevbe,
61, 63; 22/Hacc, 78; 33/Ahzâb, 36; 72/Cin, 23.
c Şeytan İsyanı Emreder: 2/Bakara, 169; 4/Nisâ, 14, 118-119; 6/En’âm, 128;
7/A’râf, 200 24/Nûr, 21; 38/Sâd, 82-83.
d Haksız İsyan ve Haksız Tecavüz: 7/A’râf, 33.
D İtaat Konusunda Âyet-i Kerimeler
a Allah’a İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 69-70; 5/Mâide,
92; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 13/Ra’d, 18; 24/Nûr, 52, 54; 33/Ahzâb,
71; 42/Şûrâ, 38; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 64/
Teğâbün, 12.
b Peygamber’e İtaat Etmek: 3/Âl-i İmrân, 31-32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 64, 69-
70, 80; 5/Mâide, 92; 7/A’râf, 157-158; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 24/
Nûr, 51-52, 54, 56; 33/Ahzâb, 36, 71; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/
Mücâdele, 13; 59/Haşr, 7; 64/Teğâbün, 12.
c Müslüman Emir Sahiplerine İtaat: 4/Nisâ, 59; 6/En’âm, 165.
d Mü’minlerin İtaati: 2/Bakara, 285; 3/Âl-i İmrân, 16-17; 6/En’âm, 165; 24/
Nûr, 51.
e İtaat Edenlerin Özellikleri ve Mükâfatı: 22/Hacc, 34-35.
f Kâfirlere İtaatten Sakınmak: 3/Âl-i İmrân, 149; 18/Kehf, 28; 25/Furkan, 52;
28/Kasas, 86; 33/Ahzâb, 1-3, 48; 42/Şûrâ, 15; 76/İnsan, 24; 96/Alak, 19.
g Münâfıklara İtaatten Sakınmak: 33/Ahzâb, 1-3, 48.
E Biat (İtaat Sözü Vermek)
a Peygamber’e Biat Etmek: 48/Feth, 10, 18.
b Biatı Bozmak: 48/Feth, 10.
c Rıdvan Biatı: 5/Mâide, 7; 48/Feth, 10, 18-21.
d Mekke’nin Fethi Günü, Peygamberimiz’e Kadınların Biatı: 60/Mümtehine, 12.
İSYAN - İTAAT
- 121 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 342-345
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 370-373
3. Fî Zılâlil Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 481-484
4. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 234-235; 244-245
5. Hayâtü’s- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 521-557
6. Peygamberimizin Yaşantısından Eğitici Dersler, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. s.
69-79
7. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 206-216; 267-274
8. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 320-323, 386-387
9. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 94-101
10. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 337-342
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 425-519
12. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 32-35
13. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 160-176
14. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 331-340
15. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 70-75, 80
16. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 528-536
17. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 89-99
18. Kur’an’da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y. s. 221-244
19. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 342-353
20. Kur’an’da İnsan ve Toplumu, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 91-98, 249-259
21. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 173-177; 178-182
22. İslâm’a Bağlılığım Neyi Gerektirir, Fethi Yeken, Özgün Y.
23. Evet Adım İsyan, Nazrul İslâm, Fide Y.
24. İsyan Ahlâkı, Nurettin Topçu, Dergâh Y.
25. İtaatsizlik Üzerine Denemeler, Erich Fromm, Yaprak Y.
26. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
27. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
28. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l Hasan Ali Nedvî, Akabe Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Pazartesi, 25 Ocak 2021 06:23

Bel'am

 

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -20-
BEL’AM
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
BEL’AM
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-20-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Âlimler ve âmirler… Sağlam olurlarsa bütün toplumun sağlam olacağı iki ana direk. Sorumlu olduklarını unutup sorunlu olurlarsa, toplumlarının sorunları bitmeyecek, feci sonları yaklaşacaktır. Âlimler âmirlerin emrine girdiklerinde hem kendileri, hem âmirleri ve hem de toplum ifsad olur. Karşılığında alınan ücret, âhirette kaybettiklerinin yanında semenen kalîlâ, çok az bir karşılık olur. Ahmakça bir tercihtir bu. Ama maalesef tarihten günümüze bu ahmaklıkları yapmayanlar yok denecek kadar az olmuştur. Kur’an’da ismi geçmemesine rağmen, özellikleri anlatılan Kitab bilgisine rağmen azgınlaşan kimse için Tevrat’taki isim meşhur olmuştur: Bel’am. Bel’am, bir şahıs olmaktan ziyade bir karakter, bir tip rolü üstlenir. Her devirde dünyevîleşen, dünyayı âhirete değişip tercihini fânîden yana yapan zihniyetin adı Bel’am veya Sâmirî’dir.
Devletin gönüllü kölesi, esiri olan Bel’am, A’râf sûresinde köpeğe benzetilir. Önüne atılan bir kemik uğruna zâlim sultanlara bekçiliği ve sâlih insanlara hırlamayı sürdüren köpektir onlar. Cuma sûresinde eşeğe benzetilen tip de yine taşıdığı ilimden yararlanmayan benzer özellikleri gösteren karakterdir.
Devlet yöneticileri, pek severler kendilerine ve düzenlerine hizmette kusur etmeyen bu yalaka tipleri. Eskiden saray mollası denilen şimdiki ifade ile devlet âlimi, daha doğrusu emir kulu olan bu devlet memurları, Allah’ın seçkin kulu olmak yerine, zâlim rejimin askeri, bekçisi, hizmetçisi olmayı tercih etmiş bir din tüccarıdır. Günümüzde hazır Yâsin, okunmuş Kur’an hatmi satan, mevlitçi, menfaatçi tipler, düzenin dinine hizmet ederken Allah’ın dinine ne kadar ihanet ettiklerini düşünmüyorlar bile.
Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm’a küfreden yönetimlerle yani tâğûtî güçlerle din adına uzlaşan ve müslümanları da “Allah (c.c.) adını kullanarak” aldatan, Kur’ân’daki ifâdeyle “köpek sıfatlı” kimselerin ortak ismidir Bel’am. Bu köpek sıfatlı kimseler de; Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul etseler de, bir kısmını “zamanın değişmesi” gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler. Tarihselciliği savunurlar, dinin ahkâmının günümüzde uygulanma zarûretini görmezlikten gelirler. Günümüzde, zâlim devleti güçlendirecek tarzda resmî ideolojiyi kabul eden ve İslâm’ı o ideolojiye hizmet ettirmeye
çalışan çok sayıda Bel’am benzeri vardır. Bunlar, tâğut’a itikad ve iman etme noktasında titizdirler. Kraldan fazla kralcıdırlar. Hakla bâtılı karıştırıp sentez yapmaktan çekinmezler. Tevhid, şirk, irtidâd, tâğut gibi itikadî; demokrasi, anayasa, meclis, parmak hesabıyla kanun koyma, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeme gibi şirk ahkâmı; fâiz, kredi, borsa gibi ekonomik; okullardaki tören denilen âyinler ve vahyi reddeden müfredat ve müşrik insan yetiştirme sistemi gibi eğitim konularında bu alanlarla ilgili İslâm’ın kırmızı çizgilerini açıklamaktan korkarlar, ketm etmenin lânetlik suçunu işlemekte bir beis görmezler.
İşte bu gaflet cephesinin içyüzü, bu kitabın sayfalarında…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
BEL’AM:
Bel’am Kimdir? / 10
Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse / 12
Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi / 15
Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık / 18
Bel’am; Bir Din Tüccarı / 19
Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri; Sorumlu ve Sorunlu Âlimler / 22
Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu / 26
Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet / 35
Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler / 52
En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi / 72
İlme İhânet Edenler / 83
- 9 -
BEL’AM:
KİTAB BİLGİSİNE RAĞMEN AZGINLAŞAN KİMSE

Bel’am Kimdir

Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse

Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi

Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık

Bel’am; Bir Din Tüccarı

Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri; Sorumlu ve Sorunlu Âlimler

Hadislerde Bel’am Tipli Kötü Âlimler ve İlmin Sorumluluğu

Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet

Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler

En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi

İlme İhânet Edenler
“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.”
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.”
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür!”
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.” 1
1 7/A’râf, 175-178
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların
(Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca
kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış
olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu
doğru yola iletmez.” 2
Bel’am Kimdir?
Bel’am; Hz. Mûsâ (a.s.) zamanında yaşamış ve sonradan irtidat
etmiş olan ilim adamıdır. A’râf suresinin 175-176’ncı âyetleri
münâsebetiyle ismi çeşitli tefsir ve tarih kitaplarına girmiş olan
Bel’am İbn Bâura (veya Bel’am İbn Eber)’nın, İsrâiloğulları’ndan,
Yemen diyarından veya Ken’an ilinden Allah’ın dinini öğrenmiş,
ilim ve irfan sahibi, duâsı müstecap, yanında Allah’ın ismi a’zamı
bulunan ve fakat sonradan itaatsizliğe düşmüş bir kimse olduğu
şeklinde rivâyetler vardır. Her ne kadar Lût’un (a.s.) kızlarından
biri ile evlenmiş olduğu söylenirse de, bunun yahûdiler tarafından
müslümanlar aleyhine uydurulmuş bir iftira olduğu bilinmektedir.
3
Bel’am’a konu teşkil eden âyet meâlleri şöyledir: “Onlara, şeytanın
peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak azgınlardan
olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık;
fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan
da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir. Sen onlara bu
kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 4
Bel’am’la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır:
“Rivâyete göre Mûsa (a.s.), Ken’âniler’in Şam’daki topraklarına
girmişti. Bu sırada Bel’am, el-Belkâ köylerinden Bal’â’da bulunuyordu.
Ken’âniler’den bazıları Bel’am’ın yanına gelerek: “Ey
Bel’am, Mûsa İbn İmrân İsrâiloğulları’nın başında olduğu halde
bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize
İsrâiloğulları’nı yerleştirecek. Senin kavmin olan bizlerin ise
yerleşecek bir yerimiz yok. Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin.
Onları defetmesi için Allah’a duâ et”, dediler. Bel’am: “Yazıklar
olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü’minler de onunla
beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana
Allah öğretti” diye red cevabı verdi. Kavmi duâ etmesi hususunda
2 62/Cum’a, 5
3 Taberî, Tefsiru’t-Taberî, Mısır, 1373/1954, IX, 119-120; Fahruddin er-Râzî,
Mefâtîhu’l-Gayb, Mısır, 1308, XV, 54; D. B. Macdonald, İA, “Bel’âm İbn
Bâura” Mad.
4 7/A’râf, 175-176
BEL’AM
- 11 -
ısrar ettiler. Bel’am da eşeğine binerek, İsrâiloğulları’nın çıkmakta
olduğu dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husban dağıdır. Biraz gittikten
sonra eşeği yere çöktü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten
sonra hayvan yine çöktü. Bel’am biraz evvelki gibi hareket ettikten
sonra tekrar hayvanına bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü.
O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü. Nihâyet eşek,
Bel’am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah’ın izni ile konuşarak
şöyle dedi: “Ey Bel’am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde
durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah
elçisi ile mü’minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler.”
Fakat Bel’am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam
etti. Nihâyet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ’nın (a.s.)
ordusunun ve İsrâiloğulları’nın karşısına götürdü. Bel’am onlara
bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları’na beddûa ederken
Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan
halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce:
“Ey Bel’am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları’na hayır
duâda, bize bedduâda bulunuyorsun” dediler. O: “Ben bunu kendi
ihtiyarımla yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu” dedi. Bunun
üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı. Sonra kavmine:
Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan
başka çare yoktur...” dedi. 5
Her ne kadar müfessirler âyetlerin nüzûl sebebi olarak daha
çok Bel’am’ın ismi üzerinde durmuşlarsa da, sözkonusu âyetlerle
anlatılmak istenenin Bel’am olduğu yolundaki rivâyetleri ve
onunla ilgili olarak anlatılan kıssaları doğrulayacak -güvenilir- hiç
bir eser yoktur. Aynı şekilde yalnız Bel’am’ın, âyetlerin nüzulüne
sebep teşkil etmiş olması da doğru değildir. 6
Öte yandan, âyetlerde bahsi geçen kişinin, Bel’am’ın dışında,
Ümeyye İbn Ebi’s-Salt, er-Râhib Ebû Amr, İsrâiloğulları’ndan duâsı
makbul bir kişi, münâfık olan her kişi veya yahûdi, hristiyan ve
haniflerden olup da Hakk’tan ayrılan herkes olduğu şeklinde de
rivâyetler vardır. 7
Öyle anlaşılıyor ki âyetler, Bel’am ve hareketleri itibariyle
onun gibi olan herkese şâmildir. Çünkü Allah’ın âyetlerini
5 Taberî, a.g.e., IX, 124-126; Râzî, a.g.e., XV, 54; İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-
Târih, Beyrut 1385/1965, I, 200 vd; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Riyad
1966, I, 322 vd.
6 Kasımî, Mehâsinü’t-Te’vil, VII, 2906
7 Taberi, a.g.e., IX, 119 vd; Râzî, a.g.e, XV, 54; Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut
1366/1947, II, 78; Mes’üdî, Mürûcü’z-Zeheb, Mısır 1384/1964, I, 52; İbni Kesir,
a.g.e., I, 322
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
yalnız bir veya birkaç kişiye hasretmek doğru olmaz; onlar geniş
kapsamlıdırlar. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu;
Bel’am’la ilgili olarak söylenen ve İslâmî kaynaklara girmiş olan
bilgilerin büyük çoğunluğunun İsrâiliyyâta dayanmış olmasıdır.8
Çünkü İslâmî kaynaklarda zikredilen bilgiler -bazı isim ve ifade
değişiklikleri hâriç- Kitab-ı Mukaddes’te geçen bilgilerin tamamen
aynısıdır. 9
Ancak Bel’am, dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah’ın dinini
tahrif eden bir ilim ve din adamını küfür sistemlerine ve kâfir yöneticilere
yaranmak maksadıyla Allah’ın hükümlerini çiğneyen ve
asıl gayesinden saptıran kimseleri temsil etmektedir.
İnsanları “Allah (c.c.) adını kullanarak”’ aldatan, hevâ ve heveslerini
tatmin için “Tevhid akîdesini” tahrip eden “Bel’am’ın”
etkisi korkunçtur. İslâm topraklarında; kâfirlerin istilâsını hazırlayan
güç, “Bel’am”dır.
Allah’ın (c.c.) indirdiği hükümlere karşı ayaklanan ve İslâm’a
küfreden yönetimlerle yani tâğûtî güçlerle din adına uzlaşan
ve müslümanları da “Allah (c.c.) adını kullanarak” aldatan,
Kur’ân’daki ifâdeyle “köpek sıfatlı” kimselerin ortak ismi
Bel’am’dır. Bu köpek sıfatlı kimseler de; Allah’ın (c.c.) indirdiği
hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını “zamanın değişmesi”
gerekçesiyle sükûtla geçiştirirler. Günümüzde, başta resmî ideolojiyi
kabul eden ve İslâm’ı o ideolojiye hizmetçi kılmaya çalışan
müesseseler olmak üzere, çok sayıda Bel’am benzeri vardır. Bunlar
“çok dindar” görünmekle birlikte, tâğut’a itikad ve iman etme
noktasında titizdirler. “Ulü’l-Emr” kavramını İslâm’a karşı ayaklanan
güçlere izâfe ederek, mü’minleri yanıltırlar. İşte bunlar çağdaş
Bel’am’lardır. 10
Kitab Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse
Bel’am, Tevrat ve İslâmî kaynaklarda, önceleri iyi bir mü’min
iken, daha sonra Hz. Mûsâ ve kavmi aleyhine hile tertiplediği için
cezâlandırıldığı rivâyit edilen kişidir. Müfessirlerın çoğunluğuna
göre Kur’ân-ı Kerim’de ismi zikredilmeksizin, 7/A’râf, sûresinin
175-176. âyetlerindeki ifadelerde kendisinden söz edilen kişi Belam
bin Bâûrâ’dır. Kaynaklarda Bel’am, Bel’âm, Bel’âm bin Bâurâ,
Bel’am bin Eber veya Bel’âm bin Bâûrâ’ şeklinde kaydedilen bu
8 D. B. Macdonald, İ A, II, 464-465; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, Ankara
1979, s. 242
9 Kitabı Mukaddes, İstanbul 1981, Sayılar XXII, 2-41; XXIII 1-30; XXIV, 25;
XXII, 16; Yeşu XXIV, 9
10 Ahmed Güç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 221-222
BEL’AM
- 13 -
kişi,11 Tevrat’ta Beor’un oğlu Balaam olarak geçmektedir.12 Ve peygamber13
diye takdim edilen Bel’am’ın kehânetlerine büyük önem
verilmektedir.14 Bel’am’ın kıssası Tevrat’ta en az iki ayrı rivâyet
halinde nakledilir ki, bu rivâyetler birbirinden farklıdır.15 Elohist
denilen rivâyete göre o Ârâmî veya Amorî bir kâhindir. Tanrı’ya
inanmakta ve O’ndan ilham almaktadır. Moab Kralı Balak’ın
İsrâiloğulları’na lânet etmesi husûsundaki ısrarlarını ancak Tanrı
tarafından müsaade edilince kabul eder.16 Yahvist denilen rivâyete
göre ise o Midyanlı (Medyen’li) bir kâhin olup17 Balak’ın dâvetine
Tanrı’nın izni olmaksızın icâbet etmiştir.18 Tevrat’taki kıssaya
göre, Hz. Mûsâ başkanlığındaki İsrailoğulları’nın çölde Ken’an
diyarına doğru ilerlediklerini gören Moab kralı endişeye kapılır.
İsrâiloğulları’na karşı kendilerine yardım etmesi için Bel’am’ı dâvet
eder. Zira Bel’am’ın mübârek kıldığı mübârek olmakta, lânetlediği
ise lânetlenmektedir.19 Bel’am ise Rabden alacağı emre göre hareket
edeceğini bildirir; ne var ki bu konuda kendisine müsâade
verilmez. Moab kralının ikinci defa ısrârı üzerine yine Rabbe
danışan Bel’am’a bir rivâyete göre gitme izni verilir,20 diğer bir
rivâyete göre ise o, izin verilmeksizin yola çıkar.21 Yolda eşeği melek
tarafından durdurulur. Sonra yoluna devam eder ve Balak’a
sadece, Allah’ın kendisine söyleteceği şeyleri söyleyebileceğini
ifâde eder. Söylediği dört meselin hepsinde de kralın beklediğinin
aksine, İsrâiloğulları’na lânet edeceğine onları mübârek kılar.22
Bel’am, Allah’ın lânet etmediğine lânet edemeyeceğini, Rabbin
bedduâ etmediğine bedduâda bulunamayacağını, O’ndan emir
aldığını, Allah’ın sözlerini işittiğini, yüce olanın bilgisini bilen kişi
olduğunu, Rabbin sözünden öteye geçemeyeceğini ifâde eder.23
Bununla beraber Kitâb-ı Mukaddes’te Bel’am’ın İsrâil’e düşman
olarak tasvir edildiği de görülür. İsrâiloğulları’nın Midyan kadınlarıyla
zinâ ederek felâkete uğramaları Ruhban metninde Bel’am’ın
bir hilesi olarak gösterilir.24 Balak’a, İsrâiloğulları’nın Moablı ka-
11 Taberî, Tefsir, IX/82; Kurtubî, Tefsir, VII/319
12 Sayılar, 22/5), Kâhin (Yeşu), 13/22
13 Petrus’un İkinci Mektubu, 2/15
14 Sayılar, 22/6
15 Sayılar, 22-24
16 Sayılar, 22/5-21
17 Sayılar, 31/8
18 Sayılar, 22/22-34
19 Sayılar, 22/6
20 Sayılar, 22/20
21 Sayılar, 22/22
22 Sayılar, 23/7-10, 18-24; 24/3-9, 15-24
23 Sayılar, 23/8, 20; 24/4, 12, 16
24 Sayılar, 31/16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
dınlarla zinâ etmelerini, putlara kesilen kurbanlardan yemelerini
sağlamasını, böylece onların günahkâr olup cezâlandırılacaklarını
öğreten Bel’am’dır.25 Bel’am ile ilgili kıssada bu husûsa yer verilmez,
ancak İsrâiloğulları’nın Moablı kızlarla zinâ ettikleri, onların
ilâhlarına eğildikleri ifâde edilir.26 Bel’am İsrâiloğulları tarafından
öldürülmüştür. 27
İslâmî kaynaklar umûmiyetle yukarıda meâli verilmiş olan
7/A’râf sûresinin 175 ve 176. âyetlerinde kastedilen kişinin
Tevrat’ta da zikredilen Bel’am bin Bâûrâ olduğunu, söz konusu
âyetlerden önce Hz. Mûsâ ve İsrâîloğulları’ndan bahsedilmesinin
de bunu gösterdiğini belirtirler. Fakat bu kişinin Ümeyye bin
Ebü’s-Salt es-Sekafî veya Nu’mân bin Sayfî er-Râhib olduğuna dâir
görüşler de vardır. 28
İslâmî kaynaklarda Bel’am bin Bâûrâ ile ilgili çeşitli rivâyetler
yer almaktadır. Bu rivâyetlerden birine göre Hz. Mûsâ’nın, Kur’ân-ı
Kerim’de “cebbar bir kavim” şeklinde nitelendirilen bir toplulukla
savaşmak için hazırlanması üzerine Bel’am’ın kavmi ona durumu
anlatarak Mûsâ’nın etkisiz kılınması için duâ etmesini isterler.
Ancak Mûsâ’nın peygamberliğine inanan ve iyi bir mü’min olan
Bel’am bu isteği reddeder. Allah’ın kendisine Mûsâ’ya bedduâ
konusunda izin vermediğini belirterek öteki isteklerini de geri
çevirirse de, kavmi onu hediyelerle kandırıp bedduâ etmesini sağlarlar.
Ancak Allah bu bedduâyı onun kavmine çevirir; Bel’am’ın
da Allah tarafından bir cezâ olmak üzere dili göğsüne doğru sarkar.
Artık dünya ve âhiretinin yıkıldığını düşünen Bel’am, hiç olmazsa
kavmini kurtarmak için onlara Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları’na
karşı kullanılmak üzere bir hile öğretir. Buna göre bu kavim, kadınları
süsleyerek Mûsâ’nın sefer halinde olan askerleri arasına
gönderecek ve bu kadınlar onları baştan çıkaracaktır. Gerçekten
Şimeonîler’in reisi Zimri, Sur kızı Kozbi ile zinâ etmiş ve bu yüzden
İlâhî bir cezâ olmak üzere baş gösteren vebâ salgınında 70.000
kişi ölmüştür. 29
Bir başka rivâyete göre ise Bel’am Hz. Mûsâ’ya bedduâ edemeyeceğini,
çünkü aynı dine mensup olduklarını belirtmiş, çarmıha
gerilerek öldürülme tehdidi üzerine ise ism-i a’zam’ı okuyarak Hz.
Mûsâ’nın şehre girmemesi için duâ etmiş, duâsı kabul olunmuş ve
25 Vahiy, 2/14
26 Sayılar, 25/1-3
27 Sayılar, 31/8; Yeşu, 13/22
28 Taberî, Tefsir, IX/83, Kurtubî, Tefsir, VII/320, İbn Kesîr, Tefsîr, III/507; Sa’lebî,
Arâisu’l-Mecâlis, s. 182
29 İbn Kesîr, Tefsir, III/511; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX/112
BEL’AM
- 15 -
böylece İsrâiloğulları çölde kalmışlardır. Bunun üzerine Hz. Mûsâ,
Bel’am’dan ism-i a’zam ile imanın alınması için duâ etmiş ve ilgili
âyette belirtildiği gibi Bel’am’a verilen “âyetler” geri alınmıştır. 30
Bel’am’ın İsrâiloğulları’ndan, Ken’ânîler’den veya Yemenli olduğu,
ona verilen âyetlerden maksadın ise “ism-i a’zam”, “suhuf”
veya “kitap” olduğu da rivâyet edilmiştir. Hatta ona peygamberlik
verildiği de söylenir. Ancak İslâm inancına göre kendisine peygamberlik
verilen bir kişinin hak dini terketmesi mümkün olmadığından
bu rivâyete itibar edilmemektedir. 31 gerekmektedir.
Söz konusu âyetlerde kıssası anlatılan kişinin Bel’am bin Bâûrâ
olduğuna dâir bir işaret yoktur. Burada hak ve hakikati gördükten
sonra onu bırakıp şeytanın peşine düşenin kötü durumu ifade
edilmektedir. Mutasavvıflar ise Bel’am bin Bâûrâ’yı, kibir ve
dünyevî arzular sebebiyle sapıklığa düşenlerin bir örneği olarak
takdim etmektedirler. 32
Bel’am; Bir “Devlet Âlimi” Prototipi
Bel’am’la ilgili olduğu değerlendirilmesi yapılan âyet meali
şudur: “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan
sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan
olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik.
Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü. Onun
durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp
solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin
durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” 33
Âyetlerde, Hz. Peygamber’den, geçmişte yaşanmış bir olayın
kahramanını anlatması isteniyor. Olayın kahramanının adı geçmiyor.
Onun yerine, tavır ve davranışı geçiyor. Kur’an’ın üslûbu budur.
Nedeni de, dikkatler özel isimler, özel yerler, özel zamanlar
ve toplumlar üzerinde değil de, tavırlar üzerinde yoğunlaşması
içindir. Âyetin çizdiği hastalıklı tipin belirgin özellikleri şunlardır:
Kendisine mûcize, vahiy, kitap, ya da birtakım olağanüstü ve herkeste
olmayan yetenekler verilen bir ulu, önder ve âlim kişi, daha
önce bu İlâhî ödülü hak eden bir davranış içerisinde olduğu halde
sonradan bozuluyor. Kendisine verilen âyetlerle amel etmeyip
onlara sırtını dönünce, şeytanın askeri oluyor. Vahiyden uzaklaştıkça
azgınlaşıyor. Âyetleri ihtirasları uğruna kullanıyor.
30 Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX/112
31 Kurtubî, Tefsir, VII/320; İbn Kesir, Tefsir, III/509
32 Encyclopédie de l’İslam, Leiden, 1954, I/1014; Ömer Faruk Harman, TDV
İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 389
33 7/A’raf, 175-176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Azgınlığının temel sebebi makam-mevkî, mal-mülk, şöhretservet
sevdâsı. O, dünyalığı Allah’a tercih edip Allah’ın verdiği
âyetleri menfaat temininde kullanınca, Allah da ona verdiği
âyetleri, o âyetlerle gelen tüm meziyet ve faziletleri alıyor. Adam
şahsiyetini kaybederek, “köpek gibi”, bir çanak yal uğruna her
türlü zillete eyvallah eder hale geliyor. Kovsan da, sevsen de, dövsen
de onun için fark etmiyor. Tabiatı köpekleştiğinden, kendisini
tutanla kendisini iten arasındaki farkı göremeyip, her ikisine
de dilini sarkıtıp soluyor. Âyette yapılan bu keskin tasvir, “İşte
âyetlerimizi yalanlayanların hali budur” cümlesiyle tamamlanıyor. Hz.
Peygamber’e de bu kıssayı anlatması emrediliyor ki, bu âyetlerin
nâzil olduğu Mekke döneminin sonlarında tıpkı bu adam gibi bilgi
ve hikmet sahibi olup da ilmini şeytana satan kimseler “belki
düşünür, öğüt alırlar” diye...
Âyette geçen şahsın gerçek kimliği hakkında farklı rivâyetler
var. Bel’am bin Baura (Eber), Ümeyye bin ebi’s-Salt es-Sakafî, Ebû
Amir bin Sayfî bu isimlerin başında geliyor. Bel’am, âyette anlatılan
kıssanın gerçek sahibi ve mâzideki sebeb-i nüzûlü, Ümeyye
bin Ebi’s-Salt, haldeki sebeb-i nüzûlü, Ebû Amir ise istikbaldeki
sebeb-i nüzûlüdür.
Hz. Ali, İbn Ömer, İbn Abbas, Mücâhid, İkrime ve müfessirlerin
büyük bir çoğunluğu, kıssası anlatılması istenen bu adamın,
Benï İsrail bilginlerinden Bel’am bin Baura olduğunu kabul ederler.
Mücâhid, Abdullah bin Amr, Kelbî ise Ümeyye bin Ebi’s-Salt’tır
diyorlar. Said bin Müseyyeb ise Ebû Âmir’de karar kılıyor. 34
Tevrat ve İncil’de Bel’am, Boer oğlu Balam olarak geçer. 35
İslâmî kaynaklarda anlatılan rivâyetler de, Tevrat’ta verilen Bel’am
portresiyle uyuşmaktadır. Tevrat’ta anlatılanları biraz daha detaylandıran
İslâmî rivâyetler de Bel’am’ın resmî din adamı kimliğini
tescil eder. Duâsı makbul bir bilgin olan bu kişi, kavminin ısrârı
üzerine Hz. Mûsâ’ya bedduâ etmiş, o yüzden dili göğsüne kadar
sarkmış.
Moab’lılar, “onlara bedduâ et” dediler. O dedi ki: “Benim
elimde olmayan bir şeyi bana emrediyorsunuz.” Onlar dediler:
Eğer Rabb’in onlara bedduâ etmenden hoşlanmazsa daha önce
olduğu gibi bundan seni alıkoyacaktır.” Başladı İsrâiloğullarına
bedduâya. Lâkin onlara bedduâ ederken dili sürçüp kendi halkına
bedduâ ediyordu. Kendi halkının zaferi için duâ etmek istediği
34 Taberî, Câmiu’l-Beyan, 6/118-121; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an,
7/319-320
35 Kitab-ı Mukaddes, Sayılar, 22-23
BEL’AM
- 17 -
zaman da, dili sürçerek Allah’ın izniyle Mûsâ ve ordusunun muzaffer
olması için duâ ediyordu. Toplumu: “Sen onlara değil, bize
bedduâ ediyorsun” dediklerinde, “Benim dilim bundan başkasına
dönmüyor. Kaldı ki onlara bedduâ etseydim bile kabul olunmayacaktı”
diye yakındı. “Lâkin” dedi, “size bir yol göstereyim. Eğer
yaparsanız onları yenersiniz. Allah zinâya çok gazaplanır. Eğer
onlar zinâya düşürülebilirse, helâk olurlar. Allah’ın onları bu şekilde
helâk etmesini umuyorum. Kadınlarınızı çıkarıp onların üzerine
gönderin. Onlar yılları yollarda geçmiş seferî bir toplumdur;
bu yüzden zinâya meyledip helâk olmaları daha kolaydır. 36
Bundan sonrası kolay oldu. İsrâiloğulları, peygamberlerini
dinlemeyerek Moab’lı fahişelerle zinâya koştular. Moab’lı fahişelerin
sunduğu putlara adanmış muhtemelen mikroplu etleri
yedikleri için İsrâiloğulları içerisinde salgın bir hastalık çıkmış ve
kitlesel ölümlere (Taberî’ye göre 70 bin) sebep olmuştu. Âyetteki
“hevâsına uydu” ibâresini Kurtubî “mala çok düşkün olan hanımının
müslüman İsrâiloğullarına bedduâ etmesi için yaptığı ısrarlı taleplere
uymuştu” şeklinde açıklar. 37
Tüm bu bilgiler, 7/A’râf 175-176. âyetleri desteklemektedir.
Âyette sözü edilen kimsenin Bel’am olduğuna hükmetmek, -diğer
şahısların âyette belirtilen tüm özelliklere sahip olmadığı için- en
uygun görünmektedir.
Âyetlerin sebeb-i nüzûlü olarak görülen ikinci isim de Ümeyye
bin Ebi’s-Salt es-Sekafî. Olumsuz bir prototip olan “Bel’am” tipini
iyi tanımak için Ümeyye’den kısaca söz etmemiz gerekecek:
Tâif’teki Sakîf kabilesinin en ünlü şâiri olan Ümeyye bin Eb’s-
Salt bi’setten önce hanîf olarak bilinenler arasındaydı. Rasûlullah
onun şiirini dinlerdi. Hatta birgün onun şiirini dinledikten sonra
“Onun şiiri müslüman olmuştu” buyurur. Hadisin bir başka varyantında
şöyle bir ziyâde var: “Keşke kendisi de müslüman olsaydı.”38
Müslim’deki bu ibâre, İbn Mâce’de temennî edâtıyla “neredeyse
müslüman olmuştu” biçiminde gelir. 39
İbn Kuteybe, eş-Şi’r ve’ş-Şuarâ adlı eserinde Ümeyye bin Ebi’s-
Salt’ın şiirlerine üç sayfa ayırmış. Oradan öğreniyoruz ki Ümeyye
câhiliyye Araplarından tamamen farklı bir inanca sahipti. “İlâhu’lâlemîn”
olarak andığı Allah’tan “ferdun ve muvahhadun: Bir
başına ve tek” olarak söz eden Ümeyye; cennete, cehenneme,
36 Taberî, Câmiu’l Beyân, 6/123
37 Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 7/322
38 Müslim, Kitâbu’ş-Şiir, 41-1
39 İbn Mâce, Edeb 41, hadis no: 3757
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
meleklere, peygamberlere inanmaktadır. “O yeryüzünün tamamına
egemendir” dediği Allah’ı “göklerin ve yerin meliki” olarak
anar. İbranca ve Süryanca’ya vâkıf olup Tevrat ve İncil’i asıllarından
okuyabilmektedir.
Câhiliyye döneminde hiç puta tapmayıp içki içmemiştir.
İslâm’ın zuhûrunda 8 yıl Bahreyn’de ikamet etmiştir. Rasûlullah’ın
nübüvvetini haber alır-almaz Mekke’ye gelen Ümeyye, onun ağzından
Kur’an’ı dinlemiş, Kureyş müşrikleri kendisine fikrini sorunca
da “O hak üzeredir” demiştir. Kendisine “O halde niçin ona
tâbi olmuyorsun?” denildiğinde “Onun işinin neticesini görünceye
kadar bekleyeceğim” demiştir.40 Dayısının iki oğlu Bedir’de
Rasûlullah’a karşı savaşmış ve öldürülmüşlerdir. Kendisi için de
sahâbe “aduvvullah: Allah’ın düşmanı” lakabını benimsemiştir.
Hasta yatağında şöyle söylediği rivâyet edilir: “Bu hastalığın beni
öldüreceği muhakkak. Ben Hanîf dininin doğru olduğunu biliyorum.
Ama Muhammed’e karşı içimdeki kuşku beni bırakmıyor.” 41
Ümeyye’ye herhangi bir kitap, vahiy ya da mûcize verilmediği
konusunda herkes müttefik. O halde âyette “kendisine âyetlerimizi
vermiştik” denilen kimse Ümeyye olamaz. Üçüncü ihtimal olan Ebû
Âmir bin Sayfî, gündeme Medine’de girmiştir. Hâlbuki âyetler
Mekkî’dir. Sonuçta âyette sözü edilen kimsenin Bel’am olduğuna
hükmetmemiz
Kimlikten Karaktere Bel’am ve Bel’amlık
Bel’am tipi, tahrifin prototipidir. Kur’an, Tevrat, İncil ve İslâmî
kaynaklarda yazılanlardan yola çıkacak olursak bu tipin temel
özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Bel’am ırkçı bir tiptir: Müslüman İsrâiloğullarına ve Hz.
Mûsâ’ya karşı putperest Moab’ lıları ve onların putçu yöneticisi
Balak’ı sırf kendi kavmi ve ülkesi olduğu için destekledi. Hakka
karşı, “bizden” gerekçesiyle bâtılın yanında yer aldı.
2- Dünyacı bir tiptir: Kendisine verilen İlâhî emânete ihânet
ederek, şöhret, servet gibi geçici dünya nimetleri uğruna onları
fedâ etti. Dinini satıp dünyasını aldı. Bir çanak yal uğruna, sahibinin
onca itip kakmasına kuyruk sallayan köpek gibi, bir miktar
dünyalık uğruna ilminin izzetini sattı.
3- İlmini zâlim/kâfir yöneticilerin hizmetine veren resmî ulemâ
tipidir: Kendisine “yukardan” gelen emirleri, Allah’tan gelen
40 Zirikli, el-A’lâm, 2/23
41 Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 108
BEL’AM
- 19 -
emirlere karşı da olsa uygulayan, bu yüzden de âyette “tutsan
da itsen de dilini sarkıtıp soluyan köpek” olarak tanımlanan yüzsüz
ve onursuz, “evet efendim”ci bir tip. Şairin “Köpektir zevk alan
sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten” mısraında ifâde ettiği gibi, sadâkati
cinâyet derecesinde midesine bağlı bir tip.
4- İlkesiz, makyavelist bir tip: Ulusal birliği ve ülkenin bütünlüğünü
korumak için, kendi kutsal değerlerini de hiçe sayarak,
her yolu meşrû gördü. Bu cümleden, muhtemelen zührevî ve bulaşıcı
hastalığa yakalanmış Moab’lı fâhişelerin İsrâiloğulları’yla
zinâ yapması fikrini ortaya attı. Harp halinde dahi, yöneticileri,
ilkeli, insan hak ve onuruna saygılı davranmaya dâvet edeceği
yerde, önce o hak ve onuru kendisi çiğnedi. Kendisine verilen akıl
âyetini, şeytanın hizmetinde kullandı.
Bu sayılan özellikler, kimde bulunursa, o kendi yaşadığı çağın
ve toplumun Bel’am’ıdır. Kur’an, onun için yer, zaman ve şahıs
ismi vermez. Çünkü bu tipler, her yerde ve her zamanda bulunabilir.
Onları görünce tanımamız için özelliklerini sıralar. 42
Bel’am; Bir Din Tüccarı
Sahip bulunduğu ilim hazinelerine karşılık, “dünya” için
“din”ini satan, âhiretini dünyaya değişen ve bu doğrultuda azgın
yöneticiler ve tâğutlarla işbirliği yapan, onlara hizmet veren, dini
ve bilimi âlet edip kullanarak insanları zâlimlerin buyruğuna ve
boyunduruğuna sokan kimliği simgeleyen bir addır Bel’am.
Tâbiri câizse, Allah’ın peygamberine, Allah’ın dinine karşı,
Allah adına mücâdele veren ve halk katındaki itibarını bahane
ederek tevhid mücâdelesine karşı direnen bir azgın! Bir kısım
müfessirler, bu âyetin, Ümeyye bin Ebi’s-Salt hakkında nâzil olduğunu
beyan etmişlerdir. Bu kişinin de, Hz. Muhammed’e (s.a.s.)
nübüvvet görevi verilmeden önce “hanif”lerden olduğu, Allah’ın
kısa bir süre içerisinde peygamber göndereceğini söyleyip durduğu
halde, gurura kapılıp ona iman etmediği bilinmektedir.
Rivâyetlerdeki ortak yön, muayyen bir şahsı tariften çok, onun
prototip karakterini ortaya koymasıdır. Nüzul sebebinin husûsî
olması, hükmün umûmî olmasına engel değildir. Kıyâmete kadar
Bel’am’ın vazifesini yapan “Bel’am” tipi, bu karakterin yapısı
ortaya konulmaktadır. İnsanları “Allah adını kullanarak” aldatan,
hevâ ve heveslerini tatmin için tevhid akidesini tahrip eden
Bel’am’ın etkisi korkunçtur.
42 Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temayülü, s. 241-247
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
Bel’am; Firavun’un ilkelerini Allah’ın dini adına muhâfaza
eden bir mel’undur. Her düzenin bir sâdık bekçisi vardır. Tâğûtî
düzenin sâdık bekçisi ise hiç şüphesiz Bel’am’dır. Câhiliyye düzeninde
Bel’am sadece bir kişi değil; bir çetedir. Evet, Bel’amlar
çetesi tâğûtî düzen tarafından örgütlenmiş bulunan bir haydutlar
çetesidir. Bel’amlar çetesi, tâğûtî düzen içerisindeki kiralık
din bezirgânlarıdır. Tabii ki bunları kiralayan tâğûtî düzenin
kendisidir. Bu Bel’amlar çetesinin kökü Firavun düzenine dayanır.
Bel’amlar çetesinin ilk reisi Bel’am bin Baura’dır.
7/A’râf sûresindeki âyetleri dikkate alarak Bel’am’ın vasıflarını
şöyle sıralamak mümkündür:
Bel’am, Allah’ın âyetlerini bilen bir âlimdir.
Bel’am, Bildiği Allah’ın âyetleriyle amel etmekten vazgeçip,
bunların yerine şeytanın rehberliğine sığınan kimsedir.
Bel’am, Allah’ın rızâsı yerine, gazâbına müstahak olmuştur.
Bel’am, dünyevî menfaat için imanını ve ilmini satan bir din
hâinidir.
Bel’am, Firavunî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere hırlayan
bir köpektir.
Bel’am, Allah’a tâbi olmak yerine kendi hevâsına tâbi olmuştur.
Bel’am, Allah’ın yasalarını yalanlaması nedeniyle köpeğe
benzetilmiştir.
Bel’am, sadece Firavun dönemine mahsus bir şahsiyet değildir.
Aksine ümmet-i Muhammed içerisinde de ortaya çıkmış ve daha
da çıkacak olan bir şahsiyettir.
Bel’am, ümmet-i Muhammed’e düşman, ümmet-i Muhammed
de Bel’am’a düşmandır.
Bel’am, Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından kötülüğü beşeriyete
bildirilen bir fitne ve fesad odağıdır.
Bu vasıflar kimde bulunursa o bir Bel’am’dır. Câhiliyye düzeninin
kuşatması altındaki toplumlarda devlete bağlı bir din vardır.
Bu devlete bağlı dinin mümessilleri Bel’amlardır. Bu Bel’amlar, her
yerde ve her zaman dine bağlı devlet anlayışına karşı savaşırlar.
Tâğûtî düzenin her türlü icraatını İslâm’ın mührüyle mühürlemeye
çalışırlar. Tâğûtî düzenin kapılarında ev sahibinden kemik bekleyen
köpekler gibi kuyruk sallarlar. Tâğûtî düzenin hatırı için İslâm
BEL’AM
- 21 -
dinine eklemede ve çıkarmada bulunurlar.
Bel’amlar çetesi, İslâm coğrafyasında küfrün iktidar olması
ve iktidarının devam etmesinin en büyük destekçisidir. Bugün
İslâm coğrafyasının siyasî iktidarı İslâm’ın elinde değildir. Devlete
bağlı din serbest, dine bağlı devlet yasaktır. Dine bağlı devletin
zarûretinden bahsedenler zindanlarda, devlete bağlı dini anlatanlar
ise kürsülerdedir.
Kur’an, Bel’amları köpeğe benzetir. Köpek, ev sahibinin
itikadî yapısına bakmadan sadece kendisine verilen kemikler karşılığında
evi bekler ve eve girmek isteyen yabancılara/aileden sayılmayanlara
karşı direnir.
Câhiliyye düzeni için Bel’amlar büyük bir silâhtır. Her ne zaman
câhiliyye bir kanun uydurursa Bel’amlar bu kanunun İslâm dinine
uygun olduğunu iddia ederek halkı itaate mecbur etmeye çalışırlar.
Câhiliyye düzeninde tâğutlar kanun uydururlar; Bel’amlar ise
bu uydurulan kanunları müslüman halka kabul ettirler. Tâğutlar
emir verirler, Bel’amlar emre itaati sağlarlar. Câhiliyye düzeni için
Bel’amlara duyulan ihtiyaç, düşman sahibi bir kişinin kapısını bekleyen
bir yırtıcı köpeğe olan ihtiyaç gibidir. Yani, câhiliyye düzeninin
ayakta kalması için, bu düzenlerde Bel’amların bulunması
zarûridir.
İslâm coğrafyasında siyasî otoriteyi elinde bulunduran müşrik
otoriteler, bu otoritelerini Bel’amlara borçludurlar. Bazen topun,
tüfeğin yapamadığını Bel’amlar yapar. Çünkü Bel’am, Firavun’un
siyasî ihtirasını ve Karun’un câhilî sermayesini; insanları Allah
adına aldatarak koruyan mel’undur. Bel’am, bir anlamda bilimin
mücessem put haline gelmesidir. Çünkü Bel’am, Hz. Mûsâ ile
karşı karşıyadır. Allah’ın peygamberi ile, Allah adını kullanarak
mücâdele etmekten çekinmemiştir. Bu işin mâhiyeti düşünülürse;
hem Karun, hem Firavun, kitleler üzerindeki gücünü Bel’am’dan
almıştır denebilir. Câhiliyye düzenine karşı savaşan muvahhidlerin
önündeki en büyük engel, köpek sıfatlı Bel’amlardır. Bu gün
tâğûtî düzeni devirmeye çalışan muvahhidlere “ehl-i fitne” sıfatını
verenler Bel’amlardır. Hâlbuki tâğûtî düzenin kendisi bir fitnedir.
Bu fitneyi muhâfaza etmeye çalışan Bel’am ise başlı başına bir
pisliktir. Bu konuda bir tâğutun katili Muhammed bin Mesleme
(r.a.) şöyle diyor: “Zâlim idarecilerin kapısındaki âlimlerden, pislik
üzerindeki sinek daha güzeldir.” 43
43 Zemahşeri, Keşşâf II/434; Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası,
s. 103-107
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Kur’ân-ı Kerim’de Bel’am Karakteri;
Sorumlu ve Sorunlu Âlimler
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı
bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 44
“(Ey bilginler!) Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde,
insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor
musunuz?” 45
“Ey iman edenler, onların (yahûdilerin) size inanacaklarını mı umuyorsunuz?
Oysaki onlardan bir zümre, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice
anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi/değiştirirlerdi.” 46
“Elleriyle Kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için
‘Bu Allah katındandır’ diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından
ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü yazıklar olsun onlara!”
47
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir.
Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta
olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 48
“İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan
azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.” 49
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten
sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem
de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını
düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü
Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” 50
“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler
yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten
başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah, ne kendileriyle konuşur ve ne
de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar
doğru yol karşılığında sapıklığı, mağfiret bedeli olarak da azâbı satın
almış kimselerdir. Onlar, ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar! O azâbın
sebebi, Allah’ın, Kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. (Buna rağmen farklı
yorum yapıp) Kitap’ta ayrılığa düşenler, elbette derin bir anlaşmazlığın
içine düşmüşlerdir.” 51
44 2/Bakara, 41-42
45 2/Bakara, 44
46 2/Bakara, 75
47 2/Bakara, 79
48 2/Bakara, 85
49 2/Bakara, 86
50 2/Bakara, 159-160
51 2/Bakara, 174-176
BEL’AM
- 23 -
“Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği
gizliyorsunuz?” 52
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden, ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
onu gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu
kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne
kadar kötü!” 53
“Ehl-i Kitap’tan öyleleri var ki, Allah’a, size ve kendilerine indirilene,
tam bir samimiyet-le ve Allah’a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın
âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ücretleri/
ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 54
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel
karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar
kâfirlerin ta kendileridir.” 55
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.
Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez/rehberlik yapmaz.” 56
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.
Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı.
Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” 57
“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde,
onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket).
Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o
zâlimler topluluğu ile oturma.” 58
“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde
azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. (Öğüt
verenler de) dediler ki: ‘Rabbinize mâzeret (beyan etmek) için, bir de
belki sakınırlar diye (öğüt veriyoruz). Onlar, kendilerine verilen öğütleri
unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta
oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.” 59
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını
alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım
52 3/Âl-i İmran, 71
53 3/Âl-i İmran, 187
54 3/Âl-i İmran, 199
55 5/Mâide, 44
56 5/Mâide, 67
57 5/Maide, 78-79
58 6/En’âm, 68; yine bk. 4/Nisâ, 140
59 7/A’râf, 164-165
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da
alırlar. Acaba Allah’a karşı haktan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine
dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz
alınmamış mıydı ve onlar Kitab’ın içindekini ders edinip okumadılar mı?
Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır.
Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” 60
“Onlara (Yahûdilere) kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan
sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda
azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku.
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı
ve hevâsınınn/hevesinin peşine düştü. Onun durumu, üstüne varsan da,
kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur
ki düşünür, ibret alırlar.”
Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu
ne kötüdür!”
Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa,
işte onlar ziyana uğrayanlardır.” 61
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahûdi bilginlerinden) ve
(hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla
yerler ve onları Allah’ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp
biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azâbı
müjdele!” 62
“(Sizden olduklarına dair yemin eden) Münâfık erkekler ve münâfık
kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar münkeri/kötülüğü
emreder, ma’rûftan/iyilikten alıkorlar (siz ise iyiliği emreder, kötülükten
alıkorsunuz) ve onlar ellerini sıkı tutarlar (Allah için infak edip harcamak
husûsunda cimrilik gösterirler). Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.
Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.” 63
“Dediler ki ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız
hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı
emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.’ Dedi ki: ‘Ey kavmim!
Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa
ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size
yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum.
Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat
60 7/A’râf, 169
61 7/A’râf, 175-178
62 9/Tevbe, 34
63 9/Tevbe, 67
BEL’AM
- 25 -
başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız
O’na döneceğim.” 64
“(Ey Rasûlüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı)
onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir
nasihattir.” 65
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere Bize isnat
etmen için seni, neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve
ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr
kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecek-tin. O
takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık;
sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” 66
“Sabah-akşam Rablerine, sırf O’nun rızâsını dileyerek duâ edenlerle
birlikte candan sebat et. Dünya hayatının zînetini/süsünü isteyerek gözlerini
onlara çevirme. Kalbini, Bizi zikretmekten/anmaktan gâfil kıldığımız,
kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 67
“(Ey Rasülüm) de ki: ‘Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret
istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler
istiyorum.” 68
“Onlar ki, Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar
ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese)
yeter.” 69
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır
(onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da
Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” 70
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların
sözlerine kulak verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.”
71
“Onların bu konuda ilmi yok; sadece atıp tutuyorlar.” 72
64 11/Hûd, 87-88
65 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememesi ile ilgili olarak
benzer ifadeler için bk. 42/Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6/En’am, 90.
66 17/İsrâ, 73-75
67 18/Kehf, 28
68 25/Furkan, 57
69 33/Ahzâb, 39
70 35/Fâtır, 10
71 36/Yâsin, 21
72 43/Zuhruf, 20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
“Hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere sapıtıp, kulağını ve
kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi gördün mü?” 73
“Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük
altında ezilmişler midir?” 74
“Onların hiç ilimleri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, hiç şüphesiz
hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” 75
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız
şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanan
en sevilmeyen bir şeydir.” 76
“Kendilerine Tevrat yükletilen, sonra onu, taşımayanların (Kitab’ın
hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan
eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu
ne kötüdür! Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.” 77
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak
iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler
hâriçtir.” 78
Hadislerde Bel’am Tipli Kötü
Âlimler ve İlmin Sorumluluğu
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim
öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık
takan adama benzer.” 79
“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa
etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep
edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe
(müstahaktır).” 80
“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan
duâdan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” 81
“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinânın çoğalması
kıyâmet alâmetlerindendir.” 82
73 45/Câsiye, 23
74 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46
75 53/Necm, 28
76 61/Saff, 2-3
77 62/Cum’a, 5
78 103/Asr, 1-3
79 İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 224
80 İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
81 Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711
82 Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
BEL’AM
- 27 -
“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını
kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca
insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak;
onlar da bilgileri olmadığı halde fetvâ verecekler. Onlar bu sûretle
hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” 83
“Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyâmet gününde
ateşten bir gem vurulacaktır.” 84
“Kıyâmet gününde bir adam getirilir ve cehenneme atılır da cehennem
değirmen merkebinin taşlarıyla (buğday) öğütmesi gibi onu öğütür.
Bunun üzerine cehennem halkı onun başına toplanır da: ‘Ey filan, sen
ma’rufla emrediyor ve münkerden nehyediyor değil miydin?’ derler. O
da: ‘Evet, ben ma’rufla emrederdim de onu kendim yapmazdım ve yine
ben, münkerden nehyederdim de, onu kendim işlerdim’ der.” 85
“Allah’ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura
benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir
kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak
olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine
faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar,
ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isâbet eder ki, kıraç
ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini
anlayıp da Allah’ın benim vâsıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan
ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu
vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen
hidâyetini kabul etmeyen kimse böyledir.” 86
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun
her sözü aleyhinedir.” 87
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli
sözü, hakkı haykırmaktır.” 88
Peygamber (s.a.s.) ayağını bineceği hayvanın üzengisine koymuş
vaziyette iken bir adam: “Hangi cihadın sevabı daha çoktur?”
diye sordu. Peygamberimiz: “Zâlim idârecinin karşısında doğru ve
adâletli sözü haykırmaktır” buyurdular. 89
83 Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
84 İbn Mâce, Mukaddime 24, hadis no: 261; Tirmizi, İlm 3, hadis no: 2651,
2787; Ebû Dâvud, İlm 9, hadis no: 3658
85 Buhâri, Fiten, 17, hadis no: 46, Bed’u’l-Halk 10; Müslim, Zühd 7, hadis no:
51 -2989-; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205, 206, 207, 209
86 Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
87 İbn Mâce, Fiten 12
88 Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey’at 37
89 Nesâî, Bey’at 37
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını
hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki
yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir
kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler
su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt
katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda
oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte
oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa
hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri
kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” 90
Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde
felâkete uğrar mıyız?” denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap
verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.” 91
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya
iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında
üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul
edilmez.” 92
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka
birine rastlar ve: ‘Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun
şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün aynı
işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı
gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi.
Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti.” Sonra
Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Allah’tan gelen gerçekleri örtbas
etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle
lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını
aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye
çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun
Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin.
Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür
ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer
onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her
şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri
dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir.”93
Bu âyeti okuduktan sonra Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır,
zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde
tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına
lânet ettiği gibi size de lânet eder.” 94
90 Buhârî, Şirket 6
91 Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 1
92 Tirmizî, Fiten 9
93 5/Mâide, 78-81
94 Ebû Dâvud, Melâhim 17
BEL’AM
- 29 -
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa
da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla
birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların
kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle
onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle
idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup
oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin
ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak
üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.” 95
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: “Ey insanlar şüphesiz
siz şu âyeti okuyor (fakat yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz
yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa
düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır
ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.”96
Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki
insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün
insanları gazâba uğratması pek yakındır.” 97
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce
Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 98
“Cenâb-ı Hakk’ın benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her
peygamberin ashâbı ve havârileri (kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan
samimi ve seçkin çevresi) vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine
ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir
ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara
karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse
mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 99
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin
olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz.
Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur.
İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak
kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.”
(Sahâbîler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu
ki: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” 100
95 Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
96 5/Mâide, 105
97 Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
98 İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
99 Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
100 Müslim, İmâre 63
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi
sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını
dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi
günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” 101
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği
gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir
şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı
çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin
günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”
102
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan
değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” 103
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi
takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği
sıfat) kendine döndürülür.” 104
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” 105
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi
ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının
gölgesi altındadır.” 106
“Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları
bir adam vardır.” Denildi ki: “O kimdir ey Allah’ın Rasûlü?” Hz.
Peygamber (s.a.s.) de: “İlminden kendisi istifâde etmeyen âlimdir” buyurdu.
107
“Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı
insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir.” 108
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği
gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” 109
“İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın
olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek
için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek
için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat
101 Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
102 Müslim, Zekât 69
103 Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978
104 Buhârî, Edeb 44
105 Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
106 Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
107 Tefsir-i Kebir, II/482
108 Tefsir-i Kebir, II/482
109 Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72
BEL’AM
- 31 -
parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan
kimselerdir.” 110
“Şâyet Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız.” 111
“Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden değildir.” 112
“Kur’an- Kerim’i okuyun, onu (dünya menfaatlerine vesile kılmak
sûretiyle) yemeyin!” 113
“Kur’an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın,
onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin,
onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin.” 114
Übeyy bin Kâ’b: “Bir adama Kur’ân-ı Kerim öğrettiydim de,
bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah’a söylediğimde:
“Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir” buyurdular, ben
de sahibine geri verdim. 115
Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe’den birçok kimselere Kur’an öğrettim.
Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye
etti. -Kendi kendime- ‘Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla
ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım’ dedim. Bununla beraber,
Nebî (s.a.s.)’e bu olayı arz ettim. Rasül-i Ekrem cevaben şöyle
buyurdu: “Allah Teâlâ’nın Kıyâmet gününde boynuna ateşten bir halka
takmasını arzu edersen kabul et!” 116
“Kim Kur’an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten
bir yay kılâde yapıp boynuna takar.” 117
Bu hadislerin çoğunda Suffe talebelerinin, öğretmenlerine
hep kavs, ok yayı hediye ettikleri zikredilmiştir. ‘Bunların hediye
edecek başka şeyleri yok mu idi? Bunların hepsi de ok, yay sahibi
mi idi?’ Evet, başka şeyleri yoktu. Bunların tümü, fakir ve ihtiyaç
sahibi kimselerdi. Ayrıca, bunların hepsi mücâhid idi. Hepsinin de
mâlik olduğu dünya malı okla yaydan ibaret idi. Ekserisi bâdiye
(çöl) halkından idi. En güzel yay bunlarda bulunurdu. Birbirini görerek
hocalarına yay hediye etmek istedikleri anlaşılıyor. 118
110 Tirmizî, Birr 71
111 İbn Mâce, Mesâcid 14
112 Buhârî, Nikâh I ; Müslim, Nikâh 5
113 Ahmed bin Hanbel, Müsned; Heysemî, M. Zevâid, VI/168
114 Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167); Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,
V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46
115 İbn Mâce, II/157; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47-48
116 Ebû Dâvud; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47
117 Dârimî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
118 S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
“Kim Kur’an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse,
Kıyâmet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat
meydanına gelir.” 119
“Kur’an okuyan, onunla Allah’tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek,
Kur’an’ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir.”
120
İmam Buhârî, Sahih-i Buhârî’nin “Fedâilu’l-Kur’an” bölümünde
“Kur’ân’ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar” diye bir
başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır: “Dünyanın sonunda
birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah’ın kelâmını
okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından
öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları
öldürmek, Kıyâmet gününde ecir olacaktır.” 121
Buhârî’yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu
açıklamayı yapar: “Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla,
yani Kur’an’ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur’an okuma,
Allah için olmazsa, elbette ya gösteriş, ya yeme vesilesi, ya da benzeri
bir şey için olacaktır.” 122
“Kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya
metâı/malı elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde Cennetin kokusunu
duyamaz.” 123
“Kim Allah (c.c.) rızâsından başka bir şey için ilim öğrenirse veya ilimle
Allah rızâsından başka bir şeyi murâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.”
124
“İlim adamlarıyla boy ölçüşmek veya bilgisiz kimselerle tartışmak ya
da halkın yüzünü kendine döndürmek amacıyla ilim edinen kimseyi Allah
(c.c.) Cehenneme sokacaktır.” 125
“Bir kimse, âhiret ameli ile dünyayı talep ederse, yüzü insan
sûretinden çıkar, zikri de mahvolur. İsmi de ehl-i nâr (Cehennemlikler)
siciline girer.” 126
119 Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96; Beyhakî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
120 Tirmizî, V/179, hadis no: 2917; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-49;
Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96
121 Buhâri, Tecrid-i Sarih, IX/301; XI/248
122 Kirmânî, Şerhu’l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü’s-Sârî, VII/388
123 Ebû Dâvud, İlim 12, hadis no: 3664; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III/338
124 Tirmizî, hadis no: 2793; İbn Mâce, hadis no: 258
125 İbn Mâce, hadis no: 259, 260; Tirmizî, hadis no: 2793
126 Taberâni, Kebir; Ebû Nuaym; Râmûz el-Ehâdis, II/429
BEL’AM
- 33 -
“Kapkaranlık gece parçaları gelmeden (fitnelerin karanlığında, nur/
ışık temini için) amellere sür’atle koşun ki, o devirde insan sabah mü’min
olduğu halde akşama kâfir olarak ulaşır. Mü’min olarak gecelediği halde
kâfir olarak sabaha çıkar. Ve o günün adamları dinini, dünyadan az bir
şeye karşılık satarlar.” 127
“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların namazlarının
yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı,
onların amelleri/iyi işleri yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz.
Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerinden
(boğazlarından) öteye geçmeyecek. Onlar, okun avı delip
geçtiği gibi dinden çıkacaklar...” 128
“Birtakım dâîler, yani çığırtkan hatipler türeyecek, onlar bizim dilimizle
(bizim aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar (Hâlbuki gönüllerinde
hayırdan eser yoktur). Bizim dinî kaidelerimizle, bizim dînî hislerimize
hitab edecekler ve ümmeti Cehenneme ve felâkete dâvet edecekler!” 129
Peygamber (s.a.s.) ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler.
İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar
Kur’an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan
sahâbîlerden biri: ‘Hepimiz Allah içiniz, O’na âidiz ve O’na döneceğiz.
Peygamber Efendimiz’i şöyle derken işitmiştim: “Pek yakın
bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’an’ı âlet edip dilenecekler.
Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz.”
130
“Kur’ân’ı Arap lâhnı ve üslûbu ile okuyun. Fâsıkların, yahûdi ve hıristiyanların
lâhnı ve tavrı ile onu okumaktan sakının. Benden sonra bir
kavim gelecek; onlar Kur’an’ı şarkıcıların, râhibelerin ve yas tutan kadınların
üslûbu ile okurlar. Ama okudukları hançerelerinden (boğazlarından)
öteye geçmez. Onların da, bu okuyuşlarından hoşlananların da kalpleri
fitne ile dolmuştur.” 131
“Benden sonra birtakım emîrler (idareciler) olacaktır. Kim onların yalanlarını
tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden
değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim ‘havz’ımın etrafına
yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde
onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse
havzımın kenarında bana ulaşacaktır.” 132
127 Müslim, Tirmizi, Ahmed bin Hanbel; Râmûz el-Ehâdis, I/243
128 Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI/247; hadis no: 1783
129 Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX/298; XI/248
130 Fudayl bin Amr’dan, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti’l-Kur’an, Muhyiddin
Nevevî, s. 29
131 Beyhakî, Şuabu’l-İman, I/429; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I/43
132 Tirmizî, 121, hadis no: 2360; Tâc Terc. III/106, hadis no: 168
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
“Benden sonra, yakında birtakım sultanlar peydah olur. Kapılarında
fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler (ellerinden
kimse hayır görmez). Bir şey verirlerse, ancak onların dinlerinden
bir tâviz kopararak verirler.” 133
“Ben bir müşrikten yardım almam!” 134
“Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.” 135
“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi’râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten
makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir
ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan
hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat
kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” 136
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi
ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının
gölgesi altındadır.” 137
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur”
138 buyurdu.
“Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” 139
Ebû Hüreyre’nin, şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Eğer Allah’ın
Kitabındaki şu iki âyet olmasaydı, size hiç bir hadis rivâyet etmezdim”
Ebû Hüreyre, ilmi gizlemeyle ilgili yukarıdaki iki âyeti140 okumuştur.
141
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece
sözlerinle değil.”142 Yine Hasan Basri’nin diğer bir nasihati:
“Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan
ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan
olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk
olursun.” 143
133 Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Râmûzu’l-Ehâdîs, I/302; Taberânî, Kebir;
Hâkim, Müstedrek -Abdullah bin Hars’dan-
134 Müslim, hadis no: 151
135 Nesâi, Kitab: 48, bab 52
136 Ahmed bin Hanbel, III/120, 231, 239
137 Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
138 F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
139 Aliyyül Kari, Esrâru’l-Menfûa, 364
140 2/Bakara, 159 ve 160
141 Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, c. 1, s. 115
142 Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273
143 Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
BEL’AM
- 35 -
Ebû ’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: “Biz zorlukta
ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun
eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile
ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere
göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine
karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin
hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın
kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah’ın (s.a.s.)
siyasî otoritesini kabul edip bey’at ederek elini sıktık.” 144
Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) iki şeyden birini
yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı
sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah
ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını
çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış;
Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah
için vermiştir.” 145
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan
kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde
susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir.
“Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” (âlimlerin yaptıkları, câhillerin
delîlidir) sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler.
Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır.
Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. 146
İmam Gazali; Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu
defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz.
Bileyi taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez.
İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur.
Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan
kurtulamaz. 147
Bel’amların Râzı Olduğu Devlet Dini ve Diyânet
“Din” kelimesinden türeyen “diyânet” kelime olarak; “din,
dine ait, dinî emirlere riâyet etmek, gereğini yerine getirmek
ve dindarlık” mânâsına gelir. Fıkıh eserlerinde bu kelime,
“muâmelât”a karşılık ibâdetleri belirtmek için kullanılır. Günümüzde
ve yaşadığımız coğrafyada terim olarak, başta anayasa
olmak üzere laik yasalarla yetkisi çizilen ve Başbakanlığa (ilgili
144 Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41
145 Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77
146 Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebir Terc. c. 2, s. 283
147 Gazâlî, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 1, s. 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
devlet bakanlığına) bağlı olarak çalışan, resmî devlet kurumu olan
“Diyanet İşleri Başkanlığı” teşkilâtı için kullanılmaktadır. Biz de bu
anlamda kullanacağız.
İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde
meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır.
Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma,
zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı
olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini
zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek
tatbik edilmesi gerekir.
Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların
yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına
almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin
dinsiz olmadığını göstermek için “Diyânet” teşkilât kurdular.
Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken,
“hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen
gösterdiler.
Yetkililer, Diyânet teşkilatını başbakanlığa bağlayınca ve kendilerine
uygun gördükleri bir başkanı da o makama atayınca, dinle
ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri ellerine almış oldular.
İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin, vâiz ve
müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar.
Böyle yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap
sorma yolunu da kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada
oyuncak haline gelmiş oluyordu.
Kim başa gelirse gelsin; ister solcu, ister sağcı, ister sözde dindar,
ister laik dinsiz; din bu yetkililerin menfaatlerine hizmet eden
güçlü bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Kim iktidarda ise din,
yani Diyânet, o şahsın istekleri doğrultusunda hareket etmek zorundadır.
Bu durum, müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün
İslâm topraklarında geçerlidir. Yani, her ülkede devletin kontrolünde
olan bir Diyânet teşkilâtı vardır. Diyânet kurumu, devletin
dini kendi emelleri için kullanmasına destek veren bir kuruluştur.
Diyânet için dinin tümüne riâyet edip etmemek mesele değildir.
Çünkü devlet ne derse Diyânet yetkilileri, kendilerini emir kulu
kabul ederek öyle hareket etmek zorunda hissederler. Allah’ın
hükmü ise açıktır: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak
rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler.
Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 148
148 2/Bakara, 85
BEL’AM
- 37 -
Diyânet teşkilâtı, Türkiye’de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün
isteğiyle meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten
itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit
vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir
kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi,
medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı
azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla
eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi.
Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak
Arapça aslıyla okunması yasaklandı.
Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde
olan, devletin istediği şekilde bir din oluşturma için kurulmuş bir
teşkilât olmasıdır. Devlet, kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak
bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile devletin
birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı
zamanda dine ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal
etmediler. Yetkili ve etkili güçler, halkın tepkisini çekmemek için
dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için de dini kontrol altına
alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.
Resmî ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan
her kurum, bağlı olduğu devletin değerlerine hizmet etmek
zorundadır. Bu anlamda müslümanların Diyanet’ten bir beklentileri
olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti içinde olmak
abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm’ın anlaşılmasına,
hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir.
Bu kurumun kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu
sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil insanlar Diyanet’i, Dini muhâfaza
eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum ve kuruluşlara
şüpheyle bakmaktadırlar. Diyanet, bütün câmileri kendi kontrolünde
tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından
ötürü, zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı
icraatlar, hutbe ve vaaz veren yetkililer hakkında hemen soruşturma
açılıp cezalandırılmaktadır. Hutbelerin kalitesi; çiçeklerden,
böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte.
Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından
bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah
için yapılmasından önce, her şeyin devlet için yapılması önceliklidir.
Tabii bu kurumun içinde yine de insaflı ve samimi insanların,
dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan müslümanların bulunduğu
da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri bülbülleri
bastırmaktadır.
Diyanet teşkilâtında çalışanların büyük çoğunluğu Diyanet’in
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
esaslarına uygun bir kafa yapısına sahip olduklarından, kendilerine
dikte ettirilen devlet dinini anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç)
herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar. Ancak, zaman zaman
hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid eri
müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak
istenen İslâm dışı hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm’ın
sosyal ve siyasal yönünü esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma
geçirmekte, bazen de görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Diyanet kurumu, öylesine devletçidir ki, iktidarda, hükümette
kim olursa olsun fark etmez; memur olmanın gereğini yapar,
âmirlerinin emirlerini harfiyyen yerine getirir, Allah’ın kulu olduğunu
unutarak emir kulu olur. Onlarca benzeri bulunan bir örnek
verelim. Aşağıya alıntılayacağımız örnek metinde görüldüğü gibi,
müslümanlara her durumda devletin yanında yer almayı tavsiye
etmektedirler. Bu tavsiyeye uymayanlar Diyanet’e göre müslüman
bile sayılmazlar. Çünkü onlar, hâin olarak târif edilmekte.
Diyânet Vakfı’nca yayınlanan İslâm’a ters nice unsurlar içeren bir
kitabı beraberce okuyalım. Bu kitap, câmi görevlilerince cemaatlere
ısrarla tavsiye edildiğinden olsa gerek, tam 25 baskı yapmış
bir kitaptır:
“1- Milletimize ve Yurdumuza Karşı Vazifelerimiz: İnsan, toplu
yaşama istidadında yaratılmıştır. İnsanın bu haline “medenî ve
ictimaî vasfı” denir. Dünyadaki her topluluk, belirli sınırlar içinde
siyasî bir cemiyet kurmuştur. Bunun adına “devlet”, devletin hâiz
olduğu kudreti temsil eden kuvvete “hükümet”, yurt içinde yaşayan
devlet ve hükümeti kuran insanların hepsine “millet” denir.
Bizim devletimizin adına Türk Devleti; hükümetimize: Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti; milletimize de Türk milleti denir.
Müslüman Türk milleti, beşer tarihinin en eski, en ünlü, şerefli
ve yüce bir milletidir. Türk tarihi ise insanlığın yüzünü ağartan,
başka milletlere az nasip olan, idârede, askerlikte, medeniyette
ve insanlık faziletlerinde yüce kahramanlıklarla doludur. Bu emsalsiz
kahramanlıkların kaynağı, gıdası; imandır. Geçmişte böyle
olduğu gibi bugün de mümtaz mevkimizi imanımıza borçluyuz.
Yurt sevgisi de imandan gelir, imansızın kalbinde yurt sevgisi yer
tutmaz. Her devletin bekası, o devleti meydana getiren milletle
hükümeti arasındaki karşılıklı vazifelerin hakkıyla, yoluyla yapılmasına
bağlıdır.
2- Milletin Hükümete Karşı Vazifeleri: Her insan için memleket
ve milletini sevmek, onun saâdetine ve yükselmesine çalışmak,
hükümetin kanunlarına, emirlerine boyun eğmek bir vazifedir.
BEL’AM
- 39 -
Bizim Kitabımız Kur’ân-ı Kerim böyle emreder. Yurdun içten ve
dıştan korunması, millet işlerinin lâyıkıyla başarılması için herkes,
malıyla, canıyla hükümete yardım etmek zorundadır. Malla yapılan
yardıma, vergi; canla yapılan yardıma da askerlik denir.
Memleketimizi düşman saldırılarından korumak, memleket
içinde halkın rahat ve sükûnunu sağlamak için hükümetin kurduğu
orduda hizmete koşmak, asker olmak, her vatandaşa düşen
vazifedir. Bu vazife de dinin emridir. Askerlik, düşmanlara karşı
yurdumuzu, ırz, namus ve şerefimizi koruma hizmetidir. Bu şerefli
hizmeti ifa eden ordu, icabında canını fedâya hazır olan silahlı bir
kuvvettir. Askerlik vazifesi, yurdumuza ve hükümetimize yaptığımız
vazifelerin en şereflisidir. Çünkü askerlik, kan ve can vergisidir.
Bizim dinimizde askerlik mertebesi çok yücedir. Asker savaşta
ölürse şehitlik; kalırsa, gâzilik mertebesine erer. Şehitlik mertebesi,
âhirette peygamberlik mertebesinden sonra gelir. Fahr-i
âlem efendimiz; “karada şehit olanların kul borcundan başka günahları
affolunur. Denizde şehit olanların ise bütün günahlarıyla
kul borçları da affolunur” buyurmuşlardır. Türlü bahaneler icad
ederek askere gitmemek veya gittikten sonra kaçmak, hâinliktir,
alçaklıktır, büyük günahtır.” 149
Allah’ın dinine ayarlı olmayan bir kurumda çalışmak sûretiyle
O’nun dininin esaslarını gerçek mânâda anlatmak mümkün değildir.
Bu metot, fevkalâde yanlış bir usûldür. Dünyalık geçimini elde
etmek için sadece insanların önüne geçip namaz kıldırma memurluğu
yapan nice insan vardır ki, namazın ne anlama geldiğinden
bile habersizdir. Bırakın tefsirleri, mealiyle birlikte Kur’an’ı baştan
sona okuyanların sayısı yok denecek kadardır. Bu görevi yapan
kimselere, yani namaz kıldırma gibi önemli bir görevi yapana
İslâmî ıstılahta “imam” denir. İmamın taşıdığı özellikler kendisinde
bulunmayan bu zavallı kimseler nasıl olur da cemaate lider
olabilir? Hâlbuki imam; lider, yön veren, örnek olan, iyiliği emreden,
kötülükten sakındıran, Allah’ın dinini gerçek mânâda insanlara
anlatan kişi demektir. Diyanette çok sayıda namaz kıldıran
sözde imam vardır ki, endişeleri sadece geçimleridir. Bu da sistemin
ayarladığı sihirli değnek hükmündedir. Zira maaş adlı sihirli
değnekle, istediği zaman bu kurumu ve insanları kendi lehine çalıştırabilmektedir.
Maaş endişesiyle, dinin bazı gerçeklerini anlatmaktan
korkan görevli sayısı, çok büyüktür. Hâlbuki aynı imamlar,
insanlara rızkın Allah’tan olduğunu da anlatıp dururlar.
149 Cep İlmihali, Mehmet Soymen, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 95-96
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Televizyon veya radyo programlarında rastlamışsınızdır. İnanç
dünyası veya kandil gecelerinde yapılan programlarda hiç yeri
değilken bazı kimselere duâ edilir. Ölmüş gitmiş ve dine de pek
inanmayan kimselere duâ edip dururlar. Bu duâları yapanların
çoğu da, yağcılığı ve dalkavukluğu meslek edinmiş, kravatlı, göbekli
Diyanet memurlarıdır. Aslında, hoca denilen bu görevliler,
devletin temel ilkesi olan laikliğe ters düştüklerinin, ona leke
sürdüklerinin farkında bile değildirler. Ama alan memnun, satan
memnun; laiklik de, acıkınca yenilen helvadan bir put değil mi?
Ne acıdır ki, halen müslümanlara yönelik sürmekte olan baskılara,
müslümanların başörtülerine yönelik zulümlere, Diyânet
resmî bir kınamada bile bulunmaktan âcizdir. Haksızlığa, dinsizliğe
ve dine düşmanlığa sessiz kalmanın fetvâsını hangi dinden
aldıklarını sormak lâzım. Hem Diyanet içinde Din İşleri Yüksek Kurulu
diye bir kurul kuracaksınız, hem de bu kurul, birileri Hak dine
kürfretse hiç ses çıkarmayacak. İyi niyetle halk tarafından büyük
fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyanet hemen el koyar. Maksat,
orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına,
yaşanmasına engel olmaktır. İşgal edilen bu mekânlar,
devlet için öylesine faydalı yerlerdi ki laik devlet bu yerlerin kendi
kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından fevkalâde
memnun oluyor.
Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları
neden fırsat bilmesin? O kadar insan, zorla toplanmaya
çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Devlet, Diyanet’in eliyle hiç
çaktırmadan yapmak istediğini güzelce yapmaktadır. Devletin
dinsizliğine (daha doğrusu laiklik inancıyla çok dinliliğine), düzenin
despotluğuna ses çıkarmayan, onun ikiyüzlü yönetimine hizmet
eden bir Diyanet, neden olmasın, değil mi? Üstelik bu kurum,
düzene, polis ve jandarmadan daha iyi hizmet etmektedir.
Bizim için, Diyanet’in karşı olunacak en önemli tarafı, onun
kuruluş amacı ve İslâm adına yaptığı tahrifat ve tahribatlardır.
Çünkü Diyanet, sırf Allah’ın râzı olduğu dine karşı laik ve gayri
İslâmî bir devletin râzı olduğu bir dini yaygınlaştırmak için kurulmuştur.
Yani dine karşı yeni bir dinle mücâdele etmek. Maksat,
mevcut potansiyeli, yani halkı kontrol altına almaktır. Onlara
göre halka verilecek İslâmî anlamda/alanda her serbestlik, sürdürdükleri
saltanata son vermek olacaktır. Bu durumu bilen düzen,
Diyanet aracılığıyla kendi konumunu sağlama almış olmaktadır.
Yine Diyanet; eğitimden kişinin dünya görüşüne kadar her
şeyine müdâhale etmiş bulunuyor. Başta kendi personeli olmak
BEL’AM
- 41 -
üzere, onun eğitiminden geçen çoğu kimse devletçi ve düzencidir.
Devletin uygun görmediği her anlayış, bunlara göre de yanlıştır,
zararlıdır. Bu inançla hareket eden Diyanet personeli, devlete ve
onun yanlış icraatlarına tepki gösteren kimselere bölücü, hâin
demekten çekinmezler. Kulaklarını, gözlerini ve kalplerini düzene
kiralayan bu kimseler âyet ve hadislere karşı gelmek adına
da olsa devletçidirler. Aralarında marangoz hatası cinsinden bazı
istisnâlar olmasına rağmen herkes tâğuta karşı çıkmayan bir tavırdan
yanadır. Her personel, bu çarkın dişlisi olarak görev yapmaktadır.
En ücrâ köylere bile devletin öğretmeninden, jandarmasından
önce Diyanet ulaşabilmekte. Bir karın tokluğuyla ya da bir
maaşla satın alınan bu kadroların bir zamanlar Afganistan’daki
mevcut komünist rejime karşı mücâdele eden mücâhidlerin anarşist,
bölücü olarak câmilerde tanıtıldığı günlerin diğer ülkelerde
de olmasına şaşmamak lâzım. Bilindiği üzere Afganistan’da Allah
için kıyam eden mücâhidler Ruslara bağlı Diyanet personeli tarafından
halka bölücü, hâin ve anarşist diye tanıtılıyordu. Demek
ki Rus keferesi bile ülkelerindeki Diyanet teşkilatının varlığından
memnunluk duyuyor. Çünkü İslâm dışı rejimler kendi kontrollerinde
bir Diyanet teşkilatının olmasını kendileri için faydalı görmektedirler.
Yaşadığımız topraklarda da, etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’a
saldırmalarına karşı Diyanet’in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde
düşünülmesi gereken husustur. Eski müftü mürted Turan Dursun,
kitaplarında İslâm’a açıktan saldırırken Diyanet ve oluşturduğu
heyet, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda neden bir açıklamada
bulunmuyor, cevap vermiyor? Haydi, ülke içinde İslâm’a açıkça
hakaret edenlere bir şey diyemiyorsa, ülke dışında meselâ, Hint
asıllı mürted Salman Rüştü, aynı şekilde İslâm’a saldırdığı, Hz.
Peygamber’in hanımları olan annelerimize hakaret ettiği zaman
neden onu tel’in etmemiştir? Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların,
kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane
ederek İslâm’a topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması,
görmemeyi, duymamayı, söylememeyi tercih etmesi başka
neyle izah edilebilir? “İrtica” denilerek İslâm’a ve müslümanlara
olmadık iftiralar atan, Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin
yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak
Dini müdâfaa etme ihtiyacı bile hissetmemekte ve “dilsiz şeytan”
rolünü üstlenmektedir.
Tabii, Diyanet, hak karşısındaki bu sessizliğe/tepkisizliğe kılıf
uydurmayı da ihmal etmiyor. Çünkü demokrasiyle(!) idare edilen
bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz.
Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dinine göre
câiz değildir, demokrasi dininin kurallarını ihlâl etmektir.150 “Ey
iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi eğlence
ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü’min
iseniz Allah’tan korkun.” 151
İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin
önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik
İslâmizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlar, en başta da
Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal altındaki bütün
İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır.
İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği,
bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır. Diyanet görevlilerine
“Din görevlisi” denilmektedir. Bu deyimdeki “din”den İslâm kast
ediliyorsa, bu yanlış bir adlandırma olur. Çünkü İslâm’da, herkes
dininin görevlisidir. İslâm’da, hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık,
ruhbanlar (din adamları) sınıfı yoktur. Bütün müslümanlar, iyiliği
emretmek, kötülükten sakındırmak, dinlerini yaşayıp başkalarına
yaşatmak için dinin kendilerini görevlendirdiğini kabul eden insanlardır.
Onun için her müslüman, dininin vazifelisi, din görevlisidir.
Ama, bu “Din görevlisi” tâbiriyle düzenin resmî dini kast
ediliyorsa, diğer memurlar gibi, hatta onlardan öncelikli olarak
Diyânet görevlilerine bu ismin/ünvanın verilmesinde sakınca yoktur.
Kendilerine görev veren, nerede, hangi câmide ve hangi türde,
hangi kanun ve yönetmelikler çerçevesinde görev yapacağını
bildiren/emreden devlet olduğuna göre, bunların, her şeyden
önce devlet görevlileri, devletin din için görevlendirdikleri, devlet
dininin görevlileri olduğu daha mantıklı çıkarım olmaktadır. İslâm
dışı güçlerin desteği/maaşı olmadan ayakta duramayacak olan bu
grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin temsilcileri olarak görürler.
Bu da müslümanların cezâsı olarak yetmektedir.
Dünyadaki tüm küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin
içinden sökemedikleri Allah inancını köreltmek, saptırmak ve bu
yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için kendilerine
Bel’amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski devirlerinden
itibaren, Kur’an’ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ
döneminden bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri
bu yardımcılara para ve makam vererek onları toplumun önüne
sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda bunların yetkili
150 Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s.
55-69
151 5/Mâide, 57
BEL’AM
- 43 -
olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya
çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak,
halk üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular. Dünyadaki
tüm küfür sistemlerinin İslâmî gerçekleri müftü, vâiz ve
namaz memurları sâyesinde nasıl saptırdıklarına dair nice örnekler
içinden birkaçına değinelim:
Bir taraftan dini afyon kabul ederek, insanları dinsizleştirmek
için elinden geleni ardına koymayan Rusya’daki sosyalist düzen,
diğer taraftan resmî müftüler atayarak, yıllarca insanları bu müftüler
vâsıtasıyla saptırmağa çalışmıştır. Hac mevsimlerinde, bu kiralık
müftüleri hacca göndererek, o kutsal topraklarda kendi propagandasını
yaptıran sosyalist sistem, aynı zamanda ülkesindeki
muvahhid mü’minleri kurşuna dizmiştir. Bu yaptıklarıyla sosyalist
düzenin, müftü atamakta ne kadar samimi olduğu gözükmekte
ve asıl amacının ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gerçekler, yıllarca
tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.
Yunanistan gibi hıristiyan çoğunluğa mensup bir ülke, sömürgesi
altındaki Batı Trakya’nın Gümülcine’sinde resmî müftü atamaya
çalışmış, halkın seçtiği müftüyü kabul etmemiştir. Bu durum,
laik bir ülke olan Türkiye tarafından eleştirilmiş, İslâm düşmanı
medya tarafından da Yunanistan’ın bu tutumuna karşı çıkılmıştır.
Hıristiyan bir ülke, neden kendini İslâm’a nisbet eden halkın,
kendisine seçtiği müftüyü kabul etmeyerek kendisi müftü atasın?
Niçin müftü seçmekte bu kadar hassâsiyet göstersin? Bunun cevabı
gâyet açıktır. Hıristiyan Yunanistan, eğer bir kişiyi kiralayarak
müftü tâyin ediyorsa, bunun sebebi; diğer küfür rejimlerinde olduğu
gibi, o şahıs ve kuruluş aracılığıyla müslüman halkı kendisine
boyun eğdirmek, itaat ettirmektir.
Orta doğuda, Asya ve Afrika’da da durum pek farklı değildir.
Dünyanın hemen her yerinde, İslâm dışı düzenler, kendilerinin
İslâm’la hiçbir ilgileri bulunmadığı halde, müslüman gördükleri
halklara müftü, vâiz ve namaz memuru tâyin etmişlerdir. Bu kiralık
görevliler de, ücret aldıkları küfür rejimlerine hizmeti ibâdet
telakki ederek görevlerini lâyıkıyla yapmışlar, halklarını din adına
aldatmışlardır. Zaten İslâm dışı düzenler de bunu yapmaları için
kendilerine ücret ödüyorlar. Bunlardan birçoğu da toplum içinde
oldukça ün salmış, meşhur edilmiş kişiler olarak ortaya çıkarlar.
İşin en tuhaf yönü ise, bu kiralık görevlilerin, İslâm dışı rejimlerin
uşakları ve hizmetkârı olduklarını unutarak, kendilerini gerçekten
İslâm âlimi, İslâmî konularda söz sahibi olduklarını zannetmeleridir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Diyanet İşleri teşkilatını niçin kurduklarını açık bir şekilde
anlatan, laik sistemin akıl hocası ve düşünürü, 1961 anayasasının
mimarlarından biri olan Prof. Mümtaz Soysal’ın “Yüz Soruda
Anayasanın Anlamı” adlı kitabındaki ifadeleri, bu söylediklerimize
ışık tutmaktadır. Soysal, laikliğin tarifini ve Batı toplumlarında
geçirdiği evreleri tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel
teşkil eden İslâm dininin, nasıl etkisiz hale getirilerek devre dışı
bırakıldığını şöyle anlatıyor:
“Dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara
itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir
inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle
çok yakından ilgili olan müslümanlığın kendi içinde de bir reforma
girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği
laiklik politikası, dini ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp ‘kişisel’leştirirken,
müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş
oluyordu. Laik devlet, yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen,
resmî bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet
olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için
gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.” 152
Prof. Soysal’a göre devlet, laikliğin öngördüğü tedbirini aldı.
Aldı almasına da, ancak İslâm dini, büyük bir engel olarak laikliğin
karşısında, olduğu gibi duruyordu. Çünkü İslâm’da, hıristiyanlıktaki
gibi din ve devlet işleri ayrı ayrı değildi. Soysal bu gerçeği
şu ifadelerle dile getiriyor: “İslâm dini, din ile devlet işlerini
ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din,
insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da
kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeğe
doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya
kadar varıyor.” 153
Laik rejim İslâm’la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel
kaldırılmalı, ama çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü
böyle bir çatışma laik rejimin sonu demekti. O halde, laikliğe zarar
verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve formül bulundu:
İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak
kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı,
bu kuruluş, dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine
getirmeliydi. Diyanet İşleri Teşkilatı böylece kuruldu. Diyanetin
laik sistem içindeki yerini ve görevini istenildiği gibi nasıl yerine
getirdiğini de Soysal şöyle ifade ediyor:
152 Mümtaz Soysal, Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Y., s. 171
153 Mümtaz Soysal, a.g.e., s. 172
BEL’AM
- 45 -
“Laik bir devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare
içinde yer alması, Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin,
yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha
sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir
anlam taşıyamaz.” 154
Soysal, çok açık bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş
amacını ortaya koymaktadır. Buna göre, Diyanet’in görevi,
dünya ve âhiret nizamı olan İslâm nizamının, devletle ve dünya
ile ilgili olan kurallarını gizleyerek onu ruhbanlık dini haline getirmeye
ve böylece onu vicdanlara hapsetmeye çalışmaktır. Bunun
için; müftüler, vâizler ve namaz memurları yetiştirmek, bunların
nasıl hareket edecekleriyle ilgili esasları belirlemek, bu esaslar
doğrultusunda hareket edip etmediklerini, laik sisteme uygun
konuşup konuşmadıklarını kontrol etmek üzere, müfettişler görevlendirmek
Diyanetin temel görevidir.
Laik sistem, kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sibopluğu
yaptırdığı Diyanet örgütüne yalnızca eleman yetiştirmekle
kalmamış, aynı zamanda bu yetiştirdiği elemanlarına işleyecekleri
dinî cinâyetleri (dini vicdanlara hapsetmeye çalışmaları) karşılığında,
bütçesinden her yıl düzenli olarak ve miktarı laik rejimin
birçok bakanlığın bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı rüşvet olarak
vermiştir. Laik rejim, protokolda, Tapu Kadastro Müdürlüğü
kadar bir yere sahip olan Diyanet Teşkilatına, devletin çok önemli
altı bakanlığının toplam bütçesinden daha fazla bir parayı ayırıyordu.
Ayrıca, yıl ortasındaki ek ödenekler ve Diyanet Vakfının
gelirlerinin de eklenmesi ile bir müdürlük seviyesindeki Diyanet
örgütünün bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline geliyor.
Bütün bu rakamlar çok büyük, hatta korkunç gelse de; aslında,
Diyanet teşkilatının işlediği dinî katliamlar karşılığında
az bile kalmaktadır. Çünkü Rusya, büyük askerî gücüne ve onca
imkânına rağmen, bir avuç Çeçen’in kafasından din duygusunu,
gönlünden cihad ve şehitliği, onca propaganda, saldırı ve işkenceye
rağmen kaldırmayı başaramazken, Diyanet, kan dökmeden
ve baskı yapmadan personeli vâsıtasıyla yaptığı propagandalarla,
dini toplumsal hayattan kaldırma ve toplumu hak dinden kopararak
devlete tâbi kılma açısından Rusya ile karşılaştırılamayacak
büyük başarı elde etmiştir. Konuyu bir de nüfus açısından ele alacak
olursak, sonuç daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Yani Rusya,
250 milyonu geçen nüfusu, süper askerî ve malî gücü, sosyalist
ideolojisi, baskı ve saldırılarıyla, bir milyon Çeçen’in kalbinden ve
154 M. Soysal, a.g.e. s. 174
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
kafasından imanı sökmeye muvaffak olamazken; diyanet örgütü,
88 bin çalışanı ile 70 milyon insanın kalbindeki ve kafasındaki
imanı geçersiz hale getirerek onları birer uydu/köle haline getirebilmiştir.
Rusya 250 milyon nüfusuyla bir milyona yapamadığını,
Diyanet örgütü 88 bin çalışanıyla 70 milyona yaptı. Bu nedenle,
Diyanet’in aldığı ücret/rüşvet az bile kalmaktadır. Diyanet şebekesinin
zavallı elemanları rejime yaptıkları hizmetleri bir bilselerdi,
generallerin rejime yaptıkları hizmetlerden çok daha fazla
olduğunu ve rejimi nasıl koruduklarını görürlerdi. Çünkü Diyanet
örgütü, içerideki dinsel düşmanı (irticâyı) etkisiz hale getirmekte,
generallerin dış düşmanı etkisiz hale getirmelerinden daha başarılıdırlar.
Diyanet teşkilatının her elemanı, yaptıkları üstün ve
başarılı görevleri için aslında mareşallikle ödüllendirilmelidir.
Ancak, her işte olduğu gibi, bu konuda da insanların bir hesabı
varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı var ve Allah, hesabında daima
üstün gelendir. “Kâfirler istemese de Allah dinini üstün kılacaktır.”155
İşte bu Diyanet şebekesi konusunda da laik sistemin hesabı yine
tutmadı. Tıpkı İmam-Hatip Liselerinde ve İlâhiyat Fakültelerinde
tutmadığı gibi. Çünkü düzen, onca rüşvet vererek kiraladığı dinsel
suçlu müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından kimileri,
işledikleri cinâyetin farkına vardılar. Allah korkusunun ağır basması
sonucunda, laik rejimin ellerine tutuşturduğu, rejimi öven
kâğıtları bir kenara fırlatıp ellerine Kur’an’ı alarak aslına uygun
bir şekilde hak dini halka anlatmaya çalıştılar. Ancak, rejimden
onca rüşvet alan Diyanet ve bağlı olduğu yetkililer boş durur mu?
Hemen harekete geçerek namaz memurlarından halka Kur’an’ın
anlamlarını anlatan ve okutanları araştırmaya başladılar ve
Kur’anî gerçekleri insanlara ulaştırmaya çalışanlardan tespit edebildiklerinin
işine son verdiler.
Diyanet İşleri, dinin bir vicdan meselesi olduğunu halka kabul
ettirmek için, sürekli olarak bu tarzda hutbeler hazırlar ve namaz
kıldırma memurlarına da bu hutbeleri okutur. Bu hutbeleri okumayanları
uyarır, cezalandırır, hatta gerekirse görevine son verir.
Diyanetin bağlı bulunduğu yasa, dinin bir bölümünü anlatmaya,
bir bölümünü gizlemeye görevlileri zorlamaktadır. Aynı yasa, laiklikle
çatışan, Kur’an’ın devlet ve egemenlikle ilgili hükümlerini
gizlemeleri gerekirken bunları açıklayan görevlilerin işlerine son
verileceğini de ortaya koymaktadır.
İslâm dini, devlet ve hüküm/egemenlik esasını ilk plana almaktadır.
“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, bu gerçeği ifade etmektedir.
155 9/Tevbe, 33
BEL’AM
- 47 -
Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar süregelen
risâlet zinciri, sadece bu gerçeğin anlaşılması içindi:
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye (emretmeleri
için) her ümmete/topluma bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan
bir kısmına hidâyet edip onları doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı
için de sapıklığa düşmek hak/gerekli oldu. Yeryüzünde gezin de görün;
inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”156 Kur’ân-ı Kerim, hâkimiyet
konusunu, sürekli olarak işlemekte, baştan sona kadar bu konuya
işaret etmektedir. “Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine
ibâdet/kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların
çoğu bilmezler.” 157
Hâkimiyetin ancak kendisine ait olduğunu bildiren Yüce Allah,
indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduklarını,
hükümleri gizleyenlerin de aynı kategoriye girdiklerini
bildirdikten sonra, Kur’an’la mutlaka hükmedilmesi gerektiğini
emretmektedir. “Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak
üzere Kitabı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği
ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/keyiflerine/
arzularına uyma... Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından
seni saptırmamalarına dikkat et.” 158
Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların
ve hükümleri istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren
Kur’an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu haber vermektedir:
“Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar? İyice bilen
bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”159 Yüce
Allah’ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla hükmetmemek,
ya da İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek
ve söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: “Artık bundan sonra
hangi şey, sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni
değil mi?” 160
Aldıkları birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında
İslâmî esaslardan ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar.
Hakkı ortaya koymanın yolu, başta câhilî bütün sistemleri
reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi öğrenmekten
geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması
gerekmektedir. “Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık
156 16/Nahl, 36
157 12/Yûsuf, 40
158 5/Mâide, 48-49
159 5/Mâide, 50
160 95/Tîn, 7-8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah’tan başka hüküm
koyanı) reddedip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam
kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 161
İşte, Diyânet teşkilâtı, bu hakikatlerin gün yüzüne çıkmaması
için müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarına ücret vermekte
ve bu gerçekleri topluma duyuranları ise hiç bekletmeden kovmaktadır.
Diyanet teşkilatının başına, dinin bir vicdan işi olduğu
felsefesini kabul etmiş ve bu felsefe doğrultusunda hareket edeceğine
dair güvence vermiş başkanlar getirilmektedir. Bu başkanlar,
görevlerini laik düzenin emirleri doğrultusunda yapmaktadırlar.
Bunların emrindeki câmi görevlileri de kendilerine yasalarla
emredilenleri yerine getirmektedir. Bu görevliler, kendilerine verilen
görev gereği, Kur’an’ın bütününü Arapça aslıyla okudukları
halde, bir kısmını gizleyerek, kalan diğer kısımlarının anlamını
halka ulaştırırlar. Bu ücretli görevlilerin, dinin ancak bu kadarını
bildikleri söylenemez. Çünkü bir âyeti okuyup onun altındaki
veya üstündeki âyetleri görmemek mümkün değildir. Kur’ân-ı
Kerim’deki iyilik, güzellik, yardım severlik konularındaki âyetleri
sürekli okuyarak; içki, kumar, zinâ, fâiz ve hâkimiyetin Allah’a
ait olduğuyla ilgili âyetleri toplumdan gizleyen görevliler, ancak
kendilerine verilen Bel’amlık görevini ifa etmektedirler. Bu görevlilerin
böyle yapmasını isteyen, Diyanet teşkilatını kuran laik
düzendir. Ancak şu unutulmamalı ki, Yüce Allah, indirdiği açık
delillerin tümünün açıklanmasını istemekte ve bir kısmını gizleyenlere
lânet edileceğini bildirmektedir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap’ta insanlara açıkça
belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet
eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.”162; “Allah’ın indirdiği
Kitap’tan bir şey gizleyip onu az bir paraya satanlar var ya, işte onlar
karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyâmet günü Allah
onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır. Orada onlar
için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete
karşılık olarak da azâbı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne
kadar da dayanıklıdırlar!” 163
Oysa Kitab’a vâris olanlar, Kitab’ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla
mükellef tutulmuşlardır. Diyanetin maaşlı elemanlarının
çoğu ise, aldıkları birkaç kuruş için, onu gizlediler, hükümlerini
saptırdılar ve böylece Kitab’ın hükümlerini arkalarına attılar.
161 2/Bakara, 256
162 2/Bakara, 159
163 2/Bakara, 174-175
BEL’AM
- 49 -
“Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü
kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne
kadar kötü!” 164
Diyanet görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin
sosyal ve siyasal yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle
mücâdele etmenin her müslümanın görevi olduğunu anlatmayarak,
kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına destek oldular.
Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması
için, elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara
bu görev de verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat
kendisi toplumun önüne çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu
kötülüklerin yayılmasını engelliyordu. Bu dinî inanç toplumdan
kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî inanç kalkmalıydı,
ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan
açılabilsin ve her çeşit şer ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara
itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği
kişilere verilmeliydi ki, toplum uyanıp laik rejime, şerlerin egemen
olduğu düzene ve yapıya karşı gelmesin.
Evet, Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara
hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına
engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti:
“Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı.
Andolsun yaptıkları ne kötüdür!”165; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya
sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne
kötüdür!”166 Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden;
bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları,
cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın;
yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın;
bilerek hakkı gizlemeyin.” 167
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları
işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun
hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler.
Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız.
O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!”168
Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için
164 3/Âl-i İmrân, 187
165 5/Mâide, 79
166 9/Tevbe, 9
167 2/Bakara, 41-42
168 15/Hicr, 91-94
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında laik düzenlerin isteklerine
göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin âhiret
cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitabın bir
kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın
cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde
de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.”
169
Diyânetin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya
farkında olmadan; Diyanetin, dolayısıyla laik düzenin emir ve yasaklarını
Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış
oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade
etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenâze namazları ile ilgili
tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların,
fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları
başında durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın
münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin
(daha doğrusu, farklı din mensupları müşriklerin) bile namazlarını
kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra
da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun
şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir.
“Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma.
Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”170
Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta Diyanet ve laik
sistemin emri var. Namaz memurları laik düzenin emrine tâbi olduklarını
ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket
ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına
atmış oluyorlar.
Diyanete, daha doğrusu laik düzene hizmeti ibâdet kabul
eden müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından oluşan bu
grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları
ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları
sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce
Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını
satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç
yardım edilmez.”171; “Ancak, tevbe edip düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar
başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli
olanım.”172; “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr
mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak
169 2/Bakara, 85
170 9/Tevbe, 84
171 2/Bakara, 86
172 2/Bakara, 160
BEL’AM
- 51 -
rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah,
yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 173
Hamdolsun, bu âyete göre durumlarını düzeltenler, günden
güne çoğalmakta ve birçok Diyânet görevlisi, yalnızca Yüce
Allah’a kul olma şerefine ulaşmak için çalışmaktadırlar. Ancak, rızık
endişesiyle hâlâ gerçekleri gizleyen büyük bir grup Diyanet
görevlisi bulunmaktadır. 174
Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit: 1973’te basılan,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından “Hutbeler” adlı kitaptaki
hutbe konularından bazıları şunlar: “Hâkimiyet Milletindir”,
“Hürriyet ve Adâlet Sevgisi”, “Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık”,
“Vatan Sevgisi”, “Askerlik Sevgisi”, “Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini
Yasaklamıştır”, “Millî ve Dinî An’anelerimize Bağlı Kalalım”,
“Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi”, “Dinimizin Zenaat
ve Tekniğe Verdiği Önem”.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, 1981 yılında basılan
ve kapağında “Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla” diye
not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak
yararlanmaları için hazırlanan “İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler”
adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: “Yurtta ve
Cihanda Sulh”, “Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir
Bütündür”, “Türklük ve Müslümanlık”, “Çalışmak Bir İbâdettir”,
“Vatan ve Millet Sevgisi”, “Askerlik ve Yurt Savunması”, “Cumhuriyet
Fazilettir”, “Milli Hâkimiyet Bayramı”, “Çanakkale Zaferi”,
“30 Ağustos Zaferi”, “Vergi Vermek Çok Önemli Bir Vatandaşlık
Görevidir”, “Ağaç ve Orman Sevgisi”, “Yerli Malı Kullanalım”,
“Kaçakçılık ve Karaborsacılık”, “Anarşi, Terör ve Bozgunculuk”,
“Turizmin Önemi”.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine,
kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye
çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz
yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini
reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)
alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız. Dinimizi,
düzenin resmî kurumlarından ve din tüccarı Bel’amlardan
değil; temiz kaynağından; Kur’an’dan, sahih sünnetten ve takvâ
sahibi âlimlerden öğreneceğiz.
173 2/Bakara, 85
174 Ramazan Yılmaz, Tevhidin Düşmanı Tefrika, s. 155-171
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Çağından Sorumlu Kişiler; Âlimler
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması
yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün
peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır.
Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce
gelir. İlim, amelin rahberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden
önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde
sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve
yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul
olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile
önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin
oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama,
dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret
ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.175 Her ne
kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor
olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas
gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız
Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve
maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.
Yine, bunun yanı sıra sebeb-i nüzul bilgisi, tefsir ve hadis usûlü,
hüküm istinbat etme yolu (Fıkıh usûlü) gibi alanlar, inkâr edilemeyecek
şekilde Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i daha derinlikli ve hikmete
uygun bir şekilde anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu
ilmî disiplinler, belli birikim gerektiren ihtisas alanlarıdır. Bu ilmî
birikimlere sahip olan “ulemâ”nın, İslâmî bir yürüyüşe öncülük
etmedeki rolü, hem daha etkin hem daha kuşatıcıdır. Peygamberlerin
vârisleri olarak sorumlulukları bildirilip taltif edilen “ulemâ”,
tevhidî gerçekleri, peygamberlerin topluma ulaştırdığı yol ve yöntemlerle
topluma ulaştırma gayreti içinde olan “ulemâ”dır. İslâmî
hareket içinde tevhidî şuura sahip muttakî âlimlerin yerini alması
ve sahip oldukları ilmî birikimlerini hareketin güçlenmesi yolunda
harcamaları gerektiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü ilim
adamlarının sahip oldukları ilmî birikimin onları toplumda daha
fazla dikkat ve câzibe merkezi haline getirdiği bilinen bir husustur.
Bu bağlamda şunu da belirtmeliyiz ki, İslâm nokta-i nazarında
ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm,
başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır.
“Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunması176 Kur’an’da işaret
edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa
175 12/Yusuf, 44, 45
176 12/Yusuf, 76
BEL’AM
- 53 -
olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle
donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin
de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür
zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel
ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat
ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar. Tarih boyunca
ulemânın toplum üzerindeki gücü, özellikle kritik dönemlerde,
bâriz bir şekilde hissedilmiştir. Buna, Moğollara karşı, kalemi ve lisanıyla
Müslümanlara kahramanlık ve cesaret aşılayan Ahmed İbn
Teymiyye ile İslâm akîdesini koruma uğruna “Mihne” döneminde
her türlü işkenceye katlanan Ahmed İbn Hanbel örnek olarak verilebilir.
İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine
göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde parçalanmışlık içinde
bulunan ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir
âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız
kalması düşünülemez. Böyle ise, o âlim değildir. İlmî seviye oranında
bu mes’ûliyet artar.
Parçalanmış, zaafa uğramış ümmetin elinden tutup ümmetin
kalkınması ve yeniden yapılanmasında, en fazla öncülük yapma
görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini,
öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket
etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma
ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım
kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları,
onları bu vebalden kurtaramaz. “Toparlayıcılık” misyonu ya da
ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle
gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır
ki, tevhidî duyarlılığa sahip ilim adamlarının tek başına bu işin
altından kalkmaları imkânsız gibi görünmektedir. Onların birçoğu,
birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun
sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal
hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda
yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.
Dolayısıyla, ilim adamlarımızın, toplum içinden gelen entelektüel
birikimin sahibi, tevhidî şuura sahip aktivist Müslüman öncülere
de ihtiyacı vardır. Her iki birikimin bütünleşmesi, öncü kadro
misyonu açısından, zorunlu ve vazgeçilmez gözükmektedir. Aslında,
aydın ve hareket adamı aktivist muvahhidlerin belirli oranda
da olsa ilim sahibi olma zorunluluğu gibi; gerçek ulemânın aynı
zamanda entelektüel yetiye sahip, çağı ve insanları her yönüyle
tanıyan aydın kimliğinin de bulunması gerekir.
Diğer bir tâbirle, ümmete öncülük yapacak kadrolar içinde,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
ulemâ var olan bilgisiyle, diğer aktivist Müslümanlarda var olan
ilmiyle, diğer aktivist Müslümanlar da var olan tecrübe ve yetenekleriyle
yerini almalı ve bu iki tâife, sorumluluklarının bilincinde
ve istişare içinde birbirleriyle bütünleşebilmelidir. Bununla
birlikte her ulemânın aktivist, her aktivistin de belli oranda ilimle
kuşanması gerekir.
Ulemânın rolü ve sorumluluğu İslâm’ın egemen olduğu bir
toplumda farklıdır; İslâm’ın egemen olduğu bir toplumda farklıdır.
Küfrün egemen olduğu bir toplumda, ulemânın, sanki İslâm
devletinde yaşıyormuş gibi davranması, çok ciddi bir zâfiyet, çok
ciddi bir açmazdır. Böyle bir toplumda ulemânın öncelikli ve en
âcil görevi, toplumu İslâm’a doğru dönüştürecek İlâhî yasaları harekete
geçirmede rehberlik yapması, örnek yaşayışıyla öne düşmesidir.
Kur’an’ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır: 1- İlmî
tevhid, 2- Amelî tevhid. (Faydalı ilim ve sâlih amel).
Ulemânın ayrıca, İlâhî programa uygun İslâmî bir yürüyüşü
denetleme gibi bir görevi de vardır. Yürüyüşün İlâhî maksatlara
uygun bir şekilde yürümesini kontrol etme, hareketin ifrat ve tefrite
sapmasını engelleme, hareket önderlerinin fevrî ya da usûle
aykırı davranmalarını tespit ve murâkabe etme gibi fonksiyonları
da icrâ etmeleri gerekir. Bu noktada, İslâm hukukunda yerini alan
bir kavram olan, “ehl-i hal ve’l-akd” kurumunun yürütücü işlevlerini
muttakî ulemâ üstlenir. Ulemâ, ümmet içinde var olan her
türlü potansiyeli bir harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne
almalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun,
dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini
sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda
“ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz
düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri
konusunda şiddetle ikaz etmiştir: “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti
Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte
onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.
Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır;
onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça
merhamet edenim.” 177
Yahya b. Muaz şöyle diyor: “Âlimler, Muhammed’in (s.a.s.)
ümmetine anne ve babalarından da şefkatlidirler. Çünkü anne
ve babaları onları, dünya ateşinden, âlimler ise âhiret ateşinden
korurlar.” 178
177 2/Bakara, 159-160
178 Gazâlî, İhyâ, Çev. A. Serdaroğlu, Bedir Y., c. 1, s. 37
BEL’AM
- 55 -
Merhametli, vicdanlı, şefkatli, imanlı ve sâlih amel sahibi bir
anne ve baba çocukları için neleri düşünüyor, neleri istiyor, neleri
yapıyorlarsa, muttakî âlimler, onlardan daha çok şeyleri ümmet
için istiyor ve yapıyorlar... Muvahhid ve mücâhid İslâm ulemâsı,
peygamberlerin varisleri olduklarının şuurunda ve idrakindedirler...
Onların her biri, ümmet için çoban olduklarının ve kendilerine
vacib olan sorumluluklarının farkındadırlar...
Abdullah İbn Ömer (r.anhuma)’nın rivâyetiyle şöyle buyuruyor
Rasûlullah (s.a.s.): “Hepiniz çobansınız ve her biriniz elinizin altındakinden
sorumlusunuz.” 179
Bir anne ve babanın evladından sorumluluğundan daha çok
âlim, ümmetten sorumludur... Bir anne ve baba nasıl ki, çocuklarının
sıhhatinden, hasta olduğunda tedavisinden ve ameliyatından,
eğitim ve öğretiminden, edeb, terbiye ve güzel ahlakından,
iktisadî hayatından, meslek ve işinden, ayrıca istikbalinden
sorumlu ise, âlim de ümmet için aynı sorumluluğu taşımaktadır...
Çünkü ümmetin genel velayeti, muttakî ve mücâhid ulemâdadır...
İslâmın âlimleri, ümmetin sağlığından, hastalığının sıhhatli tedavisinden,
ekonomisinin helâl üzere devam etmesinden, yabancı
unsurlardan temizlenmesinden, düşman saldırısından korunmasından,
eğitim ve öğretim, edeb ve güzel ahlâklı olmasından
sorumludurlar... Ümmet hayatının Allah’ın hükümlerine ve
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünnetine uygun olmasından muttakî ulemâ
sorumludur... Eğer bu konularda herhangi bir noksanlık var ise,
âlimler tarafından tesbit edilip giderilmesine çalışılmalıdır... Her
şeyden önce İslâm ulemâsı hür ve bağımsız olmalıdır... İslâm topraklarını
işgal eden müstekbir egemen tağutlardan tamamen
uzaklaşmış ilişkisini kesmiş ve onlarla asla uzlaşmayan taviz vermeyen
ulemâ ancak çağın problemlerini İslâm ölçülerince çözebilir...
Çözülen problemlerin hayatta uygulanışının örneğini yine
muvahhid ulemânın ortaya koyması icab eder... Eğer bilgi yüklü
kişiler, ümmete rehberlik yapmıyor ve onların dertleriyle ilgilenmiyorlarsa,
onlar, gerçekten âlim olamazlar... Âlimler, Allah’dan
gereği şekilde korkar ve kendilerine yükletilen sorumluluğunun
idrakinde oldukları için vazifelerini yerine getirirler... İmanı sağlam
bir şekilde ilmiyle âmil olmayan kişiler, sadece bilmekten dolayı
âlim olamazlar...
Ebû’d Derda (r.a.) şu tesbitte bulunmuştur: “Öğrenci
179 Buhârî, Kitabu’l-Cuma, B. 11, Hds. 18, Kitabu’l-Ahkâm, B. 1, Hds. 2; Müslim,
Kitabu’l-İmâre, B. 5, Hds. 20; Ebû Dâvud, Kitabu’l-Harac, B. 1, Hds. 2928;
Tirmizî, Kitabu’l-Cihad, B. 27, Hds. 1757; İmam Buhârî, Edebü’l-Müfred, B.
108, Hds. 212
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
olmadıkça ilim sahibi olamazsın. Kendisiyle amel etmedikçe ilimden
dolayı da âlim olamazsın.”180 İbn Mübarek (rh. a.) ise şöyle
der: “Âlim, okumaya devam ettiği müddetçe âlimdir. Ne zaman
âlim olduğunu zanneder ve ilmini arttırmaktan vazgeçerse, işte o
zaman câhil olur. 181
Kendisini sorumlu olarak kabul eden muttakî âlim, kendisine
yalnız ve yalnız Rasûlullah’ı (s.a.s.) önder ve hayat örneği edinmiş,182
Rabbi Allah’ı sevdiği için O’nun emriyle Rasulüne (s.a.s.) uymuş,183
zamanın en uyanığı olan bir kişidir. Yalnızca Allah’dan korkan ve
ne olursa olsun, neye malolursa olsun, Allah’ın ayetlerini dosdoğru
okuyup beyan eden,184 onları asla dünya malına ve menfaatına
değişmeyen izzetli ulemâ, okudukları Rabbleri Allah’ın kitabına
göre “Rabbânîler” olmuşlardır...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Öğrendiğiniz ve ders verdiğiniz
Kitaba göre Rabbanîler olun.”185 Bu âyeti açıklayan İslâm
ulemâsı şunları demişlerdir: ed-Dahhâk (rh.a.): “Kur’ân’ı okuyan
herkese fakîh olmak bir borçtur” der. Hasan (rh. a.): “Hâkimler
ve âlimler” demiştir. Said b. Cübeyr (rh. a.) ise, rabbanîler için:
Âlimler, fakîhler, demiştir. 186
İbn Abbas (r. anhumâ): “Rabbânîler olunuz” demek, hâkimler
ve fakîhler olunuz demektir, dedi ve: “Rabbânî, insanlar üzerinde
ilim ile siyaset icrâ eden ve büyük ilimden evvel, küçük bilgilerle
terbiye eyleyen kimseye denir, demiştir.187 İmam Taberî,
“Rabbâniyyîn” kelimesi hakkında şunları söylemiştir: “Rabbaniyyîn
kelimesi, ‘Rabbâniyyun’ kelimesinin çoğuludur. Bunun mânâsı ise,
insanları yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idâre
eden, demektir. Bu nedenle, âlimler de, fakîhler de, hikmet sahipleri
de, liderler de, eğiticiler de, “Rabbaniyyîn” kelimesinin ihtiva
ettiği mânâya girmektedirler. Çünkü bunlardan her biri, kendi ihtisasları
alanında insanları yetiştirirler, eğitirler, işlerini düzeltirler,
sevk ve idare ederler. 188
180 Dârimî, Mukaddime, B. 29, Hbr. 299
181 Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 152
182 Bk. 33/Ahzâb, 21
183 3/Âl-i İmrân, 31
184 2/Bakara, 41
185 3/Âl-i İmrân, 79
186 Dârimî, Mukaddime, B. 32, Hbr 334-336; İmam Kurtubî, el-Câmiu li-
Ahkâmi’l-Kur’an, c. 4, s. 259
187 Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 11, -Bab başlığında-
188 et-Taberî, a.g.e., c. 2, s. 301
BEL’AM
- 57 -
Rabbimiz Allah, rabbânîlerin durumlarını ve vazifelerini şöyle
beyan buyurur:
“Nice Peygamberlerle birlikte birçok Rabbânî (bilgin)ler savaşa girdiler
de, Allah yolunda kendilerine isâbet eden (güçlük ve mihnet)den dolayı
ne gevşeklik gösterdiler, ne de boyun eğdiler. Allah, sabredenleri sever.
Onların söyledikleri: ‘Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı
bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna
karşı yardım et’ demelerinden başka bir şey değildi. Böylece
Allah, dünya ve âhiret sevabının güzelliğini onlara verdi. Allah iyilikte
bulunanları sever.”189; “Onların çoğunun günahta, düşmanlıkta ve haram
yiyicilikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta oldukları
ne kötüdür. Bilgin-yöneticileri (rabbâniyyun) ve yüksek bilginleri (ahbâr)
onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalı
değil miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür.” 190
Bütün izzetin Allah Teâlâ’ya âit olduğunu191 ve Allah’a gerçekten
iman edip sâlih amel işleyen mü’minlerin de izzet sahibi
şahsiyetler olduklarını192 bilen ilim sahipleri, her ne olursa olsun
hakkı ve adâleti savunmaları, bâtılı ve zulmü ortadan kaldırmaları
gerekir... Kesinlikle bâtılı hakka, zulmü adâlete karıştırmamalıdırlar...
Ak, ak olmalı, kara da kara olmalı bilenlerin katında ak
ile kara karıştırılacak olursa, ne ak kalır, ne de kara kalır... İkisinin
karışımından ne ak, ne de kara olan gri ve grinin tonları meydana
gelmiş olur... Bu, hak ile batılı karıştırmaktır... Hak ile bâtılı birbirine
karıştıranlar ve bu ihâneti hak olarak gösterenler, ya cidden
câhildirler, ya da korkunç hâindirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “Ey Kitab Ehli, niçin hakkı bâtıl ile
karıştırıyor ve bildiğiniz hâlde hakkı gizliyorsunuz?”193; “Hakkı, bâtıl
ile örtmeyin ve hakkı gizlemeyin. (Kaldı ki,) siz (gerçeği) biliyorsunuz.”194
Muttakî âlimler, hakka karıştırılmış bâtılı, hakkın içinden söküp
çıkaran ve hakkın üstüne atılan bâtıl perdesini kaldırıp hakkın
apaçık ortaya çıkmasını sağlayan mücâhid kişilerdir... Ümmet-i
Merhumenin içinde kıyâmete kadar bu şahsiyetlerden birçokları
bulunacak ve hiç noksan olmayacaktır...
Muğire b. Şu’be’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah
(s.a.s.): “Ümmetimden bir tâife, kendilerine Allah’ın emri gelinceye (yani
kıyâmet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirine yardımcı olmakla devam
189 3/Âl-i İmrân, 146-148
190 5/Mâide, 62-63
191 bk. 4/Nisâ, 139
192 bk. 63/Münâfıkun, 8
193 3/Âl-i İmrân, 71
194 2/Bakara, 42
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
edecek ve bunlar, (muhâlefet edenlere) daima galib olacaklardır.”195
İmam Buhârî: Bunlar, ilim sahipleridir, demiştir;196. İmam Tirmizî
şöyle diyor: Muhammed b. İsmail (Buhârî), Ali el-Medinî’den naklen:
Onlar hadisçilerdir, dedi.
Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olmuştur: İmam Ahmed b.
Hanbel: “Bunlar, ehl-i Hadis değilseler, kimler olacağını ben de
bilmiyorum, demiştir. İmam Nevevî şöyle der: “İhtimal ki, bu tâife,
muhtelif mü’minler arasına dağılmıştır. Bazıları cengâver yiğitler,
birtakımları fukahâ ve hadis ulemâsı, kimisi zahid, kimisi emr-i
bi’l-ma’rûfu yapan zevattır. Hepsinin bir yerde toplu bulunmaları
lazım gelmez. Bilâkis muhtelif yerlerde bulunurlar.” 197
Çağından ve toplumdan sorumlu olduğunun idrakinde olan
mücâhid âlim şahsiyet, dünyevîleşmemek için elindeki bütün gayreti
sarfeder... O ilmini Allah yolunda kullanmak isteyen, gayesi
Allah’ın rızâsını kazanmak ve insanların iman üzere olmaları için
hidayetlerine vesile olmayı arzu eden bir kişiliğe sahibdir... Onun
tek gayesi, Rabbi Allah’ın kendisinden razı olacağı gibi bir hâl
ve tavır içinde olup gerekli kulluk vazifelerini yerine getirmektir...
Allah’ın rızâsını kazanmak için kullandığı ilmiyle, bütün insanlık
âlemine hizmet edip onlara hidayet rehberi ve hidayet vesilesi
olmak ister... İlmiyle âmil olan âlimler, bu iyi niyet ve bu ihlâs ile
hareket ettikçe kıymetleri artar...
Abdullah İbn Mes’ud (r.a.), bu konuya dikkat çekerek şunları
beyan ediyor: “Eğer ilim ehli, ilmi(n değerini) koruyup onu
liyakatli olanların yanına koymuş olsalardı, ilim sayesinde zamanlarındaki
insanların büyükleri olacaklardı. Lakin âlimler, ilim vasıtasıyla
dünya ehlinden birtakım menfaatler sağlamak için ilmi,
değerlendirmeden dünya ehline mebzulen vermeye giriştiler. Bu
sebeble dünya ehli yanında âlimlerin değeri de düştü. Ben, Peygamberiniz
(s.a.s.)’den şöyle buyururken işittim: “Kim çok arzuları
tek arzu -âhirete ait arzu- hâline döndürürse Allah, onun dünyaya aid
arzusu için yeterlidir. Ve kim ki, dünya ahvali hakkındaki arzuları dağılırsa
veya arzular kendisini dağıtırsa, onun dünyanın hangi deresinde helâk
olduğuna Allah, iltifat etmeyecektir.” 198
195 Buhârî, Kitabu’l-İ’tisam, B. 10, Hds. 42, Kitâbu’t-Tevhid, B. 29, Hds. 85,
Kitâbu’l-Menâkıb, B. 28, Hds. 141
196 Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 53, Hds. 170-171; Kitâbu’l-İman, B. 71, Hds. 247;
Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Fiten, B. 1, Hds. 4252; İbn Mace, Mukaddime, B. 1, Hds.
10, Kitabu’l-Fiten, B. 9, Hds. 3952; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 2287
197 Ahmed Dâvudoğlu, S. Müslim Terc. ve Şerhi, İst. 1983, c. 9, s. 141
198 İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 257, Kitâbu’z-Zühd, B. 2, Hds. 4306
BEL’AM
- 59 -
Çağının problemlerini çözmekten ve toplumları maddî veya
manevî krizlerden kurtarıp istikamet üzere olmalarına yardımcı
olmaktan sorumlu olan muttakî ulemâ, bu sorumluluğunu her
zaman ilk planda tutmalıdır... O, bunca bilgisiyle bilmezler gibi
davranmamalı ve dünyevîleşmemelidir... Onun tek gâyesi Allah
olmalıdır... Murâdı, Allah’a kul olup O’nun rızâsını kazanmaktır...
Ebû Osman Said b. İsmail el-Hîrî (rh.a.) şöyle demiştir: “Her bir
şeyde muradı Allah olmayan kimsenin, her işte var olan ilâhî hazdan
nasibi eksik olur. Bu sebeble, nihâî düşünce ve maksat, hep
yüce Allah olmalıdır. Her şeyde gayesi ve hedefi Allah Teâlâ olan
insan, sadece yüce Allah ile sükûna erer ve iç huzuru bulur. Çünkü
Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur ki, bir başkasında sükûna
ersin. O’ndan daha yüce bir zat yoktur ki, nihâî düşünce ve arzularını
bir başkasına çevirsin. İşte bu sebeblerden dolayı, gerçek ve
en güzel kalb huzuru ve sükûnu sadece yüce Allah ile bulunur.” 199
Çağından sorumlu olan âlim, bu inanç ve bu duygularla hareket
etmesi gerekir... O, yüksek bir vicdana, kuvvetli bir imana
sahib olan bir kişidir... Bundan dolayı hiçbir haksızlığa, zulme ve
sömürüye rızâ gösteremez... Hak çiğnenirken seyirci olamaz!..
Her zaman ve her mekânda, yeryüzünün zorba güçlerine rağmen
hakkın gereğini yerine getirir, adâletle davranır ve hep mazlumun
yanında yer alıp zâlime karşı çıkar...
Bu kesin inançtan dolayı ashâb-ı kiramdan Ebû Zerr (r.a.) ensesini
göstererek şöyle demiştir. “(Beni öldürmek için) kılıcı şuraya
koysanız, ben de Rasûlullah’dan işitmiş olduğum bir sözü, siz işinizi
tamamlayıncaya kadar infaz edebileceğimi, yani ilân edeceğimi
bilsem yine infaz ederim.” 200
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: “İnsanlar: ‘Ebû Hüreyre, çok hadis
rivâyet ediyor’ deyip duruyorlar. Hâlbuki Allah’ın kitabın’da şu iki
âyet olmasaydı hiçbir hadis nakletmezdim: “Gerçekten, apaçık belgelerden
indirdiklerimizi ve insanlar için Kitab’da açıkladığımız hidayeti
gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de (bütün)
lânet ediciler. Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler
ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince;) artık onların tevbelerini kabul
ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, bağışlayanım.”201 Muhâcir kardeşlerimizi,
çarşılarda alış-veriş etmek meşgul ederdi. Ensar kardeşlerimizi
de mallarında çalışmak meşgul ederdi. Ebû Hüreyre
ise, karın tokluğuna Rasulul-lah’dan ayrılmazdı da, onların hazır
199 Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, s. 81, no: 119
200 Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 11 -Bab başlığında-; Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hbr.
551
201 2/Bakara, 2/159-160
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
bulunmadığı meclislerde hazır bulunur ve onların belleyemedikleri
sözleri bellerdi.” 202
Çağın problemlerini ve toplumun sıkıntılarını bilen muvahhid
âlim, problemleri çözerken, toplumun sıkıntısını giderirken,
insanların ihtiyacı olan şeyleri beyan etmeye çalışır... Onları ilgilendirmeyen,
hatta duyduklarında kendileri için fitne olabilecek
hakikatları “Bir hakikattır, gizli kalmamalı” iyi niyetinden hareketle
açıklaması gerekmez... Her doğrunun kabul göreceği bir
zamanı ve bir mekânı vardır... Zamansız ve mekânsız, yani yersiz
söylenen doğru, muhatabta herhangi bir yankı uyandırmaz, hatta
onun için bir fitne olur... Onun için doğruları, doğruların kabul
edilecek yerlerde ve onun kıymetini bilen toplumlarda söylemek
gerekir... Söylenen doğruyu, eğri anlayacak ve yanlış değerlendirecek
bir toplumda söyleyen kişi, sözünde hata etmez fakat yeri
müsaid olmadığı için yanlış anlaşılır... Bundan dolayı, bazı hakikatların
söylenecek zaman ve mekânı iyi ayarlanması gerekir... Bu
da, âlim için bir sorumluluktur... Eğer toplumun, kulluk vazifesini
yaparken bu hakikata ihtiyacı yok ise, bu hakikat ziyade bir şey
ise ve muhâtabın bunu anlayacak kabiliyeti yok ise, o hakikatın
söylenmesine ihtiyaç yoktur!..
Bundan dolayı Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
“Rasûlullah’dan (s.a.s.) iki kap ilim belledim. Bunlardan birisini
neşrettim. Diğerine gelince, onu neşretseydim, benim şu boğazım
kesilirdi.203 Yaşadığı çağın önderleri ve içinde bulundukları
toplumun hidayet rehberi olan muttakî ulemâ, maddî ve manevî
sorumluluğundan dolayı hakikatları gizleyemezler... Yalnız hangi
hakikatı, nerede ve kimlere beyan edeceklerinin çok iyi hesabını
yaparlar... Faydalı olan şeyleri anlatır ve yayarlar...
Mücâhid ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyu yüklenmiş olduğu
ağır vazifesinin sorumluluğunu idrak etmiş ve üzerine düşeni
yerine getirmeye gayret etmişlerdir... Âlimlerin kıymeti, ilimlerinin
gereği olan sâlih ameli işlemek ve istikamet üzere olmaktan
ileri gelmektedir.
Enes b. Mâlik (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kıyâmette âlimlerin mürekepleri ile şehidlerin kanları tartılır. Âlimlerin
mürekkepleri ağır gelir.” 204
202 Buhârî, Kitâbu’l-İlm, B. 43, Hbr. 59, Kitabu’l-Muzâra’a, B. 21, Hds. 29; Müslim,
Kitâbu Fedâilu’s-Sahâbe, B. 35, Hds. 2492; İbn Mâce, Mukaddime, B.
24, Hbr. 262; Zubeyr bin Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 176, Hbr. 96 ve 107
203 Buhârî, Kitâbu’l-Ilm, B. 42, Hbr. 61
204 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400, Hds. 3281. Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn
BEL’AM
- 61 -
Muttakî âlim, kendisine ve diğer insanlara faydalı ilmi elde
eder, ilmini hayır yolunda sarf ederek toplumuna faydalı olmaya
çalışır... Faydasız olan şeylerin peşine düşmez ve insanlara fayda
vermeyecek şeyleri beyan etmez... Sadece konuşmuş olmak için
konuşmaz, her konuştuğu şey bir hikmet ve hayırdır... Eğer hikmet
ve hayır konuşulacak ortam yok ise, susar ve onun bu susması
da başlı başına bir hayırdır...
Abdullah İbn Abbas (r. anhumâ), Rasûlullah’ın (s.a.s.) iman ve
cihad mektebinde eğitim ve öğretim görüp her biri bir insan-ı kâmil
olan ashâb-ı kiram’ı şöyle anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbı kadar
hayır olan hiçbir topluluk görmedim. (Rasûlullah) vefat edinceye
kadar O’na hepsi Kur’ân’da bulunan sadece on üç mes’ele sormuşlardı:
“Sana, haram olan o ayı sorarlar.” 205 Ve: “Sana, kadınların ay hâlini
de sorarlar.” () âyeti bunlardandır. (İbn Abbas, sözünün devamında)
şöyle dedi: “Onlar, başkasını değil, sadece kendilerine fayda verecek
şeyleri sorarlardı. 206
Ammar b. Yâsir’den (r. anhumâ) bir mes’ele soruldu. O da: Bu,
henüz meydana geldi mi? diye sordu. (Soranlar:) Hayır, dediler.
(Ammar, o zaman) şöyle dedi: “(O halde) meydana gelinceye kadar
bizi (rahat) bırakın! Sonra meydana geldiğinde sizin için onu
(hâlletme) zahmetine gireriz.” 207
es-Salt b. Rasîd (rh.a.) anlatıyor: Ben, Tâvus’a bir mes’ele sordum.
Bana: “Bu, meydana gelmiş mi?” dedi. “Evet” dedim. “Vallahi
mi?” dedi. “Vallahi!” dedim. Bunun üzerine şöyle dedi: “Arkadaşlarımız,
Muaz b. Cebel’den bize haber verdiler ki, o şöyle
demiştir: “Ey insanlar, belânın (hükmünde) başınıza gelmesinden
önce acele etmeyiniz. Çünkü siz, şayet onun (hükmünde), başınıza
gelmesinden önce acele etmezseniz, müslüman-ların içinde
(kendilerine bir şey) sorulduğu zaman (cevabı) isâbetli kılacak,
söz söylediği zaman doğruya ulaştıracak, kimseler bulunmaya devam
edecektir.” 208
Cevzî rivâyet etmişlerdir. Munâvî: “Hadisin senedleri zâiftir” derken, İbn
Ğaras da hadisin zâif olduğu görüşündedir. -Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri
Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 105; İmam Gazalî,
İhyâ, c.1, s. 25; İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü olarak.
205 2/Bakara, 217
206 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400, Hds. 3281. Şirazî, İbn Abdi’l-Berr ve İbn
Cevzî rivâyet etmişlerdir. Munâvî: “Hadisin senedleri zâiftir” derken, İbn
Ğaras da hadisin zâif olduğu görüşündedir. -Aliyyu’l-Karî, Zayıf Hadisleri
Öğrenme Metodu, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst. 1986, s. 105; Gazalî, İhyâ,
c.1, s. 25; İmam Hasan el-Basrî (rh.a)’ın sözü olarak.
207 Dârimî, Mukaddime, B. 18, Hbr. 125
208 Dârimî, Mukaddime, B. 19, Hbr. 155, B. 17, Hbr. 118
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
İlmiyle âmil olan muvahhid âlimler, mes’eleleri tartışma ortamına
getirmez ve onu ehli olmayanlarla konuşup ayağa düşürmezler...
Onlar, insanlara hangi mes’eleyi arzedecekler ise, onun
Kur’ân’dan, Sünnet’ten, İcmâ’dan ve Kıyas’tan delilini beyan eder,
bu deliller sonucu şu görüşü benimsediklerini açıklarlar... Buna,
herhangi bir itiraz olursa, yine delillerle konuyu aydınlatırlar...
Hele hele ilmi olmayan ve usûlden anlamayanlarla ilmi herhangi
bir mes’eleyi, tartışmak şöyle dursun konuşmaya bile yanaşmazlar.
İlmî mes’eleler, ancak ehli olan ve takvâ sahibi ilim adamlarıyla
konuşulup görüşülür... Ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmak,
ilme büyük bir saygısızlık ve zulüm olur...
Muttakî âlimin, ehli olmayanlarla ilmî mes’eleleri konuşmayı
reddetmesi, onları küçük gördüğünden veya gururlu-kibirli oluşundan
değil, ilmin kıymetini bilip ilme karşıki hürmetinden ileri
gelir... Âlim şahsiyetin, ehil olmayan kişilerle ilmî bir mes’elenin
görüşülmesini uygun görmemeleri, muvahhid mü’minlerin önderi
Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir emrinden dolayıdır...
Enes b. Malik (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah
(s.a.s.): “Ehil olmayan insanların yanına ilim bırakan kimse, domuzların
boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” 209
Bundan dolayı âlimler, ilmî mes’eleleri uygun olmayan ortamlarda
beyan etmekten çekinirler... Ve kendileriyle tartışmak
isteyen ehil olmadıkları gibi haddlerini de bilmeyen kişilerle muhatab
olmaz, onlarla tartışmazlar!..
Enes b. Malik’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Bâtıl ve haksız yolda iken mücâdeleyi bırakana cennetin kenarında,
hak yolda iken cidalı (tartışmayı) terk edene cennetin ortasında ve huyunu
güzelleştirene cennetin en yüce mevkiinde köşk yapılır.” 210
İbn Abbas’dan (r.anhumâ); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kardeşinle münâkaşa etme, onunla (kırıcı şekilde) şaka etme ve ona,
yerine getiremeyeceğin vaadde bulunma!”211 Ebû Umâme’den (r.a.):
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hiçbir kavim hidayete erdikten
sonra, batılı hak ve hakkı batıl göstermek sûretiyle mücâdele ve çekişmelerde
bulunmadıkça dalâlete gitmemiştir.” Sonra Rasûlullah (s.a.s.)
şu âyeti okudu: “Onu, yalnızca bir tartışma konusu olsun diye (örnek)
209 İbn Mâce, Mukaddime, B. 17, Hds. 224
210 İbn Mâce, Mukaddime, B. 7, Hds. 51; Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, B. 57,
Hds. 2961; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Edeb, B. 8, Hds. 4800
211 Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, B. 57, Hds. 2063
BEL’AM
- 63 -
verdiler. Hayır, onlar tartışmacı ve düşman bir kavimdir.” 212
Ehil olmayan insanların yanında ilmî hakikatların konuşulması
bir fitneye yol açar konusunda, önderimiz Rasûlullah (s.a.s.)
bir ibretli örnek vermektedir... Ebû Hüreyre’nin rivâyetiyle şöyle
buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.): “(Bir yerde) oturup hikmetli konuşmayı
dinledikten sonra (konuşmacı) arkadaşından işittiği (sözlerin) yalnız şerr
(yani yanılma, unutma veya dil sürçmesi eseri) olanı anlatan kişinin durumu,
şu adamın durumuna benzer ki, çobanın yanına varır ve: ‘Ey çoban,
bana, koyunlardan kesilmeye elverişli (semiz) bir koyun ver!’ diye talepte
bulunur. Çoban da: ‘Git de, koyunların en iyisinin kulağından tut (götür)!’
der. Bunun üzerine adam, gidip sürünün köpeğinin kulağından
tutar.” 213
Bu tipte ve bu düşüncede olan kişiler, her zaman ve her toplumda
bulunması ihtimal dâhilindedir... Bunun için bu konuda
hassas olmak gereklidir... Sorumlu âlimin görevi çok ağırdır... Bir
yandan nefsiyle cihad ederken, diğer yanda her türlü kötülük ve
kötülerle mücâdele içinde olmalıdır... Muttakî âlim, hiçbir zaman
“Bana ne!” dememeli ve vazifesini ihmal etmemelidir... Her zaman
ilmiyle âmil olan ihlâs sahibi olma şahsiyetinde bir kusur etmemelidir...
Merhamet olunmuş ümmetin müctehid âlimlerinden İmam
Hasan el-Basrî (rh.a.), şu ibretli tesbitte bulunmuştur… Şöyle diyor
İmam Hasan el-Basrî (rh.a.): “İlim sahibleri dışında olan insanların
tümü helâke uğramışlardır. İlim sahibi olanların da amel edenleri
dışındakileri helâke uğramışlardır. Amel edenlerin de ihlâslıları
dışında kalanlar, helâke uğramışlardır. İhlâslılar ise, büyük bir tehlike
ile karşı karşıyadırlar.” 214
Sehl (rh.a.) şöyle demiştir: İlmin hepsi dünyalıktır. Âhiret için
olanı, kendisiyle amel edilendir. Amelin hepsi havadır. Ancak
212 43/Zuhruf, 58; İbn Mâce, Mukaddime, B. 7, Hds. 48; Tirmizî, Kitâbu Tefsîri’l-
Kur’an, B. 44, Hds. 3468
213 İbn Mâce, Kitâbu’z-Zühd, B. 15, Hds. 4172; Rûdânî, Cem’u’l-Fevâid, c. 1, s.
60, Hds. 256; Ebû Ya’lâ’dan. Aynı eserin, c.1, s .412, Tahric: 256’da aynı hadisin,
Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 405, ve 508’de olduğu beyan
edilmiştir.
214 Said Havva, el-Esas Fi’s-Sünne - İslâm Akaidi, çev. M. Ahmed Varol, Vdğ.,
İst.1992, C.10, Sh.11. Not: İmam Hasan el-Basrî (rh. a.)’ın bu sözleri, bazı kitaplarda
veya bazı kişiler tarafından hadis olarak rivâyet edilmişse de, hadis
olmadığı ve hiçbir mûteber hadis kaynağında bulunmadığı ehil olan
âlimler tarafından beyan olunmuştur. Sağanî (rh.a.) bunun için: İftira edilmiş/
uydurulmuş bir hadistir/sözdür, demiştir. Bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c.
2, s. 312, no: 2796; Şevkânî, el-Fevâidu’l-Mecmua fi’l-Ehâdisi’l-Mevzûa, Kahire,
1960, s. 257; Sâğanî, Risâle fi’l-Mevzuat, Mısır, T.Y., s. 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
Allah rızâsı için olan başka. İnsanlar hep ölüdürler, yalnız âlimler
ölü değil. Âlimler de sarhoşturlar, yalnız amel edenler müstesnâ.
Amel edenler de aldanmıştır, yalnız ihlâs ile amel edenler başka.
İhlâs ile amel edenler de neticeyi bilinceye kadar korkudadır. 215
İmam Hasan el-Basrî (rh.a.), sorumluluğunun ve vazifesinin şuurunda
olan muttakî âlim şahsiyet için şunları beyan ediyor: Akıllı
ve âlim kişi odur ki, dünyasını harab eder ve harab ettiği dünyanın
enkazı üzerine âhiretini inşâ eder. Âhiretini harab edip de bunun
enkazı üzerine dünyasını inşâ etmez.216 Başka bir beyânında
şöyle diyordu İmam Hasan el-Basrî (rh.a.): Hakikaten kişi, ilimden
bir konuyu elde edip, onunla amel ederdi de bu, onun için dünya
ve içindekilerinin kendisinin olması, sonra da bunları âhiret (yoluna)
vermesinden daha hayırlı olurdu. (Önceleri) adam, ilim tahsil
ettiği zaman bunun (te’sirinin) onun basiretinde, huşû’unda, dilinde,
elinde, namazında ve zühdünde görülmesi gecikmezdi. 217
Fudayl b. Iyaz (rh.a.), sorumlu ulemânın vazifesinin ne kadar
çetin olduğunu ve vazifesini hakkıyla yapanların azınlıkta kaldığını
beyan ile şunları söylemiştir: Şimdiki zamanda üç şeyi aramayınız,
zirâ bulamazsınız: İlmi, ameline mutabık olan âlim aramayınız,
zirâ böyle birini bulamaz ve âlimsiz kalırsınız. Ameline
muvâfık ihlâsı bulunan bir âmil aramayınız, zirâ böylesini bulamaz
ve amelsiz kalırsınız. Kusursuz dost aramayınız, zirâ böyle
birini bulamaz ve dostsuz kalırsınız. 218
Ümmetin derdiyle dertlenen ve zulme uğramış, toprakları
işgal edilmiş mustaz’af mü’min müslümanlara rehberlik eden
muttakî ulemâ böyle ciddî beyanlarla yolumuzu aydınlatmakdadır.
İlim, amel etmek ve dünya-âhiret faydası için öğrenilir... Dünyada
iman üzere, izzet ve şeref üzere bir hayat sürmek için ilme
ihtiyaç vardır... Kendisiyle amel edilen ilim, âmil olan kişiyi ebedî
saâdete ulaştırır, âhiretini ma’mur yapar...
Safvan b. Assal el-Muradî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah’ın (s.a.s.)
yanına geldim. O, kırmızı bürdesine yaslanmış vaziyetteydi. O’na:
‘Yâ Rasûlullah, ben, ilim öğrenmeye geldim’ deyince, Rasûlullah
(s.a.s.): “Merhaba, ilim öğrenmek isteyen kişi. İlim öğreneni melekler,
kanatlarıyla kuşatırlar. Sonra onun öğreneceği şeye olan sevgilerinden
215 Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 156; Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, çev. Prof. Dr.
Yakup Çiçek, İst. 1999, c. 2, s. 201; Fahruddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, c. 2,
s. 296 (Kısmen
216 Ferideddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, çev. Doç. Dr. Süleyman Uludağ, İst.
1991, s. 83
217 Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391
218 Feridüddin Atar, a.g.e, s. 136
BEL’AM
- 65 -
dolayı, dünya göğüne ulaşıncaya kadar birbirlerinin üzerlerine yığılırlar.”
219
İlmiyle âmil olan ve sorumluluğunun şuurunu idrak eden muvahhid
ve mücâhid âlimler, hep beraber Allah’ın ipine sarılıp220
Rabbimiz Allah’ın şu emirlerini yerine getirmeye çalışmışlardır...
Bu günün İslâm ulemâsı, selefleri olan muttakî âlimler gibi, sorumluluğu
kuşanmış, vazifesini idrak ederek ümmetin kurtuluşu için
var gücüyle çalışmaktadır. Şöyle buyurur Rabbimiz Allah:“Sizden
hayra çağıran, iyiliği (ma’rufu) emreden ve kötülükten (münkerden)
sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”221;
“Allah’a çağıran, sâlih amellerde bulunan ve: ‘Gerçekten ben müslümanlardanım.’
diyenden daha güzel sözlü kimdir?” 222
Zulme ve Zâlime Karşı Ulemâ
Emirü’l-mü’minin İmam Ali İbn Ebi Talib (r.a.) şöyle demiştir:
Mazlûma yardımcı ol, zâlime düşman kesil! Bâtıla yardım eden,
hakka zulmeder!223 Yegâne hayat nizamı İslâm’a katıksız iman
eden ve imanın gereği olan hayat tarzını yaşayan her muvahhid
mü’min müslüman, Emirü’l-mü’minin İmam Ali’nin (r.a.) beyan ettiklerine
gönülden inanmış ve beyan etmiştir... Kıyâmete kadar da
aynı ilkeye inanır ve beyan etmeye devam eder... Bu hakikat, muvahhid
mü’minlerin var olma sebebidir. Yegâne Rabbimiz Allah’a
gerçek kul olanlar, yani yalnızca O’na ibâdet edenler, zulme ve
zâlime karşı mazlum ve adâletin yanındadır... Batılın her türlüsü
olan câhiliyye âdetlerini ayakların altına almıştır... Haktan ve hakikattan
yana bütün imkânlarıyla çaba gösteren mü’min müslümanlar,
haksızlığa karşı susmamış, her zamanda ve her mekânda
hakkı haykırmıştır... Haksızlığa karşı susmak, zulme ve sömürüye
rızâ göstermek, muvahhid mü’minlerin var oluşlarına aykırıdır...
Bir yerde bir muvahhid mü’min var ise, orada hakkın, adâletin
ve hayrın temsilcisi var demektir... Muvahhid mü’min bulunduğu
yerde Allah’ın şahidi ve İslâm’ın temsilcisidir...
Üstad Ebû Ali Dakkak (rh.a.) şöyle söyler: “Hak çiğnenirken
susan, dilsiz şeytandır.” 224
219 Hâfız el-Munzirî, Terğîb ve Terhîb, çev. A. Muhtar Büyükçınar vdğ., c. 1, s.
128, Hds. 9; Ahmed bin Hanbel, Taberânî, İbn Hıbban ve Hâkim rivâyet etmişlerdir.
Hâkim: Senedi sahihtir, demiştir
220 Bk. 3/Âl-i İmrân, 103
221 3/Âl-i İmrân, 104
222 41/Fussılet, 33
223 Nehcü’l-Belâğa, s. 431
224 Abdulkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, çev. Süleyman Uludağ, 3. baskı, İst.
1991, s. 258. Not: Ebû Ali Dakkak’ın bu sözü, halk arasında: “Haksızlığa
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
Bâtıla, zulme, haksızlığa ve hayrın ortadan kaldırılmasına ses
çıkarmayan, buna razı olanın, şeytana tabi olduğu apaçıktır... Bu
kişi ya cinlerden, ya da insanlardan şeytan olanların225 emrine
girmiş ve onlarla beraber hakka ve adâlete karşı çıkıp hakikata
ihânet etmiştir...
Muvahhid mü’minlerden hiçbiri böyle bir zillete düşemez...
Hele hele muttakî âlimler, böyle bir zelil durumu asla kabul edemezler...
Onlar, mallarını ve canlarını verirler de, hak din olan
İslâm’dan asla taviz vermezler... Onlar, Allah’ın dini olan İslâm’ı
canlarından daha kıymetli bilir ve her zamanda, her mekânda
onu savunurlar... Onlar, İslâm’ı savunurken, İslâm düşmanları veya
adâletten sapan zâlimler tarafından öldürülmenin, en yüce mertebe
olan şehadet olduğuna katıksız iman etmişlerdir... Muttakî
âlimler, Allah’dan gereği şekilde korktukları için, başkalarından
asla korkmazlar!..
Câbir (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
“Kıyâmet günü Allah katında şehidlerin efendisi, Hamza bin Abdulmuttalib
ile zâlim bir idareciye ayağa kalkarak ona iyiliği emredip kötülükten
sakındıran ve bu yüzden o idarecinin öldürdüğü kimsedir.” 226
Ebû Said el-Hudrî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Cihadın en efdalı, zâlim sultanın veya zâlim emirin yanında söylenecek
adâletli sözdür.” 227
Muvahhid ve muttakî âlimler, peygamberlerin gerçek
vârisleridirler... Peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı cümlesinin
üzerine olsun), nasıl davranmışlar ise, onların varisleri olan âlimler
de o şekilde davranmalıdırlar... Bu, onların devraldığı mukaddes
mirasın vazgeçilmez şartıdır!.. Amr İbn Abese es-Sülemî (r.a.) anlatıyor:
Ben, câhiliyye devrinde iken, bütün insanlığın dalalette
bulunduğunu ve hiçbir doğru yolda olmadıklarını biliyordum.
(Çünkü) insanlar, putlara taparlardı. Derken işittim ki, Mekke’de
bir zat (çıkmış) birtakım haberler veriyormuş. Hemen devemin
üzerine atlayarak, O’na geldim. Bir de baktım Rasûlullah (s.a.s.)
karşı susan, dilsiz şeytandır” şeklinde ve hadis olarak söyleniyorsa da, hadis
değildir. Rasûlullah (s.a.s.)’in hadisleri arasında böyle bir söz yoktur ve
hiçbir mûteber kaynakta yer almadığı beyan olunmuştur.
225 bk. 114/Nâs, 6
226 Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 2, s. 476, Hds. 2380
-4747-, Hakim’in Müstedrek’inden; el-Munzirî, a.g.e., c. 4, s. 506, Hds. 8
227 Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4344; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten,
B. 12, Hds. 2265; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 20, Hds. 4011-4012; Nesâî,
Kitâbu’l-Biât, B. 37, Hds. 4191; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 164, Hds.
100; Kuzâî, a.g.e., s. 231, Hds. 791; Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 347, Hds. 724
-1246-, Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 19’dan
BEL’AM
- 67 -
gizlenmiş. Kavmi, O’nun aleyhinde cüretkâr bir vaziyette... Bunun
üzerine kalbim yumuşadı.
Mekke’de O’nun yanına girerek, kendisine: ‘Sen, nesin?’ dedim.
“Ben, Peygamberim” cevabını verdi. ‘Peygamber ne demektir?’
dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Beni, Allah gönderdi” buyurdu. ‘Seni, ne
ile gönderdi?’ dedim. “Allah beni, akrabaya yardım edilmesi, putların
kırılması, Allah’ın bir tanınması, O’na, hiçbir şeyin şirk/ortak koşulmaması
(vazifesi) ile gönderdi.” buyurdu. 228
İşte yegâne önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) mirası budur!..
Ve işte Rasûlullah (s.a.s.) ve diğer peygamberlerin varisleri olan
muttakî ve mücâhid İslâm ulemâsının bu mirasa sahib çıkarken
ortaya koydukları tavır!..
Zulme ve zâlime karşı muttakî ulemânın tavrından, örnek olmak
üzere birkaç tanesini burada kaydediyoruz...
1) Esma’î anlatıyor: Atâ b. Ebi Rabah (rh.a.), Emevîlerden Abdulmelik
b. Mervan’ın huzuruna çıktı. Abdulmelik, muhteşem bir
vaziyette kürsüsünde oturuyordu. Her kabilenin ileri gelenleri
etrafında toplanmış, bu da Mekke’de hacc mevsimine tesadüf etmişti.
Atâ’yı görünce, hemen O’nu yanına alarak köşküne oturttu
ve ne istediğini kendisinden sordu. O da: ‘Ey mü’minlerin emiri,
Allah’ın ve Rasûlü’nün hareminde Allah’dan kork ve bu harem-i
şerifleri imar eyle! Muhâcir ve Ensar çocukları hakkında da
Allah’dan kork! Zirâ sen, bu mecliste onların sayesinde oturdun.
Ayrıca sınır boylarında bulunanların da haklarına riâyet et! Zirâ
onlar, müslümanların kal’asıdır. Müslümanların idaresini araştır.
Çünkü onlardan yegâne mes’ûl olan sensin. Kapındakilerin hakkına
riâyet et! Kapına gelenlere kapını kapama!’ dedi.
Abdulmelik: ‘Başüstüne, senin dediklerini yerine getireceğim!’
dedi. Sonra oradan kalktı ve giderken Abdulmelik kendisini yakalayarak:
‘Senin, bizden istediklerinin hepsi başkaları nâmınadır.
Biz, bunlara söz verdik, fakat kendi nâmına bir istekde bulunmadın.
Kendin için ne istiyorsun?’ dedi. O da: ‘Hayır, ben, insanlardan
bir şey istemem!’ dedi ve oradan ayrıldı. Abdulmelik: ‘Zâten
seni şereflendiren ve yücelten bu hâlindir’ dedi.
Bir gün Velid bin Abdulmelik, kapıcısına: “Kapıda dur ve oradan
ilk geçen zatı huzuruma getir, onunla konuşalım” dedi. Kapıcı,
bir müddet bekledikten sonra oradan Atâ bin Rabah’ın geçmekte
olduğunu gördü. Fakat kapıcı bunu tanımıyordu. Ona: “İhtiyar,
Emiru’l-mü’minin seni çağırıyor, içeri buyur!” dedi ve Atâ da içeri
228 Müslim, Kitâbu Sıfati’l-Musâfirîn, B. 52, Hds. 294
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
girince “Ey Velid, sana selâm!” dedi. Velid, kapıcıya kızdı: “Ben
sana, bir adam gönder, sohbet edelim” dedim. Sen ise, Allah’ın
bana revâ gördüğü “Emirü’l-mü’minin” unvânını bile çok gören
bir adamı huzuruma getirdin” dedi. Kapıcı da: “Başka bir gelen
olmadı, ne yapayım?” dedi. Sonra da Atâ ile sohbete başladı. Atâ,
sohbeti esnasında Velid’e: “Cehennemde “Hebheb” adında bir
vâdi var, zâlim hükümdarlar orada yanacaklar” dedi. Bunu duyan
Velid, kapının eşiği önünde oturuyordu, hemen bayıldı ve yere
düştü. Ömer b. Abdulaziz: “Emir’i öldürdün!” diye şaka yaptı. Bunun
üzerine Atâ, Ömer’in bileğini sıkıca kavradı ve: “Ey Ömer, iş
ciddidir, şakaya gelmez” dedi ve oradan ayrıldı. Ömer, diyor ki:
“Elimi öyle kuvvetli sıkmıştı ki, bir sene acısı elimden çıkmadı.” 229
2) Ebû Câfer Mansur, (tabiîn’den) asrının büyük âlimi Tâvus’u
huzuruna dâvet etti. Tâvus, Mâlik b. Enes’le (rh. aleyhim) onun
yanına gittiler. Bir müddet beklediler. Sonra Ebû Câfer Mansur,
Tâvus’a döndü ve: “Bana, baban İbn Keysan’dan rivâyette bulun”
dedi. Tâvus: “Ben, babamın Rasûlullah’tan (s.a.s.) şu hadisi
rivâyet ettiğini duydum: “Kıyâmet günü azap yönünden insanların en
şiddetlisi, Allah’ın mülkünde idarecilik yapıp adâletine zulüm karıştıran
kişidir.” Bir müddet bekleştiler. Mâlik bin Enes: “Elbisemin eteklerini,
Tâvus’un kanıyla kirlenmesinden korkarak topladım. Sonra
Ebû Cafer, O’na döndü ve: “Bana öğüt ver, ey Tâvus” dedi: Tâvus:
“Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını
görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem’e? Ki şehirler içinde onun bir
benzeri yaratılmış değildir. Ve vâdilerde kayaları oyup biçin Semud’a? Ve
kazıklar (ehramlar) sahibi Fir’avn’a? Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.
Böylece oralarda fesâdı yaygınlaştırıp arttırmışlardı. Bundan dolayı, Rabbin,
onların üzerine bir azap kamçısı çarpıverdi. Çünkü senin Rabbin,
gerçekten gözetleme yerindedir.” 230
Malik b. Enes: “Tâvus’un kanının bana bulaşması endişesiyle
elbisemin eteklerini topladım.” Devamla, “Ebû Câfer Mansur, bir
müddet daha konuşmadan durdu. Sonra dönerek: “Bana hokkayı
veriniz” dedi. Bir müddet daha durdu. Hava iyice elektriklenmişti.
Tâvus’a dönerek: “Ey Tâvus, şu hokkayı bana ver” dedi. Tâvus vermekten
çekindi. Ebû Câfer: “Niçin onu bana vermiyorsun?” Tâvus:
“Onunla Allah Teâlâ’ya karşı günah olacak bir iş yapmandan korkuyorum.
O takdirde ben, o günahta senin ortağın olmuş olurum”
dedi. Ebû Câfer bu sözü işitince: “Yanımdan kalkınız” dedi.
Tâvus: “Bugüne kadar emrine karşı gelmemiştim” dedi. Mâlik bin
Enes şöyle devam ediyor: “Bu zamana kadar Tâvus’un bu derece
229 Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, çev. Ahmed Serdaroğlu, İst.1987, c. 2, s. 839-840
230 89/Fecr, 6-14
BEL’AM
- 69 -
büyüklüğünü bilmiyordum. Bu şiddetli öğüde karşı Mansur’un cevabı
sadece “Kalkıp gidiniz” oldu. 231
3) Haccac, Hasan el-Basrî’yi çağırttı ve: “Allah, onları mahvetsin,
para uğrunda müslümanları öldürdüler’ diyen sen misin?”
deyince, Hasan (rh.a.): “Evet, ben söyledim!” dedi. Haccac: “Niçin
söyledin?” diye sordu. Hasan: “Çünkü Allah Teâlâ, bildiklerini
söyleyip gizlemeyeceklerine dair âlimlerden söz almıştır” dedi.
Bunun üzerine Haccac: “Sesini kes, diline sahip ol! Bir daha senden
böyle sözler duymayayım, yoksa kelleni vücudundan ayırırım”
dedi.
Hâlid ez-Ziyad’ı (rh.a.) Haccac’a getirdiler. Haccac: “Hâlid sen
misin?” “Evet, benim. Ne soracaksan sor! Çünkü ben Makaam
denen mevkide üç hususta Allah’a söz verdim. Birincisi: Sorulana
doğru cevab vereceğim. İkincisi: Belâya sabredeceğim. Üçüncüsü
de: Âfiyete şükredeceğim” dedi. Haccac: “Benim hakkımdaki görüşün
nedir?” “Sen, Muhakkak ki, yeryüzünde Allah’ın bir düşmanısın.
Haramın perdesini yırtan ve bâtıl töhmet üzerine kan
akıtan bir zâlimsin!” “Hükümdar Abdulmelik bin Mervan hakkındaki
görüşün nedir?” “O, senden daha büyük bir mücrimdir. Sen
ise, onun günahlarından birisin.”
Bunun üzerine Haccac: “Buna, şiddetli bir işkence yapın!”
dedi. Ve şiddetli işkenceler neticesinde kamışı yukarıdan aşağı ikiye
bölerek etlerinin arasına sıkıştırdı ve kamçı ipi ile sıkıca bağlayarak
vücudunu didik didik ederek etlerini parça parça kopardılar.
Artık nefes saymakta olduğunu Haccac’a haber verdiklerinde, o:
“Atın onu sokağa!” dedi. Kendisi, bu işkenceye karşı kat’iyyen sesini
çıkarmadı. Bu manzarayı haber veren Câfer diyor ki: “Yanına
gittim. Benden, bir yudum su istedi ve suyu içince öldü ki, kendisi
henüz 18 yaşında idi. Allah rahmet etsin. 232
4) Ümmetin mutlak müctehidlerinden İmam Şâfiî (rh.a.) anlatıyor:
Amcam Muhammed b. Ali bana anlattı ve dedi ki: Abbasî
halifelerinden Ebû Câfer Mansur’un sohbetinde bulunuyordum.
Mecliste İbn Ebi Züeyb de vardı. Hz. Ali’nin torunlarından Hasan
bin Zeyd de Medine valisi idi. Gıfârîlerden bazıları, vali hakkında
şikâyette bulunmak üzere Halifeye müracaat ettiler. Hasan
bin Zeyd: “Bunları, İbn Ebi Züeyb’den sor, ey mü’minlerin emiri”
dedi. Halife de O’na: “Ne diyorsun bunlar hakkında?” diye sordu.
Bu zât ise: “O adamlar, insanlara eziyet eden ve insanlar için
231 Abdulaziz el-Bedrî, İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, çev. Mehmet Bıyıklı -
Kemal Solak, İst. 1989, s. 114-116
232 Gazâlî, a.g.e., c. 2, s. 842-843
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
bolca dedikodu yapan kimselerdir” dedi. Bunun üzerine Halife,
Gıfârîlere: “Dediğini duydunuz ya!” dedi. Gıfârîler: “Ona bir de
Hasan bin Zeyd’i sor” dediler.
Halife ona: “Hasan bin Zeyd hakkında ne diyorsun?” diye sordu.
O da: “Hasan hakkında, haksız hüküm verip nefsinin arzularına
uyan bir kimse olduğuna şehâdet ederim” dedi. Bunun üzerine
Halife, Hasan’a: “Söylediğini duydun mu? Bu iyi bir insandır”
deyince, Hasan halifeye: “Ondan bir de kendini sor” dedi. Halife
de, ona: “Benim hakkımda görüşün nedir?” diye sordu. O zât:
“Beni affet! Bunu, benden sorma!” deyince, Halife: “Allah adına
soruyorum, bildiğini söyle!” dedi. O zât: “Sanki kendini bilmiyormuşsun
gibi bana Allah adına yemin verdirerek, soruyorsun” dedi.
Halife de: “Allah adına bildiğini haber ver!” diye ısrar edince, O
da: “Ben şehâdet ederim ki, kapında zulüm gözle görülecek şekildedir”
deyince, Ebû Câfer, yerinde doğruldu ve kalkarak İbn Ebi
Züeyb’in kafasına elini koydu, kendisine doğru çekti ve: “Ben bu
makamda oturmasam, Fars, Rum, Deylem ve Türk’ün intikamını
senden alırdım” dedi.
İbn Ebi Züeyb: “Ey Mü’minlerin Emiri, Ebû Bekr ve Ömer de
(Allah onlardan razı olsun) bu makamda oturdu, hakkı aldı ve
onu müsâvî olarak taksim ettiler. Fars ve Rum’un son şehirlerine
kadar zaptettiler, onların burunlarını kırdılar” deyince, Ebû Cafer,
İbn Ebi Züeyb’in başını bıraktı ve: “Vallahi, senin doğru konuştuğunu
bilmesem senin kelleni vururdum!” dedi. İbn Ebi Züeyb: “Ey
mü’minlerin emîri, vallahi ben, oğlun Mehdî’den daha çok senin
iyiliğini isteyen bir kimseyim” dedi. İbn Ebi Züeyb, oradan ayrıldıktan
sonra Süfyân-ı Sevrî ile karşılaştı. Süfyan: Senin, bu zâlime
söylediklerinden çok memnun oldum. Fakat “Oğlun Mehdi” sözünden
üzüldüm, dedi. İbn Ebi Züeyb: “Allah, seni mağfiret etsin,
hepimiz hidâyette değil miyiz?” diye cevap verdi. 233
5) Zâhir, Şam’da Tatarlara karşı savaşa çıkmak istediğinde
âlimlerden harpte kullanmak üzere halktan mal almanın câiz
olduğu hakkında fetvâ istedi. Bunu Şam İslâm hukukçularına
yazdı. Onlar, câiz olduğuna dâir fetvâ verdiler. Bunun üzerine
Zâhir: “Görüşünü almadığımız başka bir âlim kaldı mı?” diye sordu.
Ona: “Evet, Üstad Muhyiddin Nevevî görüşünü açıklamadı”
dediler. Zâhir, onu istedi. Muhyiddin Nevevî, Zâhir’e geldi. Zâhir,
ona: “Sen de, diğer İslâm hukukçuları gibi görüşünü açıkla!” dedi.
Üstad Nevevî, görüşünü açıklamaktan çekindi. Zâhir: “Görüşünü
açıklamamanın sebebi ne?” dedi. İmam Muhyiddin Nevevî (rh.a.):
233 Gazâlî, a.g.e., c. 2, s. 845-846
BEL’AM
- 71 -
“Ben senin Emir Bunduktar’ın kölesi olduğunu bilirim. Senin hiçbir
şeyin yoktu. Sonra Allah Teâlâ, sana mal-mülk ihsan eyledi. Seni,
padişah yaptı. Şu an senin, bin tane kölen, her bir kölenin altın
sırmalı elbiseleri ve ayrıca senin iki yüz câriyen ve her bir câriyenin
de bir sürü mücevherâtı olduğunu işittim. Şimdi sen, bunların
hepsini harcar, sadece bukağılarıyla kölelerini ve mücevherâtsız
elbiseleriyle câriyelerini bırakırsan, ben de o zaman halktan mal
toplamanın câiz olduğuna dâir fetvâ veririm.”
Zâhir, Muhyiddin Nevevî’nin (rh.a.) bu cevabına çok kızdı:
“Yurdum (Şam)’dan çık!” diye haykırdı. Nevevî: “Baş üstüne!”
deyip Neva’ya gitti. Fakîhler: “O bizim büyük âlimlerimizden,
sâlihlerimizden ve kendisine uyulması gerekenlerdendi” dediler.
Zâhir onun Şam’a geri gelmesini istedi. Ona, dönmesi için mektup
yazdı. Fakat Üstad Nevevî dönmedi ve: “Orada Zâhir olduğu müddetçe
oraya girmem!” dedi. Bir ay sonra da vefat etti. Halife, özrünün
kabülünü istedi. Çünkü o, ilim ve takvâ yönünden Muhyiddin
Nevevî’nin kim olduğunu ve ne derece büyük âlim olduğunu
öğrendi. Fakat Nevevî, direterek halifenin özrünü kabul etmedi.
Bununla, açıkca halifeye bir ders vermek istedi. Âlimler, yöneticilerin
hiçbir müslümana kötülük yapmamalarını istiyorlar. 234
6) “Âlimlerin Ahlâkı” adlı kitabın yazarı şöyle anlatıyor:
Bana, saygıdeğer arkadaşım Muhammed Fehmi Nadur Paşa, Ahmed
Bedevi Efendi’den, o da babasından, babası da dedesinden
nakletti. Dedesi, Hidiv İsmail zamanında Ezher Üniversitesi’nin
profesörlerindendi. Mısır’la Habeşistan arasında harp başladığında
ordu komandaları arasındaki ihtilaftan dolayı Mısır ordusu
ardı ardına mağlub oldu. Hidiv İsmail’in buna canı çok sıkıldı.
Sıkıntısını gidermek için bir gün Şerif Paşa ile birlikte çıktı. Şerif
Paşa: “Senin başına bir musibet geldiğinde bu belâyı gidermek
için ne yaparsın?”
Hidiv İsmail: “Ey Efendimiz, başıma bir musibet geldiğinde,
Allah Teâlâ bana, en muttakî âlimlerin duâ etmesini tavsiye
ediyor. Böylece Allah Teâlâ, musibetimi giderir. Hidiv İsmail, Ezher
Üniversitesi’nin rektörü ile konuştu. Rektör, O’nun için ilmi
ile âmil muttakî âlimleri topladı. Ezher Üniversitesi binasındaki
eski kubbenin altında duâ etmeye başladılar. Fakat bütün bu
olanlar yanında yenilgiler devam edip gidiyordu. Yanında Şerif
Paşa olduğu hâlde Hidiv İsmail, âlimlerin yanına gitti ve onlara
kızarak şöyle dedi. “Bu yaptığınız ya duâ değil veya siz ilmi ile
âmil âlimlerden değilsiniz. Allah Teâlâ, ne sizin sebebinizle, ne de
234 Abdulaziz el-Bedrî, a.g.e., s. 140-142
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
duânızla belâları ve yenilgiyi giderecek değildir.
Âlimler, bu hitap karşısında çok üzüldüler ve mahcup oldular.
O anda cemaatin arkasında bir âlim, ona şöyle hitap etti: “Senin
yüzünden bu belâlar, ey İsmail!... Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu
bize naklonuldu: “Ya iyilikle emreder ve kötülükten nehyedersiniz
veya Allah Teâlâ, size en şerrlilerinizi musallat eder. İyileriniz Allah’a
duâ eder, fakat duâları kabul olunmaz.” 235
Diğer âlimler, korkudan titremeye başladılar. Şerif Paşa ile Hidiv
İsmail, bir tek kelime söylemeden çıkıp gittiler. Âlimler, bunu
söyleyen âlimi kınamaya ve azarlamaya başladılar. Onlar, bu
hâldeyken Şerif Paşa geri göndü: “Hidiv İsmail’e o sözleri söyleyen
âlim kimdir?” diye sordu. O âlim: “Benim!” diyerek ayağa kalktı.
Şerif Paşa, onu aldı ve götürdü. Âlimler onu kınamadan vazgeçip
kendisiyle vedâlaşmaya başladılar. Dönmesini ummuyorlardı
bile. Onun, geri gelmesi için duâ ediyorlardı. Şerif Paşa ile o, Hidiv
İsmail’in sarayına gittiler. Hidiv İsmail, selâmlığında oturuyordu.
Ön tarafında bir koltuk vardı. Âlim, o koltuğa oturdu.
Hidiv İsmail: “Bana, Ezher Üniversitesi’nde söylediğin sözleri
tekrar et!” dedi. Âlim, söylediği sözleri ve hadisi tekrar etti. Ayrıca
hadisin açıklamasını da yaptı. Hidiv İsmail, ona: “Ne yaptık ki, bu
belâlar başımıza geldi?” diye sordu. Âlim: “Efendim, kanunlarınız
Şer’î ve Medenî diye birbirine karışmadı mı? Fâizin helâllığına dair
kanun çıktı. Zinâ, ruhsatlı değil mi? İçki, serbest değil mi? Ve değil
mi?... Değil mi?... İnkârı gayr-ı kabil haramları ona bir bir saydı ve
devamla: “Nasıl Allah’tan yardım beklersin?!” dedi. Hidiv İsmail:
“Ne yapalım? Avrupalılarla karıştık. Bu ise, onların medeniyetidir.
Âlim: “O takdirde, âlimlerin mahâreti ne olabilir ki?!” Hidiv
ismail, uzun zaman başını eğerek kaldı, konuşmadı. Sonra âlime:
“Doğru söyledin, doğru söyledin!” dedi. Ayrıca Hidiv İsmail, o
âlime ayda 30 Mısır Lirası maaş bağlanmasını emretti. Daha sonra
âlim, Ezher Üniversitesi’ne döndü. Ondan ümit kesen arkadaşları,
sanki yeniden dünyaya gelmiş gibi sevindiler... 236
En Korkunç Felâket: Âlimlerin Dünyevîleşmesi
Muvahhid ve muttakî âlimler, Ümmet içinde hayra çağıran,
iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’a davet edip sâlih
amellerde bulunan izzetli şahsiyetlerdir... Onlar, Rabbimiz Allah’ın
235 Hadisi, Evsat’ta Taberânî ve Bezzar rivâyet etti. Benzer bir hadis için bk.
Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 9, Hds. 2259; İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 20, Hds.
4004
236 Abdulaziz el-Bedrî, a.g.e., s. 142-144; Âlimlerin Ahlâkı, s. 101-102’den
BEL’AM
- 73 -
kendilerine vermiş olduğu ilim nimetiyle âhiret yurdunu arayan,
dünyadaki sorumlu oldukları vazifelerini unutmayanlardır... İlmin
felâketi, onu unutmak ve terk edip amel etmemektir... İlim,
ehli olmayana rivâyet edilip öğretildi mi kaybolup gider... Böyle
bir hareket ilmi zayi eder...237 Ehli olmayanların yanında oldukça
hayra değil, şerre kullanılır... İnsanlığın faydasına değil, zararı için
harcanır... Sanki gözü dönmüş ve insan öldürmekten şeytanî zevk
alan katilin eline en sağlam silâh vermeye benzer, ehli olmayana
ilim öğretmek!...
Elde etmiş olduğu ilmin ehli olan ve sorumluluğunu idrak
eden muttakî ulemâ, Allah’dan gereği gibi korkan, ilimlerini Allah
yolunda insanlığın hidâyeti ve selâmeti için kullanan kişilerdir...
Onlar, ilimlerini dünya menfaatı karşılığında satmayan, bu
hatâya düşmeyen, her zaman haktan ve adâletten yana olanlardır...
Kalbleri iman dolu ve dipdiri!.. Çünkü onların bütün gayesi,
Allah’dır... Âhiret ameli karşılığında, asla dünya malını tercih etmeyenlerdir...
Onlar, helâl kazanç sonu elde edilen mal ve mülkü,
âhiret yatırımı olarak Allah yolunda sarf edenlerdir...
Malik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor:
Âlime verilen ceza hakkında el-Hasanu’l-Basrî’ye sordum.
“Kalbinin ölümüdür” dedi. “Kalbinin ölümü nedir?” diye sordum.
“Âhiret ameli karşılığı dünyayı istemektir” dedi. 238
Âhiret ameli karşılığında dünya malı ve dünya menfaatı elde
etmeye çalışan ilim sahibi kişilerin kalpleri ölür... Kalbleri ölünce
de, sahib oldukları ilimden herhangi bir hayır görmezler... Böylece
hayırsızlaşır ve topluma faydaları dokunmadığı gibi kötü örnek
de olurlar... Bunca ilimleriyle dünyevîleşen, dünyayı âhirete
tercih edenler, kim ki, kendilerine arzuladıkları dünya malı ve hedefledikleri
makamı verirse, onun emrine girerler... İşgal edilmiş
İslâm topraklarında egemen olan müstekbir tağutî yönetimlerin
emrine âmâde olan “din adamı” lakablı ve sıfatlı birçok insanın
bu durumda olduğunda hiç şüphe yoktur... Bu tip insanlar, tahsil
etmiş oldukları İslâmî ilimlerden dolayı mustaz’af ve mazlum halk
arasında belli bir itibarı olan kişilerdir... Bilgilerinden dolayı bazı
akademik ünvanlara da sahib olmuşlardır... Bütün bunlara rağmen
işgal kuvvetleri olan egemen tağutların emrine girmiş, müstekbir
zâlim yönetimlere göbek ve mide bağıyla bağlanmışlardır...
237 Bk. Dârimî, Mukaddime, B. 51, Hds. 630; Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr Muhtasarı
Terc. Ve Şerhi, c. 1, s. 25, Hds. 7 -12-; İbn Ebî Şeybe –İbn Mesûd’dan-
238 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 331, Hbr. 1514; Ahmed bin
Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 376, Hbr. 1503
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
Egemen işgalci tağutlar, bunların vasıtasıyla sömürdüğü ve esir
ettiği İslâm topraklarındaki mazlum müslümanları çok daha rahat
bir şekilde ezmekte ve kanlarını emmektedirler...
Dinlerini ve âhiretlerini, dünya menfaatı karşılığında hebâ
edenlerin durumlarını, Rasûlullah (s.a.s.) net bir şekilde bildirmiştir...
Abdullah İbn Abbas (r.anhumâ)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurur: “Şüphesiz benim ümmetimden bazı insanlar, dinde fıkıh bilgisine
sahib olduğunu iddia edecekler, Kur’ân okuyacak ve diyecekler
ki:‘Biz, emir (yönetici)ler sınıfına varıyor, dünyalıklarından yararlanıyoruz.
Fakat dindarlığımız hususunda onlardan uzak durup (bu yönden bize bir
zarar ilişmiyor)’ derler. Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi mümkün
değildir. Katad (adındaki dikenli ve meyvesiz ağaç)dan geven dikenlerinden
başka (bir meyveyi) toplamak mümkün olmadığı gibi,
emir (yönetici)lere yaklaşmaktan bir şey toplanamaz. Ancak...” 239
Önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadislerinde beyan buyurdukları
dünyevîleşen ilim adamları, bugünün işgal altındaki İslâm
topraklarında yaşayan ve egemen tağutların emri altına girip
hizmet ettikleri iddiasıyla kendilerini savunanlardan başkası mıdır?..
Onların, “her ne kadar egemen tağutî sistemlerin memuru
olmuşlarsa da, bu yol ile halka hizmet edip onların yetişmesine
çalıştıklarını” beyan etmelerine karşı önderimiz Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle buyuruyorlar: “Hâlbuki onların dediğinin gerçekleşmesi
mümkün değildir!” Bu hadisin şerhinde şunlar beyan olunmuştur:
Miftâhu’l-Hâce yazarı diyor ki: “Hadisten kasdedilen mânâ şudur:
Kur’ân okuyan, fıkıh bilgisi olduğunu iddia eden bazı kimseler,
zarurî ihtiyaçları ve önemli bir işleri olmadığı hâlde emirler
sınıfının yanına giderek, fazilet ve ilim sahibi olduklarını açıklar,
birtakım mal ve makam koparmak isterler. Bu tip kimselere: ‘İlim
ile bu nevi davranışlar birbiri ile bağdaşmaz, niçin böyle hareket
ediyorsunuz?’ denildiği zaman, şöyle cevaplarlar: ‘Biz, emirlere
varıp onların dünyalıklarından yararlanırız. Ama dinî vecibelerimiz
bakımından onlardan uzak dururuz...’ Hâlbuki yekdiğerine
zıt iki şeyi toplamak imkânsızdır. Katad, dikenden başka meyvesi
olmayan bir ağaçtır. Bu ağaçtan meyve olarak dikenden başka bir
şey toplamak mümkün değildir. Emirlere yakınlıktan bir semere
beklenemez. Beklenen şey, ne olabilir?
Hadiste Peygamber’in (s.a.s.) sözünde, emirlerden alınabilen
şey, yani müstesnâ anılmamıştır. Ravî: ‘Anılmak istenen şeyin,
“hatâlar” olduğunu sanıyorum, diyor. Şu hâlde onlara yaklaşmaktan
beklenebilen semere, hatâlar ve günahlar olmuş olur. Sindî
239 İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 255; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 164, Hds. 7
BEL’AM
- 75 -
(rh.a.) diyor ki: “Emirlere yaklaşmanın, Katad ağacından diken
toplamaya benzetilmesi ile onlara yaklaşmaktan dinî yönden zarar
etmekten başka bir sonuç alınmayacağına işaret ediliyor. Çünkü,
kişi için Allah tarafından takdir edilmiş olan rızık ve menfaatlar,
behemhâl sahibini bulacaktır. İster emirlerin kapısına gidilsin,
ister gidilmesin netice değişmez. O hâlde onların kapılarına gidilmekle,
yeni bir kazanç sağlanacak değildir. Ama bununla beraber
dinî yönden zarara uğramak da vardır. Şöyle de söylenebilir: İlâhî
takdir, meçhulumuz olup dış görünüşe göre emirlerin sohbetinde
bulunmak ve onlarla ihtilat yapmak sûretiyle elde edilen dünyalık
menfaat, bu ilişkilerle uğranılan zarar muvacehesinde çok cüz’i
olduğu için yok gibidir. Dolayısı ile zarardan başka bir şey kalmamış
sayılır.” 240
Ubey İbn Kâ’b’ın (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
“Bu ümmete, yükseleceklerini, mal-mülk ve kuvvet sahibi olacaklarını,
zâlim krallarının kendilerine boyun eğeceklerini ve yeryüzüne hâkim
olacaklarını müjdele. Artık kim âhiret için yapmış olduğu amelleri dünya
çıkarlarına âlet yaparsa, o kimsenin âhirette nasibi yoktur.” 241
Ebû Hüreyre’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim
kendisi ile Allah’ın rızâsı aranan ilimlerden bir ilmi, dünya malından bir
şey elde etmek için öğrenirse, kıyâmet gününde cennetin kokusunu alamaz.”
242
İbn Ömer (r.a.) dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kim
Allah’dan başka bir şey için ilim taleb ederse veya o ilimle Allah rızâsından
başka bir maksad edinirse, cehennemden olan üzerine hazırlansın.” 243
Yegâne önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu beyanları, bu apaçık
ikazları karşısında her vicdan sahibi elini vicdanına koysun ve
Rabbimiz Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanabilen her akıl sahibi
kişi aklını kullanıp düşünsün! İslâm topraklarını işgal etmiş
ve şirk ideolojisinin mensubları olan egemen tağutların hizmetinde,
müstekbir zâlimlerin emrinde bulunan ilim ehli insanların
durumu nedir? Onların, dünya menfaatı karşılığında itaat ettikleri
hükümlerin onlardan istedikleri nelerdir? Onlar, bu gayr-ı
İslâmî hükümlere boyun bükerken neler kaybediyorlar? Buna
240 Haydar Hatipoğlu, S. İbn Mâce Terc. ve Şerhi, ist. 1982, c. 1, s. 420-421
241 el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 69, hds. 4; Ahmed bin Hanbel, Hakim, Beyhakî ve
İbn Hıbbân’dan. Hakim: Hadisin isnâdı sahihtir, demiştir.
242 Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 12, Hds. 3664; İbn Mâce, Mukaddime, B. 23,
Hds. 252; Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hds. 263; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 161,
Hds. 1; İbn Hıbban ve Hakim’den
243 İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 258; Tirmizî, Kitâbu’l-Ilm, B. 6, hds. 2793
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
karşılık onların ellerine ne geçiyor? Onlar, bu tavırlarıyla İslâm’a
ve mü’min müslümanlara ne fayda sağlıyor, ümmetin kurtuluşu
için ne katkıda bulunabiliyorlar?... Acaba mü’min müslümanların
esaretten kurtulmalarına mı yarıyor onların böyle davranmaları,
yoksa işgalci egemen tağutların halk üzerindeki zulme dayalı
egemenliklerinin daha sağlamlaşmasına mı yarıyor?
Bütün bu soruların cevaplarını, iman sahibi, vicdan sahibi ve
akıl sahibi olanların ciddî ciddî düşünüp araştırıp doğru bir şekilde
verirlerse, ancak hakikat apaçık anlaşılacaktır!... Doğru cevab
verebilmek için doğru bir ölçü ile ölçmek gerekir... Dosdoğru ölçü
ve adâlet terazisi, İslâm’dır... Rabbimiz Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı
Kerim ve önderimiz Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sünneti değişmez, eskimez
ve zamanı geçmez, bütün çağları kapsayan bir ölçüdür... Eğer
Kur’ân ve Sünnet ölçüsünce olaylar değerlendirilecek ve mazlum
ümmetin meselesi topyekün düşünelecek olursa, hayırlı bir sonuç
elde edilir... İşte o zaman ilmini kötüye kullanan âlimlerden dolayı
yazık olmuş ümmet244 esâretten kurtulur, hürriyetine kavuşur...
İlim adamlarının kalbini öldüren, onların âhiretini hebâ eden
dünyevîleşmek konusunda selef ulemâsı ümmet-i merhumeyi
uyarmıştır! Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Sizi, gençleri
ihtiyarlatan, ihtiyarları çökerten ve adet hâline gelen bir fitne
(zulüm, taşkınlık ve İslâm’a uymayan kötülükler) kaplar ve bir gün
daha da ileri giderse ne yaparsınız?” Dinleyenler: “Bu, çok çirkin
bir şeydir” dediler. İbn Mes’ud da: “Bu, ne zaman olacak biliyor
musunuz?” dedi ve şöyle devam etti: “Bu fitne, aranızda güvenilir
kişilerin azaldığı, amirlerinizin çoğaldığı, anlayışlı âlimlerin azaldığı,
okuyucularınızın çoğaldığı, ilimler, din için değil de dünya
menfaati için öğrenildiği ve âhiret amelleri ile dünya menfaatı
kazanılmağa çalışıldığı zaman çıkacaktır. 245
Emirü’l-mü’minin İmam Ali b. Ebi Tâlib (r.a.), âhir zamanda
olacak fitneleri anlatırken, İmam Ömer (r.a.): “Bu fitneler ne zaman,
belirtileri nedir yâ Ali?” diye sordu. İmam Ali: “İlim, din için
değil, dünya menfaatleri için öğrenildiği ve âhiret amelleriyle
dünya malı kazanılmağa çalışıldığı zaman!” diye cevap verdi, 246
Süfyan (rh.a.) şöyle diyor: “Hiçbir kulun ilmi artıp, sonra
da dünyaya karşı isteği artmamıştır ki, onun, Allah’tan uzaklığı
244 Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 422, Hds. 3838 -9654-; Hâkim’in Müstedrek’inden
245 el-Munzirî, a.g.e., c. 1, sh. 165, Hbr. 9; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak
rivâyet etmiştir
246 el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 166, Hbr. 10; Abdurrezzak, kitabında mevkuf olarak
rivâyet etmiştir.
BEL’AM
- 77 -
artmış olmasın.”247 İmam Hasan el-Basrî (rh.a.) de şunları beyan
ediyor: “Bu ilimden bir şeyin peşine düşüp de onunla Allah katında
olanı isteyen kimse, inşaallah (isteğine) kavuşur. Kim de onunla
dünya(lık) isterse, işte vallahi, onun bundan nasibi (sadece) budur.”
248
Dünyanın serveti, şöhreti, malı, mülkü, makam ve mevkileri
ayaklarının altına serildiği hâlde dünyevîleşmeyen, aksine âhireti
tercih ettikleri için dünyayı ellerinin tersiyle reddeden muttakî
âlimler, bu ümmet içinde her zaman var olmuşlardır... Onlar, dinlerini
ve ilimlerini dünya menfaatı karşılığı zâlim yöneticilerin
emrine vermemiş, aksine o zâlimlere karşı bütün imkânlarıyla
mücâdele etmişlerdir...
Bu muvahhid, mücâhid ve muttakî âlimlerden birisi, tabiin
ulemâsından Said b. Müseyyeb’dir (rh.a.). Devrinin Emevî halifelerinden
Abdulmelik b. Mervan’ın adâletten sapan yönetimini
reddetmiş zulme dayalı uygulamalarının karşısına dikilmişti... Abdulmelik
b. Mervan’ın O’na karşı sunduğu birçok dünyalık tekliflerinin
hiçbirini kabul etmemiş, ilmini, gaye edindiği Allah yolunda
sarf etmişti...
İmam İbn Kesir kaydediyor: “Abdulmelik, Said’in kızını oğlu
Velid’e istedi. Ancak Said, kızını Velid’e vermek istemedi. Abdulmelik
de bir yolunu bulup O’na tuzak kurdu ve onu kırbaçladı. Bu
olay şöyle olmuştur: Abdulmelik’in zamanında Velid, bey’at için
Medine’ye geldiğinde Said, bey’ata yanaşmamıştı. Bunun üzerine
Medine Valisi Hişam b. İsmail, onu kırbaçlıyarak, Medine sokaklarında
dolaştırmış, kılıç çekmiş ve tehdit etmişti. Ancak o, yine de
kendisini eziyete maruz bırakıp sarstıklarında bir kadın görmüş
ve ona: ‘Ey Said, bu ne rezâlet?’ diye sormuş, Said de, ona şu cevabı
vermişti: ‘Aslında biz, rezâletten kaçıp şu gördüğün hâle mâruz
kaldık.’ Yani, Abdulmelik’i ve adamlarını sevseydik, o zaman hem
dünya, hem de âhiret rezaletine mâruz kalırdık.
Said, sırtına koyun postu giyerdi. Elinde ticaret için kullandığı
bir mikdar sermayesi vardı ve şöyle derdi: ‘Allahım, sen de biliyorsun
ki, ben cimrilikten veya hırstan ötürü bu sermayeyi edinmedim.
Dünya sevgisi ve şehvetlerine kavuşmak arzusuyla da bu
sermayeye sahib olmadım. Ancak ben, Allah’ın huzuruna varıncaya
kadar Mervan oğullarına yüzsuyunu dökmemek için bu sermayeyi
edindim ki, âhirette Cenâb-ı Allah, benimle Mervan oğulları
arasında hükmünü versin ve bu para ile de akrabalarıma yardımcı
247 Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 392
248 Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 260
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
olayım, yoksulların hukukunu ödeyeyim. Dullara, fakirlere, düşkünlere,
yetimlere ve komşulara bu maldaki haklarını vereyim.
İşte bu maksatla bu sermayeyi edindim.” 249
Bütün hayatını Allah yolunda fedâ eden, Allah’ın rızâsından
başka bir gayesi olmayan, zâlim iktidarlara karşı boyun bükmeyip
onlarla amansız mücâdeleyi girişen ve hep mazlumun yanında,
İslâm milletinin hizmetinde olan muttakî âlimlerden birisi de Şehid
İmam Ebû Hanife Numan b. Sâbit’tir (rh.a.)...
Emevîler ve Abbasîler döneminde yaşayan Şehid İmam Ebû
Hanife (rh.a.) her iki iktidar döneminde de zulme ve işkenceye
maruz kalmıştı... Devlet, İslâm Devleti olmasına rağmen iktidarda
bulunan hükümetler ve başlarındaki sultanlar, adâletten sapmış,
iktidarlarını zulümle, fısk ve fucurla devam ettiriyorlardı... Şehid
imamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.) onların bu zülum idarelerine
karşı çok sert tavır almış, onların uygulamalarının İslâm’a uymadığını
beyan etmiştir.
İktidarda bulunanlar, Şehid İmam Ebû Hanife’nin (rh.a.) bu
sert tavırlarını yumuşatmak O’nu kendilerine bağlayıp hizmet ettirmek
için devletin en üst makamlarında görev teklifinde bulunmuşlardı...
Şehid İmam’a bu görevlerden herhangi birisini kabul
ettirecek olurlarsa, ümmetin nezdinde meşru bir hükümet olduklarını
isbat edeceklerdi... Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.), onların
bu ihânet planlarını bildiği için hiçbir görevi kabul etmedi...
Mekkî, “Menakıb-ı Ebû Hanife” adlı eserinde aynen şöyle
diyor: “Emevîler zamanında İbn Hübeyre, Kûfe valisi idi. Irak’da
kaynaşmalar baş gösterdi. Irak fukahasını kendi ka-pısında topladı.
Aralarında İbn Ebi Leylâ, İbn Şübrüme, Davud b. Ebi Hind
gibi ulemâ vardı. Her birini mühim devlet vazifeleri başına geçirdi.
Ebû Hanife’yi de davet etti. Mührü, onun eline vermek istedi. Ebû
Hanife’nin elinden geçmeyince hiçbir emir ve fermanın hükmü olmayacak,
Beytu’l-mal’den çıkan her mal, Ebû Hanife’nin elinden
çıkmış olacaktı.
Ebû Hanife, bunu kabul etmedi. İbn Hübeyre: ‘Eğer kabul etmezse
O’nu döverim!’ diye yemin etti. Fukahâ arkadaşları, Ebû
Hanife’ye: ‘Allah aşkına, kendini tehlikeye atma, şu işi kabul et.
Biz, senin kardeşleriniziz. Hepimiz bu işlerden nefret ediyoruz,
fakat kabulden başka çare bulamadık, ister istemez vazife aldık’
dediler. Ebû Hanife şu cevabı verdi: ‘Vâsıt Mescidi’nin kapılarını
249 İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye -Büyük İslâm Tarihi-, c. 9, s. 168-169
BEL’AM
- 79 -
saymayı bana teklif etse ona, onu da yapmam. Nasıl olur da bu
ağır işi kabul ederim. O, boynunu vuracağı bir adamın ölüm fermanını
yazacak, ben de ona mühür basacağım ha! Vallahi, böyle
bir işe katiyyen girmem!’ İbn Ebî Leylâ: ‘Arkadaşımızı bırakalım!
O, haklıdır, hatâ başkasının’ dedi.
Ebû Hanife’yi hapse attılar. O’na, her gün dayak atıyorlardı.
Cellât, İbn Hübeyre’ye gelerek: ‘Bu adam, kırbaçtan ölecek’ dedi.
İbn Hübeyre: ‘Söyle O’na, bizi yeminimizden kurtarsın’ dedi. O da,
Ebû Hanife’ye bunu söyleyince: ‘Câminin kapılarını saymamı istese
yine yapmam’ dedi. Sonra Cellât, İbn Hübeyre ile görüştü: ‘Bu
mahpusa bir nasihatçı yok mu? Mühlet istesin ki, vereyim’ dedi.
Ebû Hanife’ye haber gönderdiler: ‘Arkadaşlarımla istişâre yapayım,
bakayım’ dedi. İbn Hübeyre, tahliyesini emretti. Ebû Hanife,
hapisten çıkınca atına bindi, Mekke’ye kaçtı. Bu hâdise, 130 senesinde
idi. Mekke’de yerleşti. Hilâfet Abbâsîlere geçinceye kadar
orada kaldı. Ebû Cafer Mansur zamanında Kûfe’ye döndü.” 250
Şehid İmamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.), Emevîlerin iktidarında
vazife almadığı gibi, Abbasîlerin iktidarında da hükümetin
herhangi bir kademesinde vazife almayı reddetmişti... Şehid
İmam (rh.a.) ile O’na kadılık vazifesi vermek isteyen Abbasî Halifesi
Ebû Cafer Mansur arasında geçen şu ibretli tarihî olayı burada
aktarmakta fayda umarız...
“Ebû Hanife, Mansur tarafından çağrılarak, kadılık teklif edilmişti.
İmam, kabul etmedi. Halife de: ‘Seni, bu makama getireceğim,
diye yemin etmişti. Halifenin teşrifat memuru Rabi’ (ki, Ebû
Hanife için iyi niyet beslemeyen bir kimseydi), İmama: ‘Görmüyor
musun? Halife yemin etti’ dedi. Ebû Hanife: ‘Mü’minlerin emiri,
yemin kefâretini vermeye benden daha kadirdir’ dedi. Bunun üzerine
İmam, hapse atılmıştı. Hapisten tekrar çıkarılarak aynı teklif
yapıldı. Ebû Hanife, şöyle diyordu: ‘Allah’tan kork! Ben, kendime
güvenemiyorum. Kadılık emânetini de Allah’tan korkan birisine
ver. Ben, buna lâyık değilim, yapamam.’ Halifenin canı sıkılmıştı.
‘Yalan söylüyorsun! Sen, bu işe lâyıksın’ dedi. (Ebû Hanife, bunu
bekliyormuş gibi:) ‘İşte hükmü kendiniz verdiniz. Yalan söylediğini
ikrar ettiğiniz bir kimseye kadılık emânetini nasıl verebilirsiniz?
Bununla beraber ben, Arab değilim. Arab olmayan bir kimsenin
kadılık makamına getirilmesine râzı olurlar mı?’ dedi. İmam, bütün
bu teklifleri reddetmesi üzerine hapse atılmıştı. Hapishanede
250 Mekkî, Menâkıb-ı Ebû Hanife, c. 2, s. 23-24’den; Muhammed Ebû Zehra,
Ebû Hanife, çev. Osman Keskioğlu, Ank. 1997, s. 46-47; İbn Haceri’l-Heysemî,
Menâkıb-ı İmam-ı Azam, çev. Ahmet Karadut, Ank. 1983, s. 159-160
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hapishanede, dayaktan mı, yoksa zehirlenerek
mi vefat etti?...” 251
İşte şehid imamımız İmam Ebû Hanife’nin (rh.a.) tavrı ve
işte çağımızda O’nun mezhebine bağlı olduğunu beyan eden ve
İslâm topraklarını işgal etmiş müstekbir egemen tağutların emrine
âmâde olan ilim ehli olanların tavrı!? Müstevlî ve müstekbir
gayr-ı İslâmî iktidarların emrine giren, onların memuru olan ve
kendilerine verilen maaşlarla zor geçinen din adamları ile ilim
adamlarının durumu nerede, her ne olursa olsun zulüm iktidarların
emrine girmeyi reddeden İmam Said b. el-Müseyyeb (rh.a.) ile
Şehid İmam Ebû Hanife (rh.a.) nerede?...
İbn Mes’ud (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“İnsanoğluna beş şeyden hesab sorulmadıkça, onun ayakları kıyâmet gününde
Rabbinin katından ayrılmayacaktır. (Bunlardan biri de şudur:)
öğrendiği ilimde nasıl davrandığından.” 252
İlim ehli olan bir kişi, dünya hayatında ilmini nerelerde harcadığının
ve bunca ilim ile nasıl davrandığının hesabını, âhirette
Rabbinin huzurunda verecektir... Eğer dünya hayatında iken sorumluluğunu
yüklendiği ilmini gereği gibi kullanıp onunla amel
etmiş ve Allah’ın rızâsını kazanmış ise, elbette çok iyi bir mükâfat
ile karşılığını görecektir... Eğer sahib olduğu ilim ile dünya menfaatını
hedeflemiş ve yeryüzünün müstekbir egemen tağutlarının
emrine girerek, mazlum insanların ezilmesine, sömürülmesine ve
uyutulmasına yardımcı olmuş ise, elbette ilme yaptığı bu ihâneti,
âhirette İlâhî adâletin tecelli ettiği Rabbinin huzurunda cezâsız
kalmayacaktır!...
el-Avas b. Hakim, babası Hakim’den (r.a.): Bir adam,
Rasûlullah’a (s.a.s.) şerri (kötüyü ve kötülüğü) sormuş. Bunun üzerine
O, üç defa olmak üzere şöyle buyurmuş: “Bana şerri sormayınız,
bana hayrı sorunuz.” Sonra da şöyle buyurmuş: “İyi bilin ki, kötünün
en kötüsü, âlimlerin kötüleridir. İyinin en iyisi de, âlimlerin iyisidir.” 253
251 İbn Haceri’l-Heysemî, Menâkıb-ı İmam-ı Âzam, çev. Ahmet Karadut, Ank,
1983, s. 161-162; Hatib Bağdadî, Tarih-i Bağdad, c. 13, s. 328-329’dan; Muhammed
Ebû Zehra, Ebû Hanife, s . 66
252 Tirmizî, Kitâbu Sıfati’l-Kıyâme, B. 1, Hds. 2531-2532; Taberânî, Mu’cemu’s-
Sağir Tercümesi, c. 2, s. 205, Hds. 522; Beyhakî, Kitâbu’z-Zühd, s. 72, Hds.
76; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 180-181, Hds. 6; Zubeyr bin Harb, Kitâbu’l-İlm,
s. 174, Hds. 89
253 Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 376; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 183, Hds. 10,
Bezzar’dan (Bazı lafız değişiklikleriyle); Ebû Nuaym el-Isfahânî, Hilyetu’l-
Evliyâ - Sahâbe’den Günümüze Allah Dostları-, çev. Said Aykut, Vdğ., İst.
1995, c. 1, s. 391
BEL’AM
- 81 -
Toplum içindeki iyiliğin egemen olması, ya da kötülüğün galib
gelmesi, o toplumdaki bilen ilim adamlarının durumuna bağlıdır...
Çünkü ilim adamları, doğruyu ve yanlışı iyice tanıyan, onları
birbirinden ayırabilen kişilerdir... Doğrunun ve iyiliğin hayrını,
faydasını, yanlışın ve kötülüğün şerrini, zararını çok iyi bilenler
oldukları için onlar hangi tarafı tercih eder, onu yaşar ve topluma
örnek olurlarsa, toplumda egemen olan o hâl olur...
İlmi elde etmeye çalışan ve ilim sahibi olanlar, imanlı, akıllı
ve ibâdet ehli olurlarsa, ancak ilmin hakkını verir, hem kendileri
hem de diğer insanların faydalandıkları bir durum sergilerler.
Muvahhid ve muttakî âlimler, ilmin, aklını kullanmayan ve ibâdet
ehli olmayanların eline geçmesinden çok korkmuşlardır... Zeki ve
fasık insanların ilmi öğrenmeleri, toplum içinde korkunç bir tehlike
arzeder... Onlar, aklını kullanamayan fakat zeki kişilerdir, aynı
zamanda fısk ehli olmaları, ilimlerini dünya menfaatı için kullanmalarını
gündeme getirir... Dünyevîleşen bu ilim adamları, her
şeyde kendilerine bir menfaat sağlamaya çalışırlar... Böylece hem
kendilerini, hem de diğer insanları ifsad ederler...
Tabiîn’in büyük müctehid âlimlerinden eş-Şa’bî (rh.a.) şöyle
demiştir: “Bu ilmi, ancak kendisinde iki haslet, yani akıl ve ibâdet
birleşmiş olan kimseler tahsil ederdi. Çünkü (öğrenci) ibâdetli
olup akıllı olmazsa: ‘Bu sadece akıllıların ulaşabileceği bir iştir’
der ve tahsili bırakır. Şayet (öğrenci) akıllı olup ibâdetli olmazsa:
‘Bu, sadece ibâdetlilerin ulaşabileceği bir iştir’ der ve tahsili bırakır.
eş-Şa’bî, sonra şöyle dedi: “Yemin olsun ki, ben onu (yani ilmi)
bugün, kendisinde bunlardan hiçbiri, ne akıl, ne ibâdet bulunan
kimselerin tahsil etmekte (öğrenmekte) olmasından korkmuşumdur.”
254
Akıllı, şuurlu ve gerçeği idrak eden kişilerin, ilim tahsil etmesi
ve onu elde etmeleri sonucu âlim olmaları, içinde bulundukları
toplumun faydasınadır... Bu şahsiyetlerin muttakî mü’minler
olması, bu faydayı kat kat arttırır... Çünkü faydalı ilim, imanın
emrine girdiği zaman vicdan ile kaynaşır... İmanlı ve vicdanlı bir
muttakî âlim veya âlimler, toplum için hidayet ve saadet rehberleri
olurlar... İlmiyle âmil olanlar, insanlık âlemini, maddî ve manevî
her türlü krizden kurtarır, selâmete ulaştırıp istikamet üzere hayat
sürmelerine vesile olurlar...
Eğitim ve öğretim yoluyla elde ettikleri ilmi, ya terk etmek, ya
da gereğini yapmamakla ondan uzaklaşmak, büyük bir felâkettir...
254 Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 377
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
Böyle olanlar, hüsranda oldukları gibi, kendilerini örnek edinen
insanları da felâkete sürüklerler...
Cerir İbn Hazim (rh.a.) anlatıyor: Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)
insanları öğrenir ve öğretir vaziyette gördüğü zaman, el-Hâris İbn
Kays’a (r.a.): ‘Ey Hâris, insanların tatbik etmek için öğrendiklerini
mi zannediyorsun?’ diye sordu. el-Hâris: ‘Hayır, vallahi, öyle zannetmiyorum.
Fakat onları, öğreniyor ve terk ediyorlar, zannediyorum’
dedi. Bunun üzerine İbn Mes’ud: ‘Vallahi, zannedersem
doğru söylüyorsun’ buyurdu. 255
Dünyevîleşmek için yegâne hayat nizamı ve Allah katında yalnızca
tek din olan İslâm’dan256 herhangi bir şeyi terk edenlerin içine
düşmüş oldukları buhranı şöyle beyan ediyor Emirü’l-mü’minin
İmam Ali bin Ebi Tâlib (r.a.): “İnsanlar, dünyalarını düzene sokmak
için dinlerine aid bir şeyi terk ettiler mi Allah onları, ondan daha
zararlı bir şeye uğratır.” 257
Yegâne önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), ilmin kaldırılması veya
ilimle amel edilmeyip terk edilmesini kıyâmet alametlerinden
olduğunu beyan buyurmuştur... Hak din olan İslâm ilimle bilinir,
ilimle tanınır... İlmin kaldırılması, İslâm’ın gerek ferd, gerekse toplum
hayatının üstündeki yaptırım gücünün zorba tağutlar tarafından
kaldırılması demektir... İlmin terk edilmesi, İslâm’ın terk
edilmesi ile sonuçlanır... İslâm, terk edildi mi ilim de terk edilmiştir!..
İlim ve İslâm beraberdirler... Birisi gitti mi, diğeri de onun peşinden
gider... İkisi, bir bütündür ve asla parçalanmazlar... Parçalandıkları
takdirde, yani ilim İslâm’sız ve İslâm ilimsiz bırakıldı mı,
gerek ferde, gerekse topluma câhiliyye egemen olur ve bu durum,
hem ferd, hem de toplum için korkunç bir felâket hâline gelir...
Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden Muhammed b. Sirin (rh.a.) şöyle
diyor: “Şüphesiz ki, bu ilim dindir. Öyle ise, dininizi kimlerden
aldığınıza dikkat edin!” 258
Enes b. Malik’in (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyurdu Rasûlullah
(s.a.s.): “İlmin kaldırılması, cahilliğin meydana çıkıp kökleşmesi, şarabın
içilmesi, zinânın aşikâre olup çoğalması, erkeklerin azalıp kadınların çoğalması,
kıyâmet alâmetlerindendir.” 259
255 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hbr. 820
256 3/Âl-i İmrân, 19
257 Nehcu’l-Belâğa, s. 390
258 Müslim, Mukaddime, B. 5; Dârimî, Mukaddime, B. 34, Hbr. 391; Bkz. Ahmed
Davudoğlu, a.g.e., c. 1, s. 39, Dipnot: 133
259 Buhârî, Kitâbu’l-Muharribîn, B. 5, Hds. 7, Kitâbu’l-İlm, B. 22, Hds. 22-23;
Müslim, Kitâbu’l-İlm, B. 5, Hds. 9; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 30, Hds. 2301;
BEL’AM
- 83 -
Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu hadislerindeki “ilmin kaldırılması”
gerçeği, ilmiyle âmil muttakî âlimlerin ölümü olarak da beyan
olunmuştur...260 Muvahhid ulemânın ölümüyle yerlerini dolduracak
yeni âlimler yetişmezse, onların boş kalan yerlerini cahiller
doldurur... İnsanlar, onları âlim zanneder... Onlar da, heva ve
heveslerine göre insanlara fetvâ verip onları sapıtırlar... Böylece
cehâlet topluma hâkim olur ve toplumun kıyâmeti kopar!...
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah
(s.a.s.): “Âhir zamanda birtakım kişiler çıkacaklardır ki, dini, dünyaya
alet edecekler ve insanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürüneceklerdir.
Dilleri, şekerden tatlı, fakat kalbleri kurt kalbidir. Allah şöyle
buyurur: ‘Benim hilmim (genişliğim)e mi mağrur oluyor, yoksa bana karşı
cüretkârlık mı gösteriyorsunuz? Kendi adıma yemin ederim ki onlara,
kendilerinden bir fitne göndereceğim ki, içlerinden halim (geniş) olanı
(bile) şaşkına çevirecektir.”261 Dini, dünyaya alet edip dünyevîleşen,
böylece dünya menfaatını âhirete tercih eden ve bunca bilgisiyle
sorumluluğunu bir yana bırakarak egemen müstevli tağutların
emrine giren ilim adamlarının korkunç hâlini beyan buyuran
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinden sonra şu ikaza kulak verelim!...
Yahya b. Muaz er-Râzî (rh.a.) dünya âlimlerine şöyle hitab ediyor:
“Ey âlimler, köşkleriniz Kayser’lerin sarayı, evleriniz Kisra’nın
evi, elbiseleriniz Vezir Tahir’in elbiseleri, ayakkabılarınız Câlut’un
ayakkabıları, binitleriniz Karun’un binitleri, kap-kacak mefruşatınız
Fir’avn’ın mefruşatı, yeyip içmeniz câhiliyye devrinde olduğu
gibi, tuttuğunuz yol, şeytanet yolu! Nerede kaldı İslâmiyet!?” 262
İlme İhânet Edenler
İlim sahibleri dünyevîleştikleri, bildikleriyle amel etmedikleri
ve ilimlerini çok değersiz dünya menfaatına sattıkları zaman,
ilme en korkunç ihâneti yaparlar... Onların bu ihânetinden dolayı
karada ve denizde fesad olur, büyük felâketler ortaya çıkar... Hem
kendileri sapar, hem de peşlerine takılan insan kitlelerini saptırırlar...
Bu ihânet, ilmi, cehâlete çevirir... Bir cahilin yapacaklarını, bir
ilim sahibine yaptırır... İlim sahibi olan kişi, ancak cahillerin yapabileceği
yanlış ve zararlı işler yapmaya başlar bu ihânet sonucu!...
İbn Mâce, Kitâbu’l-Fiten, B. 25, Hds. 4045; Bkz. Ahmed Davudoğlu, a.g.e.,
c. 10, s. 665
260 Bk. Ahmed Davudoğlu, a.g.e., c. 10, s. 665
261 Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 46, Hds. 2515; Abdullah İbnü’l-Mübârek,
Kitâbu’z-Zühd, s. 25, Hds. 50
262 Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 155
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
Büyük bilginlerden birine: “Bilgi, ne vakit cehâletten kötü
olur?” diye soruldu. Âlim de cevap olarak şöyle demiş: “Bilginin
gereğine göre amel edilmediği vakit, cehâletten daha kötü
olur.” Mü’minlerin emiri İmam Ali’nin de (r.a.), şöyle dediği anlatılır:
“Hakkı bilip tasdik ettikten sonra sapıklığa dönen bir kimse,
Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmaktan çok uzak bulunmaktadır.
263
İlim ehli olanlar, ilimlerini dünya menfaatını elde etmek için
kullanacak olurlarsa, ya halkın emrine, ya da müstevli müstekbir
tağutî yönetimlerinin emrine girer ve onların kendilerine verdikleri
dünyalık maaşlarla, makam ve ünvanlarla oyalanır haktan
uzaklaşırlar... Onlar, bu inanç ve tavırlarıyla Allah Teâlâ’yı mutlak
Rezzak olarak kabullenme konusunda çok büyük bir hatânın içine
düşer ve gerek egemen zâlim tağutların maaş vermelerine, gerekse
halkın sadakası, zekâtı ve diğer yardımları onlar için bir rızık
kapısı olmaktadır... Bu rızık kapısının kapanmaması için, kendilerine
bu kapıyı açıp onları menfaat-landıranların her isteklerine
boyun eğen ilim adamları, zulmün, cehâletin, fısk ve fucurun yayılmasına
hem yardımcı olur, hem de göz yumarlar... Onların aralarında
her şeye rağmen vicdan azâbı çektikleri için bazı doğruları
söyleyenler ve halka nasihatta bulunanlar varsa da, kendi sorumluluğunu
unuttuğundan, Allah’a kulluk vazifesini yerine getirmediğinden,
onun nasihatı yerine bulmayan, hiç tesiri olmayan bir
nasihattır... Konuşan vaiz ve dinleyen cemaat, günlük vakitlerinin
bir miktarını tatlı bir sohbete ayırmışlardır. Allah’ın ayetlerini ve
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerini dinler, sahte bir manevî hava kendilerini
bürür, camiiden veya sohbet yerinden ayrıldıktan sonra o
güzel sözler orada kalır, yine herkes eski hâline döner... Çünkü görülen
ve bilinen hakikat odur ki, ne konuşan, ne de dinleyenlerin
bir inkılab istekleri yoktur... Onların, içinde bulundukları câhiliyye
değerlerini, İslâm değerleriyle değiştirme gibi bir çabaları gündeme
gelmiş değildir... Hayatlarındaki câhiliyye değerlerini giderip
onların yerine İslâmî değerleri hakim kılma diye bir arzu oluşmamıştır
kendilerinde!...
Vâiz, alacağı maaşı hak etmek, memur olan ilim adamı maaş
kademesini yükseltmek için konuşur, anlatır... Dinleyenler ise,
kendisiyle amel etmeyecekleri ve edemeyecekleri tatlı ve güzel
sözler işitir, kendilerini iyi saran bir sohbet dinlemiş oluyorlar...
Çünkü anlatılan ayet ve hadisleri amel hâline getirecek herhangi
bir karar vermiş değiller... İslâm’ı hayata egemen kılacak bir birlik
263 Ebu’l-Kasım Rağıb el-Isfahânî, Tafsîlu’n-Neş’eteyn ve Tahsîlu’s-Saâdeteyn,
Mutluluğun Kazanılması, çev. Lütfi Doğan, İst. 1974, s. 178
BEL’AM
- 85 -
ve beraberlikleri oluşmuş değil... Aralarında İslâm kardeşliği, akide
birliği, usûl ve hedef bütünlüğü meydana gelmemiştir... Camiler
ve mes-cidler, belli vakitlerde birbirini tanımayan, aralarında
akidevî ve sosyal irtibat bulunmayan insanların yalnızca namaz
kılmak için dolup, geldikleri gibi boşalıp gittikleri yerler hâline
gelmiştir... Camilerde ve mescidlerde görevli olanlar maaşlarını
almaya hak kazanırken, namaz için gelen diğer insanlar da adet
edindikleri bir ameli işlemiş ve dağılmışlardır... Böyle mi olmalıydı?!...
Kulluk vazifesini yerine getirmeyen, yaratılış gayesini unutan
ilim ehli olanlar, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerinde şöyle beyan
olunmuşlardır... Enes b. Mâlik’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurur: “Mi’rac gecesi bir kavme uğradım. Ellerinde ateşten
makaslar vardı ve dudaklarını parçalıyorlardı. ‘Kim bunlar?’ dedim.
‘Bunlar, yeryüzünde kitabı okudukları hâlde, insanlara vaz-u nasihat
edip, iyiliği emreden, kendilerini unutan kimseler (hatibler)dir. Hiç akıllarını
kullanmıyorlar mı? denildi.” 264
Usâme bin Zeyd’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyâmet gününde bir kişi getirilir, cehennemin içine atılır da, cehennemde
onun barsakları derhâl karnından dışarı çıkar. Sonra o kişi, (barsak
etrafında) değirmen eşeğinin değirmende dönüşü gibi döner. Bunun
üzerine cehennem ahalisi, o kişinin başına toplanır da: ‘Ey filan, senin
hâlin nedir? Sen, bize (dünyada) iyilikle emreder ve bizleri kötülükten
nehyeder değil miydin?’ derler. O da: ‘(Evet) ben, size iyilik emrederdim,
fakat onu kendim yapmazdım. Yine ben, sizleri kötülükten nehy ederdim
de onu, kendim işlerdim, diye cevab verir.” 265
Velid b. Ukbe’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cennetlik
olan bazı insanlar, (dünyada kendilerine va’z ve nasihat eden) cehennemlik
olmuş insanların yanına giderler ve onlara: ‘Ne yaptınız da
cehenneme girdiniz? Vallahi biz, cennete sırf sizden öğrendiklerimizle
girdik’ derler. Onlar da: ‘Biz söylerdik, ama dediklerimizi yapmazdık’ derler.”
266
264 Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 76, Hds. 244; Abdullah İbnü’l-
Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 206, Hds. 819; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 178,
Hds. 2; İbn Ebî Dünya, İbn Hıbban ve Beyhakî’den
265 Buhârî, Kitâbu Bed’i’l-Halk, B. 10, Hds. 76, Kitâbu’l-Fiten, B. 17, Hds. 46;
Müslim, Kitâbu’z-Zühd ve’r-Rikak, B. 7, Hds. 51; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
c. 5, s. 205-207 ve 209
266 el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 181, Hds. 7; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’den; Şâtibî,
el-Muvâfakat -İslâmî İlimler Metodolojisi-, çev. Dr. Mehmet Erdoğan,
İst.1990, c. 1, s. 53 (Ebû Hüreyre’den; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-
Zühd, s. 27, Hbr. 64 -İmam eş-Şa’bî’nin beyanı olarak-)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Cündüb b. Abdullah el-Ezdî (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu: “İnsanlara hayrı öğretip de kendisini unutan âlimin durumu,
insanları aydınlatıp da kendisini yakan kandilin durumuna benzer.” 267
Ebû Hüreyre’den (r.a.); Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Kıyâmet günü, insanlardan azâbı en şiddetli olan, ilmi kendisine fayda
vermeyen âlimdir.”268 Mansur b. Zazan’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.)
şöyle buyurdu: “Cehennemde azab görenler, bazılarının pis kokusundan
rahatsız olunca: ‘Kahrolasın! Ne yaptın ki, pis kokunla bizi rahatsız
ediyorsun? Azâbımız bize yetmez mi?’ derler. O da: ‘Ben, âlimdim, fakat
ilmimden faydalanmadım’ der.” 269
Bildikleriyle amel etmeyen, ümmet-i merhûmenin derdiyle
dertlenmeyen, tek vücud olan mü’minlerin arasında yerini alamayan,
takvâ ve iyilikte müslümanlarla yarışa çıkamayan ilim sahibi
kişiler, bildikleri ile dünyalığa yönelip dünyayı âhirete değiştikleri
zaman bu hâle düşmektedirler... Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.),
hem onları, hem de ümmeti uyarmaktadır... Âlimlere, bildiklerini
yanlış yerde kullanmasınlar, kendilerinin ve ümmetin kurtuluşu
yolunda ilimleriyle çaba göstersinler diye tavsiyede bulunan
Rasûlullah (s.a.s.) ümmete de yanlışlıkları, hatâları ve isyanları, elleriyle,
dilleriyle, kalpleriyle düzeltmelerini emretmiştir... 270
Her tavsiyesi, ümmetinin faydasına, iyiliğine bir emir olan
Rasûlullah’ın (s.a.s.) iman ve ilim mektebinde yetişmiş olan
ashâb-ı kiram (Allah cümlesinden râzı olsun,) âlimin sorumluluğunu
hakkıyla kavramış ve ilmin gereğini yerine getirmeye en son
imkânlarını kullanarak çaba göstermişlerdir...
Ebû’d-Derdâ (r.a.) şöyle diyor: “Kıyâmet günü insanların Allah
katında makamca en şerlisi, ilminden faydalanmayan âlimdir.”271
Mâlik b. Dinar (rh.a.) anlatıyor: Ebû’d-Derdâ (r.a.) dedi ki: “Kimin
ilmi artarsa, ağrısı (korkusu) artar.” Yine Ebû’d-Derdâ şöyle dedi:
267 el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 184, Hds. 13; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir’de isnâdı,
“Hasen”dir der; Aynı eser, c. 1, s. 183, Hds.11; Bezzar’dan Ebû Berze, r.a.)’ın
rivâyetiyle; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 295, Hds. 3467 -8134-; Ayrıca c. 1, s.
220, Hds. 417 -761-; İbn Kanî’nin Mu’cemi’nden; İmam er-Rûdânî, a.g.e., c.
1, s. 61, Hds. 262; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 2, s. 296, Hbr. 1122
-Basra ulemâsından Cundeb’in sözü olarak-
268 Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 479, Hds. 357; el-Munzirî, a.g.e., c. 1,
s. 184, Hds. 15, Beyhakî’den; Kuzâî, Şihâbu’l-Ahbâr Tercümesi, s. 210,
Hds. 708; İmam Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 297, Hds. 606 -1053-, İbn Adiyy, el-
Kâmil’den
269 el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 187, Hds. 21, Ahmed bin Hanbel ve Beyhakî’den
270 Bk. Müslim, Kitâbu’l-İman, B. 20, Hds. 78; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 10, Hds.
2263; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Melâhim, B. 17, Hds. 4340
271 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 23, Hbr. 40; Dârimî, Mukaddime,
B. 27, Hbr. 268
BEL’AM
- 87 -
“Bana (hesab gününde): ‘Ne bildin?’ denilmesinden dolayı nefsime
karşı endişe etmiyorum. Fakat bana: ‘Ne amel ettin?’ denilmesinden
endişe ediyorum. 272
Muaz İbn Cebel (r.a.) şöyle diyor: “İstediğiniz kadar biliniz! Allah
Teâlâ, (bildiğinizi) yapıncaya kadar, ilim karşılığında asla size
ecir vermeyecektir.”273 Emîru’l-mü’minin İmam Ömer b. el-Hattab
(r.a.) şu nasihatta bulunmuştur: “Üç şey için ilim öğrenme ve üç
şey için de ilmi terk etme! Mücâdele, övünmek ve riya için ilim öğrenme!
Öğrenmekten utanarak, veya lüzumu yok ya da bilmesem
de olur, demek sûretiyle de ilmi terk etme!..” 274
İşgal edilmiş İslâm topraklarında egemen tağutî güçlere karşı
mazlum ve mustaz’af müslümanların yanında yerini almadıkça
hiçbir ilim ehli sorumluluktan kurtulamaz!.. Bu dünyada onlar
için bir zillet ve âhirette ise, Allah’ın azâbı vardır!... Onlar, ilimleriyle
ümmet potasında bulunmalı ve üzerlerine düşen vazifelerini
hakkıyla yerine getirmelidirler... Bunu yapmayacak olurlarsa,
onların ilimlerinin kendilerine ve diğer insanlara hiçbir faydası
olmayacağı gibi, felâkete götüren zararlı olur... Onların ilimleri,
İmam Ömer (r.a.)’ın beyan ettiği gibi yalnızca mücâdele, övünmek
ve riya için elde edilmiş ilim hâline gelir... Bu yanlışlığın maddî ve
manevî sorumluluğu çok ağırdır...
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyurur Rasûlullah
(s.a.s.): “Kıyâmet gününde insanların üzerine ilk hüküm verilecek olanı,
şehid düşen bir adamdır... Bir de ilmi öğrenip öğreten ve Kur’ân’ı okuyan
bir adamdır. Bu da, getirilerek (Allah) kendisine nimetlerini tarif edecek,
o da onları tanıyacaktır. ‘Bunlar hakkında ne yaptın?’ diye soracak. O
adam: ‘İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızân için Kur’ân’ı da okudum’
diyecek. Hak Teâlâ: ‘Yalan söyledin! Lâkin sen, ilmi, âlim desinler diye
öğrendin. Kur’ân’ı da ‘O, kaarîdir’ denilsin diye okudun. Gerçekten denildi
de’ buyuracak. Sonra onun hakkında emir verecek ve yüzü üstü
sürüklenecek, nihayet cehenneme atılacaktır.” 275
272 Dârimî, Mukaddime, B. 27, Hbr. 269; Abdulah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-
Zühd, s. 23, Hbr. 39; Ahmed İbn Hanbel, Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 199, Hbr.
730; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 182, Hbr. 9, Beyhakî’den
273 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitabü’z-Zühd, s. 27, Hbr. 62; Ahmed İbn Hanbel,
Kitâbu’z-Zühd, c. 1, s. 265, Hbr. 1009; Ebû Nuaym el-Isfahânî, a.g.e., c.
1, s. 385
274 Gazâlî, a.g.e., c. 3, s. 266
275 Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 43, Hds. 152; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 35, Hds.
2489; Nesâî, Kitâbu’l-Cihad, B. 22, Hds. 3123; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c.
2, s. 322; el-Munzirî, a.g.e., c. 1, s. 63, Hds. 1, İbn Hıbban’dan s. 66, Hds. 2; İbn
Huzeyme, Sahih’inden; İmam Buhârî, Halku Ef’ali’l-İbâd -Hadis-i Şerifler Işığında
İlâhî Kelâmın Müdafaası-, çev. Yusuf Özbek, İst. 1992, s. 104, Hds. 335
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
İlmiyle amel etmeyip sahib olduğu ilimle dünya malı ve menfaatını
tercih ederek zulmün, fısk ve fucurun yapılmasına katkıda
bulunan ilim sahibleri için şöyle buyuruyor Rabbimiz Allah:
“Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O,
bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan, onu peşine takmıştı. O da sonunda
azgınlardan olmuştu.
Eğer Biz dileseydik, onu, bundan yükseltirdik. Ama o, yere meyletti
(veya yere saplandı), hevasına uydu. Onun durumu, üstüne
varsan dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan dilini sarkıtıp
soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan
topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek haberi onlara aktar ki,
düşünsünler.
Ayetlerimizi yalanlayanlar ve yalnızca kendi nefislerine zulmedenlerin
örneği ne kötüdür.
Allah kime hidayet verirse o, artık hidayeti bulmuştur. Kimi şaşırtıp
saptırırsa, artık onlar da hüsrana uğrayanlardır.” 276
İmam İbn Kesir bu âyetlerin tefsirinde şöyle der: “Allah Teâlâ
şöyle buyuruyor: Âyetlerimizi yalanlayan kavmin misali ne kötüdür.
Yiyecek ve şehvetini giderecek şeyleri elde etmekten başka
bir düşüncesi olmayan köpeklere benzetilmiş olmaları, onlar için
ne kadar kötüdür. İşte kim ilim ve hidayet sahasından çıkar, nefsinin
arzusuna yönelir ve şehvetlerine tabi olursa, o köpeğe benzer.
Onun hâli ne kadar kötüdür.” 277
Rabbimiz Allah, bildiğiyle amel etmeyen ve ilmini yanlış yerlere
kullanıp zararlı olan ilim adamları hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet
ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca
kitab yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan
kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zâlim bir kavmi hidâyete
erdirmez.” 278
İmam Fahruddin er-Râzî (rh.a.), bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir:
“Yahûdîler, Tevrat’takilerle, yani Hz. Muhammed’e (s.a.s.)
iman etmeleri gerektiğini bildiren hükümlerden istifâde etmeyince,
ilmî kitabları taşıyan ama o kitablarda ne var-ne yok bilmeyen
eşeğe benzetilmişlerdir. Me’ânî âlimleri şöyle demişlerdir: Bu
benzetme, Kur’ân’ın mânâsını anlayıp da onunla amel etmeyen
276 7/A’râf, 175-178
277 İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, c. 7, s. 3167
278 62/Cum’a, 5
BEL’AM
- 89 -
ve Kur’ân’dan, ona ihtiyacı olmayanların yüz çevirişi gibi, yüz
çeviren kimseler için yapılmıştır. İşte bundan ötürü, Meymûn b.
Mihran: ‘Ey Kur’ân ehli Kur’ân sizin peşinize düşmezden (sizden
hesab sormazdan) önce, Kur’ân’ın peşine düşün, ona tâbi olun!’
demiş, sonra da bu âyeti okumuştur.” 279
Önderimiz Rasûlullah (s.a.s.), zâlim, fâsık ve fâcir yöneticilerin
kapılarına giden, onların emrine giren, ilimleriyle onların zulmüne
destek olup fısk ve fucurlarına ortak olan ilim ehli kişilerin
içine düştüğü kötü durumu şöyle beyan buyuruyor: İbn Abbas
(r.anhuma)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Çölde oturan
kimse(nin huyu) sertleşir. Av peşinde gezen gafilleşir. (Fâsık) sultan(ların
kapısın)a giden fitneye düşer.” 280
Peygamber’den (s.a.s.) (rivâyet edilen bu) müsedded hadisi
bir de mânâ olarak Ebû Hüreyre’den (r.a.) (rivâyet olunmuştur.
Ebû Hüreyre (r.a.) bu hadisi:“Kim (devamlı olarak zâlim) idareci ile
düşer-kalkarsa, fitneye düşer.” (anlamına gelen lafızlarla) rivâyet etti.
(Daha sonra bu rivâyetine şu mânâya gelen cümleyi de) ilâve etti:
“Kul, (zâlim) sultana yaklaşmakla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey
kazanmaz.” 281
Bu hadisin şerhinde şu açıklamalar yapılmıştır: “Ulemânın
zâlim ve fâsık idarecilerin kapılarına gidip, onlarla düşüp kalkmaları
yasaklanmıştır. Çünkü zâlim sultanlar veya idareciler, zulümlerine
devam ederlerken ulemânın onlarla düşüp kalkması, bu
zulmü onların da tasvib etmesi anlamına gelir ki, bu durum, zâlim
idarecilerin ve zulümlerinin halkın tümü tarafından benimsenip
tasvib edilmesine sebep olur. Oysa ulemâ, hakkı ve adâleti koruyup
yaşatmakla, halk da, hakkı ve hakikatı öğrenmek için onlara
müracaat etmekle mükelleftir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de:
“(Allah), kendilerine kitab verilenlerden: ‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız,
gizlemeyeceksiniz’, diye söz almıştı.”282 buyurarak ulemâya,
“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (mes’eleyi bilenlere) sorun.”283 buyurmak
sûretiyle de ulemânın dışındaki halka bu mükellefiyetlerini
bildirmiştir.
Ebû Zerr Gifârî (r.a.), Hz. Seleme’ye şöyle demiştir: “Ey Seleme,
(zâlim) sultanların kapısına gitme! Çünkü sen, onların
279 Fahruddin er-Râzî, a.g.e, c. 21, s. 480
280 Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hds. 2859; Neseî, Kitâbu’s-Sayd ve’z-
Zebâih, B. 24, Hds. 4289; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 59, Hds. 2357
281 Ebû Dâvud, Kitâbu’s-Sayd, B. 24-25, Hbr. 2860
282 3/Âl-i İmran, 187
283 21/Enbiyâ, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
dünyalığından bir şey elde edemezsin. Fakat onlar senin, onların
dünyalığından daha faziletli olan dinini alırlar.” 284
Kâ’b b. Ucra’dan (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Dinleyin!
Benden sonra (zâlim) idareciler çıkacağını işittiniz mi? Kim onlara
yaklaşır, yalanlarını doğrular, zulümlerine yardımcı olursa, o kimse, benden
değildir, ben de onunla değilim. (Âhirette de) Havz’ın başında yanıma
gelemez. Kim onlara katılmaz, yalanlarını doğrulamaz, zulümlerine
yardımcı olmazsa, o kimse, bendendir, ben de onunlayım. Havz’ın başında
da yanıma uğrayacaktır.” 285
Yegâne hayat nizamı İslâm, yeryüzündeki zulmün her türlüsünü
kökten söküp kaldırmak ve onun yerine adâleti yerleştirmek
için inzâl olmuştur... İslâm’ın hedefi budur!... İslâm Dini’nin hedefi
zulmü ortadan kaldırmak ve zâlimi ıslah etmek iken, kendisini
İslâm’a mal etmeye çalışan, müslüman olduğunu beyan eden ilim
ehli, nasıl oluyor ki, zâlim egemenlerin ve ezici zulmün yanında
yer olabilir?... Yer alanların, durumu ve hükmü nedir?... Ümmü
Seleme’nin (r.anhâ) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah (s.a.s.):
“Sizin üzerinize birtakım emirler tayin edilecektir. Siz, onları bilip itiraz
edeceksiniz. O hâlde her kim kerih görürse beraat etti, her kim itirazda
bulunursa kurtuldu demektir. Lâkin kim rızâ gösterir de tâbi olursa (günaha
girer ve cezâ görür).” Ashâb: “Ya Rasûlullah, onlarla savaşmayalım
mı?” demişler. (Rasûlullah:) “Hayır, namaz kıldıkları müddetçe!”
buyurmuş. 286
Zâlimin her türlü zulmünü kerih görüp ona itiraz eden, eliyle,
diliyle ve kalbiyle değiştirmeye çalışanlar kurtulurlar... Fakat kim
ki, zâlimin zulmüne karşı çıkmaz, itiraz etmez ve onu değiştirmeye
çaba harcamaz, aksine zâlime zulmünde yardımcı olursa, o
kimse de zâlim gibidir, zulme ortaktır... İslâm, bu tip zâlimlere
ortak olan, dolayısıyla zulüm işleyen kimseleri, kim ve ne olursa
olsun reddeder... Özellikle bunlar, ilim ehli kişiler iseler, onları asla
kabul etmez ve suçlarının çok daha korkunç, cezalarının çok daha
ağır olduğunu beyan eder...
Ebû Hüreyre’den (r.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazan’dan Allah’a sığınınız!”
284 Ebû Davud Terceme ve Şerhi, Hzr. Necati Yeniel - Hüseyin Kayapınar, İst.
1991, c.11, s. 38-39
285 Nesâî, Kitâbu’l-Biat, B. 36, Hds. 4190; Tirmizî, Kitâbu’l-Fiten, B. 61, Hds.
2360; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s. 398, Hds. 115; el-Munzirî, a.g.e., c.
4, s. 451, Hds. 5, Ahmed bin Hanbel’den c. 4, s. 452, Hds. 6-7; Taberânî, İbn
Hıbban, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Ya’lâ’dan
286 Müslim, Kitâbu’l-İmâre, B. 16, Hds. 63
BEL’AM
- 91 -
Sahâbîler: ‘Yâ Rasûlallah, Cübbü’l-Hüzn (veya) Cübbü’l-Hazen
nedir? diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.), onlara cevaben: “Cehennemde
öyle bir deredir ki, cehennem her gün dört yüz defa ondan
(Allah’a) sığınır.” buyurdu. Sahâbîler: ‘Yâ Rasûlallah, kimler bu dereye
girer?’ diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.): “O dere, amelleri ile
riyâkârlık eden Kur’ân okuyucuları için hazırlanmıştır. Allah’ın en çok
öfkelendiği kurrâlardan (Kur’ân bilen âlimlerden) bir kısmı da,
şüphesiz emirleri (yöneticileri) ziyâret eden kurrâlardır.” buyurdu.
(Râvî) el-Muhâribî dedi ki: “Emirlerden maksat, zâlim olan
emirlerdir. 287
el-Hasanü’l-Basrî’den (rh.a.): Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Bu ümmet, Kur’ân okuyanları emirlerine (idarecilerine) meyletmedikçe,
sâlihleri, facirlerini ‘temizsiniz’ diyerek tezkiye etmedikçe, hayrı,
yani iyi işleri bol olanları, şerri bol olanları batıl zanlara sevk etmedikçe,
Allah’ın eli ve himayesi altındadırlar. Fakat bunları yaptıkları zaman Allah
elini onlardan kaldırır ve onların üzerine zorba olanlarını musallat eder
ve bunlar da onlara, azâbın en kötüsünü tattırırlar ve Allah da onlara,
ihtiyaç ve fakirlik de vurur. Ve kalblerini korkuyla doldurur.” 288
Muttakî ulemâ, halktan ve egemen yöneticilerden müstağnî
olmalıdır... Eğer halka ve egemen yöneticilere maddî bir bağ ile
bağlanacak olursa, onlara boyun büker, ihtiyaçlarından dolayı
onların emirlerine girer... Bundan dolayı adâletli davranamaz!..
Halkın ve egemen yöneticilerin arzularına göre hareket eder...
Verdiği fetvâlar, halkın ve egemen yöneticilerin menfaatlarına
aykırı olamaz... Halk facir, egemen yöneticiler de zâlim tağutlar
oldukları bölgelerde, onlara muhtaç olup emirlerine giren ilim
ehli olan kişiler, hatâ üstüne hatâ yapar, zilletin en aşağılık olanına
düşerler...
Şu apaçık bir hakikattir ki, ümmet içinde iki sınıf insanın düzelmesi,
ümmetin düzelmesidir... Onların bozulması, ümmetin bozulup
bozguna uğramasıdır... Bunlar: Umerâ ve ulemâdır... Yani
egemen yöneticiler ve âlimler...289 Egemen yöneticiler ve âlimler,
katıksız iman ehli ve sâlih amel işleyenler olduğu müddetçe ümmet,
adâlet üzere olur, huzur ve saadet bulur... Eğer egemen yöneticiler,
adâleti, ihsanı, vicdanı terk eder, İslâm’dan uzaklaşır ve
Kur’ân’dan saparlarsa, o bölgenin âlimleri de onların memurları
olur, zulümde onlara yardımcı olurlarsa, ümmet, bozguna uğrar...
287 İbn Mâce, Mukaddime, B. 23, Hds. 256; Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd, B. 36, Hds.
2490
288 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 207, Hds. 821
289 Bk. Gazâlî, a.g.e., c. 1, s. 20, Dipnot: 19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
Son yüz yıldan bu yana ümmet, bu korkunç felâketi yaşamaktadır...
Bu felâket ve bu bozgunun bitmesi için, umerâ ve ulemânın
tekrar İslâm’a dönmesi gerekir... Bütün gayr-ı İslâmî işlerden, yöntemlerden,
ideolojilerden vazgeçip katkısız bir şekilde İslâm’a teslim
olunca, zulüm, felâket ve bozgun biter...
Bu konuda ilim ehline çok büyük görevler düşmektedir... Onlar,
bir yanda halkı eğitip şuurlandırırken, diğer yanda zulüm
eden zâlim yöneticilerin ıslahına çalışacaklardır... Zâlimlerin zulmünü
gidermeye çalışacak, adâletin tekrar hâkim olması için çaba
göstereceklerdir... Muvahhid ve muttakî âlimin ölümü, âlemin
ölümü olduğu gibi, âlimin yanılması da insan kitlelerinin yanılması
ve hatâ etmesi demektir...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“(Bir âlimin verdiği) yalnız fetvâ yüzünden hatâya düşen kişiye günah
yoktur. Bütün vebal, yalnız fetvâ veren (âlim)in boynunadır.” 290
Muaz b. Cebel (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Sizin için üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatâsı (zellesi), münâfığın
Kur’ân’ı âlet ederek mücâdeleye kalkışması, dDünya nimetlerinin
size açılması.” 291
Ziyad b. Hudayr (r.a.) anlatıyor: “Bana, Ömer (r.a.): ‘Biliyor
musun İslâm’ı ne yıkar?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. Şöyle açıkladı:
Onu, âlimin hatâsı (sürçmesi), münâfığın Kur’ân vâsıtasıyla
mücâdelesi, saptırıcı önderlerin hükmü!” 292
İmam Ömer (r.a.), Temimü’d-Dârî’ye (r.a.) gelip: “Âlimin
kayması nedir?” diye sordu. O da, şu cevabı verdi: “Âlim, insanlarla
birlikte kayar. Fakat insanlar da ona tutunurlar. Âlimin, o
hatâsından dönüp tevbe etmesi mümkündür. Fakat insanlar, o
yanlış harekete tutunmaya devam ederler.” 293 Emirü’l-mü’minin
İmam Ali (r.a.) şöyle der: “Hikmet sahibi kişilerin sözleri doğruysa
devâdır, yanlışsa hastalık. İlim ikidir: Yaratılıştan olan, duyup
bellenen. Duyulup bellenen bilgi, yaratılışta bilgi kabiliyeti yoksa
fayda vermez.” 294
290 İbn Mâce, Mukaddime, B. 8, Hds. 53; Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 8, Hds.
3657; Dârimî, Mukaddime, B. 20, Hds. 161-162
291 Taberânî, Mu’cemus-Sağîr, c. 2, s. 395, Hds. 690; Kuzâî, a.g.e., s. 211, Hds.
712
292 Dârimî, Mukaddime, B. 23, Hbr. 220; Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-
Zühd, s. 327, Hbr. 1475
293 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 321, Hbr. 1449
294 İmam Ali, Nehcü’l-Belâğa, s. 417
BEL’AM
- 93 -
Sorumluluğunun ve vazifesinin farkında olan âlim, çağındaki
her mes’ele ile ilgilenir, kendisindeki İslâmî ilimlerle çağın ilimlerini
ve teknolojisini birleştirmeye gayret eder... Sorumlu muttakî
âlim, çağının insanlarını ilgilendiren her türlü ilimle ve problemlerle
ilgilenir, bu konularda problemlere çözümler üretir... Siyasetten
ekonomiye, eğitimden hukuka ve sanayiden teknolojiye
bütün sosyal ve insanî mes’eleler muttakî âlimlerin mes’eleleridir.
Onların ilgi alanlarına girmeyen hiçbir hayatî ve insanî mes’ele
yoktur... Muvahhid ulemâ, bütün bu hayatî ve insanî mes’eleleri
yaratılış gayesi doğrultusunda, İslâmî ölçülerle ele alır ve en doğrusunu
ortaya koyarak adâletin sağlanmasına çaba gösterirler...
Rabbimiz Allah şöyle buyurur: “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu? Şübhesiz, temiz akıl sahibleri öğüt alıp düşünürler.”295;
“Peki, sana Rabbinden indirilenin gerçekten hak olduğunu bilen kişi, o
görmeyen (âmâ) gibi midir? Ancak temiz akıl sahipbleri öğüt alıp
düşünebilirler. Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri
kesin sözü (misakı) bozmazlar.” 296
Peygamberlerin gerçek varisleri olan muttakî âlimler, peygamberlerin
yolundan giderek içinde bulundukları toplumlarda
hidayet rehberi olurlar... Hakka davet ettikleri toplumlara, varisleri
olduğu peygamberler gibi seslenir ve onları hakikatı beyan
ederler: “Ey kavmim, ben sizden, buna karşılık, bir mal istemiyorum.
Benim ecrim, yalnızca Allah’a aiddir.” 297; “De ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz
nedir söyler misiniz? Ya ben, Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem
ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size
yasakladığım şeylere (kendim sahiblenmek sûretiyle) size aykırı düşmek
istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir.
Benim başarım, ancak Allah iledir. O’na tevekkül ettim ve O’na içten
yönelip dönerim.” 298
Sorumluluğun şuurunda olan ve vazifesini gereği gibi yapmaya
son imkanına kadar çaba gösteren muttakî âlimler, bu şekilde
davranırken, ilme ihânet edip ilimlerini dünya menfaatı karşılığında
satan ve Allah’ın apaçık ayetlerini gizleyenlerin durumu
nedir?.. Allah’ın ayetlerinde bu ilim hainlerinin durumu şu şekilde
beyan olunmuştur: Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor: “Gerçekten
apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta açıkladığımız
hidayeti gizlemekte olanlar, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de
(bütün) lânet ediciler. Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını)
295 39/Zümer, 9
296 13/Ra’d, 19-20
297 11/Hûd, 29
298 11/Hûd, 88
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince) artık onların tevbelerini
kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.”299; “Allah’ın
indirdiği kitabtan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az
(bir şeyi) satın alanlar, onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir.
Allah, kıyâmet günü onlarla konuşmaz ve onlar için acı bir azap
vardır. Onlar, hidâyete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azâbı satın
almışlardır. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar. Bu, Allah’ın kitabı şübhesiz
hak olarak indirmesindendir. Kitab konusunda anlaşmazlığa düşenler
ise, uzak bir ayrılık içindedirler.”300; “Hani kendilerine kitab verilenlerden:
‘Onu, mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu, gizlemeyeceksiniz’ diye
kesin söz almıştı. Fakat onlar, bunu, arkalarına attılar ve ona karşı az bir
değeri satın aldılar. O aldıkları şey, ne kötüdür.” 301
İmam Kurtubî (rh.a.) tefsirinde, Bakara Sûresinin 174. âyetini
tefsir ederken şöyle der: Bu ayet-i kerime her ne kadar yahudî
âlimleri hakkında ise de, elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi
isteğiyle hakkı gizleyen müslümanları da kapsamına alır.302 İmam
Taberî diyor ki: Âyet, her ne kadar bu özel kişilere işaret etmekte
ise de hükmü, Allah’ın insanlara açıklamasını farz kıldığı bilgileri
saklayan herkesi içine almaktadır. İslâm Dini, Allah’ın insanlara
gönderdiği bilgileri onlardan gizlemeyi yasaklamış ve bunu yapanların
lânetleneceklerini beyan etmiştir. 303
İbn Kesir (rh.a.) Âl-i İmrân Sûresi’nin 187. âyet-i kerimesini
tefsir ederken şunları kaydediyor: “Bu ifâde, Ehl-i Kitab’ı azarlama
ve tehdiddir. O Ehl-i Kitab ki, Allah Teâlâ, peygamberlerinin
dilinden Muhammed’e (s.a.s.) iman edeceklerine, insanlar arasında
O’nun adını anıp yücelteceklerine ve Peygamber olarak Allah
Teâlâ kendisini gönderdiğinde O’na uyacaklarına dair söz almıştı.
Onlar ise, bunu gizlediler, basit dünyevî bir haz, alçak ve boş bir
karşılık ile O’nun dünya ve âhirette va’d etmiş olduğu hayra karşı
çıktılar. Verdikleri söz ve biat ne kötü oldu. Bu âyette aynı zamanda
bilginler uyarılmakta ve Ehl-i Kitab’ın gittiği yoldan giderek,
onların başlarına gelen akibetin kendi başlarına gelmesinden ve
bu sebeble insanların onların yoluna girmesinden sakındırılmaktadır.
Âlimlere düşen sahib oldukları, faydalı ve salip amellere ileten
ilmi, etraflarında bulunanlara bolca vermeleri ve bilgilerini
saklamamalarıdır.” 304
299 2/Bakara, 159-160
300 2/Bakara, 174-176
301 3/Âl-i İmrân, 187
302 Kurtubî, a.g.e., c. 2, s. 479
303 Ebû Câfer Muhammed bin Cerir et-Taberî, a.g.e., c. 1, s. 384; Ayrıca bk.
Fahruddin er-Râzî, a.g.e., c. 4, s. 109
304 İbn Kesir, a.g.e., c. 4, s. 1502-1503
BEL’AM
- 95 -
İlmi gizleyip halka anlatmayanlar veya İslâm topraklarını işgal
eden müstevli egemen tağutların emriyle ve onların zâlim yönetimlerine
zarar vermeyecek şekliyle ilmi yorumlayarak halka açıklayıp
onları yanıltanlar, ayet-i kerimelerde böyle anlatılmıştır...
Önderimiz Rasûlullah da (s.a.s.), ilmî hakikatları, dünya menfaatı
karşılığında saklayanların kıyâmetteki azablarının çetin olacağını
beyan buyurmuştur...
Ebû Hüreyre (r.a.)’dan: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdular:
“Hıfz ettiği bir ilim kendisine sorulup da onu gizleyen bir adam, kıyâmet
günü ateşten bir gem onun ağzına vurulmuş olduğu hâlde (mahşere)
getirilir.” 305
Eyyüb (rh.a.) anlatıyor: el-Kasım (b. Muhammed b. Ebû Bekr)’e
(bir şey) sorulduğunu işitmiştim (de) o, şöyle cevab vermişti: “Vallahi
biz, sorduğunuz her şeyi bilmiyoruz. Bilseydik ne (bunu) sizden
saklardık, ne de (bunu) sizden saklamamız bize helâl olurdu.” 306
İman ve vicdan sahibi olan ilim sahibi bir kişi, ilmini saklayamaz!..
İlmiyle, hem kendi amel eder, hem de diğer insanların ondan
faydalanmasını ister... Her şeye rağmen ilmini yayan ve toplumun
rehberliğinde bulunan âlimler çağlar boyu var olmuş ve var
olmaya devam edecektir de!... Her ne kadar ilme ihânet edenler
olmuşsa da, ilme sadakat gösterenler de azınlık da değildirler...
Onlar, birer hazine olan ilimlerini, Allah yolunda her muhtaç olana
sarf etmişlerdir...
Ebû Hüreyre (r.a.)’ın rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah
(s.a.s.): “Kendisinden istifâde edilmeyen bir ilmin misali, kendisinden Allah
yolunda harcama yapılmayan bir hazinenin misali gibidir.” 307
Rabbimiz Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Altını ve gümüşü biriktirip
de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara, acı bir azâbı müjdele.” 308
“Kendilerine kitab verdiklerimiz, O’nu (Peygamberi) çocuklarını tanır
gibi tanırlar. Buna rağmen içlerinden bir bölümü bildikleri hâlde mutlaka
gerçeği gizlerler.” 309
305 İbn Mâce, Mukaddime, B. 24, Hds. 261; Tirmizî, Kitâbu’l-İlm, B. 3, Hds. 2787;
Ebû Dâvud, Kitâbu’l-İlm, B. 9, Hds. 3658; Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr, c. 1, s.
169, Hds. 105; Zubeyr İbn Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 182, Hds. 142; el-Munzirî,
a.g.e., c. 1, s. 172-173, Hds. 1-4, İbn Hıbban, Beyhakî ve Hakim’den
306 Dârimî, Mukaddime, B. 17, Hbr. 113; Zubeyr İbn Harb, Kitâbu’l-İlm, s. 182,
Hbr. 139
307 Dârimî, Mukaddime, B. 46, Hds. 562; İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibu Âliye,
c. 3, s. 63, Hds. 3026; Ayrıca bk. Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 499
308 9/Tevbe, 34
309 2/Bakara, 146
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
“Onlar cimrilikte bulunurlar, insanlara da cimriliği emreder(önerir)
ler ve Allah’ın, fazlından kendilerine verdiğini gizli tutarlar. Biz, o
kâfirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.” 310
Yezid b. Ebi Habib (r.a.) şöyle anlatır: Âlim ve fakîh bir kimsenin
imtihanı, kendisinin yerine konuşacak biri olduğu hâlde,
dinlemekten daha çok konuşmanın ona hoş gelmesidir. Çünkü
dinlemekte, selâmet ve ilimce artma vardır. Kulak veren, zaten
konuşmanın ortağıdır. Konuşmakta ise, Allah’ın koruması müstesna
şaşırmak, zînetlenmek, fazlalaştırmak veya eksiltmek vardır.
Bu âlimlerin bir kısmı, insanların bir kısmını, “şerefleri ve ileri gelmeleri
sebebiyle” kendisiyle konuşmaya daha çok hak sahibi sayar
da, miskinleri hakir görür, onları ilme layık görmez. Âlimlerden,
ilmini saklayan ve öğretmeyi kayıp görenler de vardır. İlmin, ancak
kendisinde bulunmasını arzu eder. Onlardan bir kısmı, ilimde
sultan gibi davranır ve bir sözünün reddolunmasına kızar. Onlardan
bir kısmı, kendini fetvâ makamına tayin eder de şayet ona,
bilmediği bir mes’ele getirilirse, “bilmiyorum” demekten utanır,
atar ve böylece lüzumsuz külfete girenlerden yazılır. Onlardan bir
kısmı, her işittiğini rivâyet eder. O kadar ki, sözünün desteklenmesi
için yahudî ve hristiyanların sözlerini rivâyet ederler. 311
Yezid b. Ebi Habib’in (r.a.) bu beyanları, ilme ihânet eden ilim
ehlini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır!..
Rabbimiz Allah’ın: “Kulları içinde ise, Allah’dan ancak âlim olanlar
içleri titreyerek korkar.”312 diye vasıflandırdığı muttakî âlimlerden
sunulan birkaç örnekte görüldüğü gibi, yalnızca Allah’dan korkan
âlimler, topluma hidayet rehberleri olabilirler... Onlar, hakikatları
apaçık izah edebilirler... Onlar, Allah’dan başkasından korkmadan,
gerek egemen yöneticilerde, gerekse yönetilen halk kitlelerindeki
noksanlıkları görür, teşhisini kor ve tedâvi yöntemlerini beyan
ederler...
Şehid imamımız İmam Ebû Hanife (rh.a.) korkunun psikolojik
ve sosyolojik yönlerini şöyle beyan eder, “el-Âlim ve’l-Müteallim”
adlı eserinde: “Talebe: “Ne kadar güzel söylediniz. Fakat acaba
bir şeyden korkan yahut bir şeyden menfaat uman kimse, kâfir
olur mu?” Âlim (rh.a.): “Bir insanın korkması ve umması, iki değişik
durumda bulunur. Bir kimseden uman yahut korkan kimse,
onun Allah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vermeye
muktedir olduğu görüşünde ise, kâfir olur. Diğer durumda ise, bir
310 4/Nisâ, 37
311 Abdullah İbnü’l-Mübârek, Kitâbu’z-Zühd, s. 24, Hbr. 48
312 35/Fâtır, 28
BEL’AM
- 97 -
kimse, hayrı Allah’tan umduğu yahut Allah’ın kendisini başkalarının
eline düşürmek, veya bir şeyi sebep kılmakla vereceği belâdan
endişe ettiği için başkasından korkar veya umarsa bu kimse, kâfir
olmaz. Çünkü baba, evlâdının kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının
kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini,
devlet başkanının kendisini korumasını umar. Bu durumda
kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü umduğunu Allah’tan ummaktadır.
Kendisini, evlâdından ve komşusundan faydalandırmasını,
içtiği ilaç vesilesiyle şifâ ihsan etmesini Allah’tan ümit eden kimse
kâfir olmaz.
İnsan bazen şerrden korkar. Allah’ın kendisini kötü şeylerle
mübtelâ kılmasından korkarak kaçar. Meselâ, Allah’ın Rasul seçtiği
ve kelâmı ile mümtaz kıldığı Hz. Mûsâ (a.s.), Allah ile arasında
hiçbir elçi olmadan: “Beni, öldürmelerinden korkarım.”313 demişti.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), (hicret esnâsında) mağaraya saklanmıştı.
Bu durumda, onlar için küfür, kat’iyyen bahis mevzuu olamaz.
Kezâ insan, yırtıcı hayvanlardan, yılan yahut akrepten veya
evinin yıkılması, sel âfeti ve zarar verecek yiyecek ya da içeceklerden
korkar. Bütün bu durumlarda insana küfür veya şüphe hâli
değil, ancak korkmak ârız olmuş olur.
Talebe: “Şüphesiz bildiklerimizi söylediniz. Fakat bu
mahlûklardan, Allah’tan korktuğundan daha çok korkan
mü’minin durumu nedir? Bunu açıklayın.” Âlim (rh.a.): “Mü’minin,
Allah’tan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur. Zirâ mü’min
şiddetli bir şekilde hastalandığı yahut Allah’tan gelen kötü bir
musîbete uğradığı zaman bile gizli veya açık olarak: ‘Yâ Rabbi, ne
kötü yaptın!’ demez. Bunu, içinden de söylemez. Buna mukabil
Allah’ı daha çok zikreder. Eğer bu musîbetin yüzde biri, dünya
hükümdarlarından birisinden gelmiş olsa idi, o kimse, güvendiği
kimselere hükümdarın duymadığı yerde onun zulmünü, kalbi ve
lisanı ile ifâdeden çekinmezdi. Hâlbuki mü’min, gizli, âşikâr, sıcak,
soğuk her yerde Allah’ın emrini gözetir. Dünya hükümdarlarının
emirleri ise, gizli, açık, isteyerek, ya da istemeyerek her hâl ve
kârda gözetilmez. Meselâ, bazen mü’minin soğuk bir gecede yıkanması
gerekir. Hoşuna gitmese de uykusundan uyanır, Allah’tan
başkasının bilmediği bir durum için ve sırf Allah’tan korktuğu için
gusleder. Kezâ, şiddetli sıcakta, susuzluktan yanıp kavrulduğu
hâlde orucunu tutar. Yanında kimse bulunmadığı hâlde Allah’ın
emrini gözetir, sabreder. Allah’tan korktuğu için feryad etmez.
Buna mukabil bir kimse, bir hükümdarın huzurunda bulunduğu
müddetçe ondan korkar, fakat uzaklaşınca korkmaz. Bütün
313 28/Kasas, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
bunlardan anlıyoruz ki, mü’minin, Allah’tan daha çok korktuğu
hiçbir varlık yoktur.” 314
Enes b. Malik’in (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah
(s.a.s.): “Âlim, ilmiyle Allah rızâsını aradığında her şey kendisinden saygıyla
karışık bir korku duyar. Fakat ilmiyle mal yığmak istediğinde kendisi,
her şeyden korkar.” 315
Muttakî ve muvahhid İslâm ulemâsı, tarih boyunca icrâ ettiği
ve ümmet için başarılı olduğu asil vazifesini, bugünde yerine getirmekle
mükelleftir... Dünyanın neresinde olursa olsun, sorumlu
muttakî âlimler, mutlaka hep beraber Allah’ın ipi olan Kur’ân’a
sarılarak, Sünnet üzere yaşamaları ve bir araya gelip, bir bilek bir
yürek olarak ümmetin velâyet hakkı gereği “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”i
oluşturmaları gerekir... Yetkili muttakî âlimlerden meydana gelen
ümmetin “Ehl-i Hâl ve’l-Akd”i “önderliği” gündeme getirerek,
koparılmış olan başı, çırpınan başsız gövdeyle birleştirecektir...
Böylece, bir vücudun organları olarak, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından
tarif edilen muvahhid mü’minlerin her biri, ümmet vücudundaki
aslî yerini almış olacaktır...
Abdullah b. Amr’ın (r.a.) rivâyetiyle şöyle buyuruyor Rasûlullah
(s.a.s.): “Müslümanlar, kendilerinin dışındaki kimselere karşı bir el (tek
yumruk hükmünde)dirler.” 316
Ümmetin velâyetini ehline teslim edecek ve hidâyet önderleri
konumunda olan muttakî ulemâ, İslâmî ilimlerini çağın sosyal ve
fen ilimleriyle birleştirip teknoloji ile barışık bir hayatı gündeme
getirmeleri gerekir... Hayatî her konuda ilerinin ilerisinde birer
önder olan muvahhid âlimler, bulundukları toplumlarda her yönleriyle
örnek şahsiyetler olup her biri birer hidâyet rehberleridir...
Allah’ın izni ve yardımıyla ulemânın tevhid ve sâlih amel üzere
insanlara önder olmaları, karanlığa gömülmüş çağı aydınlatacak
ve câhiliyyenin insan fıtratına aykırı bütün değerlerinden insanları
kurtaracaktır!... Kalplerdeki, beyinlerdeki ve yaşanan hayattaki
bütün câhilî değerler yerlerini, insan fıtratına uygun fıtrat dini
olan İslâmî değerlere bırakacaktır... İslâmî değerler, hayata egemen
olacak ve insanlık İslâm’ın aydınlığında, Kur’ân ve Sünnet
rehberliğinde huzur, barış ve saâdete kavuşacaktır...
314 İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri, çev. Mustafa Öz, İst. 1981, s. 36-38
315 Suyûtî, a.g.e., c. 3, s. 8, Hds. 2739 -5667-; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs’den. Hadis,
zâiftir. Geniş bilgi için bkz. Münâvî, Feyzu’l-Kadir, c. 4, s. 371, Hds. 5657
316 Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Cihad, B. 147, Hds. 2751; İbn Mâce, Kitâbu’d-Diyet, B.
31, Hds. 2683; Neseî, Kitabu’l-Kasâme, B. 8, Hds. 4707-4708; Kuzâî, a.g.e., s.
59, Hds. 118
BEL’AM
- 99 -
Yaşadıkları çağda ve toplumda, toplumsal önderlik vazifesini
yüklenmiş olan şuurlu ulemâ, çağından sorumlu olduğu idrâkiyle
hareket edip, her şeye ve herkese karşı görevlerini hakkıyla yerine
getirmeye çalışmalıdır... Görevin şuurlu ve hakkıyla yapılması,
özlenen, arzulanan ve beklenen hayırlı sonucu verecektir. Çağın
ve ümmetin problemlerini, İslâmî ölçülerde çözmeye ve hayırlı bir
sonuca bağlamaya ehil (Ehl-i Hâl ve’l Akd) olan muttakî ulemânın,
mü’min müslümanlara önder olup her türlü krizden kurtulmaya
ve kurtarmaya çalışması gerekir... Ümmetin velâyeti, tabii olarak
muttakî ulemâ’ya aittir... Üstlendikleri velâyet hakkını gereği gibi
yerine getirmeleri ve önderlik konusunu asla ihmal etmemeleri
lâzımdır... Dünya barışının ve insanlık huzurunun şartı budur!.. 317
Tefsirlerden İktibaslar
Mevdûdi der ki:
“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O,
bundan sıyrılıp-uzaklaşmış, şeytan da onu peşine takmıştı. O da sonunda
azgınlardan oluvermişti.
“Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti
(veya yere saplandı), hevâsına uydu. Onun durumu üstüne varsan da
dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan
köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu
böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.” 318
“Onlara kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat..”:
Âyet metninin ifadesine göre, âyette geçen kişi misal olsun diye
uydurulmuş hayali bir şahsiyet değil, aksine gerçekten yaşamış birisidir.
Allah ve Rasûlü, o kimsenin ismini anmadılar, zira olayın
aktarılmasından umulan gaye isim zikredilmeden de gerçekleşmektedir.
Böylece, adını zikrederek ona lüzumsuz bir şöhret sağlamaktan
kaçınmak için, o kimsenin adı gizlenmiştir. Gerek Kur’an
ve gerekse hadis-i şeriflerde genellikle nezih ifade üslubuna sık sık
rastlanmaktadır. Bundan dolayı Kur’an ve Sünnet, ibret alınması
için, kötü bir örnek olarak naklettikleri şahsın ismini zikretmemişlerdir.
Mamafih, yine de bazı müfessirler, eski zamanlarda veya Hz.
Peygamber (s.a.s.) devrine ait bazı hususî isimler zikretmişlerdir.
Mesela bazıları, Baura’nın oğlu Bel’am’ın ismini, diğer bir kısmı
da Ümeyye bin Essalt ve Seyf ibn er-Rahib’in ismini zikrederler.
Fakat gerçek şu ki, Kur’an ve Hadis, âyette geçen şahsın kimliğini
317 Kul Sadi Yüksel, Çağ ve Ulemâ, Misyon Y., s. 75-151
318 7/A’râf, 175-176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
tanıtmamıştır. Bu yüzden, bu hâlâ sırdır, ama bu örnek aynı davranışı
sergileyen herkes için geçerlidir.
“…Onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına
bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.”: Bu paragraf
çok önemli bir konuyu içerdiği için, geniş izahlar gerektirir.
Kötü örnekler olarak gösterilmiş olan şahsın, Allah’ın vahyi hakkında
malumatı vardı ve Hakikati de bizzat tanıyordu. Bundan
dolayı, haklı olarak sahip olduğu bilginin onu, bâtıl olduğunu bildiği
yoldan koruması ve doğru olduğunu bildiği yola sevk etmesi
beklenmişti. Sonra, vahye uygun hareket etmesi icabınca Allah da
onu, üstün insan mevkiine çıkartacaktı. Fakat o, dünya menfaatlerine,
hırs ve rahatına yönelip çeşitli günahlara kapılarak bu behimî
arzuların hırsına öyle yenik düştü ki, sonunda bütün yüce olan
şeyleri bir kenara iterek tüm aklî ve ahlakî terakki yetilerini boşa
harcadı. Böylece bilgisinin isteklerine uygun gözetmesi gereken
bütün sınırları aştı. Hemen yanı başında hazır beklemekte olan
Şeytan da, ahlakî zaafları nedeniyle kasden ve amden Hakk’tan
yüz çevirdiğini görünce, derhal onu kendi azdırma ve saptırması
altında tümüyle iradesini ve aklını yitirmiş insanların arkadaşlığına
katılıncaya, onu bu dereceye düşürünceye kadar kovalar.
Allah böyle bir kimseyi, hırs ve şehvette tıpkı bir köpeğe
benzetmiştir. Zira köpek bu tip karakteriyle meşhurdur. Dışarıya
sarkan dili ve akan salyası, onun doymak bilmeyen oburluğunu
gösterir, kendisine bir taş parçası atıldığında bile yer koklayarak
o yöne doğru süratle koşar ve belki bir kemik olabilir umuduyla,
onu dişler. Kendisi gibi daha birçok köpeğin doymasına yetecek
bir leşe rastladığı zaman da onun bencilliği, bu son derece güçlü
sahip olma hırsı açıkça ortaya çıkar ve başka hiçbir köpeği buna
ortak yapmak istemez. Köpeğin diğer bir belirgin özelliği de şehvete
aşırı düşkün olmasıdır. Bu yüzden iman ve bilginin kendisine
telkinde bulunduğu yasakları çiğneyen dünyaperest insan işte
böyle bir köpeğe benzetilmiştir. Tıpkı bir köpek gibi o da sadece
midesini dolduracak ve şehvetini tatmin edecek yolların peşine
düşecektir.
Yine Mevdûdi, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde şöyle der:
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları,
hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca
kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalan
saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür. Allah, zâlim olan bir
kavmi hidâyete erdirmez.” 319
319 62/Cum’a, 5
BEL’AM
- 101 -
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları,
hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların…”: Bu
cümle biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder.
Umûmi anlamı şu şekildedir: “Kendilerine Tevrat verilmesine ve
ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının
bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir.”
Hususi anlamı ise şöyledir: “Tevrat” yüklenmiş kimseler olmaları
nedeniyle, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) herkesten önce uymalıydılar.
Çünkü Tevrat’ta açıkça Hz. Peygamber’in (s.a.s.) geleceği müjdesi
verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahûdiler, Tevrat’ın mesajına aldırmaksızın,
Hz. Peygamber’e (s.a.s.) herkesten daha fazla karşı
çıkmışlardır.
“…Yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin
durumu gibidir.”: Yani, tıpkı ne taşıdığını bilmeyen üzerine kitaplar
yüklü merkep gibidirler. Yahûdiler de, adeta bir merkep
gibi Tevrat’ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar
tevdi ettiğini bilmemektedirler.
“Allah’ın âyetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar
kötüdür.”: Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira
merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara
şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat’ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna
rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz.
Peygamber’i (s.a) bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamberler,
Tevrat’a göre hak bir peygamberdir, ayrıca Tevrat’ı anlamadıkları
şeklindeki iddiaları da mazeret değildir, aksine onu anlıyor
ama Allah’ın âyetlerini bile bile yalanlıyorlar. 320
Elmalılı der ki:
175: Ey Resulüm, onlara hatırlat ve kendilerine şu alçağın kıssasını
da oku ki, o alçağa âyetlerimizi vermiştik, ilmî ve dinî haysiyeti
vardı. İşte o alçak, âyetlerimizden sıyrıldı çıktı da onu şeytan
kendisine uydurdu, o da sapıklardan biri oldu.
176: “Ve eğer dileseydik hiç şüphesiz Biz onu o âyetlerle yükseltirdik.
Lâkin o alçak, yere saplandı, dünya ve sefâlete meyletti,
kendi hevâ ve hevesine uydu da o âyetlerden sıyrıldı, dinden çıktı,
alçaldıkça alçaldı. Demek ki, yükselmesine İlâhî irâde meydan vermedi,
kendi haline bırakıldı da bu düşüşten kurtulamadı. Bunun
Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel’am b. Ebr veya
Ken’anîler’den Bel’am b. Baura namında birisi olduğuna veya
Araplar’dan Ümeyye b. Ebissalti Sakafî hakkında nazil olduğuna
320 Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
dair birkaç rivâyet vardır. Bel’am’ın bazı ilâhî kitaplara bilgisi vardı,
duâsı makbul bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girme meselesinde
Hz. Mûsâ’nın veya Yûşâ’nın aksine dünya sevgisi ile zorbalara
arka çıkmıştı. Ümeyye b. Ebissalt da bazı din kitaplarını okumuş
ve bir peygamberin geleceğine inanmıştı, o gelecek peygamberin
kendisi olması ümidine kapılmıştı. O sırada Hz. Muhammed’e peygamberlik
verilince hasedinden dolayı küfre sapmıştır. Diyebiliriz
ki, asıl kıssa Bel’am olduğu halde nüzul sebebi Ümeyye olmuştur.
Fakat âyet şunu gösteriyor ki, kıssadan maksat herhangi bir şahsın
tarifi değil, onun halini dile getirmek ve karakterini söz konusu
etmektir. Mademki, o hevâ ve hevesine uydu, dinden sıyrılıp çıktı
ve insanlık bakımından alçaldı, işte artık onun temsili bir köpek
temsili gibidir, sen onu sevk etsen de kehler, bıraksan da kehler,
yani onu yorsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da
dilini çıkarıp solur, hiçbir zaman ıstıraptan, acıdan kurtulamaz.
Köpeğin en aşağılık hali de başka hiçbir hayvanda bulunmayan
bu soluyuştur. İşte o kimsenin halindeki düşüş, köpeğin mesel olmuş
olan bu aşağılık hali gibidir. Yani alçalmanın en son kertesidir.
“Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir.”321 İşte bu mesel âyetlerimizi
inkâr eden o kavmin meselesidir ki onlar, “Tevrat’ı miras alan ve
onu şu alçak dünyanın çıkarlarına değişen o bozuk nesildir.” O
inkârcı kavimdir. İşte sen onlara bu kıssayı anlat ki, belki biraz düşünürler.
İçlerinde bundan ders alacaklar bulunur. Yani sen, bu ihtimali
de hesaba katarak anlat. 322
Yine Elmalılı, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde der ki:
Bu âyette ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyruluyor
ki; kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel
etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini
anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli
yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi
Allah’a adamışız ve okur-yazarız diye yüklerle kitap sırtlanmış oldukları
halde, Tevrat’ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah’ın
bir fazlı olan ümmi Nebî’si son peygamber hakkındaki haberlerine
itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel
etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline
benzer ki sifirler, yani koca koca kitaplar taşır da içindekinden
hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen “esfâr”
tâbirinde Tevrat’ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak
Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada
ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve mesellerinin böyle
321 2/Bakara, 5
322 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
BEL’AM
- 103 -
çirkin olduğuna bir uyarı vardır. Allah da zâlimler topluluğunu
hidâyete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri
gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi
koyan haksızların, o doğru yolu bulmaları, murada ermeleri
mümkün olur mu? 323
Seyyid Kutub, 7/A’râf sûresinin 175-176. âyetlerinin tefsirinde
der ki:
Bu sahne gerçekten hayret verici bir sahnedir. Bu dilin düşünce
ve tasvir yönünden zenginliğine dayalı, son derece yeni
bir manzara tasvir etmektedir. Burada yüce Allah bir insana
âyetlerini veriyor, üstün nimetleriyle onu donatıyor, ilminden ona
bir pay veriyor. Doğru yolu seçmesi, kendisi ile bağ kurması ve
yükselmesi için gereken en güzel fırsatı sağlıyor. Fakat o, bunların
hepsine rağmen, görüyorsunuz ya, bu işten sıyrılmak istiyor. Sanki
o, etine yapışık bulunan deriden sıyrılır gibi bu âyetlerden sıyrılıyor.
Çırpınarak, zorlanarak ve büyük bir çabayla ancak bunu üzerinden
atabiliyor. Bedenine yapışık halde bulunan derisinden bir
canlının yüzülmesi gibi bir sıyrılıştır bu. İnsanın bünyesi derinin
bedeni sarması gibi Allah’a iman duygusuyla sarılmış değil miydi?
İşte o, buna rağmen gördüğünüz gibi Allah’ın âyetlerinden sıyrılıyor,
kendisini koruyan örtüyü, bedenini muhafaza eden zırhı
atıyor, arzu ve isteklere uymak için doğru yoldan sapıyor, aydınlık
ufuklardan yuvarlanıyor, kapkaranlık çamura gömülüyor. Ve artık
şeytanın bir oyuncağı durumuna düşüyor. Şimdi artık hiçbir koruyucu
onu korumuyor. Kimse şeytandan onu muhafaza etmiyor. Ve
o, şeytana uyuyor. Şeytana bağlanıyor. Şeytan ona egemen oluyor.
Sonra bir de bakıyoruz ki, biz uğursuz, çirkin ve korkunç bir sahne
ile karşı karşıyayız. İşte şimdi biz bu tuhaf yaratık ile karşı karşıyayız.
Yeryüzüne çakılıp kalmış, çamura batmış bir yaratıktır bu.
Bir de bakıyoruz ki, bu yaratık köpek şekline girmiş, kovulsa da
kovulmasa da solumasını sürdüren bir köpek şekline. Bu hareketli
manzaraların hepsi birbirini izliyor, arka arkaya geliyor. İnsanın
hayatı burada olayı somut bir şekilde izliyor. Zaman zaman tepki
gösteriyor, hayret ediyor, heyecana kapılıyor. Bu sahnelerin sonuna
yani ardı arkası gelmeyen solumalar sahnesine gelindiğinde,
sahnenin tamamını kuşatan gizli direktiflerle dolu bulunan yorum
geliyor:
“İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu hikâyeyi onlara
anlat, ola ki, üzerinde düşünürler. Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine
zulmeden toplumun durumu ne kötü bir örnektir!” İşte onların örneği
budur. İnsanı doğru yola ileten âyetler, imanı aşılayan direktifler
323 Elmalılı, a.g.e.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
onların fıtratlarına ve bünyelerine ayrıca çevrelerini kuşatan bütün
varlıkların yapılarına da yerleştirilmiştir. Buna rağmen onlar
bunların hepsinden sıyrılmışlar. Sonra onların şekilleri değişmiş,
hayvanlaşmışlar. Bünyeleri çirkinleşmiş “insan”lık konumundan
hayvanların düzeyine düşmüşler... Çamurda debelenen köpeğin
seviyesine inmişler. Hâlbuki onların imandan kanatları vardı. Bunlarla
yüce âlemlere açılabilirlerdi. Ne var ki, onlar bu güzel makamdan
alçakların alçağı bir dereceye yuvarlanıyorlar!
“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden toplumun durumu
ne kötü bir örnektir.” Bu örnekten daha kötü bir durum düşünebilir
mi? Doğru yoldan ayrılıp haktan uzaklaşmaktan daha çirkin
bir şey var mıdır? Yeryüzüne çakılıp kalmaktan, arzu ve isteklere
bağlanmaktan daha kötü ne olabilir? Bu hareketleriyle kendi nefislerine
zulmeden insandan daha fazla nefsine zulmeden birisi
düşünebilir mi? Kendisini koruyan örtüyü çıkarıp atan, bedenini
muhafaza eden zırhtan sıyrılan, böylece kendisini şeytanın oyuncağı
haline getiren ve ona bağlayan, şeytana binek yapan, onu
yeryüzüne çakılıp kalan şaşkınlık ve kararsızlık içindeki hayvanlar
âlemine sürükleyen ve sürekli köpeklerin soluyuşu gibi soluyan bir
hayvan haline getiren kişiden daha zâlim kim vardır?
Bu durumun nitelendirilmesi ve tasviri konusunda Kur’ân-ı
Kerim’in eşsiz, hayret verici ifade tarzından başka hangi söz bu
kadar eşsiz ve hayret verici ifade gücüne sahip olabilir? Sonra...
Bu sadece okunan bir haber midir? Yoksa çoğu zaman bir realite
olarak gerçekleştiğinden dolayı haber şeklinde verilen bir örnek
midir? Bu açıdan aktarılan bir haber midir?
Bazı rivâyetlerin kayıtlarına göre bu İsrailoğulları’nın Filistin’e
girmelerinden önce orada yaşayan iyi bir insanın haberidir.
Rivâyetler, bu adamın şaşkınlığa ve sapıklığa düşüşünü detaylarına
varıncaya kadar verirler. Bu rivâyetlerde olay öyle bir üslûpla
dile getirilmiştir ki, onun yahûdi kültürünün bir parçası olmadığını
söylemek çok zordur. En azından olayın tüm detaylarının kesinliği
sözkonusu değildir. Ayrıca bu rivâyetlerde birtakım farklılıklar ve
çelişkiler de vardır ki, bunlar aynı konuda daha fazla dikkatli olmamızı
gerektirmektedir. Rivâyete göre bu kişi İsrailoğulları’ndan
biri olan Bel’am b. Bâûrâ’dır. O’nun Filistin’in zorba yerlilerinden
biri olduğu da rivâyet edilmiştir. Araplar’dan Ümeyye b. Sait olduğu
da gelen rivâyetler arasındadır. Bu rivâyete göre ise, bu adam
Peygamberimiz’in (s.a.s.) çağdaşı olan, fâsık olan Ebû Amir idi.
Mûsâ’nın (a.s.) çağdaşı olduğu da rivâyet edilmiştir. Bir rivâyete
göre ise İsrâiloğulları’nın şehre girmeyi reddetmelere üzerine, kırk
yıllık çöl hayatından sonra İsrâiloğulları’nın zâlimleriyle savaşan
BEL’AM
- 105 -
Yûşâ bin Nûn zamanında yaşayan bir adamdı. Hatırlanacağı gibi
Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiğine göre, onlar peygamberleri Hz.
Mûsâ’ya (a.s.) şöyle demişlerdi: “Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz
burada kalıyoruz.” 324
Ona verilen bu âyetlerin tefsirinde, onların kendisiyle duâ
edildiğinde kabul edilen “Allah’ın İsm-i A’zamı (en yüce adı) olduğu
da rivâyet edildiği gibi, Allah tarafından gönderilen bir kitap
olduğu ve onun da bir peygamber olduğu bildirilmiştir... Bundan
sonra haberin detayları birçok açıdan farklılık göstererek uzayıp
gider.
Bu nedenle biz “Fî Zılâl’il Kur’an’da” izlediğimiz metoda
bağlı olarak bu rivâyetlerin hiç birine dalmayı uygun görmedik.
Ayrıca Kur’an’ın metninde bunların hiçbiri yer almıyor. Bu konuda
Peygamber’e (s.a.s.) kadar varan sağlıklı bir hadiseye rastlayabilmiş
değiliz. Dolayısıyla biz bu haberin ötesini araştırmaya
gerek görmedik. Burada Allah’ın âyetlerini apaçık olarak gördükleri
halde, bu âyetlerin gösterdiği yolda yürümeyip onları yalan
sayanların durumu gözler önüne serilmektedir. Bu olay insanın
hayatında ne de çok gerçekleşiyor. Allah’ın dininin bilgisi kendilerine
bağışlandığı halde bu bilgiler doğrultusunda hareket etmeyenler
ne de çoktur! Onlar bu dini bilgiyi, hükümlerin yerini
değiştirmek ve onunla arzu ve isteklerine uymayı sağlamak için
vasıta kılıyorlar. Onlar bu bilgilerini kendi hevâ ve hevesleri ve
dünya hayatının nimetlerine sahip olduklarını zannettikleri efendilerinin
arzu ve istekleri doğrultusunda kullanırlar.
Nice din bilgini tanıyoruz ki, Allah’ın dinini gerçek anlamda
öğrendiği halde ondan sapar. Onu olduğundan başka türlü açıklar.
Bu bilgisini bilinçli tahrifler, yeryüzünün geçici hükümdarlarının
keyfine göre fetvâlar için kullanır! Bu tahrifler ve fetvâlarla
Allah’ın hâkimiyetini ve O’nun yeryüzündeki bütün mukaddeslerini
çiğneyenlerin saltanatını sağlama almaya çalışır!
Biz bu bilginler içinden; yasama Allah’ın haklarından biridir,
bu hakka kendisinin sahip olduğunu iddia edenlerin ilâhlık iddiasında
bulunmuş olacaklarını, ilâhlık iddiasında bulunanların ise
kâfir olduklarını, ayrıca o kişilere bu hakkı verenlerin ve onların
peşinden gidenlerin de kâfir sayılacaklarını bilen ve söyleyen kimseler
gördük. Bununla beraber bu gerçeği bilmelerine ve dinde
bu gerçeği bir zarûret olarak öğrenmelerine rağmen bu din bilginleri,
yasama hakkını kendinde gören ve bu hakkı iddia etmekle
ilâhlık iddiasında bulunan zâlim idarecilere duâ ederler. Bizzat
324 5/Mâide, 24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
kendilerinin küfürlerine hüküm verdikleri bu insanlara duâ ederler
ve onlara “müslüman” adını yakıştırırlar!... Onların bu yaptıklarım,
en ideal İslâm olarak gösteriyorlar. Yine bunların bazılarını
gördük ki; bir sene faizin bütün çeşitlerinin haram olduğunu
yazdıkları halde, başka bir sene onun helâl olduğunu yazmaya
başlarlar. Yine bunların öylelerine rastladık ki, insanlar arasında
fuhşun ve ahlâksızlığın yayılmasına ön ayak oldukları gibi, bu çirkefin
üzerine din örtüsünü, dini unvanları ve alâmetleri çekmeye
çalışırlar.
Bu ise: “Ona âyetlerimizi sunduk, fakat o onların içinden sıyrılıp çıktı.
Arkasından şeytan onu peşine taktı da, azgınlardan oldu.” âyetini
doğrulayan bir delilden başka bir şey değildir. Bu yüce Allah’ın
kendisinden söz ettiği haber sahibinin hayvanlaşmasından başka
nedir ki?: “Eğer dileseydik, bu âyetler aracılığı ile onun düzeyini
yükseltirdik, fakat o, yere saplandı kaldı. Onun durumu üstüne
varsan da, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp horlayarak soluyan
köpeğin durumu gibidir.” Eğer Allah dileseydi, kendisine verdiği
âyetlerin bilgisiyle onu yükseltirdi. Ne var ki, Yüce Allah bunu
istememiştir. Çünkü âyetleri bilen bu adam, dünya hayatının rahatını
tercih etmiş, âyetlere değil de arzu ve isteklerine uymuştur.”
Bu, Allah’ın kendi bilgisinden bir miktarını verdiği halde, bu
bilgiden yararlanmayan, iman yolu üzerinde doğru bir istikamete
yönelmeyen, horlanmış bir biçimde şeytanın peşine düşmek ve
sonuçta şekil değiştirerek hayvanların mertebesine inmek için
Allah’ın nimetinden sıyrılan herkesi kapsamına alan bir örnektir!
Sonra ardı arkası kesilmeyen köpek solumaları nedir acaba?
Kur’an’ın arzettiği manzaranın tasvir gücünden ve haberin vurgularından
da anlaşıldığı gibi, bu solumalar dünya hayatının geçici
güzellikleri peşinde koşarken yaşanan solumalardır... İşte dünyanın
bu geçici zevklerine takılanlar, Allah’ın kendilerine verdiği
âyetlerden sıyrılmak isteyenlerdir. Dünya malının peşine düşen bu
insanlara öğüt verilse de verilmese de, onlar bu solumalarından
vazgeçmeyecekler ve onlar sürekli olarak bu hal üzere devam
edip gidecekler.
Dünya hayatı her yerde, her zaman ve her toplumda bu örneği
sürekli olarak gözlerimizin önüne getirir. Hatta birçok zaman
geçmesine rağmen insanın gözleri hangi bilgine takılsa,
onun durumunun da aynı olduğunu görür. Allah’ın âyetlerinden
sıyrılmayan, dünya hayatının rahatına dalmayan, arzu ve isteklerin
peşinde sürüklenmeyen, şeytanın boyunduruğuna râzı olmayan,
egemenliği ellerinde bulunduranların sahip oldukları dünya
BEL’AM
- 107 -
malının peşinden ha bire solumayan, Allah’ın kendilerini koruduğu
çok az bir kesim hâriç!
Bu varlığı ve meydana gelişi hiçbir zaman kopukluğa uğramayan
bir örnektir. Belli bir kuşakta meydana gelen bir olayla asla
sınırlı değildir! Yüce Allah, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine
olsun- bu örneği Allah’ın âyetlerinin kendilerine gönderildiği
kavmine okumasını istiyordu ki, onlarda bu âyetler kendilerine
verildikten sonra ondan sıyrılmasınlar. Sonrakiler için de ders
olsunlar. Ardarda gelen nesiller tarafından okunsunlar. Allah’ın
ilminden bir şey öğrenenler bu çirkin âkıbete uğramaktan sakınsınlar,
Ardı arkası kesilmeyen bir soluyuş içine girmesinler. Hiçbir
düşmanın düşmanına dahi reva görmediği biçimde kendi kendilerine
zulüm etmesinler. Çünkü bu uğursuz akıbet ile kendi kendilerinden
başka kimseye zulmetmiş olmazlar!
Günümüzde bu tip âlimlerden öylelerini gördük ki, Allah korusun
kendi kendilerine zulmetmek için büyük bir ihtirasla ortaya
atılıyorlar veya cehennem çukurundaki yerlerini kendileriyle
beraber yarış halindekilerden birinin almasından korkan adamın
hali gibi, bu işe dört elle sarılıyorlar! Cehennem’deki bu yerini
garantiye almak için her sabah biraz daha ilerliyorlar! Bu dünya
hayatının sonuna kadar bitmek tükenmek nedir bilmeyen salyalı
solumaları ile bu emellerinin peşinde koşup duruyorlar!
Allah’ım sen bizleri koru! Ayaklarımızı kaydırma! Üzerimize
sabır yağdır! Ve müslüman olarak canımızı al!
İman ve Hayat Düzeni: Bu İlâhî haberin ve bu haberi bildiren
Kur’an’ın ifade tarzı üzerinde bir başka açıdan durmak istiyoruz.
Bu örnek sahibini şehevi arzu ve isteklerin ağırlığından korumayan,
dünya hayatının ağırlığından ve cazibesinden onu kurtarmayan,
hevâ ve hevesine uymaktan şeytana bağlanmaktan, onun
yolunu izlemekten, bu hevâ-heves yolları ile onun peşinde sürüklenmekten
alıkoymayan bilginin örneğidir.
İşte ilim insanı korumadığından dolayı, Kur’an’ın yolu, müslüman
nefisleri ve islâmi hayatı oluşturmak için kendisine has bir
metot izler. Bu metot, ilmi sırf bilmek şeklinde ele almaz. Aksine,
ilmi vicdan âleminde ve pratik hayatta hedefini gerçekleştirmek
için hareketli, itici ve sıcak bir inanç sistemi olarak ele alır.
Kur’an’ın hayat sistemi akideyi, ilmi araştırmalar şeklinde
hazırlanmış bir “teori” olarak ele almaz. Böyle bir inanç sistemi
sırf bilgiden ibarettir. Vicdan dünyasında ve hayat alanında etkili
olamaz. Bu kuru bir ilimdir. Sahibini keyfi arzularının peşine
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
düşmekten korumaz, Şehevi arzuların baskısından hiçbir şeyi hafifletmez.
Şeytanı da kovmaz. Aksine onun yolunu açar ve insanı
ona köle haline getirir!
Aynı şekilde Kur’an’ın hayat yolu bu dini, “İslâm Nizamı”,
“İslâm Fıkhı”, “İslâm İktisadı”, “Tabiat Bilimleri”, “Psikolojik Bilimler”
alanında yapılan etütler şeklinde sunmuyor. Bu dini kültürel
etütlerin hiçbiri şeklinde takdim etmiyor!
Kur’an’ın hayat sistemi dini, itici, harekete geçirici, diriltici,
yükseltici bir inanç sistemi şeklinde sunuyor. Kalbe ve akla yerleştikten
sonra pratik uygulamasını gerçekleştirmek için harekete
iten bir güç kaynağı olarak görür akideyi. Bu akide ölü kalpleri
diriltiyor, canlandırıyor, harekete geçiriyor ve ilerletiyor. İnsanın
fıtratındaki alıcı-verici cihazları uyarıyor. İnsanı Allah’a verdiği ilk
söze döndürüyor. İnsanın hedeflerini ve değerlerini yüceltiyor. Artık
çamurun cazibesi onu üzerine bindirmiyor ve onu asla dünya
malına bağlamıyor.
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi teori ve düşünce için bir metot
olarak takdim ediyor. Bu insanların düşüncelerinden apayrı ve
tamamen farklı bir metottur. Çünkü bu metot insanları, arzu ve
isteklerin oyuncağı ve bedenlerin ağırlığı ve şeytanın aldatmaları
altında oluşturdukları metotların kusurlarından, yanlışlıklarından,
sapıklıklarından kurtarmak için gönderilmiştir!
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi gerçeğin bir ölçüsü olarak
sunuyor. İnsanların akıllarını ve duygularını bununla bir sisteme
bağlıyor. İnsanların yönelişlerini, hareketlerini ve düşüncelerini
bununla kontrol ediyor ve ölçüye vuruyor. Artık buna göre, bu
ölçünün kabul ettiği şeyler doğrudur. Onları sürdürmek gerekir.
Yine bu ölçünün reddettiği şeyler yanlıştır. Onlardan vazgeçmek
gerekir.
Kur’an’ın hayat yolu, bu akideyi bir hareket metodu olarak
takdim eder. Bu metot, insanları kendi programına ve kendi ölçülerine
göre adını adım yücelerin yücesine doğru yükseltir, ilerletir.
Realiteye dayalı bu hareket esnasında insanların hayat sistemini
ve hukuklarının temellerini, iktisatlarının, sosyal yapılarının ve siyasetlerinin
ilkelerini belirler. Bu ilkelere göre şekillenmiş akılları
ile kanunî ve fıkhî yasalarını tespit eder. Fizik ve psikolojik bilimlerine
bu ölçülere göre biçim verir. Realiteye dayalı pratik hayatları
neyi gerektiriyorsa onları düzene koyar. Onlar, detaylara ilişkin
kanunları ve hükümleri belirlerken içlerinde akidenin sıcaklığını
ve itici gücünü, şeriatın ciddiyetini ve realitesini, hayatın gerçek
ihtiyaçlarını ve direktiflerini derinden hisseder!
BEL’AM
- 109 -
İşte Kur’an’ın hayat yolu, müslüman nefisleri ve İslâmî hayatı
bu metot ile şekillendiriyor. Sırf etüd etme amacına yönelik teorik
araştırmalara gelince bu ilim, sahibini yeryüzünün ağırlıklarından
arzu ve isteklerin itici gücünden ve şeytanın aldatmasından koruyamaz.
Beşer hayatı için yararlı bir şey takdim edemez! 325
Burada âyetin akış seyri, bu manzarada tasvir edilen örnek
üzerinde bir değerlendirmede bulunmak için kısaca duruyor.
Allah’ın kendisine âyetlerini verdiği halde, onlardan sıyrılan
adamın hareketi üzerine hidâyetin Allah’ın hidâyeti olduğunu,
Allah’ın kendisini hidâyete ilettiği kimsenin gerçekten hidâyet
üzere bulunduğunu, Allah’ın saptırdığı kimsenin ise hüsrana uğradığını
ve hiçbir şey kazanmadığını belirtiyor.
“Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa
işte onlar, hüsrana uğrayanlardır.” 326 Yüce Allah aşağıdaki âyetlerde
belirttiği gibi doğru yolu bulmak için çalışanları hidâyete erdirir:
“Bizim uğrumuzda çaba sarf edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz.”327;
“Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını
değiştirmez.”328; “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğünü ve korunmasını
ilham edene andolsun ki; nefsini temizleyen kurtulmuş, onu
kirletip örten ziyana uğramıştır.” 329
Aynı şekilde kendisi için sapıklık yolunu seçen, doğru yolun
delillerinden ve imanın direktiflerinden yüz çeviren, kalbini, kulaklarını
ve gözlerini onlara karşı kapayanları da yüce Allah sapıklığa
iter. Âyetlerin devamında bu noktaya ışık tutan bir âyet
vardır: “Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık.
Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar, gözleri var, fakat
görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler,
hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler.”
330
Ayrıca: “Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da bu hastalıklarını
arttırmıştır.”331; “Allah kâfirleri ve zâlimleri ne bağışlayacak, ne de doğru
yola iletecektir. Onların iletilecekleri tek yol cehennem yoludur. Orada
ebedî olarak kalacaklardır...”332 âyetleri de bununla ilgilidir.
325 En’âm Sûresinin girişine bk.
326 7/A’râf, 178
327 29/Ankebût, 65
328 13/Ra’d, 11
329 91/Şems, 7-10
330 7/A’râf, 179
331 2/Bakara, 10
332 4/Nisâ, 168-169
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
Hidâyet ve sapıklığa değinen bütün âyetleri göz önünde bulundurup
bunların anlamları arasındaki ahenge dikkat edersek,
önümüzde tek bir yol netleşir. Hiç şüphesiz önümüzde netleşen
bu yol, hem İslâmî fırkaların kelâmcıları, hem hristiyan teolojisi,
hem de bir dizi felsefi akımlar tarafından genel olarak kaza ve
kader konusunda körükledikleri tartışma ortamından tamamen
uzaktır.
Yüce Allah’ın insan denen varlığın kaderini sürüklenmeyi dilemesi,
yüce Allah’ın bu insanı hem hidâyeti hem de sapıklığı kabul
edebilecek iki yönlü bir yetenek üzere yaratmasıdır. Bununla
beraber insanın fıtratına, tek olan ilâhlık gerçeğini kavrayabilme
ve ona yönelebilme yeteneği yerleştirmiştir. Sapıklığı ve hidâyeti
birbirinden ayırıcı nitelikteki aklı ona vermiştir. Buna ilave olarak
bozulduğunda fıtratını uyarmak, saptığında aklına doğru yolu
göstermek için, apaçık delillerle peygamberler göndermiştir. Şu
kadar var ki, tüm bunlardan sonra insanın kendisi ile yaratıldığı
hem hidâyet hem sapıklık niteliğine sahip olan bu iki yönlülük,
bu iki yetenek, Allah’ın dilemesine uygun biçimde işler.
Aynı şekilde yüce Allah’ın dilemesi O’nun takdirine hükmeder.
Buna bağlı olarak doğru yola ulaşmak isteyen ve bu yolda çaba
sarf edenleri hidâyete erdirir. Kendilerine verilen akıllarını, peygamberin
mesajlarına serpiştirilen hidâyete iletici âyetleri kavramayan,
görme ve işitme cihazlarının aktif bir biçimde kullanmayanları
da sapıklığa iter, saptırır.
Her hal u kârda Allah’ın dilediği olur, ondan başkası olmaz.
Meydana gelen her olay, O’nun takdiri ile olur. Başkasının kuvveti
ile değil. İşlerin bu şekilde düzenlenmesi Allah’ın böyle olmasını
dilemiş olmasındandır. Allah’ın takdiri bir şeyin olmasını gerektirmedikçe,
hiçbir şey olmaz. Buna göre varlık âleminde, işlerin
kendisine uygun olarak meydana geldiği başka bir irade yoktur.
Olayları meydana getiren Allah’ın takdirinden başka bir kuvvet
yoktur ortada. İşte bu gerçeğin çerçevesinde insan kendi isteğine
göre hareket eder. Doğru yola ulaşması veya sapıklığa düşmesi de
bu çerçevede meydana gelir.
İşte Kur’ân-ı Kerim’in bütün âyetlerini karşılaştırarak ve onların
arasındaki ahengi göz önünde bulundurarak elde edilen
İslâmî düşünce budur. Pek tabii olarak bu düşünceye varabilmek
için, âyetleri ayrı ayrı ekollerin ve akımların isteklerine uygun biçimde
ele almamalı, onların bir kısmını diğer bir kısmına karşı delil
olarak ileri sürmemeli ve onları çarpıştırma yolu bırakılmamalıdır.
Şimdi incelediğimiz âyet-i kerimede deniyor ki: “Allah, kimi
BEL’AM
- 111 -
doğru yola iletirse o doğru yolda olur, kimleri saptırırsa, işte onlar hüsrana
uğrayanlardır.” Bu âyete ve Allah’ın az önce açıkladığımız
yasasına göre,.hidâyete erdirdiği kimse gerçekten hidâyete kesin
bir şekilde erişmiş, yolu bilen, yol üzerinde yürüyen ve âhiret
gününde kurtuluşa eren biri olmuştur. Allah’ın yine bu yasalara
göre saptırdığı kimse de hüsrana uğramıştır. Her şeyi kaybetmiştir.
Hiçbir şey kazanmamıştır. Ne kadar mala, mülke sahip olsa da, ne
kadar imkân elde etse de bunların hepsi boşa gidecek veya bunların
hepsi boştur! Bu sapık yola giren adamın, özünü kaybetmiş
olması açısından meseleye baktığımızda da durumun böyle olduğunu
görürüz. Kendi kendisini kaybeden adam ne elde edebilir,
neyi kazanabilir!
Yine Seyyid Kutub, 62/Cum’a, 5. âyetin tefsirinde der ki:
Kitap Yüklü Eşekler: Bundan sonra yahûdilerin Allah’ın
emânetini taşıma hususundaki görevlerinin sona erdiğini ifade
ediyor. Çünkü onların artık bu emâneti yüklenecek kalpleri yoktur.
Zira bu emâneti ancak diri, keskin anlayış ve kavrayış sahibi, bilinçli,
duyarlı kendini yüklendiği göreve adayan kalpler taşıyabilirler.
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların
durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların
durumu ne kötüdür. Allah zâlimler topluluğunu doğru yola
iletmez.” 333
İsrailoğulları Tevrat’ı yüklendiler. Şeriat ve akidenin emâneti
ile yükümlü oldular. “Sonra O’nu taşımadılar.” Zira emâneti yüklenmek;
anlamak, öğrenmek ve kavramakla başlar. Emânetin
gereğini hem iç dünyada hem de dış dünyada gerçekleştirmek
için çalışmakla sona erer. Ne varki İsrail oğullarının Kur’ân-ı Kerim
tarafından aktarılan ve tarihi gerçeğinden de ortaya çıktığı
gibi, hayatları onların bu emâneti takdir ettiklerini, onun gerçek
yüzünü kavradıklarını ve onu pratik hayatlarında yaşadıklarını
göstermemektedir. Bu nedenle onlar koca koca kitaplar taşıyan
eşeklere dönmüşlerdir. Sadece onların ağırlığını taşımışlar, onlara
sahip çıkmamışlardır. Onun amacına katkıda bulunmamışlardır.
Bu tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Kötü ve çirkin bir örnektir.
Bununla beraber doğru bir gerçeği dile getiren bir tablodur.
Allah’ın âyetlerini yalanlayan topluluğun durumu örneği
ne kötüdür: “Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.”
İnanç emânetini yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler,
pek çok nesiller boyunca bozulan ve bu zamanda yaşayanlar,
333 62/Cum’a, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
müslümanların adlarını taşıdıkları halde onların yaptıklarını yapmayanlar,
özellikle Kur’an’ı ve kitapları okudukları halde içindekilerle
amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet
bunların hepsi önce Tevrat’ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler
gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi.
Bu tür insanlar çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve
okunan kitaplar meselesi değildir. Önemli olan bu kitaplardakini
güzelce kavramak ve gereğini yerine getirmektir, anlamak ve yaşamaktır.
Yahûdiler, -bugün de kendilerini öyle kabul ettikleri gibi-
Allah’ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Kendilerinin
dışında kalanlara ise “Cuyim” yani diğer milletler veya bilgisizler
diyorlardı. Bu nedenle diğer milletlere karşı dinlerinin hükümlerine
uymalarının gerekmediğini ileri sürüyorlardı. “Ümmîlere
(kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur.”334
Yahûdilerin buna benzer hiçbir delile dayanmadan Allah adına uydurdukları
yalana dayalı nice iddialar vardır. Bu nedenle surenin
burasında karşılıklı bedduâlaşma gündeme geliyor. Bu karşılıklı
bedduâlaşma hem onlara, hem hristiyanlara hem de Mekke’deki
müşrik Araplara yöneltilmişti. 335
Ali Küçük der ki:
“Ey Muhammed! Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz
âyetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin olayını anlat.”336 Bu
bölümde Rabbimiz Allah’ın âyetleri kendisine verilmiş, Allah’ın
âyetlerine ulaşmış, âyet bilgisine, kitap bilgisine ulaşmış bir insan
tipini anlatıyor. Kendisine âyetlerimiz ulaşmış bir kimsenin haberini
de anlat peygamberim. Onun haberini de oku, onun durumunu
da anlat insanlara. Bu oku emri Rasûlullah’a vahyen gelen
Kur’an’ın Peygamber tarafından tebliğini emreden bir ifâdedir.
Rasûlullah’a emredilen bu hususun aynı zamanda onun şahsında
bizim için de bir emirdir. Öyleyse Peygamber tarafından bize
nakledilen bu kitabın âyetlerini biz de hem kendimize hem de
çevremize okumakla, duyurmakla mükellefiz. Hele hele şu anda
haber peşinde koşan haber meraklılarına daha çok duyurmak zorundayız.
Evet, bir adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyetlerle
ilgi kurmuş, anlamış ama ne yazık ki bu insan bildiği, tanıdığı o
Allah âyetlerinden sıyrılmış. Bu adam âyetlere sahipti. Allah’ın
âfâkî ve enfüsi âyetlerini çok iyi biliyordu. Ama ne yazık ki bu
334 3/Âl-i İmrân, 75
335 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’ân
336 7/A’râf, 75
BEL’AM
- 113 -
adam bildiği âyetleri terk etti, âyetlerden sıyrılıp çıktı da şeytana
tâbi oldu. Şeytan da onu peşine taktı ve o kimse sonunda azgınlardan
oluverdi. Demek ki burada çok önemli bir haber var. Rabbimiz
bize çok önemli bir haberden söz ediyor. Çünkü “Nebe’”
çok büyük bir haber demektir. Rabbimizin bu konuyu anlatmak
için seçtiği bu kelimenin yapısından da anlıyoruz ki demek ki bu
konu sürekli hâfızalarımızda canlı tutmamız gereken, ciddi ciddi
kulak vermemiz ve sürekli kendisiyle meşgul olmamız gereken bir
haberdir. Kendimiz bu haberi okuyacağız, bu haberden haberdar
olacağız ve sürekli çevremizi bu haberden haberdar edeceğiz. Karımıza,
kızımıza, eşimize dostumuza bu haberi götürecek ve onların
gündemlerini de bu haberle oluşturmaya çalışacağız. Çünkü
bizim her anımızı ilgilendiren bu büyük haber yanında gazete haberlerinin,
kanalizasyon haberlerinin hiç bir önemi yoktur. Eğer
biz bize düşmanlığa soyunmuş bu şeytan vahiylerinin haberlerine
zaman ayıracak olursak bilelim ki Rabbimizin bu haberlerini tanımaya
zamanımız da kalmayacaktır gücümüzde. Hâlbuki direk
bizim imanlarımızla, bizim Cennetimizle, bizim dünya ve ukbâ
saâdetimizle ilgili olan bu haberleri öğrenmeden başka haberlerin
peşinde koşmak câiz de değildir.
Evet, işte bakın Rabbimizin okuyun dediği büyük bir haber.
Bir adam ki Allah’ın âyetleri kendisine ulaşmış, âyet bilgisini elde
etmiş, kitabı tanımış, sünneti tanımış ama o âyetlerin içinden
sıyrılıp çıkmış adam. Peki, kim bu adam denilmiş. Bu kimse için
Bel’am denilmiş. Bel’am bin Baura Hz Mûsâ (a.s.) ümmetinden,
İsrail oğullarından âlim bir kimseydi. Kitap bilgisine, Tevrat bilgisine
sahip bir kimse olmasına rağmen kendisini düzene angaje
ettiği için, sırtını düzene dayadığı için düzenin keyfine göre ya
da kendi hevâ ve heveslerine göre, dünyevî menfaatlerine göre
Allah âyetlerini istediği gibi, ya da düzenin istediği gibi yorumlama
ve âyetlerin içinden sıyrılıp çıkma cinnetine kapılmış bir adam.
Kimileri de burada anlatılan kişinin Ümeyyetübn Ebî Salt olduğunu
söylemişler. Bu adam da Rasûlullah döneminde yaşamış
bir adamdı. Bu adam da Rasûlullah’ı tanıyordu, bekliyordu, hatta
peygamberimizin özellikleri konusunda şiirler yazarak nerede
kaldı? Beklenen Nebi geç kaldı diyerek onun özlemini terennüm
ediyordu. Nihâyet Allah’ın Rasulü Mekkede Kureyş içinden zuhur
edince de Rasûlullah hakkındaki tüm bu bilgilerinden sıyrılarak
gurura, kibire kapılarak ona imandan vazgeçiverdi. Hatta bu kimse
hakkında Rasûlullah Efendimiz’in: “Şiiri iman eden, ama kendisi
iman etmeyen adam” diye söz ettiğini biliyoruz.
Bakın dikkat ediyorsanız âyet-i kerimede “ Seleha, inseleha”
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
kelimesi kullanılmış. Seleha kelimesi aslında derinin vücuttan yüzülmesi
sıyrılıp çıkarılması anlamına gelmektedir. Bu mânâ içinde
düşündüğümüz zaman adam böyle bildiği Allah âyetlerinden
topyekün sıyrılıp çıkıyor. Tıpkı derisi yüzülen beden gibi. Derisi
yüzülmüş, kendisini dış etkenlerden koruyacak deri desteğini kaybetmiş
bir vücut gibi Allah âyetlerinden sıyrılıp çıkmış. Öyle değil
mi? Derisi yüzülmüş bir vücut dış etkenlere karşı kendisini koruyabilme
özelliğini kaybetmiş demektir. İşte tıpkı böyle bir vücut
gibi kendisini tehdit eden tüm tehlikelere karşı, tüm şerlere karşı
kendisini koruyacak âyetlerin desteğini kaybetmiştir. Kendisini
azaptan, ateşten ve Cehennemden koruyacak olan âyetlerin içinden
sıyrılıp çıkmış, âyetlerin korumasını kaybetmiştir.
Tabii adam böyle yapınca da, bildiği tanıdığı Allah âyetlerinden
soyutlanınca da, hayatını Allah âyetleriyle düzenlemekten vazgeçip
âyetlerden habersiz bir hayat yaşamaya yönelince, Allah yasalarını
bir kenara bırakıp kendi hevâ ve hevesleri istikametinde
bir program izlemeye başlayınca da şeytan onu ayartıp peşine takıverdi
ve azgınlardan oluverdi. Elbette böyle bir adamın başka
yapabileceği bir şey yoktu. Hani bir söz vardır; “şeyhi olmayanın
şeyhi şeytandır” diye. Birileri bunu hadis diye kendi sistematiklerinde
kullanmaya çalışsalar da hadis değildir bu söz, ama şöyle
anlarsak yerinde bir sözdür her halde: Yani şeyh olarak, mürşid
olarak kılavuz olarak Allah’ın Kitabıyla tanışamamış birisinin şeytana
tâbi olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur.
Bakın Rabbimiz Kitabının başka bir yerinde bunu şöyle anlatır:
“Rahman olan Allah’ı anmayı görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak
bir şeytanı arkadaş veririz.” 337 Kim Rahmân’ın zikrinden yüz çevirir,
Rahmân’ın zikrine karşı kör davranırsa. Kim Rahmân’ın zikrine
karşı körlük ederse. Rahmân’ın zikri Kur’an demektir, Rahmân’ın
zikri, Rahmân’ın hayatın her bir kademesinde bizden istediği kulluk
demektir. Evet, kim Rahmâ’ın hayatın her bir kademesinde
kendisinden istediği kulluğa karşı kör ve ilgisiz davranırsa vahye
karşı Kur’an’a karşı körlük ederse. “Aşâ” Esasen gözde meydana
gelen bir çeşit zayıflık ve hastalık demektir. Bir çeşit görme bozukluğu
demektir. Kim ki Rahmân’ın zikri olan Kitabını görmezlikten
gelir gözünü ona karşı kör yapar ve kitaptan habersiz bir hayat
yaşamaya kalkışırsa, Kur’an’a göz yumar Kur’an’ı gözardı ederse.
Ya da Kitaba karşı gözünü bozar, bakışını bozarsa. “Biz kim
bu kitabı anlamak kim! Biz nerede bu Kitabı anlamak nerede?
Bu Kitabı ancak büyük zâtlar anlar! Onu anlamak şöyle dursun
onu elimize almaya bile lâyık değiliz!” diyerek kim ki Kitaba karşı
337 43/Zuhruf, 36
BEL’AM
- 115 -
bakışını bozarsa biz de ona bitişik, ona yapışık, onun yanından
hiçbir zaman ayrılmayan bir şeytanı arkadaş yaparız diyor Rabbimiz.
Ona bir şeytanı Musallat kılarız ki o ondan asla ayrılmaz. Bu
şeytan onun ayrılmaz arkadaşı oluverir. Hem de böyle “nukayyız”
yaparız. Yani ona bitişik, ona yapışık olarak o şeytanı onun
üzerine kabuk bağlatırız. Âdetâ şeytan bir kabuk gibi onu çepe
çevre sarıverir. Hani tohumlar, yavrular kendilerini çepeçevre saran
kabuğu yırtarak, bu esâretten kurtularak dünyaya gelirler ya,
işte bu adamlar da böyle kendilerini şeytana esir ediyorlar, onun
esiri olarak sıkıntılı bir hayata râzı oluyorlar sonunda. Yani şeytan
onların etraflarını sararak onları esir ediyor, onlar üzerinde sulta
kuruyor, onları hâkimiyetleri altına alıyor.
Allah’la beraber olmayan, Rahmân’ın zikrinden i’râz eden,
vahye karşı kör davranan vahiyle hareket etmeyen kişinin sonucu
budur işte. Yani Kur’an’ın vahyin alternatifi budur. Rahmân’ın
vahyiyle beraber olmayan kişi elbette şeytanın esiri olacaktır. Çünkü
o kişi Allah’la beraber olmamayı istemiştir. Allah’ın âyetleriyle
beraber olmak istememiştir. Rahmanın zikrinden yüz çevirmiştir.
Rahmanın rahmetinin gereği kendisi için açtığı rahmet kapısını
örtmüş, vahyi örtmüş, güneşe karşı körlük etmiş kişidir. Basîreti
kapanmış artık böylece Kur’an’dan uzaklaşan bir kişinin şeytana
yaklaşması da kaçınılmaz olacaktır.
Kur’an’ı tanımayan Kur’an’la beraber olmayan bir adam ne
yapar da başka? Hayatında amel edecek kitabı olmayan bir adam
ne yapar? Ya bizzat şeytanın ya da yeryüzündeki iki ayakları şeytanların
kulu kölesi olur. Nisâ suresinde bu husus şöyle anlatılır:
“Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp,
inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür
ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” 338
Yine, Saff suresinde: “Onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalblerini
saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan milleti doğru yola eriştirmez.”339
Fussılet sûresinde de bu saptıranların sadece şey-tanlar olmadığını
iki ayaklı şeytanların da insanlara Musallat kılınıp onları hak
yoldan saptırdıkları anlatılır. 340
Allah’ın âyetlerini bildiği halde onlarla ilgilenmeyip onlardan
sıyrılıp, onlardan habersiz bir hayat yaşamaya çalışan bu adam
338 4/Nisâ, 115
339 61/Saff, 5
340 41/Fussılet, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
üzerinde şeytan hâkimiyet kurdu. Boşlukta yakaladığı bu adamın
boğazına bir ip takıp onu gemledi. Boynundaki kulluk ipinin ucunu
Allah’a vermeyen kişi elbette onu birilerine vermek zorunda
kalacaktı. Allah’a kulluktan kaçan kişi elbette birilerinin kucağına
düşecekti. Allah vahyine teslim olup hayatını onlarla düzenlemeye
yanaşmayan kişi elbette birilerinin âyetlerine teslim olmak
zorunda kalacaktı. Evet, Allah’tan kaçan kişi mutlaka ya cin şeytanlarının
ya da insan şeytanlarının ağına düşmek zorunda kalacaktır.
İşte Allah âyetlerinden sıyrılan, Allah âyetlerinin desteğini
kaybeden bu adam sonunda ipinin ucunu şeytanlara kaptırarak
azgınlaşarak onların gideceği yere doğru, ateşe doğru, Cehenneme
doğru hızla ilerlemeye başladı. Allah diyor ki: “Dileseydik, onu
âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu.
Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan
köpeğin durumu gibidir. İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali
böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.” 341
Eğer isteseydik biz onu o âyetlerle yükseltirdik. Biz dilemiş
olsaydık, o kişi kendisi adına bunu dilemiş ve tercih etmiş olsaydı,
adam gibi ilgi kurduğu tanıdığı âyetlerle yükselmeyi düşünseydi
Biz hem bu dünyada hem öbür tarafta onun derecelerini ve şânını
şerefini yüceltirdik. Eğer o Allah âyetlerine yapışıp hayatını onlarla
düzelseydi Biz de onu onlarla yüceltirdik.
Demek ki âyetin ifadesinden anlıyoruz ki bu Kitabın âyetleri
yükselme sebebidir, rif’at sebebidir. Yeryüzünde insanlara yükseklik
kazandıran, insanları yücelten, insanlara incelik ve yücelik
kazandıran Allah’ın Kitabıdır. Allah’ın kitabını tanıyan en yücedir,
Allah’ın Kitabından haberdar olan en şereflidir. Allah’ın Rasulü
de bu hususta şöyle buyurur: “Oku ve yüksel! Oku ve yücel!” Evet,
Kitabı okuyan, Kitabı tanıyan, Kitapla hareket eden, Kitapla hayatını
düzenlemeye çalışan kişi yeryüzünün en üstünü, en şereflisi
ve en izzetlisidir. Evet işte bu adam da dileseydi, isteseydi bildiği
tanıdığı kitabın âyetleriyle yücelecekti, şeref kazanacaktı ama ne
yazık ki bu adam:
Lâkin o arza çakılıp kalmayı, yere çakılıp kalmayı, arzla bütünleşmeyi,
toprakla öpüşüp yerlerde sürünmeyi, izzetini, şerefini,
değerini ayaklar altına düşürmeyi tercih etti. Kendini yere atmayı
tercih etti. Hem dünyada hem de ukbâda şeref ve haysiyetini
ayaklar altına düşürmeyi yeğledi. Çünkü onun tüm derdi, tüm
arzusu, tüm hemmi ve kıblesi dünya idi. Tüm plan ve programı
dünya ve dünyalık üzerine kurulmuştu. Dünya malına mülküne
341 7/A’râf, 176
BEL’AM
- 117 -
tamah ederek dinini dünyasına feda ediverdi. Dünyası adına dinini
satıverdi. Allah âyetleriyle yücelmeyi terk etti de dünyaya
çakılı kalıverdi. Dünyaya kazık çakma sevdâsına kapıldı da Allah
âyetlerinin kendisinden istediği kulluktan vazgeçiverdi. Elbette
gözünde dünya kıble olmuş bir adamın Allah dinine de Allah
âyetlerine de ayıracak zamanı kalmayacaktı. Dünyayı kıble edindi
de ona ulaşabilmek için dinini de, izzetini de şerefini de satıverdi.
Hevâsına tabi oldu. Hevâ ve heveslerini putlaştırdı. Allah’ın
âyetlerinin içinden sıyrılıp çıktığı için, Allah’ın âyetlerinin korumasından
mahrum kaldığı için, sap gibi ortada ve boşlukta kaldığı
için, hayatını düzenleyecek Allah âyetleri güdümlü vahiy kaynaklı
bir programı kalmadığı için elbette artık onun yapabileceği başka
bir şey yoktur. Artık böyle bir adam Şeytanların maskarası olmaktan
hevâsına takılmaktan kurtulamayacaktır. Alçak dünyanın
alçak makamlarını elde edeceğim diye, filanlar bana biraz makam
verecekler diye, zengin olacağım diye, şöhrete ulaşacağım
diye, toprakla bütünleşeceğim diye, evim, apartmanım, arsam,
dükkânım, tezgâhım olacak diye bir ömür boyu çırpınıp duracaktır
artık. Arzusu, hevesi, hevâsı, keyfi kendisine neyi fısıldamışsa,
nefsi neyi istemişse onların peşinde kendi kendisini helâk edecek
bir hayatın içinde yuvarlanıp gidecektir artık Cehenneme kadar.
Allah diyor ki:
İşte böylelerinin meseli, misali köpek misali gibidir. Bunlar
tıpkı köpek gibidirler. Üzerine gitsen de üstüne varsan da, kendi
haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara
bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
Bunlar köpek tabiatlı insanlardır. Burada Rabbimizin bu tip
insanları köpeğe benzetmesini bir kaç vecihte anlamaya çalışıyoruz:
Bildiğimiz gibi köpek hiç bir zaman doyuma ulaşamayan, bir
türlü doyma bilmeyen, sürekli ciğeri açlıkla yanan bir hayvandır.
Doyumsuzluğu simgeleyen bir hayvan tipidir köpek. Şehvetine ve
boğazına düşkünlüğü yüzünden başına gelmedik kalmaz köpeğin.
Bu doyumsuzluğundan ötürü onun üzerine bir taş atsanız
bile acaba yiyecek bir şey mi atıldı diye onun peşinde koşturur.
“Yelhes” diyor Rabbimiz. Yani, zirve noktasında zilletin ve sıfırı
tüketmenin ifadesi. Üzerine varsan da solur, serbest bıraksan da.
Üzerine gidilip zor durumda bırakıldıklarında da solurlar, kendilerine
herhangi bir baskı yapılmayıp serbest bırakıldıkları zaman
da solurlar. Yani o kadar hoş anlatıyor ki Rabbimiz zamanımızda
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
Allah’ın âyetlerini bilen, kitabın âyetlerini tanıyan, dinden diyanetten
haberdar olan kimi prof, kimi doktor, kimi doçent, kimi
müdür ve amirler görüyoruz ki bugün tıpkı burada anlatılan
köpek gibi din adına türlü türlü naneler yemektedirler. Allah’ın
lutf u keremiyle kitap ve sünnet bilgisine ulaştıkları halde kitabın
âyetlerinden sıyrılarak köpekliğe özenmektedirler. Üzerlerine
varsan da solurlar varmasan da solurlar. Üzerlerine gidilip baskı
yapılsa da pes ifadesi gösterirler kendi kendilerine iken de. Yani
zorlanmadıkları zaman da aynı tavrı sergilerler. Yani mecbur değillerken
bile teslimiyet izhar edip el kaldırırlar. Hani bir soruşturma,
bir sıkıştırma söz konusu olduğu zaman neyse de hiç bir baskıya
maruz değillerken bile yine düzen adına, yine güçlüler adına
dini yamultmadan yana, dini zâlimler lehine bozmadan yana bir
tavır sergiliyorlar. Dinlerini dünyaları adına satmış, üç kuruşluk
dünya menfaati için dinlerini dünyaları haline getirmiş, dinlerini
dünyalarına yama yapmış, dünyalık bir kısım makamlar adına
Allah âyetlerinden uzaklaşmış, konumlarımız sarsılacak endişesiyle
Allah âyetlerini her yerde gündeme getirmekten korkan, bu
korkularından ötürü gündeme getirmedikleri âyetlerden kopmuş,
uzaklaşmış, Allah âyetlerini kendileri için işlemez hale getirmiş bu
insan tiplerinin böylece köpekleştiklerine şâhid oluyoruz bu gün.
Ne atarsan kendilerine onu yiyecek bir şey zannederler. Daima
kendi çıkarlarını düşünürler. Herhangi bir kapıdan kendilerine
bir şeyler geldimi belki ileride bunun devamı gelecektir diye o
kapıya sadık kalmaya özen gösterirler. Başka bir kapıdan biraz
fazlası geldiği zaman önceki kapıyı unutup bu defa da oraya sadık
kalırlar. İşte Allah kapısını unutmuş, Allah âyetlerinden uzaklaşmış
başka kapılarda kemik arayan materyalist insan tipleri.
Hangi kapıdan ne atılacak diye o kapılar hatırına dini gündeme
getirmeyerek ya da o kapıların istediği biçimde Allah’ın âyetlerini
yorumlayarak bekleşip dururlar. Devletten bir makam koparabilme
hatırına Allah’ın dinini eğip bükerler. Zâlim iktidarların bozuk
düzen düşüncelerine, İslâm dışı hayatlarına Kur’an’dan ve sünnetten
destekler bulmaya çalışırlar. Allah âyetleriyle zâlimleri desteklemeye
çalışıyorlar.
Bu köpeklerin bir özelliği de Allah’ın dini gündeme geldiği
zaman, Allah’ın yüce âyetleri okunduğu zaman, Allah’ın sistemi
ortaya konulduğu zaman, sistem için bir tehlike söz konusu olduğu
zaman her birinin bir inden ulumaya, ürmeye başladığını
görürsünüz. Birisi çıkıp Allah âyetlerini gündeme getirdiği zaman
buna tepki olarak bu köpeklerden bir tanesinin ürmesiyle ötekilerin
de hep bir ağızdan onu takıp ettiklerini ve o müslümanın
BEL’AM
- 119 -
sesini soluğunu boğmaya ve meydana getirdiği tesiri silmeye çalıştıklarını
görüyoruz.
İşte bizim âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun misali budur.
Evet, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip oldukları halde, kitap
sünnet bilgisini elde etmiş oldukları kalde onları bir kenana bırakıp,
onları yalan sayıp, yok farzedip, onların defterini dürüp kendi
hevâ ve hevesleriyle bir hayat yaşayan insanların durumu budur.
Hayatlarını Allah’a ve peygambere sormadan yaşayan insanların
durumu budur. Allah için bu âyetlerle kendimizi bir sorgulayalım.
Eğer şu anda müslümanız diyen bizler Allah’ın kitabıyla ve Rasulünün
sünnetiyle ilgisiz bir hayatın içindeysek, hayatımızı kitap
ve sünnete sormadan yaşıyorsak veya kitabı bildiğimiz tanıdığımız
halde, Allah’ın âyetlerinin bilgisine sahip olduğumuz halde
yine de kitap kaynaklı bir hayata yanaşmıyorsak o zaman bilelim
ki bizler de bildiğimiz o âyetlerle yücelmek yerine, dünya ve
âhirette şerefli bir hayata talip olmak yerine dünya ve âhirette
rezil bir hayatın mahkûmu olanlardan olacağız demektir. Allah
âyetlerini bırakır da hevâ ve heveslerimiz istikametinde bir hayat
yaşamaya kalkışırsak o zaman bilelim ki biz de köpekliğe râzıyız
demektir Allah yâr ve yardımcımız olsun. Allah bize basîret ve
şuur versin inşallah.
“Âyetlerimizi yalan sayan, kendine zulmeden millet ne kötü bir
misaldir!”342 Bizim âyetlerimizi yalanlayan, yalana çıkaran, boşa
çıkaran, âyetleri yok farzeden, âyetlerimizi geçersiz hale getiren,
işlemez hale getiren âyetlerimizden habersiz bir hayat yaşayan
böylece nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden, kendi
kendilerini boşa harca-yan kimselerin ne kötü bir misali vardır.
Bunlar kendi kendilerine yazık eden insanlardır. Kendilerini olmamaları
gereken makamda tutan ve Cehenneme götürüp atan
insanlardır bunlar. Kendi kendilerini götürüp uçuruma atan insanlardır.
“Allah’ın doğru yola sevkettiği kimse doğru yolda olur. Saptırdığı
kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır.” 343 Kim hidâyette olmayı dilemiş,
tercihini hidâyete kullanmış Allah da ona hidâyet etmişse
onu hidâyete erdirmiş, kim de dalâleti, sapıklığı tercih etmiş Allah
da onu saptırmışsa işte onlar kaybedenler mahvolanlardır, hüsrana
mahkûm olanlardır.
Rabbimiz önce henüz onları yaratmadan onlardan söz alıyor
sonra onları semî’ ve basîr kılıyor, hidâyeti anlamaya ve kabule
342 7/A’râf, 177
343 7/A’râf, 178
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
hazır hale getiriyor, mayalarını hidâyetle yoğuruyor, sonra onlara
yaratılış öncesi verdikleri misaklarını hatırlatıcı kitaplar ve
peygamberler gönderiyor. Kâinatta kendilerine Allah’a verdikleri
bu misaklarını ilân edici, onları kulluğa teşvik edici binlerce görsel
âyet yaratıyor. Bu âyetlere intikal edebilecek göz, kulak, kalp,
akıl veriyor. Adeta onları bu misaklarına zorluyor, kul olmaları için
lehlerinde bu kadar imkânları hazırlıyor. Bütün bu hazırlanmış
imkânlara rağmen yine de onlar hidâyeti değil de sapıklığı tercih
etmişlerse o zaman da hem dünyada hem de âhirette hüsrâna uğrayanlardan
olduklarını, kaybedenlerden olduklarını, kendilerini
boşa harcadıklarını haber veriyor Rabbimiz.
Evet, Allah kime hidâyet edip yol göstermişse onu hidâyete
erdirmiştir. Allah hâdîdir. Allah yol göstericidir. Kitaplar ve peygamberler
de yol göstericidirler bu mânâda. Cenâb-ı Hak kitaplar
ve peygamberler göndererek kullarına hidâyetini ulaştırır. Rabbimizin
kulların gönderdiği kitap ve peygamberler Onun kullarına
açtığı rahmet kapılarıdır. Bu anlamda hidâyet herkese açıktır.
Yani Allah’ın kullarına gönderdiği kitapları “ Hüden linnas” Bütün
insanlık için hidâyet kaynağıdır. Aslında Kur’an herkese genel
manada hidâyeti göstermek için inmiştir. Ama herkes bu kitabın
hidâyetini kabul etmede, isteyerek bunun hidâyetini seçmede
eşit olmayacaktır. Kimileri bununla hiç ilgilenmeyecek, bunu anlamaya
yanaşmayacaktır. Bakıyoruz hâdi kelimesi, hüden kelimesi
Kur’anda onbeş ayrı manada kullanılmıştır. Allah hüdendir, Tevrat
hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe hüdendir, Peygamberimiz
hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’an’da. Buna göre hüden
olarak ne Peygamberimiz’in, ne Kâbe’nin ne de Kur’an’ın bizzat
kendisi birinin elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine
vardıramaz meseleyi. Yani gerek Kur’an ve gerekse Peygamberimiz
bizzat insanların kalplerine imanı sokmakla değil bu imanı
insanlara tanıtmak-la mükelleftirler. Öyleyse kimse Kur’an’a yanaşmadı
mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Kur’an’a yaklaşan
kişi eğer onunla yol bulmak isterse ancak o, o zaman hidâyet edebilir.
Çünkü “Hüden linnas” dır Kur’an. Ama “Hüden lil müttakin”
dir de aynı zamanda. Ne demek o? Yani herkese yol gösterecek
kapasitede değil. Yani herkes bununla yol bulmak istemez, herkes
buna yol sormaya gelmezse o zaman, o sadece takvâlılara yol
gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir. Ötekiler için hatta
yine Kur’an’ın ifadesiyle bu kitap kimilerinin zararını, ziyanını arttıracaktır.
BEL’AM
- 121 -
“Kur’an zâlimlerin ancak zararını artırır.”344 Demek ki Allah hidâyeti
isteyenlere kitapları, peygamberleri ve diğer hidâyet vesileleriyle
hidâyet eder. Allah kullarının kalplerine hidâyete yönelik inşirah
verir, hidâyetine karşı onların kalplerini, zihinlerini açar, onların
ellerinden tutar, küfre ve kâfirlere karşı gönüllerine tiksinti yerleştirir,
şeytan ve ordularına karşı onların kalplerindeki korkuyu kaldırıp
onun yerine cesaret koyar, Cenneti sevdirir, Cehennemden
nefret ettirir, rızâsıyla hoşnut eder, razı olduklarını sevdirir, namazı,
orucu, zekâtı, helâlleri sevdiklerini sevdirir sevmediklerine
karşı kalplerine tiksinti verir. Bütün bu tasarruflar da Rabbimizin
hidâyet cümlelerindendir. İşte kendileri kendi özgür iradeleriyle
hidâyeti istemiş olan kullarına böylece hidâyetini ulaştırır Rabbimiz.
Ama ötekilere, yani sıfırı tüketenlere, iflâs edenlere gelince
bunlar iradelerini sapıklıktan yana kullanan kimselerdir. Allah’ın
kendilerine açtığı kitap ve peygamberler gibi hidâyet kapılarından
girmek istemeyen, rahmet kapılarından istifade etmek istemeyenler,
kitapla beraber olmayanlar, peygamberle tanışmak istemeyenler,
Allah’ın hidâyet vesileleriyle ilgi kurmayanlar kendi
fiilleriyle, kendi iradeleriyle sapıklığı tercih ettikleri için Allah da
onlar için tüm dalâlet yollarını açıvermiş ve artık böyleleri şeytanların,
hevâ ve heveslerinin peşine takılıp dünyada da ukbâda da
kaybedenlerden olmuştur.
Fahreddin Yıldız der ki:
Yüz yetmiş beş ve yüz yetmiş altıncı âyetlerde, aklını ve iradesini
yanlış yönde kullanıp inanma ihtiyacına kulak tıkayan insanın durumu
tasvir edilir. Allah’ın âyetlerini göz ardı eden insan, ciddi hataya
düşer. Zira şeytan yetişip onu yakalar; o da vahim bir sapışla
ciddi hataya düşen kimselerden olur.
Âyetlerde tasvir edilen insan tipi, ilahî mesajı anlayan fakat
ona yanaşmayan kimsenin durumunu anımsatır. O, hep dünyaya
sarılıp yalnızca kendi heves ve arzularının peşinden gittiği için,
kışkırtılan köpeğe benzer; kendi haline bırakıldığında da, üzerine
varıldığında da hemen hırlar. Aslında bu benzetmeyle, inkârcı insanın
bunalımlı hali gözler önüne serilmektedir. Çünkü inanmamış
insan, harici şartlar ne olursa olsun, dâima ruhsal huzursuzluğun,
aklı ile bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın kaosunu
yaşar. Bu yüzden inkârcı tipler, inanmış bir insanın eriştiği zihinsel
berraklıktan ve ruhsal dengeden yoksundurlar. Sonuçta inanmış
insan yücelir, maddeci değerlere gömülüp ruhen yoksullaşan kimse
de kendi kendini tüketmiş olur.
344 17/İsrâ, 82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
178’inci âyette de, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp işledikleri
haksızlıklarla kendilerini yıkıma götüren toplumların vahim durumu
dile getirilir. Bu âyet, Allah’ın dinini hayatın dışında tutan
kişi ve toplumların, sürekli bunalım içinde olacakları ve çöküşü
yaşayacakları mesajını verir. Bu mesaj, Allah’ın kitabı kendisine
geldiği halde ondan yüz çeviren ve kendi değerini düşüren her
fert ve toplum için geçerlidir.
178 ve 179’uncu âyetlerde, hidâyet ve dalâlet gerçeğine; insan
olmanın gereklerini yerine getirmeyen kimselerin, hayvanlardan
daha aşağı dereceye düşeceklerine dikkat çekilir. Kâinatta her şey,
Allah’ın yasaları doğrultusunda gerçekleşir. Allah, insanları doğru
yola veya sapıklığa zorlamaz; aksine özgür bırakır. Bunun için
âyetlerde cebre delâlet eden herhangi bir işaret yoktur. Zira insan
irâdesinin özgürlüğü tartışma dışıdır. Aksi halde insanın tüm sorumlulukları
düşer ve varlık sebebi anlamsızlaşır. Şu halde, aklını
ve iradesini doğru kullanan insan hidâyete erer; yanlış kullanan
da sapıklığa düşüp şaşkın ve perişan olur.
Burada, insan olmanın icaplarını yerine getiremeyen kimseler
kınanır. Bunların, kalpleri olduğu halde anlamadıkları, gözleri
olduğu halde görmedikleri, kulakları olduğu halde işitmedikleri
belirtilir. Aslında her canlının gözü görüp kulağı işittiğine göre
âyetin asıl maksadı, insana yakışır biçimde anlamak, görmek ve
işitmektir. Öyleyse kurtuluşu isteyen her insan, kalbini ve gözünü
açıp hakkın sesine kulak vermelidir. Zira kalbi ve gözü kapalı,
kulağı da hakikate tıkalı olan insan, yaratılış gayesini gerçekleştiremez
ve Allah’ın kendinden istediği onur burcuna yükselemez;
aksine esfel-i sâfilîn yolcusu olur ve en derin çukurlara yuvarlanır.
Muhammed Esed der ki:
175 / Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara
atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara: Şeytan yetişip yakalar
onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.
176 / İmdi, Biz eğer dileseydik, onu âyetlerimizle yüceltir, üstün kılardık:
fakat o hep dünyaya sarıldı ve yalnızca kendi arzu ve heveslerinin
peşinden gitti.
Bu bakımdan, böyle birinin durumu (kışkırtılan) bir köpeğin durumu
gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini
sarkıtıp hırlar, kendi haline bıraksan da. Bizim âyetlerimizi yalanlamaya
kalkan kimselerin hali işte böyledir. Öyleyse, bu kıssayı
anlat, ki belki derin derin düşünürler.
177 / Âyetlerimizi yalanlamaya kalkan toplumun hali ne kötüdür:
BEL’AM
- 123 -
çünkü işledikleri haksızlıklar (sadece) kendilerini yıkıma götürür.
178 / Allah kime yol gösterirse, gerçekten doğru yola erişen işte
odur: O’nun sapıklık içinde bıraktığı kimselere gelince, büyük kayıp içinde
olanlar da işte böyleleridir!
“Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan
kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara”: Lafzen, “onun haberini/
durumunu onlara ilet.”
“Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir
sapışla sapıp gider.”: Lafzen, “ciddî bir hataya düşen kimselerden
oldu”. Metnin aslında bu âyetin tamamı geçmiş zaman kipindedir;
fakat âyetin açık anlamı genel bir gerçeğin ifadesi durumunda
olduğu345 ve bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi, bilinen belirli
bir kişiyi îma etmediği için, onu geniş zaman kipiyle aktarmak
daha uygun geldi bize. Burada sözü edilen insan tipi, ilahî mesajı
anlayan ama buna rağmen, bir sonraki âyette işaret edildiği gibi,
“dünyaya fazla sarılması”, yani hayata maddeci, “dünyevî” bir açıdan
bakması yüzünden hakkı kabule yanaşmayan kimsedir. 346
“Bu bakımdan, böyle birinin durumu (kışkırtılan) bir köpeğin durumu
gibidir: öyle ki, onun üzerine korkutarak varsan da dilini sarkıtıp hırlar,
kendi haline bıraksan da.”: Tutum ve davranışları yalnızca dünyaya
bağlı/dünyaya bağlayıcı arzularının ona günübirlik “fayda” ya
da “zarar” olarak gösterdiği şeyler tarafından belirlendiği için, bu
bölümde anlatılan insan tipi, haricî şartlar ne olursa olsun, daima
aklıyla bedensel güdüleri arasındaki çatışmanın ve dolayısıyla içsel
huzursuzluğun, hayalî korku ve kuruntuların kurbanı durumundadır.
Bunun için de, inanmış bir kişinin inanç yoluyla eriştiği zihnî
berraklıktan, ruhî dengeden yoksundur. 347
Muhammed Esed, 62/Cum’a sûresi, 5. âyetin tefsirinde de şunları
söyler:
“Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış
olanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş (ama onlardan habersiz
bulunan) merkebin durumuna benzer.
Allah’ın mesajlarını yalanlamaya şartlanmış olanların durumu ne acıdır,
çünkü Allah rehberliğini böyle zâlim bir halka ihsan etmez!” 348
“Tevrat’ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların
durumu...” Daha önceki pasajda işaret edilen, Allah’ın vahyinin
345 Karş. Katâde, ‘İkrime ve Ebû Müslim’in beyanına dayanarak Râzî
346 Karş. 27:82’deki “yerden çıkarılan yaratık” temsîli.
347 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
348 62/Cum’a, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
hem kutsal bir emânet hem de bir lütuf olduğu düşüncesiyle bağlantılı
olarak söylem, şimdi de, Yahûdilerin Tevrat sonrası dönemde
gösterdikleri, bu emânete ihânet problemine geçmektedir.
Onlara, Allah tarafından, O’nun birliği ve benzersizliği mesajını
bütün dünyaya ulaştırma görevi emânet edilmişti. Ama onlar,
Hz. İbrahim, İshâk ve Yakub soyundan gelmiş olmaları sebebiyle
kendilerini “Allah’ın seçilmiş toplumu” olarak gördüklerinden ve
dolayısıyla, ilahî mesajın başka bir toplum için değil yalnız kendileri
için geldiğine inandıklarından bu görevi yerine getiremediler.
Bundan dolayı, peygamberliğin İsrâiloğullarına mensup olmayan
herhangi bir kimseye verilmiş olması ihtimalini inkâr ettiler 349 ve
böylece Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini, bizzat Tevrat’ta
bile o’nun gelişi ile ilgili açık bir haber bulunmasına rağmen, reddettiler.
350 Onlar, Hz. Mûsâ’ya indirilen ilahî kelâmın temel anlamını
böylece çarpıtmak suretiyle, bizzat kendileri ondan gerçek
bir manevî fayda elde etmeyi ve onun öğretilerine uygun şekilde
yaşamayı sağlayamadılar. 351
“İnsanlara karşı muktedir ve şerefli olan kimseler, güçleri yettiği
halde kötülüğü men etmezlerse, muhakkak Allah Teâlâ onları
zelil ve perişan eder.” 352
“Ya emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yaparsınız, ya da
Allah üzerinize zâlim bir sultanı Musallat kılar.” 353
“Bu ümmet içinden bazı kimseler mahşer gününde kabirlerinden
maymun ve domuz sûretinde kalkacaklardır. Bunların günahları,
günahkârlarla beraber oturup kalkmak, güçleri yettiği halde
onları kötülüklerden men etmemektir.” 354
“İnsanlar kötülüğü görüp önlemedikleri zaman, Allah Teâlâ’nın, onların
hepsini azâba uğratmasından korkulur.” 355
“Öyle zamanlar gelecek ki, kötülükten sakındıranların sayısı,
insanların onda birinden daha az olacaktır. Sonra bunlar da gider
ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.” 356
“Randevuya daima vaktinde gelmek, ötekinin gecikmesini yüzüne
vurma sanatıdır.”
349 Karş. 2:90 ve 94 ve dipnotlar 75 ve 79
350 Bk. 2:42, not 33
351 Muhammed Esed, Kur’an Mesajı
352 Cerir bin Abdillah
353 Ebû ‘d-Derdâ
354 Ebû Ümâme
355 Hadis-i şerif rivâyeti
356 Hz. Ali
BEL’AM
- 125 -
“Nasihat, dünyanın en pahalı hazineleri kadar kıymetli olduğu
halde, ekseriyâ pek ucuza satılır.” 357
“Dostlarının, yerinde nasihatlerine kulak asmayanlar düşmanlarını
memnun ederler.”
“Verdiği öğüdü biraz tutan, bunu başkalarına da dinletebilir.”
“İnsan, hayvandan konuşmakla üstündür. Ama doğru konuşmazsan
hayvanlar senden üstün olurlar.” 358
“Bir sözün ardından koşmamalıyız; söz bizim ardımızdan koşmalı,
bize hizmet etmeli.”
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” (Ebû Ali Dakkak)
“Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir anlamı oldukça.”
“İki şey insanı çileden çıkarır; Söylenecek yerde ağız açmamak,
susacak yerde lâkırdı etmek. 359
“Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.”
“Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez;
fakat söylediklerini düşünür de söyler.”
“Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle konuşmamızdır;
ama bunu her zaman ihmal ederiz.”
“Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” 360
“Dünya için din fedâ olunmaz.”
“Dinsiz (Hak dini kabul etmeyen) insan, en bedbaht, en huzursuz
mahlûktur.”
“Günümüzde dine hizmet için lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha
tesirlidir.”
“Din incelir, ama yine de kopmaz. Onun sahibi Allah’tır. Bir
koruyucusunu gönderir, yeniden hak dini ihyâ eder.”
“Hak din, güneş gibidir; üflemekle sönmez. Gündüz gibidir,
göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine
gece yapar.”
“Ey dalâlete dalmış gâfiller! Dünyadan ölümü, insandan
357 Hz. Ali
358 Şeyh Sâdi
359 Şeyh Sâdi
360 Atasözü
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
âcizlik, muhtaçlık ve fakirliği kaldırmanın çaresi varsa, dine ve
dinin hayata yansımasına gerek duymayabilirsiniz. Yoksa, susun!
Zira ölüm, âcizlik, zeval, fakirlik gibi tabiî âyetler, yüksek sesleriyle
dine çağırıyorlar ve Hak dinin hayata geçirilişinin lüzumunu
ilân ediyorlar.”
BEL’AM
- 127 -
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A İlim Konusunda Dikkat Edilecek Hususlarla İlgili Âyet-i Kerimeler
a Allah’tan Başkasının Bilgisi Sınırlıdır: Bakara, 30-33, 255; Yusuf, 76; Lokman,
34.
b İnsana Bilmediğini Öğreten Allah’tır: Bakara, 32; Nisa, 113; Mâide, 110;
Haakka, 51; Alak, 5.
c Firâset: Hıcr, 75; Nahl, 68; Muhammed, 17.
d İlim ile Amel Etmek (Bilgiyi Hayata Uygulamak): Mâide, 105; Cum’a, 5.
e Bildiğini Öğretmek: Bakara, 129, 151; Tevbe, 122; Abese, 2-4.
f Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: Bakara, 159, 174.
g Bilmeden Hüküm Vermenin Kötülüğü: En’am, 119, 144; Hacc, 8; Lokman,
20; Mü’min, 83.
h İnsanın Bilemeyeceği Şeyler: Ra’d, 8; Lokman, 34.
i Bilinmeyen Bir Şeyin Ardına Düşmekten Sakınmak: İsra, 36.
j Kitap Yüklü Eşekler: 62/Cum’a, 5
k Kitap Bilgisine Rağmen Azgınlaşan Kimse (Bel’am): 7/A’râf, 175-178
B HakaBâtılı Karıştırma ve Hakkı Ketm Etme (Gizleme) Konusuyla İlgili
Âyetler
a Allah, Takvâ Sahiplerine Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29;
92/Leyl, 5-7.
b Hak ile Bâtıl Karşılaştırması: 2/Bakara, 42, 159-160, 174; 3/Âl-i İmran, 71,
187.
c Hakkı Gizlemek: 2/Bakara, 42.
d Bildiğini Gizlemekten Sakınmak: 2/Bakara, 159, 174.
C İyiliği Emretmemek, Hakkı Gizlemek, Başkasına Emrederken Kendini
Unutmak Konusunda Âyet-i Kerimeler
a İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
b Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
c İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262-264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât,
17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
d İyiliği Emredip Kendisini Unutmak: 2/Bakara, 44; 7/A’râf, 175-176; 11/Hûd,
88; 41/Fussılet, 33; 61/Saff, 2-3; 62/Cum’a, 5. Kitap Verilenlerden İman
Edenler, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapardı:
3/Âl-i İmran, 114.
e İsrâiloğullarından Kâfir Olanlar, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak
Görevini Yapmazdı: 5/Mâide, 79.
f Kötülüklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85; 16/Nahl, 25; 39/Zümer, 15.
D Tahrif Konusunda Âyet-i Kerimeler
a Tevrat, Yahûdilerin Tahrifine Uğramıştır: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i
İmrân, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
b İncil, Hıristiyanların Tahrifine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide,
110.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Bel’am md., Ahmed Güç, Şamil Y., c. 1, s.
221-222
2. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Bel’am md., Ömer Faruk Harman, TDV Y., c.
5, s. 389
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
3. Tefsirde İsrâiliyât, Abdullah Aydemir, DİB Y., Ank. 1979, s. 237-244
4. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y., 16. bs. İst. 1997, s.
63-65
5. Bel’am, Zübeyir Yetik, Beyan Y., İst. 1986
6. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y., İst. 1990, s. 129-140
7. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., 13. bs. İst. 2002
8. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., İst. 1995, s. 51-58,
241-247
9. Hadislere Göre Yahûdi ve Hıristiyanlara Uymak, Mirza Tokpınar, İnsan
Y., İst. 2003
10. İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y., İst.
1980
11. İlmi Kuşanmak, Kul Sâdi Yüksel, Misyon Yl, İst. 2001
12. Çağ ve Ulemâ, Kul Sâdi Yüksel, Misyon Y., İst. 2002
13. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y., İst. 1989, s. 192-102
14. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda/Ölçü Y., İst. s. 369-379
15. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y., İst. 1990, s.
103-107
16. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Sâlih Asğar, Hanif Y.,
İst, 1994, s. 166-176
17. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 161-261
18. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y., İst. 1993
19. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y., 2. bs. Erzurum, 1994, s. 55-69
20. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y., Ankara 1997,
s. 155-171, 254-261
21. İslâm Ülkelerinde İdeolojik Savaş, Çev. Akif Nuri, Çığır Y., İst. 1977
22. Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, İsmail Kara, Risale Y., İst. 1987
23. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri, I-III, Hasan Hüseyin Ceylan,
Rehber Y., 20.Bs. İst. 1993
24. Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslâm’a Bakışı, Ahmet İshak Demir,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Mrm. Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000
25. Türk Aydınının Din Anlayışı, Necdet Subaşı, Yapı Kredi Y. İst. 1996
26. Son Asır Türk Aydınının Kur’an’a Bakışı, Yitik Masumiyet, Ahmed Bedir,
Merkür Y., İst. 2003
27. Yeni Türkiye’de İslâmlık, Gotthard Jaschke, Türkçesi: Hayrullah Örs,
Bilgi Y., Ankara 1972
28. Osmanlı’da Modernleşme Sancısı, H. A. Ubicini, çev. Cemal Aydın,
Timaş Y., İst. 1998
29. Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Süleyman Seyfi
Öğün, Dergâh Y., İst. 1992
30. Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe, Neşet Toku, Beyan Y., İst. 1996
31. Modern Türkiye İçin Din’de Reform: Kemalizm I-II, Osman Nuri Çarman,
Tan Matbaası, İst. 1958
32. Türküm Diyenler İçin: Arapça Kur’an Okunamaz: Okunacağını İleri
Sürenlere Reddiye, Osman Nuri Çarman, İst.
33. Yükseliş Savaşımızda Jüpiter: Kur’an’da Atatürk ve Rus-Çin
İşkencesinde Türklük, Engin Arın, Atatürkçülük Kültür Y. İst. 1971
BEL’AM
- 129 -
34. Dinde Değil; Kur’an’da Reform, Nuray Pekdemir, Su Y., İst. 2000
35. Türk İnkılâbına Bakışlar, Peyami Safa, Ötüken Y., 5. Bs. İst. 1999
36. Türk İnkılabı, Celal Nuri İleri, Hazırlayan: Recep Durmaz, Kaknüs Y., İst.
2000
37. Atatürk Devri Fikir Hayatı, Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Y., Ank.
1992
38. Atatürk ve Din, İsmail Yakıt, Süleyman Demirel Ün. Y. İsparta 2000
39. Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürtaş, D.İ.B. Y., Ankara
40. Kemalizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
41. Hutbeler, D.İ.B. Y., Ankara 1973
42. İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler, D.İ.B. Y., Ankara 1981
43. Hümanizm ve Atatürk Devrimleri, Yümni Sezen, Ayışığı Kitapları, İst.
44. Türkçe İbadet, M. Enes Ergene, Feza Gazetecilik A. Ş. İst. 200
45. Din’de Reform Mes’elesi, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Güzel Sanatlar
Matbaası, Ank. 1957
46. Kur’an’la Uyarmak, Orhan Tutar, Kardeşlik Y. İst. 2004, s. 240-245
47. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y., Ankara 1997
48. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y., Terc. Ali Genceli, İst. 1972
49. Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, Rızâ Zelyut, Alan Y., İst.
1986
50. Şerait’ten Laikliğe, Sadık Albayrak, Sebil Y., İst. 1977
51. Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak, Şahsi Y., İst. 1973
52. Devrimler Cinâyeti, Şapka Devrimi, Dil Devrimi, Burhan Bozgeyik,
İttihad Y., İst. 1993
53. Devrimlerin Deviremediği, A. Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., İst. 1980
54. Devrimler ve Gerici Tepkiler, Sadık Albayrak, Araştırma Y., İst. 1990
55. Bazen Hazin, Bazen Rezil; Bu Vatanı terk edenler, Vehbi Vakkasoğlu,
Yeni Asya Y., İst. 1975
56. Önce Alkışladılar, Sonra Öldürdüler, Vehbi Vakkasoğlu, Yeni Asya Y., 4.
bs. İst. 1976
57. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Terc. İslâm Özkan,
Ekin Y., İst. 1996
58. Dini Tamir Dâvâsında Din Tahripçileri, Ahmed Davudoğlu, Sağlam
Kitabevi Y., 4. bs. İst. 1980
59. Doğru Yolun Sapık Kolları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., İst.
1978
60. Tarih Boyunca Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.,
İst. 1977
61. Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y., 5. bs.
İst. 1977
62. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi
Y., İst. 1995
63. Davet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Terc. Bilal Çakmaklı, Seçkin Y.,
2. bs. İst. 1988
64. Din Bürokrasisi, Davut Dursun, İşaret Y., İst. 1992
65. Türkiye’de Din-Devlet İlişkileri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, Şahsi Y.,
İsmail Kaya, İst. 1998
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
66. Ulema ve Dinî Otorite, Derleme, Heyet, Türkçesi: Kutlukhan Eren, İnsan
Y., İst. 1995
67. Osmanlı ve Safevilerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, Terc. Muhlis
Canyürek, Denge Y., İst. 1992
68. İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, Abdülaziz El-Bedrî, Kültür Basın Yayın
Birliği, İst. 1989
69. Tuğyana Karşı Ulema, M. Recep el-Beyyûmî, Terc. Nureddin Demir,
Eksen Y., İst. 1990
70. Din ve İdeoloji, Şerif Mardin, İletişim Y., 4. Bs. İst. 1990
71. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y., 7. bs. İst. 2000
72. Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, Jale Parla, İletişim Y., İst. 1985
73. Modernizme Geçiş Sürecinde İslâm Dünyası, İra M. Lapidus, çev. İ. Safa
Üstün, Mrm. Ün. İlâhiyat Fk. Vakfı Y., İst. 1996
74. Oryantalizm ve Oryantalistler: Yararları, Zararları, Mustafa Sibai, Terc.
Mücteba Uğur, Beyan Y. İst. 1993
75. Oryantalizm, Edwvard Said
76. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. İst.
77. Vahiyden Kültüre, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y., İst. 1991
78. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Vahyin Dininden Sapmalar, Hurafeler, Bid’atler,
Y. N. Öztürk, Yeni Boyut Y., 3. bs. İst. 2000
79. Hilâfetin İlgâsının Arka Planı, Mustafa Sabri Efendi, çev. Oktay Yılmaz,
İnsan Y., İst. 1996
80. İslâmî Hareket ve Özeleştiri Üzerine, Halis Çelebi, Terc. Metin Parıldı,
Rey Y., Kayseri
81. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Terc. A. Osman Kara,
Ravza Y., İst.
82. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Fersat Y.. 2. bs.
1990
83. İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y., İst. 1996
84. İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücâdelesi, Adnan Demircan, Beyan
Y., İst. 1996
85. Din İle Maddecilik Arasında Ezelî Savaş, Ebû’l-Hasan Ali el-Hasanî en-
Nedvî, İslâmî Neşriyat
86. Din-İnkılâp-İrtica, Peyami Safa, Ötüken Neşriyat
87. Din-Siyaset-Laiklik, Mehmet Emin Gerger, Nehir Y.
88. Dine Karşı Din, Ali Şeriati, çev. Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
89. Dindar Olmak Zorunda mıyız? Ahmet Vural, Türdav A.Ş. Y.
90. Laik Düzende Dini Yaşamak 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
91. Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, Ali Bulaç, İz Y.
92. Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Heyet, İlmî Neşriyat
93. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen, Marm. Ün. İl. Fak. Vkf. Y.
94. Türkiye’de Dinî Hayat, M. Emin Köktaş, İşaret Y.
95. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
96. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirza,
Sönmez Neşriyat
97. İbrahimî Dinlerin Diyalogu, İsmail Farukî, Pınar Y.
98. Din Eğitim Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Suat Cebeci, Akçağ Y.
99. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
BEL’AM
- 131 -
100. Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Komisyon, Risale Y.
101. Modern Dünyada Din, Lord Northobourne, İnsan Y.
102. Aydınların Din Saptırması, Fehmi Huveydî, İşaret Y.
103. Türkiye’de Manevî Buhran, Din ve Laiklik, Osman Turan, Boğaziçi Y.
104. Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Jean Paul Raux, İşaret Y.
105. Türkiye’de Yanlış Din Anlayışı, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
106. İlim ve Din, Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi Y.
107. Devletin Dini Olur mu? Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
108. Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildirileri, Heyet, Beyan Y.
109. Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
110. Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.
111. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.
112. Türkiye’de Vâizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar,
İFAV Y.
113. Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.
114. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit,
Çamlıca Y., İst. 2002
115. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice
Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y. İst. 2001
116. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı
Rivâyetler, Muhittin
117. Uysal, Yediveren Y., Konya 2001
118. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
119. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet
V. Y.
120. Kur’an ve Sünnete Göre Yahûdilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik,
Sabır Y.
121. Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y., İst. 1998
122. Kemalist Eğitim ve Din Düşmanlığı, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst.
1993
123. Çağdaş Bilimin Saplantısı, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
124. Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine, Korkut Tuna, İst. Ün. Ed. Fak. Y.
125. Batıda İlmî Skandallar, Ali Çankırılı, Adım Y. / Feza Y.
126. İlim Uğrunda, Abdülfettah Ebû Ğudde, Ebru Y.
127. İlim ve Âlim, Heyet, Ankara Fazilet Y. İlimlerin Özü, Nevî Efendi, İnsan Y.
128. Âlim, Mehmet Zahit Kotku, Seha Neşriyat
129. Din Anlayışı ve Müslüman Sorumluluğu, İbrahim Turhan, Haksöz sayı
20, Kasım 92
130. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
131. İslâmizasyon, İslâm’a Karşı İslâm (Özel Sayı) Kitap Dergisi, sayı 23, Ocak 89
132. Müsteşriklerin Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Yaklaşımları,
Sâlih Akdemir, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 31, sayfa 180-210,
1989
133. Yarım Fakih Din Yıkar, Ali Suavi, Hazırlayan: Mehmet Görmez,
İslâmiyat, 1, Sayfa 87-98, Ocak-Mart 1998
134. Kur’an’a Karşı Suikasd, Eşref Edip, Sebilürreşad, 11, 252, sayfa: 18-22,
Eylül 1957
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
135. Kur’an Çevirmeleri Neden Yanlışlarla Doludur, İsmayıl Hakkı
Baltacıoğlu, Yeni Adam Dergisi, 758, s. 4-5, Eylül 1957
136. İki Müslümanlık, Hüseyin Cahit, Fikir Hareketleri 66, sayfa 211-212, 24
Kanunu Sânî 1935
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Pazartesi, 25 Ocak 2021 06:12

Zulüm ve İstikbâr

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -19-
ZULÜM ve İSTİKBÂR
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
ZULÜM ve İSTİKBÂR
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-19-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Adâlet ve zulüm kavramları, tarihsel süreç içinde ciddi ölçüde anlam kaymasına uğramış kelimelerin başında gelir. Zulüm kavramının anlamı daraltılmış, adâlet kavramı da hiç de âdil olmayan yerlerin dağıtabileceği bir lutuf gibi algılanmaya başlamıştır. Vahyin, Allah’ın indirdiği hükümlerin dışında, onlara ters ve tümüyle zıt kurumların kararları ve verdiği hükümler “adâlet” diye kabul görmeye başlamıştır. Şirkin en büyük zulüm olduğu (31/Lokman, 13) halde şirkin hâkim olduğu ve İlâhî hükümlerle hükmedilmeyen yerlerden adâlet beklenilmeye başlanmıştır. Zulüm kavramının da anlam sahası iyice daraltılmıştır. Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir.
Adâlet hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermek; zulüm ise, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermemektir. Bu tanımlarda bilinmesi ve uygulanması gerekli olan husus, bir şeyin neyi hak ettiği, hak edenin hak ettiği ölçünün ne olduğudur.
Sık sık kullanılan kelimeler olduğu halde, adâlet ve zulüm, Kur’an’ın içini doldurduğu gibi kullanılmıyor. Bu yanlış kullanımla bu kavramlara ve bu kavramlarla ifade edilen hususlara zulmedilmiş oluyor. İnsanın kendine (nefsine) yapmış olduğu zulüm ise, hiç izah edilmiş bir kavram değil. Eşitlik ile adâletin karıştırıldığı da çokça görülen bir durum. İnsanlar dünyada adâletin nice durumlarda uygulanmadığını görünce, hâşâ Allah’ın adâletini sorgulamaya başlıyor. Dünyanın imtihan, âhiretin de ödül ve ceza yeri olarak mutlak adâletin tecelli edeceği yer olduğunu kabulde zorlanıp dünyada iyilerin hep ödül alması, kötülerin de cezasız kalmasını bekleyen nice insan, bu beklentileri çıkmayınca Allah’ı inkâr etmeye kadar işi götürüyorlar. Böylece kendilerine zulüm ve yazık etmiş oluyorlar.
İşte bu kitapta adâlet ve zulüm kavramları enine boyuna işlenmeye çalışılıyor. Ayrıca ikinci bölümde “İstikbâr” kavramına açıklık getiriliyor. Zulmün temel sebebi kibirdir, istikbârdır. Büyüklenme ve büyüklük taslamadır. Ama kendisi gibi âciz bir insanın önünde küçülmeye râzı olan “müstaz’aflar”dır onların azmasına ve ezmesine sebep olanlar. Onlar sırtlarında taşıdıkları için zâlim müstekbirlerin boyları büyük gözükür. Sırtlarından alaşağı edip
yere çaldıkları zaman müstekbirlerin ne kadar güçsüz ve âciz oldukları ortaya çıkar.
Her türlü zulme ve her tipten zâlime, her tipteki müstekbire karşı insanca tavrını gösteren, yeryüzündeki fitneyi ve zulmü kaldırmaya çalışan mücahid yiğitlere selâm olsun.
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
ZULÜM - ZÂLİM / 9
Zulüm; Anlam ve Mâhiyeti / 9
Zulmün Karşıtı Olarak Adâlet / 11
Adâlet, Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmektir / 12
Kur’ân-ı Kerim’de Zulüm Kavramı / 15
Hadis-i Şeriflerde Zulüm Kavramı / 20
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı / 22
Zulmün Çeşitleri / 24
Zâlim; Anlam ve Mâhiyeti / 27
Zâlim ve Zulüm Mantığı / 28
Kur’ân’a Göre Zâlimlerin Özellikleri / 31
Mazlum; Anlam ve Mâhiyeti / 33
Zulmün Cezası / 35
Zulme Râzı Olmamak / 39
Zâlime Karşı Tavır / 42
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR / 55
İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti / 55
İstikbâr Duygusu / 56
Müstekbir / 58
Müstekbirlerin İlki İblistir / 59
Müstekbir Tipler / 61
Müstaz’af / 64
Müstekbir ve Müstez’af Ilişkisi / 65
Müstaz’af Insan Grupları / 68
Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap / 71
İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri) / 73
İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler / 74
- 9 -
ZULÜM - ZÂLİM

Zulüm; Anlam ve Mâhiyeti

Zulmün Karşıtı Olarak Adâlet

Adâlet, Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmektir

Kur’ân-ı Kerim’de Zulüm Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Zulüm Kavramı

Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı

Zulmün Çeşitleri

Zâlim; Anlam ve Mâhiyeti

Zâlim ve Zulüm Mantığı

Zâlim Tipleri

Kur’ân’a Göre Zâlimlerin Özellikleri

Mazlum; Anlam ve Mâhiyeti

Zulmün Cezası

Zulme Râzı Olmamak

Zâlime Karşı Tavır
“Kırk gece (söyleşmek için) Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, zâlimler (kendilerine kötülük edenler) olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.” 1
Zulüm; Anlam ve Mâhiyeti
Yeryüzündeki her çeşit zulme ve her tipteki zâlimlere karşı çıkmak, İslâm Dini’nin en önemli emirlerinden biridir. İslâm’ın hâkim olması için de tüm zâlimlere isyan edilmesi şarttır. Bunu gerçekleştirmek için, önce zulüm ve zâlim kavramlarının iyi bilinmesi gerekir.
“Zulüm” sözcüğünün mastarı olan ‘zulmet’, nûr’un (ışığın) olmama durumudur, yani karanlıktır. “Zulüm”, kavram olarak, karanlık, haksızlık, hakkı yerine koymama, baskı, şiddet, hak yeme, eziyet ve işkence demektir. Zulm’ün halk arasındaki en yaygın mânâsı, haksızlık, baskı, işkence ve gaddarlıktır. Zulüm, bu anlamları kapsamakla beraber, Kur’an’da ve İslâm literatüründe daha geniş anlamlara gelmektedir.
Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden
1 2/Bakara, 51
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek,
haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı,
haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür.
Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden
başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma
esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür.
İslâmî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka
bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde,
onun izni olmaksızın tasarruf etmektir. Zulüm, yerli yerine
koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak
anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur” dan yoksun
olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında
bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu
tanımın işaretlerini görmek mümkündür.
Allah (c.c.) mutlak olan tek varlıktır. Varlığın ve ışığın kaynağıdır.
Nûr bir anlamda varlığı, zulmet (karanlık) ise yokluğu temsil
ederler. Nûr (ışık) görmeyi sağlar, yolları aydınlatır, eşyanın nasıl
olduğunu anlamamızı temin eder. Karanlık ise bunun karşıtıdır.
Karanlık (zulmet) hem yokluktur, hem korkudur. Zulmet insanların
yollarını şaşırmalarına sebep olur, karanlıkta onlar ne yapacaklarını
bilemezler, karanlık içinde sağa sola yalpa yapıp dururlar.
Allah (c.c.) insanları doğru yola (hidayete) sevketmek için gönderdiği
Din’e, ‘Nûr’2, bu Din’in kitabı olan Kur’an’a da yine ‘Nûr’
demektedir.3 Böylece ‘nûr’ İslâm’ın sembolü, ‘zulmet’ ise İslâm’ın
dışındaki inançların sembolüdür. Zulüm, yapısı gereği karanlıkları
ifade eder. Bu karanlıklar, inkâr, şirk, isyan gibi şeyler olduğu gibi;
haksızlık, işkence ve tecavüz de olabilir. Bunların her biri karanlık
gibidir, hakkın yerine konulmamasıdır; aydınlık gibi insana rahatlık
veren bir şey değildir. İnsanların uydurduğu dinler ise karanlıktır,
tümüyle zulmet’tir. Bu dinleri icat edenler ve bu bâtıl dinlere
uyanlar, devamlı karanlık içerisinde oldukları için, bocalar dururlar,
yanlış yollarını bir türlü düzeltemezler.
Zulüm, böylesine karanlık olan yolu, gidişi, anlayışı benimsemektir.
Allah’a ait ilâhlık hakkını başkasına vermektir. Haklının
hakkını vermeyip, ona haksızlık yapmaktır. Sapıklığı, isyanı, nefse
uyup da azmayı seçmektir. Eldeki servet ve iktidarla şımarıp insanlara
baskı uygulamak, onların haklarına ve hürriyetlerine tecavüz
etmektir.
2 9/Tevbe, 32
3 5/Mâide, 44-46
ZULÜM - ZÂLİM
- 11 -
Zulmün Karşıtı Olarak Adâlet
Zulüm, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik
ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya
çok tecavüzde bulunmaktır. Bu anlamda zulmün karşıtı adâlettir.
Adâlet: Bir işi yerli yerine (hakkı olan yere) koymak, her şeyi yerli
yerinde yapmak hak sahibine hakkını vermek, hak ve hukuka
uygunluk, doğru ve yerinde olmak anlamlarına gelir. İnsan-eşya
ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın
devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye
adâlet denir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği
şekilde yerine getirmektir. Yine adâlet, zâlimlerin cezalandırılması,
her ferdin lâyık olduğu mükâfatını veya cezasını almasıdır. Zulmün
ve haddi aşmanın zıddıdır. Lügat olarak, hakkaniyet, doğruluk
ve müsâvat gibi anlamlara gelir. Kötülükten arınmış vicdanın
ifrat ve tefritten uzak olarak itidal çizgisinde gördüğü her çeşit
meşrû (şer’î) hareket mânâsına da kullanılır. Allah’ın indirdikleriyle
hükmedilen darü’l-İslâm’a “darü’l-adl” de denilir. Çünkü İslâm
dini, Allah’ın indirdiği ile hükmetmektir ki, esasen adâlet budur.
İmam Şâfii, er-Risale adlı kitabında “adâlet, Allah’ın emrine uygun
şekilde amelde bulunmaktır.” diye adâleti tanımlar.
Düzgün ve usûlüne uygun olmayan şey zulüm iken, bunun
tersi adâlet; şaşırtmak, bozmak, yoldan çıkarmak, karartmak zulüm
iken; tersi adâlettir. Adâlet, dengedir, orta yoldur, itidalden ve
orta yoldan ayrılmamaktır. Dosdoğru, düzgün ve tam yapmaktır.
Bir yönetim ilkesi olarak adâlet, iki kişi ve bireyle toplum arasındaki
ilişkilerde ilâhî yasalara uygun davranmak, haklıya hakkını
tam olarak ödemek; suçluya cezasını vermede gevşeklik yapmamak
demektir.
“Allah adâlete uyanları sever.”4; “Andolsun, biz elçilerimizi açık delillerle
gönderdik ve onlarla beraber Kitab’ı ve adâlet ölçüsünü indirdik ki, insanlar
adâleti yerine getirsinler.”5; “De ki: ‘Rabbim bana adâleti emretti.” 6
Kur’an’da tâğutun huzurunda muhâkeme olmak ve tâğuttan
adâlet beklemek haram kılınmıştır.7 Çünkü tâğutlar, Allah’ın indirdiği
hükümlerle değil; kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan
kanunlarla hükmederler. Bu ise adâlet değil; zulümdür. İslâm topraklarında
adâlet mefhumu korkunç değişikliğe uğramıştır. Tâğutî
iktidarlar, kendi kanunlarını, “adâlet” kavramını kullanarak
4 60/Mümtehıne, 8
5 57/Hadid, 25
6 4/Nisâ, 105
7 4/Nisâ, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
kitlelere kabul ettirmek gayretindedirler. Dolayısıyla zulüm,
adâlet olarak sunulmaktadır. Müslümanlar “adâlet” ve “zulüm”
kavramlarının mahiyetini kavradıkları ve bu istikamette görevlerini
yerine getirdikleri zaman, gerçek bir inkılab ortaya çıkar.8
Nice insan, eşitlikle adâleti karıştırıyor, aynı zannediyor. Hâlbuki
mutlak eşitlik, yani her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması,
adâlete zıttır. Eşit olmayan konularda insanlara eşit davranmak
da adâlet değil; zulümdür.
Allah (c.c.) kendi sözünün (Kitab’ının) doğruluk bakımından
da adâlet bakımından da tastamam olduğunu belirtiyor.9 Öyleyse
adâlet ve doğru olmak, O’nun sözüne (Kitab’ına) uymakla gerçekleşir.
Kur’an’a göre gerçek adâletin ölçüsü hakka uymaktır.10
Hak neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime aitse onu sahibine
vermek, hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakkı
ölçü almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adâlet yerine
getirilir.
İslâm, hakların yerine ulaşması için adâleti emrederken ilâhî
adâletin de âhirette herkese hakkını vereceğini, hiç kimseye haksızlık
yapılmayacağını bildiriyor.11 Mahkeme işlerindeki adâlet;
hak ile, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek şeklinde anlaşılmıştır.
Adâletle hükmedin diyen âyetler bunu emretmektedir.12 İman
edenlerin her konuda Allah’ın indirdiği ile hükmetmeleri Rabbimizin
emridir. Bunu yapmayanlar zâlim, fâsık veya kâfir olurlar.13
İnsanlar arasında hükmederken, hakemlik yaparken, hak konusunda
karar verirken, hatta çocukları eğitirken bile adâletli davranmak
İslâm’ın getirdiği önemli bir prensiptir.
Adâlet, Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmektir
Allah (c.c.) insanları doğru yola (hidayete) sevketmek için gönderdiği
Din’e, ‘Nûr’14 bu Din’in kitabı olan Kur’an’a da yine ‘Nûr’
demektedir.15 Böylece ‘nûr’ İslâm’ın sembolü, ‘zulmet’ ise İslâm’ın
dışındaki inançların simgesidir. Zulüm, yapısı gereği karanlıkları
ifade eder. Bu karanlıklar, inkâr, şirk, isyan gibi şeyler olduğu gibi;
haksızlık, işkence ve tecavüz de olabilir. Bunların her biri karanlık
gibidir, hakkın yerine konulmamasıdır; aydınlık gibi insana
8 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 30-31
9 6/En’âm, 115
10 7/A’râf, 159
11 21/Enbiyâ, 47; 10/Yûnus, 54
12 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 52
13 5/Mâide, 44, 45, 47
14 9/Tevbe, 32
15 5/Mâide, 44-46
ZULÜM - ZÂLİM
- 13 -
rahatlık veren bir şey değildir. İnsanların uydurduğu dinler ise
karanlıktır, tümüyle zulmet’tir. Bu dinleri icat edenler ve bu bâtıl
dinlere uyanlar, devamlı karanlık içerisinde oldukları için, bocalar
dururlar, yanlış yollarını bir türlü düzeltemezler.
Zulüm, böylesine karanlık olan yolu, gidişi, anlayışı benimsemektir.
Allah’a ait ilâhlık hakkını başkasına vermektir. Haklının
hakkını vermeyip, ona haksızlık yapmaktır. Sapıklığı, isyanı, nefsin
hevâsına uyup da azmayı seçmektir. Eldeki servet ve iktidarla
şımarıp insanlara baskı uygulamak, onların haklarına ve hürriyetlerine
tecavüz etmektir.
Adâlet, doğru oluşu zihinde sabitleşmiş şeydir. Düzgün ve usulüne
uygun olmayan şeye ‘cevr’ (haksızlık ve eziyet) denir. Doğruluk
ve düzgünlük kavramları, sapmazlığı ve şaşmazlığı da içerisine
alırlar. Adâletin anlam sahası içinde doğruluktan söz ederken;
haksızlıktan uzak olma, hakkaniyet sahibi olma manalarına da
işaret etmiş oluruz.
Said b. Cübeyr, ‘adl’ kavramını anlamını soran Halife
Abdülmelik’e (öl. 705) şöyle cevap verdi:
“Adl (adâlet) dört kısımdır: Birinci mânâsı; Allah’ın emrine uyarak
hükmedilirken adâletli davranmak, yani insaflı olmaktır.16
İkinci mânâsı; sözde, konuşmada, haberleşmede adâlet olması.
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Konuştuğunuzda ölçüyü aşmayın.”17
Üçüncü mânâsı; kurtuluşun sebeplerine sarılma, yani doğru
davranışlara, sâlih amele yönelme anlamındaki adâlet.18
Dördüncü mânâsı; Allaha eş koşmaktan sakınmaktır. “… Ne var
ki kâfirler Allah’a (muâdil) eş bulurlar.”19
‘Adl’ üzere yaratılan insanın da20 yeryüzünde ‘adl’ üzere davranması
gerekiyor. Çünkü adâlet; insan, toplum ve tabiat hayatının
nizamını (düzenini) sağlar. Bu adâleti sağlayacak olan da Tevhid
Dini’dir. Evrendeki mizan’ı (ölçüyü, dengeyi) koyan Allah (c.c.)
olduğuna göre,21 insan ve toplum hayatındaki dengeyi ve adâleti
de ancak O’nun koyduğu ölçüler sağlayabilir.
16 4/Nisâ, 54
17 6/En’âm, 152
18 2/Bakara, 123
19 6/En’âm, 1
20 82/İnfitâr, 6-7
21 55/Rahmân, 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
İslâm Toplumunda Adâlet
İslâm toplumunun temelinde Kitap ve Mizan vardır. Müslümanlar
Kitab’a uyarak, Mizan’ı yerine getirirlerse, yani ölçülü davranıp
aşırılığa, yanlış yollara sapmazlarsa, kıst’ı (adâleti) sağlarlar.
Mizan’ın dengesi bozulduğu zaman, adâlet kaybolur gider. İnsanlar
en tabii haklarını bile alamazlar. Toplumdaki zalimler gücü
ellerine geçirdikleri zaman da zulümler artar. Kitab’ın yanında indirilen
‹demir’ güç anlamında alınırsa, şöyle demek mümkündür:
Güç ve iktidar adâletin emrinde olmalıdır. Bunu sağlayacak olan
da insanların Kitab’a ve O’nun hükümlerine uyup, mizan’ı yani
ölçüyü korumalarıdır. O zaman hukukun üstünlüğü sağlanır ve
insanlar haklarına kolaylıkla ulaşırlar. Kendini hukukun üstünde
gören güçler, adâlet anlayışını çiğner geçerler.
Kur’an’ın emrine göre mü’minler, bütün davranışlarında
adâletli olmak zorundadırlar. Adâletli davranış kişinin kendi yaratılışındaki
dengeye ve düzene uyum sağlatır. Ölçülü hareket şüphesiz
insana mutluluk kazandırır, çevreye zarar vermekten kurtarır.
İnsan hayatına denge ve olgunluk ancak adâletin her sahada
uygulanması ile mümkün olur.
İslâm ümmeti ‘vasat bir ümmettir.’22 Buradaki ‹vasat’ kelimesini
tefsirciler ‹adâlet’ ile açıklamışlardır.23 Buna göre İslâm toplumu,
dengeli, aşırılıklardan uzak, adâleti yerine getiren uyumlu bir
toplumdur.
İslâm’a göre bütün insanlar bir ana-babadan meydana geldikleri
için birbirlerine karşı üstünlükleri yoktur. Doğuştan herkes
eşittir. Üstünlük ancak takva ile olabilir. Kim Allah’tan hakkıyla
çekinip korunursa onun derecesi daha üstün olur. 24
Adâlet aynı zamanda takvâya yakın olmanın şartlarından birisidir.
“Ey iman edenler, adâletli şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta
tutanlar olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adâletten ayırmasın. Adâlet
yapın ki o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korunun. Şüphesiz Allah, yapmakta
olduklarınızdan haberdar olandır.” 25
Dikkat çeken bir nokta da şurasıdır ki Allah (c.c.) kendi sözünün
(Kitabının) doğruluk bakımdan da adâlet bakımından da
tastamam olduğunu belirtiyor. Öyleyse adâlet ve doğru olmak,
O’nun sözüne (Kitabına) uymakla gerçekleşir.
22 2/Bakara, 143
23 Tabatabâî, El-Mizan, 1/323. S. Kutub, fi-Zılali’l Kur’an, 1/130. İbni Arabî,
Ahkâmu’l Kur’an, 1/61. Mevdudî, Tefhimu’l Kur’an 1/123
24 49/Hucurat, 13
25 5/Mâide, 8
ZULÜM - ZÂLİM
- 15 -
Kur’an’a göre gerçek adâletin ölçüsü hakk’a uymaktır.26 Hak
neyi gerektiriyorsa onu yapmak, hak kime aitse onu sahibine vermek,
hak ile hükmetmekten ayrılmamak, her konuda hakk’ı ölçü
almak, herkesin ve her şeyin hakkını korumakla adâlet yerine getirilir.
İslâm, hakların yerine ulaşması için adâleti ve kıst’ı emrederken
İlâhî adâletin de Ahirette herkese hakkını vereceğini, hiç
kimseye haksızlık yapılmayacağını bildiriyor. 27
Fıkıh açısından adâlet, mahkemede şahitlik eden şahitlerin ve
hükmeden hâkimlerin adil olmalarıdır. Kur’an, insanlar arsındaki
davaların çözüme kavuşturulabilmesi için ancak adâlet sahibi
kimselerin şahitliklerinin geçerli olabileceğini açıklıyor.28 Mahkeme
işlerindeki adâlet; hak ile hükmetmek şeklinde anlaşılmıştır.
Adâletle hükmedin diyen âyetler bunu emretmektedir,29 İman
edenlerin her konuda Allah’ın indirdiği ile hükmetmeleri Rabbimizin
emridir. Bunu yapmayanlar zalim, fâsık veya kâfir olurlar.30
İnsanlar arasında hükmederken, hakemlik yaparken, hak konusunda
karar verirken, hatta çocukları eğitirken bile adâletli
davranmak İslâm’ın getirdiği önemli bir prensiptir. Adâlet ise,
öncelikle, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmektir. Allah’ın indirdiği
hükümler adâlet, o hükümlerin dışında kanunlarla insanları yönetenler
zâlim,31 Allah’ın hükümleri dışındaki hükümler/yasalar
da zulümdür. Şirk en büyük zulüm,32 ancak Allah’ın hükümleri ise
adâlettir.
Kur’ân-ı Kerim’de Zulüm Kavramı
Kur’an’ın çok kullandığı kelimelerden biri de “zulüm” kelimesidir.
Aynı kökten gelen türevleriyle birlikte üç yüz on beş yerde
geçmektedir. Dilimize Arapça’dan giren bu kelimenin esas anlamlarını
en güzel Arapça ile inzâl edilmiş Kur’ân-ı Kerim’de buluruz.
Kur’an’da zulüm, hepimizin bildiği eziyet, işkence ve haksızlık yanında,
esas olarak hakkın zıddı, haktan sapma ve haddi aşma anlamlarıyla
kullanılır. Bu yüzden; Allah’ın koyduğu sınırı (hududu)
aşanlar zâlimdir.33 Allah’ın yasakladıklarını yaparak, insanlar kendi
(nefis)lerine zulmederler.34 Kâfirleri dost edinmek zulüm; onları
26 7/A’râf, 159
27 21/Enbiyâ, 47; 10/Yûnus, 54
28 65/Talâk, 2
29 4/ Nisâ, 58; 5-Mâide, 52
30 5/Mâide, 44, 45, 47
31 5/Mâide, 44
32 31/Lokman, 13
33 2/Bakara, 229
34 2/Bakara, 35, 131
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
dost edinenler de zâlimdir.35 Çünkü “kâfirler (in tümü) zâlimdir.”36;
“Şirk en büyük zulümdür.”37; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler,
zâlimlerin ta kendileridir.” 38
Kur’an’da zulmün değişik dozdaki anlamlarını ifade eden başka
kelimeler de kullanılır. Bunları şu şekilde sayabiliriz:
Bi ğayr-i hakk: Haksız yere anlamındaki bu terkip, zulümle aynı
anlamda birçok âyette geçer. 39
Bağy: Haksızlık, azgınlık, her türlü tecavüz, haddi aşma, aşırılık
konularında zulüm anlamına gelir. 40
Adv, adî, i’tedâ, mu’tedî: Bu kelimeler, haddi aşmak, hakka tecavüz
etmek, hakkı ve Allah’ın sınırlarını çiğnemek ve haksızlık
manalarında zulüm anlamı ifade eder. 41
İsrâf ve müsrif: Haddi aşmak, aşırı gitmek ve haddi aşan ve
taşkınlık eden manalarında zulümle aynı anlamda kullanılır. 42
Azâb, azzebe: Zulmün ileri şekli olan işkence ve işkence etmek
anlamındaki bu kelimeler de zulüm mânâsında kullanılır. 43
Kur’an’da Zulmün Anlamları
Zulm’ün Kur’an’da üç anlamda kullanılığını söyleyebiliriz.
1- Karanlık anlamında, nûr’un (ışığın) karşıtı olarak: “Hamd
gökleri ve yerleri yaratan, zulumâtı (karanlıkları) ve nûr’u (ışığı) var kılan
Allah’a aittir.” 44
2- Küfür, şirk, isyan ve fısk anlamında: “Hani Lokman oğluna
öğüt vererek demişti ki; “Ey oğlum, Allah’a şirk koşma. Hiç şüphesiz ki
şirk, gerçekten büyük bir zulüm’dür.”45; “Bizim âyetlerimizi yalan sayanlar
35 9/Tevbe, 23
36 2/Bakara, 254
37 31/Lokman, 13
38 5/Mâide, 45
39 Bk. 2/Bakara, 61; 3/Âl-i İmrân, 21, 112, 181, 155; 6/En’âm, 93; 7/A’râf, 33,
146; 28/Kasas, 39; 41/Fussılet, 15; 42/Şûrâ, 42; 10/Yûnus, 23; 22/Hacc, 40; 40/
Mü’min, 75
40 Bk. 2/Bakara, 173; 6/En’âm, 145-146; 16/Nahl, 90, 115; 28/Kasas, 76; 38/Sâd,
22, 24; 42/Şûrâ, 28, 39, 42; 49/Hucurât, 9
41 Bk. 2/Bakara, 229; 10/Yûnus, 90; 65/Talâk, 1
42 Bk. 39/Zümer, 53; 40/Mü’min, 28
43 7/A’râf, 141; 12/Yûsuf, 25; 20/Tâhâ, 47; 18/Kehf, 87; 14/İbrâhim, 6; 29/
Ankebût, 10; 38/Sâd, 41; 27/Neml, 21; 24/Nûr, 2
44 6/En’âm, 1; Zulmün bu anlamı için diğer örnekler olarak bk. 39/Zümer, 6; 6/
En’âm, 59, 63; 2/Bakara, 19; 13/Ra’d,16; 24/Nûr, 40 v.d.
45 31/Lokman, 13
ZULÜM - ZÂLİM
- 17 -
zulumât (karanlıklar) içerisinde sağırdırlar, dilsizdirler…”46; “Elif. Lâm. Râ.
Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları zulumât’tan (karanlıklardan)
Nûr’a (İslâm’ın aydınlığına), O güçlü ve hamde lâyık olan’ın yoluna çıkarman
için sana indirdik.” 47
3- İnsanlara karşı yapılan haksızlıklar ve baskılar anlamında:
Haksız yere adam öldürmek,48 hırsızlık yapmak,49 Allah’ın koyduğu
sınırları aşmak, böylece insanların hakkına tecavüz etmek,50
başkasının malını gasbetmek,51 ilâhlık taslamak veya halkına baskı
ve işkence etmek,52 başkasının hakkını fâiz yoluyla elinden almak,
fâiz yemek,53 mü’minlere baskı ve şiddet uygulamak, onları
yaşadıkları yerden sürüp çıkarmak,54 müstaz’af kimselerin hakkını
yiyip onlara baskı uygulamak55 bu gibi zulüm örnekleridir.
Kur’an, ısrarlı bir şekilde ve sık sık Allah’ın kullarına zulmetmediğini,
asla zulmetmeyeceğini, kullarına hiç bir şekilde haksızlık
yapmayacağını haber veriyor. İnsanların dünyada karşılaştıkları
geniş çaplı cezalar, sıkıntılar, zorluklar ve huzursuzluklar kendi
yaptıkları yüzündendir. Âhirette hesaptan sonra alınacak sonuç,
kavuşulacak ceza da yine insanların kendi hak ettikleridir, amellerinin
karşılığıdır. Allah (c.c.) kimseye zulmetmez, fakat insanların
bir kısmı kendi kendilerine zulmederler. 56
“Kırk gece (söyleşmek için) Mûsâ ile sözleşmiştik. O (huzurumuza
gelmek üzere aranızdan) ayrıldıktan sonra, zâlimler (kendilerine kötülük
edenler) olarak buzağıyı (tanrı) edindiniz.” 57
“Allah’ın mescidlerinde, Allah’ın adının anılmasına engel olan ve onların
harâb olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Aslında bunların
oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur).
Bunlar için dünyada bir rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.” 58
46 6/ En’am/ 39
47 14/İbrahim, 1-2; Ayrıca: 2/Bakara, 59, 165; 3/Âl-i İmran, 117, 135; 4/Nisâ,
168; 7/A’râf, 103, 162, 165; 11/Hûd, 67, 94; 51/Zâriya, 59 vb.
48 5/Mâide, 27-29
49 12/Yusuf, 75
50 65/Talak, 1
51 38/Sâd, 24
52 7/A’râf, 103
53 2/Bakara, 279
54 22/Hacc, 39
55 4/Nisâ, 75
56 2/Bakara, 57; 7/A’râf, 160; 9/Tevbe, 70; 29/Ankebût, 40; 3/Âl-i İmran, 25,
161; 6/En’âm, 160; 45/Câsiye, 22. v.d.
57 2/Bakara, 51
58 2/Bakara, 114
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
“...Allah tarafından indirilmiş bir şâhitliği (insanlardan) gizleyenden
daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.” 59
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler
edinir de onları, Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı
daha çok severler. Keşke zâlimler, azabı gördükleri zaman (anlayacakları
gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabına dayanmanın
zorluğunu önceden anlayabilselerdi.” 60
“Ey iman edenler! Kendisinde artık alışveriş, dostluk ve iltimas bulunmayan
gün (Kıyâmet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak
edin (Allah yolunda harcayın). Kâfirler/gerçekleri inkâr edenler, elbette
zâlimlerdir.” 61
“Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na şirk/ortak koşmaları
sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakından korku salacağız. Gidecekleri
yer de cehennemdir. Zâlimlerin varacağı yer, ne kötüdür!” 62
“...Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar
zâlimlerin ta kendileridir.” 63
“Kim Allah’a karşı yalan sözlerle iftira edenden veya O’nun âyetlerini
yalanlayandan daha zâlimdir? Şurası iyi bilinsin ki, zâlimler kurtuluşa ermezler.”
64
“De ki: Söyler misiniz bana! Size Allah’ın azabı ansızın veya açıkça
gelirse, zâlim toplumdan başkası mı helâk olur?” 65
“...Kim Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha
zâlimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirmelerinden ötürü azabın
en kötüsüyle cezalandıracağız.” 66
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve
kardeşlerinizi veliler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları velî/dost edinirse,
işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 67
“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Onlar
(Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şâhitler de, ‘işte bunlar
Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Biliniz ki, Allah’ın lâneti
zâlimlerin üzerinedir. Onlar (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu
eğriltmek isteyenlerdir.” 68
59 2/Bakara, 140
60 2/Bakara, 165
61 2/Bakara, 254
62 3/Âl-i İmrân, 151
63 5/Mâide, 45
64 6/En’am, 21
65 6/En’am, 47
66 6/En’âm, 157
67 9/Tevbe, 23
68 11/Hûd, 18-19
ZULÜM - ZÂLİM
- 19 -
“Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde
yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size
yardım edilmez.” 69
“Şüphe yok ki Allah, adâleti, ihsânı (iyiliği), akrabaya vermeyi (yardım
etmeyi) emreder. Fahşâyı (çirkin işleri), fenalık ve azgınlıkları/zorbalıkları
yasaklar. Size öğüt vermektedir; umulur ki düşünür ve tutarsınız.” 70
“Biz bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun varlık ve güç sahibi
önde gelenlerine emredeceğiz. Böylelikle onlar, onda bozgunculuk
çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın
ederiz.” 71
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi
elleriyle yaptığını unutandan daha zâlim kim vardır? Biz onların kalplerine,
bu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik.” 72
“Zâlimlere hiçbir yardımcı yoktur.” 73
“Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler, Allah’ı çok zikredenler ve
zulme uğradıklarında kendilerini savunanlar başkadır. Zâlimler, hangi
inkılâpla devrileceklerini yakında bileceklerdir.” 74
“Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine hak gelmişken onu yalan
sayandan daha zâlimi kimdir? Cehennemde kâfirlere yer mi yok?!” 75
“...Allah’a şirk/ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” 76
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden
daha zâlim kim olabilir? Muhakkak ki Biz, günahkârlara, ettiklerinin
karşılığı olan cezayı vereceğiz.” 77
“Zâlimler için koruyucu bir dost da, sözü yerine getirilen bir şefaatçi de
yoktur. (Allah) gözlerin hainliklerini ve göğüslerin saklamakta olduklarını
bilir.” 78
“Onlar(mü’minler), bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine
yardım ederler. Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Kim bağışlar
ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir. Elbette O, zâlimleri
69 11/Hûd, 113
70 16/Nahl, 90
71 17/İsrâ, 16
72 18/Kehf,57
73 22/Hacc, 71
74 26/Şuarâ, 227
75 29/Ankebut, 68 ve benzeri: 39/Zümer, 32
76 31/Lokman, 13
77 32/Secde, 22
78 40/Mü’min, 18-19
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, böyle hareket edenlerin
aleyhine bir yol (mes’ûliyet) yoktur (Onlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar).
Sorumluluk ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız
yere taşkınlık edenlere yönelir. İşte böylelerine acı bir azap vardır. Kim
sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.
Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur. Göreceksin
ki zâlimler, azabı görecekleri zaman, ‘geri dönülecek bir yol var
mı?’ diyecekler... Kesinlikle bilin ki, zâlimler sürekli bir azap içindedirler.” 79
“...Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” 80
“İslâm’a çağrılırken Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?
Allah, zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” 81
“...Kim Allah’ın hududunu/sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş
olur.” 82
“O (Allah), dilediğini rahmetine dâhil eder. Zâlimlere gelince, Allah,
onlar için elemli/ acıklı bir azap hazırlamıştır.” 83
Hadis-i Şeriflerde Zulüm Kavramı
Bir hadis-i rivayette şöyle buyrulur: Rasûlullah (s.a.s.), Allah
Teâlâ’dan rivâyet ederek şöyle buyurdu: “Allah buyurdu ki: ‘Ben zulmü
kendime haram ettim; Onu, sizin aranızda da haram kıldım. Öyleyse
sakın birbirinize zulmetmeyin!” 84
“Allah, zâlime muhakkak ki, mühlet verir de onu yakalayacağı zaman,
göz açtırmadan aniden yakalar.” Bu ifadeden sonra, Rasûlullah şu
âyeti okudu: “Onlar zulüm işlemekte iken ülkeleri (veya kuşakları) yakaladığı
zaman Rabbinin yakalayıvermesi işte böyledir. Gerçekten onu
yakalaması pek acıklı, pek şiddetlidir.” 85
“Mazlumun (bed)duâsından sakın. Çünkü mazlumun duası ile Allah
arasında (kabule mâni olan) hiçbir perde/engel yoktur.” 86
“Üç kimsenin duası red olunmaz: Orucunu açarken oruçlunun duası,
adâletli yöneticinin, bir de mazlumun duası. Allah (c.c.) mazlumun duasını
göklerin üstüne yükseltir ve duâ için gökyüzü kapıları açtırılır. Allah Teâlâ
79 42/Şûrâ, 39-45
80 49/Hucurât, 11
81 61/Saff, 7
82 65/Talak, 1
83 76/İnsan, 30
84 Müslim, Birr, 15, hds. no: 2577, 4/1994
85 11/Hûd, 102; Buhâri, Tefsir 161, hds no: 206; Müslim, Birr 61, 62 –2583- ; İbn
Mâce, Fiten 22, hds no: 4018)
86 Buhâri, Mezâlim 9, hadis no: 9, Cihad 180; Müslim, İman 7, hadis no: 19,
1/150; Ebû Dâvud, Zekât 5, hadis no: 1584; Tirmizî, Zekât 4, -625-
ZULÜM - ZÂLİM
- 21 -
da: ‘İzzetime andolsun ki, bir süre sonra da olsa sana yardım edeceğim’
buyurur.” 87
“Müslüman, diğer müslümanların onun elinden ve dilinden emin
oldukları kimsedir.” 88
Peygamberimize, “hangi cihadın daha faziletli olduğu” soruldu.
Buyurdu ki: “Zâlim bir sultanın (yöneticinin) yanında hakk kelimesini
konuşmaktır.” 89
“Kim bir kişinin zâlim olduğunu bilerek ona yardım etmek üzere zâlim
ile birlikte yürürse, İslâm’dan dışarı çıkmış olur.” 90
“Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat
eder.” 91
“İnsanlar, bir zâlimi görür, ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen
hepsi cezalanır.” 92
“Allah’ım, benim işitme ve görme duygularımı düzelt ve onları bana
vâris kıl (ölünceye kadar sahih ve sağlam olsunlar). Bana zulmedene karşı
bana nusret ver (yardım et) ve zâlimden intikamımı bana göster.” 93
“Kim bir kardeşinden haksız olarak bir şey almışsa (dinar ve dirhem
olarak) kıymetlenmeden aynı gün iâde etsin.(Aksi takdirde) Eğer iyi bir
ameli varsa, ondan haksızlık ettiği kadar alınır; yoksa, kardeşinin günahından
ona yüklenir.” 94
“Üzerinde (bir din kardeşinin) kendisine zulüm veya malına tecavüzden
doğmuş bir hak bulunan kimse, dinar ve dirhem (para) bulunmayacak
gün (kıyâmet) den önce, bu gün dünyada mazlumdan o hakkı bağışlamasını
istesin. (Helâllaşmadığı takdirde) zâlimin sâlih ameli varsa ondan
zâlimin zulmü miktarı alınır (da mazluma verilir). Eğer zâlimin haseneleri
(sevapları) bulunmazsa, mazlumun seyyielerinden (günahlarından) alınıp
zâlim üzerine yükletilir.” 95
“Müflis (iflâs eden) kimdir bilir misiniz?” Ashâb: ‘Bizim aramızda
müflis, hiçbir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir’ dediler. Bunun
üzerine: “Gerçekten benim ümmetimden müflis, kıyâmet gününde
87 Tirmizî, Deavât 129, Hadis no: 3598, 5/578
88 Buhâri, İman 4, 5, Rikak 26; Müslim, İman 64, 65; Ebû Dâvud, Cihad 3;
Tirmizî, Kıyâme 53, İman 13
89 İbn Mâce, Fiten 20, Hadis no: 4012, 2/1330
90 İbn Kesir, Hadislerle K. K. Tefsiri, c. 5, s. 2089; Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
91 Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih
92 Tirmizî; Tuhfetu’l Ahvezî Şerhu Câmiu’t Tirmizî, 8/423
93 Buhâri, Edebu’l-Müfred, 82, hadis no: 649-650
94 Buhâri, Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, c. 5, s. 161
95 Buhâri, Mezâlim 10; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 1, hds no: 2534
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna
zina isnadında bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, diğerini
dövmüş olarak gelecek; buna hasenâtından, şuna hasenâtından
(sevaplarından) verilecektir. Şayet dâvâsı görülmeden hasenâtı biterse,
onların günahlarından alınacak ve bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme
atılacaktır. (İşte müflis budur.)” 96
“Kıyâmet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta
boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.” 97
“Şüphesiz ki zulüm, kıyâmet gününde zulumât/karanlıklar (olacak)dır.” 98
“Kim arzdan bir parça yeri haksız zabt ederse, (kıyâmet gününde) yerin
yedi katı halka gibi onun boynuna geçirilir.” 99
“Kim yemini ile bir müslümanın hakkını elinden alırsa, o kimseye Allah,
cehennemi vâcip kılmış, cenneti de haram etmiş demektir.” Bu söz
üzerine ashabdan bir zât: ‘Pek az bir şey olsa da mı ya Rasûlallah?’
diye sormuş, Rasûlullah da (s.a.s.): “Misvak ağacından bir çubuk dahi
olsa (yine böyledir)” buyurmuştur. 100
“Zulüm üç türlüdür. Bir zulüm vardır ki, Allah onu affetmez. Bir zulüm
vardır ki, Allah onu affeder. Bir zulüm vardır ki, Allah onun mutlaka hesabını
sorar. Allah’ın affetmediği zulüm şirktir. Çünkü Allah ‘şirk, büyük
bir zulümdür’101 buyurmuştur. Allah’ın affedeceği zulüm; kulların kendi
nefislerine karşı işlediği zulümdür. Rableri ile kendi aralarındaki işlerde
(emre itaat ve yasaklardan kaçınmak noktasında) yaptıkları hatalardır.
Allah’ın hiç bırakmayıp, mutlaka hesabını soracağı zulüm ise kulların birbirlerine
karşı hayâsızlıklarıdır. Allah, bunların hesabını sorar ve zâlimleri
cezalandırır.” 102
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı
Câhiliyyenin adâlet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla
ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece
fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık
olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara
inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez.
96 Müslim, Birr ve’s-Sıla, 59 hadis no: 2581
97 Müslim, Birr ve’s-Sıla, 60, hds no: 2582; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 1, hds no:
2535
98 Buhâri, K. Mezâlim ve’l-Gasb, 8, hadis no: 8; Müslim, K. Birr ve’s-Sıla, 57,
hadis no: 2579
99 Buhâri, K. Mezâlim ve’l-Gasb, 13-15; Müslim, K. Müsâkat, 137, 142 hadis
no: 1610, 1612
100 Müslim, İman 61, hadis no: 218; Nesâi, Âdâbu’l-Kudât, 30 hds no: 5384
101 Lokman, 13
102 Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbn Kesir, I/508
ZULÜM - ZÂLİM
- 23 -
Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün
farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan
dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları
çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu
hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden
câhiliyye mensupları, müşrikçe inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını
(ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır
almasını ise zulüm olarak değerlendirir.
Câhiliyyenin zulüm hakkındaki anlayışını Kur’an’dan bir örnekle
sergileyelim: Kur’an’a göre put kırmak değil; puta tapmak
zulümdür, hem de en büyük zulüm. Müslüman da zulme tepki
gösteren kişidir. Zâlimin zulmüne engel olmak, kahramanca bir iş
kabul edilmesi gerektiği halde, Hz. İbrahim’in putları kırmasının,
putperest câhiliyye mensuplarınca bir zulüm olarak nitelendiğini
Kur’an bize haber verir. “Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Kim cür’et etti
ilâhlarımıza bunu yapmaya! Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler.”103
Görülüyor ki, zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak, putperestlerin
bakış açısından büyük bir zulüm olarak değerlendirilmektedir.
İzutsu bu konuda şunları söyler: Zulüm, esasen kişinin meseleye
bakış için seçtiği mihenge/ölçüye göre izâfî/görecelidir.
Kâfirlere göre putların tahribi bir zulüm eylemi teşkil etmektedir.
Zira, müşrikler açısından bakıldığı zaman, bunun yapılması için
hiçmi hiç neden yok iken, mü’minler açısından aynı hareketi haklı
gösterecek birçok sebep bulmak mümkündür. Benzer biçimde,
müslümanların, sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için kâfirler
tarafından evlerinden çıkarılmaları onlar için, hiçbir haklı sebebe
dayanmayan inkârı imkânsız bir zulüm fiilidir. Ancak, kâfirlerin
bakış açısından, İslâm’ın tek Allah inancı, kendilerinin mü’minlere
karşı bu şekilde davranmaları için yeterli sebebi rahatlıkla sağlamaktadır.
104 “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğradıkları
için (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma
mutlak surette kadirdir. Onlar ki, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için
haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” 105
Firavun’un İsrâil oğullarını köleleştirmesi, erkek çocuklarını öldürüp
kız çocuklarını sağ bırakmaya varan zulümleri,106 Firavun
ve ona bağlı olanlarca normal bir durum olarak kabul edilirken;
bu apaçık zulme karşı çıkan Hz. Mûsa, fitne ve fesad çıkaran bir
103 21/Enbiyâ, 59
104 Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dini ve Ah. Kavramlar, s. 226
105 22/Hacc, 39-40
106 Bk. 2/Bakara, 49-51
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
nankör olarak nitelenir.107 Meselenin hakikatini ve içyüzünü Hz.
Mûsa Firavun’un suratına şöyle çarpar: “O başıma kaktığın nimet,
İsrâiloğullarını köle yapman (yüzünden)dir.” 108
Kur’an, şirkin ve dolayısıyla zulmün sebeplerinden birinin,
ataların yolunu körü körüne sürdürme ve taklit olduğunu belirtir.
Geleneği sürdürme alışkanlıkları, câhiliyye tarafından bir hak
ve haklılık olarak benimsenir. O yüzden câhiliyye düşüncesinde,
zulüm normal bir vaka, câhiliyye yönetiminde de doğal bir icraat
olarak kabul edilir. Zulme adâlet, adâlete de zulüm dendiği, kavramların
ters yüz edildiği de sıkça görülür.
Câhiliyye anlayışında câhiliyyet hamiyyeti/taassubu söz konusudur.
109 İster haklı ister haksız olsun, yakın akrabasını, hatta
kendi sülâlesini, hemşehrisini, vatandaşını kayırma duygusu vardır.
Dolayısıyla “kendi yakınları, hata etmez, zulm etmez, her zaman
haklıdır; ona karşı olanlar da her durumda zulüm içindedir” anlayışı
câhiliyyenin bu konudaki yaklaşımlarından biridir.
Zulmün Çeşitleri
Zulümden bahseden âyetlere ve hadislere baktığımız zaman
üç türlü zulümden söz etmek mümkündür:
a- İnsanın Allah’a Karşı İşlediği Zulüm
Bu, insanların Allah’a şirk koşmaları veya küfr içinde, inkârcı
olmalarıdır. Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde zulüm, kâfirlerin
bir özelliği olarak geçmektedir. Kur’an birçok yerde kâfirlere ve
müşriklere zâlim demektedir.
“İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar (var ya), işte emniyet/
güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.”110 Bu âyet nazil
olunca, imana zulüm karıştırma meselesi sahabelere ağır geldi.
Peygamberimiz’e dediler ki: “Kim imanına zulüm karıştırmayabilir?”
Peygamberimiz şöyle buyurdu: “İş böyle değildir. Siz Lokman’ın
(a.s.) oğluna, ‘Ey oğlum, Allah’a şirk koşma, şüphesiz şirk en büyük zulümdür’
111 sözünü işitmediniz mi?” 112
Allah’ı inkâr ederek ilâhlık dâvâsına kalkışanların bu tavrı
da bir zulümdür. Çünkü onlar böylelikle Allah’ın ilâhlık hakkına
107 26/Şuarâ, 18-19
108 40/Mü’min, 26; 26/Şuarâ, 22
109 48/Fetih, 26
110 6/En’am, 82
111 31/Lokman, 13
112 Buhâri; Müslim, nak. Muht. İbn Kesir, 3/65
ZULÜM - ZÂLİM
- 25 -
tecavüz etmektedirler.113 Bunun tipik örneği Firavun’un yaptıklarıdır.
114 Peygamberlerini dinlemeyen, onların getirdiği âyetleri yalan
sayanların bu hareketi bir zulümdür.115 Bu gibi inkârcı zâlimler
hak ettikleri cezaya daha dünyada iken kavuşurlar.116 Kendi
hevâlarına uyup da Allah’ın vahyine itaat etmeyenler de zulüm
içerisindedirler.117 Allah’ı bırakıp başka putlara (ilâhlara) ibâdet
edenler de zulmetmiş olurlar.118 Allah’a iftira etmek, O’nun adına
din uydurmak da zulümdür. 119
Örneklerde görüldüğü gibi zulüm; küfrün ve şirkin diğer adıdır.
İnkârcıların ve müşrilerin yaptıkları yanlışlık ‘zulüm’, kendileri
de ‘zâlim’ diye niteleniyor. Onların yaptığı karanlığa davetiyedir.
Onlar bir taraftan Allah’ın zulmet (karanlık) dediği çıkmazları tercih
ederken, bir taraftan da Rablik ve ilâhlık hakkını başka varlıklara
vermektedirler. Bütün zulümlerin temelinde insanın Allah ile
olan ilişkisini yerli yerine oturtmaması vardır. Bu sebepledir ki şirk,
küfür, yalanlama, fısk ve cehaletin her türlüsü Kur’an’da zulüm
olarak tanımlanır.120 Şirk ve küfür gibi zulümler içinde bulunan insanın
günahlarını Allah bağışlamayacaktır.121 Çünkü şirk ve küfür
büyük bir zulümdür. Biliyoruz ki, ilâh, rab ve melik olma Allah’ın
hakkıdır ve insanın yalnızca Allah’ı rabb, ilâh ve melik olarak tanıması
gerekir. Bu hakkı sahibine vermeyen insan, birinci derecede,
yani en büyük zâlimdir. 122
b- İnsanlar Arasındaki Zulüm
Zulüm, aynı zamanda insanların diğer insanlara, içinde yaşadıkları
topluma ve tabiata, diğer canlılara karşı işledikleri suçlar,
haksızlıklar ve tecavüzlerdir. Bu bir anlamda kişi ve kamu haklarının
ihlâlidir. Bu ihlâli ister kişi yapsın, ister bir topluluk, isterse
siyasî otoriteler yapsın; hepsi zulümdür. Bütün diktatörler, bütün
despot ve baskıcı rejimler zulme başvururlar, elleri altındaki insanların
haklarını gasp ederler. Kurulan zulüm düzenleri insanların
en doğal haklarını vermezler, onlara baskı ve şiddet uygularlar.
113 21/Enbiyâ, 29
114 7/A’râf, 103
115 11/Hûd, 37
116 11/Hûd, 67, 94; 17/İsrâ, 59
117 30/Rûm, 29
118 37/Saffât, 22
119 3/Âl-i İmrân, 94
120 6/En’âm, 68, 93; 9/Tevbe, 23; 21/Enbiyâ, 2, 3, 5; 22/Hacc, 52-53; 39/Zümer,
32; 11/Hûd, 18-19; 2/Bakara, 114; 4/Nisâ, 168
121 4/Nisâ,168
122 31/Lokman, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Allah (c.c.) insanın cüz’î iradesini eline vermiş, ona müdahale
etmemiştir. Bunun anlamı; dileyen iman eder, dileyen etmez.
Sonucuna katlanmak şartıyla dileyen ibâdet eder, dileyen etmez.
Allah (c.c.) kendi yarattığı ve ni’met verdiği insanın iradesine ipotek
koymamıştır. Ancak insanların kurduğu nice zulüm sistemleri
başkalarının iradelerine müdahale ederler. Onlara ‘şöyle inanacaksınız,
böyle düşüneceksiniz, şöyle giyineceksiniz, böyle yaşayacaksınız’
diye dayatırla r. Şüphesiz bu zulümdür.
İnsan hakları ihlâlleri, tabiatın acımasızca tahribi, hayvanların,
ormanların, yeşil alanların ve yeraltı zenginliklerinin yağmalanması
birer zulümdür. Kişinin mahkemede, iş yerinde, başka yerlerde
hakkını alamaması zulümdür. Başkalarının hakkına engel olmak,
rüşvet, torpil veya benzeri yollarla başkalarına ait bir hakkı
almak, görevi kötüye kullanmak, emanate ihanet etmek zulümdür.
Bütün işkence şekilleri, inançlara saldırılar, inançları yaşamanın
önündeki engeller, kişilerin kimliğini ifade etmelerine engel
olma, ırk ve bölge ayrımcılığı, sınıf kavgaları, dilleri ve kültürleri
yasaklamak, ırk, dil ve renk gibi farklı dünyevî ve maddî unsurları
yükseklik veya aşağılık sebebi saymalar birer zulümdür. Resmî ideolojilere
inanmayanlara ikinci sınıf insan muamelesi yapmak, onların
haklarına engel olmak, onlara tepeden bakmak da zulmün
başka bir çeşididir. Yine, adam öldürmek, hırsızlık yapmak, gasp,
soygun, baskı ve şiddet; zulümden başka bir şey değildir.
İnsanlara en güzel hayatı İslâm gösterdiği gibi, insanlar arasında
adâleti de ancak İslâm’ın kuralları sağlayabilir. İslâm, insanların
haklarını ve bu haklara riayet etmeyi en güzel şekilde göstermiştir.
Allah’ın hükümleri, hayatı düzene koyan hükümlerdir.
Bundan dolayı kişi veya siyasî otorite olarak, Allah’ın indirdiği
hükümlerle hükmetmemek zulme sebep olur. Buna sebep olanlar
da zâlimlerdir. 123
c- İnsanın Kendi Kendine Zulmü
İnsanın kendi kendine zulmü, ya şirke veya küfre bulaşarak
olur, ya da inandığı halde Allah’a isyan ederek, yani günah işleyerek
olur. Nitekim Hz. Âdem ve eşi, cennetten, orada yaptıkları
hata sebebiyle çıkınca şöyle dua ettiler: “Rabbimiz, biz nefislerimize
zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve rahmet etmezsen, gerçekten
zarara uğrayanlardan oluruz.”124 Mü’minler, nefislerine zulmettikleri
veya bir çirkin iş (fâhişe) işledikleri zaman hemen Allah’ı hatırlayıp,
123 5/Mâide, 44
124 7/A’râf, 23
ZULÜM - ZÂLİM
- 27 -
bağışlanma isterler. Buradaki nefse zulmetmek, günah işlemek
anlamındadır. 125
Kur’an, gerek dünyada gerek âhirette azabı hak edenlere
Allah’ın kesinlikle zulmetmediğini, fakat onların kendi kendilerine
zulmettiklerini ısrarlı bir şekilde vurgular. “Allah, insanlara hiç bir
şeyle zulmetmez. Fakat onlar kendi nefislerine zulmederler.” 126
Kendilerine kitap gönderilen insanların kimi nefsine zulmeder,
kimi de Allah’ın izniyle hayırda öne geçer127. Mü’min olduğu halde
günah işlemek, hata etmek veya isyanda bulunmak suretiyle
nefsine zulmedenler, Allah’ı Ğâfur (bağışlayıcı) ve Rahim (rahmet
sahibi) olarak bulurlar. 128
Hz. Al i şöyle der: “Bir kimse birine zulmettiği veya bir kötülük
yaptığı zaman, hakikatte kendisine zulmetmiş olur. Çünkü
Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da: “Kim iyilik yaparsa, kendisinin lehine; kim de
kötülük yaparsa, kendisinin aleyhinedir.”129 buyurmuştur.
Ülkelerin, toplumların ve uygarlıkların çöküş nedeni zulümdür.
Toplum içerisinde servetiyle şımaranlar, ellerine iktidar gücünü
geçirenler adâletle iş görmezlerse zulme saparlar. Zâlimler
hevalarına (kendi nefislerinin arzularına) uyarlar. Onlar, akıllarını
yerli yerinde kullanmayan cahillerdir. Tuğyan eden, azıp yoldan
çıkan tâğutlar da zulüm yapmaktan geri durmazlar. Onlar adâlet
ölçülerine zaten uymazlar. Bulundukları konuma, sahip oldukları
güce ve iktidara hak ederek gelmedikleri için, bunları korumak
üzere devamlı zulme başvururlar. 130
Zâlim; Anlam ve Mâhiyeti
‘Zâlim’, zulmet mastarının fâil (özne) ismidir. ‘Zâlim’, zulmeden,
zulüm işleyen kimse demektir. Zâlim, zulmün taşıdığı bütün
olumsuz anlamların bizzat yapıcısı, meydana getiricisidir. Zulüm,
esas itibariyle çok olumsuz bir eylemdir ve ‘zâlim’ de bu olumsuz
eylemin öznesidir. Günlük dilde zâlim; merhametsiz, haksızlık yapan,
gaddar ruhlu, işkence eden, baskı yapan kimsedir. Zâlim, hak
sahiplerine hakkını vermediği gibi, baskı ve şiddetle başkalarının
hakkına tecavüz eder, onlara kötülükte bulunur. Günlük dildeki
125 3/Âl-i İmrân, 135; ayrıca bk. 4/Nisâ, 64, 110
126 10/Yûnus, 44; ayrıca bk. 9/Tevbe, 70; 29/Ankebût, 40; 2/Bakara, 57; 7/A’râf,
160; 16/Nahl, 33, 118 vd.
127 35/Fâtır, 32
128 4/Nisâ, 110
129 41/Fussılet, 46
130 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 786-788
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
bu kullanım, Kur’an’daki kullanımla karşılaştırınca yanlış değil;
ama eksik bir anlamdır.
Mevdûdi, zâlim kelimesini şöyle açıklar: Arapça zâlim kelimesi
çok geniş kapsamlı bir kelimedir. Zulüm, “bir hak veya görevi
ihlâl etmek”tir. Zâlim ise, bir hak veya görevi ihlâl eden kişidir.
Allah’a isyan eden bir kişi üç temel hakka tecavüz etmiş demektir.
İlk olarak o, itaate lâyık olan Allah’ın haklarına tecavüz etmiştir.
Daha sonra isyanına âlet ettiği tüm eşya ve varlıkların, örneğin
kendi organ ve yetilerinin, diğer insanların, işlerine yardım eden
meleklerin ve zulmü sırasında kullandığı bütün her şeyin haklarına
tecavüz etmiş olur. Çünkü bütün bunların, Allah’ın dileği doğrultusunda
kullanılmaya hakkı vardır. Son olarak, kendi haklarına
tecavüz etmiş olur; çünkü kendi nefsinin de kendisi üzerinde, kendisini
ziyana uğratmaktan korumak gibi bir hakkı vardır. Kendisi
isyan etmek suretiyle Allah’ın azâbına uğradığında da, kendisine
zulmetmiş olur. Bu nedenle Kur’an, günahı, birçok yerde zulüm
olarak niteler.131
Kur’an, ‘zulüm’ ve ‘zâlim’ kavramlarını çok sık kullanmaktadır.
Zâlim kelimesi öncelikli olarak, inkârcıların önemli bir sıfatıdır.
Aslında küfür ve şirk en büyük zulümdür. Bu anlamda müşrikler
zâlimlerin ta kendileridir. Çünkü Allah’a ait olan ilâhlık hakkını
yerine getirmiyorlar, bu hakkı inkâr etmek veya birden fazla ilâh
tanımak suretiyle başkalarına veriyorlar. Onların içinde bulundukları
küfür ve şirk hali karanlıktan başka bir şey değildir. Zulüm
zihniyeti taşıyanlar hem kendileri için hem de başkaları için karanlık
taşırlar, karanlık üretirler, karanlık işler çevirirler. Çevrelerinde
hep karanlık vardır. Yaptıkları işlerin aydınlık bir yönü yoktur.
Zâlim ve Zulüm Mantığı
Zulüm, yaratılış düzenindeki uyumu, imar ve ıslahı bozmaktır.
Öyleyse bu anlamda en büyük zâlim, kötü insandır. Yaratılış düzenini,
tabiatı ve toplum bünyesindeki dengeyi hep bu kötü insan
tipi bozmaktadır.
Göklerin ve yerin Nûr’u olan Allah,132 nûr saçan bir kandil (çerağ)
olan Peygamberi aracılığıyla,133 yine Nûr olan, baştanbaşa aydınlık
olup insanları aydınlığa çağıran bir ilâhî kitap gönderdi.134
Bu ilâhî kitap ve Allah’ın nûr olan elçisi bütün insanları Nûr’a, yani
131 Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, c. 1, s. 65
132 24/Nûr, 34
133 33/Ahzâb, 46
134 5/Mâide, 15
ZULÜM - ZÂLİM
- 29 -
aydınlığa, her şeyin en güzeline, doğrusuna, Hakka ve adâlete,
karanlık gibi olmayan iyiliklere dâvet ediyor. Allah böylece insanları
karanlıklardan (zulumât’tan) Nûr’a (aydınlığa) çıkarmak istemektedir.
135
Bütün bunlara rağmen bu Nûr’u görmek istemeyenler, bu
Nûr’un getirdiği düzeni beğenmeyenler, iradelerini ve isteklerini
bu Nûr’a bağlamayanlar, kendi hevalarına (aşırı istek ve arzularına)
uyarak, kendileri karanlıkta kaldıkları gibi, çevrelerini de karartırlar.
İnsanın benliğinde ve yeryüzünde dengeyi kurmak için
gönderilmiş olan ilâhî ilkeleri, yaşama düzenini reddederler. Haddi
aşarlar, yoldan çıkarlar, ölçüsüz hareket ederler, bozgunculuk
yaparlar ve olması gereken dengeyi bozar, kaosa, haksızlığa, zulme
ve adâletsizliğe yol açarlar. İşin garibi bu gibi insanlar, kendileri
-Kur’an’ın deyişi ile- karanlıkta (zulumât’ta) oldukları, üzerinde
bulundukları yol ve anlayış zulüm olduğu halde, onlar bu kötü
durumlarını görmezler, Allah’ın dinine karanlık, insanları Allah’ın
dinine dâvet edenleri de karanlık davetçisi diye suçlarlar. Kimileri
de ya kör inadı sebebiyle, ya da aşırı cahil olması yüzünden,
Allah’ın insanlar için seçtiği aziz İslâm’ı ortaçağ karanlığı gibi zanneder.
Hâlbuki Allah (c.c.) kendi doğru yoluna, İslâm’a nur/aydınlık;
diğer yollara da karanlıklar demektedir. İşte bu tür insanların
yaptıkları zulüm; kendileri de zâlimdir.
Zâlim Tipleri
Üç çeşit zâlim vardır. Birincisi: Allah’a karşı isyan eden kâfir
veya Allah’a ortak koşan müşriktir. Allah’ın âyetleri kendisine hatırlatıldığı
zaman kibirlenerek yüz çeviren inkârcılar zâlimdirler.136
Allah’ın âyetlerine yalan veya uydurma diyenler de aynı durumdadırlar.
137 Allah (c.c.) hakkında kafasına göre yalan uyduran ile ‘ben
vahy aldım, Allah’ın gösterdiğini aynen gösteririm’ diyen iftiracı
da zâlimdir.138 Allah (c.c.)’ın yolunu tıkamak isteyenler ile, mescidleri
tahrib eden veya oralarda Allah’a ibâdet edilmesini engelleyenler
de zâlimdir. 139
Şirk, şüphesiz en büyük zulümdür.140 Şirk koşan müşrikler de
zâlimlerin ta kendileridir. Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.) Tûr dağında iken
buzağıyı ilâh edinip tapınanlara da zâlim demektedir. Çünkü
135 2/Bakara, 267
136 18/Kehf, 57
137 62/Cuma, 5; 39/ Zümer, 32
138 6/En’âm, 93
139 2/Bakara, 114
140 31/Lokman, 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
onlar, insan eliyle yapılmış bir heykeli ilâh haline getirmişlerdir.141.
Kim Allah’a ortak koşup müşrik olursa, Allah ona Cennneti yasak
edecek ve bu gibi zâlimlerin yardımcıları olmayacaktır. 142
İkincisi: Toplum ve kişi haklarına tecavüz edenlerdir. Bu kamu
haklarına saldırı ve kişinin -ister doğuştan ister sonradan elde
ettiği- haklarını gasbetme, kişiye veya kamuya her türlü işkence,
baskı ve hak ihlâli şeklinde ortaya çıkar. Hak ve adâleti dağıtma
makamında olanlar, adâletten ayrılırlarsa; zâlim olurlar.
Devlet otoritelerinin fertlere ve toplumlara yaptıkları zulümleri
de bu kategoride değerlendirmek mümkündür. Halkına zulmeden,
onların haklarını vermeyen, toplum düzenini sağlamak
için gönderilmiş olan Allah’ın hükümlerini uygulamayan bütün
kişi ve rejimler zâlimdirler.143 Zulmün kişiden kitleye, kitleden kişiye
doğru gerçekleşmesi arasında fark yoktur. Zulüm zulümdür.
Kur’an, servet ve nimet sebebiyle şımaran, kendini büyük gören
sonra da insanlara hükmetmek isteyenlere ‘teref’ demektir.
Bu gibiler servetin sağladığı güçle insanlara tahakküm etmeye
yeltenirler, onların haklarını ellerinden alırlar ve onları ‘müstaz‘af’
haline getirirler. Otorite gücüyle, malıyla veya başka bir şeyle kibirlenen
ve kendilerini yüce görenlerin diğer adı ‘müstekbir’dir.
Onlar bu kibirleriyle şımarırlar, üstünlüklerini göstermek için despotluk
yapar ve insanların haklarına tecavüz ederler, onları kendi
çıkarları için kullanmak isterler. Bunların yaptıklarının zulüm
olması açısından, kişi ve kurum olması arasında, özel veya tüzel
kişilik olmasında fark yoktur.
Tuğyan edenler/azgınlığa düşenler de, insanlar üzerinde rablik
taslamaya kalkarlar ve böylece onlara hükmetmek, onlara kendi
düzenlerini benimsetmek isterler. Şüphesiz onlar da zâlimlerin ta
kendileridir144. Kim olursa olsun toplumun ve kamunun haklarına
tecavüz edenler, onların haklarını vermeyenler, hakların kullanımını
rüşvet, torpil, baskı, şiddet ve terörle engelleyenler zâlimdirler.
Yine, halkını Allah’ın indirdikleriyle yönetmeyip onlara haksızlık
ve adâletsizlik yapanlar ile, mahkeme ve hukuk işlerinde ilâhî yasaları
uygulamayarak adâletten ayrılanlar da zâlimdirler.
Üçüncüsü: Kendi kendine zulmeden zâlimler. Bu, kişinin
Allah’a karşı hata işleyerek içine düştüğü günahkârlık, ya da bedenin
veya ruhun hakkını vermeyerek, kendi bünyesindeki dengeyi
bozmaktır. Hz. Âdem (a.s.) Cennette yasak meyveyi yedikten
141 2/ Bakara, 51, 92-93; 7/A’râf, 148
142 5/Mâide, 72
143 5/Mâide, 45
144 53/Necm, 52
ZULÜM - ZÂLİM
- 31 -
sonra yaptığı hatası için ‘kendi nefsime zulmettim’ demiştir.145
İnkârından veya günahından dolayı azabı hak edenler, kendi kendilerine
zulmedenlerdir. Allah onlar hakkında, “Allah onlara zulmetmedi,
fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler.” demektedir. 146
Kur’an, muttakîlerin özelliklerini sayarken, “çirkin bir hayâsızlık
işledikten ve nefislerine zulmettikten sonra Allah’ı hatırlayanlar, tevbe
edenler” demektedir. Bu anlamda günah işlemek nefse karşı yapılmış
bir zulümdür.147 Allah (c.c.), Kitab’ı kullarından seçtiği kimselere
miras kılmıştır. Onlardan kimileri nefislerine zulmederler, kimileri
orta bir yol izlerler, kimileri de hayırda yarışırlar.148 Kitab’a
inandığı ve onu hayat kaynağı bildiği halde, Allah’ın koyduğu
sınırları aşanlar kendi nefislerine karşı zâlim olurlar.
Müslüman olsun, inkârcı olsun; kim Allah’ın koyduğu sınırlara
tecavüz ederse, kim Allah’ın hükmünün dışında iş yaparsa o
zâlimdir.149 Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Kâfirler
Allah’ın koyduğu ölçüleri, sınırları hiç tanımazlar, inanmazlar ve o
ölçüleri kaale bile almazlar. Zaten kim Allah’ın koyduğu hükümleri,
ölçüleri tanımazsa inkârcı olur. Bütün inkârcılar da zâlimdirler.
Mü’minlerden bazıları ise, Allah’ın koyduğu ölçüleri kabul etmekle
beraber, nefislerine karşı zulmederek o ölçüleri uygulamakta
hata yapıp günaha düşebilirler. Böyle yapanlar da ‘fâsık’ olurlar. 150
Kur’ân’a Göre Zâlimlerin Özellikleri
Bu zâlimlerin hiç bir velileri (yardımcıları) ve şefaatçileri yoktur.
151 Zâlimler zulümlerine devam ettikleri ve kötü huylarından
vaz geçmedikleri için Allah (c.c.) onlara hidâyet vermez, yol göstermez.
152
Allah (c.c.) zâlimleri kesinlikle sevmez.153 Allah zâlimleri sevmediği
gibi, aynı zamanda onları lânetlemektedir.154 Onların sonları
gerçekten çok kötü olacaktır.155 Zâlimler için bir kurtuluş da
mümkün değildir. 156
145 7/A’râf, 23; 28/Kasas, 16
146 11/Hûd, 101; 43/Zühruf, 76; 3/Âl-i İmrân, 117; 16/Nahl, 33
147 3/Âl-i İmrân, 133-135
148 35/Fâtır, 32
149 2/Bakara, 229
150 Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 766-771
151 2/Bakara, 270; 5/Mâide, 72; 40/Mü’min, 18
152 2/Bakara, 258; 3/Âl-i İmrân, 86; 5/Mâide, 51; 6/En’âm, 144; 28/Kasas, 50; 46/
Ahkaf, 10
153 3/Âl-i İmrân, 57; 42/Şûrâ, 40
154 7/A’râf, 44; 11/Hûd, 18
155 3/Âl-i İmrân, 151; 5/Mâide, 72; 42/Şûra, 21, 45
156 6/En’âm, 135; 12/Yusuf, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
Mü’minler zâlimlere sevgi besleyemezler, onları veli/dost kabul
edemez, onlara hiç bir konuda yardımcı olamazlar. Müslümanların
düşmanlığı da ancak zâlimleredir157.
Yukarıda belirtildiği gibi, müşrikler ve kâfirler zâlimdirler. Zaten
Kur’anî anlamda zulüm, bu iki tipin en önemli özelliğidir. Onlar,
bir şeyi ait olduğu yerden alır başka yere koyarlar. Onlardan
bir kısmı, azarak, haddini aşarak insanlara zulmeder, haklarını ellerinden
alır. Onlar, Allah’ın ölçülerini dinlemez, kendi hevâlarına,
kendi görüşlerine uyarlar. Onlar, karanlığın ve adâletsizliğin
reklâmcılarıdır.
Allah’a, çocuk isnat ederek, ortağı, eşi, yardımcıları var diyerek
iftira edenler,158 Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler,
Peygamber’e uymayan ve itaat etmeyenler,159 ilimsiz mürşidlik
taslayıp insanları saptıranlar,160 Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı halde
sırtını dönüp gidenler veya âyetleri reddedenler,161 yetim hakkı
yiyenler,162 Allah’a ait şahitlikten kaçanlar,163 aralarında hükmedilmek
üzere Allah ve Rasûlüne çağrıldıkları halde yüz çevirenler,164
Allah’ın âyetleriyle mücadele edenler,165 tevbe etmeyenler,166
müslümanları yurtlarından haksız yere çıkaranları dost bilenler,167
yahudi ve hırıstiyanları Allah’ın yasağına rağmen velî/dost
edinenler,168 Allah’ın âyetleriyle alay edenler,169 kâfirlikte direnen
ana babayı ısrarlı bir şekilde velî/dost edinenler170 zâlimlerdir.
Kur’an, mü’minlere zâlimler hakkında net bir tavrı emrediyor.
Zâlimler, insan, toplum, yönetim, hüküm hayatında ve evrende
dengeyi bozarlar. Haksızlık ve adâletsizliğe sebep olurlar. Onlar,
Allah’ın sevmediği kimselerdir. İslâm, zâlimlerin doğru yolu bulmalarının
metodunu çizdiği gibi, onlarla nasıl mücadele edileceğini
de göstermiştir. Ancak İslâm, onlara meyletmeyi, onları velî/
dost edinmeyi kesinlikle yasaklamaktadır: “Zulmedenlere meyil/eğilim
göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka veliniz
157 2/Bakara, 193
158 2/Âl-i İmrân, 94; 6/En’âm, 21, 93, 144; 29/Ankebût, 68; 61/Saff, 7
159 17/İsrâ, 47
160 6/En’am, 144
161 18/Kehf, 57
162 4/Nisâ, 10
163 2/Bakara, 140
164 24/Nûr, 50
165 29/Ankebût, 49
166 49/Hucurât, 11
167 60/Mümtehıne, 9
168 5/Mâide, 51
169 6/En’am, 68
170 9/Tevbe, 23
ZULÜM - ZÂLİM
- 33 -
yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.”171 Peygamberimize, “hangi
cihadın daha faziletli olduğu” soruldu. Buyurdu ki: “Zâlim bir sultanın
(yöneticinin) yanında hakk kelimesini konuşmaktır.” 172
Mazlum; Anlam ve Mâhiyeti
Mazlum, ‘zulm’ kelimesinden türemiştir. Zulme uğrayan, kendisine
zulmedilen demektir. Bilindiği gibi, insan bünyesinde ve tabiatta
dengeyi bozmak, itaat etmesi gerekirken etmemek, Allah’a
kulluk yerine başka tanrılara ibâdet etmek, bir kimsenin hakkını
vermesi gerekiyorken vermemek, bir kimseye baskı ve işkence
uygulamak, orta yolu izlemesi gerekirken haddi aşmak, günah
işleyerek kendi insanlık onuruna zarar vermek gibi şeyler birer
zulümdür.
Mazlum kavramı daha çok, baskı ve işkenceye uğrayan, kendisine
haksızlık yapılan kimse demektir. Mazlum durumunda olan,
aslında haksızlığı, baskıyı, cezayı hak etmemiş kimsedir. Ancak
adâleti uygulamayan, insanlara karşı istikbar eden ve onlara haksızlık
yapan, insanların haklarını zorla ellerinden alanlar başkasına
zulmederler ve onları mazlum konumuna getirirler.
Mazlum kimseler; zulme/haksızlığa uğramışlar, hakları gasb
edilmiş, müstaz’af durumuna düşürülmüş insanlardır. Öyle zavallı
bir duruma düşmüşlerdir ki, hakkını bile savunamayacak bir zayıflıktadırlar.
Mazlumların hakları zorla ellerinden alınmış, baskı ve
işkencelere uğramışlardır. Hak etmedikleri bir cezaya çarptırılmışlar
veya hakir görülüp hakarete uğrayarak haysiyetleri zedelenmiş,
zenginliklerine ve mallarına tecavüz edilmiştir.
Allah katında en büyük günahlardan biri zulm etmektir. “İyi
bilin ki Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.”173 Bu demektir ki insanların
mazlum konumuna düşürülmeleri en büyük günahlardan biridir.
Zulmün olduğu yerde mazlum da vardır, ama adâlet yoktur.
Adâletin olmadığı yerde insanlar haklarına kavuşamazlar, o yerde
huzur ve mutluluğun olması mümkün değildir.
İslâm’ın korunmasını istediği beş şey: -Din, Mal, Can, Nefis ve
Nesil emniyeti- kişi ve toplum hayatının temelidir. İnsan hakları
dediğimiz şeyler de bu beş şeyin etrafında toplanır. İnsan doğuştan
ve sonradan birtakım haklara sahiptir. Onlara bu hakları vermemek
zulümdür.
171 11/Hûd, 113
172 İbn Mâce, Fiten 20, Hadis no: 4012, 2/1330
173 11/Hûd, 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Zâlimlerin yüzünden nice mazlum acı çekmiş, perişan olmuş,
haklarından mahrum kalmıştır. Tarihte nice zâlimlerin yüzünden
kitleler ve fertler sayısız zulümler görmüşler, nice insanlar en temel
haklarından mahrum kalmış, nice insanların insanlık onuru
ayaklar altında çiğnenmiştir.
Günümüzde insan haklarından çok söz edildiğine şahit oluyoruz.
Bu elbette kötü bir şey değildir. Ancak, bir yandan da zâlimler
zulümlerine devam ediyor. İnsan haklarından söz edenler, zulüm
karşısında çifte standart uyguluyorlar. Güçlüler ve zenginler, fakirleri
ve zayıfları ezmeye devam ediyor. Zayıf ülkelerin mazlumlarını
pek savunan yok. Güçlü ülkeler kendi çıkarlarını savunan
zâlimlere arka çıkıyorlar. Mazlumlar kendi yandaşları değilse ilgi
göstermiyorlar.
Tarihî emperyalizm ve sömürgecilik, geçmişte çok zulümler işlemiş,
pek çok insanı mazlum yapmıştı. Bugün de o çirkin emperyalizm
ve sömürgecilik en vahşi bir şekilde devam ediyor. Yeryüzünde
bir yığın insan en temel haklarından mahrum yaşıyor.
Dünyanın bazı yörelerinde zenginler ve zâlim yöneticiler, kendi
vatandaşlarına baskı ve zulüm yapıyorlar. Böyleleri kendi halkına
zulmetmekten, onların haklarına tecavüz etmekten adeta
vahşi bir zevk alıyorlar. Bazıları, başka insanların vatanlarını, topraklarını,
evlerini işgal ve gasp ediyorlar, bu cinayetlerine karşı çıkanları
ya acımasızca sindiriyor, öldürüyorlar, ya da çeşitli yöntemlerle
susturuyorlar, onları terörist ilan ediyorlar. Bazıları da, devlet
ve makam imkânlarını kullanarak, rüşvet ve torpille, adamını bularak
başkalarının hakkına tecavüz ediyor, haklarını savunamayan
kimseleri mağdur edebiliyorlar. Bu sebeplerden dolayı niceleri
mazlum konumuna düşüyorlar.
İslâm, zulmün her çeşidini yasaklamakta; müslümanlara, bütün
zulümleri ortadan kaldırmak için çalışmalarını farz kılmakta;
mazlumlara arka çıkılmasını emretmektedir. Kur’an, zâlimleri
lânetliyor; adâleti yüce bir değer olarak ortaya koyuyor ve adâleti
ayakta tutmaları için müslümanlara çağrı yapıyor. 174
Müslüman, kimden gelirse gelsin zulme karşıdır. Mazlum kim
olursa olsun onun yanındadır. İslâm’a göre, zulmetmek haram olduğu
gibi, zulme uğramak da, zulmü kabullenmek de yoktur. Yani
haksızlığa râzı olmak, zulme ve zâlimlere ses çıkarmamak, onların
yaptıkları zulümleri seyretmek de câiz değildir. Zâlimlerle mücadele
etmek, onların zulümlerine engel olmak, hem mazluma bir
174 5/Mâide, 8
ZULÜM - ZÂLİM
- 35 -
yardımdır, hem de zâlimin düzelmesini sağladığı için ona da bir
yardımdır. İslâm’a göre mazlum, hakkı alınıncaya kadar güçlü ve
üstün insandır. Zâlim ise, mazlumun hakkı kendisinden alınıncaya
kadar en zayıf ve aşağı kimsedir.
Allah (c.c.) zulme uğrayanların (mazlumların) duasını kabul
eder. Onların duası ile Allah arasında bir perde yoktur. 175
Hz. Ali (r.a.) “Zulmün iki unsuru vardır, zâlim ve mazlum. Zâlim,
zulmettiği için; mazlum da zulme rızâ gösterdiği için zâlimdir” der.
Mü’minler zâlim de mazlum da olmamalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de de,
“Ne zulmedersiniz, ne de zulme uğrarsınız.”176 buyrulmaktadır. Şu halde
zâlimin zulmüne rızâ gösteren ve onu zulmünden alıkoymak
için ellerinden geleni yapmayan insanlar da zulümde ortaktırlar.
Allah, sözün bağrılıp çağrılarak söylenmesini hoş görmediği
halde, zulme uğrayanın bunu açıkça ve her yerde söylemesine izin
vermiştir. Bunun da ötesinde, mü’minleri överken, onların bir zulme
uğradıklarında elele verip yardımlaşarak zâlime karşı çıktıklarını
ve zulmü defettiklerini belirtir: “Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler,
Allah’ı çok zikredenler ve zulme uğradıktan sonra yardımlaşanlar
başka.”177; “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez, ancak zulme
uğrayanlar hariç.” 178
Zulmün Cezası
Hakkın/doğrunun ve adâletin ölçülerini koyan Allah, zâlimleri
cezalandırmak suretiyle adâleti gerçekleştirmiş olur. Çünkü O,
Âdil-i mutlaktır. Zulmün cezası esas olarak âhirette verilecektir.
Çünkü bu dünya, ödül ve ceza yeri değil; imtihan yeridir. Hesap ve
mahkeme âhirette görülecek, hak edenlere cezaları orada verilecektir.
Ancak, bazı azgın zâlimlerin cezası dünyada verilmeye başlanır.
Çünkü cezası en çabuk ve hatta daha dünyada iken verilen
suçlardan biri ve en önemlisi, zulüm; özellikle başkalarına yapılan
zulümdür. Zulmün bazısı affedilebildiği gibi, bazısı da kesinlikle
azabı, hem de ebedî azabı gerektirir. Zulmün affı ise, tevbeye
bağlıdır. Zâlimlerin tevbesini kabul, Allah’a kalmıştır.179 Allah, insanların
zulümlerine rağmen onları bağışlayabilir. Cezalandırması
da çetindir.180 Zulmedenler, âhirette, yeryüzündeki herşeyi, azabın
175 Müslim, İman 7, Hadis no: 19, 1/50; Ebû Dâvud, Zekât 4, Hadis no: 1584,
2/104; Tirmizî, Zekât 4, Hadis no: 625, 3/21
176 2/Bakara, 279
177 26/Şuarâ, 227
178 4/Nisâ, 148
179 3/Âl-i İmrân, 128
180 13/Ra’d, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
fidyesi olarak vermeye râzıdır. Ama artık onların hiçbir fidyesi kabul
edilmez. 181
Günah işleyip kendisine yazık eden, nefsine zulmedenler, af
dilemeli, tevbe etmelidir: “Kim zulmettikten sonra tevbe eder ve halini
düzeltirse, Allah da tevbesini kabul eder.”182. “Ve onlar, bir fâhişe/kötülük
yaptıklarında veya nefislerine/kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp
günahlarından dolayı hemen tevbe, istiğfâr ederler. Zaten günahları
Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde
bile bile ısrar etmezler.”183 Bu tevbe ile affedilen zulüm, başkalarının
hukunun çiğnendiği, başkalarına karşı yapılan zulüm değildir. Bu
tür zulmün affedilmesi için, o kişinin hakkını helâl etmesi şarttır.
Allah, zâlimleri sevmediği 184 gibi, onlardan intikamını alır.185
“...Biz ahâlisi Zâlim olanlardan başkasını helâk edici değiliz.”186 Bu dünyada
helâke uğrayan Nûh kavmi, suda boğulmayla,187 Âd kavmi,
korkunç sesli azgın kasırgaya tutulmakla,188 Lût kavmi üstlerinden
taş yağmasıyla,189 Medyen halkı depremle190, Eyke’liler buluttan
ateş yağmasıyla,191 Firavun ve adamları suda boğulmakla192 helâk
olmayı hak etmişlerdir. Yoksa “Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” 193
Zâlimin Dünyada Cezalandırılması: Her zaman değilse de,
zâlim, başkasına yaptığı zulmünden dolayı, daha dünyada iken
ceza görür. Buna şu hadis delil olmaktadır: “Allah’ın, âhirete saklamakla
beraber, bağy ve sıla-i rahim gibi daha dünyada iken sahibine cezayı
lâyık gördüğü hiçbir günah yoktur.”194 Allah, bağy, yani zulüm ve
İslâmî yönetime karşı gelmek, bir de sıla-i rahim, yani başta anne
baba olmak üzere akrabalarla ilişkiyi kesmek gibi bir günahın cezasını
Allah esas olarak âhirete bırakmakla birlikte, işleyene âcilen
verdiği başka bir günahın cezası yoktur. “Mazlumun bedduasından
sakınma”yı emreden hadis de, bu cezanın âcilen verildiğini
hatırlatır.
181 10/Yûnus, 54; 39/Zümer, 47
182 5/Mâide, 39
183 3/Âl-i İmrân, 135
184 3/Âl-i İmrân, 40, 57
185 15/Hicr, 78-79
186 28/Kasas, 59
187 23/Mü’minûn, 28
188 23/Mü’minûn, 41
189 11/Hûd, 82
190 7/A’râf, 91
191 26/Şuarâ, 189
192 7/A’râf, 136
193 18/Kehf, 49
194 Ebû Dâvud; Avnu’l Ma’bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Dâvud, 13/244
ZULÜM - ZÂLİM
- 37 -
Fakat bu dünyevî durum; “her zâlim, daha dünyada iken hemen
cezalanır”, şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü, zâlime mühlet
vermesi (imhâl), Allah’ın sünnetindendir. Onu cezalandırmayı ihmal
etmesi sözkonusu değildir; ama imhâl etmesi mümkündür.
Bazen onu dünyada cezalandırmaması, bizim bilmediğimiz, ama
Allah’ın bildiği, ona nimet verip zulmünü ve küfrünü arttıracak
fırsat vererek hak ettiği azabını artırması gibi bir hikmetten dolayıdır.
Veya o mazlum başkalarına zulmetmiştir de, düştüğü durum,
onun zulmünün bir cezası olarak karşısına çıkmıştır. Ya da Allah,
zâlimin ileride düzelip samimi bir tevbe edeceğini veya mazlumun
kendine zulmedenden ileride hakkını alacağını biliyordur.
Allah’ın zâlimin cezasını geciktirmesi veya âhirete bırakmasında
başka hikmetler de olabilir. Bütün hikmetleri kavramamıza imkân
yoktur. Ancak, zulüm, yukarıdaki hadiste belirtildiği gibi, zulmü
yapana cezanın tez gelmesini sağlar. Zulme uğrayanın duası da
makbuldür; Ki o, çoğu zaman kendisine zulmedene âcil bir intikamla
beddua eder.
Allah, Bazen Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Musallat
Ederek Cezalandırır: Allah’ın zulüm ve zâlimler hakkındaki bir
sünneti/kanunu da, bireyleri birbirine zulmeden bir toplumun
başına, yaptıklarının bir cezası olarak, zâlim bir yöneticiyi ve yönetimi
Mûsâllat etmesidir. “İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü
zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.”195 Dolayısıyla
Allah, zulmün cezası olarak, zâlimi zâlime Mûsâllat kılar, o
da onları zillet ve felâkete götürür. Nefsine zulmeden günahkâr
zâlim, halkına zulmeden zâlim yönetici ve ticaretinde insanlara
zulmeden hilekâr tüccar gibi bütün zâlimler bu âyetin tehdit eden
kapsamına girmektedir. Fahreddin Râzi, bu âyetin tefsirinde şöyle
der: Âyet gösteriyor ki, halk ne zaman zâlim durumda olurlarsa,
Allah onlara başka bir zâlimi Mûsâllat eder. Bu zâlim yöneticiden
(ve yönetimden) kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler.
Hadis-i şerifte: “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” buyrulmaktadır.196
“Zâlim, Allah’ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezalandırır; sonra
o zâlimden de intikamı alır.” Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden
vaz geçmezse, Allah ona diğer bir zâlimi Mûsâllat eder.
“De ki: ‘Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimlerden başkası
mı yok olur!” 197
Zâlimler Kurtulmazlar: Allah’ın zulüm ve zâlimler hakkındaki
sünnetinden birisi de, onların, âhirette kurtulmayacakları gibi,
195 6/Enâm, 129
196 Tefsir-i Âlûsi, 8/27
197 6/En’âm, 47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
dünyada da iflâh olmamalarıdır. “De ki: ‘Ey kavmim, gücünüz yettiğince
yapacağınızı yapın, ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya)
yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler,
kurtuluş yüzü görmezler!” 198
Nice Kavim Kendi Zulümleriyle Helâk Olmuştur: Zulüm ve
zâlim konusundaki sünnetullahın biri de toplumların kendi zulümleriyle
helâk olmalarıdır. Bu kanunun izahı kabilinden Kur’an’da
pek çok âyet bulunmaktadır: “Böylece (hiç bir fert kalmamak üzere)
zulmeden toplumun kökü kesildi.”199; “Zâlimlerden başkası mı helâk
olur!”200; “...Zulmettiklerinden dolayı nice toplumları helâk ettik, (onları
helâk etmeseydik bile) iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri
böyle cezalandırırız.”201; “(Halkı) zâlim olan nice beldeyi kırıp geçirdik; arkasından
da başka nice topluluklar vücuda getirdik.” 202
Zâlim Toplumların Helâkı İçin Belli Bir Ecel (Süre) Vardır: Zâlim
milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. “Her ümmetin
takdir edilmiş bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman, ne bir saat geri
kalırlar, ne de ileri giderler.”203 Zâlim milletler, belli bir süre yaşarlar,
sonra ecelleri gelir, yok olurlar. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli
geldiğinde bir insanın ölüp yok olması gibi. Bunu şöyle izah etmek
mümkündür: Bir millet içerisinde zulüm, insandaki hastalık gibidir.
Hastalık, kendisi için takdir edilen sürenin bitiminden sonra hastanın
ölümünü hızlandırır. Bu sürenin bitimiyle artık onun ölüm
zamanı yaklaşmıştır. Aynı şekilde millet içerisinde zulüm, Allah’ın
ecel olarak bildirdiği belirli müddetin bitmesiyle yıkıma, yok olmaya
götüren zulüm mikroplarıyla o milletin helâkını hızlandırır.
Allah’ın milletlerin ecelleri için koymuş olduğu müddet, adâlet ve
zulüm gibi âmillere bağlıdır. Bütün zâlimleri cezalandırma hususunda
O’nun sünneti/kanunu böyledir. Bu her zaman için geçerli
bir kanundur. 204
Bir Devlet, Küfür İle Ayakta Durabilir Ama Zulümle Duramaz:
“Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri
(yıkıp) helâk etmez.”205 Bir devleti, yalnız küfrü sebebiyle
helâk etmesi, Allah’ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne
zulüm eklerse durum farklı olur.
198 6/En’am, 135
199 6/En’âm, 45
200 6/En’âm, 47
201 10/Yûnus, 14
202 21/Enbiyâ, 11
203 6/A’râf, 34; 10/Yûnus, 49
204 Abdülkerim Zeydan, İlâhi Kanunların Hikmetleri, s. 150-158
205 11/Hûd, 117
ZULÜM - ZÂLİM
- 39 -
Devletin zulüm sebebiyle helâk olması konusunda Abdülkerim
Zeydan şöyle der: Aslında devletin zulmü bertaraf edip
mazlumları himaye ederek zâlimleri cezalandırması beklenir. O
yüzden zulmün en ağır ve en acı olanı, seni korumakla yükümlü
olandan gelen zulümdür. Zulmün bu ve diğer çirkin çeşitlerini bizzat
devlet uygular veya göz yumar, yahut yardımcı pozisyonunda
bulunursa, halkın zihninde kötü bir izlenim bırakır; devlet hakkında
var olan ümitleri korku ve endişeye dönüşür ve devlete olan
güvenleri sarsılır. Ayrıca bu durum, onları devleti önemsememeye,
idareyi zayıflatmaya, yönetimin devamından yana olmamaya ve
onu müdafa etmemeye sevkeder. Daha kötüsü, onları devletin
yıkımını, düşman istilâsıyla bile olsa yok olup gitmesini isteme
gibi bir düşüncenin kucağına atar. Sonra da lisan-ı halleriyle şöyle
derler: “Devlet, artık bizim için güven duyduğumuz, himaye
gördüğümüz, haklarımızın korunması konusunda huzur içinde
olduğumuz ve zâlimlerin düşmanlıklarına meydan verilmeyen büyük
bir ev durumunda değildir.” Zulüm, bilfiil devlet eliyle devam
ederse, zâlimler himaye görür, zulümleri örtbas edilirse, iş, devleti
kendilerine düşman gören insanlarla işbirliği yapıp devleti yıkmak
üzere harekete geçen mazlumlara kalır. Zulmederek halkını bu
hale düşüren, bu konuda zâlime yardımcı olan ve zulme engel
olmayan devletin durumu budur.” 206
Zulmün Cezasından Ümmeti Korumanın Yolları: Zulüm, ümmetin
helâkine sebep olunca, zulme râzı olmamak, zâlime karşı
çıkmak, zulmüne engel olmak, ona boyun eğmemek ve meyletmemek
şer’an vâciptir. Ümmet ancak bununla içine düştüğü zulmün
sebep olduğu helâkten ve hak ettiği cezaya çarpılmaktan
kurtulur.
Zulme Râzı Olmamak
Zulüm yapana zâlim, zulme uğrayana da mazlum denildiğini
hatırlayalım. Zulme rızâ da zulümdür. Bir zâlimin zulmüne engel
olmak için çalışmamak, susup oturmak, onun zulmüne ortak olmak
demektir. Zulümle mücadele yalnızca mazlumların görevi değildir.
İnsanlık onuru taşıyan, insan haklarının değerini bilen herkes
zulümle ve zulmün uygulayıcısı zâlimlerle mücadele etmelidir.
Kur’an, mü’minlere, zulme uğrayanlar uğruna mücadele etmeyi,
hatta savaşmayı emrediyor.207 Zulme karşı mücadele edenler
haklıdırlar ve onlara bir kınama yoktur. Ama zâlimler için en
206 Abdülkerim Zeydan, a.g.e. s. 161-162
207 4/Nisâ, 75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
uygun cezalar vardır.208 Zulmedenler, tevbe edip zulümlerinden
vazgeçmedikçe ve hakları sahiplerine vermedikçe, kendileri için
bir kurtuluş yoktur. Zâlimin sonu kötü; zulmün sonu çöküştür. 209
Mü’minler, birbirlerinin dostu olan yahudi ve hıristiyanları
dost edinemez, onları dost edinen onlardandır. Allah zulmeden
kimseleri doğru yola eriştirmez.210 Mü’minlerle din uğrunda savaşanları,
onları yurtlarından çıkaranları ve çıkarılmasına yardım
edenleri dost edinmek haramdır. Onları dost edinen zâlimdir.211
Böyle olmayanlara iyi ve âdil davranılır, çünkü Allah iyi ve âdil
olanları sever. Mü’minler, küfrü imana tercih eden babalarını ve
kardeşlerini de dost edinemez. Onları dost edinenler, kendilerine
zulüm/yazık etmiş olurlar212. Zâlimin dostu yine bir zâlimdir.213 Allah,
zâlimlerin bir kısmını, kazandıklarından ötürü, diğer bir kısmına
Musallat eder. 214
İnsanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık
edenlere karşı durulmalıdır.215 Bozgunculuğa engel olunmalıdır.
Kendilerine verilen nimete karşı haksızlık edenlere uyanlar
suçludur.216 Cehennem görevlilerine; zulmedenleri, onlarla işbirliği
edenleri cehenneme atmaları emredilir: “(Allah, meleklerine
emreder:) ‘Zâlimleri, onların arkadaşlarını/işbirliği edenleri ve Allah’tan
başka tapmış oldukları putları toplayın. Onlara cehennemin yolunu
gösterin. Böylece onları tutuklayın, çünkü onlar suçludurlar.”217 Hz.
Peygamberimiz’e (ve dolayısıyla bütün mü’minlere) zâlimlerden
uzak durma emri verilmiştir: “Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya)
dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan
uzak ol (meclislerini terk et). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan
sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma.”218 Zulmedenlerden
değil; Allah’tan korkmak gerekir.219 Zâlimlere yönelinmez,
mü’minlerin Allah’tan başka dostu yoktur, aksi halde yardım da
görmezler.220 Zâlimler için Allah’a başvuruda bulunulmaz. 221
208 42/Şûrâ, 42
209 6/En’âm, 135; 28/Kasas, 37
210 5/Mâide, 51
211 60/Mümtehine, 9
212 9/Tevbe, 23
213 45/Câsiye, 19
214 6/En’âm, 129
215 42/Şûrâ, 42
216 11/Hûd, 116
217 37/Saffât, 22-24
218 6/En’âm, 68
219 2/Bakara, 150
220 11/Hûd, 113
221 11/Hûd, 37); 23/Mü’minûn, 27
ZULÜM - ZÂLİM
- 41 -
Kur’an’ın insanlara gönderiliş sebeplerinden biri de, yaptıklarından
vazgeçsinler diye zâlimleri korkutmak ve tehdit etmektir. 222
Her gece yatmadan önce, Rabbimizle ahdimizi tazeliyor, Vitr
namazında Kunut duâlarıyla O’na söz veriyoruz: “Yâ Rabbi! Sana
karşı fücur işleyen günahkârları, zâlim ve fâcirleri hal’ edeceğiz
(makamlarından alaşağı edip indireceğiz). Onları terk edeceğiz.”
Mü’min, sözünde duran kimsedir; hele Allah’a verdiği sözden hiçbir
şekilde caymaz. Eğer bu konuda gücü yoksa, küfre boyun eğip
zillet içinde, ezilmiş ve müstaz’af olarak zâlimlerin emrinde ve
zulmünde yaşamaktansa Allah’ın geniş arzında daha müslümanca/
özgürce yaşayabileceği yere hicret etmelidir. Zulme uğratıldıktan
sonra, Allah yolunda hicret edenleri, Yüce Allah, dünyada
güzel bir yerde yerleştirir, âhiret ecri ise daha büyüktür223. Zulüm
beldesinden göç etmeyip, orada müstaz’af (zavallı/ezilen) olarak
yaşamayı da, kendine zulüm olarak adlandırır, bunların sorumlu
tutulacağını belirtir.224 Buna göre, zulme rızâ gösterip karşı çıkmamak
da bir çeşit zulümdür, zâlimle işbirliğidir.
Kur’an’ın savaşa izin veren (seyf/kılıç) âyetinin gerekçesi, zulme uğramaktır:
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme/haksızlığa
uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe
yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka
değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarılmış kimselerdir.”225 Savaş sırasında zulmedenlerden başkasına
düşmanlık yoktur. 226
Zulme karşı savaşmak, yalnızca zulme kendisi uğradığında gerekli
değildir. Yardım talebinde bulunan müstaz’afların yardımına, bir insanlık
borcu olarak koşulur: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz!
Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip
çıkan gönder, bize katından bir yardımcı lutfet’ diyen zavallı erkekler,
kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Bu çağrıya
uymayıp, savaştan kaçmaya hakkınız yok). İman edenler Allah
yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda
savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; Şüphe
yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” 227
Allah’a ve peygamberine itaatsizlik, zulmün görüntüsü ve isbatıdır.
Süpheşiz ki ölçüyü (hükmü ve ilkeleri) Allah ve Rasûlünden
222 46/Ahkaf, 12
223 16/Nahl, 41
224 4/Nisâ, 97
225 22/Hacc, 39-40
226 2/Bakara, 193
227 4/Nisâ, 75-76; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasi Kavramlar, s. 260-261
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
almayanlar, onların hükümleriyle hükmetmeyenler zulme mutlaka
bulaşırlar. “Bunlar Allah’ın hudutlarıdır. Her kim Allah’a ve Rasûlune itaat
ederse, onu altından ırmaklar akan Cennetine kabul edecektir. Kim de
Allah’a ve Peygamberine itaatsizlik eder ve O’nun sınırlarına (İslâm’ın ölçülerine)
tecavüz ederse, onu sonsuza kadar kalmak üzere ateşe atacaktır.”228
Allah’ın sınırlarına da ancak zâlimler tecavüz ederler. 229
Mehmed Âkif, zulme tepki hakkında şunları haykırır:
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem.
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdımı, hatta boğarım,
Boğmasam da hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum.
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördümmü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım:
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu,
İrticâın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?” 230
Zâlime Karşı Tavır
Kur’an zâlimlere karşı mücadele etmeyi, yeri gelince de savaşmayı
meşrû, hatta olmazsa olmaz görüyor. Aslında, yeryüzündeki
savaşların, fitnelerin, karışıklıkların asıl sebebi zâlimlerin zulümleridir.
Onlara karşı insan onuru taşıyan herkesin mücadele etmesi
gerekir.231 Zulme rızâ göstermek, zâlimlerin yaptıklarına ses çıkar-
228 4/Nisâ, 13-14
229 65/Talak, 1
230 Mehmed Âkif Ersoy, Safâhat, s. 400
231 4/Nisâ, 75
ZULÜM - ZÂLİM
- 43 -
mamak da zulümdür. Kur’an, zâlimlerin yanlarında oturmayı bile
hoş görmüyor, yasaklıyor.232 Peki, onları benimseyerek, onlara yaltakçılık
yaparak, onlardan bir menfaat umarak, yaptıklarını onaylarcasına
onlarla birlikte olanlara, hele onlara yardımcı olan ve
onları çeşitli yollarla destekleyenlere ne demeli? Elbette onlar da
zâlimlerdendir.
İslâm’a göre zâlimin tanımı gayet açıktır: Allah’ın indirdiği
hükümlerle hükmetmeyen, o hükümleri uygulayarak adâleti sağlamak
bir tarafa, onları korkusuzca inkâr eden, onlara düşmanlık
yapan, o ilâhî ölçülerin hayata hâkim olmaması için her türlü
çabayı gösteren; bu inkârcı kafa yapısına sahip olduktan sonra
insanlara zulmeden, onların haklarını elinden alan, ya da onların
haklarına ulaşmalarına engel olan herkes zâlimdir.233 Bu zâlimler
Allah yolunun düşmanları oldukları gibi, insan haklarının da düşmanıdırlar.
Çünkü onlara göre kendi çıkarları ve keyifleri her türlü
hakkın üzerindedir. 234
İlâhî vahyin ve peygamberlerin en önemli hedefi, insan toplumunda
adâleti ikame etmektir. Kâinatın bütününde kaos değil;
uyum ve düzen hâkimdir. Oysa insan eli ve insan müdahalesi olan
doğada ve toplumda bozulmalara rastlamaktayız. İşte adâletin/
dengenin bozulması olgusuna zulüm, ilâhî dengenin korunmasına
da adâlet diyoruz. İnsanoğlu, tabiatı ve yaratılışı itibariyle iki
eğilimlidir. Bu yüzden adâlete de, zulme de meyledebilir. Rabbimiz,
insanı kaostan arındırarak tabiatı âhenkli bir şekilde insanlara
emanet etmiştir. İnsanın temel görevlerinden biri de, dengeyi
koruyarak bozulmayı, bozgunculuğu engellemektir. Çünkü dengeyi
bozmak, emaneti korumamaktır, yeryüzü halifeliğine uygun
davranmamaktır. Bilindiği gibi, insan toplumunda ilâhî hukuka
uygun davranmak adâlet; ilâhî hukuka/şeriate aykırı davranmak
ise zulümdür.
Müslümanlara, hayatın bütün alanlarındaki zulme karşı, ellerindeki
tüm imkânlarla mücadele etmeyi Kur’an emretmektedir.235
Bu mücadele, mü’minlerin toplu eylem gerektiren görevleridir.
O yüzden mü’minler cemaat ve teşkilât olmalı, her çeşit zulme
karşı tek vücut ve saf halinde bir araya gelip yardımlaşabilmelidir.
Kur’an’a inananlar, Kitab’ın insanlar arasında Allah’ın gösterdiği
gibi hüküm vermek ve yaşanmak, topluma hâkim olmak üzere
indiğinin bilincinde olmalıdırlar.
232 6/En’âm 68
233 5/Mâide, 45
234 Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 769-770
235 2/Bakara, 29; 31/Lokman, 20; 10/Yûnus, 55, 66
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
İnsanın yaratıldığı günden bu yana kesintisiz olan tek mücadele,
tevhidle şirk arasındadır. Bu, aslında adâletle zulüm arasındaki
mücadeleden ibarettir. Çünkü bu mücadelede müşriklerin safı
hep zâlimlerin yanıdır. Taşıdıkları şirk ve küfür hastalığının sonucu
olarak, müşrikler ve kâfirler, adâlet çağrısı yapan peygamberler ve
onların yolunu takip edenlerden rahatsız olmuşlardır. Bazen bu
rahatsızlıklarını haksız yere öldürmeye kadar götürürler. “Allah’ın
âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve
adâleti emreden insanları öldürenler (yok mu); onlara acı bir azabı müjdele!”
236
Müşriklerin bu tavırlarının evrensel olduğunu yakından gözlemleyebildiğimiz
bir tarih kesitinde yaşıyoruz. Sistemin asgari
ücret zulmünü, hukuk tanımazlığını, din emniyetini yok edişini,
irtica adıyla müslümanlara ve İslâm’a saldırmaları ve haksız kazancı
teşvik edişini, yargısız infaz ve öldürmeleri, kadın ve erkeklerin
iffetleriyle yaşama haklarını yok edişlerini, kamuya açık alanlarda
ve özellikle üniversitelerde başörtüsüne izin verilmemesini eleştirip
tepkisini ortaya koyanları hapis, işkence ve çeşitli zulümler
beklemektedir.
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara karşı hak ve adâleti ayakta
tutması gereken İslâm ümmeti, Kur’ânî akîde temelinde bir araya
gelerek yeryüzündeki zulmü ortadan kaldırmakla vazifelidir.
Kur’ânî akîde temelinde hareket eden, itidalli, orta yolu esas alan
bu topluluk, sayıları kaç olursa, imkânları ne olursa olsun, haktan
ayrılmadan bâtılla/zulümle mücadeleden geri durmamalıdır. Kendi
nefislerine ağır gelse de, kendi kişiliklerine karşı olsa da, ilâhî
gerçekleri savsaklamadan yürürlüğe koymalıdırlar. Hakkı hâkim
kılmaya çalışmak, zulmü engellemek, hakka uygun âdil hükümler
vermek, bu topluluğun vazgeçilmez bir ilkesi olmalıdır.
Mü’minler, temellerini Kur’an’da buldukları ilkelerle yeryüzünden
zulmü söküp atmalı, yerine adâleti ikame etmelidirler.
Adâleti ayağa kaldırma görevi müşrik ve münâfık gruplara bırakılamayacak,
ertelenemez aslî bir farîzadır. Adâletin gereğince
ikamesi, ancak temelini ilâhî hukuktan almasıyla mümkündür.
Şurası da unutulmamalıdır ki, beşer zihni adâletin net ölçülerini
belirleme ve her çeşidini tespit konusunda âcizdir. Günümüzde
neredeyse halkı müslüman olan bütün ülkelerde batı hukukunun
laik karakterinin işgalini görmekteyiz. Bu etki dolayısıyladır ki,
laik kurallar İslâmî adâletin gündeme gelmesini ve uygulanmasını
engellemektedir.
236 3/Âl-i İmrân, 21
ZULÜM - ZÂLİM
- 45 -
Şüphesiz Kur’an, insanlar arasında adâleti sağlamak için indirilmiştir.
Bu konudaki ölçüler gayet nettir. Mü’minler, insanlar arasından
çıkarılmış vasat/orta yolda bir ümmet olarak adâleti ikame
etmede tanıklık ve örneklik etmekle yükümlüdürler. Bunun gereği
olarak zâlimleri, fıtratına ve Allah’a ihânet edenleri dost tutmamak,
onlara taraf olmamak, yeryüzündeki zulmü/ haksızlıkları
ortadan kaldırmak, temel bir kulluk görevimizdir. 237
Toplumsal ve Siyasal Zulme Karşı Yardımlaşmak: “İnsanlar,
bir zâlimi görür, (önlemeye güçleri yettiği halde) ona engel olmazlarsa,
bundan dolayı hemen hepsi cezalanır.”238 Zulümden uzak yaşamak,
zâlime boyun eğmemek ve ona karşı direnmek, birey olarak engel
olamayacakları zulme karşı yardımlaşmak mü’minlerin İslâmî
kimlikleri açısından olmazsa olmazları arasındadır. “Bir zulüm ve
saldırıya uğradıkları zaman, birbirlerine yardım ederler.”239 Kurtubî, bu
âyeti şöyle açıklar: “Yani, zâlimler tarafından zulme mâruz kaldıklarında
teslimiyet göstermezler.”240 Sahih-i Buhâri’de İbrahim en-
Nehâî’nin şöyle dediği kayıtlıdır: “Ashab horlanmaktan, zelil bir
duruma düşürülmekten hoşlanmazlardı. Ama güçlü olduklarında
da af ederlerdi.” 241
Zulmedenlere Az da Olsa Meyletmek: Ümmeti helâke ve cehenneme
sürükleyen şey, sadece zulmü işlemek değil; aynı zamanda
zulüm işleyenlere az da olsa meyletmektir: “Sakın zulmedenlere
en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka
dostunuz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.”242
Zemahşerî, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Meyl etmenin yasaklığı;
zâlimlerin arzularına boyun eğmeyi, onlarla beraber olmayı,
sohbetlerine katılmayı, ziyaretlerinde bulunmayı, dalkavukluk etmeyi,
yaptıklarına rızâ göstermeyi, onlara benzemeyi, şekilleriyle
şekillenmeyi, övgüyü andıran ifadeler kullanmayı ve tasvip anlamı
taşıyacağı için onların süs ve giyimlerine özenip en küçük bakışı
bile kapsamaktadır. Rükûn, az bir meyil demektir. Âyette “zulmedenlere”
denilip de “zâlimlere” denilmemesinin inceliğini de
düşünmek gerekir. (Zulmü kendisine âdet edinenlere zâlim denir;
zulmü âdet edinmediği halde en ufak bir zulme yeltenene dahi
hafif bir meylin olmaması gerektiğine işaret edilmiştir.) 243
237 Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, 71, s. 38-41
238 Tirmizî; Tuhfetu’l Ahvezî Şerhu Câmiu’t Tirmizî, 8/423
239 42/Şûrâ, 39
240 Kurtubî 16/39
241 Askalânî, Şerh-i Sahih-i Buhâri, 5/99
242 11/Hûd, 113
243 Tefsir-i Zemahşerî, 2/433
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
Zâlimlere meyleden onlardan olur. Zâlimlere verilen ceza,
ona da verilir. Bunları ateş cezasından kurtaracak dostları da
olmayacaktır. “Rabbimiz! Sen kimi ateşe koyarsan, artık onu rüsvay/
perişan etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.”244 Peygamber
Efendimiz’in zâlim yöneticilere yardımcı olma konusundaki hadisleri
meşhurdur: “Benden sonra birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır.
Kim onların yalanlarını tasdik eder ve yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı
olursa Benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse Benim
havzımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez
ve onlara zulümlerinde yardımcı olmazsa, o, Bendendir; Ben de onunla
beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında Bana ulaşacaktır.” 245
Zâlime Yardımcı Olmak: Bütün şekil ve türleriyle zâlime meyletmek
caiz olmadığına göre, zâlimin zulmüne yardım etmek haydi
haydi caiz olmaz. Zâlime yardım edenler, aynen onun gibi zâlim
olurlar. “Bir kimse bilerek zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse,
o kimse İslâmiyet’ten çıkmıştır.”246 Zâlim bir yönetici, çevresinin
ve yandaşlarının yardımıyla zulüm yapmaya imkân bulur, yoksa
yalnız kendisi bunca zulmün hakkından gelemez. Hangi şekliyle
olursa olsun, zâlime yardım câiz değildir. Çünkü bu, onu desteklemek,
zulmünü icrâ etmesine müsaade etmek demektir. Bu sebeple
zâlim yöneticiye azap geldiği zaman, aynı şekilde (bu zulümleri
onaylayan) yardımcılarına ve memurlarına da gelir. Çünkü onlar
da onun kadar zâlimdirler.
Nitekim Firavun’a gelen azap, avanesine de gelmişti. “Gerçekten
Firavun, Hâmân ve askerleri hatalıydılar/yanılıyorlardı.”247 Allah,
hepsini bu âyette “hata” vasfı ile bir araya getirmiştir. Hataları,
Firavun’un zulmetmesi, yardımcısı Hâmân ve askerlerinin de buna
yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple azap Firavun’a inince, yardımcılarına
da inmişti: “Biz hem onu, hem de askerlerini yakaladık. Onları
denize atıp boğduk.”248; “Biz onu ve askerlerini tuttuk, denize attık; bak o
zâlimlerin sonu nasıl oldu!”249 Allah, hepsini “zâlim” olarak vasıflandırdı.
Firavun’a ve ona yardım ettikleri için askerlerine “zâlimler”
diyerek hepsini aynı azapla helâk ettiğini Rabbimiz haber vermektedir.
Zâlime Duâ Etmek: Zulmün devamına, zâlimin zulmüne
imkân bulacak tarzda yaşamasına duâ edilemez. “Zâlimin bekası
244 3/Âl-i İmrân, 192
245 Tirmizî; Nesâi; Tâc Tercümesi, c. 3, s. 106
246 Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
247 28/Kasas, 8
248 Zâriyât, 40
249 28/Kasas, 40
ZULÜM - ZÂLİM
- 47 -
için duâ eden kimse, Allah’ın mülkünde O’na âsi olunmasını istemiştir.”250
Süfyanu’s Sevrî; “Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zâlimi
görürsek ona su verelim mi?” diye soranlara: “Hayır!” cevabını
vermişti. “Ama ölür” denilince de, “Bırakın ölsün!” demişti.251 Allah
Teâlâ, Hz. Nuh’a; “Zâlimler için Bana duâ etme, hiç yalvarma!”252
ihtarında bulunmuştur.
Müslüman Cemaatin Zâlimlere Meyletmeye Benzer Davranışlardan
Sakınması: Müslüman cemaatin, iyi niyetle de olsa,
zâlimlere meyletme anlamı taşıyan davranışlardan son derece
kaçınması lâzımdır. Çünkü iyi niyet, bazen belli şartlar dâhilinde
sahibinden günahı kaldırsa da yanlışı doğruya; haramı helâle çevirmez.
Onun için, özellikle cemaat liderinin ve kadrosunun, zâlim
yöneticilerin arasında bulunması, onları tasvip etmediğini ilan etmeksizin
onlarla birlikte halkın önünde görülmesi, cemaatin zâlim
idarecilere dalkavukluk ettiği veya onları desteklediğinin intibaını
vererek insanları samimiyetlerinde şüpheye düşürücü davranışlarda
bulunması caiz değildir. Aksi halde onlar, kendi sorumluluklarına
cemaati de ortak ederler.
Müslüman cemaate düşen, halkın kusur ve yükümlülüklerini
ümmete göstermesidir. Halkın kusurları, zâlim idarecinin karşısında
susmak, eğilmek, ona meyletmek ve destek olmak suretiyle
zulmüne yardımcı olmalarıdır. İşte onların bu kusurları olmasa,
zâlim, yetkisini kötüye kullanmayacak ve zulmünü sürdüremeyecekti.
Müslümanlara düşen, zâlimi zulme götüren bütün sebepleri
ortadan kaldırmaya ciddi bir gayretle yükümlülüklerini yerine getirmektir.
Ayrıca, zâlim yöneticiyi onaylamama, ona olan fiilî hoşnutsuzluğu
hayata geçirmek için gerekli gücü oluşturma ve fiilen
zulmü ortadan kaldırma gibi sorumlulukları da yerine getirmesi
gerekir.
Allah, hayat kanunlarını ve toplum içerisindeki genel sünnetlerini
insanlar için devre dışı bırakmaz. Kaldı ki, onların durumları,
Allah’a Rasûlullah’tan ve O’nun arkadaşlarından daha
sevimli değildir. Allah onların çektiği eziyet ve Allah yolunda
karşılaştığı musibetleri, yeryüzünden zâlimleri ve tâğutları kaldırmak
için Allah’ın yardımına mazhar oluncaya kadar olağanüstü
fedâkârlıklarını bize anlatır. Müslümanların, tâğutları ve zâlim
idarecileri etkisiz ve yetkisiz kılmak için tüm güçlerini harcamaksızın
onlardan rahatsızlık duyarak yalnız “of!” çekip üzüntülerini
250 Beyhakî, Şuabu’l İman; Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
251 Tefsîr-i Zemahşerî, 2/433
252 23/Mü’minûn, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
dile getirmeleriyle veya onların müslüman olduklarını delillendirip
durmalarıyla sorumluluktan kurtulamayacaklarını bilmeleri
lazımdır. Bazı insanlar kendileri evlerinde oturup, müslümanlıklarıyla
övünüp dururken, Allah’ın zâlim idarecileri yok etme gereğinden
bahsederler. İsterler ki, Allah meleklerini göndersin de
melekler onların yerine savaşsınlar, zâlim idareciyi bertaraf etsinler,
neticede onun şerrinden onları kurtarsınlar. Hayır! Yok öyle
şey! 253
En büyük zulüm şirk olduğuna254 ve en büyük zâlimin de müşrik
olduğuna göre, en vahşî zulmün bedenlere değil; ruhlara yapılan
olduğunu unutmamalıyız. Bedene yapılan zulüm, en kötü
ihtimalle, sadece dünya hayatını kaybettirdiği halde; ruhun hak
nizamdan mahrum bırakılması ise sonsuz mutluluğu kaybettirmek
demektir. En acımasız cânî, en büyük zâlim, insanları Allah’ın
dininden alıkoyanlardır. İslâm’ın bireysel ve toplumsal alanda
egemen olmadığı bir yerde adâletten bahsetmek abestir ve aldatmacadır.
Özel ve tüzel kişiliğin, bir kurumun veya yönetici bir grubun
şahsî veya toplumsal muâmelesinde âdil olma niteliği kazanabilmesi
için, her şeyden önce “müslüman” vasfına sahip olması
şarttır. Çünkü İslâm’sız bir statüye göre işleyen bir mekanizma ile
adâlet sağlanamaz ve dağıtılamaz. Nasıl bir hüküm verilirse verilsin,
mutlak surette zulüm işlenmiş olur. “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler,
zâlimlerin ta kendileridir.” 255
İslâmsız insanın yaptığı her şey nefsine, icraatı da diğer insanlara
ve topluma zulümdür. Egemen durumda ve hüküm mevkiinde
ise, kâfir ve müşrik insanın varlığı bile zulümdür. Çünkü
bu insan, kendine yazık ederek kendini bozmakta, toplumu bozmakta
ve dünyayı fesada vermektedir.256 İslâm’da savaş, insanları
zorla dine sokmak için emredilmemiştir. Fitne ve zulmü ortadan
kaldırmaya çalışmak için savaş emredilmiştir. Dinlerini yaşama ve
dine dâvet konusunda müslümanlara engel olan, insanların hürriyetlerini
kısıtlayan güç odaklarına karşı savaşmak farzdır. Kur’an,
mazlumların, ezilenlerin, sömürülenlerin hakkını korumak için
müslümanlara mücadeleyi emreder. 257
253 Abdülkerim Zeydan, A.g.e. s. 165-174
254 31/Lokman, 13
255 5/Mâide, 45
256 Ekrem Sağıroğlu, Kur’an’da İnsan ve Toplum, s. 70-71
257 4/Nisâ, 75
ZULÜM - ZÂLİM
- 49 -
“Bütün dünyayı verseler ve buna karşılık bir karıncanın ağzındaki
dâneyi almamı isteseler, bu zulmü yapmam!” 258
“Zulmün ve kötülüğün küçüğüne büyük nazarla bakmayan,
daha büyüğüne uğrar.”259
“Zâlimler için yaşasın cehennem!”
“Tükürün, zâlimlerin hayâsız yüzlerine!” 260
Zulme rıza göstermek, tepki göstermemek de zulümdür; fakat
zâlimlikle mazlumluktan birini tercih etmekten başka yol yoksa,
mazlumluğu tercih et!
“Mazlum olarak ölmek, zâlimce yaşamaktan daha hayırlıdır.”
“Zâlimin zulmü varsa, mazlûmun da Allah’ı var.
Etme zâlim bu zulmü, yarın Hakk’ın divanı var.”
“Sakın zulm ve cefâya mâyil olma;
İden bulur, meseldür; gâfil olma!”
“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa;
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.”
“Zâlim olsa ne rütbe bî-pervâ; Yine bünyâd-ı zulmü bir yıkarız.
Merkez-i hâke atsalar da bizi, Kürre-i arzı patlatır çıkarız.”
“Muîn-i zâlimin dünyâda erbâb-ı denâettir.
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insafa hizmetten.”
Zâlimlere bir gün dedirir kudret-i Mevlâ;
Tallahi le-kad âserekâllahu aleynâ.”
“Zâlim yenilince, bil ki, ‹mazlûmum’ der.
Bir fırsat bulsa zulmü tekrar eyler.
“Zâlimin yeme taâmın key sakın,
Semtine varma, ana olma yakîn.”
“Zulüm eken isyan biçer.”
“Âdilin hiddetinden değil; zâlimin tebessümünden kork!”
258 Hz. Ali (r.a.)
259 Hz. Ali (r.a.)
260 Said Nursi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
“İnsanın dev kadar kuvvetli olması, fevkalâde bir şey, fakat bu
kuvvetini dev gibi kullanması, zâlimliktir.”
“Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha acıdır.”
“Haksızlık etmek, iyi adamın elinden gelmez.”
“Cezâların en korkuncu, insanın haksız olduğunu anlamasıdır.”
“Eski haksızlığa boyun eğmekle bir yenisini dâvet edersin.”
“Zulm ile yapılan çabuk yıkılır.”
“Zulüm ile âbâd olanın âkıbeti berbat olur.”
“Zulüm ile dünya harab olur.”
“Zâlim, ettiğini bulur.”
“Zâlimin hasmı Allah’tır.”
“Mazlum eşeğe herkes biner.”
“Mazlumun âhı yerde kalmaz.”
“Mazlumların âhı, yeri göğü titretir.”
“Mazlumun âhı, yerde kalmaz, indirir şâhı.”
“Alma mazlumun âhını, çıkar âheste âheste.”
“Olmak istersen cihande eğer makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin, ne sen bir kimseden incin!”
“Mazlum ayağa kalkmadıkça zâlim diz çökmez.”
Onurlu insanların tavrı şu olmalıdır: “Kim olursa olsun mazluma
yardım etmek, kimden gelirse gelsin zulme karşı olmak.”
Kur’an’ın zâlimler hakkında tehdit edici bir uyarısı şöyle:
“Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini (yakında) bileceklerdir!” 261
261 26/Şuarâ, 227
ZULÜM - ZÂLİM
- 51 -
Zulüm ve Zâlimle İlgili Âyet-i Kerimeler
A Zulüm Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 289
Yerde): 2/Bakara, 35, 51, 54, 57, 57, 59, 59, 92, 95, 114, 124, 140, 145, 150,
165, 193, 229, 231, 246, 254, 258, 270, 272, 279, 279, 281; 3/Âl-i İmrân, 25,
57, 86, 94, 108, 117, 117, 117, 128, 135, 140, 151, 161, 182, 192; 4/Nisâ,
10, 30, 40, 49, 64, 75, 77, 97, 110, 124, 148, 153, 160, 168; 5/Mâide, 29,
39, 45, 51, 72, 107; 6/En’âm, 21, 21, 33, 45, 47, 52, 58, 68, 82, 93, 93, 131,
129, 135, 144, 144, 157, 160; 7/A’râf, 5, 9, 19, 23, 37, 41, 44, 47, 103, 148,
150, 160, 160, 162, 162, 165, 177; 8/Enfâl, 25, 51, 54, 60; 9/Tevbe, 19, 23,
36, 47, 70, 70, 109; 10/Yûnus, 13, 17, 39, 44, 44, 47, 52, 54, 54, 85, 106; 11/
Hûd, 18, 18, 31, 37, 44, 67, 83, 94, 101, 101, 102, 113, 116, 117; 12/Yûsuf,
23, 75, 79; 13/Ra’d, 6; 14/İbrâhim, 13, 22, 27, 34, 42, 44, 45; 15/Hıcr, 78; 16/
Nahl, 28, 33, 33, 41, 61, 85, 111, 113, 118, 118; 17/İsrâ, 33, 47, 59, 71, 82,
99; 18/Kehf, 15, 29, 33, 35, 49, 50, 57, 59, 87; 19/Meryem, 38, 60, 72; 20/
Tâhâ, 111, 112; 21/Enbiyâ, 3, 11, 14, 29, 46, 47, 59, 64, 87, 97; 22/Hacc, 10,
25, 39, 45, 48, 53, 71; 23/Mü’minûn, 27, 28, 41, 62, 94, 107; 24/Nûr, 54; 25/
Furkan, 4, 8, 19, 27, 37; 26/Şuarâ, 10, 209, 227, 227; 27/Neml, 11, 14, 44,
52, 85; 28/Kasas, 16, 21, 25, 37, 40, 50, 59; 29/Ankebût, 14, 31, 40, 40, 46,
49, 68; 30/Rûm, 9, 9, 29, 57; 31/Lokman, 11, 13; 32/Secde, 22; 33/Ahzâb,
72; 34/Sebe’, 19, 31, 42; 35/Fâtır, 32, 37, 40; 36/Yâsin, 54; 37/Sâffât, 22, 63,
113; 38/Sâd, 24; 39/Zümer, 24, 32, 65, 69; 40/Mü’min, 17, 18, 31, 52; 41/
Fussılet, 46; 42/Şûrâ, 8, 21, 22, 40, 41, 42, 44, 45; 43/Zuhruf, 39, 76, 76; 45/
Câsiye, 19, 22; 46/Ahkaf, 10, 12, 19; 49/Hucurât, 11; 50/Kaf, 29; 51/Zâriyât,
59; 52/Tûr, 47; 53/Necm, 52; 59/Haşr, 17; 60/Mümtehıne, 9; 61/Saff, 7, 7;
62/Cum’a, 5, 7; 65/Talâk, 1; 66/Tahrîm, 11; 68/Kalem, 29; 71/Nûh, 24, 28;
76/İnsan, 31.
B Zulmün Zıddı Adâlet Anlamında “Adl” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 28 Yerde): 2/Bakara, 48, 123, 282, 282; 4/Nisâ, 3, 58, 129,
135; 5/Mâide, 8, 8, 95, 95, 106; 6/En’âm, 1, 70, 70, 115, 150, 152; 7/A’râf,
159, 181; 16/Nahl, 76, 90; 27/Neml, 60; 42/Şûrâ, 15; 49/Hucurât, 9; 65/Talâk,
2; 82/İnfitâr, 7.
C Adâlet Anlamında “Kıst” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 25 Yerde): 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 18, 21; 4/Nisâ, 3, 128,
135; 5/Mâide, 8, 42, 42; 6/En’âm, 152; 7/A’râf, 29; 10/Yûnus, 4, 47, 54; 11/
Hûd, 85; 21/Enbiyâ, 47; 33/Ahzâb, 5; 49/Hucurât, 9, 9; 55/Rahmân, 9; 57/
Hadîd, 25; 60/Mümtehıne, 8, 8; 72/Cinn, 14, 15.
D Zulüm Konusuyla İlgili Âyetler
a Zulüm İle Mülk Yaşamaz: 11/Hûd, 117; 14/İbrahim, 45.
b Allah Zulmü Yasaklamıştır: 16/Nahl, 90.
c Allah, Haksızlık Etmez: 3/Âl-i İmrân, 108, 182; 4/Nisâ, 40; 10/Yûnus, 44; 41/
Fussılet, 46.
d Zulme Karşı Koymak: 22/Hacc, 39.
e Zulme Karşı Birleşmek: 42/Şûrâ, 39.
f Kötülükle Nefsine Zulmedenler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân, 135; 5/Mâide,
51; 10/Yûnus, 44; 16/Nahl, 33; 49/Hucurât, 11.
g Zulmetmeyen Toplumları Allah, Zulüm İle Yok Etmez: 11/Hûd, 117; 28/
Kasas, 59, 29/Ankebût, 40; 30/Rûm, 9-10; 35/Fâtır, 43; 46/Ahkaf, 35.
E Zâlim Konusuyla İlgili Âyetler
a Allah’ın İndirdiğiyle Hükmetmeyenler Zâlimdir: 5/Mâide, 45; 61/Saff, 7.
b Allah’tan Yüz Çevirenler Zâlimdir: 32/Secde, 22; 61/Saff, 7.
c Zâlimler Hidâyete Eremezler: 9/Tevbe, 109; 61/Saff, 7; 62/Cuma, 5.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
d Zâlimlere Karşı Misilleme Yapmak: 42/Şûrâ, 40-43.
e Zâlimlerin Dostluğu Yoktur: 11/Hûd, 113.
F Zâlimlerin Cezasıyla İlgili Âyetler
a İnkâr Ederek Zâlim Olanlar ve Cezaları: 2/Bakara, 165, 254; 5/Mâide, 29;
6/En’âm, 33; 10/Yûnus, 39, 52; 11/Hûd, 19, 113; 14/İbrahim, 22; 19/Meryem,
72; 21/Enbiyâ, 29; 25/Furkan, 37, 207; 40/Mü’min, 52; 42/Şûrâ, 8,
21-22, 42; 68/Kalem, 12.
b Zâlimlere Verilen Mühlet (Süre): 11/Hûd, 100-102; 14/İbrahim, 42-43; 16/
Nahl, 61.
c Zâlimler Lânetlenmişlerdir: 7/A’râf, 44; 11/Hûd, 18.
d Zâlimler, Kurtuluşa Eremezler: 6/En’âm, 21, 135; 12/Yûsuf, 23; 28/Kasas,
37.
e Kıyamet Günü Zâlimler Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsterler:
14/İbrahim, 42-44; 25/Furkan, 27; 39/Zümer, 24.
f Mü’minlere Zulüm Yapanların Cezası: 85/Bürûc, 10.
g Allah, Zâlimlerin Kimini Kimine Mûsâllat Eder: 6/En’âm, 129.
h Allah, Zâlimleri Başarıya Ulaştırmaz: 2/Bakara, 258; 6/En’âm, 21; 14/İbrahim,
27; 46/Ahkaf, 10.
i Zâlimler, Allah’ın Rahmetine Eremezler: 2/Bakara, 124.
j Allah Zâlimleri Affetmez: 4/Nisâ, 168-169; 5/Mâide, 72.
k Allah’ın Azabı Zâlimleredir: 6/En’âm, 47; 11/Hûd, 100-102, 117; 22/Hacc,
45; 27/Neml, 52; 29/Ankebût, 40; 32/Secde, 22.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 322
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 65
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 148
4. Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. c. 2, s. 395-396;
542-543
5. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 49-51
6. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 105-106
7. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. S. 421-422; 486-488
8. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Zulüm, Veli Ulutürk), Risale Y. c. 4, s. 285-289
9. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 766-771; 783-790
10. Safahat, Mehmet Âkif Ersoy, İnkılâp ve Aka Kitabevi Y. s. 400
11. Kur’an’da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 235-261
12. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 311-318
13. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 519
14. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 346-350
15. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 212-213
16. Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 478-481
17. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 108-111
18. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 67-71
19. Kur’an’da İman Pskilolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 211-
219
20. Kur’an’da Karakter Eğitimi, Mûsâ Kâzım Gülçür, Işık Y. s. 26-28
ZULÜM - ZÂLİM
- 53 -
21. İlâhi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s.
146-174
22. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 177-180
23. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 221-230
24. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 433-489
25. Kur’an’la Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal, Birleşik Y. s. 91-99
26. Kur’an’da Zulüm Kavramı, Ahmet Şişman, Beyan Y.
27. Zulüm, Mehmed Zahit Kotku, Seha Neşriyat
28. Vahye Göre Büyük Zulüm, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
29. Kur’an’a Göre Zulüm Açısından Allah ve İnsan, İsmail Karagöz, Çelik Y.
30. Kanunların Zulmü, Oğuz Özbek, Doğan Güneş Y.
31. İslâm ve Yürürlükteki Kanunlar, Abdülkadir Udeh, İİFSO Y.
32. Zulme Boyun Eğmeyenler, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.
33. Zulme Karşı Direniş, Mustafa Ramazanoğlu, Şahsî Y.
34. Zulmü Alkışlayamam, Yener Karadeniz, Gonca Y.
35. Zâlimler İçin Yaşasın Cehennem, Zekeriya Usluer, Anahtar Y.
36. Peygamberimiz’e ve Ashabına Yapılan İşkenceler, Asım Uysal, Uysal Kitabevi Y.
37. Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
38. Zâlim Yahudi, Yusuf Yılmaz, Risale Y.
39. Devrimler Cinayeti, Burhan Bozgeyik, İttihad Y.
40. İnkılâb Kurbanları, Hüseyin Yılmaz, Timaş Y.
41. Kara Kitap, Eşref Edip, Abdullah Işıklar Kitabevi Y.
42. Son Devrin Din Mazlumları, NecipFazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
43. Yakın Tarihin Din Mazlumları, Mustafa Necati Bursalı, Vural Y.
44. Batının İslâm’la Kavgası, Asaf Hüseyin, Pınar Y.
45. Vahşi Batı, Sedat Cereci, Şule Y.
46. İslâm Dünyasını Saran Ateş Çemberi, Burhan Bozgeyik, Erhan Y.
47. İslâm’da Adâlet Kavramı, Macid Hadduri, Yöneliş Y.
48. Adl-i İlâhî, Murteza Mutahhari, İşaret Y.
49. Duygu Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s. 97-106
50. Zulüm Kavramı, Vahdettin Işık, Haksöz 70 (Ocak 97), s. 44-45
51. Büruc Suresi ve İşkence, Cengiz Duman, Haksöz 41-42 (Ağustos-Eylül 94) s.
66-68
52. Yeryüzünde İlâhî Adâleti Uygulama Görevi Mü’minlerindir, Fevzi Zülaloğlu,
Haksöz 71 (Şubat, 97

- 55 -
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR

İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti

İstikbâr Duygusu

Müstekbir

Müstekbirlerin İlki İblistir

Müstekbir Tipler

Müstaz’af

Müstekbir ve Müstez’af İlişkisi

Müstaz’af İnsan Grupları

Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap

İstikbârın Sembol Tipleri (Müstekbirlerin Duayenleri)

İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan Dışındaki Canlılar ve Mü’minler
“Ve o zaman meleklere (ve cinlere): “Âdem’e secde edin!” dedik, İblis hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve istikbâr etti (büyüklük tasladı, kibrine yediremedi), kâfirlerden oldu.” 262
İstikbâr; Anlam ve Mâhiyeti
“İstikbâr”, kibir, kökünden türeyen bir kavramdır. ‘İstikbâr’ sözlükte büyüklenme, kendini büyük görme, böbürlenme, insanları küçük görme anlamlarına gelir. Kavram olarak istikbâr; Allah’a karşı kendini yeterli görerek isyan etme; Allah’ın hâkimiyetini reddetme, insanlara karşı kibirlenerek onlar üzerinde zorla egemenlik kurma anlayışıdır. Bir başka deyişle ‘istikbâr’; kendini büyük görerek inatçı bir şekilde hakk’ı kabul etmekten çekinmektir. Kur’an-ı Kerim’de isim ve fiil halinde 48 yerde geçer. Karşıtı olan istiz’âf ve müstaz’af kelimeleri ise 13 yerde geçmektedir.
Kibir, tekebbür ve istikbâr birbirine yakın anlamlara sahiptir. Bu kelimeler, ‘büyük olma’ anlamına gelen ‘kebüra’ kökünden türemiştir. Aynı kökten türeyen bütün kelimelerde büyüklük veya büyüklenme ile ilgili anlamlar vardır.
Kebir: Büyük,
Kebîra: Büyük şey, çoğulu ‘kebâir’,
Ekber: Daha büyük, en büyük,
Tekbîr, Allahu Ekber/Allah en büyüktür demek,
262 2/Bakara, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
Kibriyâ: Büyüklük, yücelik, ululuk; ki yalnızca Allah’a isnad
edilir, Allah’tan başka hiç kimseye bu sıfat verilemez,
Tekebbür: Büyüklenme, kibirlenme,
Mütekebbir: Kendini halkın en efdali, en üstünü sayan, kendinden
başka hak tanımayan anlamındadır. Bu sıfat da yalnızca
Allaha mahsustur. Çünkü bütün faziletler O’na aittir, bütün güç ve
kuvvet O’nun elindedir.
Müstekbir ise; büyüklenen, kibirlenen, kendini üstün gören
demektir.
İlk müstekbir, yani ilk büyüklük taslayan İblis’tir. O, Allah’ın
secde emri karşısında kibirlendi ve secde etmekten yüz çevirdi.263
“Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis
hâriç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve istikbârda bulundu/büyüklük
tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” 264
“Âyetlerimizi yalanlayıp, onların karşısında istikbâra/büyüklenmeye kapılanlar,
işte onlar ateş halkıdır.”265
“Küfredenlere gelince; Âyetlerimiz size okunuyordu da, siz istikbârda
bulunup (karşılarında büyüklenip yüz çevirerek) mücrim bir topluluk oldunuz,
değil mi?” 266
“Ne zaman canınızın istemediği şeyleri söyleyen bir rasül gelmişse ona
karşı istkikbârda bulundunuz/büyüklük tasladınız.” 267
İstikbâr Duygusu
‘İstikbâr duygusu’, büyüklük kuruntusudur. İstikbâr edenlerin
hiç biri aslında büyük değillerdir. Onları büyük ve yüce yapacak bir
özellikleri de yoktur. Ancak onlar, kendilerinin büyük olduğu kuruntusu
içerisindedirler. Allah (c.c.) şeytana soruyor: “Sen büyüklük
mü taslıyorsun (istikbâr mı ediyorsun) yoksa gerçekten sen üstün olanlardan
mısın?”268 Demek ki şeytanın yücelikle bir ilgisi yok. O kendinde
bir üstünlük gördü, büyüklendi ve Rabbinin emrini dinlemedi.
Bazı insanlar ellerindeki güçlerle, dünyalıklarla veya saltanatla
(devlet gücüyle) kendilerini üstün görürler. Allah karşısında kul
olduklarını unuturlar da kendilerini Allah’tan müstağni sayarlar
263 2/Bakara, 34
264 2/Bakara, 34
265 7/A'râf, 36
266 45/Câsiye, 31
267 2/Bakara, 87
268 38/Sâd, 75
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 57 -
(O’na ihtiyaç duymazlar). Bunların bir kısmı, Âhirete inansa bile,
yine kendilerinin kurtulacağını düşünürler. Çünkü onlar, ellerinde
her çeşit güç ve imkân var zannederler. Bir kısmı da Âhireti inkâr
ederler. Hayatın yalnızca bu dünya yaşantısı olduğunu kabul ederler.
Sahip oldukları mal, çocuklar ve iktidarla üstünlük taslarlar. Bu
dünyalık ve güçle insanlara hükmetmeye, onları kullanmaya, onları
köleleştirmeye çalışırlar. İsteklerine kavuşmak için zorbalığa
ve zulme başvururlar. Böylece haddi aşarak bağy (azgınlık) ederler.
Arzularını gerçekleştirmek yolunda hiç bir yasak ve günah
tanımazlar. İşlerine ve hayatlarına kendi ‘hevâ’larına göre yön
vererek ilâhlığa soyunurlar. İnsanları yönlendirmek ve kullanmak
isteyerek Rabliğe yeltenirler.
Böyle kimselere Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman ‘bunlar
da neymiş’ der, alay eder ve aldırmazlar. Peygamberleri ve onların
yolunu izleyenleri dinlemezler. Allah’ın huzurunda secde yapmayı
kibirlerine yediremezler, ibâdet onların nefislerine çok ağır gelir.
Allah’ın hükümleri ve ilkeleri karşısında çok inatçıdırlar. Onlar aslında
hem hasta ruhlu insanlardır, hem de zayıf karakterlidirler.
Ancak zayıflıklarını haksız yere kibirlenerek kapatmaya çalışırlar.
Allah’ın âyetlerine karşı çıkışın temelinde yatan sebep gerçekten
‘istikbâr’ duygusudur. Aynı duygu; Allah önünde ibâdet
etmekten de hoşlanmaz. Diğer insanları küçümsemek, onlara
tepeden bakmak, onlardan tiksinmek, onlara hakeret etmek ve
onları çeşitli tuzaklarla kullanmak niyetinin arkasında da istikbâr
anlayışı vardır.
Yeryüzünde zulme sebep olan, orasını ifsâd eden ve zayıfları
ezen kimseler de yine bu istikbâr duygusuna sahip olanlar ve bu
yüzden taşkınlık yapanlardır.269 İstikbâr sahibi müstekbirler, insanlara
karşı ‘bağy’ işlerler. Onlara karşı böbürlenip haksızlıkta bulunurlar,
onlara hükmetmeye kalkışırlar. İstikbâr sahiplerinin tipik
özelliklerinden biri de kendi ‘hevâ’larına uymalarıdır. Onlar, kendilerini
güçlü ve üstün gördükleri için ilâhî yasaları tanımazlar ve
akıllarına estiği gibi hareket ederler. İnsanlara kötülük yapmak
için başvurulan çeşitli hile ve kurnazlıkların arkasında istikbâr vardır.
270 Yeryüzünü zulüm ve kahırla dolduran ve kitleleri ezen ordular
da istikbâr ordularıdır.271
269 28/Kasas, 39
270 Bk. 35/Fâtır, 43; 31/Lokman, 7; 63/Münâfıkûn, 5
271 Bk. 28/Kasas, 39; 25/Furkan, 21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
İstikbâr duygusu/müstekbirlik, inkârcıların özelliğidir.272 Dünyada
Allah’a ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr edenler için alçaltıcı
bir azap vardır.273 Allah’ın âyetlerine karşı istikbâr edenlere
göğün kapıları açılmayacak, onlar deve iğnenin deliğinden geçinceye
kadar Cennet’e giremeyecektir. Onlar için Cehennem’de
ateşten yataklar hazırlanmıştır.274 Allah’a karşı ibâdet etmeye
istikbâr duygusu yüzünden yanaşmayanların sonları da cehennem
olacaktır. 275
Kullara yakışan, Rablerinin huzurunda ‘kul’ olarak haddini
bilmek, bulunduğu konumu doğru tesbit etmektir. Allah’ı tek rab
olarak bilip verdiği nimetlere şükretmektir. Güçsüz, zayıf, yaşamak
için başkasına muhtaç ve nihâyet ölümlü olan insanın kibirlenmeye,
iblis gibi Allah’a isyan edip karşı gelmeye hakkı yoktur.
İstikbâr edenler büyük bir haksızlık içerisindedirler. Bu nedenle
Allah (c.c.) kesinlikle istikbâr edenleri sevmez. 276
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Allah (c.c.) şöyle
diyor: ‘Büyüklük (kibriya) elbisem, azamet (ululuk) da gömleğim (gibidir).
Kim bu iki şeyde benimle yarışırsa onu Cehennem’e atarım’.” 277
Kur’an-ı Kerim’de istikbârın tipik örneği Firavun’dur. O kendini
büyük, güçlü ve yıkılmaz saltanat sahibi görerek ilâhlığa kalkıştı,
Hz. Musa’nın davetinden yüz çevirdi. Hz. Musa’nın çağrısına uyarak
Allah’ın önünde secde etmeyi gururuna yediremedi. Allah’ın
hükmüne uymaya tenezzül etmedi.
Günümüzde büyüklük taslamanın (istikbârın) yansımalarını
her yerde görmek mümkün. Zenginler, makam sahipleri, koca
koca şirketleri ve fabrikaları olanlar, sistemler, devlet düzenleri,
uluslararası kuruluşlar, devlet yöneticileri, sultanlar, krallar, şöhrete
ulaşanlar ve daha niceleri ‘istikbâr’ ediyorlar. Allah’a ve O’nun
koyduğu ölçülere karşı çirkin bir başkaldırı ve büyüklük duygusu
içerisinde kendilerine ve diğer insanlara zulmediyorlar.278
Müstekbir
Yeryüzünde haksız yere istikbâr edenlere (büyüklük taslayanlara)
müstekbir adı verilir. Bunlar, kendilerinde bir üstünlük
272 7/A’raf, 36, 75-76; 28/Kasas, 76-77
273 46/Ahkaf, 20; 40/Mü'min, 60
274 7/A’râf, 40-41
275 40/Mü'min, 60
276 16/Nahl, 23
277 Ebû Dâvud, Libas 29, Hadis no: 4090, 4/59. Bir benzeri için Bk. Müslim, Birr
ve Sıla 136, Hadis no: 2620, 4/2023; Ibn Mâce, Zühd 16, Hadis no: 4174,
2/1397; Ahmed bin Hanbel, 2/248, 376, 414, 444
278 H. K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 317 vd.
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 59 -
olmadığı halde büyüklük duygusuna kapılıp, doğru yoldan çıkan
kimselerdir. Zayıf karakterlidirler, ama bu yönlerini insanlara karşı
böbürlenerek gidermeye çalışırlar.
Esasen Allah ‘ekber/en büyük’ olduğu için büyüklük hakkı da
O’nundur. ‘Kibriyâ/büyüklük’ sıfatına sahip olan sadece O’dur.279
Ancak, bazı insanlar bu gerçeği görmek istemezler. Ellerinde dünya
malı, biraz güç ve kuvvet vardır, belki de iktidar makamındadırlar.
Onlar, bu tür şeylere aldanarak büyüklük duygusuna düşerler.
‘Biz her şeye sahibiz’ anlayışı taşırlar. Sahip oldukları şeylerin
kendilerine yettiğini, Allah’a muhtaç olmadıklarını, her şeye güç
yetirebileceklerini varsayarlar. Bu duygular yüzünden yeryüzünde
haddi aşarlar, başkalarına hükmetmeye ve onları kullanmaya
yeltenirler. Kimileri ilâhlığa soyunur, rablik taslamaya başlar. Bu,
şüphesiz azgınlığın son noktasıdır.
Müstekbirler, zayıf bırakılmışları (müstez’af olanları) sömürürler.
Onların boyun eğmişlikleri üzerine iktidarlarını sürdürürler.
Onların emeği ve kanı üzerine saraylar yaparlar. Onların hizmetleri
ve kölelikleri sayesinde eğlence, zevk ve sefa içinde ömür sürerler.
Müstekbirler; zor kullanarak, zulmederek, hile ve tuzaklarla
insanlara üstünlük sağlarlar.
Kur’an’da ilginç bir örnek anlatılmaktadır:“Gökte olanlar, yerde
olan yürüyenlerden bir kısmı ve melekler Allah’a secde ederler. Onlar
asla istikbâr etmezler (büyüklük taslamazlar).”280 Hâlbuki müstekbirler,
Allah’ın âyetlerine karşı kibirlenirler ve onları yalanlarlar.281 İçlerinde
sakladıkları büyüklenme hastalığı yüzünden Allah’a kulluktan,
O’na itaat etmekten yüz çevirirler.
Müstekbirlerin İlki İblistir
“Allah, ‘Ey İblis! Iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan
nedir? İstikbârda mı bulundun (büyüklük mü taslıyorsun) yoksa gerçekten
yücelerden mi oldun?’ dedi. İblis, ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni
ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’ dedi.” 282
Yeryüzünde İblis’in yolunu izleyip onun gibi büyüklenmeye
kalkıp, Allah’a itaatten yüz çeviren zalimlere Allah, devamlı uyarıcılar
(peygamberler) göndermiştir. Peygamberler onları Allah’a
davet etmişler, tuttukları yolun yanlış olduğunu anlatmaya çalışmışlardır.
Ancak peygamber olarak gönderilen kimselere ilk karşı
279 45/Câsiye, 37
280 16/Nahl, 49
281 7/A’râf, 36
282 38/Sâd, 75-76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
çıkanlar halk arasında mal ve makam sahibi müstekbirler olmuşlardır.
“Bir peygamber size canınızın istemediği bir şeyi getirdiği zaman
istikbâr etmediniz mi (büyüklük taslamadınız mı)? Kimini yalanlıyor, kimini
öldürüyordunuz.” 283
Bu müstekbirler, peygamberlerin davetlerini, ellerindeki
malları ve makamları koruma için reddediyorlardı. Çünkü sahip
oldukları konum, onlara insanları sömürme, onlara hâkim olma
imkânını veriyordu. Müstekbirler, Peygamberlerin davetine her
yola başvurarak karşı koymaya çalışırlar. Gelen peygamberi ve
onun davetini yalanlarlar, peygamberi kendi memleketinden sürerler,
kimilerini de öldürmeye kalkışırlar.
İslâmî dâvet, insanlar arasında haksız sınıflaşmayı, sömürüyü,
soy sop veya mal ve makam üstünlüğünü, zulmü ve baskıyı yasaklıyor.
Adâleti ve insanlar arasında eşitliği getiriyor. Üstünlüğün
takvada ve diğer insanlara iyilik yapmada olduğunu bildiriyor. Fakat
müstekbirlere göre kendileri ya mal, ya makam, ya güç, ya da
soy bakımından en üstündürler. Müstekbirler, mutlak hâkimiyetin
Allah’a ait olduğunu kabul etmezler. Onlar Tevhid Kelimesindeki
gerçeği reddederler. “Onlara lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka tanrı yoktur)’
denildiğinde şüphesiz istikbâr ederler (büyüklük taslarlar).” 284
Onlar, insanları ezmek için her yolu caiz görürler. Emirleri altına
aldıkları insanları zayıf bırakırlar (müstez’af yaparlar) ve onları
istedikleri gibi yönlendirirler285. Onlar, kendilerinde olan güzel
özelliklerden dolayı değil; ellerindeki makam, mal, güç gibi dünyalıklar
yüzünden insanlardan üstün oldukları anlayışındadırlar286.
Onlar, kendi otoritelerine, düzenlerine ve fikirlerine karşı gelen
hiç bir kimseden hoşlanmazlar. Kendi düzenlerini yıkacak her
çabayı yok etmek için uğraşırlar. Onlar, Allah’ın peygamberlerle
gönderdiği dine inanmamak için her türlü bahaneyi bulurlar, imanı
ve iman edenleri küçümserler. 287
Müstekbirlik; zulüm, bağy ve tuğyan sonunda ortaya çıkan bir
vahşettir. Her müstekbir, haksız yere kibirlenen, gururlanan ve insanlar
üzerinde kayıtsız şartsız hüküm sürmek isteyen isyankârdır.
“Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri/müstekbirleşenleri, âyetlerimi anlamaktan
çevireceğim.”288 Müstekbirlik, Allah’a ait olan bir yetkiyi
ve hakkı kendi kudreti ve iradesi altına almak niyetini hayatına
283 2/Bakara, 87
284 37/Saffat, 35
285 31/Lokman, 6
286 41/Fussilet, 15
287 46/Ahkaf, 11
288 7/A’râf, 146
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 61 -
ve davranışlarına dayanak kıldığından ilâhlık dâvâsına kalkışmak
demektir. İster bunu açıktan açığa söylesin, isterse söylemesin,
istikbâr ilâhlık iddiası demektir. Müstekbirlerin amacı, Allah’ın
yerine kendilerinin insanların hayatına hükmetmesidir. Müstekbir
bu gayesini gerçekleştirmek için, insan neslini, bitkileri ve hayvanları
tüketecek kadar fesadını yaygınlaştırabilir.289
Her müstekbir, hem kâfir ve hem de zâlimdir. Şeytan, kibirlendi
ve kâfir oldu. Ancak kâfirlikten önce müstekbir oldu.290
Kâfirliğin yolu istikbârdan geçmektedir. Allah’a karşı baş kaldıran
ve Allah’ın kanunlarını beğenmeyen herkes müstekbirdir. 291
Müstekbirler insanlar arasında sayıca azdırlar. Ancak dünyaya
aşırı bağlıkları nedeniyle, Allah’tan çok kendilerinden korkan
zayıf, güdülmeye hazır, tepkisiz yığınların boyun eğişlerinden
yararlanırlar. Müstekbirler tarafından çeşitli oyunlarla, baskı ve
tuzaklarla sindirilen geniş halk kitlelerindeki bu korku, istikbâr
edenlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Köleliği ve sürünmeyi kader
bilen kimseler, başlarına kim gelirse gelsin, ne olursa olsun ses çıkarmazlar.
Bulabildikleri küçük dünyalıklar onların sesini kısmaya
yeter.
İslâm, bu müstekbir mantığını ve ahlâkını tanıyıp ona düşmemeyi
tavsiye ediyor. Ayrıca, yeryüzünde haksız yere istikbâr edip
insanları sömüren, onlara baskı uygulayan ve haklarını ellerinden
alan müstekbirlere karşı durmayı da öğütlüyor. Bu karşı koyuş ‘Allah
adının büyüklüğü- Allahü ekber’ ve Tevhid kelimesindeki şuur
ile olabilir.
Müstekbir Tipler
Kur’an, hayalî insan tipleri çizmiyor. Müstekbirler soyut varlıklar
değillerdir. Onların bir kısmı tarihte yaşamış, bugün de yeryüzünün
her tarafında olabilecek kimselerdir. Müstekbir kafa
yapısına ve tavrına sahip sayısız örneği çevrenizde görebilirsiniz.
Zenginliğin ve makamların şımarttığı niceleri vardır ki; hem başkalarına
zorla tahakküm ederler, hem toplumun huzurunu bozarlar,
hem de kendilerini ağırdan satarlar. Herkesin kendi emirleri
altında, bütün geçim kaynaklarının kendi kontrollerinde olmasını
isterler.
Fertler müstekbir olduğu gibi, düzenler, kavimler, meclisler
de müstekbir olabilir. İslâm’ın dışındaki bütün sistemler müstekbir
289 28/Kasas, 4
290 Bk. 2/Bakara, 34
291 Bk. 45/Câsiye, 8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
kabul edilir. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar zâlimlerin
ta kendileridir.”292 Her beşerî ideoloji, Allah’a baş kaldırıp Allan’ın
hüküm ve kanunlarını beğenmeme sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bunun için komünizm, sosyalizm, kapitalizm ve diğer izmler müstekbirdir.
Bugün bazı ülkelerde yürürlükte olan zulüm düzenleri tipik
‘istikbar’ örneğidir. Zengin ülkelerin kendi aralarında kurdukları
birlikler, ürettikleri politikalar dünyayı daha iyi kontrol altında
tutma, daha iyi sömürme amacına yönelik değil midir? Birçok
uluslararası teşkilat ne işe yaramaktadır? Bu teşkilatlar zulme
uğrayanlara yardım etmeyi beceremezken, karar almak üzere bir
araya gelemezken; çıkarları sözkonusu olunca dünyayı nasıl da
ayağa kaldırıyorlar? ABD’nin ve pek çok batılı ülkenin bu anlamda
müstekbir olduğu açıktır.
Bazı ülkelerdeki diktatörlerin, sulta ve despot yönetimlerin
kendi halklarına ve ilâhî vahye karşı tutumları; müstekbirlerin karakterlerini
göstermektedir. Onlar, kendi saltanatları ve çıkarları
için zulümden ve baskı yapmaktan geri durmazlar. Kendi menfaatleri
uğruna halklarının haklarına tecavüz ederler. İktidarlarını
sürdürebilmek için her yola başvururlar. Allah’ın insanlar için koyduğu
ölçülere kulak asmazlar.
Bütün müstekbirler, Allah’a itaat etmekten, O’nun önünde
boyun eğmekten yüz çevirirler. Allah’ın hükümlerini ve âyetlerini
dikkate almazlar. Çünkü kendilerini güçlü görürler, büyüklük taslarlar.
293
Kur’an’da şeytanın ve kâfirin önemli bir özelliği olarak anlatılan
istikbâr/büyüklük taslamak, çeşitli şekillerde tezâhür edebilir.
Bir kişinin ya da grubun, toplumun diğer birey ve kesimlerine
karşı kibirlenip gurura kapılmaları ve onlarla ilişkilerini kendi
büyüklükleri temelinde sürdürmek istemeleri şeklinde olduğu
gibi, toplumun büyük bir kısmının, azınlığa karşı veya Kur’an’da
belirtildiği şekliyle peygambere ve müslümanlara karşı büyüklük
taslaması ve onları küçük görmeleri şeklinde de tezâhür edebilir.
Bir başka büyüklenme biçimi ise, bir toplumun veya devletin, başka
bir topluma üstten bakması, kendini efendi, öbürünü hizmetçi
görmesidir. Bütün bu özellikler, istikbâr kapsamındadır. Tarih
boyunca olduğu gibi, bugün de birçok toplumda her üç istikbâr
türünü görmek mümkündür.
292 5/Mâide, 45
293 A.g.e. s. 467 vd.
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 63 -
İstikbâr psikolojisinde aşırı önyargılılık, tarafgirlik, bencillik,
bağnazlık, yeni görüşlere açık olmamak gibi özellikler bulunur.
Dolayısıyla, büyüklenen insanın ayırıcı özelliği, onun objektif görüşten
uzak durmasıdır. Bu uzaklığın nedeni, kibir ve gururdur. Bu
psikolojiyle inanmadıkları içindir ki, Kur’an, kâfirleri müstekbir
olarak adlandırmakta294 ve küfrün kaynağının büyüklenmek olduğunu
belirtmektedir.
İstikbâr ve müstekbirin olduğu toplumlarda bir ezenle bir
ezilenin olması, yani ezen/sömüren ve ezilen/sömürülen şeklinde
iki sınıfın oluşması kaçınılmazdır. Nitekim Kur’an, müstekbirlerden
söz ettiğinde, karşıtı olarak müstaz’aflardan da söz eder.
Âyetlerde ele alınış biçimiyle Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri,
güç, yetenek ve becerileri kendilerinden sayarak başka insanların
boyunlarına binen müstekbirlerin diğer insanlara karşı davranışlarına
istiz’af (zayıf görme), zayıf görülen insanlara da müstaz’af
denmektedir. 295
Müstekbirler, toplumun zayıf kimselerini ezer, zayıf olmayan
kitleleri zayıf bırakmak için onlara ekonomik ve siyasî baskı yaparlar.
296 Peygamberlerin dâvetleri onların kaçışlarını arttırırken297,
müttakîler ve mü’min müstaz’afların imanını arttırmıştır. Müstekbirler,
rasüllerin tehditlerini ve uyarmalarını alayla dinlerler298 ve
peygamberlere (ve mü’minlere) “ya dinimize girersiniz, ya da sizi
şehirden çıkarırız” derler.299 Onlar için verilen her ikaz, kendileri
için eğlencedir300. Dâvete kulaklarını tıkar, hiçbir şey duymamış
gibi davranırlar. Küfür örtüleri hidâyete ulaşmaları için engel teşkil
eder.
Allah’ın azabına aldırış etmeyen bu sömürgen kimselerin yanılgısı,
aslında gücü olmayan şeytanın emrini dinlemeleridir.301
Mücadele saflarında şeytanın tarafını tutması, kendisinin zayıf
olduğunun en açık alâmeti iken, mal ve evlât çokluğuyla övünmesi302,
müstekbirlerin paranoyak kimseler olduğunu da düşündürüyor.
Onlar hastadırlar, zayıftırlar. Çünkü halkın tevhîdî bilince
ulaşmasından korkmaları ve bunun da kendilerinin sonu olduğunu
bilmeleri, müstekbirleri gece gündüz hile ve desise kurmaya
294 16/Nahl, 22-24
295 Ejder Okumuş, Kur'an'da Toplumsal Çöküş, s. 122-123
296 7/A’râf, 75
297 71/Nuh, 6
298 7/A’râf, 77; 21/Enbiyâ, 2
299 7/A’râf, 88
300 21/Enbiyâ, 2
301 14/İbrahim, 22
302 41/Fussılet, 15
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
yöneltmiş ve insanların Allah’a şirk koşmalarını emretmeye başlamışlardır.
Kur’an, müstekbirlerin karakter yapılarını anlatmaktadır ki,
her dönemde ve her coğrafyada yaşayan insanlar, mücadelelerinde
bir konum belirlesin ve karşılaştıkları sorunları çözebilsin.
Kur’an’da anlatılan müstekbir ifadesi, eski dönemlere ait tarihsel
bir olgu değil; tüm zamanlar için kullanıbilen bir ifadedir.
Bugün mazlum ve mahrum bırakılmış, ezilmiş ve sömürülmüş
halklara zulmeden tâğûtî sistemlerin Kur’an’da anlatılan müstekbir
portresinden ne farkı vardır? Kaldı ki, biz müstekbiri asıl
bugün tanımlamakla mükellefiz. Yaşadığımız hayat şartlarını tüm
acımasızlığıyla ağırlaştıran, fıtratımıza uygun İslâm sisteminin kurulmaması
için var gücüyle çalışan, Allah’ın diniyle alay eden düzen
ve işbirlikçileri, Kur’anî ifadeyle müstekbirlerden başka bir şey
değildir.
Rasüllerin mirasçısı olan mü’minleri sevmemek, onlarla alay
edip onları ezmeye ve sömürmeye çalışmak, müstekbir olmanın
en açık ifadesidir. Vesvesesini şeytandan alan, halkın üzerinde görünmez
bir baskı oluşturan ve gece gündüz kurduğu desiselerle
insanları rablerine karşı isyana ve küfre çağıran medya, müstekbirlerin
Kur’an’da ifadesini bulan mü’minlerle alay etme misyonunu
eksiksiz yerine getiriyor. 303
Müstaz’af
‘Müstaz’af’, ‘za’af’ kökünden türemiştir. ‘Za’af’, kuvvetli olmanın
zıddıdır, zayıf oldu demektir. Za’af sahibi kimseye, yani kuvvetli
olmayana ‘za’if’ denilir ki, Türkçede ‘zayıf’ şeklinde söylenmektedir.
‘Za’af’, bedende, nefiste, akılda, düşüncede, bir şeyin
nitelik ve niceliğinde olabilir. Kişinin bulunduğu statüde, bilgi ve
görüşlerde de olabilir. ‘Müstaz’af’, ‘istaz’afe’ fiilinin fail ismidir.
‘İstiz’af’ sözlükte, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hale getirmek,
zillete düşürmek (aşağılamak) demektir.
Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerle şımaran, kibirlenip
‘müstekbir’ olanlar, bazı insanların boyunlarına binerek onlara
karşı zalimce davranırlar, onları aşağı görürler. Onlara hükmedebilmek
için onları zayıflatmanın yollarını ararlar. İşte müstekbirler
tarafından aşağı görülüp, sömürülmek üzere zayıf bırakılmış kimselere
‘müstez’af’ denilmektedir.
303 Eşref Altaş, Haksöz, sayı 44, s. 41
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 65 -
Müstekbir ve Müstez’af Ilişkisi
Müstez’af’ı iyi tanımak için ‘müstekbir’leri iyi bilmek gerekir.
Çünkü bu iki kavramın kullanılış yerleri ve durumları birbiriyle ilgilidir.
Allah’tan gelen vahyin ve bu vahyi tebliğ eden peygamberlerin
karşısına hep ‘müstekbir’ tipli insanlar çıkmışlardır. Onlar,
Allah’ın peygamberlerinin davetine uyan müstez’afları aşağı
gördüler, onlara zulmettiler ve girdikleri yoldan çevirmeye çalıştılar.
Kur’an, İlâhî davete uyanlar ile ona karşı çıkanları ‘müstez’afmüstekbir’
bağlamında değerlendiriyor. Allah (c.c.), kendi davetine
uyup kendi doğru yoluna giren ve asla müstekbirlere boyun
eğmeyen müstez’afların yanında yer alıyor. Onları yeryüzüne ‘halife’
(imam) yapmakla müjdeliyor. 304
İslâm’ın ilk dönemlerinde Mekke’de, Hz. Muhammed’in davetine
uymaktan başka suçu olmayan fakir ve güçsüz müslümanlar,
Kur’an’da haber verilen bu müstez’afların örneklerindendir. Onlar,
o günün müstekbirleri olan Mekke devletinin ileri gelenleri
tarafından zulme uğruyorlar, işkenceye tabi tutuluyorlar, horlanıp
aşağılanıyorlardı. Mekke’li müşrikler, onlara karşı kibirleniyorlar,
gücün ve iktidarın kendilerinde olduğunu hesaba katarak, emirleri
altındaki insanların neye inanacaklarına dahi karışıyorlar, kendi
dinlerinden veya ideolojilerinden çıkanlara zulmedip baskı uyguluyorlardı.
İslâm toplumu dışındaki bütün cahili toplumlarda, baskı uyguluyanlar
ile baskı uygulananlar, yani kendilerini her bakımdan
üstün sayanlar ile onların halk dediği zayıf bırakılmışlar bulunur.
Modern toplumlarda bunu farklı bir biçimde görmekteyiz. Modern
toplumlarda zenginler ve fakirler sınıfı, yönetilenler ile yönetenler
sınıfı, yüksek tabaka ile alt ve orta tabaka grupları bulunmaktadır.
Kendilerini biraz yukarı statüde görenler, Kur’an’ın
anlattığı ‘istikbâr’ sınıfına girerler.
Câhiliye toplumlarında güç ve imkânları ellerinde tutanlar diğerlerine
karşı üstünlük sağlamaya, onları etkileri altına almaya
çalışırlar. Bu güçlüler zamanla ‘istikbâr’ ederler ve insanı gütmek,
sömürmek, kullanmak veya istedikleri gibi yönetmek için onları
‘müstez’af’ hale getirirler. Müstez’aflar, müstekbirler tarafından
kahır altında tutulan, hor ve zelil yapılan, zayıf bırakılan kimselerdir.
Bu zayıf bırakmanın en önemli sebebi müstekbirlerdeki haksız
kibir ile insanları istedikleri gibi yönetme arzularıdır. 305
304 7/A’râf, 137
305 H. K. Ece, a.g.e. 470 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
Dünyanın günümüzdeki yapısı içerisinde, zayıf bırakılmış
mustaz’af kitlelerin, kendilerini ezen zorbalara karşı mücadelesi,
ancak müstaz’af halkın tevhîdî bilince sahip olmalarıyla mümkün
olacaktır. Hak ve bâtılı birbirinden ayıramayan müstaz’aflar, müstekbirlerin
hilelerine kurban gidecek306 ve böylesi müstaz’afların
Allah’ın huzurunda şikâyetleri de bir anlam ifade etmeyecektir. 307
Kur’an’da bize anlatılan müstaz’af–müstekbir mücadelesinin
şartlarını bilmemek, bizi bu mücadelede amellerimizi bâtılın pisliğinden
uzak tutacak ve amellerimize bâtılın karışmasını önleyecek
bir bilinçten mahrum bırakacaktır. Rabbimiz, kitabında nebevî
mücadelenin nasıl olması gerektiğini boşuna anlatmamış, bilâkis
onları okuyalım, üzerlerinde düşünelim ve günümüz mücadelesine
ışık tutalım308 istemiştir. Tâğûtî sistemleri ayakta tutan kimseler,
güçsüzlüklerinden şikâyet eden309 zâlim müstaz’aflardır.310
Müstaz’af olan ve fakat müstaz’af olduğunun bilincinde olmayan,
müstekbirlerin peşine takılmış, onlardan medet uman311 kitlelerin
dünyada ve âhirette karşılaşacakları çetin azabı hatırlatmak, üzerimize
düşen sorumluluktur.
Tâğutun en örgütlü biçimi olan İslâm dışı düzenler, tüm kurum
ve kuruluşları ile ordusu, bankası, medyası ve tüm işbirlikçileriyle
mü’minlere saldırmakta ve onları çeşitli hile ve desiselerle
güçsüz bırakmak istemektedir. Güçsüz bırakılan halkların ve baskı
uygulanan insanların tevhîdî mücadele içerisinde var olan safı ise,
inkılâpçı-ıslahatçı müstaz’afların yanıdır.
Zâlimlere başkaldırıp inkılapçı bir tavır takınması mümkün olmayan
zavallı kadın, çocuk ve ihtiyarları ve aklî kapasitesi düşük
olanları, Kur’an, “zavallı müstaz’aflar” olarak bize sunmaktadır. 312
Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silâh
ve güce sahip olamamış, duâ etmekten, yardımcı istemekten313
başka çaresi olmayan insanlar, zulme başkaldıramadıklarından
mâzurdurlar. Onların bu feryadlarını görmezlikten gelmek, “yeni
dünya düzeni” müstekbirlerinin ve işbirlikçilerinin müstekbir
olmalarından kaynaklanmaktadır. Fakat eli silâh tutan ve yardım
gücü yerinde olan, başkaldırma gücüne sahip insanların ve
306 34/Sebe’, 31-33
307 34/Sebe’, 31-33
308 22/Hacc, 46; 15/Hıcr, 75; 12/Yusuf, 11
309 4/Nisâ, 97
310 34/Sebe, 31
311 34/Sebe’, 31-33
312 4/Nisâ, 75
313 4/Nisâ, 75
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 67 -
düzenlerin ilgisizliği ise, müstekbirlerin zulmüne ortak olmak demektir.
Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zâlimlere itaati fitne ve fesad
çıkmasın diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi sabır diye tahayyül
eden, görevlerini ve özellikle emr-i bil ma’ruf ve nehy-i
anil münkeri terkeden, güçleri varken başkaldırmayan insanlar
ise zâlimdirler. Aslında kendileri de müstaz’af oldukları halde,
müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden dolayı
Allah bu gibileri zâlim müstaz’aflar diye nitelemektedir. Zâlim
müstaz’aflar, istikbâr düzenini ayakta tutanlardır. Firavun, kendisinden
ve mele’sinden güçlü binlerce köleyi ve halk kitlesini nasıl
idare etmektedir. Onlara piramit adı verilen ve bir mezardan/anıtkabirden
başka bir şey olmayan dağları nasıl kurdurmaktadır?
Firavun, onların bilinçlerini dondurmuş, büyüsüyle (medyasıyla)
onları uyuşturmuştur. Halkın dinî hassasiyetlerine cevap verecek
bir kurum oluşturmuş (Bel’am) ve bu kurum, Allah’ın kitabından
konuşuyormuş gibi hareket ederek insanların başkaldırı ve
eleştiri hakkını da elinden almıştır. Düzen; vahyi bir kenara atıp
nefsini yücelten, âhireti değil; dünyayı ön plânda tutan, şeytana
uyan ve aynı zamanda Allah’a yönelen insanları saptıran, işi gücü
tâğutlara itaat edilmesi gerektiğini yineleyen bezirgân tipli din
adamını/Bel’am’ı yetiştirdimi artık kitleleri uyuşturup saptırması
çok basit olmaktadır.
Tâğûtî istikbârın oluşturduğu düzenin bu noktasından sonra,
tüm kitlelerle “itaat” için uğraşmasına gerek kalmamıştır artık.
Kitleleri düşünmekten ve zulmü görmelerini engellemekten
sorumlu medya (sihirbazlar), kitlelerin fıtratlarına yönelişlerini
çarçur edip saptırmaktan sorumlu, “uyarsan da uyarmasan da
dilini sarkıtıp soluyan köpek”314 gibi şeytana tâbi olan Bel’amlar,
kitlelerin ekonomik işlerle ve dünya malıyla oyalanmalarını sağlayan
Karun’lar, tâğûtî düzenin devamını sağlamakta, kitlelerin
her alandaki fıtrata yönelişlerini saptıran müstekbirler artık müstaz’afları;
devleti ve vatanı korumaya çağırırken Allah ve Rasülüne
değil; şeytana uymayı, Allah’a nankör davranmayı emrederler.
Şeytanın zulmünün ve işbirlikçilerinin aslında hiçbir gücü
yoktur. Onları güçlü kılan, apaçık bir şekilde, zulme rızâ gösteren
müstaz’af, fakat zâlim kimselerdir.
Ulu’l-emr kavramını fesâda uğratmış ve zulüm ve istikbârlarını
ulu’l-emr diye müstaz’af insanlara sunmuş müstekbirlere itaati bir
görev sayan kimsenin Allah’ın huzuruna çıktığında “emîrlerimize
314 7/A’râf, 176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar.”315 demekten
başka ileri süreceği hiçbir mâzereti yoktur. Zâlim müstazâflar bu
halleriyle ezildiklerinin bile farkına varamamışlardır. Kolektif bilinçlerini
üç beş mutlu-putlu azınlığa terketmiş ve onları denetleme
imkânını dahi elde edememiş insanlar, âhirette Rablerine
şikâyetlerini arzederken neye uğradıklarını şaşırmış görüntüsü
vereceklerdir. 316
Müstaz’af Insan Grupları
Kur’an-ı Kerim, müstaz’afları, içindeki bulundukları duruma,
müstekbirler karşısındaki tutumlarına göre üç gruba ayırmaktadır:
Birinci grupta olanlar, uzun zaman boyunca vahiy’den uzak
kalarak müstekbirlerin yönetimi altına düşenlerdir. Bunlar müstekbirler
tarafından aşağılanmış ve zulme uğramışlardır. Eğer
Allah’tan bir davet gelirse bunlar, o davete hemen uyarlar, müstekbirlere
karşı gelirler. Bu gibi müstaz’aflar, samimi bir şekilde
müslüman olurlar, zalimlerin baskı ve işkencelerine rağmen dinlerini
terketmezler. Güç, mal ve toplumsal statü açısından ileri bir
seviyede olmadıkları için, müstekbirler onlara hep baskı yapmak,
onları istedikleri gibi yönetmek arzusundadırlar. Ama onlar peygamberleri
dinlerler, müstekbirlerin alay, kınama ve işkencelerine
aldırmazlar. Kur’an, böylesine müstaz’af olanlara yeryüzünün önderliğini
haber veriyor: “Muhakkak ki Firavun yeryüzünde kibirlendi
ve halkını bölük bölük (grup grup, parça parça) yaptı, onlardan bir grubu
‘müstez’af’/güçsüz görüyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ
bırakıyordu. Doğrusu o müfsitlerdendi (ifsâd edicilerden/bozgunculardandı).
Biz ise diliyoruz ki, yeryüzünde ‘müstaz’aflara lutfedelim, onları
imamlar (önderler) yapalım ve (yeryüzüne) vârisler kılalım.” 317
İkinci grup müstaz’aflar, korku, dünyalık çıkarlar, Allah’ın
sözüne güvenmeme veya başka za’aflar sebebiyle müstekbirlerin
yaptıklarına karşı çıkmazlar. Onların yaptıkları fesatlara ve
kibirlenmelere razı olurlar. Müstekbirlerin kuyruğuna takılırlar.
Müstekbirler onları hor görmelerine rağmen, onların peşinden
ayrılmazlar, seslerini çıkarmazlar. Kur’an, onların âhirette suçu
birbirlerinin üzerine nasıl atacaklarını anlatıyor.318“Melekler kendi
nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman, derler ki: ‘Ne
ile meşguldünüz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmış (müstaz’af)
kimselerdik’ derler. (Melekler de) ‘Oradan hicret etmeniz için Allah’ın arzı
315 33/Ahzâb, 67
316 E. Altaş, Haksöz, 44, s. 42
317 28/Kasas, 4-5; Ayrıca bkz . 7/A’râf, 137
318 34/Sebe’, 31-35
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 69 -
(yeryüzü) geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yerleri cehennemdir.
Ne kötü yataktır o.” 319
Âyetler, güçleri olduğu halde müstaz’aflığa râzı olan, pısırık ve
zillete boyun eğenleri tehdit ediyor. Onların arkadaşları (velileri),
peşlerinden gittikleri müstekbirlerdir. Müstekbirlerden kurtulmak
ve istikbâra son vermek için gerekeni yapmayanlar, aynen müstekbirler
gibidir; Onların zulmünde pay sahibidirler. Bu yüzden
varacakları yer cehennemdir. Bu çeşit müstaz’aflar, yüzleri ateşte
çevrildiği gün, şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Biz, yöneticilerimize
(sâdetenâ) ve büyüklerimize (küberâenâ) itaat etmiştik. Fakat onlar bizi
yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir
lânete uğrat.” 320
Bu müstaz’af kitlelerin uyarılmaya, zihinlerinin âdeta şoke
edilmeye ihtiyaçları vardır. Uyarılmadıkları sürece, yaşadıkları hayat
tarzının mümkün olan tek hayat tarzı olduğunu düşüneceklerinden
farklı bir hayat tarzı arayışına girmeleri hemen hemen
mümkün olmaz. Ancak uyarıldıktan sonra, kendilerinden seçim
ve tercih yapmaları beklenir. Çoğunlukla sıhhatli tercihleri olduğu
da söylenemez. Uzun bir süreç boyunca alıştıkları düşünce ve
davranışlar, onların zihnî ve ruhî hayatlarında uyuşturucu izler
bırakmıştır. İşte böyleleri Kur’an’a göre en az müstekbirler, yani
kendilerini saptıranlar ve ezenler kadar ağır bir sorumluluk altındadırlar.
321 Bu zayıf bırakılmış büyük kitle, sahip oldukları potansiyel
güçleri harekete geçirmedikçe, müstekbirler baskı ve sömürülerine
devam edecek, bunun da tarihsel bir kader olduğunu telkin
edeceklerdir. Baskı altına alınıp güçten düşürülmüş bu müstaz’af
kitle; çağın sihirli aynaları olan medya ile psikolojik, ahlâkî ve kültürel
araçlarla uyuşturulup miskinleştirilmiştir. Eğer onlar kendi
potansiyel güçlerinin farkına varsa, zaaflarını yense, günün birinde
zorbaların baskı rejimlerine karşı direnmeyi göze alacaklar ve
zincirlerini kıracaklardır.
Üçüncü grup müstaz’aflar, hiç bir çareye gücü yetmeyen, bir
çıkar yol bulamayan çocuk, kadın ve erkeklerdir. Bunları Allah’ın
affetmesi umulur.322 Allah (c.c.) böylesine ‘müstez’af’ kalmış kimseler
uğruna cihad edilmesini emrediyor:“Size ne oluyor ki, Allah yolunda
ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından
bize bir veli (dost) kıl, katından bize bir yardımcı gönder’ diyen müstaz’af
erkek, kadın ve çocuklar için cihad etmiyorsunuz?” 323
319 4/Nisâ, 97
320 33/Ahzâb, 67
321 34/Sebe’, 31-33
322 4/Nisâ, 88-89
323 4/Nisâ, 75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
Bunlar, aslında müstekbirlerin zulmüne râzı değillerdir. Onların
peşinden de gitmemektedirler. Ancak güçleri, imkânları yoktur.
Hicret ve cihad edecek güçleri yoktur. Bu nedenle istikbâr
edenlere karşı bir şey yapamamaktadırlar.
Müstaz’afların bu zayıf hallerinin sebeplerinden birisi müstekbirlerin
kibirleri, zulümleri ve sömürüleridir. Müstekbirler, elleri
altında kullanabilecekleri zayıf insanlar yoksa, nasıl kibirlenecekler?
Kimleri hükümleri altına alıp, baskı uygulayacaklar?
Birinci gruptaki müstez’af insanlar, bu zalim müstekbir gruba
karşı mücadele etmekten asla geri durmazlar. Onlar, Allah’ın
verdiği ölçülere bağlı kalarak, yeryüzünü bu zalim müstekbirlerin
baskısından temizlemeye çalışırlar. Onlar, Allah’a itaat ettikleri ve
müstekbirlere karşı çıktıkları için, Allah (c.c.) onları yeryüzünde
insanlara önder yapar.
Müstekbir, kibirlenen ve büyüklük taslayan demek olduğundan
bu vasıf kâfirlerin temel vasfıdır. Kur’an’ın ifade ettiği anlamda
bir kibir müslümanda bulunamaz. Yine, hadis-i şeriflerde
de kibir, küfür alâmeti olarak vurgulanır: “Şüphesiz kalbinde zerre
kadar kibir olan kimse cennete giremez.” Bunun üzerine ashabtan
biri: “İnsan, elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını ister (bu
da mı kibir olur?) deyince Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Şüphesiz
Allah güzeldir, güzelliği sever; kibir, hakkı kabul etmemek ve insanları
küçümsemektir.”324 Hadis-i şerifte zikredilen kibir, insanı Hakk’a
düşman yapan kibirdir. O yüzden kibirlilik ve istikbâr, imanın zıddı
ve karşıtıdır. Büyüklük taslamak, ubudiyetin/kulluğun hakikatine
aykırıdır. Secde ile simgelenen ibâdet, tevâzuun göstergesi, secde
etmemek de istikbârın yansımasıdır.325
Bundan dolayıdır ki, namazın, ezanın ve bayramların alâmeti
ve şiarı tekbir olmuştur. İnsan, tekbirleri ile Allah’ın büyüklüğünü
vurgulamakta ve büyüklük sıfatını kendisinden nefyedip uzaklaştırmaktadır.
Rükû ve secdelerde de aynı tezellül ve tevâzu ifadesi
vardır. Kibir ise bu yüceltmeye tamamen engel olan bir haldir.
Hatta kibirli insan, kendini yücelten ve Rabbin azametini kabul
etmeyen insandır ki, bu da ancak küfrün sonucudur.326
Câhiliyye toplumlarında iki sosyolojik toplum karşı karşıyadır:
Müstekbirler-Müstaz’aflar. Temelde sağlıksız ve çelişkili kutupların
yer aldığı böyle bir toplumda müstekbirleri; idarî, siyasî ve fikrî
324 S. Müslim, Nevevi Şerhi, c. 2, s. 89
325 Bk. 2/Bakara, 34
326 Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 53
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 71 -
zümrelerden oluşan “mele’” ile ekonomik zümrelerden oluşan
“mütref” sınıflar oluşturur. Bunların karşısında, bu sınıfların ezdiği
biyolojik, rûhî ve zihnî güçsüzlük içinde olan mustaz’aflar vardır.
Geçmişte olduğu gibi, modern çağda da, özellikle dev iletişim
teknolojisini ve araçlarını, eğitim kurumlarını, sanat ve spor
alanlarını kontrol eden iktidar seçkinlerinin, bütün bir toplumu,
hatta tüm ulusları ve dünyayı her gün biraz daha güçten düşürerek,
zaaflarını arttırıp kolayca kumanda ederek yönlendirdikleri
söylenebilir. 327
Müstekbirliğin Sonucu: Dünyevî ve Uhrevî Azap
Allah, müstekbirleri sevmez, kalplerini mühürler, doğruya
eriştirmez: “Hiç şüphe yok ki Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını
da bilir. O, müstekbirleri/ büyüklük taslayanları asla sevmez.”328
Büyüklük taslayanların kalbi mühürlenir: “Allah, büyüklük taslayan
her zorbanın kalbini bundan dolayı mühürler.” 329
Müstekbirlere Dünyevî Azap: Çöküşe uğrayan toplumların
başta gelen özellikleri istikbâr ve ona bağlı olarak peygamberlere
karşı çıkıştır. Büyüklenerek kendilerini yücelten, hem Allah’a, hem
de küçük gördükleri insanlara karşı kibirlenerek kendilerini öne
çıkaran toplumlar, büyüklenmeyle birlikte getirdikleri aşırı sosyal
farklılaşma ve çözülme, haktan sapma, şımarma, zulüm, baskı ve
işkence, hoşgörüsüzlük, toplumsal birliği bozma, ekonomik gücü
tekelleştirme ve nihâyet kendilerini bunlardan vazgeçirmek için
gelen peygamberi ve Allah’tan getirdiği âyetleri alaya alıp tahkir
etme gibi olumsuz davranışları yüzünden helâk edilmişler, ortadan
kaldırılmışlardır. 330
Âd kavmi, büyüklenerek Allah’ın âyetlerini yalanladığı için,
dondurucu kasırga (sarsar) azabına uğradı.331 Semûd kavmi, müstekbirliğin
sonucu olarak bir sarsıntı tuttu, oldukları yerde diz üstü
çöküverdiler.332 Hz. Şuayb’ı ve iman edenleri tehdit eden Medyen
halkının bu müstekbirliği yüzünden bir sarsıntı tuttu, oldukları
yerde diz üstü çöküverdiler; sanki hiç yaşamamış gibi oldular,
izleri bile kalmadı.333 Müstekbirlerin en önemli sembol tipi olan
327 Ali Bulaç, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, s. 82
328 16/Nahl, 23
329 40/Mü’min, 35
330 E. Okumuş, Kur’an’da Toplumsal Çöküş, s. 125
331 41/Fussılet, 15-16
332 7/A’râf, 77-79
333 7/A’râf, 91-93
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
Firavun ve çevresi, bunun karşılığını gördü: Önce su baskını, çekirge,
haşerât ve kurbağa istilâsını ve kan musallat oldu. Bunlardan
kurtulurlarsa iman etme sözü verdikleri halde, yine sözlerinden
cayarak inanmadılar; Sonunda denizde boğuldular. 334
“Zâlimler, ölüm dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara:
‘Haydi (bakalım, bizim elimizden) canlarınızı kurtarın, Allah’a karşı
gerçek olmayanı söylemenizden ve O’nun âyetlerine karşı istikbâr etmenizden/
kibirlilik taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!’
derken onların halini bir görsen!” 335
Uhrevî Azap ve Cehennnem: Şeytanî bir dürtü olan istikbâr,
insanı kötü eylemlere sürükleyerek, biraz önce belirtilen dünyevî
azap ve sıkıntılardan ayrı olarak, âhiret hayatını da zindana çevirmektedir.
İman edenlere ödülleri, Allah’a kulluktan çekinenlere ve
büyüklük taslayanlara cezaları verilecektir: “Mesih de, Allah’a yakın
melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler. Kim O’na kulluktan
çekinir ve istikbâr eder/büyüklük taslarsa, bilsin ki O, hepsini huzuruna
toplayacaktır. İman edip sâlih amel işleyenlere ecirlerini tam olarak verecek
ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluğundan
yüz çeviren ve müstekbirlik yapanlara/büyüklük taslayanlara gelince, onlara
elem/acı verici şekilde azap edecektir. Onlar, kendileri için Allah’tan
başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar (Kendilerini Allah’ın azabından
kurtaracak bir kimse bulamazlar).” 336
İstikbâr ederek büyüklük taslamış şımarık zenginlerin feryadı,
âhirette onlara hiçbir yarar sağlamaz: “Sonunda, refah ve bolluk içinde
şımarık varlıklılarını azapla yakaladığımız zaman feryad ederler. Onlara
şöyle deriz: ‘Bugün boşuna feryâd edip sızlanmayın. Zira bizden yardım
göremeyeceksiniz. Çünkü âyetlerimiz size okunurdu da siz, buna karşı
müstekbirce kibirlenip büyüklenerek arkanızı döner, geceleyin hezeyanlar
savurur, ağzınıza geleni söylerdiniz.” 337
“İnkâr edenler, ateşe arzolundukları gün, onlara şöyle denir: ‘Dünyadaki
hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini
sürdünüz. Ama bugün, yeryüzünde haksız yere istikbâr edip büyüklük
taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azap göreceksiniz.”
338
334 7/A’râf, 132-137
335 6/En’âm, 93
336 4/Nisâ, 173
337 23/Mü’minun, 64-67
338 46/Ahkaf, 20; Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 284-288
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 73 -
İstikbârın Sembol Tipleri
(Müstekbirlerin Duayenleri)
Kur’an’da, özellikle şeytan,339 Firavun ve yardımcıları Karun,
Hâman,340 mele’ (ileri gelenler/etkili ve yetkili çevreler),341
İsrailoğulları,342 kâfirler, müşrikler343 ve münafıklar344 istikbârın
sembol tipleri olarak öne çıkarılır.
“Karun, Firavun ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki Musa onlara
apaçık deliller getirmişti de onlar yeryüzünde istikbârda bulunmuşlardı/
büyüklük taslamışlardı. Oysa (azâbımızı aşıp) geçebilecek değillerdi.” 345
Özellikle Firavun’un çevresindeki etkili ve yetkili kişiler olan
Hâman ve Karun örnekliğinde açık bir şekilde görüldüğü gibi,
müstekbirler iki grupta değerlendirilebilir. Biri, ileri gelenler anlamında
olan “mele”; diğeri refah ve servet sahibi “mütref” zümreler.
Müstekbir prototiplerden Hâman, mele’ sınıfını; Karun da
mütref sınıfını temsil eder. Bu anlamda ilki siyasî, dinî ve idarî kategoriyi;
ikincisi de ekonomik kategoriyi ve bu kategoriler içinde
yer alan güçleri ifade eder. Mele’; önde gelenler, askerî, bürokratik
ve politik çevrelerdir. Bir ülkenin yöneticileri ve yönetimde
etkili olan askerî ve sivil çevreler, medyayı, köşe başlarını tutmuş
zümreler mele’ kategorisine girer.
Tarihte mele’ dediğimiz bu sınıfların, çoğunlukla istikbâr ederek
Allah’ın hükmüne karşı çıktıklarını ve peygamberleri çeşitli sıkıntılara
ve işkencelere uğrattıklarını gözlüyoruz. Bundan dolayı
Kur’an’da mele’ ile istikbâr arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. 346
Bu çevrelerin peygamberlere karşı çıkarken öne sürdükleri
gerekçe, peygamberlerin çevrelerine halktan, sıradan insanları,
köle ve yoksulları toplamış olmaları ve bu sınıfları yönetime ortak
etmek istemeleridir. Mele’ olanlara göre, bu insanların siyasal
katılımda bulunmaya hakları yoktur. Çünkü bunlar, aşağılık, sıradan,
görüş beyan etmekten yoksun ve ayak takımı sürülerdir.347
Bu sürüler, ancak seçkin çevrelere hizmet etmek, onlara boyun
339 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 38/Sâd, 71-75
340 23/Mü’minun, 45-48; 7/A’râf, 132-133; 10/Yûnus, 75-93; 28/Kasas, 39-42, 78-
84; 29/Ankebut, 39
341 37/Saffat, 35-36; 7/A’râf, 74-79, 88-93
342 2/Bakara, 87-88
343 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 38; 74/Müddessir, 11-26
344 63/Münâfikun, 5-6
345 29/Ankebut, 39
346 7/A’râf, 75, 88
347 11/Hûd, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
eğmekle yükümlüdürler. Aslında bu değerlendirmelerinin temel
sebebi, dünyevî çıkarları, sömürü hortumlarını kaybetme endişeleridir.
Müstekbirler sınıfının diğer bir kategorisi de, ekonomik gücü
elinde bulunduran mütref zümresidir. Bunlar, bir ülkenin mâlî,
ticarî ve ekonomik hayatını kontrol eder, bu konumları onlara büyük
bir refah, servet ve güç katar. Adâletli olmayan bir bölüşüm
sisteminin emek sömürüsüne dayalı yapısı, böyle zümreleri besleyip
ortaya çıkaran en büyük etkendir. Bir kere servet ve refahı
ellerine geçirdilermi, artık bu zümrelerin istikbârı/büyüklük göstermeleri,
Allah’ın hükümlerine isyan etmeleri, yoksulları ve emek
sahiplerini koruyan İslâmî sisteme karşı çıkmaları kaçınılmazdır.
Bundan dolayı, tarih boyunca yoksullardan, güçsüz ve köle sınıflarından
yana olan peygamberlere karşı ilk baş kaldıranların bu
sınıflardan olması şaşırtıcı değildir. 348
Kur’an’a göre mütref ve mele’, karşılıklı ilişki ve işbirliği içinde
müstekbirler sınıfını meydana getirerek yoksul, güçsüz ve köle
sınıfları olan müstaz’aflara karşı birleşirler. “Derin devlet” denen
şey, bu istikbâr koalisyonundan başka bir şey değildir. Bu derin
toplumsal çelişki, ikincilerden yana tavır koyan her peygamberin
gelişinde istisnasız bütün dehşetiyle ortaya çıkmış, çatışmalara yol
açmıştır. Bu, toplumların sosyolojik realiteleridir. 349
“Kavminin mele’inden/ileri gelenlerinden, istikbâr edenler/büyüklük
taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler
ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?
(Buna inanıyor musunuz?)’ Onlar da, ‘Şüphesiz biz O’nunla gönderilene
iman edenleriz,’ dediler. Müstekbirler/büyüklük taslayanlar da
dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz.” 350
“Kavminin mele’inden/ileri gelenlerinden, istikbâr edenler/büyüklük
taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman
edenleri memleketimizden çıkaracağız, yahut dinmez döneceksiniz. (Şuayb)
dedi ki: ‘İstemesek de mi?” 351
İstikbâra Kapılmayanlar: Melekler, İnsan
Dışındaki Canlılar ve Mü’minler
Melekler istikbâr edip büyüklenmez, Allah’ı tenzih eder ve
O’na secdede bulunurlar: “Doğrusu Rabbinin katında olanlar, O’na
348 17/İsrâ, 16; 34/Sebe’, 34
349 Ali Bulaç, S. B. Ansiklopedisi, c. 3, s. 84
350 7/A’râf, 75-76
351 7/A’râf, 88
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 75 -
kulluk etmekten istikbâr etmezler/büyüklenmezler. O’nu tesbih eder ve
yalnız O’na secde ederler.”352; “Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve
bütün melekler, istikbâr etmeden/büyüklük taslamadan Allah’a secde
ederler. Çünkü onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne
emrolunursa onu yaparlar.” 353
Gerçek mü’minler, istikbâr/büyüklük duygusuna kapılmazlar:
“Âyetlerimize ancak, o kimseler iman ederler ki, bu âyetlerle kendilerine
öğüt verildiğinde istikbâr etmeden/büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar
ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Onların, vücutlarını yataklarından
uzaklaştırıp korkuyla, umutla Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz
rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar
için nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını kimse bilmez.
Öyle ya; mü’min olan, fâsık/yoldan çıkmış kimse gibi midir? Bunlar, elbette
bir olmazlar. İman edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için
yaptıklarına karşılık olarak varıp kalacakları cennet konakları vardır.” 354
İstikbâr ve istiz’âf, İslâm’ın onaylayamayacağı bir durumdur.
Müstekbirler müstaz’afların kanı, eti, kemiği ve alın teri üzerinde
köşklerini yükseltirler. İstikbâr, Allah’a şirk koşmaktan başka
bir şey değildir. Allahu ekber/Allah’tan başka büyük yoktur, tek
büyük olan Allah’tır ilkesini inkârla, Allah’ın kibriyâsını reddedip
sahip oldukları iradeyi kötü yolda kullanan müstekbirler, sayıca
çok az olmalarına karşın, özellikle Allah’a olan iman ve güvenlerinin
za’fından ve dünya hayatını âhirete tercih etmelerinin sonucu
Allah’tan çok büyüklük taslayanlardan korkmalarından ötürü
istikbâra ses çıkarmayan müstaz’af yığınlarının sessizliğinden ve
kölece boyun eğişlerinden yararlanırlar. İslâm bir yandan mücadelesini
istikbâra ve müstekbirlere karşı yöneltirken, öte yandan köleliğin
içlerinde âdeta ayrılmaz bir nitelik haline geldiği müstaz’af
kitleleri ayaklandırmaya ve “Lâ ilâhe illâllah, Allahu Ekber” ilkeleri
çerçevesinde başkaldırmaya çağırır. Böylece başlayan bir mücadelede,
istikbâra karşı koyuşta ve bu karşı koyuşun getirdiği zorluklara
sabreden müstaz’afları Allah, yeryüzünün doğularına ve
batılarına vâris kılar, müstekbirlerin yalancı cennetlerini târumar
eder, saraylarını başlarına geçirir. Ama eğer müstaz’aflar istiz’âfa
râzı olup giderlerse hem dünya hayatında mezellet ve meskenetin
pençesinde bayağı bir hayat sürerler, hem de âhirette müstekbirlerle
birlikte ateşe atılırlar. 355
352 7/A’râf, 206
353 16/Nahl, 49-50
354 32/Secde, 15-19
355 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, s. 377
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
“Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir; büyüklük taslayanları
ise Allah alçaltır.”
“Büyük olmak için küçükleşen ne insanlar var!”
“Müstekbirler, omuzlarımızda taşıdığımız için büyük gözükürler;
fırlatıp atınca yerde sürünmeğe başlarlar.”
“Müstekbirler, önlerine diz çöktüğümüz için büyüktürler; o
halde biz de ayağa kalkalım!”
“Küçüklerin istikbârı / büyüklük taslamaları kadar tehlikeli bir
şey yoktur.”
“Başını semâya çarpmaktan bermûtad cüceler korkarlar.”
“İnsan, gayesi nisbetinde büyüktür.”
“Alçak yerde tepecik, kendini dağ sayar.”
“Ne kadar az yüksekten uçarsan, düştün zaman o kadar az incinirsin.”
“Kavakların dikliğine, boylarının uzunluğuna bakıp onları
önemli bir şey sanmayın. Bütün kibirli, meyvesiz ve gölgesiz yaratıkların
başları bulutlarda sallanır.”
“Bir insanda kendini yüksek görme ve hırs, söz söylerken soğan
gibi kokar.”
“Kibirlenip büyüklenenin
Aldanma dünyasına.
Dünya benim, diyenin
Gittik dün yasına.”
“Kibri terkeyle dost,
Dime ‘benem’
Gönlünün mescidinde
Koma sanem”
“Önü bir damla pis su, sonu leş, ortası ... torbası olan, nasıl
büyüklük taslar?”
“Topraktan yaratılan insan, toprak gibi tevâzu sahibi olmazsa,
aslından/insanlığından çıkmış olur.”
“Kibirliye karşı kibirlilik vaciptir.”
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 77 -
Bizi, müslümanlığımızdan dolayı küçük göreni, “hayvandan
aşağı”356, “yaratıkların en şerlisi”357, bir “pislik”358 “sağır, dilsiz, kör
ve akılsız” 359 görmek zorundayız.
“Müstekbir, kalbindeki hastalığın360 gözüne de yansıdığı361 kimsedir.
O yüzden gözleri sirk aynaları gibi çarpık gösterir. Küçüğü
büyük, büyüğü küçük gösteren çukur ve tümsek aynalar gibidir
bakışları. Kendilerini dev aynasında, başkalarını da cüce görmeleri
bundandır. Hakkı bâtıl ve bâtılı da hak görmeleri de aynı hastalığın
belirtisidir.
Türkçe’ye Yunanca’dan giren “manyak” kelimesi, müstekbir
kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Bu, müstekbir için zorlama bir
abartı ifadesi değil; gerçek bir tanımdır. Şöyle ki, “megalo”, büyük
demektir; psikolojik bir hasta/ruh hastası olan “megaloman”:
Megalomani’ye, yani büyüklük kuruntusuna tutulmuş kimse anlamına
gelir. “Megalomani”: Kendini büyük görme hastalığı, büyüklük
kuruntusu manasınadır. “Mani” ve “manya”: Saplantı, iptilâ,
tutku, düşkünlük şeklinde ortaya çıkan delilik haline verilen addır.
“Manyak” da, Manya’ya (delilik gibi bu psikolojik hastalığa)
uğramış ruh hastası demektir. Dolayısıyla “manyak” kelimesinin
Türkçedeki tüm olumsuz anlamları, istikbâr/kendini aşırı beğenme
hastalığının bir göstergesi ve sonucudur. Yani tüm müstekbirler
manyaktırlar. Bunun için olsa gerektir; tımarhanedeki delilerin
çoğu, kendilerini meşhur büyüklerden biri gibi görür ve gösterir.
Deli bile, kendini akıllı gösteren meşhur delilerle/müstekbirlerle
kendisi arasındaki yakın bağı görebilmektedir.
Gerçek anlamda büyümektir; kendimizi Allah için âciz/küçük
görmek.
Gerçek anlamda küçülmektir; kendimizi büyük görmek.
Seni küçük görenlere/müstekbirlere karşı görevin: Onun terazisinde
ağır gelmek için uğraşman; ama bunu kendi hastalığın
olarak değil, onu hastalıktan kurtarmak için yapmaktır.
Seni büyük görenlere/müstaz’af mü’minlere karşı görevin:
Muhâtabın kendisini çok küçük görmesine engel olarak kendine
zarar vermesinin önüne geçmek, aynı zamanda seni büyüklenip
böbürlenmeye götürerek sana zarar vermesine mâni olmaktır.
356 7/A'râf, 179
357 8/Enfâl, 55
358 9/Tevbe, 28
359 2/Bakara, 171; 8/Enfâl, 22
360 2/Bakara, 10
361 2/Bakara, 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
“Mazlum kardeşinize de zâlime de yardımcı olunuz.” Zâlime
nasıl yardımcı olabiliriz? “Zulmüne engel olarak!” Müstekbir için
de aynı yardım sözkonusu.
Kibirli, bizim sayemizde (bizim ona bu fırsatı vererek, ona karşı
küçüklüğü/köleliği kabullenmemizden dolayı) büyüklenmemeli;
büyüklük taslayanlara hadlerini bildirebilmeli ve acziyetlerini
gösterebilmeliyiz.
Ölçü belli: “Kâfirlere karşı şiddetli/çetin; kendi aralarında
merhametli olmak.” 362 “Mü’minlere karşı alçak gönüllü/şefkatli;
kâfirlere karşı onurlu ve zorlu olmak.” 363
Ve... Büyüklük taslamanın sonu ile ilgili 2 uzak tarihten, 2 de
yakın tarihten ibret:
Şeytan: İstikbâr etti/kibirlenip büyüklük tasladı; herkesin hakaretle/
lânetle andığı aşağılık mahlûk oldu.
Firavun: İstikbâr etti, hem de “ben sizin en yüce rabbinizim”
diyecek cür’et gösterdi364; Herkese secdede ve küçülmüş vaziyette
teşhir edildi.
Superman (süpermen) filmlerinin insanüstü güçleri olan süpermeni/
sahte ilâhı (bu filmin kahramanı Cristopher Rewe, attan
düştü, tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu.
Muhammed Ali Clay: Müslüman olduğu ve en büyük olanın
kim olduğunu bildiği halde, “en büyük benim” demenin cezası
olarak alzheimer hastalığına tutuldu, dili zor konuşur, eli zor hareket
eder hale geldi.
Günümüzün müstekbir karakterli kişi ve gruplarını yakından
tanımak için Kur’an’a bakmak yeterlidir. Yine bu zalimlerin
müstez’af haline getirdikleri zayıfları Kur’an’dan tanıyoruz. Yapılacak
iş, müstez’aflara destek olmak, onları savunmak; her türlü
meşru aracı kullanarak müstekbirlerin baskı ve zulümlerini önlemeye
çalışmaktır. Unutmamak gerekir ki, geniş kitleleri istikbâr
ile sömüren zâlim azınlık, müstaz’afların kurtuluşu sağlayacak
tevhîdî çözümlere asla yanaşmayacaktır. Yine unutulmaması gerekir
ki zâlimlere az da olsa meyil, ateşin dokunmasına sebeptir.
“Zulmedenlere meyletmeyin. Aksi halde size ateş dokunur (cehennemde
yanarsınız). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra da size yardım
edilmez.” 365
362 48/Fetih, 29
363 5/Mâide, 54
364 79/Nâziât, 24
365 11/Hûd, 113
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 79 -
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyen/böbürlenmeyen
ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz. (En güzel) âkıbet,
takvâ sahiplerinindir.” 366
Ezilen, zulme uğrayan kitlelere, zulme uğradıklarını hatırlatmak,
onları mustaz’af olduklarının bilincine vardırmak, vahyî
sorumluluğumuzun gereğidir. Müslüman, Allah’ın sevmediği insanlara
en küçük muhabbet besleyemez. “Şüphesiz Allah müstekbirleri
sevmez.”367 Müstekbirlerin istikbâr ellerini kesmek müslümanın
temel görevlerinden biridir.
366 28/Kasas, 83
367 16/Nahl, 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
İstikbâr-Müstekbir Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A İstikbâr ve Bunun Fiil Olarak Kullanımının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
42 Yerde): 2/Bakara, 34, 87; 4/Nisâ, 172, 173; 5/Mâide, 82; 6/En’âm,
93; 7/A’râf, 36, 40, 48, 75, 76, 88, 133, 206; 10/Yûnus, 75; 14/İbrâhim, 21;
16/Nahl, 49; 21/Enbiyâ, 19; 23/Mü’minûn, 46; 25/Furkan, 21; 28/Kasas, 39;
29/Ankebût, 39; 32/Secde, 15; 34/Sebe’, 31, 32, 33; 35/Fâtır, 43; 37/Sâffât,
35; 38/Sâd, 74, 75; 39/Zümer, 59; 40/Mü’min, 47, 48, 60; 41/Fussılet, 15, 38;
45/Câsiye, 31; 46/Ahkaf, 10, 20; 71/Nûh, 7, 7; 74/Müddessir, 23.
B Müstekbir Kelimesi ve Çoğulunun Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6
Yerde): 16/Nahl, 22, 23; 23/Mü’minûn, 67; 31/Lokman, 7; 45/Câsiye, 8; 63/
Münâfıkun, 5.
C İstikbâr ve Müstekbir Konusunda Âyet-i Kerimeler
a İstikbâr: Bakara, 34, 87; Nisâ, 172, 173; Mâide, 82; En’am, 93; A’raf, 36,
40, 48, 75, 76, 88, 133, 206; Nahl, 49; Enbiyâ, 19; Yûnus, 75; İbrâhim, 21;
Mü’minûn, 46; İsrâ, 111; Furkan, 21; Ankebut, 39; Sebe’, 31-33; Secde,
15; Saffat, 35; Ahkaf, 10, 20; Ğâfir, 43, 47-48, 60; Fussılet, 15, 38; Kasas,
39; Sâd, 74-75; Müddessir, 23; Zümer, 59; Nuh, 7; Câsiye, 31;
b Müstekbir: Nahl, 22-23; Lokman, 7; Mü’minun, 67; Câsiye, 8; Münâfikun, 5
D Kibir Konusunda Âyet-i Kerimeler
a Allah, Kendini Beğenenleri Sevmez: Nisa, 36-37; Nahl, 23; Lokman, 18;
Hadîd, 23.
b Kibirlenerek Allah’a Kulluktan Çekinmek: Nisâ, 172-173; A’raf, 146-147;
Secde, 15; Zümer, 60, 72; Mü’min, 35, 76.
c Allah’ın Âyetlerini Kibirlerine Yediremeyenler: A’raf, 36, 146-147, 206;
Nahl, 4k8; Fussılet, 37-38.
d Münafıklar, Kibir Yüzünden İmandan Kaçarlar: Bakara, 206; Münâfikun,
5-6.
e İblis’in Kibri: Bakara, 34; A’raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50;
Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
f Allah’ı Unutarak Gurura Kapılmak: Tevbe, 25-26.
g Kibirle Yürümekten Sakınmak: İsrâ, 37; Lokman, 18.
h Kibirden Sakınmak: Lokman, 18; Fâtır, 10.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
53. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
54. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s . 272-274
55. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
56. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
57. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1,
s. 96-99
58. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 337-342;
380-386
59. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1,
s. 174-178
60. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 222-223; c. 4, s. 389-391
61. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 3, s. 81-84
62. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 104-
107
63. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 371-378
İSTİKBÂR - MÜSTEKBİR
- 81 -
64. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 275-295
65. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 317-320; 467-472
66. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 135-150
67. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 50-55
68. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y. s. 122-127
69. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 191-192
70. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 342-343
71. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 166-172
72. Haksöz, sayı 44 (Kasım 94), s. 41-42
73. Mustaz’af - Müstekbir, İmam Humeyni, çev. Serdar İslâm, Objektif Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:54

Câhiliyye

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

 

Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -18-
CÂHİLİYYE
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
CÂHİLİYYE
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-18-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Câhiliyye; lügatlara göre “bilgisizlik”; ilmin zıddı. Genel kabule göre İslâm’ın hâkim olmasından önceki küfür ve sapıklık hali. Ama, esas olarak modern yaşam tarzı en büyük ve en ilkel câhiliyye.
Allah’ın indirdiği hükümleri kabullenmeyip tâğutların koyduğu hükümlere ve sistemlere inanmak.”
Şeytanın toplumsal versiyonu; hâkim konumundaki tâğutun toplum yaşayışını yönlendirmesi… Toplumda ıslahın değil, fesâdın yaygın şekilde öne çıkması.
Hayat iki kutuplu:
Câhiliyye inancı ve Tevhid inancı,
Câhiliyye tapınması ve İslâm’ın istediği ibâdet,
Câhiliyye hükmü ve İslâm şeriatı (Allah’ın hükmü),
Câhiliyye ahlâkı ve İslâm ahlâkı,
Câhiliyye eğitimi ve Rabbânî eğitim,
Câhiliyye bilgisizliği ve İslâm ilmi,
Câhiliyye “ilimden ve İslâm’dan uzak olan tutum, davranış ve hayat tarzı,
Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; esas bilinmesi gerekeni bilmemektir,
Câhiliyye, yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemektir,
Câhiliyye, esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak, Hakk’ın kendisini tanıttığı şekilde bilmemektir.
Câhiliyye, ilmin esası olan “vahy”e, ilmin yazıldığı “Kitab”a, ilmin mecbur ettiği “iman”a, ilmin yönelttiği “ahlâk”a, ilmin gerektirdiği “sâlih amel”e ters olan, onlara uymayan anormallikler yığınıdır.
Câhiliyye, şirkin sosyal hayattaki tutum, davranış ve değer yargısı olarak görülen yansımasıdır.
Câhilliye’: İslâm’a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
Câhiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır.
Câhiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.1 Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.2 Câhiliyye ahlâksızlık ve hayâsızlıktır.3 Câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir.4 Câhiliyye; düzendir, daha doğrusu düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/şirktir, ahlâk(sızlık)tır, çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır, bâtıldır, uydurmadır, hevâdır, zandır, bilgisizliktir.
Ve günümüz toplumu, bir câhiliyye toplumudur. İçinde bazı Müslümanların da yaşadığı, ama toplum kurallarının İslâm’a göre belirlenmediği; özgürlük adına hayvanî davranışların çokça ortaya çıktığı, kimsenin kimseye güvenemediği, toplumun en az % 80’inin beş vakit namaz kılmadığı, küfrün hâkimiyetinden, tâğutların yönetiminden kimsenin bir şikâyetinin olmadığı bir câhiliyye toplumudur. Düzen, kendi insanını yetiştirdi. Cumhuriyet çocukları, sosyal hayatta da artık büyük ekseriyeti oluşturuyor. Herkes günlük işleriyle ve rahatıyla meşgul. İslâm dâvâsı insanları pek ilgilendirmiyor.
Câhiliyyeyi, ölümcül bir hastalığı tanır gibi tanımalı ki, ondan gönlümüzü, zihnimizi, neslimizi, çevremizi, evimizi, işyerimizi koruyalım.
Zanna ve cehâlete dayanan câhiliyyenin inanç sistemi5 ile,
Hesap gününü yalanlamaya ve çıplaklığa dayanan câhiliyye ahlâk(sızlığ)ı6 ile,
İslâm dışı bir hayat tarzına dayanan câhilî yaşayış biçimi7 ile,
Zulme ve küfre dayanan câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı8 ile mücadele eden ve Kur’an’la câhiliyyeyi yeniden yok etmeye çalışan yiğit mü’minlere selâm olsun!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
1 bk. 3/Âl-i İmran, 154
2 bk. 48/Fetih, 26
3 bk. 33/Ahzâb, 33
4 5/Mâide, 50
5 3/Âl-i İmran, 154
6 bk. 33/Ahzâb, 33
7 48/Fetih, 26
8 5/Mâide, 50
İÇİNDEKİLER
CÂHİLİYYE / 9
Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti / 9
Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri / 21
Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyet’tir / 28
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı / 35
Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı / 43
Câhiliyyenin Dünü Bugünü / 49
Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki Câhiliyye Toplumunun Önderi / 56
“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik, İlkellik ve Bağnazlık Demektir / 64
Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı / 67
Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik / 80
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı / 86
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması / 88
Kadının Câhiliyye Tuzaklarından Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür / 92
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı / 98
Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine Kur’an’la Yok Edilecektir! / 110
Tefsirlerden İktibaslar / 115
Câhilin Bazı Karakteristikleri / 129
Câhiliyye Demek… / 131
- 9 -
CÂHİLİYYE

Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti

Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri

Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyettir

Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı

Câhiliyyenin Dünü Bugünü

Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki Câhiliyye Toplumunun Önderi

“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik, İlkellik ve Bağnazlık Demektir

Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı

Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik

Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı

Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması

Kadının Câhiliyye Tuzaklarından Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür

Câhiliyyenin Sanat Anlayışı

Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine Kur’an’la Yok Edilecektir!

Tefsirlerden İktibaslar

Câhilin Bazı Karakteristikleri

Câhiliyye Demek…
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü/yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hükmü/yönetimi olan kim olabilir?” 1
Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti
Câhiliyye; lügatte “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Aklı kullanmamayı ve ahmaklığı da içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayat, İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır.”
1 5/Mâide, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
Kur’an’da genellikle bu anlamda yer almıştır. Nitekim; “Onlar
hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü arzu ediyorlar? Şüphesiz doğru
bir kanaate sahip olanlar için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kim
olabilir?”2 buyrulmuştur. Dikkat edilirse bu âyette iki hüküm ve bu
hükümlerin mâhiyetleri ifade edilmektedir. İnsanlar ya câhiliyye
hükmüne; ya da Allah’ın hükmüne boyun eğeceklerdir. Bu iki
hükmün dışında, herhangi bir hükümden söz etmek imkânsızdır.
Allah’ın koyduğu hükmü, hudûdu dikkate almayan bütün sistemler,
câhiliyyeye dayanmaktadır. Helâl ve haram hudutlarını önemsemeyen
bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye dayanmak
durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre eğitmeyen bütün
eğitim sistemleri de câhilî eğitim durumundadır. Câhiliyye kavramı,
hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadî ve amelî unsurları
içine alan bir kavramdır.
Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde
bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın
İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları
sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer
yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini
bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına
yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında olursa
olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad
yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları ve
davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur.
Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek,
yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya,
kuruntuya, zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak
olarak bilmemektir câhiliyye.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında
sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur.
Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi;
günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi,
yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Câhiliyye kelimesi,
Kur’an’da dört yerde geçer. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin
geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi
canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak
câhiliyye zannına kapılıyorlardı.”3 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan
2 5/Mâide, 50
3 3/Âl-i İmran, 154
CÂHİLİYYE
- 11 -
bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin
özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O
zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu
yerleştirmişlerdi...”4 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı
bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!)
Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp
saçılarak, ziynetlerini gösterecek tarzda yürüyüşü gibi yürümeyin...”5
İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafetin/kıyafetsizliğin
eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
d- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar
câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma
göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”6 Demek
ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi
câhilî yönetimin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. (Câhiliyye bir inanç ve yaşama
biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır.
Câhiliye küfür demektir.) İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka
câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi
bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.”
İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan
her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı
olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o,
sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâsı, kötü arzuları
kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
“Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için,
hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?” 7
Bazı insanlar, câhiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket,
yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu
görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslâmiyet’ten olan
bir şey, bazen câhiliyye ile karışır. İslâm’dan olan o şey, orada da
güzel görünür. Câhil kişi, İslâm’ın hakikatini bilmediği için bu düzene
bağlanır. Şâyet bu insan, hakkı bilseydi, o câhiliyye düzeninde
gördüğü kısmî iyiliklerin daha güzeliyle İslâm’a ait olduğunu
anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
4 48/Fetih, 26
5 33/Ahzâb, 33
6 5/Mâide, 50
7 5/Mâide, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve
câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal
meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde,
bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç
ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun
için Allahü Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde
bulunanları affeder, ama inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç
ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi
kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama
bunun dışında dilediğini affeder.” 8
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü
alırsa, işte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını
almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz
Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu
yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir.
Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin
yaptıklarınızdan gafil değildir.9 Her müslümanın, câhiliyyenin bütün
âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması
gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek
olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka,
muâmelâta dair ahkâmının tümüyle kaldırılması, müslümanlar
arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın
halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve
en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm
yeryüzünden söküp atmak, fitneyi tümüyle kaldırmak için hücum
edenin İslâm olması gerekirken,10 hücuma uğrayan kendisi oldu.
Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma, ya da her yönüyle
tahrif ve tahrip etme çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında
ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve bu câhiliyyelere uyan ne
kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin)
ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.
Câhil Kelimesinin Anlam Sahası: ‘Câhiliyye’, ‘cehl’ fiilinden türemiş
bir masdardır. Yaygın olarak ‘bilgisizlik’ anlamında kullanılmaktadır
ama daha başka mânâları da vardır.
‘Câhiliyye’nin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte; bilmemek, tanımamak,
kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak gibi anlamlara
gelir. Bazılarına göre bu fiil, bilginin zıddı olarak bilgisizlik
8 4/Nisâ, 48
9 2/Bakara, 85
10 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
CÂHİLİYYE
- 13 -
ve hafiflik, kendini bilmezlik gibi iki anlam sahasına sahiptir. Aslında
ikinci anlam birincisini doğurmuştur.
Râgıb el-İsfehânî ‘cehl’e üç anlam vermektedir:
Birincisi, nefsin bilgiden boş olması,
İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,
Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini
yapmadır. 11
‘Câhil’, ‘cehl’ sahibi, bilgiden mahrum olan, davranışları olgun
olmayan, kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fâil (özne)
ismidir. Kur’ân-ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan ‘câhil’,
‘câhiliyye’, ‘cehâlet’, ‘cehûl’ kelimelerini kullanmaktadır. ‘Cehûl’
çok câhil demektir. ‘Cehâlet’ ise câhil olma halini, ‘cehl’ içinde
olma durumunu ifade eder. Türkçe’de ‘câhillik’; cehâlet, bilgisizlik,
bilmeme mânâsında, ‘câhil’ ise; bilmeyen, ilimden ve olgun
davranıştan uzak, biraz da genç ve tercübesiz kimse anlamında
kullanılmaktadır.
Câhiliyyenin Kapsamı: Birçok tefsir ve tercümede ‘bilgisiz
olma, ilimden uzak olma’ diye anlaşılan ‘câhilliye’: Îslâm’a inanmayan
kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini
nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
İslâm kültüründe ‘câhiliyye’, kendinden önceki dönemin inanç,
tutum ve davranışlarını niteleyen ayırdedici önemli bir kavramdır.
İslâm’dan önceki dönemin adı ‘câhiliyye dönemi’ dir. Bu niteleme,
olmuş-bitmiş bir dönemin adı olmaktan ziyade; Îslâm dışı inanış
ve davranışların genel adıdır. İnsanların düşünüş ve davranışlarına
inançları ya da dünya hayatını algılayışları yön verir. Kişi hangi
dünya görüşüne inanıyorsa tutum ve davranışları ona uygun olur.
Onun kabul ettiği değer yargıları, ahlâk ilkeleri inancından kaynaklanır.
İşte birtakım değer yargılarını, inanç esaslarını, düşünme ve
davranış biçimlerini, ahlâk kurallarını bünyesinde toplayıp onlara
yön veren iki sistem vardır. Bunlardan biri Allah’ın dini İslâm, diğeri
de hangi ad altında olursa olsun ‘câhiliyye’ sistemleri, ya da
‘câhiliyye’ dinleridir. Şirk bu sistemin daha çok inanç yönüne ad
olurken, câhiliyye ise bu gibi sistemlerin tutum, davranış ve değer
yargılarına ad olmaktadır.
İslâm’dan önce câhiliyye insanları hem gerçek bilgi ve bu
11 Râgıb el-Isfehanî, Müfredât, s. 143
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
bilginin kurduğu sağlıklı toplum ve uygarlıktan yoksundular, hem
de kendilerine doğru yolu gösterecek kitap ve peygamberden
mahrum olduklari için güzel davranışlardan uzaktılar. İnsana olgun
hareket etme imkânı veren bilgiden ve anlayıştan mahrum
olduklari için kaba ve serttiler. Erken kızarlardı, akıllı hareket etmeyi
bilmezlerdi, taassuba ve haksızlığa düşerlerdi.
Bu durum bir anlamda barbarlıktı. İslâm’dan uzak olan kişi
ve toplumlar genellikle ‘hevâ’larına uyarlar. Onlar canlarının, yani
keyiflerinin istediğini yapmaktan başka bir şey bilmezler. DolaysIyla,
hak-hukuk, erdem ve iyilik, başkasına saygılı davranma ve
olgunluk gösterme onların yapacağı iş değildir. Üstelik bu gibiler,
hevâlarına uyduklari için yanlış inançlara düşerler, uydurma
ilâhlar bulurlar ve Allah’tan başkasına ibâdet etmekten çekinmezler…
Bütün bunlar ‘câhilliyye’nin görüntüsüdür.
Câhiliyye ve Hilm: Kimilerine göre câhiliyye’ ‘hilm’in karşıtıdır.
‘Hilm’ sözlükte, düşünerek hareket etme (teenni), sakinlik, yumuşak
huyluluk, ahlâk ve karakter sağlamlığı, çok duygusal olmama,
tedbirli davranma ve ılımlı olma gibi anlamlara gelir.
‘Câhillik’ ise bütün bu ahlâkî davranışların zıddıdır. Câhiliyye
‘hilm’ sahibi olmama durumudur. ‘Hilm’ sahibi olma bir anlamda
‘medeni’ insan olma sıfatıdır. Bunun tam karşıtı olan câhillik ise,
azgın, arzularının esiri, taşkın içgüdülerine uyan, aceleci bir karakteri
olan, olgun davranışlardan yoksun, vahşi ve kaba kimsedir.
Câhiliyye dönemi insanı, şirkten arınmış şekilde tevhîdî Allah
inancından uzak olduğu için gerçek bilgiden, barış ve sakinlikten,
adâletli bir sistemdan mahrumdur. O yüzden o dönemin insanı
vahşi ve kabaydı. Kuvvetliler zayıfları eziyordu. Eline güç geçirenler
başkalarına haksız yere saldırabiliyordu. Hak hep kuvvetlinindi.
İnsanlar birbirine sevgi ve saygı değil, kan bağı ve çıkar bağı
bağlıyordu. Yaptıkları yanlışların farkında bile değillerdi. Şiddet
ve saldırganlığı erdem sayıyorlardı. Cehâletleri yüzünden putlara
ilâh diye tapınıyor ve onlardan kaynaklandığını sandıkları bir dine
inanıyorlardı.
Câhiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır.
Bu anlayışa sahip olanlar kör bir inat üzerindedirler. Onlar
gerçeğe karşı kör ve sağır gibi davranırlar. İslâm öncesi müşrikler
öylesine kin ve saplantı içerisinde idiler ki, bu yüzden sonu gelmez
kavgaların, kan dâvâlarının, şiddet ve baskınların arkasından koşup
duruyorlardı.
CÂHİLİYYE
- 15 -
İslâm ile şereflenen ashâb câhiliyye dönemine ait her şeyi terkettiklerini
söylerken, câhiliyyenin kibir ve taassubunu, sürekli
sürtüşmeye yol açan kabilecilik anlayışını, kaba ve hayırsız barbar
davranışlarını, vahşi karakterini ve putçuluğuna ait her şeyi kasdediyorladı.
Nitekim Habeşistan’a hicret eden Ca’fer İbn Ebî Tâlib
(r.a.) oradaki krala: “Ey hükümdar! Biz câhiliyye düşüncesine sahip
kimselerdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık.
Akrabalık bağlarını keser, komşu haklarına uymazdık, içimizde
güçlü olanlar zayıfların (hakkını) yerdi. İşte biz böyle iken, Allah
(c.c.) bize içimizden bir elçi günderdi…” 12
Kur’an; câhil, câhiliyye, câhillik etme kelimelerini farklı yerlerde
benzer anlamlarda kullanmaktadır. Bu kullanımlardaki ortak
nokta, cehâletin yanlızca bilgisizlik olmadığı, düşüncesizce haraket
etme, işin doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de
zanna (sanrılara) ve hayallere (ümniyye’ye) dayanma ön plana çıkmaktadır.
Zaten böyle yapmak câhillerin davranış özelliğidir.
Hz. Mûsâ (a.s.) İsrailoğullarını denizden ve Firavunun zulmünden
kurtardıktan sonra, onlar puta tapan bir kavim (topluluk) gördüler
ve Hz. Mûsâ’dan gördükleri gibi bir tanrı istediler. Hz. Mûsâ
(a.s.) onların bu yanlış isteklerine “Siz gerçekten câhillikte bulunan bir
kavimsiniz” dedi.13 Hz. Mûsâ gibi bir Allah rasûlünün yanında iken
putları ilâh diye istemek câhillikten başka bir şey olamazdı.
Hz. Hûd’dan (a.s.), fakir kimseleri yanından kovmasını isteyenlerin
tutumu,14 kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle giden Lût
(a.s.) kavminin çirkin işleri, putlara tapmaktan vazgeçmeyen ve
peygamberini tehdit eden Âd kavminin davranışı cehâletten başka
bir şey değildir. 15
Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşlerinin kendisini kuyuya atmalarını ve
onun hakkında kötülük düşünmelerini ‘câhillik’ diye nitelendiriyor.
Çünkü kardeşleri bu yaptıklarının ne denli kötü olduğunu,
kendilerine pek çok zarar verdiğini hesap etmemişlerdi, bu
konuda câhil olmuşlardı.16 Allah’tan başkasına kulluk edenler
câhillerdir: “De ki: Ey câhiller, Allah’ın dışında bir başkasına kulluk etmemi
mi emrediyorsunuz?” 17
12 İbn Hişam, 1/336
13 7/A’râf, 138
14 11/Hûd, 29
15 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
16 12/Yûsuf, 89
17 39/Zümer, 64
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Allah’ın vahy yoluyla bildirdiği âyetlerinden yüz çevirenler,
yaptıkları hatanın farkında değillerdir. Allah’ın dışında başka tanrılara
ibâdet yaparak elde ettikleri zararı hesap etmiyorlar. Allah’a
ibâdette bulunarak elde edecekleri mükâfatları da bilmiyorlar. Bu
konuda duyarsız ve Hakk’a karşı boşuna kör ve sağır gibi davranıyorlar.
Hz. Mûsâ (a.s.) kavmine “Allah (c.c.) size bir sığır boğazlamanızı
emrediyor” deyince onlar, “bizimle alay mı ediyorsun?” dediler.
Hz. Mûsâ’nın cevabı şöyle oldu: “Ben câhillerden olmaktan Allah’a
sığınırım.”18Allah (c.c.) adına yalan uydurmak O’nun emretmediği
bir şeyi O’nun adına ortaya atmak ve O’nun adına din ve yeni
ibâdet türleri uydurmak câhilliğin ta kandisidir. Hz. Nûh’a (a.s.)
inanmayan ve kurtuluş gemisine binmeyen inkârcı oğlu için af dileyince
Allah (c.c.) onu uyararak şöyle demişti: “O kesinlikle senin
ailenden değildi. Çünkü o salih (doğru) olmayan bir iş yaptı. Öyleyse
hakkınde bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Gerçekten, câhillerden
olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” 19
Cahâlet, câhillik her zaman kişiye kötülük yaptırır, günah işletir.
Böyleleri eğer tevbe ederlerse, Allah (c.c.) onların tevbesini kabul
eder.20 Allah (c.c.) gönderdiği âyetlere iman ettiği halde kimileri
câhillikleri ve yaptıklarının sonunu düşünmemeleri nedeniyle
hataya düşebilirler.21Kur’an diyor ki: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık
(günahtan korkmayan, açıktan günah işleyen) birisi size bir haber getirirse
onu araştırın. Yoksa cehâlet sonucu (farkında olmadan) bir topluluğa
kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” 22
Mü’minler, kulaktan dolma mâlûmatla, uydurma haberlerle
ve sağlam bir delile dayanmayan bilgilerle bir şey ve kişiler hakkında
hüküm vermemeliler. Cehâletle verilen kararlar isabetli
olmazlar. Kur’an’ın câhil dediği kimseler, insanın yeryüzündeki
konumunu idrâk etmeyen, kaba ve sert, iyi düşünmekten ve
akıllı uslu hareket etmekten mahrum kişilerdir. Onlar yaptıklerı
işleri, gösterdikleri davranışları sağlam bir bilgiye uyarak yapmazlar.
Kendi hevâlarına ve doğru sandıkları hayallerine uyarlar. Bu
nedenle hem bilgisizce hatalara düşerler hem de davranışlarıyla
bir sürü zarara yol açarlar. Hatta cehâletleri yüzünden, Allah’ın
âyetlerinden yüz çevirir, elçilere ve onların tebliğ ettiklerine aldırmazlar,
dünyada ve âhirette pek çok zarara uğrarlar. Bütün bu
tutum ve davranışlar ‘câhilliye’ ahlâkıdır.
18 2/Bakara, 67
19 11/Hûd, 46
20 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 54
21 16/Nahl, 119
22 49/Hucurât, 6
CÂHİLİYYE
- 17 -
Allah’a hakkıyla kulluk yapan güzel insanlar, yeryüzünde vakarla,
alçak gönüllü ve ciddiyetle yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı
zaman da yüksek bir olgunlukla, onların seviyesinde inmeden
‘selâm’ der ve geçerler.23 Allah (c.c.) Peygamberimiz’e şöyle
emrediyor: “Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslâm’a) uygun olan
örfü emret ve câhillerden yüz çevir.” 24
Câhiliyye, Allah’ı İdrâk Edememe İdeolojisidir: Câhiliyye,
cehâlet mantığı üzerine kurulu dünya görüşünün, tutum ve davranışların
genel adıdır. Bu görüşe sahip olanların davranışlarına
câhilî düşünceler ve inançlar yön verir. Onlar sağlam bir bilgiye, insanı
hakka ve en doğru bir yola götürecek bir ilme sahip olmadıkları
için kendi hevâlarının ölçüsünü doğru sanırlar. O yüzden putlara
tapmayı, peygamberlere ve Allah’ın âyetlerine karşı gelmeyi
doğru zannederler. Zenginlik ve servetin üstünlük olduğunu düşünür
ve yoksullarla bir arada bulunmak istemezler.25 Mü’minler,
sabırlı, ağırbaşlı, teenni ile, düşünerek hareket ederlerken;
câhiller, ‘câhiliyye hamiyeti/câhillik gayreti’yle davrandıkları için,
sert ve kaba, düşüncesiz ve hafif meşrep davranırlar. Yerli-yersiz
öfkelenirler, kızgınlık ve gazap sahibidirler. Bu yüzden Hakk’a ve
adâlete göre iş yapamazlar.
Kur’an buna ‘câhiliyye hamiyyeti’ demektir. İnkârcılar kalplerine
bu câhiliyye çabasını koydukları zaman Allah (c.c.) da
mü’minler üzerine ‘sekine/kalbi sâkinleştirici’sini indirir ve onları
‘takvâ sözüne/tevhid kelimesine’ bağlı tutar. 26
Yukarıda geçtiği gibi ‘câhiliyye’ yalnızca İslâmdan önceki müşriklerin
hayatının adı değildir. Kişilerin İslâmî hayatlarından önceki
yaşantılarına da ‘câhiliyye’ denilir. Bununla beraber câhiliyye,
cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve davranışların, İslâm’dan
kaynaklanmayan bütün sistemlerin, bütün hükümlerin genel adıdır.
Çünkü İslâm ve ona ait hükümler Allah’tan gelen sağlam bir
ilme, diğerleri ise insanların hevâlarından kaynaklanan zanlara
dayanır.
Câhilî davranışlar her devirde ve her yerde görülebilir. Câhil
kimselerin özelliklerine bakarsak, câhiliyyenin her zaman ve her
yerde olabileceğini daha rahat anlarız. Medine döneminde olan
şu olay ilginç bir örnektir. Bu olay üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)
her zaman gündeme gelebilecek câhiliyye davranışlarına dikkat
23 25/Furkan, 63
24 7/A’râf, 199
25 11//Hûd, 20
26 48/Fetih, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
çekmiş ve ümmetini uyarmıştır. Câhiliyye döneminde birbirlerine
düşman olan ve uzun seneler boyu süren kan dâvâları sebebiyle
birbirlerine saldıran Evs ve Hacrec kabileleri müslüman olduktan
sonra kardeş oldular ve düşmanlığa son verdiler. Bir gün onların
tatlı tatlı sohbetlerini gören ve bunu kıskanan bir Medineli yahudi
birisini göndererek onlara eski günlerini hatırlatmalarını söyledi.
O gönderilen kişi de denileni yapınca her iki taraf silaha sarılarak
savaşa kalkıştılar. Bunu öğrenen Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey
müslümanlar! Allah, Allah! (Allah’tan korkun), ben aranızda iken, Allah
(c.c.) size hidâyet verdikten sonra birbirinizi câhiliyyeye mi davet ediyorsunuz?…”
27
Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret
eden Hz. Ebû Zerr’e (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle demiştir:
“Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ
câhiliyye ahlâkı bulunmaktadır.” 28
Yine Peygamberimiz (s.a.s.) câhiliyye dâvâsı; câhiliyye zamanında
gibi kavmiyyetçilik ve asabiyye güdenler için ‘bizden değildir’
demektedir.29 “Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma,
tamâmen terkedemeyecekleri dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek,
başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek,
ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak.” 30
Kur’an, müslüman kadınlara ‘câhiliyye döneminde olduğu gibi
açılıp saçılmayın’ diyor.31 Mü’minler, inançta, düşüncede, ahlâk ve
davranışlarda, karar vermede ve insanlarla ilişkilerde Allah’ın
indirdiği hükümlere uyarlar. Câhiliyye düşüncesine sahip olanlar
ise Allah’ın hükümlerini tanımazlar, onları beğenmezler ve kendi
hevâlarına uyarlar. Kur’an şöyle diyor: “Onlar hâlâ câhiliyye’nin
hükmünü mü arıyorlar? Kesin bir bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü,
Allah’tan daha güzel olan kimdir?” 32
Günümüzde Câhiliyye: Câhiliyye’yi, yanlızca İslâm’dan önceki
dönem diye çevirme yanlış olacaktır. O dönemin adı da
‘câhiliyye’dir. Ancak bu kavram, câhilî davranış ve inançların genel
adıdır. Firavun nasıl, haddi aşan, azan, kibirlenip kendini Allah’a
muhtaç görmeyen, zulmün ve tuğyanın (azıp sapıtmanın) sembolü
ise; câhiliyye de bilgisizliğin, bilgisizce hareket etmenin, yaptığı
27 İbn İshak, nak. İbn Hişam 2/555-556
28 Buhârî, İman 22
29 Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
30 Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
31 33/Ahzâb, 33
32 5/Mâide, 50
CÂHİLİYYE
- 19 -
şeyin sonucunu düşünmemenin, Allah’ı ve O’nun âyetlerini anlamamanın,
Allah’a isyan etmenin ne kadar kötü olduğunu idrâk
edememenin sembol kavramıdır.
İnsanların hevâlarına uyduğu, nefislerinin, isteklerinin kulu
oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara
ibâdet edildiği, sömürü ve zulmün bulunduğu, kavmiyetçilik ve
asabiyyenin (tarafgirliğin) yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın
ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda câhiliyye var
demektir. Günümüzde de çeşitli yerlerde, tıpkı câhiliyye döneminde
olduğu gibi Allah (c.c.) unutulmuştur. O ve O’nun hükümleri
hayata ve insanların işlerine sokulmamaktadır. O’nun gönderdiği
hükümlere uymayı bir tarafa bırakalım; o hükümler, yani şeriat
yanlış, eksik ve hatta çağdışı sayılmaktadır. Günümüz insanlarının
çoğu, unuttukları âlemlerin Rabbi Allah’ın yerine sayısız ilâhlar ve
putlar bulmuşlar ya da koymuşlardır. Tıpkı eski Arap câhiliyyesinde
olduğu gibi sahte tanrılara ibâdet edilmektedir. Ölçüler İlâhî kaynaktan
değil, hevâlardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte,
sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine
gereği gibi kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık en geniş
şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, ribâ (fâiz) ekonominin
can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek
çok şey çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp satılmakta,
açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir.
Kısaca, Kuran’ın câhiliyye toplumu dediği müşrik toplumun
anlayışı ve ahlâkı az bir değişiklikle günümüzde de aynen devam
ediyor. Allah (c.c.), O’nun yüce hükümleri ve Âhiret hesaba pek
katılmıyor. Bu durum da ‘câhiliyye’den başka bir şey değildir. 33
Câhil: Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen
ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan
kimse demektir. Cehâlet: Câhilin içinde bulunduğu hâle denir. Ayrıca
cehâlet, ilmin karşısında olmak, bilmemek mânâsını taşır. İlim;
bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu gibi; cehâlet de onun
zıddı, her şeyin en fenâsıdır. İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken;
câhil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak
bilinirler.
Kur’ân-ı Kerîm, inkârcı kâfirleri: “...Cehâlet içerisinde kalmış (bilgisizliğe
saplanıp kalan) gâfiller”34 olarak zikreder. Yine câhillerden
sakınmak için; “Af yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret,
33 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 95-101
34 51/Zâriyât, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
câhillerden yüz çevir.”35 buyurulur. Bilgisiz insanlar körler gibidir:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 36 Aynen “görenle görmeyenin
bir olmadığı gibi.”
Câhil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı
kişilerden kaçarlar. Çünkü, kendini olduğundan büyük görme
hastalığına tutulan câhiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey
anlayamazlar. Câhil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her
şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında
bir de hissedilenin varolduğunu bilemez. Câhilin tedbiri,
düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı câhiller için: “Câhil
yaşayan ölüdür”, “Diri iken ölü” denilmiştir. Hazret-i İsa da: “Ben
ölüleri dirilttim fakat câhilleri diriltemedim” buyurmuştur. Halk
arasında hadis olarak bilinen yaygın bir sözde: “Akıllının düşmanlığı,
câhilin dostluğundan daha hayırlıdır” denilmektedir.
Hazret-i Ali (r.a.): “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Câhiller
de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm
toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza
olmak üzere onu câhil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya
zorlarlardı. “Câhillere para verilse de yüz verilmez” deyimi
çok kullanılan bir deyimdir.
Câhiliyye: Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık
ve bilgi devri olduğu için, Arabistan’da İslâmiyet’in yayılmasından
önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa’dan sonra peygamberimizin
gelmesine kadar geçen zamana “câhiliyye” devri
adı verilmiştir.
Câhiliyye, insanın Allah’ı gereği gibi tanımaması, O’na kulluk
etmekten uzaklaşması, O’nun hükümlerine değil de, kişinin kendi
hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara,
siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onlar
hâlâ Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet
için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim var?”37 buyurulur. İslâm’ın
hâkim olmadığı ortamlar câhiliyye çağlarıdır. Çünkü İlâhî bilginin
kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm’ın gelişinden önceki
dönemde yaşayan müşrikler Allah’a isyan etmiş, O’nun hükümlerine
sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve câhilce
hayat sürüyorlardı. 38
35 7/A'râf, 199
36 39/Zümer, 9
37 5/Mâide, 50
38 Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269
CÂHİLİYYE
- 21 -
Câhiliyyenin Temel Özellikleri;
Câhiliyye Âdetleri
Câhiliyye Arapları’nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları
ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) Putlara tapmak: Câhiliyye insanları Allah’ın varlığını kabul
etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında
kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: “Biz onlara ancak
bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz”39 derlerdi.
2) İçki içmek: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şâirleri her zaman
içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük
bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)’in bildirdiğine
göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci
âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal
bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi
içki akmıştır. 40
3) Kumar oynamak: Câhiliyye çağında kumar da çok yaygındı.
Câhiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar
meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şâirlerinden biri
karısına şöyle vasiyette bulunur: “Ben ölürsem, sen, âciz ve konuşma
bilmeyen, ikiyüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme.”
4) Fâiz yemek: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri
birbirlerine borç verirler; kat kat fâiz alırlardı. Borç veren kimse,
borcun vâdesi bitince borçluya gelir: “Borcunu ödeyecek misin,
yoksa onu artırayım mı?” derdi. Onun da ödeme imkânı varsa
öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına
çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve
fâizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar’ın bu kötü
âdetlerine dikkati çekerek “Ey iman edenler! Kat kat fâiz yemeyin.”41
buyurmuştur.
Fâizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun
arasını ayıramıyorlar; “Fâiz de tıpkı alış-veriş gibi” diyorlardı. Bunun
üzerine inen âyette: “Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.”
42 buyrulmuştur.
5) Zinâ etmek: Câhiliyye Araplar’ı arasında fuhuş da nâdir şeylerden
değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı
Kerîm’de bu hususa işaretle: “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa
zorlamayın.”43 buyurulur.
39 39/Zümer, 3
40 Müslim, Eşribe 3
41 3/Âl-i İmrân, 130
42 2/Bakara, 275
43 24/Nûr, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla
ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı.
Fuhuşla ilgili câhiliyye Araplarının şu âdetlerini zikredebiliriz:
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona (kendisinden
çocuğu olmadığı ve asil bir çocuğa babalık yapmak istediği
için) “şu adama git ve ondan hâmile kal” derdi. Kadın istenilen
adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya
kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip
olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine
girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsî münâsebette bulunurdu.
Kadın hâmile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün
sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu dâvete
iştirak ederlerdi. Sonra onlara: “Olanları biliyorsunuz, doğum
yaptım” içlerinden birine işaret ederek “çocuğun babası sensin”
derdi. O da bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak
asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis
heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da
çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. 44
6) Kadına hakkını vermemek: Kadına değer verilmez, hak ve
hukuku tanınmaz, âdetâ bir eşya gibi telâkkî edilip miras alınırdı.
Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen
elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu
halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak
onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya
hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından
kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten
menederdi. Bunun üzerine inen âyette: “Ey inananlar! Kadınlara
zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir.” 45 buyurulmuştur. 46
7) Bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmak: Yiyeceklerin bazısı
yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. “Onlar: ‘Bu
hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup,
eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur’ dediler.” 47
44 Buhârî, Nikâh 36
45 4/Nisâ, 19
46 Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/440
47 6/En'âm, 139
CÂHİLİYYE
- 23 -
8) Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek: Câhiliyye
Arapları’nın kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri
toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar
telâkkî ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından
yapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyetlerde buna işaret
edilir:
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlât müjdelense
içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” 48
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü
sorulduğu zaman...” 49
“Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi
süslü gösterirdi.” 50
9) Ekin ve hayvanlarından putlarına pay ayırmak: Ekin ve
hayvanlarını iki kısma ayırıyor, bir kısmını Allah’ın böyle emrettiğini
sanarak Allah’a veriyor ve bir kısmını da Allah’a eş koştukları
putlarına bırakıyorlardı. Onlar bu bâtıl inanç ve âdetlerinde
biraz daha ileri giderek Allah’ın payına düşeni alıyorlar, onu eş
koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından
alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. “Allah’ın yarattığı ekin ve
hayvanlardan O’na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: ‘Bu Allah’ındır,
şu da ortak koştuklarımızındır’ dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için
verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri
ne kötüydü!”51 Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden
başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken
ve keserken Allah’ın adının anılmasına engel oluyorlardı. 52
10) Bahîra, Sâibe, Vasîle, Hâm gibi inançlara sahip olmak: Bunun
dışında hayvanlarla ilgili şu âdetleri de vardı:
Bahîra; deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa
kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü
sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna “Bahîra” derlerdi.
Sâibe; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi.
Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.
Vasîle; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa
putları için olurdu. Şâyet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz
48 43/Zuhruf, 17
49 81/Tekvîr, 8-9
50 6/En'âm, 137
51 6/En'âm, 136
52 6/En’âm, 138
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna “Vasîle”
derlerdi.
Hâm; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı
haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.
11) Hac ile ilgili birtakım bâtıl inançlara sahip olmak: Bütün
bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım
âdetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların
bazılarının, kendilerini Allah’a (c.c.) daha çok yaklaştırdıklarını
ileri sürüyorlardı.
İbn İshak şunları aktarıyor: “Kureyş, ya Fil olayından evvel
veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid’at ortaya
çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asâlet-i diniye iddiasından
ibarettir.” Bunlar: “Biz, İbrahim’in evlâdıyız, ehl-i Harem biziz,
Beyt’in sahibiyiz, Mekke’nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden
hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara
sahip değildir. Binâenaleyh biz, bu müstesnâ mevkiimizin şeref ve
itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem hâricinde hiçbir şeye
ta’zim etmeyip bütün hürmetlerimizi Harem dâhilinde sunmalıyız.
Meselâ, Arafat’ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup
vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi
tenzil eder” diyorlardı.
İbn İshâk devamla: “Kureyşliler bu asâlet fikrini ortaya koydu
ve uygulamaya da başladı. Arafat’a çıkmayı, Arafat’tan ifazâyı
terk ettiler. Herkes Arafat’ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife’ye
giderler, orada dururlardı. Ve “Biz ehlullahız, Harem-i Şerif’in
hâdimleriyiz” diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat
bunlar, Arafat’ta vakfe etmenin İbrahim’in (a.s.) dini gereği olduğunu
biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş’e
iltihak etmişlerdi.
Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdâhaleye kadar
ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt’in ilk
tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar.
Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki âdi bir elbise ile gelip
tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.
Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzâdelere mahsus bir elbisesi
olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı
kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.
Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah’a
(s.a.s.) iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam
CÂHİLİYYE
- 25 -
etti. Daha sonra da A’râf sûresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. âyetlerinde,
çıplak tavaf ile birlikte diğer bid’atler de yasaklanmıştır.
Ebû Hüreyre (r.a.)’den gelen bir rivâyete göre, Ebû Bekr es-
Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc’ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından
Hac Emîri olarak (Mekke’ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr
de Ebû Hureyre’yi Kurban Bayramı’nın ilk günü Mina’da büyük
bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. “Ey
Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da
Kâbe’yi tavaf etmeleri yasaktır” demiştir.53 Fakat onlar bunu kabule
yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır.
“Onlara: Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman:
‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ataları bir şey
bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?” 54 İslâm,
topluma hâkim olunca bütün bu câhilî sistemin ilkel davranışlarını
tamamen yasaklamıştır. 55
Bütün bunlara baktığımızda, câhiliyye’nin bir inanma biçimi
olduğunu görüyoruz. Câhiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek,
anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre
câhiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış
biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan,
eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre
kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; câhilî sistemler ve hükümlerdir.
Câhiliyye; insanın insan irâdesinin dışındaki unsurlar üzerinde
toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan
bir sistemin; beşeriyeti Allah’a ibâdetten uzaklaştırıp, herhangi
bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin
adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık
çağı efsânelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle
ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm,
câhiliyyenin bir görüntüsüdür. Kısaca câhiliyye, Allah’ın hükmünden
başka hüküm arayan ve Allah’ın hükmünden başka hükme
rızâ gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. 56
Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü
itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır. Şimdi câhiliyye
devrinin kanunları üzerinde duralım. Niçin “câhiliyye devrinin
adâlet ve hukuk sistemi” demiyoruz? Buradaki incelik şudur:
53 S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, c. 6, s. 13
54 5/Mâide, 104
55 5/Mâide, 103
56 Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Adâlet ve hukuk kelimeleri, İslâmî birer ıstılâhtır. Adâlet, Allah
Teâlâ’nın (c.c.) emrine uygun şekilde amel etmektir. Buna riâyet
eden müslümana âdil, riâyet etmeyene de fâsık denilir. Hukuk ise,
hak kelimesinin çoğuludur ve lugat mânâsı, bâtılın zıddıdır. Kanun
mefhûmu, İslâmî bir ıstılâh değildir. Câhiliyye devrinin kanunları,
bâtıl şeriatten çıkarılmış birer kuraldan ibarettir.
Câhiliyye devrinde gerek bedevî (göçebe), gerekse medenî
(şehirli) hayat yaşayan Araplar arasında, yazılı metne dayanan bir
kanun sistemi yoktur. Bu devirde Arap Yarımadası’nın her tarafında
değişik kanunlar yürürlüktedir. Yemen bölgesinde kanunlar,
hükümdarların emirleri ile sınırlıdır. 57
Kuzeyde, Suriye ve Filistin çevresinde Roma Kanunları tatbik
edilmiştir. 58 Doğu ve Kuzey-doğu bölgelerinde ise Zerdüşt dini
tesirindeki Sasani Kanunları mevcuttur. Öte yandan bu bölgede
bulunan Hıristiyanlar, beşerî münasebetlerinde Roma Kanunları
ile karışık kilise örf ve âdetlerini esas almışlardır. Hicaz bölgesine
gelince, bu bölgedeki yahûdiler Tevrat ve şerhi Talmut hükümleriyle
hareket etmişler, onlarla ihtilat halinde bulunan Araplar da
Yahudi kanunlarına bağlı kalmışlardır. 59
Yazılı olmayan ve bir usûle dayanmayan câhiliyye kanunları,
atalarından gelen örf ve âdete istinat etmektedir.60Nitekim, Mekke
şehir devletinin kanunî müeyyideleri yazılı değildir. Tamamen
örf ve âdete dayanan bir kanun devleti söz konusudur. Mekke’de
yaşayan bütün kabile ve aşiretleri bağlayıcı kanunların, Dâru’n-
Nedve adı verilen ve Kâbe’nin tam karşısında bulunan meclisten
çıkarıldığı sâbittir. Bu meclisin üyeleri, kırk yaşını doldurmuş ve kabilelerinin
tasvibini almış kimselerden oluşuyordu. Her kabilenin
bir tâgûtu vardı. Dâru’n-Nedve meclisinin ilk başkanı Kusayy, ondan
sonra yerine geçen oğlu Abdü’d-Dar’dır.61 Câhiliyye devrinin
siyasî rejimi, kabile ve aşiret esasına dayanan ilkel bir demokrasidir.
Örf ve âdete dayanan kanunî müeyyideleri uygulama yetkisi
tâgût denilen kabile reisine bırakılmıştır. 62
Câhiliyye devrinde, ceza kanunları intikam esasına dayanmaktadır.
Adam öldürme suçu, umumiyetle kan dâvâlarını gündeme
getirmiştir. Ölenin velisinin, öldürenden intikam almaya
kalkışması ile başlayan fesad,·çoğu zaman kabileler arası savaşa
57 N. Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, s. 28
58 İslâm Ansiklopdesi, c. IV, s. 615 -Fuat Köprülü, "Fıkıh" maddesi-.
59 Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Beyrut 1969, s. 227
60 Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, s. 17
61 Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s. 32-33
62 İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, Kahire 1955, c. I, s. 52. Ayrıca Dr. H. İbrahim
CÂHİLİYYE
- 27 -
dönüşmüştür. Bununla beraber, kasıtsız adam öldürmede başvurulan
tatbikat, diyet usûlüdür. 63
Eğer katil bulunamazsa, maktulün velisinin isteği üzerine
kasame usûlüne başvurulur. Bu usûl, maktulün bulunduğu yer
ahâlisinden elli kişinin maktulü öldürmediklerine, öldüreni bilmediklerine
dair yemin etmeleridir.64Bazı kaynaklarda, câhiliyye
döneminde Zu’l-Mecasidi’l-Yeşkûri isimli birisinin, mirastan kız çocuğuna,
erkek çocuğuna verdiği hissenin yarısı kadar hisse verdiği
belirtilmektedir.65 Aynca câhiliyye döneminde Kureyşliler, hırsızlık
yapanın elini kestikleri ve yol kesenleri astıkları zikredilmektedir.66
Bu haberler, bizi önemli bir mesele ile karşı karşıya getirmektedir.
Acaba daha önce zikrettiğimiz câhiliyye devrindeki diyet ve kasame
uygulaması veya hırsızın elini kesme cezası münferit vak’alar
mıdır? Yoksa örfî kanuna dâhil bir tatbikat mıdır? Bir başka ifadeyle
Allah Teâlâ’nın (c.c.) kitabı ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tatbikatı
ile teşrî edilmiş olan67 miras ve ceza hukukuna ait bu hükümleri,
İslâm ibka mı etmiştir? Eğer ibka etti ise bunun kaynağı nedir?
İslâm ahkâmına uygun olan (sözkonusu tatbikatlar) câhiliyye
devrinde meydana gelen münferid hâdiselerdir. Kitabu’l-
Muhabber’de miras tatbikatıyla ilgili haber; “Câhiliyyede kız çocuğuna
ilk defa miras veren... ilk defa kız çocuğuna bir, erkeğe
iki hisse takdir eden kimse...” şeklindedir. Bu ifadelerdeki “ilk
defa” kaydı, üzerinde durulan miras tatbikatının daha öncelerden
gelen köklü bir tatbikat olmadığını gösterir. Diğer taraftan
Sahih-i Buhari’de İbn Abbas’tan şöyle bir rivâyet vardır: “Öteden
beri, ölenin malı erkek çocuğun olur ve vasiyet ana-babaya yapılırdı.
Allah bu tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde neshetti.
Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını... takdir etti.”68 İbn
Abbas’ın bu haberi, Kitabu’l-Muhabber’de verilen mâlûmatı cerh
etmektedir. Zira nesh, mutlak mânâda bir hükmün yürürlükten
kaldırılıp yerine yeni bir hüküm getirilmesidir. Dikkat edilirse İbn
Abbas, “Allah Teâlâ (c.c.) bu tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde
neshetti. Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını takdir etti.”
63 Ahmed Emin, a.g.e., s. 225-226
64 İmam Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire ty. c. IV, s. 227
65 İbn Habib, Kitabu'l-Muhabber, Beyrut ty., s. 324
66 Kurtubî, el-Câmii li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, c. VI, s. 160. Ayrıca, İbn
Habib, a.g.e., s. 327, 328
67 4/Nisâ, 11; 5/Mâide, 38; Sahih-i Buharî, K. Hudud, c. VIII, s. 15-16; Sahih-i
Müslim, K. Hudûd; Sünen-i Tirmizî, K. Tahâre 110/272, no: 145; İmam Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, c. II/177
68 İbn Haceri’1-Askalânî, Fethu'l-Bâri, Kahire 1348, s. 197. Ayrıca Bedrüddin-i
Aynî, Umdetü'l-Kari, İstanbul 1308, c. VI, s. 485; Sahih-i Buharî, K. Tefsir, c.
V, s.178
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
demiştir. O halde câhiliyye devrinde, İslâmî hükme uygun olan
tatbikat, münferit bir vâkıa olarak kalır ve İslâm dininin bunları
ibka etmesi diye bir şey sözkonusu olamaz. Nitekim Ebû Ca’feri’t-
Tahâvî: “Bir miras, İslâm’dan önceki devirde İslâmî hükümlere uygun
olarak taksim edilmiş veya hırsızlık yapan bir kimseye aynı
şekilde İslâmî esaslara uygun ceza verilmişse, mâhiyeti itibariyle
aynı bile olsalar, bunlar İslâmî hükümlere dâhil edilemezler. Çünkü
teşrî kaynakları farklıdır.”69 diyerek bir inceliğe işaret etmiştir.
Dolayısıyla “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine göre
teşekkül eden meclislerin çıkardığı kanunları, İslâmî bir hüküm
olarak değerlendiremeyiz. Câhiliyye kavramının, bu mâhiyet içerisinde
değerlendirilmesi gerekir. 70
Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyet’tir
Cehâlet Nedir? Cehl, ilmin zıddıdır. Üç türlü cehâlet vardır.
Birincisi, nefsin ilımden boş ve uzak olmasıdır. Aslolan da budur.
İkincisi, hakikatin yani yapılması gerekenin hilâfına/zıddına bir
şeyi yapmaktır. Bu hususta ister sahih bir itikada sahip olsun, isterse
fâsit bir itikada sahip olsun durum mıüsâvidir. Namazı kasden
terk etmek gibi. Şu âyeti buna misal verebiliriz. “Bizimle alay
mı ediyorsun?’ demişlerdi. O da ‘câhillerden olmaktan Allaha sığıınırım’
demişti.” 71
Alay etmek cehâlet olarak belirtılmiştir. Üçüncüsü, hakikatın
hilâfına bır şeye inanmaktır. “Câhil’ kelimesi bazen kötülemek yoluyla
zikredilir ki, çoğunlukla bu şekilde kullanılır. Bazen de zem
maksadı olmaksızın zikredilir. Şu âyette olduğu gibi: “… Bilmeyen
kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder...”72 Âyette geçen
“câhil” kelimesinden, zemmedilen câhillik kast edilmemektedir. 73
Câhillik; bilgisizlik, görgüsüzlük, gençlik, toyluk, tecrübesizlik
ve bu yüzden işlenen kusurları içerir.
Gazâli’ye gore insanları, Allah’ın nimetlerine şükretmekten
alıkoyan, cehâlet ve gaflettir. Nimetleri bilmemeleri bu iki sebebe
bağlıdır. Nimete şükür ise, ancak onu bildikten sonra mümkündür.
Nimeti tanıyanlar olmuş ise de, şükürden maksadın, nimetle
murat edilenin, Allah’a ibâdet hikmetini tamamlamaktan ibâret
olduğunu bilmemişler ve yalnız “Allah’a hamdol sun, Allah’a
69 Tahâvî, Şerh-i Meâni'1-Âsâr, Haydarabad 1333, c. IV, s. 245
70 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 75-79
71 2/Bakara, 67
72 2/Bakara, 273
73 Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, s. 143; Firûzâbâdî, Besâir
II/405-406
CÂHİLİYYE
- 29 -
şükrolsun” dernekle yetinmişler ve bunu da şükür sanmışlardır.
Nimetten gaflete gelince, bunun da iki sebebi vardır. Birincisi,
insanlar cehâletleri sebebiyle umûma âit olan ve kendilerini de
sekînete erdiren birçok şeyi nimet saymamalarıdır. Umûmî olup
yalnız kendilerine mahsus olmayan sebepleri nimet saymazlar. Örneğin;
Hava nimetine karşı aldırış etmez ve bunun şükrünü edâ
etmezler. Düşünmezler ki, boğazları sıkılıp bir an havasız kalsalar
ölürlerdi. Şâyet bazı kimseler hamamın sıcak havasında veya kuyunun
ağır rutûbetli havası içinde bir müddet alıkonsalar, havasızlıktan
ölürlerdi. Şâyet onlardan biri, bu iki husustan biriyle sıkıntıya
mâruz bırakılıp, sonra kurtularak temiz havaya kavuşsa, o zaman
havanın ne büyük bir nimet olduğunu anlar ve hemen Allah’a
şükrederlerdi. Zira böyle kimselere şükrettirebilmek için önce ellerindeki
nimeti alıp bazen de iâde etmek lâzımdır. Hâlbuki devamlı
elde bulunan nimete şükretmek daha evlâdır. 74
Gözleri gören bir kimse, bu nimete şükretmez. Ancak gözleri
kör olduğu zaman, onun kıymetini takdir eder. Şâyet gözü tekrar
ona iâde edilse o vakit nımetin kıymetını hısseder ve şükreder ve
onun bir nimet olduğunu anmaya başlar ki, bu doğru bır davranış
değildir. Doğrusu, devamlı olarak gören göz nimetine şükretmektir.
Allah’ın rahmeti geniştir. Herkese her hal u kârda nimetini bol
bol vermişitr. İnsanlar umûmî nimetleri görmemezlikten gelirler.
Ancak özel olarak kendilerine verilen servetin azlığı veya çokluğu
nisbetinde şükrederler. Yani çok olursa şükreder, az olursa şikâyet
ederler. Ama Allah’ın herkese ve bu meyanda kendılerine verdiği
umumî nimetin farkında olmazlar. 75
İnsanın fıtratında câhillik ve bildiğıni tatbik etmeme özelliği
vardır. Onun câhilliği zâlimliği ile beraberdir. Yapıp yapamayacağını
hiç düşünmeden bir görevi üstlenmesi, bu sıfatından kaynaklanır.
Kendisini daima her şeye lâyık görür. Emâneti, ona lâyık
olup olmadığına bakmaksızın yüklenir (üzerine alır ve yerinde
kullanmayarak ihânet eder). Nitekim şu âyette insanın bu yönlerine
işâret edilmektedir: “Biz emâneti göklere arz ve dağlara teklif ettik
de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular da onu insan
yüklendi (üzerine aldı ve yerinde kullanmayarak ihânet etti). İnsan cidden
çok zâlim, çok câhil bulunur.”76İnsan yalnız, diğer yaratıkların, hatta
kâinâtın kabul etmediği mes’ûliyeti yüklendiği (yani emâneti korumadığı)
için câhil değildir. Bır şeyin doğruluğunu bildiği halde
yapmaması da onun cehâletini ortaya koymaktadır. Şu âyeti buna
74 Gazâli, İhyâ, IV/129
75 Gazâli, İhyâ, IV/129
76 33/Ahzâb, 72
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
misal verebiliriz. “Hûd da! ‘İlim/bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben size,
bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat ben sizin câhil bir kavim olduğunuzu
görüyorum’ dedi.” 77
İnsan, bazen inanmadığı bir şeyi kabul etmek için delil ister.
Hatta görmek ister. Hâlbuki bu isteği, onun doğru yolu benimseyeceği
için değildir. İşte böyle kabul etmeyeceği bir şeyi istemesi
ânında cehâletini ortaya çıkarır. Yani, böyle bir durumu istemesinin
temelinde cehâlet sıfatı yatmaktadır. Şu âyetleri bu konuya
örnek verebiliriz: “Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler
de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları karşında toplayarak senin
doğruluğuna şâhit ve kefil gösterseydik, Allah dilemedikçe, yine şüphe
yok ki, iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu câhillik ediyorlar.” 78
Çok câhil anlamına gelen “cehûl” sıfatının, ‘çok zâlim”
mânâsına gelen sıfatla birlikte insanın özelliğini aynı âyette
bildirmeleri,79 insanın mayasında cehâletin varlığına işaret ettiği
düşünülebilir. Câhil, nimeti görmemezlikten gelip şükre yanaşmayan
bir insandır. Bu karakter, onun fıtratında var olan cehâlet sıfatından
neşet etmektedir. 80
İslâm’a Göre İlim/Bilgi: Bilgi (ilim) için birçok tanımlar yapılmakla
birlikte, İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini
idrâk etmek” ve “mâlûm olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu
anlayışa göre, yanlış mâlûmâta ilim (bilgi) denilemez.
Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine
sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
“Rabbim ilimce herşeyi kuşatmıştır.”81 “İlim ancak Allah katındadır.” 82
Kur’ân-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden
kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim,
Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek
anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek
gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir
geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi
demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur
olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile
olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin
oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
77 46/Ahkaf, 23
78 6/En’âm, 111
79 33/Ahzâb, 72
80 Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Y. s. 119-121
81 6/En’âm, 80
82 46/Ahkaf, 28
CÂHİLİYYE
- 31 -
Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde
insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife
vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka
kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri,
vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vâsıtalarının içine katmazlar.
Bundan dolayı, bilim câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür.
Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler,
hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir
arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi
olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine
kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere,
dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye
kitlelere yutturmaktadırlar. “…Onlar Kitab’ı bilmezler. Onların bildiklerinin
hepsi, sadece zan ve tahminden ibârettir (bilmezler, fakat bilgiçlik
taslarlar).”83; “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz
zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını çok iyi bilendir.”84; “…Onlar zanna ve nefislerinin aşağı
hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici
gelmiştir.”85 Bu gerçekten dolayıdır ki, mü’minler uyarılır: “Ey iman
edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır…”86
Zâten şirkin temeli de zannın en kötüsü olan Allah hakkında kötü
zanda bulunmaktır. 87
Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem’in
sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir.
Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mâhiyetini
kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır.
Şirk cehâletin; tevhid de ilmin arkadaşıdır: “İşte dosdoğru
din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”88 İbn Kesir, bu âyetin
tefsirinde şöyle diyor: “Yani, insanların çoğu cehâlet sebebiyle
müşriktir.” Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde insanların çoğunun
câhil olduğu ve bu yüzden şirke düştükleri bildirilmiştir. İşte bunlardan
birkaçı: “Hamd Allah’a âittir, de. Fakat insanların çoğu
bilmezler.”89; “Biz onları, yalnızca hak ile yarattık. Fakat insanla-
83 2/Bakara, 78
84 10/Yunus, 36
85 53/Necm, 23
86 49/Hucurât, 12
87 3/Âl-i İmrân, 154; 48/Fetih, 6; 10/Yunus, 60
88 12/Yusuf, 40
89 31/Lokman, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
rın çoğu bilmezler.”90; “Onun (asıl) koruyucuları sadece korkup
sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler.” 91
Allah birçok âyette, insanların çoğunu câhillikle ve ilimsizlikle
vasfetmiştir; aynen insanların çoğunun müşrik ve doğru yoldan
sapanlar olduunu zikrettiği gibi. “Onların çoğu ancak şirk koşarak
Allah’a iman ederler.”92; “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyarsan,
seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”93 Bu zikredilen âyetler açıkça şuna
delâlet eder: İnsanların çoğu şirk ve cehâlet vasfını birlikte taşımaktadır.
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim
ilk defa Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır.
Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî mânâda karşılığı yoktur.
Bu bakımdan Yüce Allah’ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler
olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir kavram da olmazdı. Ve
ilim haysiyetine sahip biri de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve
câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar
da derde devâ bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de 854 yerde
geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları
hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı,
bu âlemde “bilinecek” ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı
gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin
dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu
bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için
anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren,
kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini
bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür
toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı
ilimleri yoktur.
Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı
bir şekilde konusu ve gâyesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle
müslümana mahsus ilmi tanımak için Saâdet asrına bakmamız
en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki,
Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk
dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün söylediği
ve yaptıklarından başka ilme konu olacak hiçbir malzeme
mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile
90 44/Duhân, 39
91 8/Enfâl, 34
92 12/Yusuf, 106
93 6/En’âm, 116
CÂHİLİYYE
- 33 -
beraber “hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının,
insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinnden ibâretti.
Sahâbe-i Kiramın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da
bunları ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan
da aralarında müzâkere ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı.
Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski
bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı.
Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında
bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen
Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen
ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri,
vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu?
Rasûlullah ve ashâb “oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor
ki, ilme konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün
sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle
bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle
müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak
ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak:
Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz.
Bu iki esasın özünü ve ruhunu, mânâsını ve mesajını aksettiren her
nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı
eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine
esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı
daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibâret olduğu herhalde
anlaşılmıştır. Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Peygamber de
o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak
“getirdiği şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu.
Allah’ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle
din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti
ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.94 Görülüyor
ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir
insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu
Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş
ve Kıyâmete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız
bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine
yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan
dosdoğru yola girmiş olacaktır.
94 3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum'a, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibâret olduğunu,
Peygamberimiz’e “Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten
sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun.”95 şeklinde hitap
edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana ilim geldikten sonra”
ifadesinden, ilmin İslâm mânâsına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü
Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu
ve yine onu gâye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim
olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer
mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye
Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan
uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların
faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır
müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan
ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede
önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile
öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete
yönlendirilir.
Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan
okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana
yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam
bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu
şeyler de onun fesâdını arttırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup
anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak
bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz
mikyas belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu
âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından
öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi,
Rab’lığının kabul edilip O’na teslim olunmasıdır. Bu cümleden
olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen
şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”,
ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak
sûrette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim
tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde
bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. 96
Zaten İmam Gazali’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdettte de
“ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini
kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle
ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya
95 2/Bakara, 145
96 Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y. s. 50 ve devamı
CÂHİLİYYE
- 35 -
başladılar.97 Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gâye
çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan
“araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek”
haline gelmiştir.
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok
daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını
çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor.
O yüzden İslâm, “câhil” ünvanını hiç bilmeyen bilgisize
değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve vahyi
kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik,
bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden
daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya
menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır.
İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde bulunur: “Sana söyleyeceklerimi
iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise
sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar;
mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır,
ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı
yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır
ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar.”
98
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de câhiliyye kelimesi, toplam 4 yerde geçer. 99
Câhiliyye kelimesinin kökü olan “c-h-l” ve türevleri ise toplam 24
yerde zikredilir.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli
var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den
önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern
câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendine
göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk
anlayışı ve devlet görüşü vardır. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin
geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi
canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak
câhiliyye zannına kapılıyorlardı.” 100 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan
97 Gazâlî, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 54
98 M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahâbe, 4/1503
99 3/Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26.
100 3/Âl-i İmrân, 154
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin
özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O
zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu
yerleştirmişlerdi...”101 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı
bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!)
evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp
saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...”102İslâm
ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafet/kıyafetsizliğin
eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
d- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar
câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/
hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”103 Demek ki, Allah’ın
hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi câhilî yönetimin
hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Kur’an’ın ifâdelerinden anlaşılan odur ki; câhiliyye mensûbu
câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,104 azap, mûcize istemekle
Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak
kurar, yalancıdır, kıskançtır.105 Şirke dâvet eder.106 Allah’a yalan
isnad eder.107 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını aşan
olağanüstü şeyler göstermelerini talep eder.108 Allah hakkında
kötü zanda bulunur.109 Kavmiyetçidir.110 Ayrıca açılıp saçılmak,111
zinâ etmek112 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün
özlemi içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen
insanlardır.113Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden
uzak durmanın yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,114
Allah’tan kâfirleri bağışlamasını istememeli115ve fâsıkların getir-
101 48/Fetih, 26
102 33/Ahzâb, 33
103 5/Mâide, 50
104 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
105 12/Yusuf, 89
106 25/Furkan, 63
107 2/Bakara, 67
108 6/En’âm, 35
109 3/Âl-i İmrân, 154
110 48/Fetih, 26
111 33/Ahzâb, 33
112 12/Yusuf, 33; 4/Nisâ, 17
113 5/Mâide, 50
114 7/A’râf, 119
115 11/Hûd, 46
CÂHİLİYYE
- 37 -
dikleri haberleri aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar.
116
“Sana kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir
uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine
düşmüştü. Allah’a karşı haksız yere câhiliyye zannıyla zanlara kapılarak:
‘bu işten bize ne var ki!?’ diyorlardı. De ki: ‘Şüphesiz işin tümü
Allah’ındır.’ Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar. ‘bu
işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik’ diyorlar. De ki: ‘Eğer
evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine
devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sînelerinizdeki denemek ve
kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sînelerin özünde saklı
duranı bilendir.” 117
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü/yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan
bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hükmü/yönetimi olan kim olabilir?”
118
“Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşrû) kılmamıştır. Fakat
kâfirler, yalan yere Allah’a iftirâ etmektedirler ve onların çoğunun da
kafaları çalışmaz. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği
vakit: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları
hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 119
“(Ey peygamber hanımları!) evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye
(devri kadınları)nın açılıp saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi
yürümeyin...” 120
“O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu
yerleştirmişlerdi...” 121
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık (günahtan korkmayan, açıktan günah
işleyen) birisi size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa cehâlet
sonucu (farkında olmadan) bir topluluğa kötülükte bulunursunuz da,
sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” 122
“Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir ücret/mal istemiyorum. Benim
ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim.
Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi câhillik etmekte
olan bir kavim görüyorum.” 123
116 49/Hucurât, 6
117 3/Âl-i İmrân, 154
118 5/Mâide, 50
119 5/Mâide, 103-104
120 33/Ahzâb, 33
121 48/Fetih, 26
122 49/Hucurât, 6
123 11/Hûd, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç
bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten
kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz
câhillik etmekte olan bir kavimsiniz.” 124
“Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde
eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak
Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi
câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.” 125
“İçinizden kim bir cehâlet sonucu bir kötülük işler, sonra tevbe eder
ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, merhamet edendir.”
126
“Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük
yapanların, sonra hemen tevbe edenlerinkidir.” 127
“(Nuh, boğulmak üzere olan müşrik oğlu için dedi ki:) ‘Rabbim şüphesiz
benim oğlum âilemdendir ve Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen
hâkimlerin hâkimisin.’ Dedi ki: ‘Ey Nûh, kesinlikle o senin âilenden değildir.
Çünkü o, sâlih olmayan bir iş (şirk işlemiştir). Öyleyse hakkında ilmin
olmayan şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, câhillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum.’ Dedi ki: ‘Rabbim, ilmim/bilgim olmayan şeyi Senden
istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet
etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum.” 128
“Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir âyet getirmek
için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya
gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidâyet
üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma.” 129
“(Yusuf) dedi ki: ‘Rabbim, zindan bunların beni kendisine çağırdıkları
şeyden bana daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan
onlara (korkarım) eğilim gösterir (böylece) câhillerden olurum.”
130
“Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın,
oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden
yüzçevir.” 131
124 27/Neml, 55
125 46/Ahkaf, 22-23
126 6/En’âm, 54
127 4/Nisâ, 117
128 11/Hûd, 45-47
129 6/En’âm, 35
130 12/Yusuf, 33
131 7/A’râf, 198-199
CÂHİLİYYE
- 39 -
“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size
mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan biri müjdelenince
hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip savaş edemeyecek
olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri
de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu
şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” 132
“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-, beğenip
hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet ediyorlar.”133
(Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’ diyorlardı.
Hâlbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı.
Nitekim bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına karşı
takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü
kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden
gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı,
yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki, verdikleri
hüküm ne kadar kötüdür!” 134
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle
öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve şerden)
neler yapıp getirdiğini anlar.” 135
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.
Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı erkeklere
karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü
ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde
vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini
göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin,
Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi
(kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde
okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin
iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” 136
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek
elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey
Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı
gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi,
132 43/Zuhruf, 16-19
133 16/Nahl, 57
134 16/Nahl, 58-59
135 81/Tekvîr, 8-9, 14
136 33/Ahzâb, 32-34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları,
iman etmeyenlerin dostları kıldık.” 137
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da
korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır.
Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min
kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus
ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları hâriç olmak üzere, ziynetlerini
teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.
Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin
oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri),
erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler
yahut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında
olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte
oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri
üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a
tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” 138
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
(bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini)
üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması
ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.” 139
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar,
‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları
bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve
körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 140
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı
üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey
bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 141
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk.
Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez.
Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 142
137 7/A’râf, 26-27
138 24/Nûr, 31
139 33/Ahzâb, 59
140 2/Bakara, 170-171
141 5/Mâide, 104
142 7/A'râf, 28
CÂHİLİYYE
- 41 -
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd (a.s.)’a) Dediler ki: ‘Sen bize tek
Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız
için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir.
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir.
Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın
taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse,
şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 143
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları
kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar
da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut (ne yapalım)
daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra
gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal
edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 144
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz
(dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun
diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 145
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları)
bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda)
dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten
sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 146
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba
götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının
taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka
eksiksiz olarak vereceğiz.” 147
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi,
yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve
atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar
hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının
değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 148
“Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde
eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak
Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi
câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.” 149
143 7/A’râf, 70-71
144 7/A’râf, 172-173
145 10/Yûnus, 78
146 11/Hûd, 87
147 11/Hûd, 109
148 12/Yûsuf, 39-40
149 46/Ahkaf, 22-23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
“Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı
ve her şeyi karşılarına toplasaydık -Allah’ın dilediğ dışında- yine
onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu câhillik ediyorlar.” 150
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda
hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından
çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.”
151
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi
gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına
geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki:
‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi,
siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 152
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli
ateşin azabına çağırıyor idiyse!” 153
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi
babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası
değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’
Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür,
başka bir şey değildir’ dediler.” 154
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar
atalarını dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun
ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz
onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir
bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ” 155
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?
Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı
üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen
şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların
sonu nasıl oldu?” 156
150 6/En’âm, 11
151 18/Kehf, 5
152 21/Enbiyâ, 51-54
153 31/Lokman, 21
154 34/Sebe’, 43
155 37/Sâffât, 68-74
156 43/Zuhruf, 21-25
CÂHİLİYYE
- 43 -
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey
değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve
nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından
yol gösterici gelmiştir.” 157
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar,
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak
koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O
zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 158
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü
körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla
dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz
ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 159
Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri
ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ
Hutbesinden- 160
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm)
ile ölür.” 161
“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri
dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna
dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek
sesle ağlamak.” 162
“Câhiliyye dâvâsı (câhiliyye zamanındaki gibi kavmiyyetçilik ve asabiye)
güdenler bizden değildir.” 163
Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret
eden Hz. Ebû Zerr’e (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.): “Onu annesinin
renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı
bulunmaktadır.” 164
“Her kim tâatten çıkar ve cemaatten ayrılırsa, câhiliyyet ölümüyle ölür.
Kim körükörüne (çekilmiş) bir sancağın altında harbeder, bir asabe (-baba
157 53/Necm, 23
158 29/Ankebût, 8
159 31/Lokman, 15
160 Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no:
3087
161 Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
162 Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
163 Müslim, İmâre 53, hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
164 Buhârî, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eymân, 38-40; Ebû Dâvud, Edeb
133, h. no: 5157
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
tarafından akrabâ-; kavim, ırk) nâmına kızar veya bir asabeye dâvet eder
ya da bir asabeye yardımda bulunur da öldürülürse, bu da, bir câhiliyyet
ölümüdür. Kim de benim ümmetime karşı çıkar, iyisini-kötüsünü
vurur,
mü’minden çekinmez, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o,
benden değildir, ben de ondan değilim.” 165
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” 166
“Kimin bir kız çocuğu olur, onu (diri diri) gömmez, hor ve hakir görmez
ve oğlan çocuğunu ona tercih etmezse, Allah bu kız çocuğu sebebiyle
onu Cennete koyar.” 167
Dârimî’nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerife göre; ashâbdan biri
Allah Rasûlü (s.a.s.)’nün huzuruna geliyor ve câhiliye dönemindeki
geçmişine âit bir vahşeti dile getiriyordu: “Yâ rasûlallah!
Biz câhiliyye döneminde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim
de bir kız çocuğum vardı. Annesine, ‘bunu giydir, dayısına
götüreceğim’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi.
Ciğerpâresi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya gömülecek ve orada çırpına
çırpına can verecekti. Fakat kadının böyle bir vahşetin önüne
geçmek hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp
gözyaşı dökmekti.) Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten
dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıldı. Elinden tutup
daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya
bakmasını söyledim. O tam eğilip kuyuya bakayım derken, sırtına
bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat nasılsa, eliyle
kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan
da ‘babacığım üzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu.
Buna rağmen bir tekme daha vurdum, onu diri diri toprağa gömdüm.”
Adam bunu anlatırken Allah Rasûlü ve yanındakiler hıçkıra kıçkıra
ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi ‘be adam Rasûlullah’ı
hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz adama: “Bir daha anlat”
dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. Rasûlullah’ın gözlerinden
akan yaşlar mübârek sakalını ıslattı.168 (Rasûlullah (s.a.s.),
olayı tekrar anlattırmakla sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte
siz İslâm’dan öce câhiliyye döneminde böyleydiniz. Tekrar anlattırdım
ki, İslâm’ın kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış
olasınız.”
165 Müslim, İmâre 53; İbn Mâce, Fiten h. no: 3948; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h.
no: 4097
166 Buhârî, Cenâiz 39
167 Ebû dâvûd, Edeb 121
168 Dârimî, Mukaddime 1
CÂHİLİYYE
- 45 -
“Kim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet veya
bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” 169
“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık dâvâsı üzerine birbirini öldürenler,
bizden değildir. Irkçılık üzerine ölenler
de bizden değildir.” 170
Ensâr ile muhâcirler arasında meydana gelen bir tartışma üzerine
de Hz. Peygamber şöyle söylemiştir: “Şu câhiliyye çığlığını bırakınız!
O ne kötü şeydir!” 171
“Insanların câhiliyye devrinde hayırlı olanları İslâm devrinde de hayırlıdır.”
172
Bir zamanlar düşman iki kabile iken Hz. Peygamber’in önderliğinde
güçlü sevgi bağlarıyla birbirine bağlanmış olan Evs
ve Hazrec’den bazı kimseler dostane bir şekilde sohbet ettikleri
sırada müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan bir
yahûdi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle
onları tahrik etmişti. Tarafların silâha sarılarak dövüşmek üzere
harekete geçtiklerini öğrenen Hz. Peygamber kendilerine şöyle
hitap etti: “Ey müslüman topluluk, Allah’tan korkun! Ben aranız da
bulunuyorken, Allah sizi İslâm’a kavuşturmuş, onunla müşerref kılmış,
câhiliyye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize
dost kılmışken nasıl oluyor da yine câhiliyye dâvâsıyla birbirinize
düşebiliyorsunuz!” 173
Habeş muhâcirleri adına Necâşî ile konuşan Ca’fer b. Ebû Tâlib
şöyle demişti: “Ey hükümdar! Biz câhiliyye zihniyetine sahip bir
kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık
bağlarına riâyet etmez, komşularımıza kötülük ederdik,
güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi” 174
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur:
“Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun
işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız
sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye
cevap vermiştir. 175
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab
(r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan
169 Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
170 Ebû Dâvud, Edeb, h. No: 5121
171 Buhârî, Menâkıb 8
172 Buhârî, Enbiyâ 8, Menâkıb 1
173 İbn Hişam, I/555-556
174 İbn Hişâm, I/335-336
175 Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların
arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan,
sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarfedersen) işte sen
bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır,
aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin
ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat
ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir.” Kâ’b, bu
cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını
ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı
ilham etti.” 176
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü
dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek
miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana,
câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene,
hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”
177
Açıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman
olan bir kişinin daha önceki hayatından suale maruz kalıp
kalmama meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir.
İslâm olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var.
Hattâbî der ki: “Bu hadisin zahiri, ümmetin icmâ ettiği “İslâm, öncesini
siler” hükmüne muhâlefet eder. Allah Teâlâ: “O küfredenlere
söyle ki: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir”
178 buyurmuştur.”
Hattâbî devamla der ki: “Bu hadisin mânâsı şöyle olmalıdır:
“Kâfir Müslüman oldu mu geçmişinden muâheze olunmaz.
İslâm’da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte,
aşırı, şiddetli mâsiyetlere girerse, İslâm’da işlediği cinâyeti sebebiyle
muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır.
Sanki şöyle denir: “Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı? Müslümanlığın
seni bunlardan men etmedi mi?”
İbn Hacer, bu görüşü: “Önceki amelinden yapılacak evvelki
muaheze, başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi,
cezâlandırma sûretiyle olacaktır” diye özetledikten sonra der ki:
“Evla olanı, başkasının görüşüdür. Hadiste geçen “isâe” (günah,
kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü “küfür”, “isâe”nin
nihâyeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü
üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı
176 et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
177 Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
178 8/Enfâl, 38
CÂHİLİYYE
- 47 -
boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu
hadisi “Büyük günahların en büyüğü şirktir” hadisinden hemen
sona zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş
olmaktadır.” 179
Câhiliyye Asabiyetiyle/Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şeriflerden
Seçmeler
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden
değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” 180
“Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu
dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” 181
“Bir kimsenin câhiliyye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek
onlardan yardım talep ettiğini (ırkçılık yaptığını) duyacak olursanız ona:
‘babanın zekerini/penisini ye’ deyin ve bunu açık açık söyleyerek îmâ ve
kinâyede de bulunmayın.” 182
“Câhiliyyetin kavmiyet iddiasını yapana açık sövünüz, ona kapalı sövmeyiniz
(ona, kinâye yapmayınız).” 183
“Aziz ve Celîl olan Allah, sizden câhiliyyet devrinin kabalığını
ve babalarla
övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan
ise, şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yara-tılmıştır.
Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölenlerle)
övünmeyi
terk etsinler. Çünkü onlar, cehennem kömüründen
bir kömürdürler yahut
onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden
daha aşağıdırlar.”
184
“Kim kâfir olan dokuz atasını, onlarla izzet ve şeref kazanmak
düşüncesiyle
sayarsa, cehennemde onların onuncusu
olur.” 185
“Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz.” 186
“Şüphesiz Allah, sizin sûretinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin kalplerinize
ve amellerinize bakar!” 187
179 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 14/391
180 Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten
7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28
181 Ebû Dâvud, Edeb 112
182 Ahmed bin Hanbel, 5/136
183 İmam Buhârî, Edebü'l-Müfred, Bab, 436, hadis no: 963
184 Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5116; Tirmizî, Menâkıb, h. no: 4212-4213,
Tefsiru'l-Kur'ân, h. no: 3486; Ahmed bin Hanbel, c. 2, s. 361
185 Ahmed bin Hanbel, 5/128
186 Müslim, Zikr 38; İbn Mâce, Mukaddime 225; Ebû Dâvud, İlm, h. no: 3643;
Dârimî, Mukaddime 351
187 Müslim, Birr ve's-Sıla, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın
kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten
(ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.”
188
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini,
ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?”
Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde
yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” 189
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş
deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” 190
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle
sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” 191
“Aziz ve Celil olan Allah, sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla
övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise
şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı
adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü
onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde
burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” 192
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen
kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek
mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye
karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi
vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/
ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık
dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin
ölümü câhiliyye ölümüdür.” 193
“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet)
çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa,
câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” 194
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez,
ilerletemez.” 195
188 İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119;
Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160
189 Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949
190 Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117
191 Ahmed bin Hanbel, 5/128
192 Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116; Ahmed bin Hanbel, II/524
193 Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel,
2/306, 488
194 İbn Mâce, Fiten 7
195 İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225
CÂHİLİYYE
- 49 -
“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” 196
“Allah’ın ismi ile Allah(’ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini)
ile gidin, yürüyün.” 197
“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap
olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap
üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir
üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük sadece takvâ iledir.” 198
Câhiliyyenin Dünü Bugünü
İslâm literatürünün etkisiyle Türkçeye giren kelimeler, ekseriyetle
tarihsel süreç içinde asıl anlamlarını koruyamamışlar, ya
da anlamı deforme olmuş bir halde kullanılagelmişlerdir. “Câhil”
kelimesi de anlamından büyük oranda uzaklaşmış ve öğrenim
görmemiş, tecrübesiz, genç-toy, bilgisi olmayan199 anlamında kullanılagelmiştir.
Gerçi “cehl” Kur’an’da câhillikle hareket etmek,
olayların içine nüfuz edememek ve daima sathî düşünmek, dolayısıyla
her zaman basit ve isâbetsiz hükümler vermek anlamında
da kullanılmaktadır ki, ilmin zıddı anlamında cehlin yaygın anlamı
da budur.200 Fakat Kur’an’da bu anlam çok önemli bir rol oynamaz.
Cehl, cehâlet, câhil, câhiliyye aynı kökten gelen kelimeler olduğu
için, ayrı ayrı kelime çözümlemelerine gerek yoktur. Bu, cehl
kelimesi ve türevlerinin Kur’an’da nasıl kullanıldığının ortaya konulmasıyla
açıkça görülecektir. Kur’an’da câhiller, hakikati aramayan
mahrumları değil, onları aşağılayan,201 insan yerine koymayan
müstekbirleri ifâde eder. İsrâiloğulları’nın puta tapma arzusu da
Kur’an’da câhilce bir tavır olarak zikredilmektedir. 202
Câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,203azap, mûcize istemekle
Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak
kurar, yalancıdır, kıskançtır.204 Şirke dâve eder.205 Allah’a yalan
isnad eder.206 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını aşan ola-
196 Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135
197 Ebû Dâvud, 3/38
198 Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632
199 TDK Türkçe Sözlük
200 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 54
201 11/Hûd, 29
202 7/A’râf, 138
203 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
204 12/Yusuf, 89
205 25/Furkan, 63
206 2/Bakara, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
ğanüstü şeyler göstermelerini talep eder.207 Allah hakkında kötü
zanda bulunur.208 Kavmiyetçidir.209 Ayrıca açılıp saçılmak,210 zinâ etmek
211 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün özlemi
içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen insanlardır.212
Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden uzak durmanın
yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,213Allah’tan
kâfirleri bağışlamasını istememeli214 ve fâsıkların getirdikleri haberleri
aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar. 215
Câhiliyye kelmesi “İslâm’dan önce” diye tercüme edilemez.
Çünkü o daha çok şimdiyi gösterir. Câhiliyyede teslimiyet ve
tevâzuya aykırı düşen özellikler baskındır. İnsanın kendi gücüne
güvenmesi, sınırsız benliği, İlâhî ölçü tanımazlığı ile kulluğa aykırı
düşen her şeyi câhiliyyede vardır.216Câhiliyye insanından kimse
İslâm’daki kulluk, teslimiyet ve alçakgönüllülüğü isteyemez. O,
kendi kendisinin Rabbidir.217 Tevâzu ve teslimiyet kime karşı olursa
olsun, ona göre hür doğmuş Arab’ı köleleştirmekten başka bir
şey değildir.218 Çağımızdaki benmerkezci ve ferdin inanç ve amellerinin
sadece kendisini bağlayacağı, dolayısıyla sorgulanamayacağı
anlayışı, eskinin aynen benzeridir.
Kur’an’da sürekli olumsuzlanan câhillik, kâfirlerin küfrünün
temelidir. Gerçekten gururlu isyankârlık rûhu, İlâhî hiçbir otoritenin
önünde eğilme duygusudur ki kâfirleri yeni dine karşı şiddetli
bir muhâlefete itmiştir. Cehl, aynı zamanda en ufak bir kızgınlık
ânında irâdesini kaybedip parlayan, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine
kapılıp sonucunu düşünmeden hemen körü körüne atılan,
ateşli, sabırsız kişinin sorumsuz davranışı anlamına gelir. Bu, duygularına/
hırslarına hâkim olamayan aşırı bir insanın davranışıdır.
Bu insan, doğruyu yanlıştan ayırt etme ölçüsünü yitirip kendisini
öfkenin pençesine düşürür.
Hılm ise bu tür cehl kavramının tam karşıtıdır. Hılm, cehl patlamasını
dizginleyebilen insanın ahlâkıdır. Halîm, duygularını
207 6/En’âm, 35
208 3/Âl-i İmrân, 154
209 48/Fetih, 26
210 33/Ahzâb, 33
211 12/Yusuf, 33; 4/nisâ, 17
212 5/Mâide, 50
213 7/A’râf, 119
214 11/Hûd, 46
215 49/Hucurât, 6
216 Toshihiko İzutsu, Kur’an’da İnsan ve Allah, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190
217 25/Furkan, 43
218 Toshihiko İzutsu, a.g.e., s. 191
CÂHİLİYYE
- 51 -
frenlemesini, kör ihtiraslarını yenmesini bilendir. Önce câhil iken
sonra İslâm’ı kabul eden şâir Amr bin Ahar el-Bahîlî şiirinde cehl
ve hılmi bir arada şöyle kullanıyor: “Câriyelerimizin servis yaptığı
büyük kazanlar bir kere ‘câhil’ odlumu (kaynadımı) bir daha
‘halîm’ (sükûnet içinde) olmaz.” 219
Hılm kuzu gibi olmak değil; aksine ruhun öyle aktif ve olumlu
gücüdür ki, insan onunla kendisini şaşkına çevirecek olan ihtiras
ve öfkesine gem vurup onu dindirir. Hılm, üstün bir akıl gücünün
işaretidir. Muhabbet şiirinde hılmin bu olumlu özelliğini şöye ifade
eder: “Birden Rababi hatırladı ve onu hatırlaması bir hastalıktır.
Ve derin bir aşka düştü, artık onun için hılm (sükûnet) kalmaz.”
Gücün olmadığı yerde, hılm de yoktur. Hılm, başkalarını idâre
edenlerin vasfıdır. Başkaları tarafından yönetilenlerin vasfı değildir.
Yaratılış bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızdırdırıldığı
zaman ne kadar sâkin durursa dursun, halîm denmez. O sadece
zayıftır.220 Hılmin dış görünüşü vakar ise, cehlin belirtisi de zulümdür.
Yani zulüm cehlin özel bir görünüşüdür.
Câhiliyye Hükmü ve Câhiliyyede Toplum Hayatı: İnsanın
Allah’a kul olma yerine, kendi bilmezliğini temel ölçü edinmesinin
ifâdesi olan câhiliyyenin hayata müdâhale ettiği en somut olan
hüküm koyma konusundadır. Rabbimiz insan ilişkilerini belirleyen
hükümlerin beşerî kökenli değil, Rabbânî ölçekli olduğunu ve
vahyî hükümleri uygulama konusunda şaşkınlığa düşmemizi belirterek
bizleri ikaz etmektedir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü
arıyorlar? Kesin bilgiyle iman eden eden bir topluluk için hükmü,
Allah’tan daha güzel olan kimdir?”221 Rabbimiz daha inzâl olan ilk
âyetlerde hukuk alanındaki câhilî sapmaya hayatın içinden canlı
örnekler vererek vahyin muhâtaplarını uyarmış ve insanları câhilî
uygulamalara karşı köklü bir tavır alışa yöneltmiştir: “Kendisini tek
olarak yarattığımı Bana bırak ki Ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı
bir mal verdim. Göz önünde hazır çocuklar ve sayısız imkân
ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder.
Hayır, çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır. Onu
alabildiğine sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o, düşündü ve bir
ölçü tespit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl
bir ölçü koydu?”222 Bugün çevremize baktığımızda bu müstağnî
ve câhilî tavrın alabildiğine kurumlaştığını görebiliriz.
219 İzutsu, a.g.e., s. 194
220 İzutsu, a.g.e., s. 198
221 5/Mâide, 50
222 74/Müddessir, 11-20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Câhiliyye hayatında âile, ataerkil idi. Erkeğe şavaşan, ganimet
getiren; kadına da tüketen olarak bakılırdı. Kadın olmak, utanç
verici bir durumdu. Bu yüzden bazı kabilelerde kız çocukları diri
diri toprağa gömülürdü. Kadının miras hakkı yoktu. Hind gibi
istisnâlar hâriç, kadın erkeğin kölesi durumundaydı.223Kadınlara
verilen “mihr”e, alım-satım akdi olarak bakılırdı. Mihr’i baba alırdı.
Koca mihri verdiği sürece istediği kadar kadın alabilirdi. Günümüz
câhiliyyesinde kadın üretime katılmaktadır, adı köle veya
câriye değildir. Fakat kadından beklenen daha çok, tüketimi arttırıcı
bir fonksiyon yüklenmesidir. Kadim câhiliyyeden kızlar toprağa
gömülerek öldürülürken modern câhiliyyede onu ayakta tutan
ruhunu, erdemini öldürerek, onu sırf bedenden ibâret kabul
ediyor. Erdemli insan olmaya değil; câzip, duyguları tahrik edici
olmaya çağırıyor.
Araplarda kocanın karısıyla evlilik ilişkilerini terk ettiği halde,
onu nikâhı altında ve evinde kalmaya mecbur kılan iki âdet vardı.
Bunlardan birisi zıhardı. Koca, karısına “sen bana anamın sırtı gibisin”
derdi. Böylece kadın nikâhtan çıkmaz, ama mullâkta kalırdı.
Müfessir ve râvîlerin görüşlerinden anlaşıldığına göre, onlar bu işi,
karısı kız doğurduğunda öfkelerinden yapıyordu. Karısı, kız doğurduğunda
ona çocuğunu gömmesini emrederlerdi. Gömmezse
“sen bana anamın sırtı gibisin (dünya âhiret bacımsın)” derlerdi.224
Çin’in bazı kesimlerinde kız çocuklarını toprağa gömme âdeti
hâlâ devam etmektedir. Doğum kontrolüne getirilen sıkı kısıtlama
ile bebek doğmadan cinsiyeti öğrenilebildiği için, kız ise kürtajla,
doğmadan öldürülebilmektedir. Bu da nüfus dengesini ciddî
bir şekilde bozmaktadır.
Câhiliyye erkekleri için en büyük zevk içki içmekti. Onlar için
şarap tâlihin üstün hediyesiydi. Sürekli içerlerdi. İstedikleri şarabı
içmekle hem övünür, hem de gurur duyarlardı. Şaraba büyük paralar
harcanırdı.225Abid’in şiirlerinden birisi o dönem ile birlikte
âdeta modern câhiyyeyi tasvir etmektedir: “Ayıkken yıllanmış güzel
kokulu şarabın fiyatını yükseltiriz. Ve zevkini aldığımız zaman,
hesabını tutmayız heder olan servetin.” 226
Misâfirperverlik, hürriyet aşkı, cesâret, mertlik vasfılarına
önem veren câhiliyye insanı, bir taraftan misâfirine her türlü
ikrâmı yaparken, diğer taraftan yolcuyu çevirip soyuyordu. Tam
223 Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur’ân-ı Kerim’de Kadın, İslâmî Araştırmalar
Dergisi, c. 5, s. 4, sayfa, 263
224 İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Yöneliş Y. c. 1, s. 130
225 T. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y. s. 79
226 T. İzutsu, a.g.e., s. 79-80
CÂHİLİYYE
- 53 -
bir muammâ içinde olan câhiliyyenin sosyal yapısı, özde kavmiyetçi
idi. Kan yoluyla yakınlık bağı üzerinde binâ edilmiş olan ve bir
kişinin haklı ya da haksız olsun kavimdaşlarından yana olmasını
zorunlu kılan o yıkıcı haysiyet duygusu, kişinin kendi kavmine olan
sevgisi, başkalarına dil uzatması, câhiliyyenin kişisel değerleri ölçmekte
kullandıkları nihâî kriterlerdi. Putperestlik devrinde, kavmiyetçiliği
aşan bir “iyi” ölçüsü hiç yok gibi gözükmektedir.227Bu
sapkın anlayışın modern temsilciliğine örnek olarak Almanya’da
Hitler’i, İtalya’da Mussolini’yi, Arap ülkelerinde de Baas rejimlerini
gösterebiliriz. Câhiliyyenin bu yanı, Türkiye’de “Ne mutlu
Türküm diyene!”, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil
kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” ifâdelerinde somutlaşmaktadır.
Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı, Arap
Müslümanların Türkleri her zaman arkadan vurdukları türünden
anlayışlar kadim câhiliyyenin bölgedeki bu topraklardaki yansımasıdır.
Bunun en uç ifâdesi de “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya
yeter” ifadesidir.
Câhiliyyede Hurâfeler: “Tıyera”, bir yolcunun sefere çıktığında
önünden geçen bir kuşu hayra yormamasıdır. “Hame”,
Muharrem ayını uğursuz sayma ve bütün işlerin bu aylarda olduğu
inancıdır. Gul, cin ve şeytanlardan bir cinstir. “Gul”, tenha
ve ıssız çöllerde insana görünür, şaşırtır ve sonunda helâk eder.
Peygamber böyle bir varlığın olmadığını belirtmiştir.228 Günümüz
câhiliyyesinde kuşlardan baykuşun ev yakınına konması ve ötmesi,
diğer hayvanlardan da kara kedinin insanın önünden geçmesi
uğursuz sayılır. Gul efsânesi, gul-i yabânî adıyla günümüze kadar
gelmiş, film ve hikâyelere konu olmuştur.
Bir ölünün ardından üstü başı parçalamak, yüzü tırmalamak,
yanakları, yüzü, başı ve dizleri dömek gibi câhilî davranışlar, bugün
de devam etmektedir.
Kâbe’de 360 kadar put vardı. Her kabilenin kendine has bir
putu vardı. Bundan başka her evde birput bulunur, âile fertleri
buna ibâdet ederdi. Putperestlik câhiliyye Arabının ikinci tabiatı
olmuştu ve günlük hayatın her konumunda nüfûzunu icrâ etmekteydi.
Câhiliyye Arap inancının esası hastaya şifâ, çocuk edinme,
kıtlık, vebâ gibi belâları kaldırma işini başka ilâhlara devrederek,
dünyanın idâresini onlara taksim etmekten ibâretti. Cenâb-ı
Hakk’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat dilemekle elde edilebileceğine
inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunlar
227 T. İzutsu, a.g.e., s. 88
228 S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Terc ve Şerhi, DİB Y. c. 4, s. 418-420
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir kısmını
bunlara tahsis ederlerdi. Günümüzde benzer şekilde kabirlere
gidilip kabir ehline duâ ederek onların tasarrufuyla çocuk
sahibi olmak istenmektedir. Ayrıca bazı şeyhlerin nefeslerinden
şifâ umulmakta, diri veya ölü olsun şefaatlerine sığınılmaktadır.
Kur’an’da Yüce Rabbimiz şefaati ancak izin verilenlerin yapabileceğini
ve yetkiyi sadece kendine has kıldığını belirtirken, günümüz
câhiliyyesinde dünyada iken bazı efendi veya şeyhlere bu makam
verilmiştir. Bu yanlış anlayış, İslâmî kesime hitap eden kitap, dergi,
radyo ve televizyonların büyük bir kısmınca sürdürülmekte ve
yaygınlaştırılmaktadır.
Bir taraftan putperestlik, en yaygın şekliyle Arapların dimağına
hâkimken, Arapların içinde Allah’ın varlığını inkâr eden, hesap
gününü inkâr edenler de vardı. Bunlar, taptıkları putlarla bile alay
ederlerdi. Arapların meşhur şâiri İmru’l-Kays, babası öldürüldüğü
zaman Arap âdetlerine göre putu ile istişâre ederk babasının intikamını
almak veya almamak hususunu ilâhın hükmüne bağlı kılmıştı.
Şair, birinin üzerine “evet”, diğerinin üzerine “hayır” yazılan
bir de üzerinde istişârenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve
bunları üç defa atmıştı. Sonuç, hep olumsuz çıkıyordu. Bu duruma
hiddetlenen şâir oku ilâhının yüzüne atarak, ona hitâben: “Sefil!
Öldürülen senin baban olsaydı, intikamını almaktan beni men etmezdin”
demişti. 229
Bir Câhiliyye Klasiği; Ebû Cehil: Asıl adı Amr, künyesi Ebû’l-
Hakem olan şahsa Peygamberimiz, Ebû Cehil adını vermiştir.
Dâru’n-Nedve üyesi olan Ebû Cehil, Rasûlün dâvetine başından
beri karşı çıkmış ve Müslümanlar aleyhinde hazırlanan komploların
çoğunda yer almıştı. Velid bin Muğîre ile Ebû Cehil, kendi
kabilesine mensup olmayan birinin peygamberliğini hazmedemedikleri
için Rasûl’e inanmayacaklarını açıkça söylemişlerdi.
Ticarî nüfuz ve servetinden güç alan Ebû Cehil, hayatı boyunca
İslâmiyet aleyihen çalıştı, halkın Müslüman olmasını engelledi.
Müslüman olanları da inançlarından vazgeçirmeye çabaladı.
İslâmiyet’i kabul eden kişi, toplumda itibarlı biri ise ona saygınlığını
yitireceğini söyleyerek, ticaretle uğraşıyorsa kendisini iflâs
ettirmekle tehdit ederek, güçsüz ve kimsesiz ise onu döverek
İslâm’dan döndürmeye çalıştı.
Ebû Cehil, Mekke’ye gelip ticaret yapanlara düşük fiyat biçiyor,
diğer müşteriler de ondan çekindikleri için o tâcirin malına tâlip
olduklarını gizliyorlardı. Böyle bir durumda kalan tüccarın birisi,
229 M. Muhammed Ali, peygamber’in Hayatı, Nur Y. s. 23
CÂHİLİYYE
- 55 -
durumu Peygamber’e bildirmiş ve malını asıl değerinden satmıştı.
Bu Ebû Cehil’in Peygamber’in evine giderek onunla kavga etmesine
sebep oldu. Günümüzde de çiftçinin, üreticinin ürününü tüketiciye
direkt ulaştırması engellenmektedir. Sözgelimi, Adana’da,
Antalya’da üreticinin İstanbul’daki manavdaki satış fiyatının
onda birine alıcı bulamayan çiftçilerin meyve ve sebzelerini, diğer
bölgelerdeki tüketiciye doğrudan ulaştırmaları hemen hemen
imkânsızdır. Aradaki büyük fark, Ebû Cehil veya onun özelliklerini
taşıyan rantçıların cebine girmektedir. Ya da Türkiye’nin Arap
ülkelerinden petrol almasını da buna örnek verebiliriz. Türkiye,
komşularından direkt değil; BP (British Petrol), Shell (Hollanda
şirketi), Mobil ve Total (Fransız şirketi) gibi büyük Batılı şirketlerin
aracılığıyla petrol alabilmektedir. Bu şirketler, Müslümanların
kaynaklarının kaymağını yemekte ve artıklarını da yerli rantçılara
bırakmaktadırlar. Bunun yanında çok büyük oranda devletin petrole
vergi yükü bindirmesi de ayrıca zulmü büyütmektedir.
Câhiliyyenin Bir Başka Yönü: İslâm Dininin hedefi, insanın
dünyaya, nimetlere bakış açısını değiştirmektir, olması gereken
aslî yapıya döndürmektir. İslâm, geldiği bölgedeki her şeyi değil;
vahye muhâlif olan fikir ve eylemleri değiştirmeye, ıslah etmeye
çalışır. Çünkü İslâm, insanın tecrübesini sıfırlamaz. Meselâ İslâm,
câhiliyyedeki mihri iptal etmemiş, ama mihrin kadının hakkı olduğunu
ifâde etmiştir ve verilen mihrin geri alınmamasını istemiştir.
230 Çok eşle evliliği iptal etmemiş, fakat dörde kadarla sınıra
balayarak, bir tane almayı tavsiye etmiştir. 231
Câhiliyye Arapları arasında en yaygın suçlar, adam öldürme,
zinâ, kabile disiplinine, örf ve âdetlere karşı gelme gibi suçlardı.
Uygulanan cezâî müeyyideler suçun ve suçlunun durumuna göre
ölüm, dayak, hapis, diyet, sürgün ve kabile himâyesinden çıkarma
gibi cezalardır. İslâm’ın gelişiyle bu cezalandırma usûllerinden sadece
sonuncusu terk edildi. Sami kavimlerinde, Yahûdi ve Roma
hukukunda bulunan adam öldürmeye kısas yapılması câhiliyyede
de uygulanırdı. İslâm bunu devam ettirdi. İslâm, diyeti hataen
öldürme ve kısastan vazgeçme sözkonusu olduğunda uyguladı.
Câhiliyyeden farklı olarak diyet konusunda bazı kabilelerin ayrıcalıklı
ve farklılığını ortadan kaldırdı. Kureyşin İslâm öncesi dönemlerine
âit birtakım ölçü birimleri vardı ki, İslâm geldiğinde
Müslümanlar bunu olduğu gibi kabul ettiler. 232
230 4/Nisâ, 4, 20, 21
231 4/Nisâ, 3
232 Buhârî, c. 5, s. 43
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
Hz. Peygamber, câhiliyye döneminde var olan -Hanif dininden
kalma- bazı ibâdetleri de sürdürdü. Mina’da şeytan taşlama, Kâbe
çevresini tavaf etme, tavaf sayısını Hacerü’l-Esved’e göre ayarlama,
Safâ ve Merve arasında gidip gelme, rifâde (hacıları ağırlamak) ve
sikaye (hacılara su dağıtma) gibi haccın bazı menâsiklerini korudu.
Câhiliyyede değer verilen misâfirperverlik, hürriyet sevgisi, cesâret
ve mertlik gibi değerleri İslâm da fazilet saydı. İslâm, câhiliyye döneminde
var olan her şeye tepkisel olarak karşı çıkılmamış, neyin
doğru neyin yanlış olduğu vahiy süzgecinden geçirilerek belirlenmiştir.
233
Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki
Câhiliyye Toplumunun Önderi
Kur’an, tarihî olayları bir tarih kitabı gibi belli bir olayı aktarma
amacıyla değil; insanları uyarma, düşündürme, evrensel gerçekleri
kavratma gibi amaçlarla konu edinir. Hz. Mûsâ ve Firavun
kıssası, bütün bu amaçların gerçekleştirildiği en kapsamlı kıssalardan
birisidir. Kur’an bu kıssa ile müslümanların imanını güçlendirme,
İslâmî tebliğe karşı çıkan müşrikleri uyarma gibi amaçlarının
yanı sıra, İslâm dışı câhilî toplumsal yapılanmaların, yönetim
biçimlerinin, eşdeyişle Firavunî toplumların değişmeyen özelliklerini
de ortaya koymayı amaçlar. İslâm dışı toplum ve yönetim
biçimleri, tarihin hangi döneminde bulunursa bulunsun, hangi
adla adlandırılırsa adlandırılsın, Firavun’a ve onun temsil ettiği
siyasal sisteme, bu sistemle şekillendirilen topluma özgü inanç ve
düşünceleri, özellikleri yansıtır. Bu nedenle özü bakımından Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) karşısında yer alan kişilerle kökten değiştirmeyi
amaçladığı toplumsal yapı, Hz. Mûsâ döneminin Mısır’ından
pek farklı olmadığı gibi, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde
varlığını sürdüren İslâm dışı bir toplumsal ve siyasal sistem, yani
modern câhiliyye de Mekke’dekinden çok farklı değildir.
Çağdaş Firavunlar ve Firavunî Toplumlar: Kur’an, bize Firavun
kıssası ile Firavunî toplumların temel özelliklerini belirleme
imkânı veriyor. Buna göre bu tür toplumların en temel özelliği,
Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini reddetmeleridir. Firavun’un
ilâhlık ve rablık iddiası, gerçekte Allah’ı ya da o toplumda varlığı
kabul edilen ilâhları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden
başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını
ifade eder. Allah’ın hâkimiyetini ve İlâhî kanunları reddeden toplum,
bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse
belli bir topluluğa, bir sınıfa, bir partiye tanısın, sonuç değişmez.
233 Murat Kayacan, Câhiliyyenin Dünü Bugünü, Haksöz, sayı 62, Mayıs 96
CÂHİLİYYE
- 57 -
Firavun’un, içinden akan ırmaklara varıncaya kadar bütün Mısır
mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri, Firavunî toplumların
başka bir özelliğini gösterir. Bu tür toplumlarda mülk
Allah’ın değil; hâkim gücün sayılır. Hâkim/ egemen güç, mülk üzerinde
dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu mülkiyet ve tasarruf
anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde
yüzerken, büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır.
Firavun’un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve mâlikiyeti yalnız
başına sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an, Firavun
ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilerine de dikkat çeker.
Bugünkü karşılıkları ile söylenirse mele’, büyük sermaye sahipleri,
meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar, üst düzey bürokratlar, halkı
etkileme ve yönlendirme imkânına sahip gazeteci, yazar, aydın,
sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur. Bunlar,
Firavun’un, firavunî düzenlerin kendilerine sağladığı çıkarlar
karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler. Bu da
firavunî toplumların başka bir özelliğidir.
Firavunî düzenler, yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve
zorbalıklarla sürdürebilirler. Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri
bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz. Toplumda her şey
düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir.
Tıpkı Firavun’un Mısır’ındaki gibi toplum, çeşitli sınıflara
bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve
zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde çocukların öldürülmesi
için nüfus planlaması gibi yöntemlere başvurulur. Peygamberler
ya da onların takipçisi mü’minler tarafından adâlet, özgürlük, insanca
yaşama adına yapılan her çağrı, Firavun ve mele’i için mülk,
saltanat ve hâkimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden
hemen susturulması gerekir. Firavun’un, Hz. Mûsâ’nın dâveti
karşısındaki tutumu, firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları
bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, dâveti etkisiz
kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri ve
uygulamaları, çeşitli baskılar, işkenceler ve nihâyet soykırım.
Firavun kıssası, Firavun ve işbirlikçilerinin kaçınılmaz
âkıbetlerini de gözler önüne serer. Onlar, galip ve güçlü olan’ın
yakalayışı ile yakalanır234ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar.235 Sonunda
bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi boğulur, yok
olup giderler.236 Âhiretteki durumları ise daha da kötüdür. Onlar
234 54/Kamer, 42
235 40/Mü’min, 55
236 43/Zuhruf, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
azabın en şiddetlisine sokulurlar.237 Hz. Mûsâ ve mü’minler ise
imanlarının, sabır ve mücadelelerinin bir ödülü olarak esenliğe
çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin mülküne vâris ve hâkim olurlar. 238
Firavunluk, her zaman ve her yerde mevcuttur. Herhangi bir
zaman dilimiyle sınırlı olmadığı gibi, yeryüzünün herhangi bir
bölgesine de özgü değildir. O bir yaşam tarzıdır. Siyasal ve toplumsal
bir düzen, ekonomik strüktür, hukuk sistemi, yönetim biçimi,
kişilik karakteri ve bir ahlâk yapısıdır. Kısaca o, toplumu çepeçevre
kuşatan bir hayat tarzıdır. Eski Firavunluk örnekleri, Kur’ân-ı
Kerim’de ve tarihte sadece Mısır ile ilgili olarak gelmişse de, bu
başka yerlerde bulunmadığı anlamına gelmez. Ülkeden ülkeye,
çağdan çağ kimi ayrıntılarda farklılıklar olabilir. Birçoğu iç, pek
azı da dış faktörlerden ötürü aralarında nicelik ve nitelik açısından
birbirinden değişik yönleri vardır. Fakat her ne olursa olsun,
neticede hepsi de Firavunluktur. Firavunların hal ve hareketleri
toplumlarına da yansır ve o toplumlar ahmakça uyuşmuş; sürekli
uyuyan, bilinçlerine perde düşen Firavunlaşmış toplumlar olurlar.
Firavun ve çevresinin İlâhî mesaja muhatap olduklarında, ilk
itirazlarından, bahânelerinden biri, Hz. Mûsâ’yı nankörlükle suçlamak
olmuştur. “Biz seni içimizden bir çocuk olarak yetiştirmedik mi?
Ömründe nice yıllar aramızda kalmadın mı? Ve sonunda yapacağını yaptın.
Sen nankörlerden birisin.”239 Bu itiraz, günümüzde de olduğu
gibi, tarih boyunca tüm müstekbirlerin ortak itirâzıdır. Bu, devlete,
devletin sağladığı imkânlara karşı nankörlükle suçlamak, kurulu
düzenlerinin bekası noktasında endişe sahibi olanların ileri sürdükleri
yegâne suçlamalardan biridir. Bugün muvahhidlere yöneltilen
fundamentalistlik, bölücülük, ayrımcılık, aşırılık ve hatta
teröristlik suçlamaları “birlik ve beraberliğin biricik düşmanları”
olarak gösterilmeleri, sadece zamanımıza ait yaftalamalar değildir.
Firavunî düzenlerin temsilcileri, her dönemde atalarının
izinden gitmişler, peygamberleri ve onlara uyanları yeryüzünde
bozgunculuk yapmakla itham etmişler,240 zindana atmakla tehdit
etmişlerdir.241 Her dönemde farklı versiyonlarıyla zâlimlerin sünneti,
Firavun’un şu sözünde özetlenmektedir: “Biz daima onların
üzerinde eziciler olacağız.” 242
237 40/Mü’min, 46
238 Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 193-195
239 26/Şuarâ, 18-19
240 7/A’râf, 127; 40/Mü’min, 26
241 26/Şuarâ, 29
242 7/A’râf, 127
CÂHİLİYYE
- 59 -
Sihirbazlardan Medet Uman Firavun: “Firavun kavminden ileri
gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak
istiyor; ne buyurursunuz? Dediler ki: O’nu da kardeşini de beklet,
şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp)
sana getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘eğer üstün gelen biz olursak,
bize kesin bir mükâfat var mı?’ dediler. (Firavun:) ‘Evet, hem de siz
mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi.” 243
Firavun’un yardımcıları ona, Mûsâ ve Hârun’u halkın önünde
rezil olana kadar bırakmasını öğütlediler. Firavun da polislerini
göndererek sihirbazları getirtti.
Firavunlar, günümüzde bu tür bir sihirden medet ummuyorlar.
Dâvet sahiplerine karşı çağdaş Firavunların kullandıkları büyücüler,
eskisinden daha iğrençtir. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar,
televizyon yayıncıları, emniyet yetkilileri ve istihbarat büroları vs.
bunlar sihirden daha etkili ve güçlüdür. Belki bütün dünya sihri bir
araya getirilse, bunlardan yalnız birinin verdiği zehiri verebilmesi
mümkün değildir.
Sistemini korumaya çalışan Firavun’la, sihirbazlar arasında
artık pazarlık başlamıştır. Yalan düzmede uzman bir sihirbaz ne
isteyebilir? Hediyeler, ödüller, bahşişler... “Eğer biz kazanırsak, kesin
bir mükâfat var mı?” Ne ödülü? Bu, bir devlet sorunudur. İslâm
dâvetine karşı tâğutî düzeni koruma meselesidir. Cevap, kesinlikle
‘evet’tir. Belki binlerce evet... Ödüller, bahşişler, armağanlar değil
sadece; makam ve mevkiler de var. (“devlet sanatçısı” ilân edilecektir
sihirbazlar.) Onların devlet başkanına yakınlaşmalarını sağlamak,
makam ve rütbe...
Bu tablo aynı zamanda bize, Firavnî-şeytanî rejimlerde makam
sahibi olmanın ölçülerini de öğretiyor. Firavunu ve onun küfrünü,
zulmünü, işkencesini ve yoksulları ezmesini sağlayanlar ve
koruyanlardır ona yakın olanlar. Dolayısıyla makam ve mevkiler
onlarındır. Bu kişiler kara câhil, sihirbaz, yalancı ve dalkavuk olsa
bile durum değişmez.
Mûsâ’nın (a.s.) büyücülerle buluşma zamanı, bayram günü insanların
toplandığı kuşluk vaktidir.244 Vaktin tâyini, Hz. Mûsâ’ya
aittir. Rasûlün böyle bir vakti seçmesi, o ortamda insanlara tebliğ
etmenin uygun zamanını kolladığını göstermektedir. Büyücüleri
Allah’a karşı yalan uydurmamaya dâvet eder ve azapla uyarır.245
243 7/A’râf, 109-114
244 20/Tâhâ, 59
245 20/Tâhâ, 61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Ancak Firavun onların etkilenmesini ve misyonlarını terk etmelerini
önlemek için gizli bir görüşmede bulunarak onları şeytan
yolunda sâbit kılmaya çabalar. Firavun’un verdiği moral destek ve
vaadlerle246 Allah’ınki kıyaslanabilir mi? 247
“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa
önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca
insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya)
getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar
ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya
çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.” 248
Kur’an, burada başka bir çehre sergiliyor. Mûsâ (a.s.) ve sihirbazların
karşılaşma sahnesi. Bütün insanlar etraflarına toplanmışlar
ve geniş halkalar oluşturmuşlardı. Ve artık yarışma başlıyor. “Ey
Mûsâ, önce ya sen at, ya da biz!” “Siz atın” dedi. Böylece kendisi
sonra atıp, onlarınkini bozacak ve yarışmayı kazanacaktı.
Sihirbazlar ip ve sopalarını atınca insanların gözlerini -bir çeşit
onları kandırma yöntemiyle- büyülediler ve onları korkuttular.
Sanat ve çeşit itibariyle büyük bir sihir ortaya koymuş oldular. O
sırada da Allah “asanı at” diye Hz. Mûsâ’ya vahyetti. Asa da onların
büyüsünü yok etti. Sihirbazlar yenilgiye uğradı, Mûsâ (a.s.)
kazandı.
“(Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler.
Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Hârun’un da Rabbi olan
âlemlerin Rabbine inandık’ dediler. Firavun dedi ki: ‘Ben size izin vermeden
O’na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehrin (Mısır’ın) kıptî olan
halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza
gelecekleri) bileceksiniz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.’ Onlar, ‘Biz zaten Rabbimiz’e
döneceğiz. Sen sadece, Rabbimiz’in âyetleri geldiğinde onlara inandığımız
için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve
bizi müslüman olarak öldür’ dediler.” 249
Bu karşılaşmada Firavun ve zümresi kaybetmekle, halkın önünde
rezil olmuştu. Sihirbazların ise kalpleri uyandı; hakikat onları
kuşatarak teslime zorladı. Secde etmeleri bunu gösteriyor. Sanki
biri onları secdeye itmişti. Kur’an’ın buradaki ifadesi gâyet açıktır.
Bu âyette Firavun’un, sihirbazların âlemlerin Rabbine iman etmelerini
engelleyecek hiçbir tepkisi yok. Onu kızdıran tek şey, izni
246 20/Tâhâ, 62-64
247 20/Tâhâ, 68
248 7/A’râf, 115-118
249 7/A’râf, 119-126
CÂHİLİYYE
- 61 -
olmaksızın iman etmeleridir. Bu da Firavunluğun boyutunu tasvir
ediyor. Zira o, kalplere ve vicdanlara hükmetmeyi istiyor ki; onun
emri olmaksızın kimse hakka inanıp bağlanmasın.
Hz. Mûsâ, Rabbinin yardımıyla muzaffer olur. Bunun üzerine
büyücüler secdeye kapanarak iman ederler.250 Hem de ne iman!
Firavun’un onların ellerini ayaklarını çaprazlama kesip hurma
dallarına asma tehdidine karşı, zerre kadar imanlarından kuşkuya
düşmezler. Şerefi, ezelî ve ebedî olan’ın yanında ararlar.
Firavun’un zor kullanmasına rağmen, dayatılan gayr-ı resmî ajanlığa,
bir daha geri dönmezler.251 Çünkü onların kalbine artık iman
yazılmıştır.
Büyücüler, meslekleri icabı büyü ile büyü olmayanı ayırt edebilirler.
Onlar iman ettiği halde, Firavun’un iman etmemesi gösteriyor
ki Firavun, inanmak için mucize istemesinde samimi değildir.
Hz. Mûsâ’yı âciz kılacağını düşünerek böyle bir istekte bulunmuştur.
Firavun’un tuzağı geri tepince, bu sefer kendisinin ve rejiminin
şerefini içine düştüğü pisliklerden kurtarmak için bahaneler
aramaya başladı. İnsanlara, “Mûsâ bâtıl üzeredir’ mi diyor; sihirbazlar
Firavun’un adamları olduğu halde ‘niçin iman ettiler’ mi diyor?
Hayır! O takdirde bir kurnazlık gerek. Ve iftiraya başvuruyor:
“Bu yenilgi, devlet aleyhine bölücü bir grubun yaptığı tezgâhın
sonucudur. Onlar, devlet yetkililerini yönetimden uzaklaştırmak
ve hükümetin yasal başkanını alaşağı etmek için aralarında anlaştılar.”
Görüldüğü gibi Firavun’un bu buluşu, tarih boyunca süregelen
bütün Firavunların yöntemlerine son derece uygundur.
Firavun’un iman eden sihirbazlara tehdit ettiği ve sonra uyguladığı
“taslib” asarak idam etmektir. Genelde, kişinin boynuna ip
geçirerek asıp ölmesini sağlamak şeklinde uygulanır. İbnül-Münzir
ve başkalarının da İbn Abbâs’tan naklettiklerine göre bu tür idamı
ve organları parçalama şeklini Firavun başlatmıştır. Anlaşıldığı
gibi Firavun, muhâliflerini bastırmak için birçok işkence çeşidi
icad etmiştir. Bunları ister kendi kafasıyla bulsun, isterse içişleri
bakanlıklarının, istihbaratçıların, emniyet güçlerinin yardımlarıyla
bulsun ve hatta yabancı devletlerden getirtsin, durum değişmez.
Sihirbazlar, Rablerine duâda bulunuyorlar: “Ey Rabbimiz, üstümüze
sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” Bize sabır ve tahammül
yağdır ki, işkence acıları, sopa ağrıları, bıçak kesikleri ve
250 20/Tâhâ, 60
251 20/Tâhâ, 73
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
boyunların vurulmasından doğan dehşet, bize caydırıcı etki etmesin.
İbn Abbas ve Süddî’den nakledildiğine göre, Firavun bu tehditlerini
uyguladı, kimini parçaladı kesti, kimini de idam etti. Suç?
Hakkı görüp teslim olmak, müslümanlığı kabul etmek.
Firavun, muvahhidleri altetmek için cedeli, kitle haberleşme
araçlarını (büyücüler) kullanmış ve son çare olarak da sâdık askerlerini
devreye sokmuştur.252 Kendisi, kesin çözümden yanadır.
İktidarını ordusuna ve halkına borçlu olmasına rağmen, ordusuyla
tuzak kurarken, Allah’ın ondan çok daha etkili tuzak kurabileceğini
253 gözardı etmektedir. 254
Tüm Firavunların Göz Boyama Aracı Olan Medyası; Sihirbazlık:
Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya,
yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını
sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve firavunî düzenlerin
vazgeçemedikleri bir araçtır. Hz. Mûsâ’nın hak dine çağrısı
sırasında göster-diği mûcizelere karşı, O’nu halkın gözünden
düşürmek ve kamuoyunda etkinliğini azaltmak üzere bir yarış/
gösteri düzenlenmesi kararlaştırılır ve bunun için de ülkenin her
yanındaki büyücüler çağrılır.
Firavunların dayanakları, hilesi zayıf olan şeytanın taktikleridir.
Türlü hileler, nutuklar, vaadler, yalanlar, entrikalar, karayı ak
ve akı kara gösteren şarlatanlıklar. Gösteriş/şov yaparak halkın
gözünü boyamak, aldatarak kamuoyu oluşturmak, Firavunları ve
düzenlerini güçlü göstermek, avutma ve uyutma araçları, hakkın
değil; güçlünün egemenliği... eski ve çağdaş tâğutların sarıldıkları
ipler/yılanlardır.
Firavun zamanındaki büyü, bir güç gösterisinin ögesi olarak
kullanılmakla, doğrudan doğruya Firavun düzeninin güvenlik önlemi
niteliği kazanmaktadır. Ancak, bir de dikkat çekici bir başka
nokta vardır bu olayda. Büyünün devlet desteğine sahip olmasına
karşın, Hak Din’i getirmiş olan Peygamber’in gösterdiği mûcizeler
için “büyü” denilmekle kalınmamakta, Peygamber de “büyücü”
olmakla suçlanmaktadır. Kendileri için doğal, olağan, gerekli ve
yararlı, kim bilir belki de bir ayrıcalık sebebi gördükleri büyüyü,
egemen güçler, kendilerine karşı çıkanlarda suç kabul etmekte ve
onları bununla suçlayıp karalamaktadırlar. Eski ve çağdaş Firavunların
bir şarlatanlık örneği de propaganda sanatı(!)dır.
252 20/Tâhâ, 68
253 3/Âl-i İmran, 154
254 Mevdudi, Kur’an’da Firavun, s. 9, 38-43
CÂHİLİYYE
- 63 -
Propaganda; Firavunların Hakkı Etkisizleştirme ve Bâtılı Savunma
Silâhı: Firavunlar toplumunda “iyi tezgâhlanmış” propagandanın
da bir güvenlik önlemi olarak gündemde tutulduğuna
tanık olmaktayız. Karşı tarafı aşağılamak, küçümsemek, alaya
almak veya aldırtmak, delilik/meczupluk damgası vurmak, yalancılığını
ileri sürmek gibi yollarla mesajı ve dâvetçiyi yıpratma taktikleri
her dönemin taktikleridir. Bu propagandalar sonucu, “hak
olan” gözden düşürülmekte veya gizlenmekte, etkisizleştirilmektedir.
Hakkı bâtıl; bâtılı hak göstermek, hakkı gizlemek ve hakkın
hâkimiyetine engel olmak, hep propagandaya ihtiyaç duyacaktır.
Firavun’un bu kabilden yaptığı propagandalara bakalım: Firavun,
“ben sizin en yüce rabbinizim!”255 diyebilmekte ve propagandalarında
Mısır ülkesi hükümdarlığının kendisine ait olduğunu,
hatta kendine ait olanlar içinde akan ırmaklara kadar her şeyin
bulunduğunu döne döne vurgulamaktadır.256 Ufak tefek kimi
insanî eksiklikleri büyüterek kamuoyuna sunmak ve böylece puan
kaybına yol açmak. Sözgelimi, duygusallığı arttığında veya kendi
ana lisanı olmadığı için yabancı şive ile konuştuğundan Firavunların
dilini konuşmakta zorlanan Hz. Mûsâ için “şu konuşamayan
adam” gibisinden ifadelere başvurup rakibinin etkisini zayıflatmaya
çabalamak. Kule yapma örneğini de bir propaganda malzemesi
olarak ele almak doğru olacaktır.
Olaya olumlu yaklaşıyormuş izlenimi vererek olumsuz sonuca
vardırıcı bir tutum izleme taktiğidir kule yapma olayı. Firavun,
Hâmân’dan yüksek bir kule yaptırmasını ister.257 Propaganda gereği,
o kuleye çıkacak, “Mûsâ’nın ilâhı”na ulaşmanın yollarını arayacaktır,
görünüşte. Elbette ki amaç, bu bulacağı yola gidip, sözü
edilen ilâhın bulunmadığını görmek, daha doğrusu O’nu görmediğini
söyleyerek inkârını bir gerekçe üzerine oturtmaktır; hem
de düşünmekten uzaklaştırılan kalabalıklara inandırıcı olması düşünülen
bir gerekçe ile. Daha kulenin yapım emrini verirken kullandığı
“doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum”258 ifadesi, hem bu
amacının belirtisi, hem de kuleden inişinde ifade edeceği inkârına
önceden bir zemin hazırlama taktiği olarak alınmalıdır. 259
Firavunların düzenlerine karşı çıkanlar, Firavun ve çevresi/
egemen güçler tarafından çeşitli propagandalarla küçük düşürülmeye
ve toplumda yalnız bırakılmaya çalışılmışlar, kitleler
255 79/Nâziât, 24
256 43/Zuhruf, 51
257 28/Kasas, 38
258 28/Kasas, 38
259 Zübeyir Yetik, Her Nemruda Bir İbrahim, s. 90-91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
nezdinde gayr-ı meşrû olarak lanse edilmişlerdir. “Ben onun dininizi
değiştireceğinden, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.
Ben sizi doğru bir yola götürüyorum ve size doğru gördüğümü
gösteriyorum.”260Bunlar, Firavun’un cümleleridir. Ancak dikkat edilmesi
gereken nokta, Firavun’un propagandasından ziyade, kitlelerin
bu seslenişe olan teveccühleridir. Yığınlar, Kur’an’ın tabiriyle
“ateşe çağıran önderler”in peşinden gitmektedir.
Rabbimiz, Firavun’un propagandalarına kanan Mısır toplumunu
şu şekilde tanımlamaktadır: “İşte Firavun kavmini küçümsedi,
onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar fâsık (yoldan çıkmış) bir kavim
idiler.”261 Kitleler, şu ya da bu şekilde Firavun düzeninin devamından
yarar sağlamakta veya yararları olduğu şekilde kandırılmaktadır.
Toplum psikolojisi, rüzgâr nereden kuvvetle esiyorsa onun
etkisiyle kitlenin o şekilde rüzgâra kapılıp sürüklendikleri şeklindedir.
Böylece ateşe çağıranların izinden gitmeye devam etmektedirler.
Ama bu, Mûsâ’yı da mü’minleri de etkilememektedir.
“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik,
İlkellik ve Bağnazlık Demektir
Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu
dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin
niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle
de dile getirilir.
Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de
içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu
değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması
değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da
mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından,
Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden
sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve
işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik
bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla
İslâm’ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren
müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm’a da gericilik, irticâ nitelikleri
yamamaya çalışmaktadırlar.
Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği
anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek
söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış
260 40/Mü’min, 26, 29
261 43/Zuhruf, 54
CÂHİLİYYE
- 65 -
davranış olarak tesbit edilebilir. Kur’an’a göre bilgisiz insanlar kişisel
arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri
gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan
saparlar.262Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler
(emâniy, ümniye) geliştirmek263 ve bunu yaparken zanlarına
dayanmaktır.264 Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce
ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya
Allah’ın ilâhlığını, Rablığını, Melikliğini tanımama ya da Allah’a
bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir.
Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri
evrende ve insan hayatında Allah’tan başka bir yaratıcı, öldürücü,
tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül
edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar
tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve
kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun
eğmek, itaat etmektir.
Kur’an’ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında
beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda
oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle
câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli
peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir
model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı
olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya
da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.
Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde
mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfıkmünâfıklık,
fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla
da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî
eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre
mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm’ın öngördüğü inanç
ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek
herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen
kişi, İslâm’la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş,
mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini
oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle
İslâm’ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında
sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları
inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman
zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek
262 6/En'âm, 119
263 2/Bakara, 78
264 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için
en tehlikeli olamdır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan
kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki
tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek
ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde
edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm’ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı
ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.
İslâm’ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına
çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-
yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna
göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya
da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma
göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik,
tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal
olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır.
Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu
yargı şöyle açıklanır: “Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve
kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu
uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren
düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir.
Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup
olmuş muhâfazakâr ister istemez bir “gerici’ olacaktır. Yeni
gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden varolmuş
olduğuna inandığı “altın bir çağı’ tekrar yaşamak için harekete
geçecektir.” 265
Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı,
tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna
bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından
önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya
da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm’ın Türkiye’de terkedilmiş bir
inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük
ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye’de ya da dünyanın
herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm’ı öngören,
İslâm’ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar,
toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde
değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara
göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman
ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için
geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar.
Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy’nin deyişiyle
“bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar
265 Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90
CÂHİLİYYE
- 67 -
üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan
çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde
bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir.”266 Dolayısıyla
müslümanların gerici, İslâm’ın gericilik gibi gösterilmesi,
Kur’an’ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve
ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin
bir işaretinden başka birşey değildir.267 Nakıl ve
akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk
için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü
ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin
temel vasfıdır.
Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı
Şirk, küfür, iman, tevhid gibi kavramlara yüklenilen anlamlarla
bazıları Allah diyen herkesi İslâm dairesine sokarken, kimileri de
bilinçli olsun ya da olmasın, toplumun büyük çoğunluğunu müşrik
olarak nitelendirmektedir. Tarihin belli bir dönemine hapsedilen
“câhiliyye” kavramı, bu tartışmaların doğru bir zemine oturtulmasında
önemli bir rol oynamaktadır.
Kavramlar üzerinde semantik çalışmalarıyla tanıdığımız İzutsu,
câhiliyye kavramının başlıca semantik yapısını üç şekilde ifâde etmektedir.
Ona göre cehl kelimesinin birinci ve en belirgin anlamı,
insanın hareket tarzıyla ilgili olandır ki, bu da en ufak bir kızgınlık
ânında irâdesini kaybedip parlayan, hırslarına hâkim olamayan
insanların davranışıdır. Bu anlamda kavram, duygularını frenlemesini
bilen ve akıl gücünün işâreti olan hılmin zıddıdır. İnsan
hayatını bütünüyle kapsayan bir kavram olan “cehl”, “zulm”ü de
anlamamıza yardımcı olur. İkinci anlamı olayların içine nüfuz edemeyen,
daima sathî düşünen ve dolayısıyla her zaman basit ve
isâbetsiz hükümler veren insanın entelektüel kapasitesiyle ilgilidir.
Cehlin üçüncü anlamı “bir şeyi bilmeme”dir ki, İzutsu bu şekliyle
kelimenin ilmin karşıtı olduğu, fakat Kur’an’da önemli bir rol oynamadığını
söylemektedir. 268
Kur’an’da “câhiliyye”, İslâm öncesi döneme ad olmakla
beraber,269 daha genel anlamda hangi zaman diliminde olursa olsun,
vahyî ilkelere sırt çevirmiş her türlü zihniyete verilebilecek
geniş bir kavramdır. Nitekim Rabbimiz, geçmiş kavimlerden peygamberlerin
karşısında yer alıp mücâdele edenleri anlatırken sık
sık bu kelimeyi kullanmıştır.
266 Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29
267 Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233
268 T. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, Kevser Y., s. 197-204
269 33/Ahzâb, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
İlimden değil de hevâya uymanın sonucu zandan kaynaklanan
câhilî değerler insanların hayatlarına yön vermekte ve dünya
görüşlerini biçimlendirmektedir. Burada Kur’an’ın ilme yüklediği
anlamın ne “tür ve nitelikte olursa olsun, bilgi birikimine sahip olmak”
anlamına gelmediğini hatırlamak gerekir. Âlimler vahye tâbi
olan mü’minlerdir. İslâm’ın getirdiği vahyi merkezli bu ölçü, fayda
sağlayan bilgiyi doğru kabul eden pragmatist bilgi anlayışına sahip
zihinlerin anlamlandıramayacağı bir ölçüdür. Bizlere Kur’an’ı
nasıl yaşayacağımızı öğreten rehberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.)
ümmî olması, bu açıdan önemlidir. Zâten bilgiyi İlâhî hedefleri için
araç haline getirmeyip ona sahip olmayı hayatının amacı haline
getirenler Kur’an’ın ifadesiyle “kitap yüklü eşekler”270sıfatına uygun
düşmüyorlar mı? O halde câhil olmak, bilgiden yoksun olmaktan
ziyâde, zanna dayanan bilgilerle beslenmektedir.
Hevâ ve heveslerine uyarak zannî bilgiyle akaidini oluşturan
câhiller, tarih boyunca peygamberlerin ve dinin şâhitliğini yapan
muvahhidlerin karşısında olagelmişlerdir. Câhilî değer yargılarına
sahip bu zümre, menfaatleri gereği atalarının dininden tâviz
vermezler ve kendilerine İlâhî mesajı tebliğ edenlere de kafa
tutarlar. “Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin?
Şu halde eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi
ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum,
ancak sizi câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.”271Aynı
zamanda câhillerin vahye karşı takındıkları sarsılmaz, inatçı tutumlarını
Kur’an şöyle ifâde etmekte: “Gerçek şu ki, Biz onlara
melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına
toplasaydık -Allah’ın dilediğ dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak
onların çoğu câhillik ediyorlar.” 272
Bu âyetlerin günümüzde yaşayan tabloları âdeta sergiliyor olmasına
rağmen, Kur’an’ı sadece nüzul sebebine bağlı olarak, tarihî
bir metin gibi algılayan hâkim zihnî alışkanlıkların varlığı sebebiyle
bir kez daha hatırlatmak gerekir ki âyetler, insanlık tarihinin başlangıcından
itibaren devam eden tevhid-şirk mücâdelesinin şirk
cephesindeki câhillerden bahsetmektedir. Hayatın içinde İslâmî
mücâdeleyi ağır bedeller ödeyerek sürdürenler ise câhiliyyenin ne
demek olduğunu bilmektedirler. İşte bu Müslümanlardan Allah’a
canını sunarak dinin şâhitliğini yapan ve hâlâ Müslüman gençliği
fikirleriyle etkilemeyi sürdüren şehid Seyyid Kutub, câhiliyyeyi şöyle
tanımlıyor: “Bütün câhiliyyeler, ilk önce kulların kullara kulluğu
270 62/Cum’a, 5
271 46/Ahkaf, 22-23
272 6/En’âm, 11
CÂHİLİYYE
- 69 -
esasına ve Allah’tan başkalarının ilâhlaştırılması temeline dayanır.
Peygamberlerin dâveti ise, her zaman Allah’ın birliği ve sahte
tanrıların yıkılması esâsına dayanır. Yani yalnız ve yalnız Allah’ın
dinine bağlanıp Allah’tan başka ilâhın bulunmadığı esâsına istinad
eder. İşte bunun için temelden câhiliyyenin dayandığı esaslarla
çatışır. Ve bu yüzden onların varlığı câhiliyyenin varlığı için en
büyük tehlike olur.”273Hayatının noktalanışı, söyledikleri ile uyum
içerisinde bulunan şehidin varlığı câhiliyye için büyük bir tehlike
olarak görülmüş ve idam edilerek şehid olmuştur. Ancak bu idam,
beklenenin aksine, Müslümanların câhiliyyeye karşı bilinçlenmesinde
ve tavır almasında bir büyük etken olmuştur.
Servet ve güç sahibi mağrur azınlık güya vahyi kabul etmemelerini
sosyal statüleri düşük yoksul insanların bu dine mensup olmalarına
bağlamaktadırlar. Onlara peygamberlerin cevabı ise şöyledir:
“Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir ücret/mal istemiyorum.
Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim.
Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi câhillik etmekte
olan bir kavim görüyorum.” 274
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç
bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten
kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz câhillik
etmekte olan bir kavimsiniz.”275Günümüz modern câhiliyyesinde
de açıkça gördüğümüz ahlâkî değerlerin gittikçe ivme kazanan
ifsâdı, câhiliyyenin belirgin özelliklerindendir. Tapınma duygularını
kendilerine sunulan ve kendileri gibi âciz varlıklarla tatmin
eden zavallı insanlar onların getirdikleri ahlâksız tutumları bir
ibâdet coşkusu içerisinde îfâ etmektedirler.
Defalarca tebliğ edildiği halde, artık yola gelmeyen bilinçli
olarak tercihini kullanmış olan câhilî bir topluluğa nasıl tavır alınacağı
konusunda Allah, Rasûle ve dolayısıyla bize şunu emretmektedir:
“Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını
sanırsın, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden
yüzçevir.”276 Câhillerden yüzçevirmek, onlardan, öncelikle zihinsel
olarak kopuşu gerektirmektedir ki, onların diniyle Müslümanların
dini arasında hiçbir alâka kalmasın.
Buraya kadar bahsettiğimiz câhiliyye; İslâmî düşünüş, davranış
ve ahlâkına aykırı tüm değer yargılarına sahip, vahye karşı alınmış
273 Seyyid Kutub Külliyatı, Hikmet Neşriyat, c. 3, s. 316
274 11/Hûd, 29
275 27/Neml, 55
276 7/A’râf, 198-199
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
bilinçli bir tavrın adıdır. Bu tavırda vahiyle bir çatışmaya girilmiştir.
Bu câhilî yaşayış biçimi bir çağda olup geçen ve bir daha tekerrür
etmeyen tarihî bir olay değil; bir sistemdir, bir inançtır ve her zaman
da aynı organik yapıya ve güçlere sahiptir. 277
Câhilî Tutum: Kur’an’ın konuyla ilgili diğer âyetlerinde değer
yargıları vahyî olduğu halde çeşitli zaaflardan dolayı câhilce tutum
sergileyen Müslümanlardan, hatta peygamberlerden bahsedildiğini
görüyoruz. Burada Râgıp el-Isfehânî’nin kavramı tanımlarken
verdiği üçüncü anlam, dikkati çekmektedir. O, “cehl”in
anlamını kişinin ilim sahibi olmaması ve gerçeğin dışında bir şeye
itikat etmesi olarak verdikten sonra kavramı, itikad doğru veya
yanlış olsun “gerekenin, hak olanın dışında davranışlarda bulunmaktır”
şeklinde tanımlamıştır. İsfehânî’nin verdiği bu anlamın
âyetlerle örtüşmesi ve cehl kelimesinin bu anlam boyutu önem
taşımaktadır. Bununla ilgili olarak, Nuh kıssasını örnek verebiliriz.
Allah, Nuh’tan gemi yapmasını ve ona yalnızca iman edenleri
almasını emretmiş ve şöyle demiştir: “Zulme sapanlar konusunda
da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”278
Buna rağmen Nuh (a.s.), gemi dağın üzerinde durup zâlimler topluluğuna
da “uzak olsunlar!”279denildiğinde bir baba şefkatiyle
Rabbine seslendi; “Rabbim şüphesiz benim oğlum âilemdendir ve
Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.’ Dedi
ki: ‘Ey Nûh, kesinlikle o senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih
olmayan bir iş (şirk işlemiştir). Öyleyse hakkında ilmin olmayan
şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, câhillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum.”280 Rabbimiz akrabalık bağlarına göre değil;
inanç üzere kurulmuş bir birlikteliğin, cemaatin kurulmasını
istediğinden, daha önceden uyarılmasına rağmen Hz. Nuh’un
içine düştüğü câhilce düşünüşü eleştirmiştir. Allah’ın Hz. Nuh’u
uyarısından sonraki davranışı bugün bizi de ilgilendiren önemli
bir tavırdır: “Dedi ki: ‘Rabbim, ilmim/bilgim olmayan şeyi Senden
istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet
etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum.” 281 Hz. Nuh,
hatasını anlayınca hemen tevbe etmiş ve davranışını ıslah etmiştir.
Peygamberimiz de Allah’ın câhilce gördüğü bir tavrından dolayı
uyarılmıştır: “Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara
bir âyet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven
277 S. Kutub, a.g.e., s. 315
278 11/Hûd, 37
279 11/Hûd, 44
280 11/Hûd, 45-46
281 11/Hûd, 47
CÂHİLİYYE
- 71 -
dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü
hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma.” 282 Hz.
Yusuf ise, câhilce bir tutuma meyletmemesi için Allah’tan yardım
dilemektedir: “(Yusuf) dedi ki: ‘Rabbim, zindan bunların beni kendisine
çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni
benden uzaklaştırmazsan onlara (korkarım) eğilim gösterir (böylece)
câhillerden olurum.” 283
Buradan da anlıyoruz ki, kişi her ne kadar vahyî değerleri kendisi
için belirleyici kabul etmiş olursa olsun, değişen hayat şartları
ve insan olmanın getirdiği zaaflardan dolayı zaman zaman câhilî
tutumlar içerisinde bulunabilmektedir. Bu vâkı, tabii ki hataları
meşrû göstermez. Kişinin hatalarından dolayı tevbe etmesi ve
nefsini ıslah etmesi gerekmektedir ki, burada ifsad ve ıslah önem
arzeden anahtar kavramlardır. Müslümanın davranışlarında zaman
zaman sapmalar görülüyorsa, bu mutlaka düzeltilmelidir. Bu
ıslah ise, iyi bir otokontrol ve kişiyi yanıldığında uyarıp düzeltmesini
sağlayacak bir Müslüman topluluğun varlığı ile olur. İman, bir
kere kabul edildikten sonra kişide durağan olarak kalmamakta,
aksine, hayatta İslâmî mücâdeleyi sürdürürken karşılaştığımız çeşitli
zorluklarla denenmektedir. Ve Müslümanların bu imtihanlar
konusundaki dirençleri oldukça önemlidir. Direnemeyenlerin kaybolup
gittiklerini görmekteyiz. Bu yüzden kişinin sürekli bir çabası
ve kendisini Kur’an’la uyarabilecek mü’minler ile birlikteliği
oldukça önemlidir.
Câhilî tutum ve sapmalar Rasûl’ün ashâbında da görülmüş
ve Peygamberimiz tarafından uyarılmıştır. İbn Hişam’da yer alan
bir rivâyete göre, İslâm’la şereflendikten sonra kardeş olmuş Evs
ve Hazrec’ten bazı kimselerin sıcak sohbetlerini kısakanan bir
Yahûdi, bu iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle
onları tahrik etmişti. Taraflar birbirleriyle çatışmak üzere iken durumu
haber alan Rasûlullah, onlara hitâbında Allah’ın kendilerini
İslâm’la müşerref kıldıktan sonra, câhiliyyeden kurtardığını, yaptıklarının
ise bir câhiliyye dâvâsı olduğunu hatırlatmıştır.
Uhud savaşına katılan bir grup da can derdine düşüp câhilî
düşüncelere dalmışlardı: “Sana kederin ardından üzerinize bir güvenlik
(duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu.
Bir grup da, canları derdine düşmüştü. Allah’a karşı haksız yere câhiliyye
zannıyla zanlara kapılarak: ‘bu işten bize ne var ki!?’ diyorlardı. De ki:
‘Şüphesiz işin tümü Allah’ındır.’ Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde
gizli tutuyorlar. ‘bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik’
282 6/En’âm, 35
283 12/Yusuf, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
diyorlar. De ki: ‘Eğer evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi
yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah,
sînelerinizdeki denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı).
Allah, sînelerin özünde saklı duranı bilendir.”284 Allah bu câhilî tutumlarını
vurgulamış, âyetleriyle mü’minleri eğitmeye devam etmiştir.
Günümüzde ise, toplumun Yâsîn Sûresindeki: “Babaları uyarılmamış,
böylece kendileri de gâfil kalmış bir kavmi uyarman için
(gönderildin).”285 âyetindeki “uyarımamış toplum” özelliğiyle benzeştiğini
söyleyebiliriz. Kur’an’ın varlığına rağmen, yüzyıllar boyunca
insanlarla Kur’an arasına aşılması güç engeller koyulmuştur.
İnsanların mezhebe ya da şu veya bu kitaba dayanarak oluşturulmuş
düşünce biçimlerine çağrıldığını biliyoruz. Ancak bu ağrı,
Kur’an’a olmadıktan sonra, toplumun uyarıldığını söyleyemeyiz.
Aynı şekilde Rasûl’ü de gerçek şekliyle tanımak, -zayıfıyla, uydurmasıyla-
hadis külliyâtı içinde kaybolmak zannedilmiştir. Bu zorluklarla
karşılaşanlar herhangi bir mezhebî taassuba kendilerini
teslim etmektedirler. Bütün bu câhilî ve mutlaka ıslah edilmesi
gereken tutumların giderilmesi için, muvahhid Müslümanlara
önemli görevler düşmektedir.
Düşünce netliğine ulaşılsa bile Müslümanların Uhud savaşı örneğinde
olduğu gibi, câhilce davranışlar sergilediğini söyleyebiliriz.
Eğer bu davranışlar düzeltilmez ve bu şekilde yaşamanın doğruluğuna
dâir hayat felsefesi oluşturulursa işte o zaman istikamet
tehlikeli boyutlara yönelir. Özellikle modern yaşantının getirdiği
olumsuz anlamda bireyselleşme ve birey olarak kaldıkça da âtıl
duruma gelme, kişilerin ümmet bilincini oluştur, zulüm karşısında
direnme gibi hayâtî sorumluluklarında bir umursamazlık meydana
getirmektedir.
Allah’ın sınamalarına karşı tevhidî kimliğimizle tavır takınmamız,
câhilî eğilimlerimizde ise hemen davranışımızı ıslah için
çaba sarfetmemiz gerekir. Aksi halde ıslah edilmeyen câhilî birikimlerimiz
bir gün câhilî değer yargılarına sahip kişilerin davranış
biçimleriyle ortak bir paydada buluşabilir. Burada Müslümanların
özellikle güçlü modern dayatmalar sonucu nereye savrulacağını
şaşıran kimselere ‘ma’rûfu emretme, münkerden sakındırma” konusunda
duyarlı olmaları gerekir. Bu görev, Müslümanların hayatında
gevşeyen, çözülen İslâmî değerlerin sağlamlaştırılması için
bugün daha da zorunlu bir hal almıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “bilgisizlik” anlamıyla “cehâlet” kelimesinin
kullanıldığını da görüyoruz: “İçinizden kim bir cehâlet sonucu bir
284 3/Âl-i İmrân, 154
285 36/Yâsîn, 6
CÂHİLİYYE
- 73 -
kötülük işler, sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır,
merhamet edendir.”286 ve “Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı
tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemen tevbe
edenlerinkidir.”287 Demek ki cehâlet nedeniyle bile olsa, işlediğimiz
kötülüklerin bağışlanması için Rabbimiz tevbeyi ve davranışın ıslahını
şart koşmaktadır. Davranışını düzeltmeyen tevbe, tek başına
bir anlam taşımamamaktadır.
Konumuzla ilgili bir âyet de şudur: “Ey iman edenler, eğer bir
fâsık size bir haberle gelirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu
bir kavme kötülükte bulunusunuz da, sonra işlediklerinize pişman
olursunuz.”288Bu âyet, günümüz Müslümanlarının haber kaynaklarını
değerlendirme açısından dikkate alınması gereken önemli
bir husustur. Bize gelen haberlerin etraflıca araştırılması ve dikkatli
yorumlanması gerekir. Yoksa, işkence gören nâmuslu Müslümanlar
savunulacağı yerde, provakasyon söylemlerinin etkisiyle
insanlara iftirâ edilebilir. Bu tür câhilî tutumların, kişisel planda
kalmayıp Müslümanların onurunu zedelemesinden dolayı, mutlaka
farkına varılması ve ıslah edilmesi gerekmektedir.
Allah’tan daha güzel hüküm veren olmadığının289 bilincinde,
imanlarını amelleriyle sâbitleştiren, sapma ve gevşeme gösteren
çevre içinde direnip sabır gösteren ve hakkın Müslümanlar
arasında kaim olmasında imkânlarını ortaya koyarak bireysel ve
toplumsal planda hüsrâna uğramayacağımız bilen fedâkâr Müslümanların
birliktelikleriyle karşı koyabileceğmizi hatırlatıyoruz. 290
Câhiliyye, Sosyal Çevre ve
Geleneğin Putlaştırılmasıdır
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip
olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim
sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer
insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal
bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her
türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan
alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın,
toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir.
Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
286 6/En’âm, 54
287 4/Nisâ, 117
288 49/Hucurât, 6
289 5/Mâide, 50
290 Hülya Koç, Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı, Haksöz, 46-47,
Ocak-Şubat 95
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini,
inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal
değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine
mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında
şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle
gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan
sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman
da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını
ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına
göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları
İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri
normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında
insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı
bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına
rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine
rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal
değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir.
Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler
için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları
toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır.
Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine
göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale
getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey,
içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış
da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul
edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına
çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor
da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru
yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de,
bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar
atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey
görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun
kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim,
çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,291 “vahiy bilgisine karşı
291 5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8
CÂHİLİYYE
- 75 -
ilgisiz”,292”Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden”293 ve
“kâfir”294 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da
insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların
çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”295; “Andolsun ki
eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”296; “Sen iman etmelerine düşkün
olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”297; “Elif Lâm
Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat
insanların çoğu iman etmezler.” 298
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik
taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar,
çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları
Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu
üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan
saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz
de söylemezler.”299 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise
birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun
da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın
bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl
inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun
beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma
korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından
Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur.
Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu
doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini
görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil,
Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal
çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya
olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk
bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal
duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler
güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin
inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin
inkârcılığının bir motivi olur.
292 7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28
293 2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61
294 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89
295 17/İsrâ, 89
296 37/Sâffât, 71
297 12/Yûsuf, 103
298 13/Ra'd, 1
299 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
Atalar Kültü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma
özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey
kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam
ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken,
diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma
uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum
bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal
bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş
olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir.
Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur.
Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik
arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 300
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda
sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler
önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına
yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı
şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca,
bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve
alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun
yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları
hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli
sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun
normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve
gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal
yapıyı Hakk’ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî
incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin
azabına çağırıyor idiyse?!” 301 Eski atalarına tapıyor olmalarının
hiçbir aklî dayanağı yoktur.302 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.
303 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı
bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit
edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden
önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı
kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin
doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
300 Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
301 31/Lokman, 21
302 İbn Kesîr, III/458
303 Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241
CÂHİLİYYE
- 77 -
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına,
atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine
ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere):
‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış,
doğruyu da bulamamış idiyseler?”304 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine
tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Taklitçilik, câhiliyye ve şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir.
Kur’ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya
ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette
değişik vesilelerle kınar. “Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik
de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de
hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi.
‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu
getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu
biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık.
Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 305
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille
sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile
geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a
şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl
olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” 306
Kur’ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken,
müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi
ölçü almışlardır. “İbrâhim sordu: ‘Nelere tapıyorsunuz?’ Onlar:
‘Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.’ ‘Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar
mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?’ ‘Hayır, ama babalarımızı
da bu şekilde bulduk.”307Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe
bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın
motivi olup, aynı zamanda Allah’a ortak koşanların düşünce esasını
teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara
bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi
için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor
304 2/Bakara, 170
305 43/Zuhruf, 21-25
306 7/A’râf, 173
307 26/Şuarâ, 70-77
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda
bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberle bu sosyal
motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve
beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda
sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar
değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine
göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad
etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte
olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir.
Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat
normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay
olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum
bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir.
İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dâhilî geleneksel
yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe
dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm’ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel
yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî
inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü
körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir
değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin
gerçek mânâda bir “din” olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış
geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan
davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliye devri Araplarında
“din” ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif
kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür;
realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya
düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze
ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak,
körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli
olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket
etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler,
İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. “De
ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde
yarattıkları nedir? Bana göstersenize.’ Yoksa onların Allah’la ortaklığı
göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar?
Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler.”308; “(Ey
inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât’ın
ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın
taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil
308 35/Fâtır, 40
CÂHİLİYYE
- 79 -
indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının
isteğine/arzusuna) uymaktadırlar.”309; “Âyetlerimiz onlara apaçık olarak
okunduğu zaman; ‘Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan
başka bir şey istemiyor’ derlerdi. ‘Bu Kur’an düpedüz bir uydurmadan
başka bir şey değildir’ derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun
için; ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.” 310
Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen
atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur’an’da en
çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî
sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına
son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu
özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden
vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle
toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha
güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne
izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak
kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah’ın
otoritesini benimsemeye engel olur. 311
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar
konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır.
Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid’atlar, hurâfeler, isrâiliyat
ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış,
dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi)
bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta
bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya
tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki
modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek,
ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur’an ve sahih
sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış,
atma ve katmalardan arınmış “hâlis din”e sahip çıkmak, “hak
üzere”, orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği
telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan
kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar,
dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli
yaygındır. Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman
diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak
ifade ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış,
şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
309 53/Necm, 19-20, 23
310 34/Sebe', 43
311 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her
alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve
yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat,
hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz.
Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist
ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini
dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve
bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise
hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı
ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir.
Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atın kabul ve
uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine,
sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin
temel gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların
örf-âdet, gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç
ve yaşayış biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik,
körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın
karşısında en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
Halk, herşeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli
İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette
lâzım olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip,
nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu
eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha
çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır.
Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı
kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve
hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte
görülen bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları
en güzel üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan
sivrisineklerle mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği
unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları
değiştirilmeden eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve
bid’atların önünün alınamayacağı bir gerçektir.
Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik
Türkçede daha çok “ırkçılık” olarak ifadelendirilen kavram,
Arapçada “asabiyyet” ve “kavmiyyet” olarak kullanılır. “Asabiyye”,
akrabalık, soy yakınlığı demektir. Kavram olarak “asabiye”,
“kavmiyetçilik” ve “ırkçılık”; akraba, soy, ırk ve vatan gayreti
gütmek, kendi yakınlarını, kendi içinde bulunduğu topluluğu
önde görmek, onlara daha fazla ilgi göstermek, tarafgir olmak
demektir.
CÂHİLİYYE
- 81 -
‘Asabiye’, sözlük mânâsıyla kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki
aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını
ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan
şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması demektir.
İslâm’dan önce yaşayan ve düzenli siyasî ve hukukî otoriteden
mahrum câhiliyye Arapları kendi akrabalarına çok düşkündüler.
Kabilecilik duygularıyla, başka kabileler tarafından tecâvüze uğrayan
kendi akrabalarını korurlar, o tecâvüzün doğurduğu maddî
ve mânevî zararları asabiye duygusu ile giderirlerdi. Zulme ve
haksızlığa uğradığını iddia edenin çağrısına kabilenin diğer üyeleri
cevap verirlerdi. Hatta haklı da olsalar, haksız da olsalar; mutlaka
kendi akrabalarının tarafını tutarlardı. Bu duygu sebebiyle
çoğunlukla zâlimle beraber olup, mazluma karşı olurlardı.
Asabiyyenin Olumlu Yönü: Kimilerine göre asabiye duygusu,
tümüyle olumsuz bir anlayış değildir. Kişide din gayreti olmazsa
cihada isteksiz olur, akraba sevgisi olmazsa, onlara yardım etmeyebilir.
Kabile sempatisi olmazsa, onlarla ilgilenmez. Aile bağlarının,
akrabaya ilginin, toplumların dayanışmasına katkısı vardır. Bu
duygu soy bağlılığına dayandığı için, kimileri soylarını korumayı
başarmışlardır. Bu duygu, meşrû sınırlar içinde değerlendirilebilirse,
cemaatler ve gruplar arasındaki işbirliğini artırır, onları mânevî
yönden birbirine bağlar. Asabiye duygusu ile birbirine bağlı olan
ve bir ortak dine inananlar, diğer toplumlara karşı daha güçlü
olurlar, onlar karşısında daha bütünleşmiş bir şekil alırlar. Yerine
göre siyasî ve hukukî otorite boşluğu olduğu ve zulüm sözkonusu
olduğu zaman, insanların mal ve can güvenliklerinin sağlanmasında
akraba ve asabiye duygusu önemli rol oynar.
Ancak, bilindiği gibi İslâm, asabiyyeti olumsuz ve sınırsız anlamıyla
hoş görmemiş, kan ve soy kardeşliği yerine; din kardeşliği
bağını ön plana çıkarmıştır. Tüm mü’minleri kardeş ilan ederek,
aralarındaki ilgi, yardımlaşma ve adâletin bu kardeşlik üzerine
binâ edilmesini emretmiştir. 312
Olumsuz Anlamıyla Asabiyye: Asabiyye; başka aile, aşiret veya
benzer toplulukların hak ve menfaatlerine tecâvüz etmek, onlara
haksız yere üstünlük sağlama, atalarıyla ve soyuyla övünme ve gururlanıp
başkalarına büyüklük taslama amacına yönelik ise, İslâm
bunu kesinlikle tasvip etmez. İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik
mânâsına gelen asabiyyeyi yasaklamış, bunun câhiliyye âdeti olduğunu
vurgulamıştır. Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır.
İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının
312 49/Hucurât, 9-10; 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 2; 65/Talak 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, kavim,
grup, bölge veya toprak; insan için üstünlük sebebi değildir.
Üstünlük takvâda, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmadadır. 313
Kavmiyetçilik, ya da ırkçılık; bir ırkı diğerine üstün tutma, bir
ırkın özelliklerini ön plana çıkararak diğerlerine karşı övünme,
kendi ırkından olanı haksız olduğu halde başkasına tercih etme,
ya da ırkını sevmeyi bir ideoloji haline getirmek demektir.
Bu duygu ve anlayış, câhiliyye toplumlarında her zaman var
olagelmiştir. İslâm bu anlamdaki asabiyyeyi kaldırdığı halde, Peygamberimizin
vefatından fazla bir zaman geçmeden, siyasî güçler
ve çıkar grupları tarafından müslümanlar arasında yeniden hortlatıldı.
Buna karşın İslâm’ın ölçülerine göre hareket ederek bunun
zararını idrâk eden kişi ve toplumlar bu kötü duygu ve düşünceden
uzak kalmışlar ve böylelikle de asabiyyenin getirdiği maddî
ve mânevî yıkımlardan kendilerini korumuşlardır.
Irkçılık ve Asabiyye: 1789 Fransız ihtilâlinden sonra kavmiyetçilik,
daha yaygın deyimiyle milliyetçilik (aslında ulusçuluk ve
ulusalcılık demek gerektiği halde bu ifade meşhurdur) daha da
gelişti ve yaygınlaştı. Milliyetçi ideolojilerin çoğalmasından ve
yaygınlaşmasından sonra büyük devletler parçalandı. Ulus unsuru
üzerine devletler kuruldu, bir ırkın üstünlüğü fikri devletlerin
ideolojisi oldu. Bu çirkin asabiyye yüzünden nice zulümler işlendi,
nice savaşlar oldu, nice toplumun kimliği inkâr edildi, nice kesimler
baskı ve hile ile asimile edildi. Günümüzde bu sakat anlayışın
hâlâ devam ettiğini üzülerek görmekteyiz.
Günümüzde ırkçılık veya kavmiyetçilik düşüncelerine olan
bağlılık, İslâm’da şiddetle kınanmış olan asabiye anlayışıdır. Burada
söz konusu olan zararlı asabiyye; kendi kavmini, kendi akrabalarını
sevip ilgi göstermek değildir. İslâm, akrabaya iyilik etmeyi,
onlara ilgi göstermeyi, sıla-i rahmi (akrabalık bağını yardımla sürdürmeyi)
emreder. Akrabalar arasındaki meşrû ve makul sevgi, bereketi
artırır.314 Ancak, akraba haksız da olsa onu savunmak, kendi
soyunu üstün görmek, başkalarını aşağılamak; belli bir grubu, bir
aileyi veya soyu, bir kesimi en üstün saymak, bu yüzden de zulme
dalmak asabiyyedir, ırkçılıktır; İslâm’ın lânetlediği bir tavırdır. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.s.), “Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye
(ırkçılık) midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat
asabiye; kişinin zulümde kendi kavmine yardım etmesidir.”315Asabiyye
313 49/Hucurât 13
314 Tirmizî, Birr 49, hadis no: 1979, 4/351
315 İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949, 2/1302
CÂHİLİYYE
- 83 -
gayreti, asabiyeye dâvet câhiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyuruluyor:
“İnsanları asabiyye/ırkçılık için toplanmaya çağıran, asabiyye
için savaşan ve ırkçılık uğruna ölen Bizden değildir.” 316
Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle
iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak
asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiç bir şey kazandırmaz. Onlarda
sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey
kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek
kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak
daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden,
birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları
zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler.
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır!
Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir
şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 317
Milliyetçilik ve ulusalcılık denilen, aslında doğru ifadelendirmeyle
kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk
mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara
vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz
her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak
değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân
(Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir
yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi
bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür.
“Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü
yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu
kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa
sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından
uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından
biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan
“İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle
“kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli
sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları
ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Asabiyye/Irkçılık ve Tarafgirlik: Asabiyye, aşırı tarafgirlik demektir
ki işin olumsuz yanı da burasıdır. Aşırı tarafgir, güncel deyimle
fanatik olan birisi de haksızlık yapar, adâletten ayrılır, başkalarına
karşı övünür, boşu boşuna kibirlenir durur. Kendi kavmi
316 Müslim, İmâre 57, hadis no: 1850, 3/1478; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948,
2/1302; Nesâî, Tahrim 28, 7/112
317 2/Bakara, 170
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i
şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah
rızâsından uzaktır. Hâlbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah
(c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması
gerekir.
Kur’an, mü’minlere, kendi akrabalarınız aleyhine bile olsa
adâletten ayrılmayın diye emretmektedir.318 Mü’min, diğer insanları
Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, mü’minleri dinde
kardeş bilir. Diğer insanlar da inanmasalar bile Allah’ın kullarıdır.
Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de hukuk
önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler
Allah’ın onlara verdiği fıtrat (yaratılış)tır. Kimse kendinde olan
bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz.
Kimin hangi ana babadan dünyaya geleceği, hangi ülkede/
vatanda doğacağı ve hangi ırktan olacağı kendi elinde değildir.
İnsanın elinde olmayan ve kendi seçeneği ve irâdesinin dışındaki
şeylerden dolayı fazilet veya eksiklik sözkonusu olamaz.
Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasında dayanışmayı
sağlar, işbirliğini artırır; Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve
adâletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa,
milliyetçiliğe (yani ulusçuluk ve ulusalcılığa), ayrımcılığa, baskıya,
kültür katliamına, sömürüye, adâletsizliğe ve insan hakları
ihlâllerine yol açar. 319
Son dönemlerde Türkçede kullanılan “taassub” ve “mutaassıb”
kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir, aynı kökten
gelmişlerdir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine
de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, aşırı tarafgirlik,
bağnazlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme demektir. İslâm
asabiyyete ve bu kökten gelen taassuba kesin şekilde karşı çıktığı
halde, İslâm düşmanları ve onların taklitçilerince son dönemlerde
müslümanlara, aşağılayıcı mâhiyette mutaassıp (bağnaz, körü körüne
bağlı) denmektedir. Müslüman, asabiyyeti, taassubu kabul
etmez ve kesinlikle mutaassıp olamaz.
Asabiyyenin ve taassubun bir anlamı da bağnazlık, körü körüne
taraftarlık, fanatiklik olduğu için asabiyye; yalnızca ırk, soy
veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü
gibi parti, grup, cemaat, vatan, ülke, bayrak, spor takımı, hatta
lider sevgisinde bile olmaktadır. Aslında bu tür taraftarlığa sevgi
denmez; tutku, hayranlık ve putlaştırma demek daha doğru olur:
318 4/Nisâ, 135
319 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 47-50
CÂHİLİYYE
- 85 -
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler
edinirler ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha
çok severler. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi)
bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbına dayanmanın
zorluğunu önceden anlayabilselerdi. O zaman (görecekler ki) kendilerine
uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar
ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihâyet aralarındaki bağlar
kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Ah, keşke bir daha dünyaya
geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları
gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara işledikleri bütün
işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir
ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” 320
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak
“milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık;
nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel
bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların
yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması321 bu konudaki
hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının
sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların
temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki
savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20.
asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır: Bilindiği gibi İblis,
Allah’ın Âdem’e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da
kendisinin ateşten, Âdem’in de (a.s.) topraktan yaratıldığını gösterdi.
Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere
itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis’in bu üstünlük ölçüsü
geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil;
Allah’ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık
ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
Kur’an’a göre üstünlük takvâda,322 ilimde323ve cihadadır.324
Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi
sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış
çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit
ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
320 2/Bakara, 165-167
321 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...
322 49/Hucurât, 13
323 39/Zümer, 9
324 4/Nisâ, 95
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün
görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır.
Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine
ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi
maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik
şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük
sebebiydi.325 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde
arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin
yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in
halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini
bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet
görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri
bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri,
kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen
bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli
idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî
özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de
İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak,
şeytanca bir yanılgıdır.
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı
Câhiliyyenin adâlet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla
ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece
fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık
olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara
inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez.
Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün
farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan
dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları
çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu
hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden
câhiliyye mensupları, müşrikce inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını
(ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır
almasını ise zulüm olarak değerlendirir.
Câhiliyyenin zulüm hakkındaki anlayışını Kur’an’dan bir örnekle
sergileyelim: Kur’an’a göre put kırmak değil; puta tapmak
zulümdür, hem de en büyük zulüm. Müslüman da zulme tepki
gösteren kişidir. Zâlimin zulmüne engel olmak, kahramanca bir iş
kabul edilmesi gerektiği halde, Hz. İbrahim’in putları kırmasının,
325 38/Sâd, 71-85
CÂHİLİYYE
- 87 -
putperest câhiliyye mensuplarınca bir zulüm olarak nitelendiğini
Kur’an bize haber verir. “Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Kim cür’et etti
ilâhlarımıza bunu yapmaya! Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler.”326
Görülüyor ki, zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak, putperestlerin
bakış açısından büyük bir zulüm olarak değerlendirilmektedir.
İzutsu bu konuda şunları söyler: Zulüm, esasen kişinin meseleye
bakış için seçtiği mihenge/ölçüye göre izâfî/görecelidir.
Kâfirlere göre putların tahribi bir zulüm eylemi teşkil etmektedir.
Zira, müşrikler açısından bakıldığı zaman, bunun yapılması için
hiçmi hiç neden yok iken, mü’minler açısından aynı hareketi haklı
gösterecek birçok sebep bulmak mümkündür. Benzer biçimde,
müslümanların, sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için kâfirler
tarafından evlerinden çıkarılmaları onlar için, hiçbir haklı sebebe
dayanmayan inkârı imkânsız bir zulüm fiilidir. Ancak, kâfirlerin
bakış açısından, İslâm’ın tek Allah inancı, kendilerinin mü’minlere
karşı bu şekilde davranmaları için yeterli sebebi rahatlıkla sağlamaktadır.
327 “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğradıkları
için (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma
mutlak sûrette kadirdir. Onlar ki, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için
haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” 328
Firavun’un İsrâil oğullarını köleleştirmesi, erkek çocuklarını öldürüp
kız çocuklarını sağ bırakmaya varan zulümleri,329 Firavun
ve ona bağlı olanlarca normal bir durum olarak kabul edilirken;
bu apaçık zulme karşı çıkan Hz. Mûsa, fitne ve fesad çıkaran bir
nankör olarak nitelenir.330 Meselenin hakikatini ve içyüzünü Hz.
Mûsâ Firavun’un suratına şöyle çarpar: “O başıma kaktığın nimet,
İsrâil oğullarını köle yapman (yüzünden)dir.” 331
Kur’an, şirkin ve dolayısıyla zulmün sebeplerinden birinin,
ataların yolunu körü körüne sürdürme ve taklit olduğunu belirtir.
Geleneği sürdürme alışkanlıkları, câhiliyye tarafından bir hak
ve haklılık olarak benimsenir. O yüzden câhiliyye düşüncesinde,
zulüm normal bir vaka, câhiliyye yönetiminde de doğal bir icraat
olarak kabul edilir. Zulme adâlet, adâlete de zulüm dendiği, kavramların
ters yüz edildiği de sıkça görülür. Câhiliyye anlayışında
câhiliyyet hamiyyeti/taassubu söz konusudur.332 İster haklı ister
326 21/Enbiyâ, 59
327 Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
328 22/Hacc, 39-40
329 Bk. 2/Bakara, 49-51
330 26/Şuarâ, 18-19
331 40/Mü'min, 26; 26/Şuarâ, 22
332 48/Fetih, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
haksız olsun, yakın akrabasını, hatta kendi sülâlesini, hemşehrisini,
vatandaşını kayırma duygusu vardır. Dolayısıyla “kendi yakınları,
hata etmez, zulm etmez, her zaman haklıdır; ona karşı olanlar da
her durumda zulüm içindedir” anlayışı câhiliyyenin bu konudaki
yaklaşımlarından biridir.
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
Câhiliyye dönemi Arap toplumunda Kadın; genellikle bütün
tarihçilerin kabul ettiği üzere kadının hiçbir değeri yoktu. Öyle
ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları
diri diri toprağa gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca
kadın, erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.
Kur’an’dan anladığımıza göre, müşrik Araplar kendi zihinlerinde
düşük ve değersiz saydıkları kızları Allah’a lâyık görüyorlar,
beğenip hoşlandıkları erkekleri ise kendilerine izâfe ediyorlardı.333
Meleklerin de Allah’ın kızları olduğunu iddiâ ediyorlardı.334 Allah
Teâlâ ise Arapların kendilerince değersiz bulduklarını Allah’a, değerli
saydıklarını kendilerine ayırmalarını kendilerine ayırmalarını
“çarpık bir paylaşma” olarak niteliyor.335 Ve kızları diri diri toprağa
gömecek kadar aşağılamaları hakkında “bak ne kötü hüküm veriyorlar!”
336 buyuruyor.
Yine Kur’an, çeşitli konuları işlerken, kadının toplumsal,
hukukî uygulamalarda uğradığı zulümlere işaret ediyor. Meselâ:
“Kadına zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.”337 mealindeki âyetten,
kadının mal gibi miras kalması ve kadına zorla mirasçı olunması
şeklindeki zulmün câhiliyye döneminde yürürlükte olduğunu anlıyoruz.
Zıhar’ı yasaklayan âyetler de Kur’an’ın tâbiriyle “çirkin”
bir geleneğin varlığına işaret ediyor. Boşanma ile ilgili âyetlerde,
kadınların haklarını koruma noktasında mü’minlere Allah’tan
korkmalarını emrediyor. Bu ve bunun gibi birçok âyetlerle, kadının
câhiliyye dönemindeki, hukukî uygulamalarda zulme mâruz
kaldığını, yaratılış itibarıyla da hor ve hakir görüldüğünü anlıyoruz.
Batıda ve Batılılaşmış Toplumlarda Kadın: Eski câhilî düşünceler,
modern dünyanın “izm”lerinde de farklı biçimlerde bütün
çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi Rönesansla
333 16/Nahl, 57
334 16/Nahl, 59
335 53/Necm, 21-22
336 16/Nahl, 59
337 4/Nisâ, 9
CÂHİLİYYE
- 89 -
başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimiyle günümüze kadar
devam eden, akılcı ve pozitivist temele oturan modernizm;
Batının geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucudur. Modernizm
hayatı sekülerleştirip, her türlü dogmaya karşı olduğunu söylerken
sahih-muharref ayrımı yapmamış, tahrif edilmiş dinî düşüncelerden
topladığı verileri, sahih din için de genelleştirmiştir. Artık
modernizm, sadece Ortaçağ kiliselerinin ruhban sınıflarını değil;
tarihte oluşmuş tüm geleneksel değerler yanında sahih din değerlerini
de karşısına almaktadır. Modern insanın kadına bakış
açısında hiçbir zaman sahih-muharref ayrımı yapılmadığı görülmektedir.
Batı mâcerasında kadın konusundaki yaklaşımlara bir göz
atacak olursak, Hıristiyanlığın, Yunan ve Eski Roma kültüründeki
“kadının ikinci sınıf bir varlık” olduğu anlayışını düzeltmemiş
olduğunu hatta kadının aşağılanmasının Hıristiyanlıkta daha da
güçlendiğini görürüz. Kadın öylesine kötülenmiştir ki 6. Yüzyılda
Mason meclisinde kadının ruhu var mı, yok mu diye ciddî bir şekilde
tartışılmıştır. Batı tarihinde kadına yapılan zulümler önemli bir
yer tutar. Acaba bu zulümler, tarih sayfaları arasında mı kalmıştır,
yoksa kılık değiştirerek başka şekillerde mi devam etmektedir?
Eşitlik, özgürlük, bağımsızlık söylemlerinin bayraklaştırıldığı günümüzde
kadının aşağılanması ve sömürülmesi bitmiş midir?
Modernizm bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni
bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de insanın
varoluş nedenini çarpıtarak “insan”ı sömürmektedir. Ve modern
düşünce, insanın tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim
alışkanlığını “moda” adı altında sunmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında
“çağdaş kadın” aldatmacası içerisinde kadının sömürülmesi
ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimi ile ucuz iş gücüne
duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün
de bir reklam aracı olarak kullanıldığı herkes için âşikârdır. Kadın
fizikî güzelliğini sağlamak için kendisine sunulan kozmetikleri tüketirken,
başkalarının da tüketmesi için hazırlanan her türlü reklamda
bir nesne olarak cinsel kimliği ile kullanılır. Kapitalizmin
hayatiyeti için gerekli olan sınırsız tüketim “reklam” ile sağlandığına
göre kadın, reklamcıların dolayısıyla kapitalizmin kullandığı
vazgeçilmez bir sömürü unsurudur.
Modern düşüncede genellikle kadın, bilgisi, görgüsü ve
ahlâkıyla değil; kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer
kazanır. Öyle ki günümüzde haremin değil; harem duvarlarının
kaldırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Modernizmin evleri,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
işyerlerini ve sokakları kaplayan hareminde sadece genç, güzel ve
bu özelliklerini bir şekilde pazarlamaktan kaçınmayan kadınlara
yer vardır.”
Modernizmde hayat bulan feminist hareketler kadın-erkek
arasındaki uyum yerine, haksız bir rekabet ortamı oluşturarak iki
cinsi birbirine düşman hale getirip fıtratı bozmaktan başka bir
fonksiyon görmemektedirler. Dünyada ve yaşadığımız toplumdaki
kadının problemlerini bu şekilde ortaya koymak ise tam bir
çözümsüzlüktür. Feminizm, ahlâkî kuralları kadının özgürlüğünü
sınırladığı gerekçesiyle protesto etmektedir. Kadın özgürlüğünden
anlaşılan ise onun eğitim, sosyal ve siyasî hayata katılımı değil;
âile, eş ve çocuğun sınırlayıcılığının(!) keşfedilerek câzibesini
kullanma yolunda serbestliğidir.
Türkiye’de kadın özgürlüğü ve bağımsızlığından dem vuran
dergilerdeki ağırlıklı konular kadınların gerçek problemleri değil;
cinsellik, moda gibi konular olmakta, siyaset ile ilgili verilen
haberler ise ancak dedikodu düzeyinde sunulmaktadır. Dergilerin
genelinde oluşturulmaya çalışılan kadın tipi ise “akleden, sorgulayan,
bilgili” tanımlamalarının çok ötesinde “çağdaş, câzibeli,
tehlikeli ve yasak ilişkiler deneyebilen, sıradışı” kadın tiplemesidir.
Bu da kadının özgürleştirileceği yerde, kelimenin tam anlamıyla
“kullanıldığı”nın göstergesi değil midir?
Kısacası, çağımız câhiliyyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini
bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip câhilî
oyunların kurbanı olmuştur. Arap toplumunda diri diri toprağa
gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiâsıyla
tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir.
Ancak bir farkla; bu defa kadın gerçekten diri diri bir
batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine
sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için
tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu farketmesi mümkün
olmayacaktır.
Modern dünyanın, geleneği sorgulayıp reddetmesiyle, kadının
İslâm’daki konumu gündeme gelmiş ve temel amacı İslâm’a
saldırı olan bu zihniyet, kadın konusunda kültürel İslâm’da kullanılmaya
elverişli noktalar yakalayabilmiştir. Müslümanlar yapılan
saldırılara cevap verme çabasıyla çeşitli kaynaklara başvurmuşlar,
ancak çoğunlukla gerçek İslâm’ın kadına biçtiği konumu yansıtır
mâhiyette güncelliği olan veriler ortaya koyamamışlardır. Çünkü
pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kalkış noktaları, tarih
içinde şekillenen yorumlar olmuş ve bu yorumlar Kur’ânî çerçeveyi
CÂHİLİYYE
- 91 -
ortaya koymada yardımcı olacağı yerde engelleyici bir etki oluşturmuştur.
Bu etkinin oluşması, gerek insanların bu yorumları ele
alış tarzından, gerekse yorumların bizzat içeriklerinden kaynaklanmıştır.
338
Câhiliyye Döneminde Fuhuş: Câhiliyye döneminde erkekler
çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim
bu husus İmru’ulkays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir.
Câhiliyye devrinde fâhişelik yapan câriyeler öksürerek ilişki teklifinde
bulundukları için kendilerine “kahbe” de denirdi. Aralarında
sahipleri tarafından para kazanmak amacıyla zorla bu işe
itilenler de vardı. Kur’an’da; “...Dünya hayatının geçici menfaatlerini
elde edeceksiniz diye nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa
zorlamayın”339 meâlindeki âyet bunlarla ilgilidir.
Câhiliyye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek,
kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür kadınlara
“zevâtu’l-ahdân” veya “muttehızâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın
iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla
câriyelerle evlenmeye izin veren,340 açık ve gizli kötülükleri
(fevâhiş) yasaklayan341 âyetlerinde dolaylı olarak bunlardan söz
edilir. Bu dönemde metres hayatı yaşayan evli kadınlar da vardı.
“Dımd” denilen bu kadınlar kocalarından başka bir veya birkaç
erkekle beraber olurlar, özellikle kıtlık zamanlarında karınlarını
doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.
İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hayvanlarla ilişki şeklindeki
cinsî sapıklıklara da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim bunlardan
özellikle livâta üzerinde durmakta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa
başlatan Lût kavminin342 bu yüzden helâk olduğunu anlatarak
bundan ibret alınmasını istemektedir.343Câhiliyye devrinde birçok
yerleşim merkezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde
“mâhûr” (muhtemelen Farsça “mey-hor”dan -içki içen-) denilen
işret ve zinâ âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Buralarda câriyeler
içki sunar, rakseder ve gayrı meşrû ilişkide bulunurlardı. Bu tür
ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kimseler de vardı. Bunlara
“kavvâd” (Türk argosunda “kavat”) veya “kavvâde”; âilesini kıskanmayan
ve fuhşa itenlere de “deyyûs” denirdi.
338 H. Koç, F. Candan, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s.
25-27
339 24/Nûr, 33
340 4/Nisâ, 25
341 6/En'âm, 151; 7/A'râf, 33
342 27/Neml, 54; 7/A'râf, 80-84
343 29/Ankebût, 28-35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
Bazı fâhişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların
kapılarına bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri
dâvet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliyye dönemindeki nikâh
türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir.344
Aynı rivâyette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden
çocuk sahibi olmak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden
hâmile kalıncaya kadar bunu sürdüren erkeklerle (buna nikâhu’listibdâ’
denirdi), on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu
çocuğun nesebinin nasıl tâyin edildiği hakkında da bilgi vardır.
Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır
ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk
erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız çocuğu olması
durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna
sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının
diri diri toprağa gömülmesi âdeti de toplumda fuhşun yaygın olması,
kız çocuklarının ileride fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bulunması
ile açıklanabilir. 345
Kadının Câhiliyye Tuzaklarından
Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür
Tesettür Nedir? “Tesettür”; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına
gelen ‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür” sözlükte;
örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi
saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması
gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’
denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de
‘setr-i avret -avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya
‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten
gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da
geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip
örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’
yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden
âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların
örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak
Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir
şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın
bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan,
görülmeye engel olan şey demektir.
344 Buhârî, Nikâh 36
345 Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 210
CÂHİLİYYE
- 93 -
Avret Ne Demektir? “Avret”, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri
ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına
verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme,
saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir. İslâm’a
göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme (tahâret)
gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın-
gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir
ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir.
Avret yerleri neresidir? Kadın veya erkek, avret yerlerini kimlere
gösterebilir, kimlere gösteremezler? Tesettür emrinin sebeb-i
hikmeti ne olabilir? Şimdi bu sorulara kısa cevaplar bulmaya çalışalım:
Esasen insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir.
Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun
hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir.
Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal
olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar
(elbiseler) giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış
olur.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları
örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklamaktadır:
“Ey Âdemoğulları Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size
‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takvâ ile kuşanıp donanmak
ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp
düşünürler.”346 Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına
çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber
veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal
bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce
bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl
itibariyle çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için
çirkin denilmektedir.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden,
bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi
hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra
da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs
olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın
teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ
elbisesi’ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Âdem ile O’nun eşi,
cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı
ve onların yasak ağacın meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece
346 7/A’râf, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ‘ayıp yerleri’ kendilerine
göründü. “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın ayıp/çirkin
yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten
çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye/belâya uğratmasın...” 347
Tesettür İbâdeti: Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’an’ın örtünme
(tesettür) emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da
çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an,
Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara ne vahyettiğini
bilmektedir.
İnsanların tesettür (örtünme) ile ilgili yorumları, ileri-geri söz
söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının
yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur. Allah’a hakkıyla teslim
olmuş, O’nun azâbından korkan ve O’nun va’dine güvenen bir
takvâ sahibi mü’min, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl
olur da kendi arzusuna göre Allah’ın âyetlerini sağa sola büker?
Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine uydurmaya kalkar.
Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi
pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine,
kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin
tavrı olamaz!
Kur’an şöyle buyuruyor: “Müm’in erkeklere söyle, gözlerini haramdan
sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Böyle (yapmak) kendileri için
daha temizdir.”348 Kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da şöyle
buyruluyor: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlara dış
elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; bu, onların
(özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır.
Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”349 Bu ifâdeyi tamamlayan bir başka
âyette de şöyle buyruluyor: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan
sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan
kendiliğinden görünen kısımlar hâriç. Başörtülerini yakalarının
üzerine koysunlar (örtsünler)...” 350 Âyetin devamında ziynet yerlerini
kimlere gösterebileceği sayılıyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem
de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi.
Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar
gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda
böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar. Peygamberimiz’den
347 7/A’râf 27
348 24/Nûr, 30
349 33/Ahzâb, 59
350 24/Nûr, 31
CÂHİLİYYE
- 95 -
bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden
olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları
da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır.
İslâm Dininin ölçülerinin gâyesi ahlâkî olduğu içindir ki,
mü’min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile yabancı
erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı davranmaları
da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken
pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut
ve el temasını da haram kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun
insanı etkilediği bir gerçek olduğu gibi, cinsî bakımdan uyardığı
da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde olsun veya
olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin
birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda
folklor, horon gibi bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki
dansta görülen vücut teması ve kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin
göreceği şekilde eğlence ve oyunları kuşkusuz haramdır.
Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok öğretmeli
ve sakındırmalıdır.
İslâm, bütün insanları ölçü alarak yasalar ve yasaklar koymuştur.
Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği ortamların
oluşmasına imkân vermemiştir. “Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık bir
hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur.” 351
Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren, şehvetli bakışlardır.
Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse
kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir.
Zira Rabbimizin örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin
yanı sıra, göze hitap eden ve özellikle gençlerde cinsî
arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan filmler, şehvet
saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar takvimlerinden
her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli
reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete
ve dergiler göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili
araçlar haline gelmiştir. Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez
boyutlara ulaşan gazete ve dergilerle televizyon özel bir
yer işgal etmektedir.
Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul etmeyen
giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz
kadar, hayâ duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla
dolu gazete ve dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele
hele televizyon, sakınmamız gereken bir ateş çağlayanı olmuştur.
351 17/İsrâ, 32; A. Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/117-128
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve eğlence programlarıyla
insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları,
ahlâkî değerleri, İslâmî gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine
değil de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona
ve özellikle inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına
direnç göstermeyen, gözlerini ekrandan koruyamayan
fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat sürmelerinin mümkün
olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.
Başta televizyon programları ve vücut organlarını teşhir eden
kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken şeyler hiç
de az değildir. Peygamberimiz bir müjdeli hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen bakışlarını
koruma altına alan her bir müslümana, Allah, tatlılığını kallbinde
duyacağı bir ibâdet yaptırır.” 352
Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın gözlerini korumak
Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize sebeptir.
Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle,
sinema ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla
haramlara gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî
azap olacaktır. Haram bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı,
suç cinsinden olacak, cehennemden kurtulsa bile cemâlullah’ı
gözleriyle seyretme zevkinden mahrum kalacaktır. Haramlara
bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara
muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak,
azâp görmeksizin Cennete giremeyiz. “(Kıyâmet Günü’nde)
Bütün gözler ağlayacaktır. Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler,
Allah’ın azâbına uğramak korkusuyla sinek başı kadar yaş akıtan gözler
ve bir de Allah’ın haram kıldıklarına bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır.”
353
Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve terbiye,
utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli
konulardaki hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda,
moda deyimle kaMûsâl alanlarda gencecik kızlar, dekolte
kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti galeyâna getirecek bir
görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği kendine
baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış
bir şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten:
“Vücut benim değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük
meselesi. Hem demokrasi var. İstemeyen bakmasın canım!”
352 İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
353 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu’s-Sağîr,
I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282; A. Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/111-116
CÂHİLİYYE
- 97 -
Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık meydanında at oynatan,
ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet tüccarı pezevenk
ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak
kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu
konuda değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri
neşreden gazete ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız
kanalların televole, yarışma, müzik-eğlence programları, şehveti
gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki dans, bale ve benzeri
oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine ihânet etmeler
ve daha neler...
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî arzularını kontrol
etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten
çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen
iffet ve nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik
öncesi cinsel ilişki, bazı çevrelerce normal karşılanmaktadır. Hatta
bu, âdet haline getirilerek bekâretin bir kıymeti bulunmadığı
bazı yazar taslakları tarafından yazılıp çizilebilmektedir. Fâhişe
kadınların, travestilerin, yol kenarında para karşılığı kendilerini
pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline gelmiştir.
Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan
fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis
savunması, yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında
bayraklar olan kaMûsâl alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar.
Genelev patronları, senelerce vergi rekortmeni oluyor. “Vergilendirilmiş
kazanç kutsaldır” denilerek, bu meslek de böylece kutsallaştırılmış
oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı değil,
kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski
câhiliyye herşeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı
bağlayan şey “zaman ve zemin”, “düzen ve çevre” değil, Rabbinin
hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü
Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket
ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin
tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın
iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet
içerisinde yaşaması mümkün olur.
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden
biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple
bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu
ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir.
Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya yaklaşmayın. Zira
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” 354 buyuruyor. Âyet, “zinâ
yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya,
şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın
ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca,
elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek
çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim
Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur.
Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti.
Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”355
İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten
sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce,
zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.
“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar.
Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar.
İffet ve nâmuslarını korusunlar.”356 İslâm, işe harama bakmayı
yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram
bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!?
İster bakarım, ister yumarım, kime ne?” diyemez. O gözü ve diğer
organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi
arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı yönünde
kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil;
bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları
bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da
bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve
kalp bunların her biri, yaptığından sorumludur.” 357
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek
tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok
hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve
hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte.
İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek
taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi
bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç
kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar
atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor
yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de
mâlum yollarla aldımı, tamam!
354 17/İsrâ, 32
355 12/Yusuf, 24
356 24/Nûr, 30-31
357 17/İsrâ, 36
CÂHİLİYYE
- 99 -
Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota
vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa
o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek,
eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi haline
gelecektir. Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (daha doğrusu, ağlatmayın
beni). “Ahlâk”, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından
modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli
zaman oluyor Batıda ve onun kör taklitçisi Türkiye Cumhuriyeti’nde.
Bale ve dans gibi gösteriler ne kadar bayağı, erotik özellikler
taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır
ve ayıp tanımıyor. Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette
nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya,
çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.
Allah’a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden
uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına
düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında hevâsını da tanrı kabul
ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiş. Müstekbir
güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat
güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı
uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon
sanatta da kendini gösteriyor.
Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen
futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa,
kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük”, yani “ekber”
kabul edilen takımlara, yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol.
Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı
veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson’ın
ayakkabı numarasını biliyor, Madonna’nın video kliplerini ezbere
sayabiliyor. Popstar yarışmasına katılanların yedi sülâlesini tanıyor.
Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşüfteleri ise göklere
çıkartıp “yıldız”laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist
deniyor. “Art” batı dillerinde “sanat” demektir; artist de sanatçı.
Türkçe’de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece
filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında
başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen
ressama... sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist
bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı”
damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı” ile
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
“sanatkâr” arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr,
sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama, kullanılışta hiç de aynı değil.
“Sanatkâr”ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır.
Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta)
mâhir birine “sanatkâr” denilir de “sanatçı” denmez. Ama
fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan
veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların
dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr” dendiğini
duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı” denilmekte.
Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları
satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına
köşeyi dönen, yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan
tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.
Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye ya
şarkıcıya denir, ya artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların
her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da
cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa, ağzıyla kuş
tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi
değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan sadece maddedir, tendir.
Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov
demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan
ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik
düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da
beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde.
Televizyon da, gazino ve sinemanın evin içine girmesi.
“Bekri Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin
halini!” cinsinden yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne
olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın
ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin
kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm
sanatı istismar, insanı da istihmar etmek (eşekleştirmek) için
devreye girmiştir.
Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları
gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi,
oyun ve eğlence kurumlarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla
dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun sürüsü haline getirilen
milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören
müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya’nın
meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve
piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?”
Bu taktik, sadece Franco’nun değil; her asırdaki ve
her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına
CÂHİLİYYE
- 101 -
giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında
bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle
uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte
günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist
güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır.
Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik
alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının
farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta
ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint
horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda
büyük bir propaganda aracıdır.
Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan
emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor; Sanatçı da birazcık
onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist
sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da
kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri;
aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden
alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin
tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır.
Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar,
yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet.
İzinden gittikleri Ata’larının emirlerini daha çağdaş hale getirip
uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik
dinlemek, maça gitmek, TV seyretmek, chat yapmak ve atari oynamak;
böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için
muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından
ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslar arası emperyalizm, Türkiye’ye sık sık övgüler, birincilikler,
madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun,
hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa’da bile takdir ediliyor
diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana
çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde
başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı
karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında
ön sıralarda yarışmalı Türk kızları ki, Batı uygarlığına
yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında), Eurovision yarışmasında
birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin diye.
Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı
para olduğuna göre, sanat, ayaklarıyla insanın parasına da sülük
gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede bin beş
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
yüz basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon
satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem
mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce
kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı
biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce
gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında,
maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan
yönleri de var. Aylardır insanlar, her türlü çözüm bekleyen
sorunlarını bir kenara bırakmış, bayağı mı bayağı, pespâye mi
pespâye “Popstar Yarışması”nın dedikodularıyla meşgul. Uydurma
ses ve güzellik yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı
olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü
yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için
varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden
olanlar...
Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir.
Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini
sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve
kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle
gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur.
Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek
dinden uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle
sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek,
sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak
bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece
genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza
gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin,
eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. programlarının, makyaj
ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek
buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.
Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız,
dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon,
sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının
hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız. Modayı düşünün.
Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri
karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris’teki
modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık
değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile
giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre
akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları;
modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran
kadrosu.
CÂHİLİYYE
- 103 -
Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur’ânî kavram
olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde
eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun
da en önemli sebebidir. Sanat da arz-talep işidir. Sanat
ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş
sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için
ne bütçeler ayırmaktadır... 358
Devletin izin ve kontrolünde “umumhâne” veya “genelev”
denilen ücret karşılığında fuhuş yapılan yerler, Batılılaşma ile birlikte
önce İstanbul’un Galata semtinde Karaköy’de açılmış, sonra
giderek Anadolu’nun hemen her vilâyetine yayılmıştır. İlk açılan
resmî (devlet kontrol ve izniyle) fuhuş yerlerinin I. Dünya Savaşı
esnâsında olduğu, Osmanlıların fiilen kendileriyle savaştığı ülkelerden
ve özellikle Rusya’dan çok sayıda fâhişenin bu evlerde
Türk gençlerine hizmeti, üzerinde düşünülmesi gereken hususlardan
biridir. Müslümanlarla esas savaşın inanç ve ahlâkî esaslarda
Kur’an’ın yasakladıkları şeyleri yayarak yapılacağını bilen düşmanlar,
savaş cephelerinde yardım adı altında şimdilerin AIDS’i
kadar yıpratıcı ve öldürücü olan frengili kadınları hemşire kılıfıyla
cephelere sürmüşler, onlar da Türk askerlerine hizmet(!) sunarak,
ordunun büyük ölçüde belsoğukluğu da denilen frengi hastalığına
yakalanıp telef olmasına sebep olmuşlardır. Ayrıca zinâ
yapan askerlerin Allah için savaş yapacak dinamikleri ne ölçüde
yitireceğini hesap eden düşmanlar, insanî yardım maskesi altında
ordunun gücünü büyük ölçüde fuhuşla kırmayı başarmışlardır.
Eş zamanlı olarak çok sayıda fâhişeyi başta İstanbul olmak üzere
Osmanlı şehirlerine ihraç eden kâfirler kaleyi içten çökertmenin
yolunu bulmuşlar, top ve tüfekle yapamadıklarını fâhişeler eliyle
daha kolay yoldan halletmişlerdir. Osmanlı Devletinin can çekiştiği
ve savaş cephelerinden başka işlere vakit ayıramadığı kargaşa
ortamından yararlanan ve halkın asâyiş ve inanç yönüyle yaşadığı
kargaşadan yararlanmışlar, iman ve takvâya dayanan arka planı
giderek güçsüzleşen örf ve ahlâkî anlayışın Batılılaşma istek ve
anlayışına güç yetiremediği bir ortamda fuhuş silâhının tahribi en
çok hasar veren truva atı olmuştur.
Göğsüne indirdiği sert yumruklarla “ben de müslümanım
el-hamdü lillâh” diyen nice erkeğin evlenmeden ilk deneyimlerini
pis fâhişelerin yanında tatmaları, hatta nicelerinin evlendikten
sonra da bu çirkin işe devam etmeleri, müslümanlıkla nasıl
bağdaşacaktır? Kendi hanım ya da kızları bu işi yapmış olsa hiç
358 İslâm'da ve günümüzde sanat anlayışı ile ilgili geniş bilgi almak için bk.
Ahmed Kalkan, Müslümanın Sanat Anlayışı, Rağbet Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
çekinmeden silâha sarılıp yıllarca hapis yatmayı seve seve kabul
eden nâmuslu(!) erkeklerin aynı işi hiç sıkılmadan yapmaları, hangi
nâmus anlayışıyla izah edilebilir? Türkiye’de kaç erkek, gerçekten
bekâr olarak evlendikleri belki hiçbir anketle tespit edilmemiştir,
ama oran her halde müslümanlara yakışacak kadar az değildir.
Kaç kız babası, kendi kızının nâmusu kadar dâmâdının da nâmuslu
olup olmadığını araştırıyor? Nûr Sûresi, 3 ve 26. âyetlerin yasakladığı
bir nikâha kapı açanların sayısı ne kadardır? Yani erkeğin
ve babasının aradığı kızın bâkireliği kadar erkeğin “bâkir(e)liği”
önemseniyor? İslâm, her konuda adâletli bir dindir, cinslerden birine
haksızlık yapacak şekilde ayrım yapmaz. Zinâ suçu ve cezâsı
için kadınlara nasıl bakıyorsa, erkeğe de her yönden aynı şekilde
bakar. Her ikisinin de yaptığı ahlâksızlığa fâhişelik der. Evet, bayan
gibi bu çirkin işi yapan her erkek de fâhişedir, nâmussuzdur.
Homoseksüellik ve her çeşit fuhşun sebep olduğu AIDS gibi
korkunç hastalıklar bile, İslâm’a inanıp teslim olmuş kimselerin dışındakilere
caydırıcı olamıyor. Âhiretteki cehennemi önemsemeyen
akılsız kimsenin, ölümcül hastalıklara atılması da sürpriz ve
anormal sayılmamalı. İslâmî devlet ve toplum anlayışının önemi
bu konuda da kendini gösteriyor. Din düşmanı düzen ve câhiliyye
toplumuna dönüşmüş sosyal çevre, devamlı fuhuş üretiyor. Fuhuş,
sektör olmuş, “bacasız sanâyi” ve “dünyanın ilk mesleği” gibi yanlış
ifâdelerle reklâmı yapılan bu dal, helâl-haram kelimelerine lügatında
yer ayırmayan Kapitalizmde pis de olsa çok para getiriyor.
Fakir halkın da bu sektöre bilinçli-bilinçsiz varını yoğunu akıttığını,
kirli de olsa çok parayı, temiz olan helâla tercih eden kapitalistlerin
fuhşu nasıl sömürüleri için bir araç olarak gördüğünü tespit
için caddelere çıkıp göz atmak yeterli olacaktır.
Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş
çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe
sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman
hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak
demektir. Fuhşa bulaşmış insanların zührevî hastalıklar
yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her
konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini
gözönünde tutmak gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!”
diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terkedilen
kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne
istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması
kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu
yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol
açar. Fuhuş, sevgisiz olarak vücudunu satmak olduğundan insanî
CÂHİLİYYE
- 105 -
özelliğin her yönünü tahrip eder. İnsanın et ve deriden ibâret olan
bir varlık, bir eşya hükmüne konulmasıyla; kişilik şuurunu yıkan
insanlık şerefine vurulan en ağır darbedir.
Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya
düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin
dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası,
kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk
olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük
ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son
yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha
çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern Batı’da harâretle savunulan
bireycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak
gençlerin âile ilgisinden, terbiye ve himâyesinden yeterince
faydalanamaması, aynı dünya görüşünün bir ürünü olan lüks ve
pahalı yaşamanın ev ve âile kurmayı zorlaştırması, ekonomik ve
siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselliğin bu
amaç için sömürülmesi gibi sebepler yüzünden modernizmin benimsendiği
toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı
görülmektedir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara
karşı çıkmanın temelinde, modern zihniyet yanında uyuşturucu
pazarıyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkarları bulunmaktadır.
Fuhşa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü âile yapısı, toplumsal
kontrol gibi mekanizmaları canlı tutması yanında kesin hukukî ve
sosyal önlemler de alan İslâmiyet fuhuş sektörünü özellikle rahatsız
etmektedir. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan
çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına
fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun
fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini
fazla ilgilendirmemektedir.
Henüz tam Batılılaşamamış Türkiye gibi ülkelerde, özellikle
hâlâ Doğulu kafasını değiştirememiş kesimde kadınların zinâsı
suç ve nâmussuzluk sayılırken erkeklerinki delikanlılık ve övünç
meselesi kabul edilebilmektedir. Türkiye gibi Batılılaşmaya çalışan
ülkelerde resmî işlem yaptırmayan dinî nikâhlı evlilikler kanunen
suç sayılır ve doğan çocukları “piç” muâmelesi görülürken;
bekârların kendi isteğiyle zinâsını suç sayan bir kanun yoktur. Evli
kimselerin metres hayatları, sevgililik ve arkadaşlıkları, “ay boşandık,
ama yine birlikteyiz, bilseniz ne kadar mutluyuz!” tavırları
fazilet gibi sunulmaktadır. Evli-bekâr herkes için genelevler
veya randevu evleri devletin koruması altındadır. Kadınlara hak
ve özgürlük, kadın-erkek eşitliği gibi parlak sloganlar arkasına
gizlenen İslâm dışı dünya görüşleri, kadına fâhişelik sıfatını kendi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
istediği zaman ve istediği kişilere kullandığı halde, erkeğe benzer
bir suçlama yapmaz. Bu ülkede de fuhuş ve zinâ konusunda hem
halk anlayışı ve hem resmî kanunlar açısından kadınla erkek arasında
çük büyük farklar vardır. İslâm erkekle kadının tüm hayır ve
ibâdetlerine eşit sevaplar vaad ederken, kadın olsun erkek olsun,
aynı suça aynı dünyevî ve uhrevî cezâyı öngörmekte ve bu gibi
konularda tümüyle eşitliği uygulamaktadır. Kadın haklarına yeterli
önemi vermediğini iddiâ ederek kasıtlı şekilde İslâm’a çamur
atan Batı zihniyeti, kadını seks kölesi haline getirmek için her yolu
mubah gören tavırlar sergilemekte, kadını, kadın özgürlüğü ve
kadın hakları kavramını istismar ederek bu cinse en büyük zulümleri
revâ görmektedir.
Batı, seks hürriyeti, bir başka ifadeyle cinsel özgürlük ile ortaya
çıkan ciddi anormalliklere çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor.
Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, Erkekler ve kızlar,
evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı
beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta.
Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için,
akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan
nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere
izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile
kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş
Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını,
Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini
2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor.
HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve
Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003
yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil,
âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan hastalık,
en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri
yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi
için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar
ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için
uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun
önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya
çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci
şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu
ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit
kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin
hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden
kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en
azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak
âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir.
CÂHİLİYYE
- 107 -
Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı
toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz,
olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu
bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama
özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı
içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun
her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek
bilinç aşılanmalıdır.
Kadın cinselliğiyle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan sözgelimi
araba tekerleğinin reklâmlarına kadın bacağını yerleştirmekten
çekinmemektedir. Kadına sadece cinsel obje gözüyle bakılma
sonucu doğuran yaklaşım, Batı kaynaklı her çeşit faâliyette göze
çarpmaktadır. Spordan ticarete, modadan eğlenceye, iş ve eğitim
hayatından tatile, basından televizyona, müzikten değişik sanat
anlayışına... kadar her şeyde kadın cinselliği öne çıkartılarak kadını
sömürmekten ve erkekleri tahrik ederek toplumu ifsad etmekten
geri durmamaktadır. Zinâ ve fuhuş sektörü denilince sadece
genelevler ya da soyetenin tercih ettiği lüks randevu evleri akla
gelmesin. Bavul ticareti kılıfıyla iş yapan Nataşa’lar, nice oteller,
turistik yerler, plajlar ve akla gelebilecek hemen her şey bu sektöre
âlet edilebiliyor. Arkadaşlık ve sevgili adıyla nikâhsız birliktelikler,
metres hayatı, çıkmalar, müstehcen filmler, pornografik dergiler,
internet üzerinden kadın pazarlamalar, telekızlar, televole kültürü,
gece klüpleri, akla gelebilecek seksle ilgili her şeyi pazarlayan
sex-shoplar, zengin kadınlara hizmet veren jigolo denilen erkek
fâhişeler, travestiler, transseksüeller, eşcinseller, mankenler, sanat
anlayışı, uyuşturucu kullanımı gibi konular düşünüldüğünde fuhuş
fitnesinin boyutu değerlendirilebilir. Bütün bunlar özgürlük
adına düzen ve çevreden tavır yerine destek alırken, karşı çıkanlar
suçlanabilmekte. Meşhur tâbirle itler salıverilmekte, taşlar ise
bağlanmakta. Bakılıp seyredilecek yerleri okunacak yerlerinden
daha çok olan boyalı basının İslâm’a, tesettüre her fırsatta saldırmasının
arkasında, bu fuhuş sektörüne dayalı kirli para ve çıkarlar
sözkonusudur. Kadını en büyük ticaret ve kullanım eşyası gören
anlayış, kendine düşman olarak tek zinde gücün İslâm olduğunu
bildiği için İslâmî olan en küçük bir faâliyete tahammül gösteremiyor.
Başörtüsü düşmanlığının arkasında da bu çıkarcı zihniyetin
olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Komünizmin prangasından kurtulunca kapitalizmin pençesine
düşen eski Sovyetler Birliği halkları, 20. asrın başında olduğu gibi
21. yüzyılın başlarında da “Nataşa”larıyla Anadolu’ya çıkartma
yaparak yeni bir işgali gerçekleştirdiler. Sadece kadınların çalıştığı
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
sektör olmaktan çıkıyor fuhuş. Adına “jigolo” denilen erkekler de
para karşılığı metres ve bayan müşteri buluyorlar. Demokrasilerde,
bu tür çare tükenmez: Bir türlü tatmin olmayı bilmeyen azgın
sapıkların sapkın arayışlarına sunulan bir başka çözüm daha sunulur;
Kadın, erkek fâhişeler yanında iki cinsin arasında kalmış travestiler
fuhuş sektörünün alternatifidir. Grup seks denilen çağdaş
mum söndü âyinleri, çocuk yaşta fuhşa zorlanan, kandırılan, tuzağa
düşürülen körpe çocuk ve gençler. Seks turizmi, fuhuş otelleri,
Bodrum, Marmaris ve Antalya gibi üstsüz ve altsızların cirit attığı
yerler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucular ve daha neler neler...
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve
gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir
ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, “gay”
ve “travesti”lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne
niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Filmlerde, halk arasında, askerler ve öğrencilerin birbirleriyle
konuşmalarında, şakalaşma ve kavgalarda, hiç yeri ve suçu olmadığı
halde, kişilerin anasına “or...” ve benzeri kelimeler söylemeleri,
analarına ve karılarına sövmelerini, ya da kızılan bir kadına
“fâhişe, kaltak, sürtük” vb. kelimeler kullanarak bu suçlamayı tereddüt
etmeden yapmaları, İslâm’la bağdaşmayacak ve çok büyük
cezâsı olan bir suçtur. İslâm’ın hâkim olduğu bir toplumda kadınlara
uluorta böyle hakaret edilip suçlanmasına, onlara sövülmesine
müsâade edilmeyeceğini belirtelim. Kadın haklarını öne çıkarttıklarını
iddiâ eden ve İslâm’ı bu konuda suçlayan kimselerin
kulakları çınlasın! Vatanın nâmusunu bekleyip koruduğunu iddiâ
eden askerlerin, erbaş ve subayları tarafından sık sık analarına,
avratlarına sövülmesi gibi olaylarda, kendi karılarının ve analarının
nâmuslarını bile koruyamadıklarının nasıl bir tezat teşkil
ettiğinin düşünülmesi gerektiğini ifade edelim. Ayrıca, nâmus
cinâyetlerinin, töre cinâyetlerinin câhiliyye toplumunun özelliği
olduğunu, dinimizin nâmus problemlerine karşı kadının yakınlarının
uluorta bu pisliği kanla temizlemek(!) istemelerini kesinlikle
onaylamadığını belirtelim.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir
bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı
tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet
zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın
şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına
yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir.
Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir.
İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın
CÂHİLİYYE
- 109 -
Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak,
inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor.
Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu
ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın,
Rasûlünün ve mü’minlerindir.359Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden
çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır.
Nice aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine
giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından
çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse
bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev
kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları
kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları
da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu
seks manyağına dönüşmüş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul
karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a
düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar.
İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık
kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın
dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın
dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin
tatbik edilmesindedir.
Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a
ibâdetten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten,
fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.360 Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya
Allah’a kulluk, ya hevâya kulluk.
Müslümanın kaybedeceği zamanı yoktur. Kendisini dünya ve
âhirette kurtaracak inanç ve ilme sahip olmalı ve sâlih amellerle
takvâsını arttırıp bildiklerini gerek sözle gerekse örnek davranışlarıyla
çevresine tebliğ etmelidir. Zinânın cezâsının ne olduğu, yani
recmin cezâ olarak kabul edilip edilmemesi konusunda gereksiz
tartışmalar müslümanlara bugün için pratik hiçbir fayda sağlamaz.
Bu teorik tartışma, iki yönüyle uygulama dışı olduğundan gereksiz
ve hatta zararlı kabul edilebilir. Birincisi, zinâ suçuna cezâ verebilmek
için bir kadın ya da erkeğin kendi özgür irâdesiyle yetkili
makamlar önünde zinâ suçunu itiraf etmesinin dışında, en az dört
kişi tarafından bilfiil çok net olarak bu çirkin işin en mahrem şekilde
görülmesi ve ağız birliğiyle dört kişinin şikâyeti ve sonuna kadar
ısrarı gerekmektedir. Bu, günümüzde genelevlerden çıkanlar
açısından bile uygulanamayacak bir durumdur. Hele İslâmî kanun,
kural ya da ahlâkın az-çok önemsendiği bir ülke ve ortamda yüz
359 63/Münâfıkun, 8
360 29/Ankebût, 45
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
senede bir belki ancak uygulanabilecek bir cezâ olmasıdır. Yani,
ister yüz değnek, ister taşla öldürme olsun, zinâ ve fuhuş gibi
bireyleri ve toplumu çok yönden tahrip eden çirkin bir eyleme
uygun görülen cezânın psikolojik olarak caydırıcı bir cezâ olması,
pratik olarak uygulanmaktan daha çok, teorik olarak caydırıcı
bir cezâ olarak sunulmasıdır. İkincisi; Bu cezânın verilmesi için
Allah’ın indirdiği bütün hükümlerle hükmeden İslâm Devletinin
varlığı gerekmektedir. Zinâya giden yolların tıkanmadığı, tersine
câzip kılındığı gayr-ı İslâmî düzenlerde zinâ suçu, birinci maddedeki
zorluk tümüyle aşılsa bile İslâm’ın öngördüğü cezâ verilmeyecektir.
İslâm, günümüzdeki düzen ve ortam kurbanı zavallılara
cezâ ile yaklaşıp onları ürkütüp soğutan bir din değildir. Onları
her türlü câhiliyye çirkefliğinden kurtarmak isteyen, şirk dâhil, her
çeşit pislik ve günahtan pişmanlık duyanları affedip kurtamaya
hazır merhamet dinidir. Yoksa, kimilerinin zannettiği gibi, tedric
gibi süreci öngörmeden, gelir gelmez insanlara cezâ veren, sözgelimi
kerhânelerin önüne idam mangaları yerleştiren bir din değildir
İslâm. Hazırlayacağı inanç, kültür ve ahlâk altyapısı, ekonomik
destek, evliliği kolaylaştırma, zinâya yaklaştıran her türlü şehevî
ortamları yok edip insanı fıtrat çizgisine yerleştirme gibi tedbirler
almadan İslâm, kimseye cezâ vermez, verilmesini onaylamaz.
Fâhişeler ve seks manyağı haline gelmiş gençler dâhil, günümüzün
insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır.
Onlara da İslâm’ın güzelliği ulaştırılabilse bu çirkinlikler kendiliğinden
uzaklaşacaktır. Ayrıca şunu bir tercih olarak belirtelim
ki; Kur’an zinanın cezasını net olarak belirlemiştir.
Ne mutlu, dilini ve belini koruyan, ağzına gireni ve ağzından
çıkanı İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden
edepli gençlere! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere
ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine
Kur’an’la Yok Edilecektir!
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş,
en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı
oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene
nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını
açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere
doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah’ın uzattığı
kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur’an’ın
gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden
tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş,
değiştirmiş, dönüştürmüştür.
CÂHİLİYYE
- 111 -
Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil’in samimi arkadaşı, eli silahlı
katil adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi
dirilmiş, dinlediği Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını
toprağa diri diri gömen Ömer, Kur’an sayesinde insanları ihya
eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve
adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan
bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni
de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine
saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet
ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın
gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada
at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır:
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi,
câhiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en
büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden
gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak
değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan
olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan,
aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler
de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o
tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.)
putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle
tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.)
ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb;
en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la
câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte
Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâbçı
insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb
denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha
doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır.
Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin
adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya
dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında
yaşıyor. Câhiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.361
Câhiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.
362 Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır.363 Ve câhiliyye bir devlet
361 bk. 3/Âl-i İmran, 154
362 bk. 48/Fetih, 26
363 bk. 33/Ahzâb, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
anlayışı, bir yönetim biçimidir.364 Câhiliyyenin temel vasıflarından
kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern
câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda
yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar.
Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği
devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını
diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayâtlarını yok
ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün
çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların
fıtratları bozulduğu ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri,
ebedî hayâtları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu
gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur’an gelip
câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de,
buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi
niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde,
niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor?
Yani Kur’an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir,
ama Kur’an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a
bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir. Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama
Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a sahâbe gibi yönelmiyor.
Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun
hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir.
Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden
yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda
yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama
çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken
büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları
fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa,
karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla
yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini
ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır;
referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini,
kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya
hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir.
Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.
“Kur’an şifâdır.”365 Hem ferdî hastalık, problem, stres
ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda
364 5/Mâide, 50
365 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
CÂHİLİYYE
- 113 -
devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu
sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir
vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da
şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten
onu yaşamak içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır.
Artık Kur’an’a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan)
sakının ki merhamet olunasınız.”366 Mü’min, Kur’an’ı, musikisinden
yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak
için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. “Allah, şu Kur’an’la
amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” 367
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği
gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan
da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden
(Kur’an’ımdan) yüz çeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayât
ve geçim sıkıntısı vardır.” 368
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayâtında ilgi ve saygı görüyor,
tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır.
Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da
fertlerin irâdelerine ve toplum hayâtının akışına yön vermiyorsa
onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen
bu ana kaideyi iman ve amel hayâtımıza uygulayarak şu soruları
kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve
gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın
hayâtımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını
ihtivâ ettiğine inandığımız Kur’ân-ıKerim’in kişisel ve sosyal
hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur’ân-ıKerim vicdanların hâkim
düzeni ve pratik hayâtın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali,
istikbali bilen Allah’ı fiil ve hayâtımızda biricik ma’bud; ortaksız
ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah’ın
haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri
ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma’bud edinmektir.
İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri
yüceltmek ise Allah’a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah’a ortak koşmayı,
366 6/En'âm, 155
367 Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
368 20/Tâhâ, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul
eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah’ın ferdî, ailevî
ve ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur’ânıKerim,
düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir.
Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık
kitabı olmuştur. “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu
olanı, Allah’a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe
ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah’tan başkasının emirlerine ve
arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah’a bir nevi şirk koşmak
olacak.)” 369
Allah’ın yanısıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem
azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk
mü’minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan
şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur’an’la bildirilen
helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları
hemen bırakıyorlardı. Kur’ân-ıKerim’in yasalarına uymayı
Allah’ı ma’bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından
ötürüdür ki Rabbimizin Kur’an’da “Namaz kılınız” emri gelince
bütün mü’minler namaz kılmaya başlamıştı. “Zekât veriniz” emri
gelince, şartlarını taşıyan mü’minler, vermeyi bir iman zevki ve
vicdan neşesi haline getirmişlerdi. “Savaşınız” buyruğu ise bütün
mü’minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü’mini, Kur’an’ın
ferdî ve ailevî hayâtı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve
hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve
şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur’an’ı yaşanan bir nizam haline
getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur’an’ın yüce emir ve yasaklarını
tatbik etmemek; şanlı Peygamber’in önderliğinde yaşamamak,
imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek,
âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin
putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıl-dığı modern câhiliyette
yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak
için ashâbın Kur’an’a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah’a
kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur’an’ı harfiyyen
ve aynı heyecanla hayâtımıza geçirmeliyiz. “(Siz) O’nun Kitabı
Kur’an’a uyun. O’nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının
ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)” 370
Kur’an gölgesinde hayâtını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar,
câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak
görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı
369 İbn Mâce, Hadis no: 4205
370 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155
CÂHİLİYYE
- 115 -
tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını
koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar
mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği
o en büyük inkılâbı, câhiyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı
çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş
olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
Tefsirlerden İktibaslar
“Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir
topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” 371
Mevdûdi diyor ki:
Bu bölümde372 Allah, kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin
1- Kâfir, 2- Zâlim, 3- Fâsık olduklarını belirtmektedir. Aynı şekilde,
Allah’ın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya
koyduğuyla hükmeden kişi bu üç suçu da işlemiş olur. Önce,
Allah’ın indirdiğini reddetmekle küfr suçu işlemiştir. İkinci olarak,
bütünüyle adil olan Allah’ın indirdiğini çiğnemekle zulüm suçunu
işlemiştir. Üçüncüsü olarak ise, Allah’ın kulu olduğu halde, üzerine
Hâkim olanın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya bir başkasınınkini
benimsemekle fâsık olmuştur. Böylece uygulamada Rabbine
bağlı ve tâbi olmaktan çıkmış ve otoritesini inkâr etmiş olmaktadır
ki, bu da fısktır.
Bu küfür, zulüm ve fısk, İlâhi hükmü çiğnemenin parçalarıdır.
Bu yüzden böylesi bir çiğnemenin olduğu yerde bu üç suçtan kaçınmak
mümkün değlidir. Değişen niteliğine ve reddedişin boyutuna
göre suçun cinsidir. Eğer bir kişi İlâhî hükmün yanlış, kendisinin
veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, İlâhî hükme
aykırı hükümde bulunursa, kelimelerin tam anlamıyla bu kişi hem
kâfir, hem zâlim ve hem de fâsıktır. Bununla birlikte, eğer bir kişi
İlâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm
verirse, böyle biri İslâm toplumunun dışına çıkmış olmazsa da imanını
küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur. Aynı şekilde, eğer bir kişi
hayatın her alanında Allah’ın hükmünü reddederse her bakımdan
kâfir, zâlim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul
eder, bazılarında reddederse, bunu kabul ve reddi oranında
iman ve İslâm’ı küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur.
“Her biriniz için kanun ve hayat tarzı kıldık” cümlesi, “Bütün peygamberler
ve kitaplar aynı yaşama şeklini öğrettiği ve hepsi de
371 5/Mâide, 50
372 âyet 44-47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
birbirini doğrulayıp desteklediği halde, neden kanunlarının ayrıntılarında
farklılıklar vardır?” şeklinde gelebilecek bir soruya cevap
vermek için konmuş bir ara cümledir. Söz gelimi, yukardaki soru
bir örnekle şöyle sorulabilir: Çeşitli peygamberlerin ve kitapların
getirdiği kültürel ve sosyal düzenlemelerde, meşru ve gayri meşrunun
sınırlarında ve ibâdet biçimlerinde neden bazı farklılıklar
vardır?
Bu sorunun cevabı şöyledir:
1) Çeşitli konuların ayrıntılarındaki sözü edilen farklılıklardan,
bunların ayrı kaynak ve kökenlerinin bulunduğu sonucuna varmak
yanlıştır. Gerçekte hepsi de farklı toplumlara ve farklı zamanlara
uygun düşsün diye farklı düzenlemeler getirici Allah’tandır.
2) Hiç şüphesiz Allah, başlangıçtan beri tüm insanlar için tek
ve aynı Kanun’u koyabilir ve onların hepsini tek bir ümmet yapabilirdi;
fakat pek çok gerekli nedenlerle böyle yapmamıştır. Buradaki
hikmetlerden biri, kendilerine Allah tarafından verilene itaat
edecekler mi, etmiyecekler mi diye insanları denemektir.
İlâhî Sünnet’in ruhu ve niteliğiyle birlikte, taşıdığı düzenlemelerin
yerini anlayan ve önyargılı olmayanlar, hangi biçimde gelirse
gelsin gerçeği tanıyacak ve kabul edeceklerdir. Böyleleri Allah’ın
öncekilerin yerini almak üzere gönderdiği yeni düzenlemelere
teslim olmakta tereddüt göstermezler. Buna karşılık, Sünnet’in
gerçek ruhunu anlamayıp, yalnızca düzenlemeleri ve ayrıntılarını
Sünnet’in kendisi yerine koyanlar ve kendi yaptıkları eklentilerden
dolayı bağnazlaşıp önyargıya kapılanlar, ellerindekini değiştirmek
üzere Allah’tan gelen herşeyi reddedeceklerdir. Ve, bu tür
bir deneme yukarda sözü edilen iki tür insanı birbirinden ayırdetmek
için gerekliydi. Bu yüzden değişik kanunlar ve düzenlemeler
yapılmıştır.
3) Kanunların hepsinin gerçek hedefi, görünürde taşıdıkları
farklılıklara bakmadan, Allah’ın insanlara üzerinde yarışmalarını
emrettiği faziletlerin yeşertilmesidir. Bu yüzden, Kanun’un gerçek
amacını göz önünde bulunduranlar, İlâhî Kanunların ve düzenlerin
gösterdiği çizgide bu amaca doğru yürümelidirler.
4) Önyargıların, inadın ve yanlış zihni tavırların ürettiği farklılıklar
ne polemikçi sempozyumlarda, ne de savaş alanlarında çözülebilir;
bütün bunlar nihaî hükmüyle Allah tarafından karara
bağlanacaktır. Bu son Hüküm günü, gerçek açıklanacak ve insanlar
hayatları boyunca daldıkları tartışmalarda yatan Hakk’ın veya
Bâtıl’ın miktarını öğreneceklerdir.
CÂHİLİYYE
- 117 -
Câhiliyye: Arapça Câhiliyye kelimesi İslâm’ın zıddıdır. İslâm’ın
yolu bütünüyle her gerçekliğin bilgisine sahip olan Allah’ın gönderdiği
ilme dayanırken, İslâm’ın yolundan ayrılan ve ona karşı
olan her yol câhiliyyetin yoludur. Arabistan’daki İslâm öncesi döneme,
halkın yaşama yollarını sadece zan ve hevâya dayanarak
kendilerinin icat etmiş olması anlamında Câhiliyye dönemi denir.
Bu yüzden ne zaman bu yollardan biri benimsense, bu zaman
“câhiliyye” zamanı olacaktır. Aynı şekilde, bugün okullarda ve üniversitelerde
verilen bilgi yalnızca cüz’î, kısmî bir bilgi olup, hiçbir
şekilde insanlığa yol gösterebilecek bir bilgi değildir. Bu yüzden,
İlâhî bilgiyi hiçe sayarak, cüz’î bilginin yardımıyla oluşturulmuş
hayale, zanna ve tahmine dayalı tüm hayat sistemleri, İslâm öncesi
sistemler gibi câhilî sistemler olmaktan kurtulamayacaktır.
Bu böyle iken o ilim ve din iddiasında bulunanlar, Allah’ın
hükmüne râzı olmayıp da kötülüğe meyletme, dalkavukluk,
garazkârlık, eşitsizlik gibi haksız dâvâya tâbi olan câhiliyyet hükmü,
câhiliyyet kanunu mu istiyorlar? Hâlbuki hüküm ve hâkimiyeti
Allah’tan daha güzel olan kim vardır? Allah’ın hükmünden daha
güzel hangi hüküm, Allah’ın hükmüyle hükmeden hâkimden
daha güzel hükmedecek hangi hâkim düşünülebilir? Fakat bu
soru herkese değil, îkân (sağlam bilgi) sahibi olan kimseler, topluluklar
içindir. Bunu ancak sağlam bilgi ehli olanlar takdir eder.
Yoksa küfür ve şüphe içinde bulunanlar, kalblerinde hastalık olanlar,
bir zâlimin haksız hükmüne “daha güzeldir” demekten çekinmezler.
Rivâyete göre bu âyet, Benî Nadîr ve Benî Kureyza yahudiler
i arasındaki adam öldürme olayından dolayı Peygamberimizden
hüküm talep etmeleri ve Peygamberimiz tarafından Mûsâvat
(eşitlik) ile hükmedilmesi üzerine Benî Nadir’in bu eşitlik hükmüne
râzı olmayarak câhiliyye âdeti üzere üstünlük sevdasında bulunmaları
se b ebiyle nazil olmuştur. Bu sebebe göre, yahudilerin
İslâm yoluna, Muhammed Aleyhiselâm’ın hükmüne iman ve ittiba
etmemekle yalnız Kur’ân’a ve Muhammed Aleyhisselâm’a değil,
kendi dinleri ve kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı ve Mûsâ
şeriatını da tanımayıp mutlak İlâhî hükmü inkâr ederek câhiliyye
hükümleri peşinde koşmak istediklerini beyan ve isbat etmekle;
hem iman iddialarına rağmen küfür, hem ilim ve şeref iddialarına
rağmen cehâlet, bozgunculuk ve azabı haketmeleriyle cezalandırmış
ve sebebin özelliğiyle beraber mefhumun genelliğine göre
de bu hükmün yalnız yahudilere mahsus olmayıp hıristiyan ve diğerleri
hakkında da böyle olduğunu ve dolayısıyla İslâm şeriatının,
umumun şeriatı ve herkesin yolu olup, bunu tanımayan yahudi ve
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
hıristiyanların kendi din ve şeriatlerini de tanımamış olacaklarını
anlatmış ve bu şekilde müslümanların ümmetler arası vazifelerindeki
genişliğin önemini göstermiştir. 373
“Sana da daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu
olan bu hak kitabı indirdik. Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği
âyetlere göre hüküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi
arzularına uyma.
Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi,
sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda sizleri denemeyi
diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah’a döneceksiniz
ve O anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber
verecektir.
O halde onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm ver,
onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah’ın indirdiği hükümlerin
bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın, eğer sana sırt çevirirlerse bil ki,
Allah, günahlarının bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku
yok ki, insanların çoğu fâsıktır.
Yoksa istedikleri câhiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre
Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir
mi hiç?” 374
Seyid Kutub diyor ki:
Anlatımdaki bu netlik, ifadedeki kesinlik, kimi durumlarda
ve koşullarda kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa- herhangi
bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler karşısında
bu denli kesin önlemler alınmış olması, insanı ister istemez
duraksatıyor... Bu âyetler karşısında insan elinde olmaksızın
oturup düşünmek zorunda kalıyor. Kimi insanlar, koşullar ve durumlar
bunu gerektiriyor diyerek Allah’ın şeriatını tümüyle inkâr
etmelerine karşın, hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık iddiasında
bulunabiliyorlar, şaşırmamak elde değil!.. Kişi, Allah’ın şeriatını
tümüyle terk etmesine karşın, nasıl oluyor da hâlâ müslüman olduğunu
iddia edebiliyor? Bu tür insanlar kendilerini, nasıl oluyor
da hâlâ “müslüman” olarak niteleyebiliyor? İslâm’la hiçbir bağları
kalmamasına karşın, Allah’ın şeriatını tamamen terk etmelerine
karşın, her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her koşulda
her durumda uygulanmak zorunda olan Allah’ın şeriatını
reddederek O’nun ilahlığını inkâr etmiş olmalarına karşın, hâlâ
nasıl “müslümanlık” iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara,
373 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
374 5/Mâide, 48-50
CÂHİLİYYE
- 119 -
şaşırmamak, hayret etmemek elde değil.
“Sana da bu hak kitab (Kur’an)’ı indirdik”. Âyetteki “hak” kelimesine,
ilahlık açısından yani şeriat belirleme, kanunlar koyma
yetkisinin Allah’a ait olacağının belirtilmesi açısından bakmamız
gerek. “Hak”, Kur’an’ın içeriğinde, ondaki inanç ve şeriat esaslarında,
orada anlatılan her olayda ve verilen her buyrukta somut
bir biçimde ortadadır.
Kur’an, “daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu”
olarak indirilmiştir. Kur’an, Allah’ın dininin, nihâî biçimidir.
Allah’ın dini ve de yaşam biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve
sistem noktasında nihai kaynak, Kur’an’dır. Artık Allah’ın dininde
hiç bir değişikliğe gidilmeyecektir.
Semâvî dinlere mensup insanlar arasında, ister inanç esasları,
isterse şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık baş gösterdiğinde,
bunu çözümleyebilmek için müracaat edilmesi gereken
kitap Kur’an’dır. Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa
başvurulacak kitap Kur’an’dır. Yaşama ilişkin herhangi bir meselede
görüş ayrılıkları olduğunda, müracaat edilmesi gereken
kitap, Kur’an’dır. Bu noktalarda, temelde söz konusu nihai kaynaktan
beslenmeyen kişilerin sunacağı görüşlerin hiçbir “kıymet-i
harbiye”si yoktur.
Âyette hemen ardından, bu gerçeğin getirdiği zorunluluklar
ekleniyor: “Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre
büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!”
Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında hüküm vermesi için
başvurmakta olan hristiyanlar hakkında, öncelikle peygamberimize
yöneliktir. Ancak, âyeti salt bu olaya özgü kılmak doğru
değildir. Mademki artık nihai kaynak olan Kur’an’ı değiştirmek
üzere yeni bir peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir,
öyleyse bu âyetteki hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak
genel bir hükümdür.
Allah’ın dini Kur’an’la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah’ın
bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur’an’la son
bulmuştur. Allah, Kur’an’ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni olmasını
uygun görmüş bulunmaktadır. Kur’an’ı değiştirmek, onun
hükümlerinden herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı
bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır.
Allah bu dini insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları
kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak
uygun gördüğünde, bunun tüm insanların yararına olacağını,
kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm’a ilişkin
bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkâra götürür. Buna yeltenen
bir kişi, diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden
çıkmış demektir.
Allah, bazı insanların, Allah’ın indirdiklerinden ödün vermeye
götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de yönetenlerin ya
da yönetilenlerin keyfï arzularına kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında
belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe
koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda
kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal
edebileceklerini biliyordu. Bu nedenle de söz konusu âyetlerde
peygamberimizi, yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için
uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah’ın indirdiği hükümlerin
bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınmasını istiyor...
İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı ülkedeki
değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri benimsemiş olan
farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp biraraya toplama noktasında
insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler, karşılarındaki
insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi
basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde –bunlar anladığımız
kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi
kolaylaştırma yoluna başvururlar.
Rivâyete göre yahudiler peygamberimize gelerek, belirli bazı
hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak
olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada
uyaran âyet de, yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti..
Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak
gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman
için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi
son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları
göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla
karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek
ihmalkârlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı
uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah,
dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri
için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla,
yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi.
Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar
Allah’a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir.
Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda
sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik
düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi
CÂHİLİYYE
- 121 -
bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten
birleşmezler:
“Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir anayol belirledik. Allah
dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda, sizleri
denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz
Allah’a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin
içyüzünü size haber verecektir.”
Allah’ın şeriatı bâkîdir, herşeyden daha değerlidir. Onun bir
bölümünü de olsa, Allah’ın uygun görmediği bir şey uğruna kurban
etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her
birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir
yol vardır. İnsanlar, Allah’ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı
yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve
bu noktada onları serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir.
İnsanlar sonuçta Allah’a döneceklerdir. Ve o gün dünyada
benimsedikleri yola göre, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
Öyleyse bir kimsenin, Allah’ın şeriatını gözetme adına, bir başka
deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme adına, tüm
insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması, boşa
kürek çekmek demektir. Allah’ın şeriatından ödün vermek yada
onda bazı değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna
neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların
yaşamında adâleti ortadan kaldırmak, insanların birbirlerine
köle olmalarına, Allah’ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine zemin
hazırlamak dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Bu ise en büyük
kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler
peşinde koşmak, doğru değildir. Çünkü insanın doğası için
Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu, Allah’ın hikmeti
gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı
görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları
yaratan Allah’tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi
bilmektedir. Sonuçta herkes O’na dönecektir.
Böylesi bir amaçla, Allah’ın şeriatındaki herhangi bir hükmü
kolaylaştırmaya kalkışmak -bu âyetten anlaşıldığı ve de yaşamın
her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi
bir girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah’ın irâdesine de
uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah’ın isteklerini gerçekleştirmek
için didinen- müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda,
kendilerini “müslüman” olarak yaftalayan bazı kimseler, nasıl
oluyor da örneğin şöyle laflar edebiliyorlar: “Turistleri kaybetmek
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
istemiyorsak, şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz hiç de doğru olmaz”
Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden insanlar var bugün!
Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha
çiziliyor. Bu konudaki ilk âyette: “Buna göre onların arasında
Allah’ın indirdiği âyetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten
saparak onların keyfi arzularına uyma!” denilmiştir. Kısacası,
Allah’ın şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek
yasaklanmıştı. Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini
Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından
sakınması için uyarılıyor: “O halde onların arasında Allah’ın indirdiği
âyetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni
Allah’ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!”
Buradaki uyarı, daha kesin ve daha vurguludur. Burada mesele,
tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi şaşırtmacalara
kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki
olay söz konusudur: Ya Allah’ın indirdiği hükmü aynen vermek ya
da insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına
ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.
Âyette daha sonra keyfî arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek,
peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri
meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu
yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa,
İslâm’ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah’ın şeriatıyla
yargılanmaktan yüz çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir.
(O dönemde, bu konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra,
“daru’l-İslâm”da İslâm şeriatıyla hüküm vermek zorunlu kılındı):
“Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların bazısı yüzünden onları
cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fâsıktır.”
Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur. Onların bu
tutumları seni, Allah’ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle sarılmaktan
ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü
kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz
çevirmekteler. Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan
ötürü cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde
girecek olanlar, onlardır. Onların bu tavırları ne sana zarar getirir,
ne Allah’ın şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara...
İnsanın yapısı böyledir: “İnsanların çoğu, fâsıktır.”
Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu
noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın. Bunda şeriatın
da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün
değildir. Böylece şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm
pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda olursa
CÂHİLİYYE
- 123 -
olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol
açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.
Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk
ediliyor. Ya Allah’ın hükmü ya da câhiliyyenin hükmü... Bu ikisinin
ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya,
yeryüzünde Allah’ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında
Allah’ın hükmü yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah’ın sistemine
göre yönlenecek... Ya da, câhiliyye hükmü, keyfï arzulara
göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik sistemi yürürlükte olacak... Bu
iki alternatiften hangisini istiyorlar? “Yoksa istedikleri, câhiliyye düzeni
midir? Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği
hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Câhiliyyenin anlamı bu âyette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor.
Câhiliyye -Allah’ın belirttiği, Kur’an’da ifade edildiği üzere-
insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle
kılınması, Allah’a kulluğun bırakılması, Allah’ın ilahlığının reddedilmesi
ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve
-Allah’a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu âyetin ışığında baktığımızda, câhiliyyenin tarihsel
bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Câhiliyye, bir olgudur.
Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır.
Câhiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm’a karşı
olmadır.
Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir
konuda bile ödün vermeksizin Allah’ın şeriatına göre hükmediyorlarsa,
bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim
oluyorlarsa, Allah’ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer,
beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa
-hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa,
onlar câhiliyye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda
hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar,
Allah’ın dinini değil! Allah’ın hükmünü istemeyen, câhiliyye hükmünü
istiyor demektir. Allah’ın şeriatını reddeden, câhiliyye düzenini
kabul ediyor, câhiliyyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan
iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri
yolu seçmekte özgürdürler. Ardından Allah bu tür insanlara,
câhiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir.
Yine bu soru, Allah’ın hükmünün daha üstün olduğunu
vurgulamaya yöneliktir: “Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden,
Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Evet! Allah’tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır?
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
İnsanlar için Allah’ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat
ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir?
Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle
açıklayabilir? Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından
daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların
rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar
için en uygun olanı, onların yararını Allah’tan daha iyi gözetiyorum
diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen,
onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların
sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen
Allah’ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin
ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini
iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği
için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler
tarafından kavranmıştır diyebilir mi?
Allah’ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine câhiliyye şeriatını,
câhiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya
da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah’ın şeriatından,
Allah’ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler
söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini müslüman olarak adlandıran bir insan, bu
türden sözler edebilir mi? İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum
çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan
çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında
şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur’an doğrultusunda hayat sürmelerini,
onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından
ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken,
daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?
Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten
gelinemeyecek durumları, Allah’ın şeriatı ihata edemeyecek
denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi
için bu denli kesin bir ifâde ‘ kullanan ve insanları özenle
uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?
Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir.
Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia eden
bir kimse bu türden sözler edebilir mi? Bu türden sözler edebiliyorsa
onun İslâm’la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra,
onda İslâm’ın en ufak bir izi görülebilir mi?
Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır.
Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm, ya
câhiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
CÂHİLİYYE
- 125 -
Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm vermeyenler, kâfirlerin,
zâlimlerin, fâsıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah’ın
hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mü’min değildirler. Bu meseleyi
müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir.
Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah’ın hükmünü uygulama noktasında
asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu
olarak, dosta da düşmana da Allah’ın şeriatını uygulamalı ve de
bunun neticesine katlanmalıdır.
Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse,
bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının
içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru
yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin
sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru
kabul edilse bile, “müslüman” olmayı isteyen, müslümanlığın
gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice
netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir...
Buradaki âyetlerin tümü, sûrenin başında belirttiklerimizi
doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere, bu sûredeki
âyetlerin tümü, hicretin altıncı yılında Hudeybiye’de indirilen Fetih
sûresinden sonra indirilmiş olamaz. Tam tersine bu sûrenin pek
çok bölümü, -Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr savaşının
ardından da Benî Kaynuka yahudilerinin sürülmelerinden önce
indirilmemişse de- Fetih sûresinden -en azından- Ahzab savaşının
meydana geldiği hicrî dördüncü yılda Benî Kureyza yahudilerinin
Medine’den sürülmelerinden önce indirilmiş olmalıdır.
Buradaki âyetlerde, birtakım olaylara, Medine’deki İslâm toplumunun
tanık olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin, münafıkların
tutumlarına ve konjonktürel durumlarına değiniliyor. Söz
konusu tutumlar ve konjonktürel durumlar, yahudilerin gücünün
kırılmasıyla bertaraf edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza
sorunuydu.
Bu âyet, yahûdilerin ve hristiyanların dost edinilmelerine ilişkindir.
Âyetteki uyarıda -hatta tehditte- onları dost edinenin onlardan
biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla dostluk kuran
ve bunu başlarına bir bela geleceğinden korkmakla gerekçelendiren,
kalpleri hastalıklı kişilere yöneliktir. Yine âyette müslümanların,
dinlerini hafife alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan
nefret etmeleri istenmektedir. Bununla da, -müslümanlar
namaza durduklarında- onların namaz kılmalarını hafife alan ve
alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm bu olumsuzluklar,
Medine’de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli imkânlara sahip
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
oluşlarından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, bu tür kargaşaların
olması, böylesi olayların yaşanması, ayrıca âyetlerde böylesine
sert bir uyarı ve tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi, ardından
yahudilerin gerçek durumlarının açıklanması, teşhir edilip kınanmaları,
bu bağlamdaki binbir komplolarının, entrikalarının, manevralarının,
her türlü kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi son
derece olağandır.
Buradaki âyetlerin iniş nedenlerine ilişkin çeşitli rivâyetler vardır.
Bunların kimisinde bu âyetlerin, Bedir savaşından sonra ortaya
çıkan Benî Kaynuka sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl’un tavrı
ve kendisi ile yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini, “Doğrusu
ben başımı belaya sokmak istemiyorum, bu nedenle de onlarla
dostluğumu kesemem” diyerek aklamaya çalışması üzerine indiği
belirtilir.
Aslında, bu rivâyetler olmaksızın da, âyetlerin yapısını ve içeriğini
nesnel bir yaklaşımla incelemek ve de bu âyetleri peygamberimizin
Medine’deki yaşamında tanık olduğu olayların kronolojik
sırasına göre ele almak bile, söz konusu âyetlerin iniş zamanına
ilişkin bu sûrenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya yeterlidir.
İslâm Toplumunun Ana İlkeleri: Buradaki âyetlerde, İslâm
toplumunun eğitimine ve bu toplumun, kendilerine Allah tarafından
belirlenmiş misyonu yerine getirmeye hazırlanmasına ilişkin
Kur’an’ın öngördüğü metod dile getiriliyor. Ayrıca söz konusu
metodun, müslüman bireyin ve İslâm toplumunun kimliğinde her
zaman için kesinkes yarleşmesi istenen ana ilkeleri ve prensipleri
belirtiliyor. Bu ana ilkeler ve prensipler, sâbittir. Bunlar, sadece tek
bir ulusa ya da tek bir kuşağa özgü değildir. Tam tersine bu ana
ilkeler ve prensipler, her kuşakta müslüman bireyin ve İslâm toplumunun
oluşumunun temeli niteliğindedir.
Kur’an’da müslüman bireyin eğitimine ilişkin belirlenen metot
temelde şöyledir: Müslüman, rabbine, peygamberine, inancına
ve İslâm toplumuna içtenlikle bağlanmalıdır. İçinde yer aldığı
saftaki insanlar ile Allah’ın sancağını taşımayan, peygamberimizi
önder kabul etmeyen, Allah’ın taraftarları konumundaki gruba
katılmayan saftaki insanlar arasında mutlaka kesinkes bir ayrım
yapmalıdır. Müslüman, Allah’ın gücüne bir örtü, ayrıca insanlığın
yaşamı ve tarihsel olaylara ilişkin Allah tarafından belirlenmiş yazgının
gerçekleştirilmesi için bir araç olmak üzere, Allah’ın seçtiği
bir kimse konumunda bulunduğunu bilmelidir. Ona böylesi bir
konum belirlenmiş olması -tüm yükümlülüklerle birlikte- Allah’ın
dilediği kimselere verdiği bir lütfu, bir bağışıdır. Müslüman
CÂHİLİYYE
- 127 -
olmayan kimselerle dost olmak, Allah’ın dininden dönüş, o yüce
konumdan kaçış ve Allah’ın o güzelim lütfunu bir kenara bırakış
demektir.
Müslüman bireyin, yukarıda anlattığımız doğrultuda yönlendirildiği,
buradaki âyetlerin çoğunda açıkça görülüyor:
“Ey mü’minler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar, birbirlerinin
dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.
Hiç kuşkusuz Allah, zâlimleri doğru yola iletmez.”
“Ey mü’minler! İçinizden kim dinden dönerse bilsin ki, yakında Allah
öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da
O’nu severler. Bunlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu
davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, biç kimsenin yergisinden ve
kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.”
“Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılan,
zekât veren, rükûa varan mü’minlerdir.”
“Kim Allah’ı, Peygamber’i ve mü’minleri dost edinirse bilsin ki gâlip
gelecek olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların grubudur.”
Sonra Kur’an, düşmanlara ilişkin gerçek, kendisinin onlara ve
onların da ona karşı verecekleri savaşa ilişkin gerçek konusunda
müslümanın bilincini kristalize ediyor. Bu savaş, bir inanç, bir öğreti
savaşıdır. Müslüman ile düşmanları arasındaki bitmeyen sorun,
inançtır. Karşısındakiler ona, her şeyden önce inancından ve dininden
ötürü düşmandır. Onların bu durmak bilmeyen düşmanlıkları,
fâsıklıklarından, Allah’ın dininden sapmalarından, Allah’ın dinine
uyup doğru yol üzere yürüyenlerden hoşlanmamalarından kaynaklanıyor.
“De ki; Ey kitap ehli! Bizden hoşlanmamanızın tek sebebi Allah’a,
bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız
değil mi? Gerçekten çoğunuz fâsık, yoldan çıkmış kimselersiniz.”
İşte, meselenin düğüm noktası budur. İşte, temel faktörler
bunlardır! Bu metodun, bu temel direktiflerin değeri gerçekten
büyüktür. Bu doğrultuda Allah’a, dinine, peygamberine ve İslâm
toplumuna bağlılıktaki içtenlik ve de savaşın, ayrıca düşmanların
niteliğini kavramak, imanın gereğini yerine getirme, müslüman
bireyin eğitme ve İslâmcı grubun örgütsel etkinlikleri açılarından
son derece önemlidir. İslâm sancağını taşıyan kimseler, kendileri
ile kendilerinin taşıdıkları sancağı taşımayan karşıt komplolar arasında
kesinkes bir ayrımı benliklerine yerleştiremedikleri, sadece
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
Allah’a, peygamberine ve kendi mü’min liderlerine bağlı kalamadıkları,
düşmanlarının, bu düşmanlığı doğuran nedenlerin, onlarla
aralarındaki savaşın niteliğini kavrayamadıkları, onların tümünün
müslümanlara düşman, müslümanlara ve İslâm inancına karşı
mücadele konusunda ise birbirlerine dost olduklarını anlayamadıkları
sürece, gerçekte iman etmiş olamayacak, müslümanlıkları
hiçbir değer ifade etmeyecek ve yeryüzünde hiçbir şey gerçekleştiremeyeceklerdir.
Buradaki âyetlerde, İslâm düşmanlarını müslümanlarla savaşa
iten faktörlerin ortaya koyulmasıyla yetinilmiyor. Buna ek olarak,
müslümanın savaştığı kimseyi gerçek yüzüyle tanıması, gireceği
savaşta vicdanının rahat olması, vicdanında bu savaşın zorunluluğuna
ve kaçınılmazlığına ilişkin en küçük bir kuşku kalmaması için,
söz konusu düşmanların nitelikleri ve sapıklıklarının boyutları da
dile getiriliyor: “Ey mü’minler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz.
Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.”
“Ey mü’minler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile
kâfirlerden dininizi alaya alanları eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz.
Eğer gerçekten mü’min iseniz, Allah’tan korkunuz. Birbirinizi
namaza çağırmak için ezan okuduğunuz zaman onlar, bu çağrınızı alaya
alırlar, eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların aklı başında olmayan
kimseler olmalarından kaynaklanıyor.”
“Onlar yanınıza geldiklerinde, ‘inandık’ dediler. Oysa yanınıza kâfir
olarak girmiş ve yine kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları
duyguları herkesten iyi bilir. Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta
ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey
ne kadar kötüdür!”
“Yahûdiler, ‘Allah’ın eli sıkıdır’ dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri
bağlansın, onlara lanet olsun! Tersine, O’nun iki eli de açıktır, dilediği
gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen âyetler, onların çoğunun azgınlığını
ve kâfirliğini arttıracaktır.”
İşte, söz konusu niteliklerinden, İslâm toplumuna karşı takındıkları
tavırlardan, müslümanlara karşı oluşlarından, onların dinleriyle,
namazlarıyla alay etmelerinden ötürü müslümana düşen,
vicdanı rahat bir biçimde onları kesinkes başından defetmektir...
Yine âyetlerde, mü’minler ile karşıt güçler arasındaki savaşın
sonucunun ne olacağı ve de -âhirette herkesin yaptığının karşılığını
görmesinden önceki bu dünya hayatında toplumların akıbetleri
açısından da imanın ne denli değerli olduğu ifade ediliyor: “Kim
Allah’ı, Peygamber’i ve mü’minleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek
CÂHİLİYYE
- 129 -
olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların ruhudur.” “Eğer kitap ehli, iman
edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu
cennetlere koyardık.”... “Eğer onlar Tevrat’a, İncil’e ve Rabbleri tarafından
kendilerine indirilen Kur’an’a uygun yaşasalardı, başları üzerinden
ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi...”
Buradaki âyetlerde, Allah’ın, kendi dini için seçtiği, böylece
yüce bir misyon yükleyerek büyük bir lütufta bulunduğu müslümanın
niteliği de dile getiriliyor: “Ey mü’minler, içinizden kim
dinden dönerse bilsin ki yakında Allah böyle bir grup ortaya çıkaracak
ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler, bunlar
mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar,
Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından
çekinmezler. Bu, Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. 375
Câhilin Bazı Karakteristikleri
Cehl ya da cehâlet, toplumumuzda genellikle ümmî karşılığında
anlaşılmıştır. Bunun yanlışlığını biliyoruz.
Gerçekten, ‘câhil’in, okuma-yazma bilmeyen (illiterate) ya da
mevki-makam sahibi olmayan kişi olmadığı, İslâmî muhtevâyı kavrayan
insanlar için daha da kesinlik kazanmaktadır.
Kimdir câhil o halde?
Câhilin genel ve kapsamlı bir tarifini aramak yerine, en belirgin
karakteristiklerini sergilemek daha uygun olacaktır:
Câhil ilme ve akletmeye karşıdır. Arzu ve hevâsı onun akıl
fekkürünü köreltmiştir. İlimden, düşünceden hep köşe-bucak kaçmaktadır.
“Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan”
Câhil dogmacıdır. İnanç ve davranışlarına esas aldığı öncüllerini
akıl ve tefekkürle oluşturamaz. Her inanç ve davranışında a
piori’lik vardır.
Câhil kolaycıdır. Tefekküründeki yozlaşmadan ötürü her sonuca
kolay ulaşmak çabasındadır. Dolayısıyla slogancı ve şabloncudur.
Kendine yön veren esaslar için mahdut sayıda slogan ve
şablon oluşturmuş olup bunlara uygun düşmeyen her fikri, her
davranışı mahkûm etmektedir.
Câhil statükocudur. Bozulmuş çevrelerin ürünü olan fıtrî ve
fikrî bozulmuşluğunu değiştirmeye zorlayan her şeyden rahatsız
375 Fî Zılâli’l-Kur’an
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
olmaktadır. “… elden gidiyor!” huzursuzluğunu iliklerine kadar
hissetmektedir. Bunu kamufle etmek için -sözüm ona- geleneğini
ve ecdâd mirası (!)’nı savunmaktadır.
Câhil kalabalıkçıdır, kemmiyetçidir. Ona göre, bir fikrin doğruluğu,
sahip çıkanların kalabalık oluşu ya da onu onaylayan parmak
sayılarının çokluğu ile; bir eserin ilmîliği ise sayfa sayısının
bolluğu, ciltlerinin taşınamaz ağırlığı ile belirlenir. Bir noktada
‘bâtıl’ının farkına varsa bile “elle gelen düğün-bayram” enjeksiyonuyla
statüsünü korumaya devam eder.
Câhil hoşgörüsüzdür. Kendi fikri ve zikrine aykırı her ‘karşı’nın
yokedilmesi gereğine inanır. Kendine alternatif gibi görünenlere
“urun kellesini!” formülü uygulanır.
Câhil yaftacıdır. Başka usûllerle yok edemediği rakibine yakıştıracağı
yaftalar icad etmede üzerine yoktur. Karşısındakini dinler
görünürken bile, aslında onu ne ile itham edeceğini hangi yaftalarla
taltif edeceğini kurmaktadır.
Câhil iftirâcıdır. Rakibi bildiğine iftirâ ederken tek endişesi
maddî müeyyide ve tehlikelerdir. İlâhî muhâsebe yönünden bir
endişesi yoktur.
Câhil telâşlıdır. Becerebileceği herhangi bir önlemle engelleyemediği
fikir ve eylemler karşısında telâşı büyüktür. Bunun sonucunda
provokatör bir karakter ortaya çıkar.
Câhil maddecidir. Bütün değer ölçülerine madde ve yakın
menfaatler temel teşkil etmektedir. Kendisine ‘madde’ ya da
‘mîde’ yoluyla etki yapmak en kolay iştir.
Ve...
Câhil putçudur. Yalnız Yaratıcı’sına kul olmasını bilemediği
için başka ma’budlara köle olmuştur. Servet, şöhret, şehvet, iktidar
hırsı ve benzerlerinden oluşan ma’budlar panteonunda kulluğunu
sürdürmektedir.
Asr-ı Saâdet’in câhil prototipi Ebû Cehl’in Bedir’de öldürülüp
tarihe karıştığını; câhiliyye döneminin, İslâm’a takaddüm eden
dönemden ibâret olduğunu sanırsak günümüzdeki cehâlet psikozlarına
bir yenisini ilâve etmiş oluruz.
Allah’a teslim olmuş ‘müslim’lerin imtihanları gereği her devirde
var olması mukadder olan Cehâlet’le yapılacak sürekli savaşta
Allah’tan muvaffakiyetler diliyoruz. 376
376 Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Birun Y. s. 251-252
CÂHİLİYYE
- 131 -
Câhiliyye Demek…
Câhiliyye kavramının anlam yönüyle bir değil; birkaç zıddı vardır.
Bu, diğer kavramlarda pek görülmez. Câhiliyye kelimesinin
zıtlarından yola çıkarak câhiliyyenin ne anlama geldiğini rahatlıkla
değerlendirmek mümkündür. Şöyle ki:
Câhiliyye; Zıddı Hılm. Hılm, insanın duygularını frenlemesi, kör
ihtiraslarını yenmesi demektir. Hılm, akıl gücü ve kontrolü demek
olduğundan, buna göre; Câhiliyye: Barbarlık, vahşet, bağnazlık,
zulüm demektir
Câhiliyye; Zıddı İslâm. İslâm, Allah’a şirk koşmadan iman edip
O’nun hükümlerine teslim olmak, yalnız O’na ibâdet edip kulluk
yapmak demek olduğundan, buna göre Câhiliyye: Hakkı örtmek,
inkâr, Allah hakkında kötü zan, yani her çeşit şirk demektir.
Câhiliyye; Zıddı Saâdet (Asr-ı Saâdet). Bilindiği gibi, ilk
câhiliyye asrı, İslâm’ın hâkimiyetiyle sona ermiş, Medine İslâm
Devletiyle birlikte asr-ı saâdet (mutluluk çağı) başlamıştır. İslâm
hâkimiyetinin olmadığı yer, câhiliyyenin hükmünün geçtiği yerdir.
Bu yerlerdeki câhiliyye siyâseti, uygulama ve değer yargıları,
hangi zaman diliminde olursa olsun, o ülkenin câhiliyye asrını yaşadığını
gösterir. Buna göre Câhiliyye: Gayr-ı İslâmî düzen olduğu
gibi; aynı zamanda saâdetin, huzur ve mutluluğun zıddı olan huzursuzluk,
fitne, kargaşa, fesat, sıkıntı, stres ve bunalım demektir.
Câhiliyye; Zıddı ilme/vahye mensûbiyet. Câhiliyye, vahye dayanmayan,
akıl ve ilim gibi araçları uygun biçimde kullanmayan
insanların oluşturduğu uydurmalara, arzulara dayanan bir dünya
görüşüdür. Buna göre Câhiliyye: Bilgisizlik, özü ve lâzım olanı
bilmemektir, bilinçsizlik, zanna ve hevâya, kalabalığa (asabiyeye,
kabileye, topluma, ırka, atalara) dayanmaktır. Bilinmesi gerekeni,
bilinmesi gerektiği gibi bilip kabul etmemektir, câhilliktir câhiliyye.
Câhiliyye; düzendir, düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/
şirktir, ahlâk(sızlık)tır, çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır,
bâtıldır, uydurmadır, hevâdır, zandır, bilgisizliktir.
Modern çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü,
ahlâk(sızlığ)ı, dünya görüşü ve değer yargıları, her çeşit müşriğin
çok ilkel olduğunu, on dört asır öncesinin câhiliyye hayatına dönmek
isteyen gericilik olduğunu göstermektedir. Müslümanlara
gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi hortlatmak
isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı
değer yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi,
yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
Câhiliyyenin itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında
câhiliyye zannı ve inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır.377
Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan,
hevâya dayanan ahlâk anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu
ifsad edecek şekilde açılıp saçılması şeklinde kendini gösteren,
kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren, kadınları hor gördükleri
için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri gömmekten
çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler. 378
Câhiliyyenin temel özelliklerinden biri de yönetim şekli, düzen
konusundadır. Her dönem câhiliyyesi, Allah’ın indirdikleriyle
değil, kendi hevâlarından kaynaklanan câhiliyye yönetimini
isterler, böyle bir yönetimin en iyi idâre sistemi olduğunu iddiâ
ederek insanları onunla yönetip zulmetmekten vazgeçmezler.379
Câhiliyyenin bir diğer temel özelliği gayr-ı İslâmî (câhilî) yaşayış biçimidir,
değer yargıları ve dünya görüşüdür. Bu, daha çok câhiliyye
taassubu, barbarlığı, ataların yolunu körü körüne sürdürmek isteyen
taklitçik şeklinde ortaya çıkar.380 Her dönem câhiliyyesi ilme/
vahye dayanmadığı, câhilliğe, zanna dayandığı için toplum, esas
bilinmesi gerekeni bilmeyen, esas inanması gerekene gerektiği
gibi inanmayan, özden ve özünden kopan, bilgi kirliliği içinde kaybolup
Haktan uzaklaşan insanât bahçesidir. Onun için câhiliyyede
putlara tapma, sömürü, fâizcilik, ırkçılık, kan dâvâsı, câhilliğin
temel görüntüsü olan Kitapsızlık, Kitapsız toplum, zulüm, şiddet
ve zorbalık, (fallar, burçlar, astroloji, yıldızların kader belirlediği
anlayışı gibi) bâtıl inanç ve hurâfeler, tahrifatçı din anlayışı, geleneğin
din yerine geçmesi gibi hususlar sözkonusudur.
Seyyid Kutub’un dediği gibi; şimdi tam bir yol ayrımındayız.
Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın
gereği yoktur. Ya İslâm ya câhiliyye! Ya iman ya küfür. Ya
Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
Câhiliyyenin açtığı ve kıyâmete kadar sürdüreceği savaşın bilincinde
olup her çeşit câhiliyyeyi terk eden, safını Allah’tan yana
seçip İslâm’a teslim olan ve toplumu yeniden Saâdet Asrı’na dönüştürüp
saâdeti/İslâm’ı asra taşımaya çalışanlara selâm olsun!
377 Bk. 3/Âl-i İmrân, 154
378 Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl, 58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14
379 5/Mâide, 44, 45, 47, 50
380 Bk. 48/Fetih, 26
CÂHİLİYYE
- 133 -
Câhiliyye Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
1. Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 4 Yerde): 3/
Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26.
2. Câhiliyye Kelimesinin Kökü “c-h-l” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam
24 Yerde): 2/Bakara, 67, 273; 3/Âl-i İmrân, 154; 4/Nisâ, 17; 5/Mâide, 50; 6/
En’âm, 35, 54, 111; 7/A’râf, 138, 199; 11/Hûd, 29, 46; 12/Yûsuf, 33, 89; 16/
Nahl, 119; 25/Furkan, 63; 27/Neml, 55; 28/Kasas, 55; 33/Ahzâb, 33, 72; 39/
Zümer, 64; 46/Ahkaf, 23; 48/Feth, 26; 49/Hucurât, 6.
3. Câhiliyye Konusu:
4. Câhiliyye Âdetleri: 5/Mâide, 103-104.
5. Allah Hakkında Câhiliyye Zannı: 3/Âl-i İmrân, 154.
6. Câhiliyye Hükmü: 5/Mâide, 50
7. Kadınların Câhiliyye Kırıtması ile Yürümesi: 33/Ahzâb, 33.
8. Câhiliyye Asabiyeti/Irkçılığı: 48/Fetih, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
2. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y./Yenda Y.
3. Câhiliyye Düzenini terk etmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
4. Câhiliyyenin Değişmeyen Yüzü, Faruk Köse, Birleşik Dağıtım, Ankara
5. 20. Asrın Câhiliyesi, Muhammed Kutub, Hilal Y.(?)
6. İslâm’a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş,
Beyan Y.
7. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. 1982
8. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
9. Toplum-Hukuk İlişkisi Açısından Câhiliyye Hukuku Örneği, Zihniyet
Değişiklikleri ve Çağdaşlaşma, Ensar Vakfı Y. Bursa
10. İslâm Hukuku Açısından Cehâlet, Ebû Yusuf Midhat b. El-Hasan Ali
Ferrac, Kayıhan Y.
11. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
12. İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile, Saffet Köse, Birleşik Y.
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 244-260
14. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-19
15. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 269-270
16. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 95-101
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 383-388
18. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 75-79
19. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 1, s. 523-528; c. 2, s. 27-
36, 291-299
20. Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y. s. 119-121
21. Düşünce Kaymaları, Heyet, Kaynak Y. S 237-243 (Âdil Öksüz, Câhiliyyede
Kız Çocukları)
22. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
256-259
23. Kur’an’da İnsan ve Allah, Toshihiko İzutsu, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190-200
24. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y. s. 251-252
25. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
26. Kur’an’da İhya Hareketleri, Mevdudi, (Câhiliyyenin Tekrar Canlanışı) s.
20-24, 40-48
27. Câhiliye Kelimesinin Mânâ ve Menşei, Nafiz Danışman, AÜİFD 1-4, 1956,
s. 192-197
28. Câhiliye Kelimesinin Mânâ ve Menşei, Süleyman Tülücü, İİFD, 4, 1980, s.
279-285
29. Câhiliyyenin Dünü Bugünü, Murat Kayacan, Haksöz, sayı 62, Mayıs 96
30. Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı, Hülya Koç, Haksöz, 46-
47, Ocak-Şubat 95
31. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y., s. 134-137
32. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
33. Kur’an’da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
34. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
35. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
36. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
37. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
38. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Hârun Han Şirvani, Nur Y.
39. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y.
40. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
41. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
42. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
43. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
44. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
45. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
46. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
47. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebû’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
48. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
49. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
50. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
51. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
52. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
53. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
54. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
55. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
56. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
57. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
58. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
59. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y.
60. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrahim Coşkun, Tekin Kitabevi, s.
54-55, 144-146
61. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
62. Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
63. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
64. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
65. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
CÂHİLİYYE
- 135 -
66. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
67. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
68. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
69. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
70. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
71. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
72. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
73. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
74. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
75. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
76. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
77. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman
Dilipak, Risale Y.
78. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
79. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
80. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
81. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
82. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
83. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
84. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
85. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
86. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
87. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
88. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
89. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
90. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
91. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
92. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
93. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
94. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
95. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
96. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
97. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
98. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
99. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
100. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
101. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
102. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
103. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
104. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
105. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
106. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
107. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
108. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
109. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
110. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu,
Kastaş Y.
111. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
112. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
113. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
114. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin
Özek, 1978, İstanbul
115. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961,
İstanbul
116. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y.
117. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
118. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
119. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
120. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
121. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
122. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
123. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.?
124. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
125. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
126. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
127. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Hârun Ünal
128. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28,
48, 62
129. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
130. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
131. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
132. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
133. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
134. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin
Arpaguş, Çamlıca Y.
135. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
136. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
137. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası
Araştırma Vakfı Y.
138. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
139. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
140. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y. s. 54-69
141. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
142. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
143. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak.
Sayı 17, Yıl, 1969
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:14

Atalar Yolu

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 


Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -17-
ATALAR YOLU
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
ATALAR YOLU
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-17-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
İslâm, atalar dinini eleştirir; müşriklerin putperestlik ve şirklerinin temel gerekçelerinin “atalarının yoluna uymaları” olduğunu belirtir. Küfrün önderlerine “ata/baba” lakapları takar. Sözgelimi asıl adı Amr bin Hişam el-Muğîra olan azılı İslâm düşmanı şahsın adını Ebû Cehil (Câhillerin, câhiliyyenin atası/babası) diye dillendirir. Asıl adı Abdul’uzza olan ve Hz. Peygamber’in amcası olduğu halde İslâm düşmanlarının başında gelen şahsa Ebû Leheb (Alevin atası, cehennemliklerin babası) unvanını Kur’an (111/Tebbet, 1) verir. Kur’an, soyu kesik, evlâdı olmayan veya kısa bir süre sonra nesli kesilecek olan “ebter” kimselere de Ebû Leheb örneğinde görüldüğü gibi “baba” lakabı takar. Nice baba/ata lakaplı kişinin çocuksuz olduğunu, kimsenin gerçekte babası olmayan ebter tiplerin baba adını ve rolünü çok sevdiklerini görüyoruz. Mafya babalarını ve benzeri babaları da hatırlamak uygun olur. Ayrıca İslâm, kendi babası dışında başkalarına baba demeyi, başkasına babalık isnâd etmeyi günah sayar; hadis-i şerif bu durumu kesin bir ifâde ile yasaklar. İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... bâtıl üzere olan en yakınları, öz babaları ve kardeşlerini dahi velî (dost ve yönetici) edinmemelerini istemiştir (9/Tevbe, 23). Bu topraklarda “Atalar Dini” denilince iki şey akla gelir. Birincisi Bizden önce hayata gelmiş atalarımızdan bize miras kalan şeyler; ikincisi “Ata”nın dini, “Ata”lar dini”.
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir.
Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl bir anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden
doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır. “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” (5/Mâide, 104) “Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki: ‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi, siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” (21/Enbiyâ, 51-54)
Atalarının yoluna değil, Rabbinin dosdoğru yoluna tâbi olan, Allah’ın bir hükmü ve Rasûlün sahih bir sünneti varsa, atalarımız bu konuda farklı bir uygulama içinde olsalar da onları rab ve ilâh olarak görmediğimiz ispat ederek Allah’ın emrini ve hükmünü, atalarımızın hevâ ve zanlarına tercih etmek zorundayız. “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (39/Zümer, 17-18)
Ne mutlu, Kur’an’ın herhangi bir emri karşısında, hemen “duyduk ve itaat ettik, diyenlere! Yazıklar olsun, “Ata”larını Allah’a tercih edenlere!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye

İÇİNDEKİLER
ATALAR YOLU / 11
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti / 11
Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir / 13
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler / 17
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması / 22
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti / 25
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar / 34
Muska ve Muskacılık / 56
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini / 67
Bu Din Benim Dinim Değil! / 73
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti / 76
Mescidlerdeki Bid’atler / 83
Câmilerde Bir Büyük Bid’at; Mevlid / 92
Bir Büyük Bid’at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması / 93
Taklit ve Taklitçilik / 94

- 11 -
ATALAR YOLU

Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti

Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir

Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler

Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve Geleneğin Putlaştırılması

Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti

Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar

Muska ve Muskacılık

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

Bu Din Benim Dinim Değil!

Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti

Mescidlerdeki Bid’atler

Bir Başka Bid’at; Mevlid

Bir Büyük Bid’at Daha; Mescidlerin Süse Boğulması

Taklit ve Taklitçilik
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 1
Atalar Yolu; Anlam ve Mâhiyeti
Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah’ın tayin edip indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber, körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları, Allah’a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl, menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyla
1 2/Bakara, 170-171
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
menfaat; iyilğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması
için de Allah’ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan
dolayı, bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar
yolu olup olmaması değil; Allah’ın emrine ve Hakk’ın deliline uygun
olmasıdır. Allah’ın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur.
Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyenlere
-atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu
gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta “zarar kadîm olmaz”
diye bir genel kaide vardır. “Kadîm, kıdemi üzere terk olunur” genel
kuralı da bununla kayıtlıdır.
Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu
için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu
gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın
deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir.
Kısaca, hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve
istektir. Allah’ın emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun
için eski olsun, yeni olsun Allah’ın indirdiği delillere bakmayıp da
ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı taklit etmek, onları
Allah’a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara, şeytanın
emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.
“Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler...”2 Bu âyet gösteriyor
ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında
yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit
etmek, aklen bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz
taklit, din açısından câiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda
delilsiz söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi
Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket
etmektir. Nitekim “Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve diğer açık delillere,
parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun” denildiği
zaman Arap müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi
ki, bu âyet bu sebeple inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve
âyetin inmesine sebep olanlar, yahûdilerden bir gruptur. “Allah’ın
indirdiğine uyun” dendiği zaman bunlar: “Hayır, biz babalarımızı
neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden
hayırlı, bizden daha bilgiliydiler” demişler, yapılan bu teklifteki
âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.3 Onların
bâtıl gelenekleri ile ilgili tek otoriteleri, bunların, atalarının
da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu tür bir geleneği,
2 2/Bakara, 170
3 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 482-483
ATALAR YOLU
- 13 -
uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler. 4
Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm’a ve İslâm şeriatına
dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm’ın
reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse
bu dini kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan
ayrılmayan yahûdiler olsun; her iki zümre için de bahis konusu olmak
üzere âyet-i kerime, akîde hususunda Allah’tan başkasından
bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit ederek, düşünmeden,
şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.
“... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?”5
Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler
midir? Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların
halini, taklitçi ve mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve
tekdir edici bir tablo halinde canlandırıyor. Söylenenden başka bir
şey anlamayan, çobanlarının haykırışını mânâsız seslerden ibâret
sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta onlar, hayvandan
da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen)
kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların
durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple
düşünmezler.”6 Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne kadar kulakları,
dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur’an’dan istifade edip hidâyete
ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi
olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler.
Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var... 7
Atalar Yolu, Her Dönemdeki
Câhiliyyenin Temel Dinidir
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük
ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla
şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren,
-doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir.
İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası,
onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek
olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün
taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana,
çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe
bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı
4 Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 323-324
5 2/Bakara, 170
6 2/Bakara, 171
7 Mevdûdi, Tefhîmu’l Kur’an, c. 1, s. 119
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini
yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu
toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce
zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla
bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa
dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle
kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında
kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin
egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya
da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve
mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli
bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin
etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel
çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını
sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm
toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı “historizm”, yani “tarihselcilik” olarak
tanımlar. Kur’ân-ı Kerim’in anlatımı ile bu durum, “atalar dini”nin
devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur’an’da anlatılan geçmiş
kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; “atalar dini” mâzereti,
İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların
atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları
hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her
yönden birbiriyle tezat teşkil eden “atalar dini” ile “hak din”in
öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde
yapmışlardır. Bu noktada “atalar dini”ni tercih eden insanlar, alışılmış
tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum
ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu “tarihselcilik”, İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/
sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca
Allah’a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah’a kul olarak gerçek özgürlüğüne
kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller “İlâhî din”in
evrensel ilkeleri değil de; temelde “atalar dini”nin önkabulleri
olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir.
Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını
mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya
boşuna çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken
inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve “atalar dini” yönündeki
tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten
Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir
ATALAR YOLU
- 15 -
amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd’un (a.s.)
tebliği karşısında kavmi: “Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve
atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!”8 diyerek bu şekilde
tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih
etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb’ın (a.s.) tebliğine
karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine “atalar
dini”ni tercih yönünde olmuştur. 9
Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak
nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak
kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak
“atalar dini”nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak,
İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk
hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan
farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz
bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin
inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.10
Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla
birlikte “atalar dini” mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle)
karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık
kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı
tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan
uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel
olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim “atalar dini”ni mâzeret gösterenlere karşı: “...
ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimsele olsalar da
mı?!”11 şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz
olduğunu istihzâ ile ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret
gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan
dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca
kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan
atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen,
dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.
12 Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi
akıllarını kullanamamaları, onları Allah’a karşı iftiraya13 ve sonuçta
da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür. 14
8 7/A’râf, 70
9 11/Hûd, 87
10 43/Zuhruf, 22, 23
11 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
12 21/Enbiyâ, 54
13 7/A’râf, 28
14 31/Lokman, 21
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman
edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil
câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları,
babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir. 15
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde
içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur’ânî
doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla
aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya
geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin
doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/
göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm
kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok
eskiltme, artırma, bid’at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel
din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından
sayılmış ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna
hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur’ân-ı
Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan
insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini
sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin
aslı” konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak
ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış,
ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla
“doğru kabul edilen” şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır.
Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve
amelde “gerçekten doğru”16 olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı
dinin aslı olan Kur’an’dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını
da Kur’an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde
farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. “Asra andolsun
ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine
hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 17
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı,
Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu
olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak,
bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp
putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem,
sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her
yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen
15 9/Tevbe, 23
16 5/Mâide, 48
17 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12,
Mart 92, s. 6-7
ATALAR YOLU
- 17 -
ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar;
bazen gelenek, görenek, örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle
kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben
bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin
yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan
böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur”
gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar,
câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde
tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış
olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı
değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm
çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki
engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgi Âyetler
Peygamberlerin Allah’tan getirdiği hakikate, sadece Allah’a
kulluk yapma mesajına karşı müşriklerin “atalarının yolu”nu gerekçe
gösterip ecdatperestlik yapmaları Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde
gündeme getirilir. Atalarının izini takip etmelerinin, atalarının
yolunu şuursuzca sürdürmelerinin İlâhî ölçüye ters olduğu gibi,
akla mantığa da uygun olmadığı, geçersiz bir gerekçe, daha doğrusu
şirk için bahâne olduğu vurgulanır.
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar,
‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları
bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve
körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 18
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı
üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey
bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 19
“Müşrikler/putperestler diyecekler ki: ‘Allah dileseydi, ne biz şirk/ortak
koşardık ne de atalarımız şirk koşardı. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’
Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da
sonunda azâbımızı tattılar. De ki: ‘Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi
var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan
söylüyorsunuz.” 20
18 2/Bakara, 170-171
19 5/Mâide, 104
20 6/En’âm, 148
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk.
Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez.
Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 21
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd’a (a.s.) dediler ki: ‘Sen bize tek
Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız
için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir.
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir.
Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın
taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse,
şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 22
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları
kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar
da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut, (ne yapalım)
daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra
gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal
edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 23
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz
(dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun
diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 24
“(Semûd kavmi) Dediler ki: ‘Ey Sâlih! Sen, bundan önce içimizde ümit
beslenen birisiydin. (Şimdi) babalarımızın taptıklarına (putlara) tapmaktan
bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine (kulluğa) çağırdığın
şeyden ciddî bir şüphedeyiz.” 25
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları)
bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda)
dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten
sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 26
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba
götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının
taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka
eksiksiz olarak vereceğiz.” 27
21 7/A’râf, 28
22 7/A’râf, 70-71
23 7/A’râf, 172-173
24 10/Yûnus, 78
25 11/Hûd, 62
26 11/Hûd, 87
27 11/Hûd, 109
ATALAR YOLU
- 19 -
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi,
yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve
atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar
hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının
değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 28
“Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan
sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah’tan başkası bilmez.
Peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin
ağızlarına bastılar, (hakkı söylemelerini engellemek istediler)
ve dediler ki: ‘Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi, kendisine çağırdığınız
şeyden şüphelendirici bir kuşku içindeyiz. Peygamberleri dedi ki:
‘Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Hâlbuki O, sizin
günahlarınızdan birkısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar
yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: ‘Siz de bizim gibi
bir beşerden başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu
şeylerden döndürmek istiyorsunuz.” 29
“Müşrikler dediler ki: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız ondan
başkasına ibâdet ederdik. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık!’
Onlardan öncekiler de böyle demişlerdi. Peygamberlerin üzerine
açık-seçik tebliğden başka bir şey var mı?” 30
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda
hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından
çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.”
31
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi
gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına
geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki:
‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi,
siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 32
“Andolsun Biz Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah’a
kulluk edin. O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız? Bunun
üzerine, kavminin içinden kâfir olan liderler topluluğu; ‘Bu, dediler, tıpkı
sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim
olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak
bir melek gönderirdi. Hem biz geçmiş atalarımızdan da böyle bir şey
işitmiş değiliz.” 33
28 12/Yûsuf, 39-40
29 14/İbrâhim, 9-10
30 16/Nahl, 35
31 18/Kehf, 5
32 21/Enbiyâ, 51-54
33 23/Mü’minûn, 23-24
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
“Onlar, öncekilerin dediklerinin benzerini söylediler. Dediler ki: Sahi
biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden
diriltileceğiz, öyle mi? Hakikaten, gerek bize, gerekse daha önce
atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından/
efsânelerinden başka bir şey değildir.” 34
“(Rasûlüm!) Onlara İbrâhim’in haberini de naklet. Hani o, babasına
ve kavmine: ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti. ‘Putlara tapıyoruz ve onlara
tapmaya devam edeceğiz’ diye cevap verdiler. İbrâhim: ‘Peki, dedi, yalvardığınızda
onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut size fayda ya da zararları olur
mu?’ Şöyle cevap verdiler: ‘Hayır, ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk.’
İbrâhim dedi ki: ‘İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun,
neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? İyi bilin ki onlar benim
düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur).” 35
“Kâfirler dediler ki: ‘Sahi, biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra
gerçekten (diriltilip) çıkarılacak mıyız?’ Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı
gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından/
efsânelerinden başka bir şey değildir. De ki: ‘Yeryüzünde gezin de,
günahkârların âkıbeti nice oldu, bir bakın!” 36
“Mûsâ onlara apaçık âyetlerimizi getirince, ‘Bu, olsa olsa uydurulmuş
bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik’ dediler. Mûsâ
şöyle dedi: ‘Rabbim, kendi katından kimin hidâyet rehberi getirdiğini ve
hayırlı âkıbetin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Muhakkak ki, zâlimler
iflâh olmazlar.” 37
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin
azâbına çağırıyor idiyse!” 38
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi
babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası
değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’
Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür,
başka bir şey değildir’ dediler.” 39
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar
atalarını dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun
ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz
onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir
34 23/Mü’minûn, 81-83
35 26/Şuarâ, 69-77
36 27/Neml, 67-69
37 28/Kasas, 36-37
38 31/Lokman, 21
39 34/Sebe’, 43
ATALAR YOLU
- 21 -
bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ.” 40
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?
Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı
üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen
şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların
sonu nasıl oldu?” 41
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey
değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve
nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından
yol gösterici gelmiştir.” 42
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı
ve kardeşlerinizi veliler/dostlar edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse,
işte onlar zâlimlerin kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından
korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar,
köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten
daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah
fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 43
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları,
kardeşleri yahut akrabâları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalplerine Allah, iman yazmış
ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar
akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı
olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Hizbullah’tır/
Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki Allah’tan yana olanlar, kuşkusuz kurtuluşa
erenlerdir.” 44
“Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş
olan) oğlum da ehlimden/âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır.
Sen Hâkimler Hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: ‘Ey Nûh! O asla senin
âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (Kâfirdi).
O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana
câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” 45
40 37/Sâffât, 68-74
41 43/Zuhruf, 21-25
42 53/Necm, 23
43 9/Tevbe, 23-24
44 58/Mücâdele, 22
45 11/Hûd, 45-46
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar,
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak
koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O
zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 46
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü
körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla
dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz
ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 47
Atalar Kültü; Sosyal Çevre ve
Geleneğin Putlaştırılması
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip
olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim
sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer
insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal
bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her
türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan
alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın,
toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir.
Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birikimini, tecrübelerini, örf ve
âdetlerini, inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan
sonra, bu sosyal değer ve normların eleştirilmesine tahammül
edemez, kendine mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu
normlar karşısında şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre,
insanın her yönüyle gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte,
belli bir aşamadan sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere
alternatif tanımadığı zaman da zararlı olmaktadır. Hür düşünme
ve araştırma imkânlarını ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı,
hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına
göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları
İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri
normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında
insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı
bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına
46 29/Ankebût, 8
47 31/Lokman, 15
ATALAR YOLU
- 23 -
rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine
rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal
değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir.
Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler
için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları
toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır.
Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine
göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale
getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey,
içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış
da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul
edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına
çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor
da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi
doğru yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil
de, bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa
kadar atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey
görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun
kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim,
çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,48 “vahiy bilgisine karşı
ilgisiz”,49 “Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden”50 ve
“kâfir”51 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da
insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların
çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”52; “Andolsun ki
eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”53; “Sen iman etmelerine düşkün
olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”54; “Elif Lâm
Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat
insanların çoğu iman etmezler.” 55
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik
taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar,
çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları
Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu
48 5/Mâide, 59; 7/A’râf, 102; 9/Tevbe, 8
49 7/A’râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe’, 28
50 2/Bakara, 243; 7/A’râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü’min, 61
51 12/Yûsuf, 103; 13/Ra’d, 1; 17/İsrâ, 89
52 17/İsrâ, 89
53 37/Sâffât, 71
54 12/Yûsuf, 103
55 13/Ra’d, 1
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan
saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz
de söylemezler.”56 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise
birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun
da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın
bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl
inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun
beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma
korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından
Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur.
Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu
doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini
görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil,
Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani
sosyal çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya
olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk
bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal
duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler
güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin
inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin
inkârcılığının bir motivi olur.
Atalar Kültürü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma
özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey
kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu
devam ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken,
diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma
uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum
bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal
bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş
olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir.
Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur.
Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik
arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 57
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda
sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler
önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına
yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı
56 6/En’âm, 116
57 Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
ATALAR YOLU
- 25 -
şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca,
bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve
alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun
yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları
hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli
sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun
normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve
gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal
yapıyı Hakk’ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî
incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli
ateşin azâbına çağırıyor idiyse?!” 58 Eski atalarına tapıyor olmalarının
hiçbir aklî dayanağı yoktur.59 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.
60 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı
bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit
edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden
önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı
kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin
doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına,
atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine
ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere):
‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış,
doğruyu da bulamamış idiyseler?”61 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine
tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Hurâfe; Anlam ve Mâhiyeti
Dinde olmadığı halde dindenmiş gibi uydurulup anlatılan
hikâye ve rivâyetlere verilen ad. Bu çeşit rivâyetler ve hikâyeler
tümüyle uydurma, hatta bir kısmı saçma sapan olduğu halde, tarih
boyunca dine mal edilmiş, dinî bir kılıfla sunulmuşlardır.
Hurâfe, aslında bir insanın adıdır. Aslı astarı olmayan hikâyeler
anlatırmış. Dolayısıyla, Hurâfe’nin anlattıkları, Hurâfe’nin uydurdukları,
Hurâfe’nin çıkardığı söylentiler zamanla, bu tür bütün
uydurma rivâyetlerin ortak adı olmuştur.
58 31/Lokman, 21
59 İbn Kesîr, III/458
60 Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV/241
61 2/Bakara, 170
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Hurâfeler, dilden dile veya kitaplar aracılığıyla anlatılan
rivâyetlerdir. Bunların sağlam bir asılları yoktur, yani uydurma
şeylerdir. Ancak dinî bir motifle, dine mal edilerek anlatılır. İşin
önemli olan yanı da burasıdır. Hurâfeler yalnızca hikâye olsa, üzerinde
durulmaz. Hikâye ve masal, her yerde her zaman anlatılabilir,
yazılabilir. Ancak, uydurma ve yanlış oldukları halde bunlara
dinî bir maske takılır, İslâmî bir kılıf giydirilirse, o zaman iş değişir.
Çünkü bu tür rivâyetler müslümanların saf inancına zarar vermektedir.
Müslümanlar arasında dolaşan yanlış unsurların bir kısmı,
yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından aktarılmışlardır. Bunlara
‘İsrâiliyyât’ denilir. Bir kısmı, dinden olmadığı halde dine sonradan
sokulan bid’atlerdir. Ki bunlar, uydurma oldukları halde, çok
önemli dinî ibâdetler gibi algılanır ve yapılır. Bir kısmı, halk arasına
yerleşmiş bâtıl, yani yanlış, İslâm dışı inançlardır. Hurâfeler, İslâm
gerçekleriyle bağdaşmayan bâtıl inanışlar, uydurma hikâyeler ve
çarpık davranışlardır.
Hurâfeler, bir taraftan müslümanların inançlarına zarar verirken
bir taraftan da başkalarının, yeni yetişen nesillerin İslâm
hakkında yanlış fikre sahip olmalarına sebep olur. Hurâfelerle
örülmüş bir din, günümüzün gerçeklerinin çoğuyla bağdaşmaz.
Hâlbuki İslâm, kâinattaki kevnî gerçeklerle uyuştuğu gibi, her çağın
ve her ülkenin insanına hitap etmektedir.
Günümüzde birçok felsefî, siyasî ve iktisadî düşünce, birçok
tavır ve anlayış da birer bilimsel gerçek, birer değişmez inanç ilkeleri
gibi sunulmaktadır. Hâlbuki bunların çoğu, gerçekliği kesinleşmemiş
teori, zan ve kuruntudan ibârettir veya kişilerin kendi
görüşleri, ya da zamanla modası geçecek hususlardır. Bunların
pek çoğu müslümanların saf inancını bozacak özelliktedir. Bunlara
‘modern hurâfeler’ dememiz mümkündür. Müslümanlar, hangi
adla ve hangi kılıfla sunulursa sunulsun, her türlü hurâfeye karşı
dikkat etmek zorundadırlar. 62
Dinimize göre, İslâm imanı dışında kalmış kişi dalâlettedir/sapıktır.
Müslümanı doğru yoldan, yani sırât-ı müstakîmden uzaklaştırıcı,
sapıklığa çağırıcı üç ana sebep vardır: Şeytan, ehl-i kitap
(yahûdi ve hıristiyanlar), bid’at ve hurâfeler. Bid’at ve hurâfeler,
farkına vardırmadan doğru yoldan uzaklaştırıcılıkları dolayısıyla,
en az önceki iki sebep kadar, hatta onlardan daha etkili yanıltıcı
ve saptırıcılardır. Bunların müslümanlar için arzettikleri tehlikeye
ve sünnetin yaşanması gereğine Peygamber Efendimiz birçok
hadis-i şeriflerinde dikkat çekmiştir.
62 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 279
ATALAR YOLU
- 27 -
Sağlıklı bir İslâmî yaşayış için, önce sağlam inanç esaslarına
ve bunlara bağlı bir ibâdet hayatına sahip olmanın, sonra da
ciddî, bilinçli ve sürekli bir denetimle, yozlaşmaya yardımcı olacak
hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmamanın, körü körüne taklitçiliği
terketmenin, çevre, toplum ve ecdattan devralınan anlayışı
Kur’an ve sünnet ölçüsüne vurmadan doğru kabul etmemenin
önemi inkâr edilemez.
Bilindiği gibi hakikatin zıddı olan hurâfe, aslı esası olmayan,
uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman
ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak
dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden, efsâne ve kerâmet adı
altında uydurmalardan ibârettir. Bâtıl inanışlar da bu asılsız söylentilere
inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir. Her
devirde, her toplumda az-çok, ama mutlaka görülen hurâfe ve
bâtıl inanışlar, toplumların ortak derdi olarak daima gündemde
kalmış önemli bir konudur. Hurâfe ve bâtıl inanışların bu derece
insanlığın başına dert olmasında genellikle câhillik, alışkanlık, gelenek-
görenek, propaganda, çıkar hesapları/istismarlar ve kişisel
zaaflar etkili olmuşlardır.
Öte yandan hurâfeler ve bâtıl inanışlar daha çok sağlık, ihtiyaç
ve gelecek hakkında önceden bilgi sahibi olmak gibi belli
bazı konularda ve özellikle kadınlar arasında yaygındırlar. Kadınlardan
nice kültürlüler bile, bâtıl itikatlara ve inanılmayacak şeylere
inanmaya meyillidirler. Geçim şartlarının düzeltilmesi, sağlık
hizmetlerinin yeterince yerine getirilmesi gibi sosyo-ekonomik
tedbirlerle hurâfe ve bâtıl inanışların ortadan kaldırılabileceği
görüş ve iddiâsı, modern ve ileri kabul edilen toplumlarda da (ülkemizdeki
batılı kültürle yetişmiş ve ekonomik yönden halk ortalamasının
üzerinde yaşayan sosyete çevrelerinde de) çeşit çeşit
hurâfe ve bâtıl inanışlara rastlanması gerçeği karşısında büyük
ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Bu durum hurâfe ve bâtıl inanışların
ekonomik olmaktan çok kültürel, daha doğrusu sahih iman/
inançla ilgili itikadî bir mesele olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Nitekim, dinler tarihi bize göstermektedir ki, insanlar tarihin
çeşitli dönemlerinde doğrudan uzaklaşmışlar, birtakım yaratıkları
kutsallaştırıp ilâhlaştırmışlar, hurâfe ve bâtıl inanışların tutsağı
olmuşlardır. Bütün bu dönemlerde Allah, rahmetiyle muâmele
etmiş, peygamber ve kitap göndererek, insanlığı boş ve asılsız,
zararlı inanç ve tapınmalardan kurtarmaya, dünya ve âhirette
huzurlu kılmaya çağırmıştır. Hak dinin peygamberler aracılığı ile
verdiği bu ciddî savaşa tevhid mücâdelesi denilir.
Tevhid mücâdelesi, putperestlerle mücâdele demek olduğu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
kadar, asılsız kabuller, yanlış uygulamalar, yani hurâfe ve bâtıl
inanışlarla da mücâdele demektir. Kur’an ve Rasûlullah da aynı
şartlar içinde zuhur etmiş ve aynı mücâdeleyi naklî olduğu kadar,
en aklî ve mantıkî metodlarla da en başarılı şekilde yürütmüştür.
Bunun tarihî kanıtı, “câhiliyye devri” diye bilinen İslâm öncesi
dönemin kokuşmuş ortadoğu toplumlarının, Kur’an ve Sünnete
uydukları süre içinde dünya toplumlarınca özlem ve gıpta ile izlenen
İslâm medeniyetini gerçekleştirmiş olmalarıdır.
Ne var ki, bu kültürel hastalık (hurâfe ve bâtıl inanışlar),
Kur’an ve Sünnet çizgisini unutan, o anlayış ve yaşayışı yozlaştıran
değişen düzen ve toplum şartları içinde yeniden kendini göstermiş,
giderek gelişen boyutlarla günümüze kadar gelmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdâda/
atalara bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin
derin izlerinin bulunduğu bir vâkıadır. Bazı yaratıklarda (özellikle
ölmüş kişilerde, onların yatırlarında) üstün güç ve nitelikler görerek,
onların yakınlığını elde etmek için onlara belli zamanlarda
kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça
görülen büyük yanılgısı olmuştur. Kendilerini bu fecî yanlıştan
kurtarmaya çalışan peygamberleri ve onların izindeki mü’minleri
“uğursuzluk sebebi” olarak suçlayan toplumlar bile görülmüştür.
Hatta İslâmiyetin getirdiği en muazzam gerçekleri “öncekilerin
uydurmaları, masalları” diye, hurâfeler ve bâtıl inanışlar adına
mahkûm etmek isteyenler çıkmıştır. Günümüzde de saplandıkları
hurâfe ve bâtıl inanışları ölesiye savunanlar görülmekte, kendilerini
uyarıp karşı çıkanlara, kendi vasıfları olan “yobaz” ve “sapık”
gibi ithamlarla saldıranlara rastlanmaktadır. Hiç kuşkusuz, bu
davranışın temelinde bütün karanlığı ve korkunçluğu ile derin bir
cehâlet/câhiliyye bulunmaktadır. Dinimizin, insan fıtratına/özüne
ve gerçeğine en uygun inanç esasları, ibâdet ve ahlâk ilekleri ve
bunlara dayalı en olgun ve medenî uygulamaları konusunda yeterli
bilgiye sahip olan, İslâm’ı aslına uygun şekilde tanıyan kişilerin,
böylesi olumsuz davranışları sergilemesi düşünülemez. Çünkü
bilgi güçtür, aydınlıktır, gerçeği tanımaktır; bilgi gerçek anlamıyla
vahiydir, haktır, hakkı/İslâm’ı kabul edip teslimiyettir.
Toplumun hangi kesimine mensup olursa olsun, yeterli ve sağlıklı
dinî bilgisi olmayan ve inanç boşluğu içinde bulunan kişilerin,
hurâfe ve bâtıl inançlara kapılmaları daha kolay olacaktır. Çaresi
ise, bütünüyle toplumu, yeterli ve sağlıklı bir din bilgisine sahip
kılmaktır. Hurâfe ve bâtıl inanışların en büyük zararı, önce onlara
kapılanlara dokunur. Çünkü hurâfe ve bâtıl inanışlar, kişileri farkına
vardırmadan doğru yoldan ayırır. Onlar, iyi bir şey yapıyoruz
diye avunurlarken bir de bakarlar ki, gerek inanç olarak gerek
ATALAR YOLU
- 29 -
davranış olarak, inandıklarını söyledikleri dinin gerçeklerinden
uzaklaşıvermişler. Çünkü Sevgili Peygamberimiz’in bir hadis-i şeriflerinde
buyurdukları gibi, her bid’at ve hurâfe dalâlet/sapıklık
sebebidir: “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı; yolların en doğrusu
Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötü ve zararlısı, dinden olmadığı halde
sonradan uydurulup dine sokuşturulanlardır. Böyle uydurulmuş her
şey bid’attır, hurâfedir. Her bid’at da dalâlettir/sapıklık sebebidir.” 63
Öte yandan, hurâfe ve bâtıl inanışlar; inanma, kulluk, takdir
ve vefâ duygularının kötüye kullanılması demek olduğundan
toplumda kavram ve değer kargaşasına yol açarlar. Hak ile bâtıl
(doğru ile eğri) birbirine karışır. Özellikle, toplumda yaygınlaşmaları
halinde bu asılsız inanç ve uygulamalar “kurunun yanında
yaşın da yanması” gibi, yeterli dinî bilgisi olmayan kişiler tarafından,
dine ait bazı esasların da hurâfe ya da bâtıl inanış olarak
görülmesine ve tenkit edilmesine sebep olurlar. Böylece “dindarlık”
yaptıklarını sananlar, gerçek dinî esasların tenkidine yol açmış
olmanın sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar. Unutulmamalıdır
ki herhangi bir kötülüğe sebep olmak, o kötülüğü işlemek gibi
sorumluluk doğurur.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişilerin büyük bir kısmı,
bu durumlarına “dindarlık”, bunlara karşı çıkılmasına da “itikatsızlık,
inançsızlık, sapıklık” damgasını vururlar. Oysa, iyi bilinmesi
gerekli olan bir gerçek vardır: Dinin kabul etmediği anlayış ve
uygulamalarla dindarlık olmaz. Dindarlık, ancak dinî olanı, dinden
olanı dince kabul ve emredileni, emredildiği şekil ve şartlarda
yerine getirmekle mümkündür. Bu yüzden dindarlık sanarak
hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmak, cennet sanarak cehenneme
yönelmektir.
Hurâfe ve bâtıl inanışlara kapılmış kişiler, ikaz edildikleri, uyarılmak
istendikleri zaman, genellikle, kendileri gibi düşünen ve
yaşayanların çokluğunu, atalarından böyle gördüklerini öne sürerek,
yanlışlarını savunmaya kalkarlar. Çoğunluğu veya atalarının
yolunu yanlışın doğru, hurâfenin hakikat sanılmasına gerekçe
yapmaya çalışırlar. Değil çoğunluğun, bütün bir toplumun ve
mezarlarındaki ölülerin tümünün bile yanlış ve hurâfe üzerinde
birleşmesi, onun niteliğini değiştiremez, hurâfeyi hakikat yapamaz.
Gerçeğin ölçüsü, sadece gerçektir/haktır. Gerçek, Kur’an’da
belirtildiği gibi Allah’tan gelendir/vahiydir: “Hak ve gerçek olan,
Rabbinden gelendir. Sakın kuşkulananlardan olma.” 64
63 Müslim, Cum’a 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, Iydeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime
7
64 2/Bakara, 147; İsmail Lütfi Çakan, Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, Marifet Y. s. 11-18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
Tüm belâların anası olan cehâletin sosyal bir belirişi olan
hurâfe, dinde yozlaşmanın besleyici zeminini oluşturan sinsi ve
zehirli bir musîbettir. Halk kitlelerini perişan eden bulaşıcı bir
hastalık olmasına rağmen asırlardır hiç kimse onu tümüyle etkisiz
kılma başarısını gösterememiştir. Ocakları batıran, ama yine
de peşinden gidilen rezil bir yosmaya benzer hurâfe. Yıkıcı ama
câzibeli, zehirleyici ama tatlı...
Hurâfenin ana ocağı İsrâiliyattır; öncelikle ve özellikle
yahûdiliktir. Onu hıristiyanlık izler. Ehl-i kitap geleneği, bir anlamda
hurâfeler geleneği gibidir. Bu gelenek nazar boncuğundan
muskacılığa, falcılıktan cinciliğe, melek kanadı saymaktan şeytan/
cin çıkarmaya kadar akla gelebilecek tüm hurâfe çeşitleriyle doludur.
İsrâiliyât tahribi, hurâfe yığınının omurgasını oluşturmaktadır.
İsrâiliyyât denilen ehl-i kitap hurâfeciliğini, özellikle yahûdilik
yoluyla bünyesine aktaran müslümanların yanlış kültürü, daha
sonra buna hıristiyan, Sasani, Hint, Eski Yunan ve nihayet
Türk-Şaman kabullerini de ekleyerek iyice hurâfe okyanusuna
dönüşmüştür. Şamanizm gibi yarı pagan, yarı mistik bir dinin
oluşturduğu kollektif bir şuuraltına sahip bulunan Türk insanı,
İslâm’ı kabul ettiğinde, bu sayılan hurâfelerin ilk dördünü, girdiği
yeni dinle birlikte sîneye çekmekle kalmadı, ona kendi Şaman
kaynaklı hurâfelerini de, ufak kılık değiştirmelerle ekledi. Ve bir
zaman geldi ki, Türk insanı için din hayatı, bir tür hurâfeler hayatı
oluverdi.
Hurâfe, bunamak anlamındaki haref kökünden türemiş bir
kelimedir. Kitleleri bunamaya iten bir hastalık olduğu için bu toplumsal
illete hurâfe denmiştir. İbn Manzûr hurâfeyi, “yalan sözün
tatlı geleni” diye tanıtır.65 Demek oluyor ki hurâfede, tüm tutarsızlığa
rağmen, dinleyene tatlı ve çekici gelen bir yan bulunmaktadır.
Belki de hurâfeyi yaşatan, insanoğlundaki tatlı söze aldanma
şeklinde tecellî eden akıl almaz ahmaklıktır.
Batı dillerinde, Latince bir kök olan superstitio’dan türeyen
superstition kelimesiyle karşılanan hurâfe, bu dillerdeki ortak
kabule göre de mantık dışı, temelsiz, boş, aldatmaca, büyü
üründen inanç ve kabul demektir. Bu sözcük, aynı zamanda
ataların kabullerinden gelen akıl dışı anlayışları da ifade eder.
Larousse’a göre, hurâfede “mesnetsiz, saçma yükümlülük”,
belirgin niteliklerden biridir.
65 Lisânü’l-Arab, Hı-rı-fe maddesi
ATALAR YOLU
- 31 -
Hurâfe-Atalar Dini İlişkisi: Kelimenin kökünde, eski halk
inançları anlamları da vardır. Bu demektir ki, hurâfecilikte, eski
kabullerin yeni anlayışlar içinde sürdürülmesi önemli noktalardan
biridir. Kur’an’ın ecdat kabullerini dokunulmaz kılmayı putperestliğin
bir belirişi olarak gösteren konumuzla ilgili âyetlerini
hatırlamalıyız. Hurâfenin omurga noktalarından biri, eski ataların
kubullerini yeni zamanda yaşatmaktır. Kur’an 25 âyetinde şirkin
bir belirişi olarak gösterdiği ataların âdet ve geleneklerini kutsallaştırmayı
hurâfe sebebi kaynaklardan biri olarak ortaya koyar.
Ecdatperestliğin temel sloganı, peygamberlerin temel kanıtına
bir karşılık olarak gösterilmiştir. Peygamberler diyor ki: “Eğer doğru
sözlüler iseniz delilinizi getirin!” 66 Yine peygamberler diyorlar ki:
“Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilimle haber verin!” 67 Şunu da söylüyor
nebîler: “Eğer doğru sözlüler iseniz haydi kitabınızı getirin!” 68 Bu isteğe,
hurâfeci şirkin verdiği cevap şudur: “Eğer doğru sözlüler iseniz
bize atalarımızdan kanıt getirin!”69 Veya şöyle söylüyorlar: “Şu dediğinizi
biz, önceki atalarımızdan duymadık.” 70
Hurâfe zehrinin kimliğiyle onun panzehirinin kimliğini birer
cümlede böylesine ihtişamla anlatmak, ancak Kur’an kelâmının
başaracağı bir hârika olabilirdi. Bu kelâm hârikasından biz şunu
öğreniyoruz: Hurâfecilik ve atalar yolunu körü körüne taklit; bir
ilimsizlik, kitapsızlık, kanıtsızlık illetidir ki insanı kör ve sersem
ederek ataların fosillerine, ete-kemiğe tutsak hale getirir.
Hurâfe-Ümniyye İlişkisi: Çoğulu “emânî” olan ümniyye kelimesi,
Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde tekil, beş yerde çoğul olmak üzere
toplam 6 yerde geçmektedir. Fiil halinde kullanımı ise bunun iki
katından fazladır. Kur’an bu kavramı, kitap kavramına karşı bir
olumsuzluğu ifade için kullanmaktadır. Karşıtlık şöyle verilmektedir:
“Kitabı bilmezler, sadece emânî bilirler...”71 Ehl-i kitap dediğimiz
yahûdi ve hıristiyanlarla müslüman kitlelerin emânîsinden şikâyet
edilmekte, meselelerin bu emânîlerin hiçbirisiyle çözülemeyeceği
belirtilmektedir. Çözüm; Kitap, ilim ve eylem ile olacaktır. 72
Kitab’a, yani ilim ve delile karşı konmuş bulunan emânî, aslıesası
olmayan şey, yalan, sanı, ne dediğini anlamadan okumak
anlamlarındaki ümniyye kelimesinin çoğuludur. Ümniyye, takdir
66 2/Bakara, 111
67 6/En’âm, 143; 46/Ahkaf, 4
68 37/Sâffât, 157
69 44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25
70 23/Mü’minûn, 24; 28/Kasas, 36
71 2/Bakara, 78
72 4/Nisâ, 123
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
etmek (ölçü tutturmak) anlamındaki meny kökünden türemiştir.
Meny sözcüğündeki takdir, daha çok sanı, hayal ve kuruntuya dayanarak
yapılan tahminler için kullanılır. Bu yüzdendir ki meny,
genellikle gerçeğe dayanmayan hayalî tasavvurlar ve tasarımları
ifade eder. Bu kökten gelen “temennâ” fiili, “yalan söyledi” anlamındadır.
Buradan hareketle Mücâhid bin Cebr gibi bazı müfessirler,
emânî kelimesini “yalanlar” diye açıklamışlardır.
Kur’an’ın “Kitab”a karşıt gösterdiği emânî, bizim hurâfe,
anlamadan veya yanlış anlayarak okumak dediğimiz illetlerin
ta kendisidir. Emânî hakkında bilgiler veren Râgıb, şöyle diyor:
“Şeytan, peygamberlerin ümniyyelerine bir şeyler karıştırır” mealindeki
âyet 73 bünyesinde kullanılan ümniyye, okuyuş demektir.
Kendini iyice vermeden okumak, bu tehlikeyi taşıdığındandır
ki, Hz. Peygamber’e Kur’an okuyuşunda aceleden kaçınması
emredilmiştir.” 74
Şeytanın insanı saptırışının esası da ümniyyeye itmektir. Şeytan,
tüm vaatlerinde ümniyye kullanır. Yani, insanı, anlamını bilmeden
sırf üfürük olsun diye okumaya ve aslı-esası olmayan şeylere
inanıp bel bağlamaya iter.75 Daha ilginci, şeytan, insanoğlunu
ümniyeler (hurâfeler, uydurmalar, anlamsız okuyuşlar) kullanarak
saptıracağını Allah huzurunda açıkça beyan etmiştir: “Yemin olsun,
onları ümniyyelere, (boş kuruntulara, hurâfelere, yalanlara) iteceğim...”76
Zafer, mutluluk, ölümsüzlük bir emânî işi değildir; bir eylem ve
üretim işidir. 77
Cennete gidiş de din mensuplarının ürettikleri ve kendilerini
öne çıkarmak için kullandıkları emânî sloganlarıyla değil; üretilen
değerlerle olacaktır.78 İnsanoğlunun yolunu vuran, başına bin türlü
belâ açan da ümniyyelerdir. İnsan bu ümniyyelere aldanır, sapar
ve iyi şeyler yapıyorum sana sana batıp gider. Bu batışın en kahırlısı,
insanınn Allah ile aldatılmasıdır. Kur’an bu aldanışın altını
özellikle çiziyor.79 Bu gerçeği gösteren âyet, ümniyyelerle ayağına
çalı dolandırılan kitlelerin, Allah’ı paravan yapanlarca aldatılıp
perişan edileceğini de mûcize bir biçimde gösteriyor.
Kitap yerine, okuyup üfürme, asılsız gelenek ve kabullerin
peşinden gitme, hurâfelere saplanma gibi olumsuzluklara
73 22/Hacc, 52
74 20/Tâhâ, 114; 75/Kıyâme, 16
75 bk. 4/Nisâ, 120
76 4/Nisâ, 119
77 bk. 4/Nisâ, 123
78 bk. 2/Bakara, 111
79 bk. 3/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
ATALAR YOLU
- 33 -
kucak açanlar şeytanın vaatlerinden başka hiçbir şeyle ödüllendirilmeyeceklerdir.
Böyle bir sonuçla karşılaşmamak için dini,
hurâfelerden temizlemek kaçınılmazdır. Bunu yapmayanlar, kitabın
yerine emânîyi (uydurma ve kuruntuları, anlamsız üfürükleri,
hurâfeleri) geçirerek bunların işletilmesiyle saltanat sürenlere teslim
olur, sahte tanrılara kul-köle haline gelirler. Bu bilgiler ışığında
hurâfeyi şöyle bir tanıma kavuşturabiliriz: Hurâfe, sünnetullah
(Allah’ın tabiattaki değişmez kanunlarına), vahye, ilme, akla ters
düşen ve çoğunluğu ataların eski kabullerinden oluşan inançların,
yaklaşımların, kabullerin, iddiâların, uygulamaların, tavırların ortak
adıdır. 80
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği
telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan
kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar,
dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli yaygındır.
Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman
diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak ifade
ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış,
şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her
alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve
yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat,
hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz.
Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist
ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini
dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve
bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise
hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı
ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir.
Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atin kabul ve uygulanışı,
İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine,
sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin temel
gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların örf-âdet,
gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç ve yaşayış
biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik,
körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın karşısında
en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
80 Geniş bilgi için bk. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 37-47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Çokça Görülen Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar
Dünyanın öküzün boynuzunda durduğunu, hem de din adına
iddiâ eden hurâfeciler hâlâ kaldı mı bilinmez ama, yıldıznâmeye
(astroloji ve fallara) bakanlar ve baktıranlar, kahve içtikten sonra
kapatıp fala bakarak bir şeyler uydurup söyleyenler ve onlara
inananlar, baykuşun bir eve tüneyip ötüşünü, köpeğin uzun uzun
ulumasını duyanların mahalle veya köyden bir kişinin öleceğini
yorumlayıp buna inananlar, yılbaşı gelince noel baba olan, onun
heykelini yapan, noeli kutlayan, hindi kesen, çam deviren ve benzeri
hıristiyan taklitçiliğini çekinmeden işleyenlere hemen her zaman
ve her yerde rastlamaktayız.
a- Ölüler ve Kabirlerle/Türbelerle İlgili Hurâfeler
Bu tehlikeli hurâfelerin içinde en yaygınları, türbe ve tekkelerde,
yatır (ölü) ziyaretlerinde, ölü veya diri bazı kişilerin aşırı yüceltilip
kutsallaştırılması, tanrılaştırılması, daha doğrusu putlaştırılmasında,
bazı mubahların haram kabul edilmesinde, Kur’an’da
emredilmediği ve Peygamber döneminde uygulanmadığı halde
bazı yeni ibâdet şekillerinin kabulünde görüyoruz. Dinden olmadığı
halde dinin içine katılan her türlü ilâveler, yama ve sentezler,
bâtıl âdet ve sapık yorumlar, hurâfe ve bid’at kavramıyla ilgili
cinâyetlerdir.
Daha çok kadınlar ve hastaların rağbet ettiği türbeler çevresinde
kümelenen hurâfelerin başında, türbelere adak adamak,
pencere demirlerine ve yakınındaki bir ağaca çaput bağlamak,
türbe içinde veya çevresinde mum yakmak gelmektedir. Bunlar
üzerinde kısaca duralım:
Türbelere adak: Adak ya da dinî ifadeyle nezir; Allah rızâsı için,
insanın kendi kendini herhangi bir şarta bağlı olarak veya mutlak
şekilde mubah olan bir konuda borçlandırmasıdır. Adak yerine
getirilmediği müddetçe, adayan borçlu kalır. Adak, Allah’tan
başkası adına adanamaz. Adanırsa adak olmaz. Adayan da şirk
koşmuş olur. Ayrıca, iyice bilinmesi gerekli bir husus da adağın
hiçbir şeyi değiştiremeyeceği, kaderi zorlayamaycağıdır. Kimse
yapacağı vaatlerle -hâşâ- Allah Teâlâ’nın ezelî takdirini değiştirebileceğini
sanmamalıdır. Peygamber Efendimiz konuyu şöyle dile
getirmiştir: “Nezir (adak) hiçbir şeyi (şerri ve zararı) def etmez. Ancak
nezir sebebiyle cimriden mal çıkarılmış olur.” 81 Başka bir hadis-i şerif
de şöyledir: “Kim, Allah’a itaati gerektiren bir hayır ve ibâdet adarsa,
adağını yerine getirsin. Kim de Allah’a karşı günah işlemeyi gerektiren
şer bir iş nezrederse, Allah’a âsi olmasın, adağını yerine getirmesin.” 82
81 Buhârî, Kader 6
82 Buhârî, Eymân 28
ATALAR YOLU
- 35 -
Allah’a karşı isyan olan bir adağın yerine getirilmesi, adanmasından
daha büyük bir vebaldir. Allah’tan başkaları için adanan
adaklar da yerine getirilmemesi gerekli nezirler cümlesindendir.
O halde “falan türbeye bir koç adadım” diye söylenip gezenler ne
yapmak istediklerini anlamalıdırlar. Bu sözden maksatları “adadığımı
falan türbe civarında Allah için keseceğim” demek midir?
Yoksa, “o türbede yatana adadım” mı demek istemektedirler?
İkincisi ise, bu bir şirk koşmadır, terkedilmesi kesinlikle lâzımdır.
Bir ölü için, yatır için kurban kesilmesi, ona adak adanması şirktir/
küfürdür. Oralarda kurban adıyla hayvan kesenlerin hemen hepsi
böyle bir şirk içine düşmektedir. Bunlar, besmeleyle de kesseler,
kestikleri murdardır, yenilmez. Birincisi ise; câhilleri yanıltmamak
ve hurâfeci duruma düşmemek için ve yer kaydı da adakta önemli
olmadığından dolayı, türbe çevresinde değil de istediği başka bir
yerde Allah için adağını yerine getirmeli, hayvanını hurâfelere karıştırmadan
kesmelidir.
Ölülere Yalvarıp Duâ Etmek: Yatırlardan bir şeyler beklemek,
hastalığına şifa, derdine devâ, bahtına açıklık, kısırlığına çözüm...
için ölüden yardım ve imdat beklemek; tümüyle şirk olan hurâfe
ve bâtıl inanıştır. Bunları bir müslüman yapamaz.
Çaput Bağlamak: Mezar taşı, türbe ve tekke penceresine
veya o civardaki ağaçlara düğümler, çaputlar bağlamak eski Türk
câhiliyesinden devralınan hurâfe ve putperest özelliklerindendir.
Türkler, müslüman olmadan önce sahip oldukları türbelere ve
kutlu saydıkları ağaç ve çalılara paçavra bağlamak ve mezarlarda
mum yakmak gibi câhiliyye âdetlerini, İslâm’ı kabul etmeleriyle
birlikte yeni dinlerine katmışlar, hâlâ da bu hurâfe ve bâtıl inanışları
terkedememişlerdir.
Mum Yakmak: Türbe, mezar, tekke vb. yerlere mum yakma
âdeti, eski câhiliyye çağından kalma âdetlerindendir. Arkeologların
çoğu bu âdetin en ilkel ateş kültü ile ilgili olduğuna kanidirler.
Yani “ateşe tapınmak”tan kalma bir âdet olduğu söylenilmektedir.
Eski çağlarda yalnız “aziz” sayılanların değil; başka ölülerin
de mezarlarında yahut öldükleri yerde mum veya ateş yakmak
bir nevi kurban sayılırdı. “Türbelerde kandil (mum) yakmak âdeti,
Fenikelilerden intikal etmiş bir an’anedir. Fenikeliler Sur şehrinin
koruyucusu ve tanrısı olan Melkâres’in heykeli önünde devamlı
kandil (mum) yakarlardı.” 83
Hıristiyanlıktan önceki Helenler ve Romalılar’ın da mezarlarında
ve mezar taşları üzerinde meş’aleler yaktıkları bilinmektedir.
83 Hurâfâttan Hakikate, M. Şemsettin Günaltay, s. 298
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
Bunlar Hıristiyan olduktan sonra da bu âdetlerini bırakmamışlardır.
Bu Paganizm kalıntısı âdet, daha sonraları hıristiyan din
adamları tarafından kitaba uydurulup mum yakma şeklinde dinî
âyinlere sokulmuştur. Hıristiyan din adamlarının izahlarına göre
güya bu âdet, ilk hıristiyanların karanlık mağara ve Katakomplarda
gizlice ibâdet ettikleri zaman yaktıkları mum ve meş’alelerin
hâtırası imiş.84 İslâm’da câmi duvarına, kabir taşına, mezar taşına,
türbelere, yatırlara mum yakılır diye bir davranış kesinlikle
yoktur. Bunlar Türklere de hıristiyanlar aracılığıyla müşrik ve
mecûsilerden geçmiştir.
Kabir başına, mezar taşına mum yakan kişi, oradaki yatırla
kendini bütünleşmiş, ondan bir parça olmuş gibi kabul ediyor ki,
bu büyük bir hatadır ve şirktir. İslâm’a göre insan, ancak Allah’a
ilticâ eder ve O’na sığınır. O’nun dışındaki varlıklardan medet ummak
tevhide ters düşen büyük bir yanlıştır. Bu itibarla kabirlerde
mum yakma âdeti, bâtıl bir inanç ve hurâfedir. Ayrıca, halk arasında
yaygın olan bir yanlış inanç da, cenâze çıkan odada 40 gün ışık
yakılmasıdır. Güya ölü çıkan odada 40 gün ışık yakılırsa, ölünün
ruhu geldiği zaman karanlıkta kalmaz, evini ve odasını daha çabuk
bulurmuş.
Malı israf etmek, başka ümmetlere benzemek gibi iki haramı
birden işleten bu tür hurâfelerden kesinlikle uzak bulunmak
gerekir. Tevhidi gölgeleyici, müslümanları tevhid inancından şirke
sevkedici bu çirkin putperest âdetlerinden medet umanlar, putlardan
fayda bekleyenler gibi kendilerini aldatmaktan ve etrafa,
özellikle yeni yetişenlere kötü örnek olmaktan başka hiçbir iş yapmış
olmazlar. Bu da vebal olarak onlara yeter de artar bile.
Mum yakarak, çaput bağlayarak, ölülere adaklar adayarak,
murâdına nâil olacağını, hastalığından veya dertlerinden kurtulacağını,
bahtının açılacağını, çocuk doğuracağını sananlar ve yeri
geldiğinde de müslümanlığı kimselere bırakmayanlar, inandıklarını
iddiâ ettikleri İslâm’a, Kur’an ve sünnete ne kadar ters düşmüşlerdir!
“Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” 85
âyetini kıldığı namazın her rek’atında okuyanların, “gazaba uğramış
ve sapıkların yoluna tâbi olmaktan”86 Allah’a sığınanların, verdikleri
bu söze ve yaptıkları duâya sâdık kalmalarından daha doğal
ne olabilir?
84 Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, s. 43
85 1/Fâtiha, 5
86 1/Fâtiha, 7
ATALAR YOLU
- 37 -
Merhum Mehmed Âkif’in;
“Hurâfeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar,
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar!”
mısralarıyla çizdiği yakışıksız görünümden uzaklaşmaya,
İslâm’ın sadeliğinde dinî kişiliği ve sadece Hakka kulluk yapan
izzeti bulmaya çalışmalıdır. Çünkü kurtuluşa giden doğru yolun,
böylesi hurâfelere tahammülü yoktur.
Cenâzeye Çelenk Götürmek ve Yeşil Düşmanlığı: İslâm hayat
dinidir. Her şeyde canlılık ister. Bu sebeple de hayat sembolü olan
yeşili, yeşilliği korur, geliştirilmesini teşvik eder. Rahmete, berekete,
sıhhate ve çevre sağlığına yararlı ve yeşilliğin (her çeşit ot, bitki
ve ağaçların) Allah’ı kendi halleriyle zikredip ibâdet ettiklerini kabul
eder. Ne var ki, her güzel ve doğrunun düşmanı olan hurâfe
ve bâtıl inanışlar, kör taklitçilik, amacı bilinmeden başka milletlerden
devşirilen, kapılardan gümrüksüz geçirilen câhiliyye âdetleri
yeşilin ve yeşilliğin de düşmanıdırlar.
İslâm ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan “hıdırellezde yeşil
çiğnemek gerek” düşüncesi ve uygulaması, yılbaşı kutlamaları
dolayısıyla çam kesmeler, vitrin süslemeler, bayramlarda mezarlara
yeşil çalı götürmeler, kabirlere çiçek bırakmalar, büyük kentlerde
salgın hale gelen cenâzeleri çelenklerle uğurlamalar gibi bir sürü
uygulama, bize yabancı, zararlı ve başka milletlere benzeme
girişimleri olarak sosyal ve dinî bünyeyi kemirip durmaktadırlar.
Ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili hurâfe ve bâtıl inanışlar, gün geçtikçe
artmaktadır. Oysa çok dikkatli davranılması gerekli hayat olayı,
ölüm ve sonrası ile ilgili muâmelelerdir. Ne ses, ne gürültü, ne
bando, ne top arabası, hatta ne slogan... Sadece acele fakat
telaşsız, üzgün fakat vakur, hayat kadar ölüme de râzı bir havada,
duâlarla ve sürekli ölümü düşünerek ölü için duâ makamında
kılınacak cenâze namazı ve yapılacak mütevâzi bir merâsim, ölene
karşı son görevin yerine getirilmesi için kâfidir. Ötesi bir yığın
hurâfe ve günahtır, israf ve yorgunluktur, cenâzeyi de rahatsız,
huzursuz etmektir.
Bilinmelidir ki, cenâzeyi çelenklerle uğurlamak hıristiyan
âdetidir. Çelenk, aslında hıristiyanların kutsal kabul ettiği
haç taşıma aracıdır. Haçı çıplak taşımamak için onu çiçeklerle
süslemekte ve öylece mezara kadar götürmekteler. Peki, bir
müslüman, bu çelenk hurâfesiyle mezara ne götürmekte veya
göndermektedir? Hıristiyanın haçını mı, yoksa çiçek buketleri
arasına sıkışmış, üzüntülerle harmanlanmış hurâfeleri mi? Yapmadığı
duâları mı? Çelenk için, cenâze için çiçeği koparmak, onu
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
zikirden/ibâdetten ve insanlara güzellikler veren özelliklerden
mahrum etmektir. Ayrıca israftır, bu paralarla fakirlere sadakalar
verilse daha iyi olmaz mı?
Dinimiz, kabir üzerine yığılmış kurumaya mahkûm çelenk ve
çalı değil; büyümeye ve yeşil kalmaya lâyık fidanlar, çiçekler dikilmesinden
yanadır. Peygamberimiz bizzat buna örnek vermişler,
iki kabrin üzerine hurma fidanı dikerek, “bunlar yeşil kaldıkça, içeridekiler
için rahmet vesilesi olmaları umulur” buyurmuşlardır. O halde
ne yapılması gerektiğine dikkat edilmelidir? Allah’ı râzı etmek,
cenâzeye rahmet vesilesi olmak veya hıristiyanları körü körüne
taklit edip hurâfeyi çağdaşlık sanarak çeşitli zararları seçmek. Kararı
inançlar belirleyecektir.
Bir de kurban olarak horoz adamak veya kesmek var ki, horozdan
kurban olsa olsa, böyle sahte tanrılara olur dedirtiyor insana.
Yine, yatırların yanlarına konulan tuz ve şekerlerden medet
ummak, onları şifalı kabul edip almak veya dağıtmak, istismarcıların
ekmeğine yağ süren hurâfelerdendir. Oraların toprağını kutsal
kabul edip beraberinde götürmek, kabirlerin etrafında tavaf
etmek... Bütün bunlar şirk unsuru olan hurâfelerdir.
b- Günlerle İlgili Hurâfeler
İki Bayram Arası Nikâh Kıyılmaz mı? Anadolunun birçok yöresinde
hâlâ yaşatılmakta olan bir yanlış anlayış da “iki bayram
arasında nikâh kıyılmaz” görüşüdür. Nereden çıktığı bilinemeyen
bu asılsız sözün, toplumda giderek etkisini kaybetmesine rağmen,
tamamen unutulmamış olması ve zaman zaman ortaya atılması,
hurâfelerin yaygınlığı açısından düşündürücüdür.
Bilindiği gibi dinimize göre nikâh, ibâdet ve muâmele sıfatlarına
sahip, şaka götürmeyen bir icraattır. Dinimizde “ruhbanlık”
olmadığı için evlenmek teşvik ve evlenmemekten hayırlı kabul
edilmiştir. Hatta ibâdet edebilmek için evlenmeme düşüncesine
kapılanlar bizzat Peygamber Efendimiz tarafından uyarılmış,
“Benim sünnetimi terkeden Benden değildir!” diye çok ciddî şekilde
tehdit edilmişlerdir. Nikâhın şartları arasında “iki bayram arasında
olmaması” gibi bir kayıt bulmak mümkün değildir. Dinimizde
herhangi bir hüküm koyabilmek için bunun Kitab’dan veya
Sünnet’ten bir delilinin olması gerekmektedir. Bu kaynaklardan
delil bulunmayan bir görüş hakkında söylenecek sözler mesnetsiz,
asılsız, uydurma olmaktan öte gidemez ve dinî açıdan en küçük
bir değer taşımaz. Herhangi bir konunun haram/yasak olduğunu
tesbit etmek için bu delillere ihtiyaç vardır. Kafadan atmakla bir
helâl haram olmaz.
ATALAR YOLU
- 39 -
“İki bayram arası nikâh kıyılmaz” uydurması; delilsiz bir söz olmanın
ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in hareketiyle reddedilmiş
bir görüştür de. Çünkü Hz. Peygamber’in Hz. Âişe ile evlenmesi
Ramazan ayını tâkip eden Şevval ayı içinde gerçekleşmiştir. Yani
iki bayram arasında meydana gelmiştir. Hem bir düşünelim: İki
bayram arası olmayan gün var mı ki?! Ramazan Bayramı ile Kurban
Bayramı arasında iki ay on günlük bir zaman varsa, Kurban
Bayramı ile gelecek yılın Ramazan Bayramı arasında da kamerî yıl
354 gün olduğuna göre yaklaşık dokuz ay on gün vardır. Biri 2 ay
10 gün olduğu için “iki bayram arası” kabul edilirken; ötekisi 9
ay 10 gün olduğu için mi “iki bayram arası” kabul edilmez? Tabii
bunun anlaşılır ve mantıklı bir tarafı yoktur.
Fıkıh kitaplarında nikâhın ibâdet niteliği dolayısıyla mescidlerde
ve Cuma günü kıyılmasının güzel görüldüğü yani “müstahap”
olduğu kaydedilmiştir. Bunun ötesinde zaman açısından herhangi
bir kayda rastlamak mümkün değildir. O halde insanımız bu tür
asılsız söylentilere iltifat etmemeli, nikâhın ne zaman kıyıldığına
değil; hangi şartlarla kıyıldığına ve kurulan yeni yuvanın dinî açıdan
aranılan şartlara sahip olup olmadığına dikkat etmelidirler.
Çünkü “Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti” üzere sözleriyle
başlatılan evlilik hayatına başlama için uygulama ve törenlerin
ve devamının da Allah’ın emri, Hz. Peygamber’in sünneti üzere
olması gereklidir.
Salı Yola Çıkılmaz, Cuma İş Yapılmaz mı? Özellikle hanımlar
arasında çok yaygın olan iki yanlıştan biri, “Salı günü bir işe
başlanmaz, çamaşır yıkanmaz, yola çıkılmaz” anlayışı; ötekisi ise,
kadınların Cuma günü iş yapmalarının doğru olmadığı inanışıdır.
Tabii, her iki yanlışın/hurâfenin de dinî ve ma’kul bir gerekçesi
yoktur. Bâtılın bâtıl/yanlış olmaktan başka gerekçesi olur mu?
Dinimizde haftanın günleri ile ilgili olarak, “şu yapılmaz, bu
yapılır” şeklinde bir ayrım bulunmamaktadır. Zaman, sahne olduğu
eylemlere göre kıymet kazanır veya tehlike arzeder. Salı günü
ile ilgili söylentilerin asılsızlığı müslümanlar açısından İstanbul’un
29 Mayıs 1453 Salı günü fethedilmiş olması ile ortaya konmuş bulunmaktadır.
Bu fetihden fevkalâde üzüntü duyan hıristiyanlar;
İstanbul’u kaybettikleri gün olduğu için Salı gününü kendileri açısından
uğursuz saymış, yas günü ilan etmiş ve bir süre o gün herhangi
bir iş yapmamış olabilirler. Zamanla, onların bu -kendileri
açısından- bir ölçüde haklı görülebilecek kanaat ve uygulamaları,
işin farkında ve bilincinde olmayan hurâfeye düşkün müslüman
halk arasına girmiş ve yerleşmiştir. Sonra da müslümanlığa ait bir
görüş ve esasmış gibi yayılıp gitmiştir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Yine, 13 sayısının hıristiyan Batılı halka göre uğursuzluğu da,
fethin 1453 yılında gerçekleşmesi dolayısıyla olduğu şeklinde izah
edilir. 1453 sayısının rakamları tek tek toplandığı zaman 13 sayısı
çıkar; tabii bundan da önemlisi Batılılar açısından da rahmet olduğu
halde, kendi sapık yollarının yanlışlığının isbat edildiği dönemin
başlangıcı olan Peygamberimiz’in doğum yılı milâdî 571 yılının
rakamları da toplandığı zaman 13 sayısı ortaya çıkmaktadır.
Bu sebeplerle 13 sayısı hıristiyan Batılı halklar tarafından eskiden
beri uğursuz sayılmıştır. Peki, müslümanlara ne oluyor da bu tür
gün ve tarihleri uğursuz sayıyorlar?
Cuma günü kadınların iş yapmamasına gelince, bu da anlaşılması
güç bir tutum ve bâtıl inanıştır. Zira Cuma günü, iç ezan
dediğimiz câmi içinde okunan ezandan, Cuma namazının farzını
kılıncaya kadar geçecek süre içinde işi, alış verişi terketmek bir
vecîbedir, Kur’an emridir.87 Ama tabii, Cuma namazıyla mükellef
olan müslüman erkekler için. Kadınların Cuma namazı kılmak
gibi bir mükellefiyetleri olmadığından işi bırakmak zorunlulukları
da yoktur. Zaten erkekler de Cuma namazının farzı bittikten
sonra işlerinin başına ve ticarete dönebileceklerdir. Konu ile ilgili
âyetlerin mealini görelim: “Ey iman edenler, Cuma günü namaz için
çağrıldığı(nız) zaman, Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi (işi-gücü) bırakın.
Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık
yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok
zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 88 Evet, tekrar belirtelim ki,
bu âyetlerin muhâtabı, genelde mükelleflik çağında bulunan,
özelde Cuma namazının edâ şartlarına sahip olan müslüman erkeklerdir,
kadınlar değil. Öte yandan, Cuma günü kadınların iş
yapmayı doğru bulmamaları, Cuma gününün hafta tatili olduğu
günlerden kalma mânâ ve mâhiyet değiştirmiş bir uzantısı gibi
değerlendirilebilir. Şöyle ki:
Kur’an o günü tatil günü kabul etmemesine, namaz saati
dışında iş günü olduğunu ilan etmesine rağmen, müslümanlar
ibâdetlerini daha rahat icrâ etsin diye, uygulama olarak Cuma
günü Osmanlılarda ve günümüzdeki çokça müslümanların yaşadığı
hemen her yerde tatil kabul edilmiştir. O yüzden evin erkeği
genellikle evdedir. Cuma namazına gidecektir. Onu rahatsız etmemek
ve özel hizmetlerinde bulunmak için genel temizlik ve çamaşır
gibi işlerin yapılması belki uygun bulunmamıştır. Bu yüzden
böyle bir gelenek yerleşmiş olmalıdır. Hafta tatilinin değiştirilmesinden
sonra bu anlayış ve uygulamanın, Cuma gününün, gün
87 62/Cum’a, 9
88 62/Cum’a, 9-10
ATALAR YOLU
- 41 -
olarak kendisine ait bir nitelikten ileri geldiği sanılmış ve böylece
de bugünkü yanılgıya ve yanlışa düşülmüş olabilir. Ve bu anlayışın,
yahûdilerin Cumartesi günü iş yapma yasağının müslümanların
mübârek kabul ettiği Cuma gününe aktarılması gibi bir yahûdi
taklitçiliğinden kaynaklandığı da düşünülebilir.
Kaynağı ne olursa olsun, Salı ve Cuma günleri hakkında hanımlar
arasında dolaşıp duran bu ve benzeri sözlerin İslâmî bir
ölçüyü ifade etmediği, hurâfe ve bâtıl inanış olduğu ortadadır.
c- Gaybdan Haber Vermeye Bağlı Hurâfeler
Gaybı Bilmek Mümkün mü? Yüce Yaratıcı’nın biz insanlara
verdiği akıl, duyular ve benzeri öğrenme vâsıtaları ile hakkında
kesin veya zannî bilgi edinebildiğimiz şeylerin tümüne “şehâdet
âlemi” denir. İnsanın, bu kendine ait vâsıtalarla hakkında bilgi
edinemeyeceği Allah, cennet, cehennem, yarın başına neyin geleceği,
kıyâmetin ne zaman kopacağı gibi konuların hepsine de
insan açısından “gayb âlemi” denir.
Eskiden beri gayb âlemi, insanoğlunun merakını çekmiştir. Bu
âlem hakkında bilgi edinmek istemiştir. Tabii bu merak ve istek;
gaybdan/gâipten haber verdiğini söyleyen kâhinler, arraflar, falcılar,
müneccimler, cinciler tarafından istismar edildiği gibi günümüzde
de bunlara ek olarak medyumlar, astrloglar, ruh çağıranlar
tarafından kötüye kullanılmaktadır. Hurâfelerin, bâtıl inanışların
toplumda yaygınlaşmasına ve bazı kişilerin asla kendilerinde bulunmayan
birtakım üstün niteliklere sahip kabul edilmesine ve
böylece menfaat sağlamasına yol açan “gaybı bildiği ve haber
verdiği” yalanına ve çeşitli şekillerine dikkat çekmeden önce, meselenin
dinimiz açısından nasıl ele alındığını açıklayalım:
İslâm’a göre gayb’ı sadece Allah bilir. “De ki: Göklerde ve yerde
gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.”89 Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını
insanlara duyurmak için içlerinden seçtiği peygamberler
bile gaybı bilemezler. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamber Efendimize
hitâben şöyle buyrulmakta ve durum bize açıklanmaktadır: “De ki:
‘Size Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem; size
ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.”
90; “De ki: ‘Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda
veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette
daha çok hayır/iyilik yapardım ve bana hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben
89 27/Neml, 65
90 6/En’âm, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
sadece iman eden bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 91
“O bütün gaybı bilir. Gaybına/sırlarına kimseyi muttalî kılmaz. Ancak
(bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden
ve ardından gözcüler salar.”92 Bu âyetlerde de Allah Teâlâ’nın
ancak dilediği peygamberleri gaybdan dilediği bilgiye muttalî
kıldığı belirtilmektedir. O halde Allah’tan bir bildirme olmadığı
sürece gaybı kimsenin bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.
Allah da bu bilgiyi sadece peygamberlerine bildirdiğine ve Hz.
Muhammed’den (s.a.s.) sonra da peygamber gelmeyeceğine göre,
ortalıkta gaybdan haber verdiğini söyleyip gezenlerin açık birer
yalancı oldukları anlaşılmış olmaktadır. Her akıllı kişi kabul eder
ki, hakikat, yalancıdan öğrenilmez. Ve gerçekler hiçbir zaman bu
zavallıların hevâ ve heveslerine tâbi olmaz, onlar dedi diye İlâhî
takdir değişmez. “Eğer gerçek, onların heveslerine uysaydı gökler, yer
ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi.” 93
Hidâyet rehberimiz olan Peygamberimiz, gaybdan haber vermeye
kalkışan kişilere inanmanın tehlikesine şöyle işaret buyurmaktadır:
“Gayb habercisine (kâhin, arraf, falcı...) gidip onun dediğini
doğrulayan kişi, Muhammed’e gönderileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş olur.” 94
Falcılık ve Fala Baktırmak: Fal ve falcılık; gaybdan haber verme,
gelecek hakkında önceden fikir beyan etme temeline dayanmaktadır.
Tarihin her devrinde, her toplumda istikbali öğrenme
teşebbüslerine, bunun çeşitli şekillerine ve değişik araçlarına rastlanmaktadır.
Câhiliyye Araplarında “ezlâm” denen fal okları, remiller,
günümüzde yıldız, burç, kahve, bakla, iskambil kâğıdı, suya
bakma, kitap açma vs. falcılığın şekil ve malzemesinin bir kısmıdır.
Ayrıca çağdaş câhiliyyede falcılık, medya aracılığıyla modern
insanın günlük hayatına da girmiş bulunmaktadır. Günlük fallar
yanında, gazetelerin yıl başlarında, senelik fallar yayınlamaları,
faldaki yalanın boyutlarını oldukça genişletmiştir.
Hurâfe ve bâtıl inanışların hepsine birden savaş açmış bulunan
İslâm, bütün çeşitleriyle falcılığı yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Şarap,
kumar, dikili taşlar (putlar), ezlâm/fal ve şans okları birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.”95 Bu âyet, fal oklarının
şeytanın pis işlerinden olduğunu, kötülükte şarap içmeye,
kumar oynamaya ve putlara tapmaya denk bir cürüm sayıldığını,
91 7/A’râf, 188
92 72/Cin, 26-27
93 23/Mü’minûn, 71
94 Tirmizî, Tahâre 122
95 6/En’âm, 90
ATALAR YOLU
- 43 -
kurtuluş için bunlardan uzak durulması gerektiğini çok açık bir
şekilde bildirmektedir. Bir başka âyette de: “... Ve fal oklarıyla kısmet
aramanız size haram kılındı.”96 buyurulmuştur. Öte yandan “... Hiçbir
kimse yarın ne kazanacağını (başına neler geleceğini) bilemez. Yine hiçbir
kimse nerede öleceğini de bilemez.”97 buyurulmakta, gelecekten
haber vermeye kalkışmaktan ibâret olan falcılığın İslâm’da yeri olmadığı
belirtilmektedir. Peygamber Efendimiz de falcılıktan elde
edilecek kazançtan mü’minleri nehyetmiştir. 98
O halde fala bakmak, falcılık yapmak, fala inanmak, faldan
kazanç temin etmek hiçbir sûrette müslümana yakışmayan hareketlerdir.
Özellikle hanımların bu konuya daha bir dikkat etmeleri,
böyle boş ve haram şeylerle kendilerini aldatmamaları gerekmektedir.
Falcılar bir şey biliyorlarsa, önce kendilerini kötülüklerden
korusunlar. Unutmayalım ki, aldatmak hâinlik, aldanmak da ahmaklıktır.
Bir sürü yalan ve tahmin içinde birkaç tanesinin mevcut
duruma, ya da ileride olacaklara uygun düşmesi, falcıların gaybı
bilmesi anlamına gelmediği gibi, onlara inanıp İslâm’ın temiz
inanç esaslarından vazgeçmeye, âyet ve hadislere ters düşmeye
değmez. Kim böyle bir değişmeye rızâ gösterirse, dünyanın ve
âhiretin büyük zararına uğramış demektir.
Ruh Çağırma: Son zamanlarda özellikle sosyete arasında yaygınlaşmış
olan modern kâhinlik veya çağdaş cincilik diyebileceğimiz
bir uygulama vardır: Ruh çağırma. Ruh çağırma seanslarında,
eğer sahtekârlık, teknik hileler yoksa, madde ötesi bir varlıkla ilgi
kurulduğu bilinmektedir. Ancak bu madde ötesi varlığın ruh olup
olmadığı, söylediklerinin gerçeği yansıtıp yansıtmadığı ciddi şekilde
üzerinde durulması gerekli bir konudur.
Beden kafesinden ayrılan ruhlar, berzah âleminde toplanırlar.
Orada dünyadakine benzer birtakım faâliyetlerde bulunma, bazı
noksanları telâfi etme imkânları yoktur. Artık amel safhası bitmiş,
hesaplaşma için bekleme dönemi başlamıştır. Peygamberimiz kabir
hayatını tarif ederken, onun iki durumda olabileceğini, ölenlerin
bu iki durumda bulunacağını belirtimiştir: “Kabir, ya cennet bahçelerinden
bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”99 Şimdi
düşünmek gerekir; cennet hayatı lezzeti içindeki bir ruh, dünya ile,
dünyadakilerle o güzel hayatı terkederek niçin meşgul olsun? Yine
cehennem azâbı içinde kıvranan bir ruh da nasıl dünyadakilerin
dâvetlerine icâbet edebilecektir? Ona bu izni kim verecektir?
96 6/Mâide, 3
97 31/Lokman, 34
98 Buhârî, Büyû’ 25, 113; Müslim, Müsâkât 40
99 Tirmizî, Kıyâme 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Dolayısıyla ruhların, insanlarla ve dünyadiklerle haşir-neşir oldukları,
ölmemiş gibi birtakım işler yaptıkları iddiâsına dayanan
ruh çağırma girişimleri, ruhların durumuyla ilgili bu olaylara ters
düşmektedir. Ruh çağırma iddiâsında bulunanların iddiâları geçersiz
ve tutarsızdır, delilden yoksundur. Eğer ruhların dünyaya
dönüp dünyadakiler gibi birtakım faâliyetlere katılma imkân ve
şansları olsaydı, herhalde ruh çağırma seanslarıyla meşgul olmaktan
çok daha önemli işleri olurdu. Nitekim bir âyet-i kerimeden bir
kısım ruhların ne yapmayı arzu edeceklerine dair bilgi bulmaktayız:
“Onlar (günahkârlar) orada, ‘Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımız amelden
başkasını (daha iyisini) yapalım’ diye bağrışırlar.” Bu arzuya verilen
cevap da âyette açıklanmakta, şöyle denilmektedir: “Öğüt alacak
insanın öğüt alabileceği kadar bir zaman sizi yaşatmadık mı? Size uyarıcı
da gelmişti. Öyle ise tadın (o azâbı). Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”100
Ruhların dünyaya dönüp dünyalılar gibi birtakım faâliyetlerde
bulunamayacakları bir başka âyette şu şekilde belirtilmektedir:
“Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni geri çevir, belki yapmayıp
(noksan) bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’ der. Hayır; bu kendi
sözüdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar aralarında geriye dönmekten
onları alıkoyan bir engel vardır.”101 Medyumlara cevap verdiği söylenen
ruhlar, bu engeli aşmayı beceren birtakım gözü açıklar mı
dersiniz? İlâhî sınırları, Allah’ın beyanını, beşerî sınırlar ve insanın
sözlerine benzetebilen câhiller/kâfirler ancak bunun böyle olabileceğini
düşünebilirler ve tabii aldanırlar.
Denilebilir ki; “iyi ama, ruh çağırma seanslarına gelen, hatta
içecek sigara bile isteyen görünmez varlıklar var. Peki bunlar ne?
Verdikleri birtakım geçmiş olaylara uygun bilgiler var, bunlara ne
diyeceğiz?” Ruh çağırma seanslarına mesajlar getiren madde ötesi
varlıkların, gerçekten çağrılan ruhlar olmadığı, olamayacağı kesindir.
Huddamcılık/cincilik/cin çağırma faâliyetleri ve bu esnâda
edinilen bilgiler ve bunların açıkça cinler yoluyla elde edildiği eskiden
beri bilinen ve hâlen de devam eden bir uygulamadır. Sosyete
çevrelerinin buna “ruh çağırma” ismini takması, hiçbir şeyi
değiştirmez. Bu, sadece modern cinciliktir o kadar.
Cinlerin varlığı Kur’an’la sâbittir ve cinler gaybı bilmezler 102.
Bununla beraber cinlerin insanlardan farklı bazı bilgilere sahip
olabileceklerini, özellikle de ruh çağırma seanslarında kendisiyle
görüşülmek istenen kişinin geçmiş hayatına dair birtakım bilgileri
bilmelerinin onlar için mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Şunun
100 35/Fâtır, 37
101 23/Mü’minûn, 99-100
102 34/Sebe’, 14
ATALAR YOLU
- 45 -
ya da bunun ruhu olarak seanslara gelenlerin, sorulan soruların
bir kısmına doğru cevap vermeleri, kendilerinin her söylediklerinin
doğru olması için yeter sebep değildir. Cinlerin ömürlerinin
uzun, niteliklerinin bizden çok farklı olması, kısa zamanda uzun
mesafeleri dolaşabilmeleri sebebiyle insanlardan farklı bilgileri
bulunmaktadır. Onların bizim bilmediğimiz bazı konularda bazı
şeyler söylemeleri gaybı bildiklerini göstermez; onların bilgileri
de çoğu kez noksan ve kasıtlı olarak yanlışla karıştırılmıştır. İnsanları
yanıltmaya yöneliktir. Müslümanlar maddeye olduğu kadar
melek, şeytan, cin gibi madde üstü varlıklara da inanırlar. Ancak
bu inançların Kitap ve Sünnette yer alan bilgilere uygun olması
gereklidir. Onların verdiği bilgilere bazı vehimler, zanlar karıştırılmasına
müsaade edilmemelidir. Çünkü zan ve vehim hiçbir zaman
ilim değildir. İman da en kesin ilme dayanmak zorundadır. O
halde asılsız birtakım söylentilerin, aldatmacaların peşinde imanı
süründürmenin anlamı yoktur.
Taş Yapıştırmak: Gaybdan haber almak ve gelecek konusunda
bilgi sahibi olmak merakının en garip ve akıl almaz
tezâhürlerinden biri de daha çok kadınların ilgi gösterdikleri taşa
taş yapıştırma hurâfesidir. Bu da niceleri gibi türbeler çevresinde
uygulanmaktadır. Genellikle türbe içinde veya yakınındaki herhangi
bir taş veya duvar bu iş için kullanılmaktadır.
Taş yapıştırma hurâfesinde dikkat çeken husus; o türbedeki
zat aracılığı ile tutulan niyetin Allah katında kabul görüp görmediğinin
öğrenileceği zannı, hatta dileklerin bizzat türbede bulunandan
dilendiğine inanılmasıdır. Bazen de taş yapıştırılan taşta/
duvarda bir kutsiyet vehmedilmesinin bu eyleme vesile kılındığı
görülür. Tabii bütün bunlar, putperestlik, yani kutsiyet izâfe ederek
putlara tapınma sapıklığının bir uzantısı olmaktadır. İslâm’ın
en ciddi mücâdele hedeflerinden birincisi olan putperestlik kalıntılarının,
çağdaş müslümanın hayatında uygulama imkânı bulması
ne kadar ters bir durumdur. Hz. Peygamber’in vefâtından
sonra İslâm’dan ayrılan mürtedlerle en amansız mücâdeleyi/savaşı
Hz. Ebu Bekir vermiştir. Bu yüzden çağdaş irtidat olaylarına
İslâm mütefekkirleri “Ebu Bekir’i olmayan irtidat” demektedirler.
Hz. Ömer de bid’at, hurâfe ve bâtıl inanışlara karşı pek büyük bir
hassâsiyet içinde olmuştur. Bu yüzden çağdaş hurâfe ve bâtıl inanışlara
da “Ömer’i olmayan hurâfeler” denilebilir.
Taş yapıştırmakla geleceği hakkında bilgi edindiğini, dileğinin
kabul edilip edilmediğini öğrendiğini sanan câhillere Buhârî ve
Müslim gibi sahih hadis kitaplarında, kendisinden nakledilen bir
hadiste gördüğümüz Hz. Ömer’in şu tavrını hatırlatmakta büyük
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
fayda olabilir: Hz. Ömer, bir haccında Haceru’l-Esved’e yaklaşıp
öpmüş ve sonra kulaklara küpe şu sözleri söylemiştir: “Çok iyi biliyorum
ki sen zararı ve faydası olmayan sade bir taş parçasısın!
Eğer Rasûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim asla seni öpmezdim!”
Nerede ve ne şekilde olursa olsun herhangi bir taşa şu ya da
bu şekilde taş yapıştırmakla tutulan niyetin gerçekleşeceğine
inanmak gibi bir sapıklıktan vazgeçilmesi ve böyle hurâfelerle sevinen
veya yerinenlerin ikaz edilmesi, akıl ve İslâm çizgisine gelmelerinin
öğütlenmesi Tevhide hizmet noktasından önem arzetmektedir.
“Allah bize kâfidir ve O, ne güzel vekîldir.” 103
Uğursuzluk Var mıdır? Hurâfe ve bâtıl inanışların, yanlış kabullerin,
doğrudan kaçışların cirit attığı tevhid bilincinden mahrum
bir toplumda bazı şeylerin uğuruna, birçok şeyin de uğursuzluğuna
hükmedileceği ve değer kargaşasına düşüleceği gayet
doğaldır. İçinde yaşadığımız toplulumda ne uğursuzluk vehimleri
yok ki?! Evden çıkınca kedi ya da köpek görmek, köpek uluması,
baykuş ötmesi, 13 rakamı, elden sabun ve makas almanın ayrılık
getireceği gibi nice anlayışlar, uğursuz yerler, zamanlar, kişiler ve
eşyalar... Kuş uçurup veya ürkütüp gittikleri yöne göre hüküm çıkarmak,
bacanın veya sigaranın dumanının çıkışına ve gidiş yerine
göre yorumlara girmek ve daha neler neler...
Hatırladıkça, saydıkça insana bunaltı veren bu tevhide ters
yanlış ve uydurmaların günümüzde de hatta tesirini artırarak yaşaması,
toplumun çoğu kesimini etkisine alması karşısında, sığınılacak
yer Kur’an ve Sünnet olacaktır. Peygamberimiz bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Uğursuzluk diye bir şey yoktur!” 104 Kadın, ev
ve binekte uğursuzluk bulunabileceğine dair bir rivâyeti Hz. Âişe
vâlidemiz; “Câhiliyye Arapları bu üç şeyde uğursuzluk olduğuna
inanırlardı” şeklindedir, diyerek katılmadığını kesin bir şekilde
ortaya koymuştur. “Uğursuzluk vehmiyle hiçbir niyet edilen işten geri
dönülmemesi gerektiği” Taberânî’nin rivâyet ettiği bir hadiste yer
almaktadır. Halk arasında günlük konuşmalarda duyduğumuz
“uğurlu geldi”, “uğursuz geldi”, “aramızda uğursuz biri var” gibi
sözler ve hükümler birer zan ve vehimdir. O şeyin veya olayın aslında
uğurlu veya uğursuz olduğunu göstermez. Hiçbir şey doğuştan
uğursuz değildir. Uğursuzluk varsa, bu, kişilerin yorumunda
ve anlayışında aranmalıdır.
Uğursuzluk anlayışı, birçokları gibi İslâm’a başka inanç sistemlerinden
girmiştir. Dolayısıyla müslümanların İslâmî hiçbir esasa
103 3/Âl-i İmrân, 173
104 Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
ATALAR YOLU
- 47 -
dayanmayan ve Peygamberimiz tarafından “yoktur!” diye beyan
buyrulan uğursuzluk hurâfesine iltifat etmemeleri, aydınlık ufuklarını
karartmamaları, hüsn-i zan ve iyimser özelliklerini yitirmemeleri,
zihnî ve imanî sâfiyetlerini bozmamaları gerekir. Hurâfeler
ve bâtıl inanışlarla sıkıntı ve evhamdan başka bir yere varılamaz.
d- Bazı Yanlış Kabuller
Dünya Kâfirin, Âhiret Mü’minin mi? Dünya Mü’mine Zindan
mıdır?
Bazı saf ya da câhil müslümanlarca, tembelliğe mâzeret olarak
ileri sürülen “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” veya “dünya
Mü’minin zindanıdır” yargısı; İslâm ve müslümanlar aleyhinde
konuşulmasına vesile olan bir yanlış yorumdur. Neden yanlıştır?
Açıklayalım:
Evet, “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”105 şeklinde bir
hadis-i şerif vardır. Bu hadis-i şerif birkaç çeşit yoruma tâbi tutulabilir.
Kur’an ışığında ve hadislerin bütünlüğü içerisinde ve en aklî
açıklaması şöyledir: Bu hadis, iman ve küfrün öteki dünyada sebep
olacağı neticeye göre dünya hayatının değerlendirmesini yapmaktadır.
Yani, “âhiretteki durumlarına göre dünya, mü’minin zindanı,
kâfirin cenneti yerindedir” anlamını ifade etmektedir. Nitekim
mü’minin ve kâfirin âhiretteki durumunu belirten âyetlerden de
aynı mânâ anlaşılmaktadır: “Kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr
edenler, şüphesiz, içinde temelli kalacakları cehennem ateşindedirler.
İşte bunlar yaratıkların en kötüsüdürler. Fakat iman edip sâlih amel işleyenler,
işte onlar da yaratıkların en hayırlısıdırlar. Onların Rableri katında
mükâfatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, altlarından ırmaklar akan
Adn cennetleridir. Allah onlardan râzı; onlar da Allah’tan râzıdır. Bu, Rabbinden
korkan kimseyedir...” 106
Mü’mine vaad olunan cennetin ve kâfirin varacağı yer olan
cehennemin vasıflarını anlatan öteki Kur’an âyetleri; gerçekten
âhiretteki duruma göre dünyanın, mü’min için nasıl bir zindan
hayatı niteliği taşıdığını; yine kâfir açısından da ne ölçüde bir cennet
hayatı görünümünde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Konuyu şu tarihî hikâye, güzel bir şekilde açıklamaktadır: Kadı’lardan
biri Bağdat’ta, yanında hizmetçisi olduğu halde gösterişli
bir biçimde atıyla külhan sokağından geçer. Külhancı yahûdi,
üstü başı simsiyah, cehennemî bir görünümle kadı’nın önüne
çıkar, atının gemine yapışır ve: “Allah, kadı’ya kuvvet versin.
105 Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
106 98/Beyyine,6-8
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Peygamberinizin, ‘dünya mü’mine zindan, kâfire cennettir’ sözünün
mânâsı nedir? Görüyorsun ya, dünya -mü’min ve Muhammedî
olduğun halde- sana cennet; -kâfir yahûdi olduğum halde- bana
zindandır. Hadisin mânâsı, tam tersiyle ortada?!” der. Kadı şöyle
cevap verir: “Şu üzerimde gördüğün dünyanın süsü ve heybetine
rağmen dünya; Allah’ın cennette hazırladıklarına nisbetle benim
için zindandır. Cehennemde seni bekleyen azaba nisbetle dünya
(bu haliyle de olsa) senin için cennettir.” 107
İşte din bütünlüğünden farklı ve yanlış yorumlanarak bu hadis
gerekçe gösterilerek “dünya kâfirin, âhiret mü’minin” yargısıyla
müslümanları dünyayı terke ve tembelliğe zorlamak, önce
hadisin gerçek mânâsına, sonra da İslâm’ın özüne aykırı bir tutum
olur. Unutulmamalıdır ki, temiz ve hoş rızıklar, dünya hayatında
da öncelikle müslümanlar içindir: “De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı
(yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kılabilir?’ De ki: ‘Onlar,
dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet
gününde ise yalnız iman edenlerindir.’ İşte, bilen bir topluluk için âyetleri
böyle açıklarız.” 108 “Müjde, dünya hayatında da, âhiret hayatında da
onlarındır. Allah’ın sözleri için bir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve
mutluluk budur.” 109
Bu konudaki sözümüzü Mehmed Âkif’ten mısrâlarla bağlayalım:
“Bizim muhîti, bizim halkı seyredince naza;
Görür ki; beyni bozulmuş yığın yığın kafa var.
Ne hükmü var ki, esâsen yalancı dünyânın?
Ölürse, yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.
Fenâ kuruntu değil! Ben derim, sorulsa bana;
‹Kabul ederse cehennem, ne mutlu, amca, sana!’
Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.
Bekãyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir;
Çalış, çalış ki bekã, sa’y olursa hak edilir.”
107 İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân Tefsiri, III/23
108 7/A’râf, 32
109 10/Yûnus, 64
ATALAR YOLU
- 49 -
Dünya Öküzün Boynuzunda mı?
Halk arasında dolaşmakta olan “dünya sarı öküzün boynuzları
üzerinde durmaktadır” sözü, özellikle deprem olduğu yer ve
zamanlarda “sarı öküz yine kafasını salladı” gibi yarı şaka yarı
ciddî söylenen sözler, kaba bir cehâletin akıl almaz delilleridir.
Hatta “dünyanın öküz ile balığın üzerinde olduğuna dair hadisin
mevcûdiyetinden bahsedilmesi işi iyice ciddîleştirmektedir. Gerçek
durum şudur:
Dünyanın öküz ya da balık üzerinde bulunduğuna dâir güvenilir
hadis kitaplarımızda hiç bir kayda rastlanmamaktadır. İbn
Hacer’in el-Metâlibu’l-Âliye’sinde110 yeryüzünün yaratılışıyla ilgili
babta İsrâilî hikâyeler nakletmekle meşhur olan Kâ’bu’l-Ahbar’ın
-Hz. Peygamber’e izâfe etmeksizin- balıkla dünya arasında ilişki
kurduğu görülmektedir. Öte yandan el-Heysemî’nin Mecmûu’z-
Zevâid’inde 111 İbn Ömer’den naklen Hz. Peygamber’in dünyanın
yeri ile ilgili bir dizi soruya “Arz su üzerindedir”, “Su, kaya üzerindedir”,
“Kaya, iki tarafından arz’a temas eden bir balığın üzerindedir”
şeklinde cevapladığı belirtilmektedir. Ancak el-Heysemî,
bu zayıf hadisi rivâyet edenler arasında bulunan Abdullah bin
Ahmed’in “zayıf bir râvi olduğu”nu belirterek, bu haberin doğruluğu
konusundaki endişesini duyurur. Zaten adı geçen kitap, birçok
zayıf, hatta uydurma hadisin de bulunduğu, bu rivâyetlerin
yer yer kritiklerinin yapıldığı bir eserdir; sahih hadis kitabı da sayılmaz.
El-Albânî ise, İbn Adî’nin el-Kâmil’inde ve İbn Mende’nin
et-Tevhid’inde de gördüğü bu rivâyetin kesinlikle “uydurma” olduğunu
ve böylesi İsrâil kıssalarının Rasûlullah’ın sözü imiş gibi
nakledilmesinin vebâline işaret etmektedir. 112
Abdüllatif Harputî, meşhur eseri Tenkîhu’l-Kelâm fî Akaid-i
Ehl-i’l-İslâm’da bu öküz-balık uydurma ve hurâfesinin ehl-i kitaba
âit olduğunu hatta bunun yahûdilik ve hıristiyanlık için bile
bir leke olduğunu belirtmektedir. Bazı dikkatsiz veya hurâfelere
düşkün müslümanların yazdığı eserlerde görülen öküz ve balığa
dair acâyip ve akıl almaz hikâyeler ya İsrâiliyattandır veya (“bugün
dünya kadınların üstünde duruyor”; “dünya, futbol topunun
veya paranın üstünde durmaktadır” sözleri gibi) temsil/benzetme
çeşidindendir ya da bazı rivâyetçilerin şahsî yorumlarıdır. Ancak
bazı dikkatsizler bunları hadis zannederek Peygamber’e isnad etmişlerdir.
113
110 c. 3, s. 265-266
111 c. 7, s. 131
112 Silsiletu’l-Ahâdîsi’z-Zaîfe, 294 nolu hadis
113 Lem’alar, s. 86
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
Müslüman olmayan milletlerin eski hikâyelerinin uzantısı şeklinde
halk arasında dolaşan bu dünyanın öküz veya balık üzerinde
olduğu şeklindeki asılsız söz ve görüşler İslâm ile uzaktan yakından
ilgili değildir. Müslümanların böyle boş laflara itibar etmemeleri
gerekmektedir. Ve tabii hiç kimse de bu sözleri ileri sürerek İslâm
düşmanlığı yapmaya yeltenmemelidir. Aksi halde körü körüne bir
düşmanlıktan, zulmetmekten başka bir şey yapmış olmaz. Böyle
kişilere Âkif gibi “Suç başkasınındır da, niçin başkası mahkûm?”
diye sorma hakkı doğar... Şu âyet hakkında düşünelim: “Sen dağlara
baksan, hareketsiz olduklarını sanırsın. Hâlbuki onlar bulut gibi kayar
giderler. İşte sana her şeyi hesaplı ve sapasağlam yapan Allah’ın sanatı!
Şüphesiz O, yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” 114
Sorumluluktan Kurtulmak Mümkün mü?
Bazı câhillerin “bizim abdestimiz alınmış, namazımız kılınmıştır.
Önemli olan kalp temizliği değil mi? O da bizde var. İbâdete
ihtiyacımız yok” gibi sözleri, ya da “biz şeriatı aştık, hakikata
ulaştık; artık mükellefiyet/sorumluluk kalmadı” yollu hezeyanları,
saçmalıkları orada burada söyledikleri ve bu görüşleri savundukları
-az da olsa- görülmektedir. Dâr-ı teklif (mükellefiyet sahnesi)
olan dünyada, Allah’ın verdiği ömrü yaşarken İlâhî emir ve yasakların
dışında kalmak ya da mükellefiyet sınırını aşmak mümkün
değildir. Her akl-ı selim sahibi bunu böyle kabul eder. O halde mükellefiyet
nedir? diyenlere, açıklayalım: Mükellefiyet: İlâhî emir
ve yasaklardan sorumlu olmak demektir. Bu da müslüman olmak,
akıllı olmak ve ergenlik çağına ulaşmış olmak şartlarına bağlıdır.
Bunlar genel şartlardır. Ayrıca her emrin yerine getirilmesi için
kendine has bazı özel şartlar da vardır. Meselâ; orucun farz olması
için; Ramazan’a erişmiş ve mukîm olmak, oruç tutamayacak kadar
hasta olmamak gibi.
Bu kısa açıklama göstermektedir ki, mükellefiyetten kurtulabilmek
için, ya müslüman olmamak, ya bülûğa ermemiş çocuk
olmak veya deli olmak yahut da ölmek lâzımdır. Bunun dışında,
hiçbir sebeple, hiçbir görevle, hiçbir makamda bulunmakla, tasavvufta
zirveye çıkıp zırvalamakla tekliften, yani Allah’a kulluk
görevinden, sorumluluktan kurtulmak hiçbir insan için asla mümkün
değildir. Bir kere, düşünmek gerek; eğer mânevî mertebeler,
mükellefiyetten kişiyi kurtaracak olsaydı, herkesten önce peygamberler
bu teklif yükünden kurtulurlardı. Hâlbuki onlar, ümmetlerine
neyi teklif etmişlerse, aynen kendileri de sorumlu olmuşlardır.
“Gönderdiğimiz peygamberlere de, kendilerine peygamber
114 27/Neml, 88
ATALAR YOLU
- 51 -
gönderdiklerimize de soracağız.” 115 Hatta onların sorumlulukları
ümmetlerinden daha da ağır olmuştur. Çünkü bazı hususlar sadece
onlardan istenmiştir. Teheccüd namazının Hz. Peygamber’e
emredilip ona vâcip olması gibi.116 “Onların işledikleri onlara, sizin
yaptıklarınızın hesabı da size!” 117 “O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini
denemek, imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı...” 118 Sonra,
yalancı peygamberlerden ve sahtekârlardan başka hiçbir sahâbi,
ve İslâm âlimi mükellefiyetinin bittiğini, emir ve yasaklara uyma
zorunluluğunun kalmadığını söylememiştir. Tarih böyle bir şeye
şâhit değildir. Hz. Peygamber’e hitâben “Ve sana ölüm gelinceye
kadar Rabbine ibâdet et” 119 âyeti İslâm’da hiçbir kimse için dokunulmazlık,
şeriat üstülük hakkı tanınmadığını bütün açıklığıyla ilân
etmektedir.
Herhangi bir kimseye -peygamber de olsa- yakın olmak, şu ya
da bu ırka veya cemaate mensup olmak da mükellefiyetten kurtulmaya
gerekçe yapılamaz. Hz. Peygamber, akrabâlarına ayrı ayrı
hitap ettiği bir konuşmasında en son kızı Fâtıma’ya hitabettikten
sonra, “Benden bana âit şeyleri isteyin, vereyim. Ama Allah’ın azâbına
karşı bana güvenmeyin. Allah’ın azâbından kendinizi kendiniz koruyun.”
buyurmuştur. Yine dinin hükümlerinin uygulanması konusunda
hiçbir kimseye ayrıcalık olamayacağını, aksi anlayışın kesin bir
dalâlet/sapıklık olduğunu şu hadisiyle net bir şekilde açıklamıştır:
“Ey insanlar, sizden öncekilerin sapıtmasının nedeni şu idi: İçlerinde üstün
mevkiden biri hırsızlık yapınca, hadd (cezâ) uygulamadan onu serbest
bırakıyorlar, ama güçsüz (arkası olmayan, fakir) birisi çalınca da hemen
hadd tatbik ediyorlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı
Fâtıma hırsızlık yapsa, Muhammed, onun elini de keser.” 120
Sorumluluğun kalktığını, sorumlu olmadığını iddia etmek büyük
bir sorumsuzluk ve büyük bir sorunluluktur; çünkü sorumluluk
imtihan dünyasında herkes için zorunluluktur. Sorumsuzluk
iddiâ etmek, “namazımız kılınmış”, “biz şeriatı aştık, o kabuktur,
avam içindir, biz hakikat(!) ehliyiz” demek, dünya şartlarında insan
ve müslüman olarak mümkün değildir. Bu iddiâ, “lâ yüs’el
ammâ yef’al -yaptığından sorumlu tutulmayan-” Allah’a ortaklık
iddiâ etmek gibi bir hezeyandır, saçmalıktır. Asıl amacı da haramhelâl
sınırını yıkarak her şeyin mubahlığı (ibâhiyye) görüşünü yaymaktır.
Hem dâll, hem mudıll -hem sapık, hem saptırıcı- olan bu
115 7/A’râf, 6
116 17/İsrâ, 79; 73/Müzzemmil, 2
117 2/Bakara, 134, 141
118 67/Mülk, 2
119 15/Hıcr, 99
120 Buhârî, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
ve benzeri düşünce sahiplerini, düzeltmek, cezâlandırmak elimizden
gelmiyorsa, kendi düşünceleriyle başbaşa bırakmak, ama hiç
olmazsa onun etkisinde kalanlara hakikati anlatıp uyarmak ve bu
sapıkları toplumdan soyutlamak onlara yapılacak en büyük iyilik
olsa gerektir. Ola ki akıllarını başlarına devşirir ve kendilerine gelir
de böyle saçmalıklardan vazgeçerler. “Rabbım, her köle âzâd
edildiği gün sevinir; ben ise Sana gerçekten kul-köle olduğum
gün sevineceğim.”
Kul, Kusursuz Olur mu?
“Kusursuz kul olmaz”, “beşer şaşar”, “düşmez-şaşmaz bir Allah”
gibi cümlelerin, günlük konuşmalarımız arasında bolca yer
almasına ve gerçeğin de bu olmasına rağmen, bazı câhillerin,
saygı duydukları kişileri “kusursuz” ilan ettiklerine -seyrek de
olsa- rastlanmaktadır. Kusursuz kul anlayışı, Kur’an prensiplerine,
tevhid anlayışına ters düşmektedir. Peygamberlerden bile “zelle”
denen küçük hataların sudûr ettiği gerçeği -ki Kur’an, bunu Hz.
Muhammed (s.a.s.) dâhil hemen bütün peygamberler için ısrarla
vurgular- yanında, “şeyh efendi”nin veya “üstad”ın hatasızlığını
iddiâ etmek, her şeyi ters yüz etmek, “hatayı sevap görmek” gibi
bir sapıklığı sergilemek ve insanı aşırı yüceltip tanrılaştırmak demektir.
Herkesi gerçek mevkiinde ve doğal özellikleri ile değerlendirebilmek
ya da buna rızâ gösterebilmek bir olgunluktur. Bu olgunluk,
övgü ve yergi duygularındaki îtidâle, adâlet, denge ve
ölçüye bağlıdır. Sevdiğini ölçüsüz/sınırsız seven, yerdiğini kararsız
yeren tipler, haddini bilmeyen, aşırılıktan yana ve her an gaf yapmaya
hazır kişilerdir. Kiminin yanlış zannettiği gibi, eğer varsa(?)
kişideki keşifler ve kerâmetler, kusursuzluğun belgeleri değillerdir.
Mûcize sahipleri bile insanî/beşerî özellikleri sebebiyle yanılgıya
düşerlerse, kerâmet asla kusursuzluk beratı olarak değerlendirilemez.
Kaldı ki, kerâmet hikâyelerinin, özellikle günümüz
fesat ortamında tamamına yakını yalandan ibarettir. Halkın güzel
ifadesiyle “şeyh uçmaz, onu müridleri uçurur.” “Kerâmeti zâhir”
kabul edilen tüm kişilerin, kerâmetinden önce “hatâsı zâhir”dir.
Bunun böyle olması da, pek tabii, çok normaldir. Çünkü ne kadar
sâlih olursa olsun, bir kişi kusursuz olamaz. “Âdemoğlunun hepsi
hata edici, günah işleyicidir. Ancak, günahkârların en hayırlısı, tevbe edip
Allah’tan affını isteyendir.” 121 İnsan kusurunu kabul edip affettirmesini
bildiği ölçüde saygıdeğerdir, kıymetlidir. Zaten hüner, hiç
kusur işlememekte de değildir. İşlenen hatayı affettirebilmektir
121 İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed bin Hanbel, III/198
ATALAR YOLU
- 53 -
hüner. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, siz hiç günah işlememiş
olsanız, Allah sizi giderir, yok eder de, günah işleyip tevbe eden bir kavim
getirir/yaratır. Onlar Allah’a istiğfâr ederler, Allah’tan af dilerler. O da
kendilerini affederdi.” 122 buyurarak, hataya müsâmaha etmemenin,
onu affettirebilmek için gayret sarfetmenin İlâhî irâdeye daha
uygun düştüğünü belirtmiş, kusursuzluğu değil; hatadan hemen
dönmeyi, yani tevbeyi teşvik etmiştir.
Öte yandan, kusursuzluğu kabul edilen kişilerin genellikle,
-varsa- eserlerinin de hatasızlığı ilan edilmekte, hataya bir hata
daha eklenmektedir. Ve tabii bu hatasız(!) görüşleri ve eserleri
tenkit etmek mesele olmakta, böyle bir saygısızlık, cür’et ve cürmü(!)
işleyenler, dinlerinden, imanlarından bile uzaklaştırılmakta,
en azından sapık ilan edilmekte, olmadık hakaret ve karalamalara
muhâtap kılınmaktadırlar. İlmî tenkit faâliyeti ve dolayısıyla
ilmin gelişmesi de böylece körü körüne kösteklenmektedir. Unutulmamalıdır
ki, kusursuz kitap, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü
Allah kelâmıdır. O, Allah’ın hıfzı ve korumasındadır. Onun dışında
her kitapta az-çok kusur, eksik, hata bulunmaması mümkün
değildir. Dolayısıyla bazı câhillerin sevdikleri kişileri ve eserlerini
kusursuz ilan etmeleri, bizzat bu iddiâ sahiplerinin en büyük kusurlarından
biri olmaktadır. Buna göz yuman “kusursuzluğu ilan
edilen kişi”nin, eğer hayatta ise bütün bu anlayışları düzeltmemesi,
kusursuzluk isnâdından memnun olması, affedilemeyecek
hatalardan biridir.
Kullara yaptıklarını güzel göstermek, şeytanın bir taktiğidir.
Kimse hatasına sevap süsü vermeye ve hatalıları hatasız göstermeye
kalkmamalıdır. Bilmelidir ki, bu tür bir eğilim, açıkça şeytanın
tuzağına düşmek ve tam anlamıyla büyük bir hata işlemektir.
Halk deyimiyle “dost için post olmak”tır. “Her günahın içki gibi
sarhoşluğu olsaydı; sen o zaman görürdün, ayık kalan kimsenin
olmadığını!”
Nazarlık Takmak Doğru mu?
“Göz değmesi” veya “nazar değmesi” diye bilinen, mikrobik
olmayan ve âniden çoğunlukla baş ağrısı şeklinde beliren mânevî
rahatsızlıkların varlığını bilmeyen veya duymayan yoktur. “Nazar
değdi, nazara geldi, nazara uğradı” gibi cümlelerle hep aynı
rahatsızlık anlatılmak istenir. Tıb da bu tür rahatsızlıkları kabullenmekte
ve “insan gözünden çıkan şuaların/manyetik ışınların,
122 Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, hadis no: 2526
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
dikkatle ve belki biraz da kıskançlıkla bakış esnâsında yoğunluk
kazanması ve bu yoğun şuaların karşı organizmanın atomlarının
çalışma düzenine etki etmesi” şeklinde açıklamaktadır.
Rasûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nazar/göz değmesi
gerçektir (vâkidir).” 123. Hatta Peygamber Efendimiz, “dokunan her
kötü gözden” Allah’a sığınmayı, Hz. İbrâhim’in bir duâsı olarak
ümmetine ta’lim etmiştir.124 “Nazardan Allah’a sığının; çünkü nazar
haktır.”125 Hz. Âişe vâlidemiz de Hz. Peygamber’in göz değmesine
karşı okumayı emrettiğini haber vermiştir. 126
Nazar değmesine karşı okuma sûretiyle uygulanan tedâvinin
Hz. Peygamber ve ashâbı tarafından yapıldığı ve müsbet neticeler
alındığı örnekleriyle sâbittir. Bu tedâvide daha çok Fâtiha, İhlâs,
Felak ve Nâs sûreleri ve Âyetü’l-Kürsî’nin okunduğu da hadislerde
yer alan bilgiler arasındadır. Yine 68/Kalem sûresinin 51 ve 52.
âyetlerinin okunması tavsiye edilir. Elmalılı’nın belirttiği gibi127
bu tedâvi çeşidinde aslolan hastanın bizzat kendisinin okumasıdır.
İnsan, hoşuna giden bir şeye bakarken nazarı değmemesi
için “Mâşâallah, lâ kuvvete illâ billâh” demelidir. Bu, Peygamber
Efendimiz’in okuduğu bir duâdır.
Bu açıklamalardan sonra, göz değmesine karşı gûya tedbirmiş
gibi, halk arasında dolaşan birtakım hurâfelerin mânâsızlığı kendiliğinden
ortaya çıkmış olmalıdır. Çocukların elbiselerine mavi
boncuklar, nazarlıklar, iğde çekirdekleri, kaplumbağa kabuğu vs.
takmak; evlerin, binâların girişine, arabalara boynuz, at nalı, at
kafası, çeşitli muskalar, cevşenler asmak, kurşun dökmek, tütsü
yapmak, ceplere sarımsak koymak, arabalara ve dükkânlara göz
resimleri yapıştırmak, acâyip heykeller monte etmek ve benzeri
şeylerin hepsi, bu bâtıl inanışın zavallı âletleridir. Bunların tıb açısından
en küçük bir faydası düşünülemeyeceği gibi, bâtıl inanışları
yaygınlaştırması ve sürdürmesi noktasından büyük sakıncaları
vardır. Bu yüzden de bunları bu niyetle kullanmak kesinlikle haramdır;
bazı İslâm âlimleri, Allah’tan başka şifa veren, zararı def
eden mânevî sığınak ve çözüm kaynağı kabul edildiğinden bunları
nazar giderici olarak kullanmayı şirk kabul etmişlerdir. Bir tür
koruyucu totem izlenimi veren ve hastalıklardan koruduğu yanlış
kanısının zihinlere yerleşmesine vesile olan nazarlıkların, nazar
123 Buhârî, Tıb 36, Libas 86; Müslim, Selâm 41-42; Ebû Dâvud, Tıb 15; Tirmizî,
Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, I/294, II/222, IV/67, V/70
124 Buhârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 20; İbn Mâce, Tıb 36
125 İbn Mâce, hadis no: 3508
126 Buhârî, Tıb 35
127 Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, s. 6394-6399
ATALAR YOLU
- 55 -
boncuklarının kullanılmasını Peygamber Efendimiz kesin bir şekilde
yasaklamıştır. Hatta böyle bir nazarlığı üzerinde taşıyan kişinin
bey’atını kabul etmemiş ve onu çıkarıp atmasını emretmiştir.128
Yine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Efsun
yapmak, nazar boncuğu takmak, kadınların kocalarına kendilerini
sevdirmek için sihir yapmak şirktir.” 129
Müslümana yakışan, basit birer madde olan nazarlıkların koruyuculuğu
zannına kapılmak değil; her şeyini borçlu olduğu ve
kulluğunu kendisine sunduğu Rabbine sığınmaktır. Şifâyı verecek
olanın ilaç, doktor, okuma, üfürme, hoca değil; bizzat Allah olduğunu
hiç unutmamaktır. Allah şifâ vermeyecek olduktan sonra,
dünya bir araya gelse ne çıkar? Ma’kul ve meşrû yollarla hastalıklara
çare aramak nasıl görev ise, şifâyı yalnız ve yalnız Allah’tan
bilmek ve beklemek de aynı şekilde görevdir. Mânevî hastalıkların
tedbiri de mânevîdir. Kur’an âyetlerinin ve sünnette geçen
duâların okunması ve Allah’a sığınılması bu tedbirin en üst seviyede
alınması demektir. Ötesi avunma, aldanma, gerçeği bırakıp
bâtıla dalma, denize düşünce yılana sarılma demektir. “Allah’ım,
her şeytan (tabiatlının şerrin)den, zehirli haşerâttan ve dokunan her kötü
gözden Senin şifâ veren kelimelerine sığınırım.” 130
Kurşun Dökmek: Nazar isâbetinden kurtulmak için uygulanan
yöntemlerden biri de, kurşun veya mum döktürülmek, nefesi
keskin hocalara(!) okutulmaktır. Bazı yörelerde de “tuz çatılmak”,
“un yakılmak”, “üzerlik otu yakılarak dumanı ile tütsülenilmek”
çare olarak görülmektedir. En yaygın olan uygulama, kurşun veya
mum dökme âdetidir. Bu iş şöyle yapılmaktadır: Nazar isâbet eden
hasta (genellikle çocuklar), kurşun dökücüsünün önüne oturtulur.
Başı bir örtü ile kapanır. Çocuğun başı üzerinde tutulan ve içinde
su bulunan kaba, ocakta eritilen kurşun dökülür. Kurşun döküldükten
sonra oradakiler hep beraber: “Kem göz çatlasın, Nazar
eden patlasın” diye bedduâ ederler. Bazı yerlerde de yaygın olarak
nazarlık otu, üzerlik otu yakılır. Dumanı ile hasta tütsülenir.
Bu esnâda çabuk çabuk şöyle söylenir: “Üzerliksin havâsın / Her
dertlere devâsın / Ak göz, kara göz / Mavi göz, elâ göz / Hangisi
nazar etmişse / Onların nazarını boz.” Şu tekerleme de söylenilmektedir:
“Elemtere fiş / Kem gözlere şiş / Üzerlik çatlasın / Nazar
eden patlasın!”
128 Nesâî, Ziynet 17; İbn Mâce, Tıb 39
129 Fethu’l-Kebir, c. 1, s. 304
130 İ. Lütfi Çakan, a.g. e. s. 11 vd.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
Bunların ne kadar gülünç, ama aynı zamanda trajik olduğu,
insanımızın ne denli câhiliyye uygulamalarına kapılarını açtıklarını,
kafalarını ve gönüllerini hurâfeyle kirlettiklerini gösteren uygulamalardır.
Muska ve Muskacılık
Muska ve Tılsımların Menşei: Muska ve tılsımların menşei,
putperestliğin en ilkel şekli olan “fetiş”tir. Bu inançta olanlar,
bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi,
uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne
bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu
gibi, bazen kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçaları vb. olabilir.
Bu nesneleri taşıyanlar, çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan
korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri “uğur getiriyor”
inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır.
İslâm’ın fıtrata, akla ve ilme uyan güzel esaslarına inanmamakta
direnen nice insan, böyle safsatalara kolaylıkla inanabiliyor, dolayısıyla
Kur’an’ın “onlar akıllarını kullanmayan akılsızlardır” ifadesini
her an farkında olmadan doğruluyorlar. Günümüzde üniversite
gençliği ve sosyete semtlerinin kültürlü geçinen kesimlerinde
gittikçe bu tür “uğur taşları” vb. yaygınlaşmakta, İslâm’dan uzaklaşan
insan ne kadar komik ve aşağılık olmaktadır!
Daha sonraki dönemlerde kâğıt parçaları üzerine yazılmış dinî
formüller veya tuhaf işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar, fetişlerin
yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin Mısır’da bulunduğu
belirtilir. Eski Romalılar da, hastalıklardan ve zehirlenmeden
korunmak için acayip işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları
kullanmışlardır. İsrâiloğullarına gönderilen peygamberler
de, putperest kavimlerden geçen, kendi dönemlerinde yaygın
olarak kullanılan fetiş ve tılsımları yasaklamışlardı. Buna dair eski
Ahid’de (Tevrat’ta) rivâyetler vardır.131 Hırisitiyanlıkta da muska ve
tılsımlara inanmak çok yaygındı. Hıristiyan din adamları muska
taşıma âdetleriyle mücâdele etmişler, ama pek başarılı olamamışlardır.
Milâdî 366 yılında toplanan “Laodice” dinî kurultayı, muska
ve tılsım taşımaya yasaklayan bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat
hıristiyanları bunları taşımaktan bir türlü vazgeçirememişlerdir. 8.
Yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı
koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta
hıristiyan din adamları bu hurâfeye tâviz vermeye mecbur kaldılar.
Muskaların yerine “haç” hıristiyanlık sembolü olan balık resmi,
131 Meselâ, bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab 35, s. 35
ATALAR YOLU
- 57 -
“Agnus Dei” (Tanrı Kuzusu) yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler,
giderek halkı buna alıştırdılar. 132
İslâm’ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muskatılsım
kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist
ve Maniheist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan’da yapılan
arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında
“tılsım-muskalar”, çeşitli dinî formüller yazılı levhalar, tahtalar vs.
eşya bulunmuştur. Budist Uygurların dinî kitaplarında da tılsım
şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkologu F. W.
K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden
birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. Müslüman olduğunu iddiâ
edenlerin de kullandıkları muskalardaki tılsımların bir benzeri
olan bu şekillerin ifade ettikleri anlamlar olarak, bunlardan biri
için, bir kadın bu muskayı vücudunda taşısa, kolay doğurur, rahat
ve sevinç bulur; diğerinde, Pars yılı doğmuş olan (şimdiki burçların
bir benzeri olsa gerek) kişi, bu tılsımı saklarsa çok mutlu olur;
üçüncüsünde de, herhangi bir kişinin hayvanları çok ölüyorsa, bu
tılsımı kapıya yapıştırsın denilmektedir. 133
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan
bazı inanç sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski
Babil, Asur, Mısır müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin
kullandıkları kitaplardan yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara
inandırıcılığı kuvvetlendirmek için Kur’ân-ı Kerim’den
âyetler,Esmâü’l-Hüsnâ ve bazı duâlar da ilâve edilmiştir. Muska ve
tılsımla ilgili kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde
görülüyor ki, birçoğunda bazı âyet ve duâlarla beraber, hiçbir dile
benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Tılsımcılar, mal ve mülkün
tılsım-muska ile her türlü âfet ve kazalardan korunacağını da
telkin ediyorlar. Bu tılsımlarda Esmâü’l-Hüsnâ, âyet-i kerime ve
duâlar sû-i istimal edilmektedir. Bunların, câhil halkı kandırmak
için kullanılmakta olduğu şüphesizdir. Bu hurâfeler, mü’minlerin
inancına, sağlığına, malına ve canına zarar verecek zırvalardır.
İmanı tam olan müslümanlar, bunlara inanamaz.
Tılsımlar, harfler ve rakamlar ile yapılmaktadır. Efsun ve tılsım
kitaplarına göre harfler ve onların ifade ettikleri rakamlar tabiatüstü
esrârengiz kudrete sahiptir. Harfler; “ebced, hevvez...“deki
sıraya göre adet ifade ederler. Yazı tarihi araştırmalarıyla ispat
edilmiştirki, “ebced, hevvez...“aslında hece harflerinin sırasını göstermek
ve sırf harfleri hatırda tutmak için tertip edilmiş, mânâsız
132 Abdülkadir İnan, Hurâfeler ve Menşeleri, s. 44
133 A. İnan, a.g.e., s. 46-47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
sözlerden (mühmelât) ibârettir. Her şeyde esrâr arayan uydurma
meraklıları bu “ebced“deki mühmelât hakkında birçok hurâfe
icad etmekte zorlanmamışlardır. Aslında bu “ebced...“Aramî alfabesindeki
harflerin sırasını gösteren mânâsız sözlerdir. Bu alfabe
sırası Aramîlerden Nabatilere, onlardan da câhiliyye çağı Araplarına
geçmiştir. Aynı kaynaktan gelen İbrânî, Süryânî, Yunan ve
latin alfabelerinde de bu sıra, gelenek olarak muhâfaza edilmiştir.
Araplar, birbirine şekil bakımından benzeyen harfleri yanyana
koymak maksadıyla bu “a, b, c...“sırasını bozmuşlarsa da, eski
sırayı “abced hevvez“altı mühmelâtından muhâfaza etmişlerdir.
Harfleri, rakam gibi kullanırken de bu “ebced“deki sıraya riâyet
etmişler ve Arapçaya mahsus altı harf için de iki mühmel söz uydurup
ilâve etmişlerdir. Üfürükçülük kitaplarında gördüğümüz
harflerin büyük bir kısmı, Esmâü’l-Hüsnâ harfleri ve rakamları da,
bu harflerin “ebced“hesabına göre ifade ettikleri sayıyı göstermektedir.
Bazı tılsımlarda ise bu “ebced“hesabı tutmuyor.
Bu arada şu küçük açıklamayı da ifade edelim: Yazı işaretlerinin
(hiyeroglif, harf, rakam) esrârengiz sihrî kuvvet içerdiğine
inancın en eski kaynağı, tarihin karanlık devirlerine kadar uzanmaktadır.
Zira yazının mâhiyetini bilmeyen kavimler, yazıyı keşfeden
kavimlerin deri, tahta, tablet ve başka nesnelere çizdikleri
çizgilerle konuşup gâipten haber aldıklarına ve bu acâyip çizgilerde
tabiatüstü esrarlı kudret bulunduğuna inanıyorlardı. Bu inanç
ve korkunun câhil halk arasında bugün bile tesirini sürdürdüğünü
görüyoruz. Bazı okuma-yazma bilmeyen câhil kimseler, herhangi
bir muskayı alıp atmak, ya da kâğıdını yırtmak istediğiniz
zaman, “aman çarpılırsın!“diyerek size muskalarını vermek veya
açtırmak istemezler. Muska ve tılsım kitapları incelendiğinde öyle
anlamsız melek, cin, şeytan ve peygamber adlarına rastlarsınız
ki anlamlarını hiçbir dil ve lügatta bulamazsınız. Bunların hiçbirisinin
İslâm’la ilişkisi yoktur. Tümü uydurma ve hayali adlardır,
hurâfedir. Bunların yahûdilerin Kabbalah denilen mistik ve skolastik
felsefelerinden geçmiş olduğu belirtilir. Bu felsefeye göre
yahûdi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik
ve sihrî mâhiyetleri vardır. Bu yahûdi anlayışına göre, yahûdi
din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarını iyi kullanmak
şartıyla, her türlü hârikalar yaratmak mümkündür. Bu kabbalah
mârifetleri nesilden nesle gözli bilgi olarak, seçkin çömezlere öğretildi.
13. y.y. dan sonra kitap halinde yazılmaya başlandı. İspanya
yahûdilerinden de müslümanlara geçti.
Muskacıların Dayanağı: Her şeye bir dayanak, bir gerekçe arayan
insanoğlu, kendi görüşünü kuvvetlendirmek için bazen kutsal
ATALAR YOLU
- 59 -
değerleri bile istismar edebilmiştir. Nitekim muskacılardan bazıları
İsrâ sûresindeki Kur’an’ın şifâ olduğunu belirten âyeti, muska
yazmaya delil olarak göstermişlerdir. Oysa zikredilen âyette muska
yazma için hiçbir işaret yoktur. Bu âyette Allah şöyle buyurmuştur:
“Biz Kur’an’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz.
O, zâlimlerin ise sadece husrânını/kaybını arttırır.” 134 Kur’an, ruhları
terbiye ederek mü’minleri psikolojik problemlerden ve rûhî hastalıklardan
korur. Mü’minler, o sâyede bâtıl akîdelerden, kötü
huylardan kurtularak mânevî sıhhatlerini temin edebilirler. Yine,
Fâtiha gibi sûreleri hüsnüniyetle okumak da bazı bedenî hastalıklar
için bir şifâ vesilesi olabilir. Kur’an, beşeriyete yücelme sebeplerini,
takip edilecek kurtuluş yolunu göstermiş, onları maddî ve
mânevî helâka sebep olacak şeyleri yasaklamış, kendilerine dünya
ve âhirette huzura götürecek şeyleri emretmiş rahmet kitabıdır.
Fakat Kur’an, zâlim için, Kur’an’ı inkâr eden, onun hükümlerine
karşı gelen kimseler için ise, zarardan başka bir şey arttırmaz.
Çünkü bu kimseler Kur’an’ın beyanlarına karşı düşmanlıkta, hürmetsizlikte
bulunur, her türlü ahlâksızlığı yaparak, kendileri için
mânevî felâketleri çağırırlar. Elbette, tedâviye muhtaç olan insan,
kendisine verilen en faydalı bir ilacı terkeder de midesini zehirli
şeylerle doldurursa kendi hayatına kasdetmiş, kendisini helâka
mâruz bırakmış olur. Kur’an hükümlerinin, yanlış yolda olanlara
ve kötü huy sahiplerine gerçeği görme ve doğruyu bulma yolunda
şifâ ve rahmet olduğunu, ama kötü niyetli zâlimler için ise, bir
helâk sebebi olabileceğini anlıyoruz. Ancak, âyette ne sûretle
olursa olsun, muska yazılacağına dair hiçbir işâret yoktur.
Kur’ân-ı Kerim, muska yazmak, büyü yapmak, fal bakmak
için değil; “insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden
ayırmanın açık delilleri olarak” 135 gönderilmiştir. Allah’ın
Kitabının âyetlerini rastgele yerlere yazarak çöplüklere gitmesine
sebep olmak veya beşerî çıkarlar için istismar etmek, İslâm’a ve
İlâhî Kitaba ihânettir. Bu işi yapanlara fırsat vermek gaflettir,
hıyânettir. Hatta mü’minlerin itikadını zedelemeye hizmettir. En
üzücü tarafı ise bunu yapanların kendilerini “hoca” olarak lanse
etmeleridir. Oysa İslâm’da “hoca” dinin hükümlerini bilen, ilmiyle
amel eden, Allah’tan korkan, Allah’ın âyetlerini az bir dünya
metâına satmayan örnek ve önder bir şahsiyettir. İslâm’ın yasak
kıldığı işleri yapan ve bu tür davranışlara cevaz veren insan, hoca
olamaz. Böyleleri ancak fâsık ve münâfık olur; bunlara dense
dense cinci, üfürükçü, din tüccarı, hurâfe pazarlamacısı muskacı
134 17/İsrâ, 82
135 2/Bakara, 184
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
denilir.
Muskacıların Sonu: Ömrünü muska yazarak, fal açarak, sihir
yaparak geçiren pekçok insanın sonu hüsran ile noktalanmıştır.
Bunlardan kimisi hapishane köşelerinde, kimisi de feci hastalıklara
yakalanarak fakr u zarûret içerisinde ölmüşlerdir. Vakitlerini
muskacılıkla geçirenler, bu yoldan her ne kadar dünyevî menfaat
temin ediyorlarsa da bu iş, dinen kınanmış olduğu için iflâh olmuyorlar.
Daima hayatları sıkıntı ve sefâletle, beş kuruşa muhtaç
olarak geçmekte olduğu müşâhede edilmektedir. Hayatlarının
sonunda perişan bir vaziyette, miskinlik içinde yaşadıkları görülmektedir.
Bunların hepsi yaptıklarının avans cinsinden dünyadaki
küçük cezâsıdır. Esas cezaları, ceza gününde verilecektir. Çünkü
bakılması haram olan nice göbeklere muskalar yazmışlardır. Nice
genç kızları veya evli insanları muhabbet muskalarıyla aldatmışlar,
ümitleriyle oynamışlardır. Allah’ın men ettiği şeyleri insanlara aşılamışlar,
imanın temelini sarsmışlar, İslâm akîdesini bozmuşlardır.
Böylelikle yahûdi ve hıristiyan âdetlerini canlandırarak ve bunları
birkısım insanlara kabul ettirip onların itikadlarını bozarak imanlarını
sarsmaları ile İslâm âleminde tedâvisi imkânsız olan yaralar
açmışlardır.136 Her aklı başında mü’min, insanları bu tür cinci, muskacı,
üfürükçü sahtekârların tahribatından korumak için elinden
gelen gayreti esirgememelidir. 137
Unutmamak lâzım ki, dindarlık, dinî olanı işlemektir; dinde olmayanı
değil. Nice insan, hem de din adına, dini de küçük düşürerek
ve sevap yapıyorum zannıyla günaha girerek bu tür hurâfe ve
bid’atler, bâtıl inançlar peşinde kendisine sıkıntı vermekte, hayatını
daha da çekilmez hale getirmektedir. Bazı insanlar, Cumartesi
ve Salı günleri çamaşır yıkamıyor, bazıları da kırılan bir ayna veya
evinin yakınlarında öten bir baykuş nedeniyle kâbuslar görüyor.
Bâtıl inanç, hurâfe ve bid’atlerden ancak sağlıklı ve doğru dinî bilgiyle,
Kur’an’ın hayata geçirilmesiyle korunulabilir. Bu tür sapıklıklara
yönelmenin nedeni, insandaki inanç ihtiyacının doğru ve
gerçek bilgilerle doldurulamaması, İslâm’ın hâkim değil mahkûm
olması, câhiliye düzeni, medya ve çevre şartlarının doğruyu eğri,
eğriyi doğru diye göstermesidir. Dini; bazı çıkarcı, istismarcı, cinci,
câhil ve bağnazların elinden kurtarmadıkça, bu tür insanlara ilgi
gösterilip “hoca” diye iltifat edildikçe bu sorunlar küçülmeyecek,
aksine büyüyecektir.
Yukarıda açıklananlardan başka hâlâ yaşayan bazı bâtıl inanç
136 Recep Aktaş, Bâtıl İnanışlar, s. 39-40
137 Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurâfeler, s. 19-32
ATALAR YOLU
- 61 -
ve hurâfeleri saymaya çalışalım:
“At, avrat ve silâh uğursuzdur.”
“Ayna kırılması uğursuzluktur, ayna kırılan ev yedi sene iflâh
olmaz.”
“Ateşle oynayan çocuk altını ıslatır.”
“Ayın 13’ü uğursuzdur.”
“Gece tırnak kesilmez, ev süpürülmez.”
“Gece ev süpürülürse fakirlik gelir.”
“Geceleri aynaya bakılmaz.”
“Gece vakti, bir evden başka bir eve kazan, tencere ve tava
verilirse mutlaka ölüm olur.”
“Gece, vaktinden önce öten horoz uğursuzluk getirir.”
“Pazar günü çalışmak uğursuzluktur.”
“Salı günü işe başlanırsa bitmez, sallanır.”
“Salı günü yeni elbise giyilirse yanar.”
“Çarşamba gecesi işe başlanırsa, ‘Çarşamba karısı’nı kızdırı ve
o eve kötülüğü dokunur.”
“Çarşamba günü yorgan kaplayan hastalanır.”
“Çarşamba günü süt içmek, ev satın almak iyi değildir.”
“Perşembe günü çamaşır yıkanırsa zengin olunur.”
“Cuma akşamı ev süpürülürse meleklerin kanadı kırılır.”
“Cuma günü ev süpüren veya çamaşır yıkamak, fakirlik getirir
ve günahtır.”
“Çocuğu ölen kadın, Cuma günleri hiçbir iş yapmaz.”
“Cuma günleri çocuğun ayakları câmi kapısına bağlanır ve namazdan
sonra çözülürse, hasta olmaz.”
“Henüz konuşamayan çocuğun ağzı, Cuma salâsı verilirken
câmi anahtarıyla açılırsa, çocuk hemen konuşmaya başlar.”
“Cumartesi günü çamaşır yıkamak uğursuzluk getirir.”
“Arefe günü dikiş dikmek günahtır.”
“Arefe günü dikiş diken kadının ölmüş çocuğu varsa, onun
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
derilerini diker.”
“Misafirin ardından ev süpürmek iyi değildir.”
“Makasın ağzı açık kalırsa, kefen biçmeye yarar.”
“Makasın açık kaldığı evde kavga çıkar.”
“Elden ele makas alınmaz, makas düşman sayılır.”
“Elden ele sabun alınmaz, uğursuzluk getirir.”
“Hapse giren biri, ölmüş birisinin yüzüğünü takarsa hapisten
çabuk çıkar.”
“İnsanın önünden kara kedi geçmesi, uğursuzluk sayılır.”
“Tavşan, tilki, kara köpek birinin yoluna çıkarsa uğursuzluk
getirir.”
“Kapı eşiğine basan, iftiraya uğrar.”
“Merdiven altından geçmek uğursuzluktur.”
“Başa pisleyen kuş, talih kuşudur; Kuş pisliği başına düşene
para gelir.”
“Şimşek çakarken kırmızı giyilmez.”
“Terlik ve ayakkabının ters dönmesi iyi değildir.”
“Evliliğin ilk günü, gerdek gecesinde, erkek veya kadın, hangisi
önce uyursa o daha evvel ölür.”
“Gerdek gecesi, karı ile kocadan hangisi daha evvel diğerine
tokat vurursa, onun sözü daha çok dinlenir.
“Zifaf gecesi gelin ve dâmat sabunla yıkanırsa, sabun acı olduğundan,
aralarına acı ve ayrılık girer.“
“Ev süpürülürken süpürge birine dokunursa uyuz olur. Süpürgeye
tükürülürse hastalık bulaşmaz.“
“Gece tırnak kesilirse ömür kısalır.“
“Cenâze yıkanırken teneşirin altına dökülen su, bir şişeyekonup
habersiz sarhoşa içirilirse içkiyi bırakır.“
“Nazara uğrayan kişi, kuşkulandığı insanın saçından, ayakkabısından
veya elbisesinden habersiz bir parça kesip yakarak dumanı
ile tütsülenirse nazarı geçer.“
“Kötü bir hastalıktan söz edilirken: ‹Değirmenden geldim unluyum’
denilmezse o hastalık, söyleyene bulaşır.“
ATALAR YOLU
- 63 -
“Sarılık hastalığına tutulan kişinin ‹izinli’ denilen biri tarafından
alnı jilet ya da çakı ile çizilir. Akan kan alnına ve burnuna
sürülür. Yaradan kan aktıkça hastalık da akar gider.“
“Dişi ağrıyan bir kişi mezarlığa gider, mezar taşını ısırır, arkasına
bakmadan geri gelirse ağrısı kesilir.“
“Başı ağrıyan bir kadın câmiye gider, yazması (başörtüsü) ile
câmiyi süpürür ve yazmayı tekrar başına örterse başının ağrısı gider.“
“Evden çıkan erkek, işine giderken önünü kadın keserse (kadın
adamın önünden karşıya geçerse) adamın işi ters gider.“
“Kısa boylu kadınlar uğursuzdur.“
“Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır
kalır.“
“Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya
mendili sallattırılırsa nasibi çıkar.“
“Evli birinin yüzüğünü bekâr kız takarsa kısmeti kesilir.“
“Bekâr kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir.“
“Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse kızın
bahtı açılır.“
“Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan
önce imam tarafından câmide açılırsa kızın bahtı açılır.“
“Ellerini birbirine bağlayanın kısmeti kesilir.“
“Ellerini kavuşturanın kısmeti kapanır, anası ölür.“
“Hâmile bir kadın yumurta yerse çocuğu terbiyesiz olur.“
“Hâmileyken anahtar açanın doğumu kolay olur.“
“Bir hâmile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın
doğar.“
“Aş yeren bir kadın, çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur.“
“Doğum yapan kadın, yedi gün çocuğunun yanından dışarı
çıkmaz. Çıkarsa cinniler gelir, çocuğu götürür. Başka bir çocukla
değiştirir.“
“Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra ‹Bunu sana sattım’ der
ve kurban kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını Satı,
oğlan olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuk yaşamaz.“
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
“Çocuğu yaşamayan kadın, yeniden doğum yaptığında 40 evden
topladığı parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu
yaşar ve ömrü uzun olur.“
“Çocuğu ölen bir kadın Cuma günü iş yapmaz.“
“Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama,
bıçak konulursa albasmaz.“
“Lohusa kadının bulunduğu yere süpürge, Kur’an, soğan, sarımsak
asılırsa ‹alkarısı’ loğusa ve çocuğa zarar vermez.“
“Hayızlı kadın, sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur.“
“Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa
turşu bozulur.“
“Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından
içeri girerse saygılı olur.“
“Yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, yattığı odanın eşiğine veya
beşiğinin altına konursa cadı zarar vermez, nazar da değmez.“
“Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak
getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış.“(Buna bazı yerlerde
cüher almak denilir.)
“Bebek fıtık doğarsa, külotu çalı ağacını bir dalı yarılarak arasından
geçirilince fıtığı iyileşir.“
“Bebeğin kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse, ya arsız ya da hırsız
olur.“
“Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip
köyün etrafında dolaştırılırsa ömrü mutlu geçer.“
“Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa, göbeği düşmez.“
“Cuma günü çocuğun ayakları bir câmi kapısında bağlanır,
Cuma namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmaz.“
“Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olur.“
“Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı
denilen beze sarılırsa tokgözlü olur.“
“Çocuğun göbeği, câmi duvarına veya avlusuna gömülürse
dindar, medresenin (okulun) bahçesine veya avlusuna gömülürse
âlim, ahıra gömülürse malcı olur. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz,
evin içinde bir yere gömülürse gözü dışarıda olmaz.“
“Boyu ölçülen çocuk kısa kalır.“
ATALAR YOLU
- 65 -
“Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olur.“
“Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekir.“
“Çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve
kolay olur.“
“Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan
ve denize giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse
yaraları iyileşir.“
“Yürüyen çocuğun emeklemesi, misafir geleceğinin işaretidir.“
“At, öküz, inek, dana gibi büyükbaş evcil hayvanlar, eğer gece
ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o evden
biri ölecektir.“
“Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası
daha ölür.“
“Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa
Azrâil suları ellediği için biri yine ölebilir.“
“Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir.
Çünkü Azrâil kılıcını o sularda yıkar. Sular bu kılıçla pislendiği için
içilmez olur.“
“Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava veya tencere
verilirse ölümü celbeder.“
“Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır.“
“Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya
kırılırsa ölüme işarettir.“
“Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o evden cenâze çıkar.“
“Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbeder.“
“Saçakta baykuş ötmesi, ölüme işarettir.“
“Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin
yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu çağıracağı
için kazaya belâya uğramadan geri döner.“
“Biri yolculuğa çıkıp gurbete giderken arkasından yola su dökülürse,
su gibi yolculuğu olur, kazaya uğramadan sağ sâlim yerine
ulaşır, gurbetten çabuk döner.“
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
“Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya
uğramaz.“
“Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu
için, acı olaylar görülür veya o iki kişi arasına düşmanlık girer.“
“Gök gürlerken buğday ambarına el ile vurulursa hasat çok
olur.“
“Nar tanelerini yere düşürmeden bir bütün narı yiyip bitirebilen
cennete girer.“
“Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin
güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekir.“
“Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafında
Kur’an okunarak dolaşılırsa, o araziye dolu yağmaz.“
“At nalı asılan yere nazar isâbet etmez.“
“Önünde ‹beş taş’ oyunu oynanan eve fakirlik gelir.“
“Cezveden su içilirse zengin olunur.“
“Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılar.“
Daha neler neler... Saymakla bitmeyecek bir sürü bâtıl inanışlar...
Dikkat edilirse, hurâfe ve bâtıl inanış olarak kabul edilen haftanın
hemen bütün günleri ya belâya, ya da günaha sebep gösterilmiştir.
Sanki müslümanın temizlik yapması, çalışması suç kabul
edilmiştir. Bu inanç, hem ibâdetlere, hem temizliğe, hem çalışıp
kalkınmaya ihânettir.
“Yıldızname“ye baktırmak, “fal“ açtırmak, “sevicilik“ yaptırmak,
“sihir“ bozdurmak, “muska“ yazdırmak, “tılsım“ yaptırmak, “afsunlanmak“
için diyar diyar, semt semt hoca(!) arayanlar, dileğinin yerine
gelmesi için türbe ve evliya mezarlarını/yatırları dolaşanlar, kızının
nasibini açtırmak için il il üfürükçü arayanlar azımsanmayacak kadar
çoktur. Göğüse ve göbeğe muska yama cür’et ve ahlâksızlığına
tevessül edenler ve bunların tuzağına düşüp pişmanlığını sineye
çekenler de az değildir. Kimi yerde gelin, kocasının evine girerken
“kaynanasının iki bacağı arasından geçerse saygılı olur“diye inanılmak,
dolayısıyla insan onuru ayaklar altına alınmaktadır. Kimi yerde
de “yeni doğan çocuğun ilk dışkısı, cin çarpmasın, nazar değmesin
diye, yattığı odanın eşiği altına konulmakta, bazı yerlerde de bebeğin
beşiğine mezarlıktan toprak getirilerek konulmaktadır.
ATALAR YOLU
- 67 -
Kurşun dökmek, muska ve nazar boncuğu takmak gibi eski
hurâfe ve bâtıl inanışların yanında; modern hurâfe ve çağdaş
bâtıl inanışların da sosyete çevreleri, üniversite öğrencileri ve Batı
kültürüyle yetişmiş insanlar başta olmak üzere, toplumda giderek
yaygınlaştı(rıldı)ğını belirtmek gerekiyor. Burç taşları, şans ve
uğur getireceğine inanılan çeşitli taş, yüzük, kolye veya boncuklar,
sinema filmleri veya tv. dizilerindeki kahramanlara ait resim
ve aksesuarlar, muska yerine uğur ve şifa kolyeleri, taşları, nazar
değmesin diye elini kulağına tutup tahtaya vurmalar, aksırınca
“çok yaşa“demeler ilk sayabileceğimiz modern gereçler ve tavırlardır.
Tabii, bunların yanında cinciliğin modern şekli olan medyumluk,
falcılığın bin bir çeşidi, burçların ve gök cisimlerinin insan
kaderi üzerinde etkisi olduğuna/tanrılığına inanmanın bir yansıması
olan burç falları, müneccimliğin modernize edilmiş şekli
olan astroloji, felekle ve feleğin kadere etkisiyle ilgili inanış ve
deyimler, ruh çağırma ve reenkarnasyon inanışları, insanın maymun
soyundan geldiğine inanmak, İmanî hakikatlerin çoğunun
bilimsel olmadığı, bilimin tek doğru ve gerçek mürşit olduğunu
kabul, tabiat/doğa veya tesadüfe yaratıcılık atfetmek gibi bâtıl
inanışlar ve modern hurâfeler...
Türbe ve yatırlardaki mantık dışı hurâfelerin çağdaş ve modern
şekillerini de televizyon izleyen herkes görmekte, mâtem törenlerini,
andiçmeleri... bilmekte. Simokinli resepsiyonlar, tuhaf, saçma
ve İslâm dışı kuralları olan törenler, seromoniler, âyinler, tapınmalar...
Kolej ve üniversite mezunlarının keplerini havaya fırlatmaları,
kıyâfet dayatmaları vb. zorunluluklar da resmî hurâfeler olarak
sayılabilir. Bütün bunların yanında kapitalizm, komünizm, kemalizm,
laiklik gibi her türlü beşerî ideolojiler, İslâm’a ters dünya görüşleri
ve felsefî anlayışlar, tâğutî yaklaşımlar, Bel’amca yorumlar
çağdaş bâtıl inançlar ve modern hurâfelerdir.
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen,
doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna
uyacaklar)?” 138. Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın
izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını
kullanmayanlara verir.” 139
138 2/Bakara, 170
139 10/Yûnus, 100
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın
içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek
gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de
bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve
itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli
siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın
intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin
de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin
de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz.
O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan,
Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından
geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin
değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken
özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri
gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin
pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen
kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi
bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah,
Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi
gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını
değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah
bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten
onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 140
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye
Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye
karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir.
Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı,
tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde
de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz
edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike,
müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı
kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize
kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir
din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri
bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı
gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde
bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. Ben size, babalarınızı
üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
140 13/Ra’d, 11
ATALAR YOLU
- 69 -
bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen
şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların
sonu nasıl oldu?” 141 “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı
bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü
emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 142
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı.
Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu
din; İbrâhim’in (a.s.) ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği
Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim’in (a.s.)
dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl
inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de
araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine
isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ
bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek
ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve
dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı
bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her
her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik;
elbette onu yine Biz koruyacağız.” 143
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz
(s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma
yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.” 144
Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış
ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun
içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların
kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis
uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri
doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına
göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu
kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına
izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam
edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa
soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü,
İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana
141 43/Zuhruf, 21-25
142 7/A’râf, 28
143 15/Hicr, 9
144 Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû
Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce,
Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83,
133, 150, 159, 171
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma
gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az
veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu
vahyi yanlış anlamış insanlardı.145 Bu konuda suçun büyüğü, halktan
daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını
düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey,
hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen,
doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”146 Bizim
dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken
bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları
ile övünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak
bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve
tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir.
Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası
olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden
ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin
pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek
bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin
bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete
karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi
atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her
özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları
zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar
etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda
yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden,
Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek
zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk
ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama
mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın
örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak,
bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı
içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren,
hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav
ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba
göstermek zorundayız.
145 Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller,
s. 47-52
146 2/Bakara, 170
ATALAR YOLU
- 71 -
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü
açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve
sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini
yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin
ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî
bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten
gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak
gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin
birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz;
çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları
kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir
şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu,
onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü
inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız
gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek,
ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek,
tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi
kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar
ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve
hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu
kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış
değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir
görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’
derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar.
Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde
hastalıkr vardır...” 147 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının
üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa,
kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din
gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar.
Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde
buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm
adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık,
İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik...
İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın
rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre
te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
147 2/Bakara, 8-10
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre,
çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların
bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları
da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak
Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp
onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz
şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız
gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin
aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek
sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise,
İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih
ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın
dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki
solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla
sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek
değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı
zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla
sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara
karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine
karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal
peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden
fazla kafa yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden
koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını
eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah
adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa...
İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim
dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve
bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. “Din nasihattir (nasihatten
ibârettir).” 148 diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya
kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı
saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı
ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya
işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz
âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz
konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her
şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız,
148 Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67
ATALAR YOLU
- 73 -
söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar
din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek
kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında
imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını
birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın
uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini
yarıp bakmadık ama, Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş
yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren
bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer
beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri,
bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe
ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin
sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu
dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya
hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir
inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu
kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde
bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin
kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi...
Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz
olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış. 149
Bu Din Benim Dinim Değil!
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden
halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti
sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur.
Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile
mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı
olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan
radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından
kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek.
Yeni Türk müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle
tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların
dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak.
Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş,
149 A. Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye
(tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!)
vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış
ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok
batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar
için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak
zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken,
müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun
yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi
içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu
din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek
değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre,
dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak
ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre,
din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak
için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi
gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan
gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle
müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği
için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara,
tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu,
aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi
aslında.
Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları: Resmî anlayışa
göre laiklik, kesin doğru olduğu için, laiklik müslümanlığa değil;
müslümanlık laikliğe uydurulacaktı. İşte, zorunlu din dersleri bu
irâdenin eseri idi. Elbette bu Din dersi de bu temel felsefenin ürünü
olacaktır. Türk milli eğitiminin temeli ve alâmet-i fârikası “gökten
indiği söylenen kitaplardan ilham almayacaktır!” Atatürk’ün
müslümanlara hoş gelir gibi gözüken sözleri ise, icraatta ve pratik
hayatta, o zamanın şartlarına göre söylenmesi gereken politikacı
Atatürk’ün sözleri olarak mülâhaza edilerek, resmî belgelere
geçen ve bizzat Atatürk’ün özel hayatında ve düşüncelerinde ifadesini
bulan din telakkîsi esas alınacaktır.
İlköğretim ve Ortaöğretim kurumlarında okutulan Din
Kültürü ve Ahlâk Bilgisi ders kitaplarında en fazla iktibas edilen
görüş Atatürk’ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir.
Atatürk’ün görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok
olarak geniş ve uzun bölümler halinde verilmektedir.
ATALAR YOLU
- 75 -
İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip Liselerinde de) okutulan
Din derslerindeki konular: Biraz İnkılap Tarihi, biraz Yurttaşlık
Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek;
yalan söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et.
Taassup yasak. Meselâ kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak
taassuptur. Atatürk taassubu reddeder, Kur’an da, peygamber
de reddeder. Kur’an, “âmirlerinize itaat ediniz” der...
Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap gibi şeyler yok.
Bir öğrenci, “mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum” dese,
disipline verilir: “Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir.
İlim ibâdetten önemlidir. Nöbet ibâdetten önemlidir!...”
Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk’ün sözleri olduğu için,
zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki:
“Her fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek
için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.” Mâdem öyle, haydi dinin
pratikleri için okullarda açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde,
işlerine geldiği kadar, işlerine geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının
bu sayfasını okurlar, isterlerse başka bir sayfasını. Herkese
göre hazır sözleri vardır.
Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Bu
adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir. Sevgileri bir tapınmanın
tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye’de Kemalist
teokrasi vardır. 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe
Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: “Kemalizm: Türklerin
dini.” Haydi öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten
ayırsanız ya! Türbeleri ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı
onun için yapıp mezar ziyaretini devlet töreni haline getirdiler.
Atatürk’ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu olan olaylarla
ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer kaplamaktadır.
Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin,
Allah ve peygamberden önce ya da sonra gelen bir diğer şartı
mı?... Burada öyle anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk’tür.
Çünkü Kur’ân-ı Kerim ya da peygamberin sözlerinden Atatürk
ilke ve inkılapları ile çelişenlerin bu kitaplarda yeri yoktur ve olamaz
da. 150
Modern Hurâfe ve Bâtıl İnanışlar İçin Diğer Bir Örnek
Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk’e Tanrı veya Peygamber
Diyenler: Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını
öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih
150 Abdurrahman Dilipak, a.g.e. s. 52-62
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931
yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde
İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu
münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında,
devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü
“İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed
(s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din
koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili
Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti.
Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık,
devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.”
Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut
yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu
sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal
Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini
Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına
topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca
görmedi.
Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan
İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar.
Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!)
âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var
eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına,
mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına
iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından
nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan
Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp
kalıyordu. 151
Bid’at; Anlam ve Mâhiyeti
‘Bid’at’, ‘ibdâ’ kökünden türemiştir. İbdâ, önceden yapılmış bir
şeyi örnek almaksızın yapma ve icat etme demektir. Buna göre
‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan,
sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.
Kavram olarak ‘bid’at’; Şeriata karşıt olması sebebiyle onunla
ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir.
Bid’at Sünnetin zıddı olarak kullanılmaktadır ki, Şârî’nin (din
151 Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
ATALAR YOLU
- 77 -
koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın,
dinde sahâbeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “(Dinde) Sonradan ortaya
çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at dalâlettir/sapıklıktır ve sapıklık
insanı ateşe sürükler.”152; “Allah (c.c.) bid’at sahibinin, orucunu, namazını,
sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını,
şâhidliğini kabul etmez. O, kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” 153
Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda
müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekir. Allah (c.c.)
kendi dini olan İslâm’ı peygamberinin tebliği ile insanlara ulaştırmış
ve onu tamamlamıştır.154 Hz. Muhammed (s.a.s.) yaşayarak ve
uygulayarak İslâm’ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın
bu dine müdâhale hakkı yoktur; kimse ne dinden eksiltme
yapabilir ne de ona bir şey ilâve edebilir. Sonradan ortaya çıkan
ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihâd (fetvâ verme)
ise, dine ilâve değil; dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara
Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir.
Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda
yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni
görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni
ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem
Din’i anlamamak, hem de Din’in mubah (helâl) alanını haksız olarak
daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.
Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu
olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna
gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar.
Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atleri; vâcip,
haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzerer beş kısma ayırmışlardır.
Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar,
onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak
tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan,
insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mubah dediği
alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak
yaşattıkları Din’e aykırı olmayan âdetler, sonradan gerek bir
152 Müslim, Cum’a 43, hadis no: 867, 2/592; Ebû Dâvûd, Sünne hadis no: 4606,
3/201; İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 45-46, 1/17; Nesâî, Iydeyn 22,
3/153
153 İbn Mâce, Mukaddime 7, hadis no: 49, 1/19
154 5/Mâide, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen
icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının
dışındadır.
Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme
olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel
bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar. “Kim benden sonra terkedilmiş
bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye
sevap verilir, hem de onların sevabından hiç bir şey eksiltmeden. Kim de
Allah ve Rasûlünün rızâsına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat
ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir,
hem de onların günahlarından hiç bir şey eksilmeden.” 155
Onlar, teravih namazını cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına
bid’at diyenlere Hz. Ömer (r.a.)’in “ne güzel bid’at!” demesini
delil olarak alırlar. Hâlbuki Hz. Ömer (r.a.) bid’ate güzel demedi,
tam tersine; “teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer
siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel
bid’at’tır” demek istemişti.
“Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz.
Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler
anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünnetinin ortaya
koyduğu ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler,
bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.
Bid’ati, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı
yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler
ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihyâ edilmesi)’ yeni bir
şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata
kazandırmaktır. Hz. Ömer’in (r.a.) terâvih namazıyla ilgili uygulaması
da yeni bir ibâdet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir
uydurma değil; örneği Peygamber’in hayatında görülen ve O’nun
tavsiye ettiği bir ibâdetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.
Bid’at Din’de temeli olmayan inançları ve ibâdet şekillerini
İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve
tapınmaları İslâm’a mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin
Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyân-ı
Sevrî ve bazı âlimler şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblis’e, mâsiyetten
(günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz,
hâlbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir.” “Bid’atin tevbesi
olmaz” sözünün mânâsı şudur: Allah (c.c.) ve Rasûlünün (s.a.s.)
155 İbn Mâce, Mukaddime 15, hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bk. Müslim,
İlim 16, hadis no: 2674, 4/2060; Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2677, 5/45
ATALAR YOLU
- 79 -
ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü
gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini
güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her
şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi
gereken kötü bir amel olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi
gerektirecek denli vâcip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini
bilmesidir. Bir kişi, kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe
tevbeye ihtiyaç duymaz.
Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidâyeti göstermesi
ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile
gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (c.c.) bilmediği şeyleri de
öğretir.”156 Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu bulanların
Allah hidâyetlerini artırmış ve onlara takvâlarını (Allah’tan korkup sakınmalarını)
vermiştir.” 157
Peygamberimiz’in deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir).
Hiç birinin İslâm’a göre bir değeri ve hükmü yoktur.
Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine
dayanır. Hâlbuki Din Allah (c.c.) tarafından insanlar için
beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda eksik veya fazla
bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı
inanç ve amelleri uydurup İslâm’a sokarlar, onları Din’denmiş
gibi sunarlar. Bazıları da İslâm’ı daha iyi yaşamak, daha dindar
bir müslüman olmak amacıyla yeni ibâdet ve inanış türleri uydururlar.
Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâm’ın,
olmayan eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek
değil; İslâm’a hakkıyla teslim olarak ellerinden geldiği kadar
onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâm’ı Hz.
Muhammed’den (s.a.s) daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar
olamaz.
‘Güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları net değildir. Hangi inanış,
hangi amel ve âdet bid’attır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür?
Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir.
Bid’atin sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde
hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının
doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes
görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır.
Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kolay kolay kabul
etmez.
Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden
156 Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbn Teymiyye, Takvâ Yolu, s: 14
157 47/Muhammed 17; ayrıca bk. 4/Nisâ, 66-68; 57/Hadîd, 28; 5/Mâide, 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâm’dan sayma
yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in
(s.a.s.) yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz.
Peygamberimiz’den sonra ortaya çıkan bütün fikirlere,
icatlara, kurumlara, yani her şeye -kavram anlamında- bid’at demek
yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş sonradan ihdas edilmiş
şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.
Meselâ, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye
veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki
ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı
her an ve bütün ibâdetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir;
ama, kolkola girerek, yatıp kalkarak, ayılıp bayılarak, kendinden
geçerek, feryat ederek zikretme(!) davranışlarının delilini
nerede bulacağız? Âlimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden,
ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir
de. Ancak “bir âlime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun
peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz“, “şeyhi olmayanın mürşidi
şeytandır“ gibi iddiaları nereye koyacağız? Ölünün arkasından
duâ etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından
yapılan kırkıncı, elli ikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi
âyete ve hadise dayandıracağız? İslâm’da biat (seçim), şûrâ, din
hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini,
İslâm’a aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün
sınırları; sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarete varan tavırları
kabullenmek midir?
İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç,
amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar
Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir
bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak
yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 158
Bid’at, bir nesneyi yeniden peydahlamak mânâsına gelir. Örneği
ve benzeri olmayan bir şeyi ortaya çıkarmak, üretmek demektir.
Yeniden vücuda getirmenin olumsuz yönlerini ifade için
bid’at sözcüğü kullanılmaktadır. Türkçedeki “türedi” kelimesi,
bunun tam karşılığıdır. Kur’an’da bid’at kelimesinin kavramsal
ve kurumsal mâhiyette ele alındığı âyete bakarsak, konu daha iyi
anlaşılacaktır: “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.
Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik;
ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları
158 Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 87-91
ATALAR YOLU
- 81 -
(ibtedeû, bid’at icat ettikleri) ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat
kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği
gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden
çoğu da fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.”159 Peygamberler tarihinde
bid’ate/türediliğe örnek olarak hıristiyan ruhban sınıfının icat
ettiği ve sonra da ilkelerine saygılı olmadıkları ruhbanlık gösterilmektedir.
Bid’atin omurgasını tanımamızı sağlayan bu âyet gösteriyor
ki, bid’atler:
1. İyi niyetle, Hak rızâsı kazanmak gâyesiyle icat edilebilirler;
bu, onların bid’at olmasını engellemez.
2. Bid’at olarak ortaya çıkarılan şeye bir süre sonra bizzat onu
icat edenler bile uyamazlar.
Böylece, dikkatler şu iki noktaya çekilmektedir: Bu dinin
Peygamber(ler)i de,160 kavramları ve kurumları da bid’at/türedi
değildir. Bu bir dindir ki, Yaratıcı onu ilk insanla başlatmış ve asırlar
boyunca insanı onun değişmez, zaman üstü ilkeleriyle eğitmiştir.
Bu ilkeler tüm peygamberlerin mesajlarında aynıdır. Kur’an bu
mesajları toplayan kitaptır. Kur’an’ın din dediğine, Peygamber’in
din dediğine eklemeler yapan, bid’atçılık/türedilik yapar ve uydurma
bir din icat eder. Tamamlanan, kemâle eren ve adına İslâm
denilen bir dinin161 bid’at/uydurma/türedi kişi, kurum ve kavramlara
ihtiyacı yoktur. O yüzden bid’ati bazı âlimler şöyle tanımlar:
“Kemâle erdirildikten sonra dinde ortaya çıkan nesneye denen
bid’at, dinde Peygamber’den sonra ortaya çıkan tutku ve davranışlardır.
Dinde ortaya çıkan eksiltme veya artırmalar için kullanılır.”
Bid’at, dinin vahye dayanan tespitlerine, buyruklarına, kabullerine
yapılan ekleme veya bunlarda vücuda getirilen eksiltmedir.
Buna göre bid’at, din bünyesinde sözkonusu olur. Hayatın diğer
alanlarındaki yeniliklerin bid’at kavramıyla irtibatlandırılması tam
bir saptırmadır. Hatta, diyânet denen ve dine getirilen beşerî yorumları
içeren alandaki yenilikler de bid’at kavramı içine girmez.
Bid’atin sözkonusu edilebilmesi için “din” bünyesinde yeni icatların
olması gerekir. Bid’at, dinde olmayan şeyi dine sokmaktır.
Bid’at, Allah’ın din olarak gönderdiğinde olmayan şeyi var göstermektir.
Bid’at, vahyin oluşturduğu tevhid anlayışına aykırı kabuller
icat etmektir.
159 57/Hadîd, 27
160 46/Ahkaf, 9
161 5/Mâide, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
Yine, bid’atin hasenesi/güzeli olduğunu ifade etmek, temelden
yanlıştır. Güzel bid’at tâbiri, birçok olumsuzluğun gözden
kaçmasına yol açan bir maske tâbirdir. Ortaya getirilen bir yenilik,
dinde olmayan bir şeyi icat etmektedir; bunun güzeli olmaz. Dine
ekleme yapmanın güzeli olacağını söylemenin kendisi bid’attır.
Bir bid’ati ölçüt yaparak başka bir bid’ati tanımlayamayız. Ortaya
getirilen yenilik, dinle iligil değil de hayatın başka alanlarıyla
ilgili ise onun bid’at kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bid’at, eski örf
ve âdetlerin yerine yeni örfler koymanın adı değildir; dinin tesbitlerinin
yerine eski veya yeni herhangi bir âdeti koymanın adıdır.
Bazıları ne hikmetse, eski âdetlere bağlılığı bid’at saymazken
yeni âdetlere en küçük bir itibarı hemen bid’at ilan eder. Oysa ki
âdetin dinleştirilmesi, her hal ve şartta bid’attır. Bunun birkısmı
günah bid’ati olur, birkısmı şirk bid’ati. Ama güzel bid’at asla ve
asla olmaz. Âdetler dinleştikçe din de âdetleşir. Bunun sonu, dinin
tahribi ve saygınlığının yok olmasıdır.
Yaşadığımız toplumda bid’atler karşı çıkmak adına ortaya çıkıp
en yıkıcı bid’atleri üreten kişi ve zümreler hayli çoktur. Bunlara
göre bid’at, öncelikle eski kabullere aykırılıktır. Daha net bir
çerçeveden bakılınca bid’at, bu insanların mensup oldukları fırkanın
kabullerine ters her şeydir. Bunlar için olay “biz ve ötekiler”
olayıdır. Din, bunun sadece dokunulmazlığını sağlayan bir araçtır.
Bid’at suçlamalarında bulunanların çoğu, vahyin verilerini değil;
kendi mezhep, tarikat, cemaat, ırk veya bölgelerinin âdetlerini
esas alarak başkalarını bid’atle itham ettiler. Bid’ati Kur’an ve sahih
sünnete aykırılık olarak asla tanıtmadılar. Yani bid’atle mücadele
adı altında bir tür yozlaştırma yaptılar.
Allah’ın dininde eksiltme veya artırma yoluyla değiştirme olarak
ortaya çıkan bid’atin en kötü yanı, genellikle iyi niyetle sergilenmesidir.
Bu iyi niyet zemini, bid’atin toplumda revaç bulmasına
sebep olmakta, bunun sonucunda da sapma sessizce yerleşmekte
ve dine eklenen âdet ve alışkanlıklar dinleşmektedir. İman Süyûti
bu konuda şunları söyler: “Bid’atlerin bir kısmını, halkın ibâdet
ve Allah’a yaklaşma zannıyla yaptıkları oluşturmaktadır. Oysa ki
esâsında bunların terk edilmesi ibâdettir. Câhiller bunların görüntüsünün
ibâdeti andırmasına aldanarak esasında yasak olan
fiilleri ibâdet yerine koymaktadır. Burada aldatıcı olan, ‘daha çok
ibâdet etme’ hırsıdır. İşte bu hırs, insanları, ibâdet görüntüsü veren
bu yasakları icrâya itmektedir. Bu tür ibâdetlerin haram olanı
vardır, mekruh olanı vardır. Hz. Ömer, Cuma namazının ardından
iki rekât ilâve namaz kılan bir adamı engelleyip mescidden
ATALAR YOLU
- 83 -
uzaklaştırmıştır...” 162
Bid’at yüzünden saparak beşerî âdetleri din gibi yaşamaya
kalkışanların vücut verdikleri günah yükü, bid’ati icat edenlerin
boynuna binecektir. Çünkü Kur’an, ilimsizlik yüzünden insanların
sapmasına sebep olanların, saptırdıkları insanların günahlarına
ortak olacaklarını çok açık bir biçimde bildirmiştir: “Onlar, kıyâmet
günü, kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden
saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yükleneceklerdir. Bakın,
ne kötü şey yükleniyorlar.” 163 Şâtıbî’ye göre bid’at, bir şirk kurumudur
ve esası da Allah’a iftira ederek dine haram-helâl, iyi-kötü
hükümleri eklemektir. Bu ilâve kabuller onları uyduranlar tarafından
süslenip püslenmekte ve taklit bedavacılığında rahat arayanlar
tarafından benimsenip hayata geçirilmektedir.164 Şâtıbî’ye
göre bid’atçılık, lânetlenmeyi gerektiren istisnâî cürümlerden biridir.
165
Mescidlerdeki Bid’atler
Mescidlerle ilgili birçok bid’at, İslâm’a ve müslümanlara rağmen
maalesef hâlâ yaşamaktadır. Câmilerde görülen bid’atlerin
en önemli ve yaygınlarını saymaya çalışalım:
a- Mescidlere kadın-erkek her müslüman girebilmesi gerektiği
halde, Asr-ı saâdette ve Peygamberimiz’in sünnetinde kadınların
mescide devam etmelerinin kısmen veya tamamen engellenmesi
diye bir şey olmadığı halde,166 kadınların Cuma ve bayram namazlarında,
teravih veya vakit namazlarında cemaatten, câmideki
vaaz ve nasihatlerden, sosyal faâliyetlerden din adına mahrum
bırakıldığı sözkonusudur. Dolayısıyla günümüzde kadınlara mescid
yolunu göstermemek, onları mescidlerden uzaklaştırmak, en
azından bid’at olacaktır. Onlar, özellikle Cuma günü ve benzeri
özel günlerde câmideki hitâbe, öğüt ve vaazlardan hisse almalı,
cehâlet karanlığından kurtulmalıdır.
b- Pis kokular yayanların mescide girmelerini Rasûlullah yasaklamıştır.
Hatta helâl ve şifalı bitkiler olan soğan sarımsak gibi
hoş olmayan kokulara sebep olan gıdaları yiyenlerin mescide
162 Celâleddin Süyûtî, el-Emru bi’l-İttibâ ve’n-Nehyu ani’l-İbtidâ (Bid’atlar),
Beyrut, 1998, s. 55-57
163 16/Nahl, 25
164 Şâtıbî, el-İ’tisâm, R. Rızâ Y. Mısır, c. 1, s. 126-139
165 Şâtıbî, a.g.e., s. 117; İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 48 vd.
166 Ahmed bin Hanbel, 6/66, 90, 154; Müslim, Salât 16, 137; Ebû Dâvud, Salât
13; Tirmizî, Cum’a 48, 64; Buhârî, Cum’a 13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
gelmemelerini istemiştir.167 Fosur fosur sigara içen ve sigarasını
lütfen câmi kapısında söndürüp atan ve sigara içmeyenleri, soğan
yiyenlerin kokusundan rahatsız olduğundan çok daha fazla etkileyen
kişi, durum değerlendirmesi yapmalıdır. Tabii, birini tercih
etmesi gerekiyorsa neyi tercih edeceğine de karar vermelidir.
c- Mescidler, imkânlar zorlanarak asr-ı saâdetteki fonksiyonlarına
yaklaştırılmalı, faâliyet alanlarını genişletmelidir. Mescidlerin
çok yönlü faâliyetlere merkezlik teşkil etmesi yüzünden, insanlar
oraya daha fazla gelecektir; mescid, sosyal hayatın merkezi, en
vazgeçilmezi olacaktır. Çok yönlü hizmetleri yüzünden cemaatle
kılınan namaz, 25 veya 27 derece daha üstündür. Mescidin bu çok
yönlü fonksiyonunun kalktığı, kardeşlik ve kaynaştırmanın yerini
hizip ve politik çekişmelerin, dedikoduların aldığı için, günümüz
cemaatlerinde bu derece sevap fazlalığının bulunduğunu söylemek
zordur. Şimdi ne o takvâ mescidi, ne de bir namazı 27 derece
yükselten erdem sahibi cemaat...
ç- Mescidlerde konuşulmayacağı, dünya kelâmı edilmesinin
yasak olduğuna dair hiçbir şer’î hüküm yoktur. Yasak olan, lağvdır/
boş söz, gereksiz lakırdıdır, mâlâyanidir, ki bir hayır amacına
ulaştırmayan bu gereksiz söz, sadece mescidde değil; her yerde
yasaktır 168. Bütün evren secde halinde olduğundan arzın her yeri
mescid hükmündedir. İnsanlık açısından mescid olma hali ise o
mekânda secde edilmesine bağlıdır.
d- Belirli mekânları mescid edinip başka yerde namaz kılmamak
veya kılınamayacağını iddia etmek de bid’attir, yanlıştır. Evleri
de kabir haline getirmemek, oralarda özellikle farz dışındaki
namazları edâ etmek Peygamber tavsiyesi ve uygulamasıdır.
e- Bugünkü câmiler, dolaylı yoldan da olsa devlet kanunlarıyla
yönetildiğinden, imamlar bazı dinî emirleri de uygula(ya)
mamaktadır. Örnek olarak, müslüman olmadığı bilinen, hatta din
düşmanı olarak tanınan bir kimse öldüğünde hangi görevli, “ben
bunun cenaze namazını kıldırmam!” diyebilir? Kur’ân-ı Kerim,
Allah’ın dininden hoşlanmayan fâsıkların, kâfir ve münâfıkların
namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını
isterken, tâğut ve zâlimler için duâlar edildiğini görüyoruz. “Onlardan
ölen hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında durma.
Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak
167 bk. Buhârî, Ezan 160; Müslim, Mesâcid 68, 69, 71; Ahmed bin Hanbel,
2/20, 266, 429; İbn Mâce, İkamet 58
168 bk. Mü’minûn, 3
ATALAR YOLU
- 85 -
öldüler.” 169
f- Farz namazdan sonraki müezzinlik fasılları bid’attir. Müezzinin
namaz esnasındaki görevi ezan ve kametle sınırlıdır. Farz
namazlarından evvel veya Cuma namazında hutbe öncesinde
İhlâs sûreleri veya başka âyetler okumak sünnette olmayan bir
davranıştır.
g- Kur’an ve sünnetin belirlemediği uydurma ibâdet veya
bereket unsuru kabul edilen şeylerin mescide sokulması bid’attir.
Tesbih adı altında câmiye sokulan bazı araçlar, onların cemaat
arasında ona buna atılması huzur bozan bir davranıştır. Câminin
duvarlarına, kubbesine levhalar, yazılar yazmak, dikkat çekici süsler
yapmak da bid’attir. İmam Mâlik gibi nice âlimler câminin mihrabına
bir Kur’an âyetinin yazılmasına bile karşı çıkmıştır.
h- Namaz kılan cemaatin secde ettiği yerden daha yüksek ve
câmide çıkıntı olacak şekilde mihrap yapmak da doğru değildir.
Hatta mihrabın Emevîler döneminde câmiye konmaya başlandığından,
Peygamber mescidinde bulunmadığından tümüyle bid’at
olduğu değerlendirilir.
ı- Mescidlere para toplamak için konan “sadaka sandıkları”na
İmam Mâlik karşı çıkmış, “Allah, mâbedleri dünyalık toplama yeri
yapmadı” demiştir. Câmiler dilencilik yapılacak yerler olmamalı;
imamlar ve vâizler de dilenci. Cuma’dan cumaya câmiye gelen
adamdan para isteme ve fâsıkların, hatta müslüman oldukları
şüpheli olan insanların, haram olduğu halde câminin îmârına katkıda
bulunması170 isteniyor; namazsızlar veren el olduklarından
aziz, câmi ve görevliler isteyen ve alan el oldukları için altta ve
zelil oluyor. Denilebilir ki, “efendim, ne yapalım, câminin halıları
değişecek, süslü âvizeler alınacak, paraya ihtiyaç var...”
Hâlbuki Cuma ve bayram namazında câmiye gelenleri, kayıp
çocuklarımız ve misafirlerimiz olarak kabul etmeli, onlara biz
birşeyler verebilmeliyiz. Onlar ayakkabı çalınma riskinden veya
yine para isterler anlayışından dolayı câmiden kaçma yolu arayan
değil; câmide dağıtılacak hediyelerden ve sunulan imkânlardan
yararlanmak için de olsa aramıza katılabilmeli. Câmiye çok nâdir
gelen Cuma cemaatine kitaplar, broşürler, dergiler, kasetler, başka
hediyeler verebilmeli, ondan bir şey kesinlikle istememeliyiz. Cebine
değil, gönlüne hitap etmeli, gönlünü ve gözünü doyurabilmeliyiz.
Hemen bütün peygamberlerin toplumlarına bir hitabı vardır:
169 9/Tevbe, 84
170 9/Tevbe, 17
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
“Sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (ecrimi, mükâfatımı) verecek
olan ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 171
i- Yine, bir câmi inşaatı için elde makbuz, çarşı pazar geziliyor,
önüne çıkan dinli dinsiz herkesten câmi için yardım isteniyor.
Bunun, dini ve câmileri küçülten bir tavır olduğu kadar, Kur’an’ın
yasakladığı172 bir tavır olduğunu belirtmek gerekiyor.
j- Mescidlerde ticaret yapılması da çirkin bir bid’attir. Özellikle
Diyanet, kendi kasasını şişirmek için kendi memurlarına,
kendi yayınlarını câmide pazarlamalarını emretmektedir. Takvim,
dergi, kitap ve makbuzlarının satılması şeklinde örneklerini
gördüğümüz ticaretle ilgili işler için mescidin kullanılması Hz.
Peygamber’in bizzat yasakladığı hususlardandır.
k- Günümüzde, mescidlerle ilgili bir başka yanlışlık da, çoğu
müslüman halk tarafından yapılıyor: Filan vilâyet veya uzak semtten
Sultan Ahmet Câmiini veya câminin içindeki Konya’ya Mevlâna
müzesini ya da başka bir câmiyi ziyaret etmeye gidiyorlar. Câmi
ziyaret edince sevaba girdiklerini zannediyorlar. Hâlbuki câmi ziyareti
kasdıyla yapılan bu davranışlar, yanlıştır, yasaktır, vebaldir.
Çünkü yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla
yolculuğa çıkılabilecek ancak üç mescid vardır. “Üç mescidden başka
bir yere (ibâdet ve ziyâret etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz;
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve Benim mescidim.”173 Bugün müslümanlar,
maalesef Mescid-i Aksâ’yı ziyaret edememektedirler. Hiç
olmazsa hacca gidenlerin yol üzerinde uğrayıp ziyaret edebilecekleri
ilk kıblelerine gitme yollarını bulmak bedel istiyor; insanımız
da kolay sevap istediği için bedele yanaşmıyor.
l- Peygamberimiz’in her Ramazan’da mutlaka yaptığı mescidde
i’tikâf sünneti unutulmuş, câmiler i’tikâfsız/coşkusuz kalmıştır.
İtikâf, bilindiği gibi, dünya işlerinden arınıp bir mescidde özellikle
Ramazan ayının son on günü ibâdete çekilme demektir. Bu kuvvetli
sünnetin terk edilmesi, mescidlerimiz açısından önemli bir
eksikliktir. İ’tikâfın ihyâ edilmesi gerekmektedir.
m- Bid’at unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme hakkı
olan mü’minlerin, şirk unsurlarının bulaştığı mescidlere girmeme
zorunluluğu vardır. 174
171 26/Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180..
172 9/Tevbe, 17
173 Buhârî, Fedâilu’s-Salât -Salâtu Mescid-i Mekke- 1, 6, Savm 67; Müslim, Hacc
74; Ebû Dâvud, Menâsik hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis no: 326
174 Bk. 7/A’râf, 29; 9/Tevbe, 107-109; 72/Cinn, 18
ATALAR YOLU
- 87 -
n- Mescidin dırar olması/zararlı mescid haline gelmesi, mescidin
sadece o niyetle yapılmasını gerektirmez. Mescid-i Dırarla
ilgili âyet-i kerimede,175 yapmak ve kurmak anlamında bir kelime
kullanılmamış, “ittihaz (edinme)” kelimesi kullanılmıştır. Bu demektir
ki, bir mescidin zarar vermesinden söz etmek için, daha
yapılırken o niyetle yapılmış olması şartı aranmaz. İlk zamanda,
hatta yüzyıllarca iyi hizmetler verdiği halde günün birinde “zarar
veren mescid” haline dönüşen binalar olabilir.
o- Mü’minleri fırkalara bölmek, tefrika çıkartmak için mescid
yapmak veya yapılmış mescidleri bu maksatla kullanmak, dırar
mescidinin özelliğidir. Avrupa’da Türkler tarafından mescid haline
getirilen yerlerde çok net sırıttığı gibi, her fırkanın kendine
has bir câmisi vardır. Câmiler, sadece Allah’ın olması gerektiği176
halde, falancıların mescidi, filancıların câmisi diye câmiler gruplarıyla
bilinir ve çoğu mescidde ırklar ve uluslar arası ayrım özelliğine
işaret anlamına gelecek tarzda Türk bayrakları, hem de mihrab
veya minber civarında bulunur. Sadece kendi gruplarına ait mescidlerde
toplanıp namaz kılanlar, öteki câmilerde namaz kılmaz
ve o mesciddekilere müslüman gözüyle bakmaz. Hemen hepsi,
birbirinin gıybetini etmeyi cihad zanneder.
ö- Rus işgali dönemindeki Afganistan’da ve günümüzde nice
yerlerde örnekleri görüldüğü şekilde, câminin İslâm düşmanı
olanlara, dini kullanmak ihtiyacı duyan ikiyüzlü kişilere barınak
yapılması da bid’at olmaktan öte şirk unsurudur, dırar özelliğidir.
Senelerce kahır ve zulüm altında inlettikleri müslümanların
mâbedlerini, onları sömürmek, kontrol etmek ve birbirine düşürmek
için kullanma alçaklığının İslâm tarihinde ilk temscilcileri
Emevî hânedanıdır. Onlar, İslâm’ın zaferi önünde eğilmek
zorunda kaldıklarında, müslüman kanı damlayan kılıçlarını kınlarına
soktular ve o kılıçlarla dize getiremedikleri müslümanları,
Musallat oldukları mâbedlerinden vurdular. Bu öyle bir vuruştu
ki, en büyük kahrını, dinin tebliğcisi Peygamber’in evlâdı üzerinde
gerçekleştirdi. Onları zehir ve kılıçla yok etmekle yetinmedi,
tevhidin mâbedinden yaklaşık bir asır o aziz Rasûl evlâdına ezan
ve hutbelerden lânet okuyarak o Peygamber’in ümmetine âmin
dedirtti. Ömer bin Abdülaziz,177 Rasûl evlâdına okunan bu lâneti
mescidlerden kaldırdığında, kavramları tersine çevirmeye örnek
olarak onu şu şekilde itham etme çarpıklığına gidebildiler: “Sünnete
muhâlefet ediyor...”
175 9/Tevbe, 107
176 72/Cinn, 18
177 ölümü; 102/720
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
p- Mescid yapımında, Allah rızâsı ve takvâ kaygısından başka
herhangi bir kaygının rol oynaması da Dırar mescidinin temel
özelliğidir. Kişisel menfaat, şöhret hırsı, grup ve parti çıkarı, ekonomik
rant vb. bu özelliklerdendir.
r- Mescidlerde Allah’ın dışında herhangi bir kişiye sığınılması,
yakarılması, herhangi bir kişinin Allah ile kul arasında vesîle ve
aracı yapılması da, mescidin takvâ mescidi özelliğinin kalkması
demektir.178 Bu durum, ulûhiyet şânından olan özelliklerin Allah
dışında bir varlığa verilmesini ifade ettiği için şirktir. Allah’ın dışında
kişi veya kişiler için çağrıda bulunulması, övgüler dizilmesi,
propaganda ve reklâm yapılması da mescidlerdeki çirkin davranışlardandır.
İslâm’ın temel kabullerine zıt unsurların sokulduğu
mescidlerdeki bu durumlara karşı çıkılmalı, tavır alınmalıdır.
s- Mescidlerin vazgeçilmez fonksiyonlarından biri, oradaki cemaatin
birbirlerinin dertleriyle dertlenmesi ve istişâre etmesine
zemin olmasıdır. Bu ibâdet ve meşveret yerlerinde müslümanlar,
eşitlik kuralına uyarlar. Kimsenin kimseye meslek, maddî güç, makam
vb. açıdan üstünlüğü olamaz. Bu ayrımlara göre saflar düzenlenip
bazılarına ayrıcalık verilemez. Herkes aynı safta ve omuz
omuzadır. Bu yüzdendir ki, imamın da cemaatten yüksek bir yerde
namaz kıldırması doğru değildir; hatta bunu câiz görmeyenler
bile vardır.179 Hatta bazı ülkelerde günümüzde de uygulandığı şekilde,
mihrabdaki imamın cemaatten daha yüksek yerde namaza
durarak gurura kapılmaması için, mihrab câmideki cemaatin secde
ettiği zeminden daha aşağıda olmasının daha faziletli olacağı
değerlendirilebilir.
ş- Cemaatteki bu eşitlik, ancak bir noktada bozulur; o da ilim
ve ibâdet noktasıdır. Mescidde, ilk safta ilim ve takvâ bakımında
önde olanlar bulunur. Bunlar, imâmet ve riyâset namzedi oldukları
gibi, müzâkere ve müşâverede de reylerinden en fazla yararlanılan
kişilerdir. İmamın, namazdan sonra arkasını mihraba, yüzünü
cemaate dönüp oturması, duâ için olmayıp, kendisini imam seçen
veya imam olarak kabul eden cemaatle istişâre ve tartışmaya
başkanlık etmek içindir. “Benim hemen arkama sizden dirâyet ve akıl
sahipleri dursun! Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenler
dursun! Çarşıların karışıklığından sakının!”180; “Üç kişinin namazları
kabul olmaz; bunlardan birisi cemaat istemediği halde imamlık yapmak
isteyen kişidir...” 181
178 72/Cinn, 18
179 Ebû Dâvud, Salât 67
180 Müslim, Salât 123; Ebû Dâvud, Salât 96; Tirmizî, Salât 168
181 Ebû Dâvud, Salât 63; Tirmizî, Salât 266
ATALAR YOLU
- 89 -
t- Bu ölçüler dahilinde câmilerde istişârenin terk edilmesi, cemaatin
birbiriyle kaynaşmaması, imam-cemaat ilişkisinin sağlıklı
olmaması ciddî problemlerden biridir. Takvâ ve ilim durumuyla
öne çıkmadığı halde ön safı ve imamın arkasını âdetâ parselleyen
kimselerin bu tavırları da sünnete uymaz. Aslında imamın cemaat
tarafından seçilip öne çıkartılması gibi, imamın arkasına geçecek
insanları da cemaat belirlemeli, lâyık olanları namaza durmadan
oraya dâvet etmelidir.
u- Vaaz ve hutbelerde, müezzinlik ve imamlıkta, normal olarak
ses duyulduğu müddetçe, gereksiz yere hoparlör kullanmak
ve kulağı tırmalayacak şekilde bağırmak da çok yanlıştır, çirkin
bir bid’attir.
ü- Duânın kabulünün bir şartı, samimiyet ve sessizliktir. “Rabbinize
tazarrû ile yalvara yakara, gizlice duâ edin. Bilin ki O, haddi aşanları
sevmez.”182 Duâ, tevâzu ve zillet ile, fakirane, gizlice ve çok yavaş
sesle yapılmalıdır. Yoksa, duâ, tevâzunun tersine bağırma ile, yarış
edercesine, edebiyat gösterişi şeklinde, kafiyeli ama samimiyetsiz
sözlerden oluşan tarzda olduğu müddetçe o duâ, câmi kubbesinin
dışına yükselmeyecektir. Hele bir de zâlim ve tâğutlar için de
rahmet istenerek duâ edilmesi, duâda câiz olmayan vesîleler, ırk
asabiyetine dair övünmeler de varsa, böyle duâya el açıp âmin
diyenlerin de durumu, Akaid ilmini ilgilendirir.
v- Cuma namazlarında hutbeyi kısa, namazı uzun tutmak sünnet
olduğu, aksi bid’at olduğu halde, hutbeler çok uzun ve namazlar
çok kısa edâ ediliyor.
y- Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm’ın öğrenilip yaşanması,
hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına
alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin
çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli
baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu
mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.
Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme,
önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye
ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma
yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına
alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması;
dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların
ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından
hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle
din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.
182 7/A’râf, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden
fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Eğer biri çıkar da “bunlar
tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu
işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır” diyecek olursa, kendisine
şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama
iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak
için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı
değildir; din ile dünya iç içedir. Kur’an ve Sünnet, hem din hayatını
hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek
için gönderilmiştir.
z- Câmilerde; farzmış, namazdan bir parça imiş gibi, Haşr
sûresinin son âyetlerinin sabah ve akşam namazlarında imam
veya müezzin tarafından mutlaka okunması, tesbihlerin komutlarla
ve hiç ihmal edilmeksizin ve mescidin dışındaki hayata yayılmaksızın
câminin ve namazın olmazsa olmazı gibi okunması da
bid’attir. Bakara sûresinin son iki âyetinin de yatsı namazından
sonra, başka âyetler okunmaz veya hiç terkedilmemeli gibi kıraati
için de aynı şey söylenebilir.
Aslında, okunan aşır veya sûrelerin meal ve tefsirleri verilmeli,
hatta güncel konularla, câmi dışı hayatla ilgili hükümleri,
tavsiyeleri içeren âyetler seçilmelidir ki, okunanlar yerini bulsun,
gerçek sünnete ve istenilen sevaba ulaştırsın. Ezanın, müezzinliğin
haydi neyse, hele Kur’an’ın namaz veya namaz dışı okunmasında
teğannî, şarkı okur gibi gereksiz, yersiz ve hatta yanlış
uzatmalar ve ses dalgalandırmaları, sesin alçaltılması gereken
yerlerde yüksek sesle okunması ve tersi uygulamalar, cehâlet kaynaklı
bid’atlerdendir. Kur’an kıraatinin ağlayarak, hiç olmazsa ağlar
gibi yapılarak hüzünlü bir şekilde okunması gerekirken, ses
sanatkârı gibi ve değişik makamlarda okumanın da doğru olmadığını
belirtelim.
Yine, müezzinlik gereği zannedilen tesbih duâları için komutlarda
ve mevlid vb. okuyuşlarda Kur’an makamıyla, Allah’ın
âyetleri dışındaki şeylerin okunması büyük yanlışlardan ve
bid’atlerden biridir.
Kamet getirilirken bazı müezzinlerin ellerini namazda imiş
gibi bağladığı görülüyor; bu da bid’attir. Mevlid okunurken de,
Peygamber’in doğum zamanı anlatılırken, namaza durur gibi cemaatin
ayağa kalkması ve ellerini namazda bağlar gibi bağlamaları
da yanlış üstüne yanlıştır.
Namazdan sonra veya câmiden çıkmak üzere cemaatin
birbirleriyle sanki namazın bir tamamlayıcısı gibi her zaman
ATALAR YOLU
- 91 -
tokalaşmaları, bunu âdet haline getirmeleri de bid’attir. Ama arada
bir yapılyor, olmasa da olur deniliyor ve özellikle birbirlerini az
görenlerin arasında uygulanıyorsa, bunda sakınca yoktur.
Ramazanlarda câmilerde kılınan teravih namazları, İstanbul
boğazında sürat teknelerinin tehlikeli yarışlarına benziyor. Kıraat,
rükû, secde hep yarım yapıldığı gibi, ta’dîl-i erkâna riâyet edilmiyor.
Böyle, dostlar alışverişte görsün hesabı 20 rekât kılınacağına,
sünnette olduğu gibi 8 veya 12 rekât kılınsa, ama hakkını vere
vere kılınsa bid’at ve hatalardan uzaklaşılmış olur. Ama, Hz. Ömer
devrinde sahâbe 20 rekât da kıldığından, usûlüne uygun şekilde
isteyen elbette 20, hatta daha fazla kılabilir. Ama, tavuğun
yem topladığı gibi kılınacaksa, 100 rekât da kılınsa, gerçek sünnet
sevabı elde edilemez. Teravihlerin devamlı cemaatle ve câmide
kılınması da Peygamberimiz’in sürekli yapmadığı bir davranıştır.
Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk
okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların
görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var
ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da
burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle
âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup
tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler.
Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler,
olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra
onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki
Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.
Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün
üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza
giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından,
yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın
evinde ve O’nun önünde kıyam, rükû ve sücûd aralarında okumalıdırlar.
Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı
bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden
mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak
bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı
da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen
bir insan.
Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü,
haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü
okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz.
Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür,
görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız, ittifak etmişsek birlikte,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes
Allah’a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve
namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim
için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden
bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır
ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.
İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar.
Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı
kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda
okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme
mekânıdır.” 183
Câmilerde Bir Büyük Bid’at; Mevlid
Mevlid, doğum zamanı ve doğum yeri anlamındadır. Zamanla
doğum tarihini kutlamak anlamı kazanmıştır. Mevlid, bugün özellikle
câmilerde kullanıldığı şekliyle, Peygamberimiz’in doğumunu
anmak ve kutlamak şeklinde uygulanan tören ve okunan şiir
anlamında kullanılmaktadır. Osmanlı şâiri Süleyman Çelebi’nin
(ölümü, 1422) Vesîletü’n-Necât adlı şiir kitabı bu adla yapılan
törenlerde özel bir makam ve usûlle okunduğu için, mevlid dendiği
zaman o şiir kitabının okunduğu merâsim akla gelmektedir.
Peygamberimiz’in doğumunu anma esprisi de unutulmuş, Peygamber
için yazılan bu şiirin okunması kendi başına bir dinî törene,
bir ibâdet kabulüne dönüşmüştür. Bugün birçok aile, ölüleri
için sevap, hatta mutlaka yapılması gerekli dinî vecîbe gibi düşünmektedir.
İbâdetler, Allah’a nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevaba
girileceği nassların hükmü ile belli olur. Yani ibâdetler, fıkhî deyimiyle
“taabbudî alandır, tevkîfîdir, vahyîdir. Din tamamlanmıştır,
artırma da eksiltme de yapılamaz. Rasûlün ve ashâbın hayatında
mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi savunanlar
şöyle derler: “Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur’an
okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da
bunlardır.” Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi
başlarına okunmaları halinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da
Süleyman Çelebi’nin şiirine sığınılıyor? Süleyman Çelebi’den önce
Kur’an okuyanların okudukları boşa mı gitti?
Kur’an ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap
kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi
değil; Kur’an okunur gibi Kur’an makamıyla okunmakta, Kur’an
183 Abdurrahman Dilipak, A.g.e. s. 33-35; 48-49
ATALAR YOLU
- 93 -
dinlenir gibi dinlenmektedir. Mevlid türünden kutlamalar, din
kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu kutlamalar, câmide
olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabul edilmemek şartıyla, Kur’an
makamıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde,
salt şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle
ise, en azından büyük bir bid’at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir,
ölülere rahmet ve cennete ulaşma vesilesi gibi kabul edildiğinden,
Kur’an’dan öne çıkarıldığından, dinin temel ilkeleri açısından
çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de örfleşir. Örfün
kutsallaşmasına seyirci kalmak, dinin tahribine seyirci kalmakla eş
anlamlıdır.
Kur’an şöyle buyuruyor: “Allah yalnız başına anıldığında, âhirete
inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O’nun berisindeki ilâhlaştırılmış
kişiler anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”184 Tevhid,
ibâdet kasdıyla “Allah’ı da anmak” dini değil; “sadece Allah’ı anmak”
dinidir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin,
sadece bid’at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabulün şirk kapsamına
girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim.
Bir Büyük Bid’at Daha;
Mescidlerin Süse Boğulması
Mescidin meşrû ve makul süsü, orada bolca secde edilmesi,
çokca insanın ibâdetle mescidi şenlendirmesidir. Asr-ı saâdette
mescide biçilen roller, ne oranda uygulanabilirse onları icrâ etmekle
mescidlerin yüzü gülecektir. Mescide gidenlerin süslenmeleri,
temiz ve güzel giyinmeleri Kur’an’ın tavsiyesidir.185 Ama
mescidleri, hem de gözü meşgul edecek, ibâdetteki huşûya engel
olacak şekilde süslemek, abartılı tarzda ziynetlere, desen ve
boyalara boğmak din açısından yanlıştır. Konuyla ilgili hadis-i
şeriflerde şöyle buyrulur: “Mescid yükseltmekle, mescid süslemekle
emrolunmadım.”186 “İnsanlar, mescid yapma yarışına girip bununla
övünmedikçe kıyâmet kopmaz.”187; “Sizin benden sonra, yahûdilerin
havralarını, hıristiyanların da kiliselerini süsleyip püsleyerek yükselttikleri
gibi, mescidlerinizi süsleyip püsleyeceğinizi görür gibiyim.”188; “Bir topluluk,
mâbedlerini süsleyip püsleme hastalığına tutulmadıkça, ameli çirkin
ve zararlı hale asla gelmez.”189 Sahâbî fakîhlerinden İbn Mes’ud (r.a.)
Kûfe’ye ilk geldiğinde süslü, nakışlı bir câmi gördü ve şöyle dedi:
184 39/Zümer, 45
185 7/A’râf, 31
186 Ebû Dâvud; et-Tâc, 1/243
187 İbn Mâce, Mesâcid 2
188 İbn Mâce, Mesâcid 2
189 İbn Mâce, Mesâcid 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
“Bunu kim yaptıysa Allah’ın malını O’na isyanda harcamış.”
Olayın israf boyutu da önemlidir. Mescidin gereksiz süslerine,
kubbelerine yatırılacak para ile cemaat bulunup, oluşturulan cemaatin
seviyelerini arttırmaya, İslâm ve müslümanlar için zarûri
ihtiyaçlara kullanmak çok daha faziletli olacaktır. Paraları gereksiz
taşlara ve süslere yatırmak yerine; dâvâya, insana, cemaate
yatırmak dinin maslahatı açısından önemlidir. Mescidleri çok
görkemli yapmışsın, süslemişsin, cemaati olmadıktan sonra neye
yarar? Sağlam yetişen cemaat ise, bulunduğu her yeri mescid yapabilir,
her yerde ibâdetini yerine getirebilir.
İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte
olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki
günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler,
stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, okullar, meclisler,
hatta kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki
insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz?
Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli)
ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye
uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır.
Taklit ve Taklitçilik
İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu’l-Kayyim ve Şevkânî’nin de bulunduğu
bazı İslâm bilginleri bid’at olarak niteledikleri taklidin
haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.
1. Allah Teâlâ’nın mukallidleri zemmetmesi,190 Kitap ve
Sünnet’in hâkim kılınmasını emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile
Sünnet’e başvurulmasını istemesi;191 hükmün yalnız Kendisine âit
olduğunu bildirmesi,192 dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı
yasaklaması,193 Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak
rab ve velî ittihaz edilmesini yasaklaması,194 Kitap ve Sünnet’e
dâvet edilen bir kimse, hangi nedenle olursa olsun, onu terk ederse,
kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet edeceğinin bildirilmesi195
taklidin haramlığına delâlet eder.
190 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23
191 4/Nisâ, 59
192 6/En’âm, 57; 12/Yûsuf, 40
193 9/Tevbe, 16
194 9/Tevbe, 35
195 24/Nûr, 63)
ATALAR YOLU
- 95 -
2. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.”196 âyetindeki “zikir”
Kur’an ve hadis, onun “ehli” de bunları bilen âlimlerdir. Meselesiyle
ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları bilenlerden
soracak ve nakledilen âyet ya da hadise uyacaktır. Selef,
hiçbir zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü
sormamıştır.
3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili bilmeden fetvâ veren
ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, “... Allah canlarını
alsın! Mâdem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı sormaktır”
buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna
delâlet eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de
haramdır.
4. Hz. Ömer’in kelâle meselesinde Hz. Ebû Bekir’i taklit edişi,
birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene kadar kesin
bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma,
Hz. Ebu Bekir’in söylediği “Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim”
ilkesine âit olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi;
savaşla fethedilen arazinin vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi
gibi birçok konuda Hz. Ebu Bekir’e muhâlefet etmiştir.
5. Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü kaçırınca,
önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise
önce imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü
edâ etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber; “Muaz size yol gösterdi,
artık öyle yapın” buyurdu. Hz. Peygamber’in Muaz’ın hareketini
tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe de bu sünnete
uymuştur. Kitap ve Sünnet’e uymak taklit değildir.
6. Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü’l-emre itaati emretmiştir197.
Ülü’l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları bakımındandır.
Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.
7. Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir şekilde ittibâ edenleri
övmüş, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.198 Zayıf rivâyetle Hz.
Peygamberin de “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru
yolu bulursunuz” buyurduğu belirtilmiştir. Muhâcirûn ile ensâra uymaktan
maksat, dinî hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan
hiçbiri Kitap ve Sünnet’in nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı
için terketmemişlerdir. “Ashâbım yıldızlar gibidir...” sözü de sağlam
yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul edilirse, mukallid-
196 16/Nahl, 43
197 4/Nisâ, 59
198 9/Tevbe, 100
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
lerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan
da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip
bunlara tâbi olmaları gerekirdi.
8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve davranışlarını
herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet’ten delilini bulamadıkları birkaç
meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes
için vâcip olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.
9. Allah’ın insanları çeşitli yeteneklerde yarattığı, öğrenci ve
çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu gerçektir. Ama,
bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan bir
kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının
fıtratına körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme
eğilimini yerleştirmiştir. 199
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini,
yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına
uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere
dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor.
Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”200 buyuruluyor.
Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!”201 buyuruluyor.
Halk, her şeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli
İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette lâzım
olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip, nice dayatmalar
ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu eğri ve
eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha çok acınacak
bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır. Onlara
tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı kazandırılmadan,
sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve hurâfelerin önünün
alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte görülen bâtıllara
müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları en güzel üslûpla
önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan sivrisineklerle
mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği unutulmamalıdır.
Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları değiştirilmeden eski ve yeni
câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve bid’atlerin önünün alınamayacağı
bir gerçektir.
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine,
kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına,
Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak
199 Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99
200 2/Bakara, 111
201 17/İsrâ, 36
ATALAR YOLU
- 97 -
ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz;
onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak
için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız.
Allahumme erina’l-hakka hakkan ve’rzuknâ’l-ittibâa ileyh. Ve
erinâ’l-bâtıle bâtılen ve’rzuknâ-l ictinâba anh. Ey Allah’ım, bize
hakkı hak olarak göster ve hakka ittibâ etmeyi nasip et. Bâtılı
bâtıl olarak görmeyi ve bâtıllardan kaçınmayı nasip et.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
Kur’ân-ı Kerim’de Atalar Yolu İle İlgili Âyetler
(Toplam 25 Yerde) (2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 104; 6/En’âm, 148; 7/A’râf, 28,
70-71, 172-173; 10/Yûnus, 78; 11/Hûd, 62, 87, 109; 12/Yûsuf, 39-40; 14/İbrâhim,
9-10; 16/Nahl, 35; 18/Kehf, 5; 21/Enbiyâ, 51-54; 23/Mü’minûn, 23-24, 81-83;
26/Şuarâ, 69-77; 27/Neml, 67-69; 28/Kasas, 36-37; 31/Lokman, 21; 34/Sebe’,
43; 37/Sâffât, 68-74; 43/Zuhruf, 21-25; 53/Necm, 23). Ayrıca, bu konuyla ilgili
olarak bkz. 9/Tevbe, 23-24; 58/Mücâdele, 22; 11/Hûd, 45-46; 29/Ankebût, 8;
31/Lokman, 15)
Konu ile İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 482-483
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 119
3. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 323-324
4. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 335-336
5. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 677
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 286-
287
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 204-207
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1,
s. 584-592
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 448-452
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 277-279
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 160-162
12. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 126
13. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 147-
151
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 210
15. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 410-423
16. Ruhu’l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s.
197-200
17. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Âdet: c. 1, s. 369-373, Atalar Kültü: c. 4,
s. 42-43
18. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. (Gelenek) c. 2, s. 230-231, (Örf:) 5/179-182,
(Taklit:) 6/98-99
19. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 66-90
20. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 279(Hurafe), 87-91
(Bid’at), Taklit
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 50-52
22. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 266-271
23. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 123-124
24. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 206
25. Yokluğuna Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 134-136
26. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Gelenek md.), Risale Y. c. 2, s. 87-94, (Örf ve
Âdet), s. 201-203
27. Yahûdileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 176-253
28. Üç Muhammed, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 77-80
29. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV
Y. s. 198-200
ATALAR YOLU
- 99 -
30. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. 3
31. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
32. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
33. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
34. Bid’at-ı Hasene Yanılgısı, Abdülkayyum es-Süheyhani, Ümmül Kura Y.
35. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
36. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
37. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
38. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
39. Câhiliyye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
40. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhiyat Fak. Y.?
41. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
42. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
43. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
44. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Harun Ünal
45. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28, 48,
62
46. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
47. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
48. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
49. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
50. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
51. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş,
Çamlıca Y.
52. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
53. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
54. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası Araştırma
Vakfı Y.
55. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
56. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
57. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar
Y. s. 54-69
58. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
59. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
60. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhiyat Fak. Sayı
17, yıl: 1969
61. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 37-67
62. Uydurulan Din ve Kur’an’daki Din, s. 340-345
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

 
Çarşamba, 20 Ocak 2021 19:20

Hıristiyanlık ve Yahûdilik

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -16-
HIRİSTİYANLIK VE YAHÛDİLİK
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
HIRİSTİYANLIK VE YAHÛDİLİK
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-16-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Her dönemdeki müslümanlar, çağlarındaki bâtılları, tahrif edilmiş dinleri tanıyarak onlar hakkındaki İslâm’ın hükmünü de bilmek mükellefiyetindedir. Böyle bir mecburiyetin kaynağı müslümanın, müslüman olan kimseler ile öyle olmayan kimselere, inançlarına uygun davranmak zorunda oluşudur. Yani onlara uygulanacak olan hukuk ile onlara karşı yapılacak olan muâmelenin, inançlarına göre belirlenmek durumunda olmasıdır. İslâm’ın bu inanç ve hayat sistemleri, yani bu dinler hakkındaki hükümleri bilinmediği takdirde tavır belirlemek sözkonusu olamayacağından, bunların iman açısından değer hükümlerinin tesbiti de kaçınılmaz bir haldir.
Ayrıca bâtıl ve muharref dinleri tanımayan câhil müslümanların, tanımadıkları bâtıldan kaçınmaları da özellikle günümüzde imkânsız derecede zordur. Zamanımızda nice müslüman, kavram kargaşasının kurbanı olmakta, bâtıl dinlerle karışık bir inanç ve davranış sergilemektedir. Yani biraz müslüman, biraz laik, biraz Hıristiyan, biraz materyalist... karma dinler içinde olabilmektedir. “Onların çoğu, ancak Allah’a şirk (ortak) koşarak iman ederler.”1
Müslüman, Allah’ın ve Rasûlü’nün kat’i hükümlerine aykırı hükümleri kabul edemeyeceğinden, bu tür fikir, sistem, ideoloji ve muharref dinleri reddetmek zorundadır. Dolayısıyla müslümanların, çağlarında ortaya çıkan fikir ve sistemlerle, dünyada en çok bağlıları olan hıristiyanlarla bu açıdan ilgilenmeleri ve bunlara dair değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Hele bu muharref dinler, İslâm’ın önünde engel olarak duruyor; fikir, ideoloji ve sistemler, özellikle müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde uygulama alanı buluyor ve yayılma istidadı gösteriyor, hatta bunların varlığı İslâm akîdesi açısından büyük bir fitne ve tehlike teşkil ediyorsa, müslüman olarak görevimiz daha da büyük olacaktır.
İnsanlar tarafından oluşturulan dinlerin hepsinin ortak özelliği; Allah’ın vahiyle bildirdiği din olan İslâm’a karşı olmalarıdır. “Allah’tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir?”2
İnsanların hak olsun bâtıl olsun, dünya hayatlarında
1 12/Yûsuf, 106
2 28/Kasas, 50
benimsemiş oldukları inanç ve hayat düzenlerinin, ideoloji, politika, ahlâk ve yaşayış şekil ve üsluplarının ifâdesi olarak “din”in, Allah tarafından kabul edileninin adı “İslâm”dır. Allah, kendi katında geçerli olan dinin İslâm olduğunu bildirmiş, İslâm’dan başka bir din arayanın, İslâm’dan başka bir inanç ve hayat düzenini benimseyenin bu arayış ve benimseyişinin âhirette ebedî hüsran ile sonuçlanacağını, bu dininin Allah tarafından kabul edilmeyeceğini açıklamıştır.3 Allah’ın dininden başka bir din, O’nun insanlar için teklif etmiş olduğu hayat düzeninden başka bir hayat düzeni, O’nun istediğinden başka inanç sistemi ve ideolojileri seçip benimsemek, kısacası Allah’ın dini İslâm’dan başka bir din arayışına girmek, fıtrata ve Allah’ın kâinata egemen olan kanunlarına ters düşmektir. “Göklerde ve yerde ne varsa ister istemez Allah’a teslim olup boyun eğmişken, onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hem onlar O’na döndürüleceklerdir.”4
Allah, dinini kemale erdirdiğinden, bu dinin eksiksiz olarak ve bütünüyle alınıp kabul edilmesi, tüm hükümlerine inanılarak, bütünüyle uygulanmaya konulması gerekmektedir.
“Ey iman edenler! Bütünüyle ve hepiniz İslâm’a girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Gerçekten şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Size bunca deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki Allah, hiç şüphesiz mutlak Gâlib ve Hâkim olandır.”5
“Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil ve rüsvay edilip aşağılanmaktan, âhirette de azâbın en şiddetlisine uğratılmaktan başkası değildir. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.”6
Muharref dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir. Allah’ın gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir. Yahûdilik ve Hıristiyanlık muharref dinlerdir.
Dinleri bozmanın amacı: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış, tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de, Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din, kendilerine mâni olmuştur. Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek vardır:
a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini de ortadan kaldırmak.
3 Bak. 3/Âl-i İmran, 19 ve 85
4 3/Âl-i İmran, 83
5 2/Bakara, 208-209
6 2/Bakara, 85
b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.
Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin işlerine gelmeyen yönlerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem câhil ve gafil dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman zaman dinî merasim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama câhil kesimin desteğini almaya çalışmışlardır. Kısaca, Allah’ın gönderdiği Hak Din’in bazıları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilip Allah’ın dini imiş gibi sunulduğu dinlere muharref dinler denir. Bunlar da Hıristiyanlık ve Yahudiliktir.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır.”7
Avrupa Birliği denilen, halkının çoğunluğunun kendilerini Hıristiyanlığa nispet etikleri ülkelerle tek devlet olmaya, bu ülkeyi onların bir vilayeti konumuna indirgemeye hedefini ayarlamış, Hıristiyan Batıyı dost ve müttefik kabul eden zihniyeti de Kur’an açısından değerlendirmek ve bu konuda kendimize nasıl bir görev düştüğünü hesap etmek zorundayız. Velî edinmenin Kur’an’la yasaklandığı Hıristiyan ve Yahûdileri velî (dost veya yönetici) kabul edenler hakkında Kur’an ne diyor, insanımız merak bile etmiyor.
Teorisyenlerinin Yahudi oldukları bilinen Komünizm, söyleyeceğini söyledi, yapacağını yaptı ve tarih sahnesinden çekildi. Sıra, alternatifi olmadığı varsayıldığından bitkisel hayatta uzatmaları oynayan, Hıristiyan dünyada en etkin olan Kapitalizme geldi. Hakk’ı temsil etmesi gereken Müslümanlar, Dünya İslâm Devleti gibi bir “dev”i canlandırabilseler, yani hak gelmiş olsa, tüm bâtıllar hemen yok olup gidecek. Işığın geldiğinde karanlığın yok olması gibi. Kim derdi ki, Mekke’de bin bir güçlük ve mahrûmiyetle garip olarak doğan İslâm güneşi, yarım asır geçmeden iki süper gücü de eritip yenerek tarih çöplüğüne atacak; kendisi dünyanın tek umudu olacak. Mekke’de taşın altında ezilmeye çalışılan Bilal o gün bunu söylese kim inanırdı ona? Ama Allah’ın vaadini unutuyor insanlık: “Şüphesiz yeryüzüne ancak sâlih kullarım vâris olacaktır.”8 Yeter ki, sâlih mü’minler, mirasçılarından kalan mirasın peşine düştükleri gibi Allah’ın kendilerine yaptığı bu vaadin peşine düşsünler.
7 3/Âl-i İmran, 85
8 21/Enbiyâ, 105
“Biz de yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları arza vâris kılmak istiyoruz.”9 Bunun için gerekli şartlar da sayılıyor: “Allah, içinizden (kendisinin istediği gibi) iman edip sâlih amel işleyenlere; kendilerinden öncekileri güç ve iktidar sahibi kıldığı gibi, kendilerini de kesinlikle yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacağını, kendileri için seçtiği dinlerini kuvvetle icrâ etme gücü vereceğini ve onların korkularını güvene çevireceğini vaad etmiştir. Onlar, yalnız Bana ibâdet ederler ve Bana hiçbir şeyi şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim de küfre saparsa, işte onlar, hak yoldan çıkanların tâ kendileridir.” 10
İnkârcı, sömürücü Batının, siyonistlerin ve özellikle İsrail adlı vampirler çetesinin sömürgesi Amerika’nın bugünü ve yarını hakkındaki Sünnetullah’ı Kur’an’dan öğrenelim: “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp), üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik.”11; “Kim dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara oradaki amellerinin karşılığını tamamen öderiz (tam veririz). Ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar.” 12; “İnsan için, ancak kendi çalışmasının karşılığı vardır.” 13
Ama bu durum çok uzun sürmez. Sonra, yine Allah’ın kanunlarından biri devreye girer: Kâfirlerin bu hâkimiyeti Allah’ın takdir ettiği mahdut bir zaman süreci içindir. Sonra bu zâlim kâfirleri helâk kanunu işler: “…Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler. Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” 14
20. yüzyıl istisnâî bir yüzyıldır. Tarih çizgisi içinde bir parantez içidir. Tarihin akışı içinde görülmeyen çok farklı şeyler sahnelenmiştir bu asırda. Bu yüzyıla kadar tüm savaşlarda ölenlerin toplamından fazla insan, bu yüzyıldaki hiç yüzünden çıkan iki Dünya Savaşında hayatlarını kaybetmiştir. Sonra birbiriyle savaşanların önemli bir kesimi kendi istekleriyle tek devlet olma çabasına girebilmelidir. Ulus-devlet modası çıkmış, ülkeleri ideolojiler yönetmeye başlamış; materyalizm makasının iki acımasız kolundan biri olan komünizm, tarihin çöplüğüne atılmış, diğer kolu kapitalizm de son zulümlerini alelacele icrâya koyup sahneden çekilme sinyalleri vermektedir. Batının, özellikle ABD’nin dünya insanına sunacağı hiçbir değer kalmamıştır. Yeni Dünya düzen(sizliğ)i, Büyük
9 28/Kasas, 5
10 24/Nûr, 55
11 6/En’âm, 44
12 11/Hûd, 15
13 53/Necm, 39
14 6/En’âm, 44-45
Ortadoğu planı, ılımlı İslâm gibi projelerle dünyaya çeki düzen vermeye kalkan bu süper cüce, kendi düzenini sağlayamayacak acziyeti derinden hissetmeye başlamıştır.
ABD’yi ve temsil ettiği değersizliği putlaştıranlar bilsin ki, artık bu sanal süpergüç, üvey kardeşi Sovyet Sosyalizmi gibi tarihin çöplüğüne atılmanın eşiğine gelmiştir. Hasta can çekiştirmektedir. 21. Yüzyıl yeni bir dünyaya gebedir. Gönül istiyor ki bu boşluğu İslâm doldursun. Her şeye rağmen inşaAllah istikbâl İslâm’ın olacaktır.
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
HIRİSTİYANLIK / 13
Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti / 13
Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık / 16
Kur’ân’a Göre Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları / 18
Hıristiyan Âmentüsü / 22
Hıristiyanlıkta İbâdet / 26
Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus / 28
Hz. İsa / 31
Hıristiyanlara Göre Hz. İsa / 33
Hıristiyanlıkta Aslî Günah ve Bunun Keffâreti İçin Oğul’un Çarmıha Gerilmesi Anlayışı / 34
Kitab-ı Mukaddes’e Göre Barış ve Savaş Anlayışı / 38
Hıristiyanlıkla İlgili Temel Kavramlar ve Anlamları / 40
YAHÛDİLİK / 63
Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti / 63
İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyetler / 65
Benî İsrâille İlgili Bazı Hadis-i Şerifler / 66
İsrâiloğullarının Tarihi / 67
Firavun ve İsrâiloğulları / 68
Firavun’dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları / 71
Hz. İsa ve Benî İsrâil / 74
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları / 75
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri / 77
Onlar ve Biz / 82
Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü / 82
İmanda Pazarlık / 84
Dini, Kutsal Kitabı Tahrif / 86

- 13 -
HIRİSTİYANLIK

Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık

Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları

Hıristiyan Âmentüsü

Hıristiyanlıkta İbâdet

Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus

Hz. İsa

Hıristiyanlara Göre Hz.İsa

Aslî Günah ve Keffâret İnancı

Kitab-ı Mukaddes’e Göre Barış ve Savaş Anlayışı

Hıristiyanlıkla İlgili Temel Kavramlar ve Anlamları
“Şüphesiz senden evvel peygamberlere iman edenler, yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla iman edip sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi, onlar üzülmeyeceklerdir.” 1
Nasârâ ve Hıristiyan; Anlam ve Mâhiyeti
Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinin, daha sonra tahrif edilmiş, bozulmuş şekline hıristiyanlık diyoruz. Hıristiyanlık, vahy ve kutsal kitaba dayanan, esas itibariyle İslâm dininin o günkü şekli olan ilâhî kaynaklı bir dindir. Hıristiyan kelimesi Kur’an’da geçmez. Bu anlamda “nasrânî”2kelimesinin çoğulu olan “nasârâ” kelimesi kullanılır. Nasrânî, hıristiyan; nasârâ hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye” kelimesi kullanılır. Nasrâni ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır:
1- Kelime, Nâsıra veya Nasran adlı köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi 52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Bu dinin mensupları, batı dillerinde “christian” , Türkçede
1 2/Bakara, 62
2 3/Âl-i İmrân, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
“hristiyan” (hıristiyan) şeklinde adlandırılır. Bugünkü İncillerde bu
kelime, Grekçe “Christos yanlısı” anlamında “christianos” şeklinde
geçer. Christos, İbrânicede “kutsal yağ sürülmüş, yağlanmış” anlamına
gelen “Maşiah” (Mesîh) kelimesi, “gelecek olan Yahve’nin
kutsanmışı”nı veya “kralı”nı ifade ederken, bunun Grekçe’deki
karşılığı “Christos” İncillerde Hz. İsa’ya isim-lakap olarak verilmiştir.
Grekçe “Christos” ve Latince “ianos” ekinden oluşan “christianos
(Latince, “christianus”) kelimesi, daha sonra halk dilinde
“chrestianus” şeklini almıştır. Türkçe söylenişi ile hıristiyan kelimesi,
buradan kaynaklanmaktadır.
Hıristiyanlık, başlangıçta hak dinin tüm vasıflarını içeren, çok
sade bir tevhid dini idi. Yani İslâm’ın o günkü şekliydi. Bu hakikat
Kur’an’da nice âyette vurgulanır. “İsa açık delillerle gelince, şöyle
dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir
kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin.
İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa
düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında vay o zulmedenlerin haline!”3
Âyette vurgulandığı gibi, Hz. İsa, bir peygamber olarak gönderilmesindeki
amacı, açık bir şekilde ifade etmesine rağmen, onun bu
dünyadan ayrılmasından kısa bir zaman sonra bu tevhid dini olan
İslâm’ın o günkü şekli, köklü tahriflere/değişikliklere uğratılmış
ve hıristiyanlık ortaya çıkmıştır. Bu temel bozulmanın en büyüğü,
tevhidin teslisle yer değiştirmesidir.
“İsa, onlardaki küfrü/inkârcılığı sezince, ‘Allah yolunda bana yardımcı
olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler, ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız;
Allah’a iman ettik. Bil ki biz müslümanlarız’ cevabını verdiler.”4 Âyette
havârîlerin dilinden kendileri hakkında “müslimûn = müslümanlar”
denilmesi, tüm semâvî/hak dinlerin, aslında Allah katında tek hak
din olan İslâm5 olduğunu, bağlılarına da “müslüman” dendiğini,
bu “müslüman” isminin bize Allah tarafından verildiğini6 biliyoruz.
Âyette geçen “havârî” kelimesi, Arapçaya Habeşçeden geçmiş
olup aslı “havâryâ”dır; “yardımcı” anlamına gelmektedir. Nitekim,
meali verilen son âyette Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olmayı
taahhüd edenlere bu adın verildiğini görmekteyiz. Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e ilk inanan insanlar olan “sahâbe”nin benzerleridir.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı peygamber konumundan çıkararak,
onu ilâhlıkta Yüce Allah’a şirk/ortak koşmuşlardır. Hıristiyanların
3 43/Zuhruf, 63-65
4 3/Âl-i İmrân, 52
5 3/Âl-i İmrân, 19
6 22/Hac, 78
HIRİSTİYANLIK
- 15 -
dindeki bu çirkin tahrifatı, Kur’ân-ı Kerim’de sert bir şekilde kınanır.
7 Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın
getirdiği tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak
din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün hıristiyanlığı,
Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından
çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır. Aslında bu
dinde, peygamber, melek, âhiret ve kader inancı gibi İslâm’la ortak
inanç esasları ve müşterek kavramlar bulunmakla beraber, bu
inanç konularının ve kavramların açıklanışı İslâm’ın bozulmamış
tevhid inancından tamamıyla farklıdır.
Hâlbuki Hz. İsa, yepyeni bir din getirmemiştir; tam tersine o,
kendinden önce gönderilen Hz. Mûsâ’nın getirdiği şeriatı ıslah etmek
için gönderilmiş bir peygamberdir: “Ben, benden önce gelen
Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere
gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun
ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir.
Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”8 Bu âyetle
kesin olarak belirtildiği gibi, Hz. İsa, diğer peygamberlerin tebliğ
ettiği dinin dışında farklı bir din getirmemişti. Bu hakikati, tahrif
edilmesine rağmen bugünkü İncillerde bile görmek mümkündür:
“Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim;
ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeye geldim.” 9
Hz. İsa, 30 yaşında peygamber olmuş ve peygamberlik müddeti
yaklaşık olarak üç yıl sürmüştür. Dolayısıyla üç sene gibi çok kısa
sayılabilecek bir süreçte, onun görevi, bazı şeylere ve özellikle
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelemeye hasredilmiştir.
Muharref İnciller bile Hz. İsa’nın kendi yapacağı işlerin bitmediğini
onun ağzından şöyle ifade eder: “Size söyleyecek daha çok
şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat O hakikat Ruhu
gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir;
fakat her ne işitirse söyleyecek; ve gelecek şeyleri
size bildirecektir.”10İncil tahrif edilmiş olmakla birlikte, vahy ürünü
bazı ibarelerin bulunabileceğini kabul ediyoruz.
Hıristiyanlar, kendi kitaplarında geçen ve Hz. Muhammed
(s.a.s.)’in geleceğini müjdeleyen ifadeleri bu İncil ifadesinde olduğu
gibi, “Hakikat Ruhu” şeklinde değiştirmişlerdir. Aynı şekilde Hz.
Muhammed (s.a.s.)’in isminin karşılığı olan “Paraklit” ismini de
Türkçe İncillerde “Tesellici” olarak tercüme edip değiştirmişlerdir.
7 5/Mâide, 17, 72, 116; 9/Tevbe, 31
8 3/Âl-i İmrân, 50-51
9 Matta, 5/17
10 Yuhanna, 16/12-13
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
(Bu konuyla ilgili olarak ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) müjdelenmesiyle
ilgili bkz. Yuhanna, 14/16, 26, 30; 15/26; 16/7-8, 12-13).
Allah’ın kelâmı olduğu konusunda en küçük bir şüphe olmayan,
bir kelimesi dahi tahrif olmamış ve olmayacak korunmuş kitap
Kur’ân-ı Kerim’de bu konu şöyle belirtilir: “Hani Meryem oğlu
İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim, benden önce
gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir
peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” 11
Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlık
“Nasrânî” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde12 geçer. Bu kelimenin
çoğulu olan “nasârâ” kelimesi, 14 yerde kullanılır. Hıristiyanların
çoğunluğunu teşkil ettiği “ehl-i kitab” 32 yerde, yine
aynı anlamda, “ûtü’l-kitab” (kendilerine Kitap verilenler) 21 yerde
geçer. “İncîl” 12; “İsâ” 25 yerde, Hz. İsa’nın lakabı olan “Mesîh”
de 11yerde kullanılır. Hz. İsa’nın annesi “Meryem” 34 yerde geçer.
“Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan
bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/
mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim
de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte
bu, dosdoğru yoldur.” 13
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve
âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım;
O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler
edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman
deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” 14
“Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden
sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’
demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte
olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve
peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman
olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?” 15
“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek
olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o)
Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir.
Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman
11 61/Saf, 6
12 3/Âl-i İmrân, 67
13 3/Âl-i İmrân, 50-51
14 3/Âl-i İmrân, 64
15 3/Âl-i İmrân, 79-80
HIRİSTİYANLIK
- 17 -
edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan
vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne
Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler.
O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna
toplayacaktır.” 16
“Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, andolsun
ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i,
anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse,
Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?” 17
“Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir
olmuşlardır. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a
şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun
yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” 18
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir
olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri
(bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok
acıklı bir azap vardır.” 19
“Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir
şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası
da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri
nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” 20
“De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan
evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve
(hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine)
uymayın.” 21
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka
iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle
dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim
için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam,
şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin
zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum
16 4/Nisâ, 171-172
17 5/Mâide, 17
18 5/Mâide, 72
19 5/Mâide, 73
20 5/Mâide, 75
21 5/Mâide, 77
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık
onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin,
şâhidsin.” 22
“Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih
(İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir.
(Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah
onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” 23
“Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem
oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/
kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı
yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 24
“İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve
ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim.
Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin
de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından
çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında
vay o zulmedenlerin haline!” 25
“Hani Meryem oğlu İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim,
benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek
Ahmed adında bir peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” 26
“De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır.
Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”(Samed: Hiçbir şeye muhtaç
olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olan demektir.)” 27
“Allah katında hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim
geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler.
Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok
çabuktur.” 28
Ve bir hadis-i Şerif: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri
gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” 29
Kur’ân’a Göre Hıristiyanların İslâm’a
Zıt Olan Bazı Temel İnançları
Hıristiyanlar, Dinlerinde Aşırı Giderler: Kur’ân-ı Kerim, ehl-i
Kitabın ve özellikle hıristiyanların dinde aşırılıklarla hak dini bozduklarını
ifade ederek, bundan vazgeçmelerini emreder: “Ey Kitap
22 5/Mâide, 116-117
23 9/Tevbe, 30
24 9/Tevbe, 31
25 43/Zuhruf, 63-65
26 61/Saf, 6
27 112/İhlâs, 1-4
28 3/Âl-i İmrân, 19
29 Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
HIRİSTİYANLIK
- 19 -
ehli, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah’a karşı hak olandan başkasını
söylemeyin.”30; “De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın.
Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu
saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve
hevesine) uymayın.” 31
Hıristiyanlar ‘Allah İsa’dır’ Dediler: Kur’an’da, hıristiyanların
dindeki aşırılıklarının bir sonucu olarak, Allah’a inanç konusunda
tevhidden ayrılarak şirke düşmeleri vurgulanır ve gereken cevaplar
verilir: “Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler,
and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu
Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek
isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?”32 Doğumlu ve ölümlü
olanların ilâh olamayacakları, bu âyette hatırlatılmaktadır. “Meryem
oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır.
Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim,
sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak
koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir
ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” 33; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini
(hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler.
Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı.
Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları
şeylerden uzaktır.” 34
‘İsa Allah’ın Oğludur’ Dediler: “Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’
dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların
ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin
sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla)
döndürülüyorlar!”35 Beydavî’nin de belirttiği gibi, hıristiyanlar bunu,
Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesini imkânsız gördükleri için
veya Hz. İsa’nın anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmesini, ölüleri
diriltmesini insan olarak imkân dışı gördükleri için söylediler.
Hâlbuki her peygamber, Allah’ın yaratması ve izniyle mûcizeler
göstermiştir. Hz. İsa’nın durumu da, peygamberliğini isbat eden
mûcizeden başka bir şey değildir.
Hz. İsa’nın, kendinden sonra Allah’a şirk koşulması konusunda,
hiçbir suçu yoktur. O, tevhid dinini insanlara tebliğ etmiş, kendisinin
de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğundan başka bir iddiada
30 4/Nisâ, 171
31 5/Mâide, 77
32 5/Mâide, 17
33 5/Mâide, 72
34 9/Tevbe, 31
35 9/Tevbe, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
bulunmamıştır. Kur’an, Hz. İsa’yı ve onun tebliğ ettiği dini temize
çıkarır ve onun adına yalan ve iftira atıp dinde çirkin aşırılıklara
gidenlerin maskesini düşürür: “Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap,
hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp
da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle
der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis
kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’
diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder
mi?”36 Âyet-i kerimeden net olarak anlaşılmaktadır ki Hz. İsâ,
insanları İslâm’a davet etmiş, onları müslüman olmaya çağırmış;
teslise, yani şirk ve küfre kesinlikle müsaade etmemiştir.
Hıristiyanlar Teslisi (Üçlü İlâh Anlayışını) Kabul Etmekle Kâfir
Oldular: Bilindiği gibi, muharref hıristiyanlık inancında Baba, Oğul,
Rûhu’l-Kudüs’ten oluşan teslis inancı başlıca akide esasıdır. Şimdiki
tüm hıristiyanlara göre, teslisi kabul etmeyenler hıristiyan sayılmazlar.
Hâlbuki teslis, açık bir küfürdür; buna inanan kimse kâfir
ve müşrik olur: “Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında,
hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in
oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi
(nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve
peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı
olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan
münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil
olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın
kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin
hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 37
Hıristiyanlar, bir türlü Allah’ın birliği (tevhid) inancına gelememiş,
Allah ile peygamberin birbirinden farkını anlayamamışlardır.
Hz. Mûsâ ve Hz. İsa, ehl-i kitaba tevhid inancını (İslâm’ı) getirdiği
halde, sonradan sapan bu toplumlar Hâtemü’l-enbiyâ’nın
sağlam ve aydınlatıcı açıklamalarına rağmen, çoğu tevhidi kabul
etmemişlerdir. Hıristiyanlar: ‘baba, oğul ve rûhu’l-kudüs’ten ibaret
olmak üzere Allah üçtür yahut ‘Allah üç unsurdan meydana
gelmiştir, bunların üçü de birbirinin aynıdır, her biri tam ilâhtır ve
üçü birden bir tek tanrıdır’ diyerek saçmalamışlardır. Yukarıdaki
âyetler, onları, gerçek Allah inancı üzerinde aydınlatmak üzere
gelmiştir. Âyette Hz. İsa için “Allah’tan bir ruh” ve “Allah’ın kelimesi”
denilmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyetlerinde ikinci vasıf
açıklanmış, bundan maksadın Allah’ın “kün=ol” demesinden ibaret
bulunduğu, Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde yaratıldığı beyan
36 3/Âl-i İmrân, 79-80
37 4/Nisâ, 171-172
HIRİSTİYANLIK
- 21 -
edilmiştir. Meryem sûresinin 17. âyetinden itibaren de birinci vasıf
açıklanmış, “Rûh”un, Cebrâil olduğuna işaret edilmiştir.
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir
olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri
(bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı
bir azap vardır.”38 Yüce Allah, bu âyetlerde teslise inananların kâfir
olduklarını açıkça beyan etmiştir. Kâfirler ve müşrikler de cennete
kesinlikle giremezler. Teslisi kabul etmeyenleri hıristiyan saymayan
bugünkü hıristiyanların cennete gideceğini ileri süren bazı
profesörler ve onların tilmizleri büyük bir yanılgının içindedirler;
Allah’ın cenneti haram kıldığı müşrik ve kâfirlere cenneti ikram
etmek, kimsenin cür’et edebileceği bir şey olmamalıdır.
Hz. İsa’yı ve Annesi Meryem’i İlâh Edindiler: Hıristiyan mezhepleri
ve grupları arasında, Hz. Meryem’i tanrı olarak kabul
edenler de vardır. Hz. İsa’yı tanrı kabul edenler, Hz. Meryem’i de
tanrının annesi kabul etmekle onu da tanrı derecesine yükseltmiş
oldular. “Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan
başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o,
şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim
için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam,
şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin
zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum
müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık
onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin,
şâhidsin.”39 Âyetten açıkça anlaşılıyor ki, Hz. İsa, kendisini ve annesini
ilâh olarak kesinlikle iddia etmemiş, insanları tek Allah’a kulluk
yapmaya çağırmıştır. Dolayısıyla, hıristiyanların böyle büyük
bir cinâyet olan şirk ve küfür itikatları, Hz. İsa’dan sonra ortaya
çıkmıştır.
Hz. İsa ve annesinin tanrı olamayacakları, akıl ve mantık açısından
da sebepleriyle birlikte Kur’an’da belirtilir: “Meryem oğlu
Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan
önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru
bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz,
sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”40 Yahudiler Hz. İsa’nın,
namuslu ve bâkire bir hanımdan doğduğuna inanmayıp, onun
38 5/Mâide, 73
39 5/Mâide, 116-117
40 5/Mâide, 75
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
anasına iftira eder, gayr-ı meşrû bir ilişkiden doğduğunu ileri sürerler.
Kur’ân-ı Kerim, daha önce Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde
nasıl yaratıldığını anlatıp burada da anasının doğru, dürüst ve
namuslu olduğunu zikretmek suretiyle bu iftirayı reddetmektedir.
Bunun yanında, konumuzla ilgili olarak, hıristiyanların ona ve
anasına tanrılık vasfı vermelerini de elle tutulur, gözle görülür bir
delil ile reddedip çürütmektedir. Zira her ikisi de yemek yerlerdi,
tanrı olsalardı yemeye, içmeye ihtiyaç duyarlar mıydı? İhtiyaç sahipleri
ilah olamazlar.
Din Adamlarını Tanrı Edindiler: “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim
aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek):
‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve
Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar
yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak
müslümanlarız.” 41
Hıristiyan din adamları, bir şeyi helâl ve haram kılar, hıristiyanların
günahlarını günah çıkararak affederler, insanları cennete
koyacaklarını söylerler. Bu ve benzeri durumlar, din adamlarının
kendilerini tanrı yerine koymaları, bunları kabul edenlerin de onları
tanrı kabul etmeleridir: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini/hahamlarını,
râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki
hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka hiçbir şey emrolunmadı.
O’ndan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları
şeylerden uzaktır, yücedir.” 42
Hıristiyan Âmentüsü
Ben, yeri ve göğü yaratan, her şeye kaadir Baba Tanrı’ya,
Ve Efendimiz olan, O’nun biricik oğlu İsa’ya;
Rûhu’l-Kudüs’ten gebe kalınana;
Ve bâkire Meryem’den doğana;
O’nun Pontus Pilatus’tan zulüm gördüğüne,
Çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne,
Cehennemlere indiğine,
Üçüncü gün, tekrar canlandığına,
Göklere çıkıp, kaadir olan Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna,
41 3/Âl-i İmrân, 64
42 9/Tevbe, 31
HIRİSTİYANLIK
- 23 -
Oradan gelip ölüleri dirileri hesaba çekeceğine;
Rûhu’l-Kudüs’e,
Mukaddes katolik kilisesine;
Azizlerin cemaatine;
Günahların affedileceğine,
Vücudun tekrar canlanacağına;
Ebedî hayata, inanırım.
İslâm Âmentüsü: “Ben Allah’a ve meleklerine ve kitaplarına
ve peygamberlerine ve âhiret gününe ve hayır ve şerrin hepsinin
Allah’tan geldiğine iman ettim.” Kur’ân-ı Kerim’in değişik
âyetlerine dayanan43 İslâm âmentüsünün Hz. Peygamber tarafından
öğretildiğine (başta Buhârî olmak üzere hemen her hadis
kitabında Cibril veya Ömer hadisi diye rivâyet edilen meşhur
hadise)44 işaret etmekte fayda vardır.
Hıristiyan âmentüsü, Hz. İsa tarafından değil; çok daha sonra
gelen din adamları tarafından meydana getirilmiştir. Hıristiyan
âmentüsünde açıklanması gereken maddeleri teker teker ele almakta
fayda vardır:
1. Tanrı için kullanılan “baba” tâbiri, çok alçaltıcıdır; zira insan
toplumunda, kötü hâtıralar bırakan aile babaları vardır; aynı zamanda
baba terimi, cinsel ilişkileri hatırlatır; ölümü ve kendisinden
sonra bir vârisi düşündürür.
2. Mecâzî ve temsilî manada bile olsa, hem Eski Ahid ve hem
Yeni Ahid’de İsa’dan başka insanlar için “Tanrı’nın oğlu” tâbiri kullanılmıştır.
Bu ise “biricik oğul” tâbiri ile tezat halindedir. Luka’ya
göre,45 Âdem (a.s.) Tanrı’nın oğludur. “Seigneur” kelimesinden,
İsa’nın Tanrı oğlu olduğu, yani ulûhiyete iştirak ettiği anlaşılıyor
ki, bu da Allah’ın birliğine zıt düşmektedir.
3. “Rûhu’l-Kudüs”ün fonksiyonu (O’nun Tanrı için bir âlet olduğu
görünümü veriyor. Âmil ile âlet aynı şey olamaz. Bu ruhu
ulûhiyete ortak koşmak, ilâhî birliğe ters düşer. Kur’ân-ı Kerim,
“ruh” kelimesinin emir manasına geldiğini beyan eder.46 Allah,
kendi emriyle, İsa’yı babasız yarattı. Bu durum, fevkalâdedir ve
ilâhî bir mûcizedir. Diğer taraftan Hz. Âdem’in yaratılışında bir
43 2/Bakara, 285; 4/Nisâ, 78, 136
44 Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, 5, 7; Ebû Dâvud, Sünne 15
45 Luka 3/38
46 17/İsrâ, 85
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
anne de söz konusu değildir. O’nun, ulûhiyete ortak olmaksızın,
fevkalâde yaratılışı daha da üstün bir mûcize idi.
4. Şâyet Tanrı, bir bâkireden bir çocuk dünyaya getirtirse; bu,
çocuğa değil; bizzat Tanrı’ya tapma gereğini ortaya koyar.
5. ve 6. Doğum, işkence, ölüm ve defnedilmek, insanla ilgili
özelliklerdir; Tanrı’nın özellikleri değildir. Şâyet Hz. İsa’nın, aynı
anda ilâhî ve insanî olmak üzere iki hüviyetiyle öldüğü söylenirse,
bu da yine anlaşmazlıklara sebep olur. 47
7. Cehennemler günahkârların yeridir. Acaba o, oraya niçin
gitti ve bize oradaki acaip olaylar hakkında niçin bilgi verdi? Bir
cezadan kurtarmak için mi? Allah, suçluları affetmesi için, bir
mâsumu cezalandırmaz. Günahkârları çıkarmak için, Hz. İsa niçin
üç gün cehennemde kaldı? Hapishanenin kapısını açmak yeterli
idi. Kaldı ki, İsa’nın oradan ayrılışından sonra cehenneme girecek
günahkârların durumu ne olacaktı?
8. Herhangi bir şeyi yapmaya muktedir olmadan cehennemlere
ölü olarak inişi, hiçbir işe yaramayacaktı.
9. Bu maddeye göre İsa, Tanrı’nın sağına oturduğu için O,
Tanrı’dan farklıdır; zira birisinin, kendi kendisinin sağına oturması
mümkün değildir. Şâyet İsa, yeryüzünde insan olup48 gökte de insan
kalırsa, o halde ne zaman tanrı oluyor?
10. Şüphesiz ölüler, tekrar dirildikten sonra muhâkeme edilirler;
fakat yaşayanları hesaba çekmek, acelecilik olmuyor mu? Zira
onların hayatı henüz bitmediğinden, çok sayıda iyi veya kötü hareketlerde
bulunma imkânına sahiptirler.
11. Bu madde, biraz 3. maddenin tekrarıdır.
12. Tarih, kilisenin temel noktalarda bile görüş değiştirdiğini
göstermiştir; bu nedenle kilise, kesin ve mükemmel değildir.
13. Azizler, günahkârları kurtaramaz. Allah, istediğini cezalandırma
veya affetmede kesinlikle hürdür. Şâyet ‘communion’da,
ulûhiyete ortaklık düşüncesiyle, biraz şarap içmek ve biraz ekmek
yemek ameliyesine ihtiyaç duyuluyorsa, bu ilâhî birliğin hiçbir şekilde
müsâmaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
14. Günahların affı, tevbe ve ilâhî rahmet neticesinde olur; bir
mâsumun cezalandırılması ile değil; velev ki ‘Tanrı’nın oğlu’ olsun.
47 bk. aşağıdaki 9. madde
48 bk. 5. ve 6. maddeler
HIRİSTİYANLIK
- 25 -
“Tanrı’nın oğlu” tâbirinin kitabî manasından (mecaz olarak kullanılışından)
söz etmiştik. Bunu açıklayalım: Tek Tanrı’ya inananlar
diye yahudilerden bahseden Beşinci Sifir49 onları şöyle tavsif eder:
“Siz Tanrı’nız Ebedî’nin çocuklarısınız.” Hıristiyanlığa gelince, bizzat
İsa, birkaç kez Tanrı’ya inananların Tanrı’nın oğlu olduğunu
bugünkü İncillerde söyler, bunu açıklar, hatta tarif eder. Şöyle ki:
“Barışı elde edenlere ne mutlu! Zira onlar Tanrı’nın çocukları diye
çağrılacaklar.”50 Bu arada çok ilginç olan şu hususu hatırlatalım:
İncil’in bu cümlesinde yer alan “pacificateur” yani, “uzlaştırıcı”
veya “barışı elde edenler” tâbirleri, “müslüman” teriminin karşılığını
ifade etmektedir. Bilindiği gibi müslüman kelimesinin bir
anlamı, “barış içinde ve selâmette olan”dır. Meşhur bir hadis-i şerifte
şöyle denmektedir: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden
emin oldukları kimsedir.” 51
Yine Luka şöyle demektedir: “Fakat düşmanlarınızı sevin, iyilik
yapın ve bir şey ümid etmeden ödünç verin. Ve sizin mükâfatınız
büyük olacak ve siz Çok Ulu’nun oğulları olacaksınız, çünkü O,
nankör ve kötüler için de iyidir.” 52Şâyet “Tanrı’nın oğlu” tâbirinin
manası bu ise, bundan çıkan her türlü karışıklık ve tutarsızlıklara
mâni olmak için, her şeyi açıkça söylemek lâzımdır.
Çok mânidardır ki, bu hıristiyan âmentüsü metninin dışında
-ki, bu metnin İncil veya Hz. İsa’nın sözü olmadığını biliyoruz- Hz.
İsa, Yeni Ahid (İnciller)’in hiçbir yerinde “ben Tanrı’yım” demiyor;
bilakis tam zıddını söylüyor: “İşte benim seçtiğim kulum...”53
Tanrı’nın kendisi için bu sözünü söyleyerek, bunu kendisine tatbik
eden Hz. İsa, Tanrı’nın kulu ve kölesi olmaktan gurur duymaktadır.
Yine Matta, 24/36 ve Markos, 13/32’ye göre, “dünyanın sonu ne
zaman gelecek?” sorusuna, İsa şöyle cevap verir: “Fakat o gün ve
saat hakkında, ne göklerin melekleri, ne de Oğul; yalnız Baba’dan
başka kimse bir şey bilmez.” Aynı şekilde Yuhanna, 5/19’da şöyle
demektedir: “Doğrusu ve doğrusu size derim: Baba’nın yapmakta
olduğunu gördüğü şeyden başka Oğul kendiliğinden bir şey yapamaz.”
Görüldüğü gibi bugünkü İncillerde bile İsa, Tanrı olmadığını
açıkça söylemektedir.
49 14/1
50 Matta, 5/9
51 Buhâri, İman 4; Müslim, İman 64, 65, 66; Tirmizî, Kıyâme 52; Nesâi, İman
8
52 Luka, 6/35
53 Matta, 12/18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Hıristiyanlıkta İbâdet
İncillere göre İsa Mesih dedi: “Bu şeytan, ibâdet ve oruçtan
başka bir şeyle çıkmaz.”54 Fakat her şeyden evvel şunu söyleyelim
ki, hıristiyanlıkta hac’dan hiç söz edilmiyor; sâniyen ibâdet ve
orucun zorunluluğuna dair en ufak bir açıklama yoktur. Vergilere
gelince, bu konuda şu çarpıklık ve ilgisizlik vardır: “Sezar’ın hakkını
Sezar’a; Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ödeyin.”55 Bu ifade, laikliğe
yol açmış ve böylece kilise ve devletin bu şekilde birbirinden ayrılışında,
iktidarın dinsizleşmesi ve hatta dine karşı müsâmahasız bir
tavır takınması gibi büyük bir tehlike doğmuştur.
Hıristiyanlarda ibâdet, Tanrı’nın şânı için meydana getirilmiş
ilâhilerden müteşekkildir. Katoliklerde ise “communion” denilen
ve ekmek, şarap gibi maddî vasıtalarla ulûhiyete ortaklık vardır.
Hıristiyanların “dominikal” duası:
“Ey göklerde olan Baba’mız,
İsmin mukaddes olsun,
Melekûtun gelsin,
Gökte olduğu gibi yerde de Senin irâden olsun.
Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver,
Ve bize, borçlu olanlara bağışladığımız gibi, sen de bizim borçlarımızı
bize bağışla.
Ve bizi iğvâya götürme, fakat bizi şerirden kurtar.
Çünkü melekût ve kudret ve izzet, ebedlere kadar Senindir.” 56
Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) aksine; Hz. İsa’nın kendi
risâletiyle ilgili yazılı bir metin bırakmamış olması üzücüdür. Bu sebeple
tercüme mahiyetinde olan eldeki mevcut İnciller ile asıl İncil
arasında mukayese yapma imkânı yoktur. Ayrıca Matta’nın yazmış
olduğu Hz. İsa’nın Aramice olan hayat hikâyesinin aslına da sahip
olmadığımızdan, Yunanca olan tercümesinin dahi asıl metne
sâdık kalıp kalmadığını bilme imkânına da sahip değiliz. Şu halde,
hıristiyanların dominikal duâlarındaki hatalar, İsa Mesih’değil; Yunanlı
mütercime veya İncil’i tahrif edenlere aittir.
1. Yukarıda temas edildiği için “baba” kelimesi üzerinde tekrar
durmaya gerek yoktur.
54 Matta, 17/21; Markos, 9/29
55 Matta, 22/21; Markos, 12/17; Luka, 20/25
56 Matta, 6/9-13; Luka, 11/2-4
HIRİSTİYANLIK
- 27 -
2. Allah’ın adı zaten mukaddestir; bu manadaki bir dilek gereksiz
ve eksik kalır.
3 ve 4. Hal-i hazırda Tanrı’nın irâdesi ve hükmü olmadığını
söylemek, kabul edilmez bir şeydir; bütün kâinat, ancak Allah’ın
ebedî irâdesi ile hareket eder ve ayakta durur.
5. Allah’tan istenen günlük ekmek, Allah’ın sınırsız zenginliği
ve cömertliği yanında çok az bir şeydir. Kur’ân-ı Kerim bize şöyle
duâ etmemizi tavsiye eder: “Rabbimiz, bize dünyada da âhirette de
hasene (güzellik ve iyilik) ver ve bizi cehennem azabından koru.” 57
6. Bu maddede de yakışıksız bir yer değişikliği olmuş. Sanki
hakaret edercesine, yaptığımız bir iyiliği Tanrı’ya hatırlatıyor ve
sanki O’nu bizi affetmeye mecbur ediyoruz.
Kur’an duâları ise, Allah’a hamdle ve en uygun tâbirlerle başlar.
Büyük bir teslimiyetle, Allah’ın rahmetine niyazda bulunulur.
Hem dünya hem de esas olarak âhiret ihtiyacı için yapılan açık
ve anlaşılır duâlar edilir. Müslümanların temel ibâdetleri olan namazda
devamlı okudukları Fâtiha sûresi:
1-“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
2- Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
3- O, Rahmân ve Rahîmdir.
4- Din (ceza) gününün sahibidir.
5- (Allah’ım!) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder ve yalnız Senden yardım
dileriz.
6- Bizi doğru yola ulaştır.
7- Kendilerini nimete ulaştırdığın kimselerin yoluna; gazaba uğramış
ve sapmışların yoluna değil!” 58
Hıristiyanlarda oruç, hiçbir surette mecburi olmayıp, çok
nâdir olarak oruç tutan papazlara da, hafif bir kahvaltı, tam bir
öğle yemeği ve hafif bir akşam yemeği izni verilmiştir. Karem
(careme) adı verilen oruç tutma süresince Pazar günleri hâriç, 40
gün boyunca, yani 34 gün, oruç tutmak isteyenler bu tatbikatı
yürütürler. 59
57 2/Bakara, 201
58 1/Fâtiha, 1-7
59 İhsan Süreyya Sırma, İslâmiyet ve Hıristiyanlık (Bir Mukayese), Beyan Y. s.
13-23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
Pavlus, milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı
aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları
oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir.
Bugünkü muharref hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus, Hz.
Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış
geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’den sayılmış, İnciller
seviyesinde görülmüştür.
Pavlus Bir Ferisîdir: Bu, herhangi bir başka din mensubunun,
meselâ müslümanların bir iddiası ve ithamı değil; bütün hıristiyanların
kabul ettiği bir gerçektir. Çünkü Pavlus’un Ferisî olduğu
Kitab-ı Mukaddes’te, hem de kaç yerde, hem de Pavlus tarafından
belirtilir. Bir iki tanesine göz atalım: Pavlus; “Ben Ferisi oğlu
Ferisîyim.”60 “Eğer şehâdet etmek isterlerse, öteden beri beni bilirler
ki, dinimizin en sıkı fırkasına göre Ferisî olarak yaşadım.” 61
Vay Ferisîler! Peki, kimdir bu Ferisîler? Kitab-ı Mukaddes, hem
de Hz. İsa’ya atfederek Ferisîler hakkında bakın neler diyor? “O
zaman şâkirtler gelip ona dediler: Biliyor musun ki Ferisîler bu
sözü işitince gücendiler? Fakat İsa cevap verip dedi: Semâvî Babamın
dikmediği her fidan kökünden sökülecektir. Onları bırakın;
onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör körü yederse, her ikisi
de çukura düşer.”62; “Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisîler ile
Sadukîler hamurundan kaçının.”63; “Lâkin vay başınıza yazıcılar
ve Ferisîler, iki yüzlüler!” (Matta, 23. bap’ta baştan sona Ferisîlerin
Hz. İsa diliyle kötülükleri anlatılmaktadır; özellikle 13-15; 23-36.
cümleler) Yine bu konuyla ilgili olarak Luka, 11/39-44, 12/1-2;
Matta, 3/7-10, 5/20, 7/15-23’e bakılabilir. Bu son bölümde Hz. İsa,
yalancı peygamberleri bir örnekle açıklar ve “benim ismimle peygamberlik
yapanı ben tanımayacağım!” der. Pavlus, tüm hıristiyanlara
göre, Hz. İsa’nın ismiyle, onun gönderdiği ve kendisine
vahiyler verdiği peygamberi olarak kabul edilir.
“Ferisî oğlu Ferisî” olan Pavlus’a rağmen bugünkü İncillerde
bile muhâfaza edilen ifadelere göre Hz. İsa, nice sert eleştirilerle
uyardığı Türkçe Kitab-ı Mukaddesteki ifadeyle “ikiyüzlü”, yani
“münâfık” ve dine kötülük bulaştıran “müfsid” diye damgaladığı
Ferisîlerin tehlikesi konusunda şu değerlendirmeyi yapar: “Vay
başınıza yazıcılar ve Ferisîler, ikiyüzlüler! Zira bir mühtedî yapmak
60 Rasüllerin İşleri, 23/6
61 Rasüllerin İşleri, 26/5
62 Matta, 15/12-14
63 Matta, 16/6; 11-12
HIRİSTİYANLIK
- 29 -
için denizi ve karayı dolaşırsınız ve olunca siz onu kendinizden iki
kat cehennem oğlu edersiniz!”64 Nasıl, tam Pavlus’u ve ona inanan
mühtedî hıristiyanları bekleyen âkıbeti anlatmış olmuyor mu
Hz. İsa; hem de elimizdeki İncillerde.
Peki, “Pavlus’un kimliği ile hıristiyanlığın ne ilgisi var?” diye,
herhalde hıristiyanlığı kısmen de olsa bilen veya en zayıf bir hıristiyan
olan birisi soramaz. Çünkü hıristiyanlık, hem itikad ve hem
de şeriat olarak, yani hükümler, haram ve helâller konusunda, yorum
ve dogmalar konusunda baştan sona Pavlus öğretilerinden
ibarettir. Pavlus’u yıktığınızda hıristiyanlığı ayakta tutacak hiçbir
şey kalmaz. Kitab-ı Mukaddes’teki tam 15 kitap, Pavlus’a aittir;
onun mektupları ve konuşmalarından oluşan bu kitapların tümünün
yazarı odur. Kitab-ı Mukaddes’teki Hz. İsa’nın kesin emir ve
yasaklarını bile resmen değiştiren, ona ters hükümler koyan, hükümlerini
geçersiz ilân eden kimsedir Pavlus. Bir örnek verelim:
“Sanmayın ki ben, şeriati yahut peygamberleri yıkmağa geldim;
ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü
doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vâki oluncaya
kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir nokta bile yok
olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim
bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine
en küçük denilecektir. Ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin
melekûtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim
ki salâhınız yazıcılar ve ferisîlerinkinden ziyade olmazsa göklerin
melekûtuna hiç girmeyeceksiniz.”65 Hz. İsa, Kitab-ı Mukaddes’in
ilk bölümü olarak tüm hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Tevrat’ta
belirtili Mûsâ şeriatının korunması ve ona uyulması konusunda
böyle kesin ifadelerle uyulup itaat edilmesini emrettiği şeriatı bakın
Ferisî Pavlus ne hale getirdi?
“Çünkü Ruhu’l-Kudüse ve bize iyi göründü ki, icap eden şu
şeylerden fazla üzerinize yük koymayalım: Putlara kurban edilen
şeylerden, kandan ve boğulmuş olanlardan ve zinadan çekinin.
Bunlardan sakınırsanız, iyi edersiniz. Selâmette olun.”66 Pavlus’a
ait bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Pavlus, 4 yasağın dışında Kitab-ı
Mukaddes’te belirtilmiş tüm yasakları ve eski şeriatın tüm hükümlerini
kaldırmıştır. Tabii, bundan daha büyük cinâyeti, İsa’yı tanrılaştırmak
ve tevhidi teslisle değiştirmekle işlemiş, hıristiyanlar da
kilisenin ve papazların etkisiyle Hz. İsa’ya ve Kitab-ı Mukaddes’teki
64 Matta, 23/15
65 Matta, 5/17-20
66 (Rasüllerin İşleri, 15/28-29)
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
hükümlere itaati değil; ona uymayı tercih etmişlerdir. Bu Pavlus
dogmalarının hiçbiri yahudilikte, Hz. Mûsâ şeriatında yoktur (Tabii
ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu
açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi
şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a
karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık,
hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği,
Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Pavlus Tarafından Hıristiyanlığa Geçen Hususlar
Aslî günah inancı: Bu inanca göre, insanlar doğuştan günahkâr
olarak dünyaya gelirler. Çünkü babaları Âdem suç işlemiş, onun
günahı, tüm insanlara tevârüs edip geçmiştir. Eski ahidde de 4
İncil’de de aslî günah inancı bulunmadığı halde, Pavlus tarafından
bu bâtıl anlayış, hıristiyan itikadına geçirilmiştir.
İsa’nın, beşer/insan ve peygamber değil; tanrı olduğu,
Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, insan bedenine girip insan yapısında
olması,
İnsanların günahlarını kurtarmak için Tanrı’nın oğlunu göndermesi,
insan şeklinde bedenlenen oğul tanrının insanlığı kurtarmak
için kendini çarmıhta asılarak fedâ etmesi,
Teslis inancı,
İsa’nın ölüler arasından dirilerek kalkması ve insanları idare
etmek için göğe çekilip babasının (Baba Tanrının) sağına oturması,
Günahların papazlar önünde itiraf edilerek onlar tarafından
günah çıkarılıp, günahkârın bu şekilde affı,
Kitab-ı Mukaddes’te ve şeriatte ısrarla yasaklanan domuz etinin
helâl kabul edilmesi,
Hz. Mûsâ şeriatında önemli şekilde emredilen Hz. İsa’nın da
devam ettirdiği “sünnet olma”nın gereksiz olduğu anlayışı,
Suyun, abdest ve guslün gereksizliği; hatta kötü olduğu,
Haftalık ibâdet gününün Cumartesi yerine güneş gününe (Pazar)
gününe değiştirilmesi,
Dinî törenlerde ve âyinlerde Mitra dininden etkilenerek çokça
mum vb. yakılarak mâbedin fazlaca aydınlatılması, bütün bunlar
Pavlus tarafından hıristiyanlığa geçirilmiştir.
Kilise tâlimleri ve hıristiyan kaynaklarının hemen hepsi
HIRİSTİYANLIK
- 31 -
Pavlus’a, onun görüşlerine veya onun yakınlarına dayanmaktadır.
Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın getirdiği
tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak
din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün hıristiyanlığı,
Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından
çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır.
Hz. İsa
Ülü’l azm, yani kendilerine kitap verilmiş büyük peygamberlerden
biri olan Hz. İsa, batılı tarihçilere göre, yanlış olarak kendi
doğum yılı kabul edilen “milât”tan dört veya beş sene kadar
önce dünyaya gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise milâttan 3 yıl
sonra doğduğu kabul edilir. Kudüs yakınlarındaki Nâsıra’da dünyaya
gelmiştir. Kur’an’a göre Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’dir.
İmran’ın kızı Hz. Meryem, Beytü’l Makdis’te (Kudüs’te bulunan
Mescid-i Aksâ) zikir ve ibâdetle hayatını geçiriyordu. Allah, ona
Cebrail’i bir beşer suretiyle gönderdi. Cebrâil, ona bir oğlan çocuk
bağışlaması için Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu
söyledi. Hz. Meryem’in, kendisine bir insan eli değmediği ve
iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini hayretle sorduğunda
melek, bunun Allah için kolay olduğunu ve insanlara bir
delil, bir mûcize olsun diye Allah’ın böyle hükmettiğini bildirdi.
Çocuk doğunca kavmindeki bazı insanlar onu ayıplayacak oldu.
Hz. Meryem, bebeğe işaret etti. Çocuk İsa kundakta şöyle dedi:
“Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber
yaptı...” 67
Hz. İsa’nın, babasız olarak mûcizevî bir şekilde doğuşu,
Allah’ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle
Âdem (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında fark yoktu: “Gerçekten İsa’nın babasız
dünyaya geliş hali de Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah, Âdem’i
topraktan yarattı, sonra da ona ‘ol’ dedi; o da hemen (insan) oluverdi.” 68
Hz. İsa, otuz yaşında, Romalıların elinde bulunan Yahudiye’de
Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde peygamberlik görevi
aldığında bunu İsrâiloğullarına bildirdi. Önce Celile (Galile)’de,
sonra Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Kendisine İncil verildi.
69 İnsanları, tek ilâh olan Allah’a ibâdet ve kulluğa çağırmış,
O’ndan başka tanrı olmadığını ilân ve tebliğ etmiştir: “Ben, benden
önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl
kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim.
67 Bk. 19/Meryem, 16-37
68 3/Âl-i İmrân, 59
69 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin
de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru
yoldur.”70 Havârilerine ve tüm insanlığa Hz. Muhammed’in geleceğini
müjdelemiştir. 71
Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus
Pilatus’a şikâyet ettiler. Havârilerden sayılan Yahuda Hz. İsa’ya
ihanet etti ve hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek
öldürüldü. Kur’an ise şöyle der: “Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler
ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında
ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta
zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak
onu öldürmediler.”72 Allah, Nûh’u tûfandan, İbrâhim’i Nemrut’tan
ve ateşten, Mûsâ’yı Firavun’dan ve boğulmaktan, Muhammed
Mustafa’yı müşriklerin tuzaklarından koruyup kurtardığı gibi
İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış,
Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi
İsa’ya benzeterek onu öldürtmüştür.
Onu kendi katına kaldırmıştır. Ancak bunun şekli ve zamanı
üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Âlimlerin çoğunluğuna
göre, Allah onu kudretiyle manevî semâlardaki hususi mevkiine
kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir.
73 Bu değerlendirmeye göre, cisim ve rûhuyla göğe yükseltilen
Hz. İsa, Kıyâmet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu
öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir. 74
Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli
gelince onu vefat ettirmiş ve rûhunu semadaki yerine kaldırmıştır.
Kıyametten önce gelecek olan da onun rûhudur. “Allah buyurmuştu
ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr
edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden
üstün kılacağım...”75; “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim
de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim.
İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat
ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla
görensin.”76; “İsa şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab
verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek
70 3/Âl-i İmrân, 50-51
71 61/Saf, 6
72 4/Nisâ, 157
73 Bk. 43/Zuhruf, 61
74 Bk. Buhâri, Büyû 102
75 3/Âl-i İmrân, 55
76 5/Mâide, 117
HIRİSTİYANLIK
- 33 -
kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.”77 Hz. İsa’yı ve
annesini tanrılaştırıp teslis akidesini oluşturan hıristiyanlarla Hz.
İsa, Kıyâmet gününde yüzleştirilecek ve böylece hıristiyanların uydurdukları
yalan ve iftiralar tümüyle ortaya çıkacaktır. 78
Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bütün dinlerden, sadece
İslâmiyet, hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa’nın
babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğunu kabul
etmiştir. Yalnız müslümanlar, Hz. İsa’nın peygamber, hem de
vahy ürünü olan, içinde hikmet ve nur olan İncil’i getiren büyük
peygamber olduğunu kabul ederler. Hıristiyanların, kendilerine
müslümanlardan çok yakın kabul ettikleri yahudiler, bütün bu
konularda inançsızdırlar ve de Hz. İsa’yı kendilerinin öldürdüklerini
ileri sürerek bununla iftihar bile ederler. Yahûdiler, Hz. İsa’nın
peygamberliğine de, İncil’in vahy ürünü kutsal bir kitap olduğuna
da inanmazlar.
Hz. İsa, ancak üç yıl tebliğini sürdürme fırsatı bulmuş, 33 yaşında,
gençlik döneminde tevhidi hâkim kılmaya çalıştığı toplumunun
arasından ayrılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Hz. İsa’nın
tebliğ ettiği tevhid dini, Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra tanınmayacak
kadar şirk ve küfür unsurları katılarak hak din vasfını
kaybetmiştir. Dinin bu tebdil ve tahrifinde en büyük pay ve en
büyük vebal, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İsa’nın yoluna ihanet
eden Pavlus’un ve ona körü körüne uyan papazlarındır.
Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur.
Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de.
“Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur,
dediler.”79 Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları
görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber
çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a
hamd ediyorlardı.”80 “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de
peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan
hıristiyanlık anlaşılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz
ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl
olunuyorsa o da öyle oluyor.
77 19/Meryem, 30-31
78 Bk. 5/Mâide, 117
79 Matta, 21/11
80 Luka, 7/16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Aslında İncillere göre de İsa bir kuldur; Allah’ın kulu: “İşte,
benim seçtiğim kulum; Canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim;
Rûhumu onun üzerine koyacağım, Ve milletlere hükmü ilân
edecektir.”81. “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’,
yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek
sesle bağırdı.”82 Bu ifadeye göre, İsa Allah’a kendisine niçin yardım
etmediğini sorarken “Allah’ım, Allah’ım!” demektedir. Hiç
kendisi tanrı olan biri böyle söyler mi?
İsa, devamlı olarak, hatta bütün gece boyunca Allah’a ibâdet
ederdi: “Ve İsa, şâkirtleri kayığa binmeğe ve halkı salıverinceye
kadar kendisinden önce karşı yakaya geçmeğe zorladı. Ve halkı
salıverdikten sonra, duâ etmek için dağa ayrıca çıktı; akşam olunca,
orada yalnız başına idi.”83; “Onları uğurladıktan sonra, duâ etmek
için dağa gitti.”84; “Ve vâki oldu ki, o günlerde İsa dua etmek
için dağa çıktı; bütün geceyi Allah’a duâ ile geçirdi.” 85
“Ve vâki oldu ki, İsa yalnız başına duâ ederken, şâkirtleri yanında
idi; onlara sorup dedi: Halkın dediğine göre ben kimim?
Onlar da cevap verip dediler: Vaftizci Yahya’dır; başkaları: İlya’dır;
ve başkaları da; Eski peygamberlerden biri kıyam etti, diyorlar.
Onlara dedi: Ya siz ben kimim dersiniz? Petrus cevap verip dedi:
Allah’ın Mesihisin. İsa da bunu kimseye söylemesinler diye onlara
tenbih ederek emretti.” 86
“O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek,
şakirtlerine dedi: Ben şuraya gidip dua edinceye kadar siz
burada oturun.”87 Duâ bir ibâdettir. Zaten özel yere çıkıp duâ etmesi,
namaz kıldığını gösterir. Kur’an’a göre bütün peygamberler
gibi Hz. İsa da tabii ki namaz kılıyordu.88 İbâdet etmek, kulluk
alâmetidir; ilâhlık özelliği değildir. Ama gel bunu hıristiyanlara
anlat!
Hıristiyanlıkta Aslî Günah ve Bunun Keffâreti
İçin Oğul’un Çarmıha Gerilmesi Anlayışı
Aslî günah inanç ve anlayışının, Hz. İsa’nın tebliği ettiği tevhid
akidesinde olmadığı kesindir. Buna rağmen, Pavlus tarafından
81 Matta, 12/18
82 Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
83 Matta, 14/22-23
84 Markos, 6/46
85 Luka, 6/12
86 Luka, 9/18-21
87 Matta, 26/36 Ve yine Bk. Luka, 11/1
88 19/Meryem, 31
HIRİSTİYANLIK
- 35 -
hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in
Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara
bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet
yapılan bâtıl anlayıştır aslî günah inancı.89
İlk günah da denen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz.
Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan
insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr
olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları
bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir.
Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa
kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden
ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın
kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz
denilir.
Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların
günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline
girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret,
fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın
tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için
fidye (kurban) anlayışı.
Kur’an’a göre, “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü
taşımaz.”90 Kaldı ki, Hz. Âdem, bütün insanlara taksim edildiği halde
tükenmeyecek büyük bir suç işlemiş değildir. Hz. Âdem, beşer
olarak küçük bir hata yaptı ve sonunda da affedildi ve peygamber
seçildi. “Âdem, Rabbinin buyruğuna karşı geldi de şaşırdı. Sonra Rabbi
onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.”91 İslâm,
Hz. Âdem’in bu fiiline terim manasıyla ma’sıyet/günah demez, bu
konudaki Kur’an tâbiri olan “zelle”92 diye değerlendirir ve insan
türünün imtihanla yücelmesi, düşmanını tanıması ve yeryüzünün
halifesi olması gibi nice hikmetlere dayanan ilâhî irâde olarak değerlendirir.
Hz. Âdem’e de, Hz. Havvâ’ya da suçlu gözüyle bakılıp,
onlara kızılmaz.
Günahın şahsîliği Kur’an’da olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’te
Eski Ahid’de de vardır. Hezekiel peygamber: “Suç işleyen can, ölecek
olan odur; babanın fesadını oğul taşımaz ve oğlun fesadını
baba taşımaz; sâlihin salâhı kendi üzerinde olur, kötünün kötülüğü
de kendi üzerinde olur. Ve kötü adam, işlemiş olduğu suçların
89 Bk. Korintoslular’a 2. Mektup, 5/21; Romalılar’a Mektup, 5/12
90 35/Fâtır, 18
91 20/Tâhâ, 121-122
92 2/Bakara, 36
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
hepsinden döner ve bütün kanunlarını tutar ve hak olanı, doğru
olanı yaparsa, elbette yaşayacak, ölmeyecektir. Yapmış olduğu
günahlardan hiçbiri ona karşı anılmayacaktır. İşlediği salâhda yaşayacaktır.”
93
Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadeyi, İsa’nın insanın aslî günahına
fidye olarak çarmıha gerilmesi anlayışıyla birlikte bir değerlendirin:
“Kötü adam, sâlihin fidyesidir. Hâin adam da doğruların.”94
Hz. Âdem ve tüm insanlık sâlih ve doğru olmamış sayılmalı veya
sâlih ve doğrularsa Hz. İsa kötü ve hâin olmalı. Yine, fidye olan,
tüm insanlık için faziletli bir fedâkârlık için ölen kimse, asılırken
‘Allah’ım, niçin beni bıraktın?’ der mi? “Ve dokuzuncu saate doğru,
İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin
bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.” 95
Bu anlayışa göre, İsa’dan önce ölen insanlar, hıristiyanların da
nübüvvetlerini kabul ettikleri peygamberler, hep günahkâr olarak
öldüler ve cehennemi hak ettiler. İsa’nın keffaretinden, fidyesinden
önce ve vaftiz yapılmadan öldüler, hepsi affedilmeyen ve
affedilmeyecek günahla öbür dünyaya gittiler. Farzedelim ki insanlık,
güzel fıtratla değil de doğuştan günah yükü ile hayata geliyor.
Onların sonsuz merhametli ve dilediği her şeyi yapan Rabbi,
kendilerini direkt olarak affedemez mi? Tanrı, insanı kurtarmak
için, insan kılığına girmekten başka çare bulamadı mı?
Çarmıha gerilip birkaç insan tarafından öldürülen biri, hiç
tanrı mı olur? İnsanların günahlarını affetmek için başka çare mi
bulamadı? Hıristiyanların en büyük âyinlerinden biri, Communion
âyinidir. Bu âyin, ekmek ve şarapla yapılır. Ekmek ve şarap,
hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Kitab-ı
Mukaddes’e göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu
benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır”
demiştir. Günahı affetmek için, onları daha beter günahkâr haline
getirmek, Tanrı katili yapmak hangi akla sığar? İnsanlar, ellerini
mâbudlarının kanına bulayarak mı affa nâil olacaklar? Hz.
Âdem’e atfedilen Allah’ın bir emrini yerine getirmemek mi, yoksa
Tanrı’yı/İsa’yı öldürmek mi daha büyüktür? Hangisi insanı daha
suçlu yapar? Bir tek kişinin (insan veya Tanrı) ıstırap çekmesi ile
bütün insanların kurtuluşunu temin etme tuhaf olmaz mı?
Bilindiği gibi, Hz. İsa, âhir zaman denilen, insanlık tarihinin
sona yaklaştığı zamanlarda dünyaya gelmiştir. Yüce Allah, bunu
93 Hezekiel, 18/20-22
94 Süleyman’ın Meselleri, 21/18
95 Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
HIRİSTİYANLIK
- 37 -
insanları kurtarmak için yapsaydı, başlangıçta yapması gerekmez
miydi? İnsanlığın büyük çoğunluğunu aftan mahrum etmesi, az
bir kısmını (İsa’dan sonra gelenleri) bağışlamasının izahı başka nasıl
yapılabilir? Yaratılıştan gelen mevhum ve uydurma bir günah.
Sonra, her şeye kaadir ğafûr olarak inanılan Allah’ın onu affetmesinin
binlerce yolu varken, bunları bırakarak ana karnına girip en
âciz bir şekilde çocukluğunu geçirmesi, sonra perişanlık ve tazyik
görmesi, sonunda da onları katil yaparak affetmesi...
Bunların masalda, efsane ve mitolojide yeri olabilir, ama dinde,
hakikatte ve akılda yeri olmaz. Sonra olaya ahlâkî yönden
bakalım: Günahtan kurtulduğuna inanan hıristiyana ne kalıyor?
Kötü arzularına karşı nasıl mücadele ve mücahede edebilecektir?
Çalışanla çalışmayanın, ibâdet yapıp günahtan sakınanla bunları
önemsemeyenin arasında fark kalmaz, hepsi İsa’nın çarmıha gerilmesiyle,
komünyonla, vaftizle bağışlanıp eşit hale getirilmiyor
mu?
Hz. İsa, hiçbir şekilde kendisinin insanların günahlarına
keffâret için, onların aslî günahlarına karşılık öldürüleceğini
söylemedi. Bugünkü İncillerde de Hz. İsa’ya atfen böyle bir söz
geçmez. Dinin temeli olacak esasları, en yakınlarına, Petrus gibi
halifelerine söylemedi. Hâlbuki o, emaneti tebliğ etmiş, görevini
yapmıştı. Bu olay bile, bu inançların sonradan uydurulduğunu isbat
etmeye kâfidir.
Bu anlayış, ucuzculuktur, başkası seni kurtarsın, sen bir şey
yapmadan bedavadan kurtul. İnsanlığa işlemediği günahı yüklemek
kadar bedavadan affolma anlayışı da saçmadır. Aynen kiliselerde
günah çıkarma ve cennet satın alma gibi. Hıristiyanların
büyük çapta etkilendiği Yunan mitoloji kahramanı Promete’nin
insana ateş/ışık getirmek için ezalara katlanarak fedai olması gibi
efsaneler Hz. İsa’ya monte edildi. Kahramanların sadece ismi değişerek
putperestlik, hıristiyanlık maskesi taktı. Ve bu fedâkârlığın
bedeli de en az Promete’ninki kadar trajik: “Mesih, bizim uğrumuza
lânet olmuş olarak, bizi şeriatın lânetinden kurtardı, çünkü
yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”96 Bir peygambere
bu kadar büyük iftiraya pes doğrusu; hem tanrı, hem de lânetli!
Hâlâ affedilmeyen günah kaldıysa veya bir hıristiyan çeşitli
haramlara dalıyorsa ne gam? Papazlar ne güne duruyor? Absolüsyon
imdada yetişecektir. Absolüsyon: Günah bağışlama demektir.
Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin
papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır.
96 Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan
arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına
yapılmaktadır. Katolik mezhebinde, eski ve imtiyazlı olan günah
çıkarma kurumu, ibtidâî şeklinden uzaklaşsa da hâlâ varlığını sürdürmektedir.
İslâm’da ise, bilindiği gibi, doğrudan doğruya, aracısız
ve formalitesiz olarak Allah’tan istenen aftan başka tevbe ve
af dileme, günah çıkarma şekli yoktur.
Kitab-ı Mukaddes’e Göre
Barış ve Savaş Anlayışı
Başta müsteşrikler/oryantalistler olmak üzere hemen hemen
tüm hıristiyan batılıların ve batı mukallitlerinin İslâm’a saldırmak
için ileri sürdükleri iddia ve ithamlardan biri, İslâm’ın kılıç zoruyla
yayılan, kutsal savaş taraftarı, savaşçı bir din olduğudur. O yüzden
de müslümanlara barbar demekten çekinmeyen, İslâm hâkim
olduğunda gayri müslimleri kıtır kıtır keseceklerini vehmeden
veya insanlara böyle gösteren tipler çıkagelmiştir. İslâm’ın kelime
anlamının bile selâmet ve barış demek olduğunu, savaşın sebep
ve şeklini, cihadın kendi haçlı savaşı kültürlerinin benzeri kutsal
savaş anlamında olmadığı, İslâm’ın öldürme ve hücuma dayalı bir
savaş anlayışını ne derece değiştirdiğini... anlatmak, konu/kavram
dışına çıkmak olacak ve sözü uzatacaktır. Biz batının temel kültürlerinden
biri/birincisi olan Kitab-ı Mukaddes’teki savaş ve barış
anlayışına kısa bir değinme yapacağız.
Hz. İsa, İncillerde insan sevgisinden, fedâkârlık ve aftan, her
peygamber gibi elbette çokça bahsetmiştir. Ama İslâm’ın savaş
anlayışına yanlış ithamlarla saldırırken, İncillerdeki Hz. İsa’ya veya
vahye atfedilen savaş, öldürme ve hatta katliâm teşviklerini niye
görmek istemiyor ve her iki dindeki ve Kitap’taki hükümleri mukayese
etme gereği duymuyorlar diye sorma hakkımız vardır diye
düşünüyoruz. Bu konu da göstermektedir ki, bazılarının derdi
üzüm yemek değil, bağcı dövmektir: Yani, hakkı arayıp bâtıla tavır
almak değil; hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermektir. Luka İncili,
Hz. İsa’dan şu sözü nakleder: “Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen
o düşmanlarımı buraya getirin ve önümde öldürün!”97 Hz.
İsa’ya isnat edilen bu ifade, onun kan dökme pahasına olsa bile,
kral olmak istediğini gösteriyor.
İncillerde tanıtılan İsa, maddî imkânlara sahip bulunsa veya
Hz. Dâvud veya Hz. Süleyman’ın oğlu ve vârisi olsaydı ne yapardı,
bilmiyoruz. Aynı anlamdaki ifadeyi Pavlus da belirtiyor: “Çünkü
97 Luka, 19/27
HIRİSTİYANLIK
- 39 -
bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar, onun
saltanat sürmesi lâzımdır.”98 İsa’nın diğer bir sözü, daha dikkat
çekicidir: “Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın; ben
selâmet değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının,
kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya
geldim. Adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır.” 99
Kur’ân-ı Kerim’de şu hükmü görüyoruz: “Dinde zorlama
yoktur.”100; “De ki: ‘Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”101 Peygamber,
dini tebliğle mükelleftir; birini dini kabule zorlamaya değil.
Savaşa gelince, Kur’an şöyle emrediyor: “Sizinle savaşanlarla Allah
yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”102
Savaşla Hz. Muhammed (s.a.s.) hiçbir zaman devlet kurma, kral
olma veya bir başka dünyevî çıkar sağlama gayesi gütmemiştir.
İslâm’da savaş sadece Allah için yapılır, bu da hakkı/dini müdâfa
halidir. Bu âyeti takip eden âyet ve dinsizleri öldürmeye cevaz veren
âyetler, sadece kendilerine karşı harp ilân edilmiş ve savaş açılmış
düşmanlara, yani savaşçılara karşıdır ki, savaşa katılmayanlar
bunun dışında tutulmuştur. Haksız yere bir cana kıyanın bütün
insanları öldürmüş gibi olacağını Kur’an belirtir. 103
İslâm, kesinlikle ve hiçbir şekilde katliâma ve mecbur olunmadığı
(müdâfa özelliği olmayan) hallerde öldürmeye cevaz
vermez. Bir de Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadelere bakalım: “Ancak
Tanrı’nın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin
şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın;
fakat onları, Hittîleri ve Amorîleri, ve Kenanlıları ve Perizzîleri
ve Hivîleri ve Yebusîleri Tanrın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen
yok edeceksin.”104; “Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek’in
İsrail’e yaptığını, Mısır’dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl
durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amalek’i vur ve onların her
şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına,
çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe
kadar hepsini öldür.”105 Görüldüğü gibi, katliâm için gösterilen
tek sebep, intikam duygusunu tatmindir. Bunun gibi daha birçok
örnek verilebilir.
98 Pavlus’un Korintoslulara 1. Mektubu, 15/25
99 Matta, 10/34-36
100 2/Bakara, 256
101 109/Kâfirûn, 6
102 2/Bakara, 190
103 5/Mâide, 32
104 Tesniye, 20/16-17
105 1. Samuel, 15/2-3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Hıristiyanlıkla İlgili Temel
Kavramlar ve Anlamları
Absolüsyon: Günah bağışlama demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını
papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından
günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından
affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu
affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır.
Aforoz: Kilisenin cemaatten ve hıristiyanlıktan kovma cezası.
Lânetleme anlamını da kapsayan aforoz, hem yahudilikte ve hem
de hıristiyanlıkta uygulanan dinsel bir cezalandırmadır. Aforoz
uygulamalarının çeşitleri hayli çoktur. Kilise, yaşayan insanlara
uyguladığı bu cezalandırmayı, kendilerine göre ölümden sonra
gerçekleşecek olan ilâhî af ve bağış kurumuyla çelişkisini düşünmeksizin
Tanrı adına uygular.
Ahd-i Atik: Ahd sözleşme; Ahd-i Atîk, eski sözleşme demektir.
Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan, hem yahudilerce ve hem de
Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen kitaplara bu ad verilir. Toplam
39 kitaptan meydana gelir. Üç bölümdür. Birinci bölüm, beş kitaptır.
Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye adlı bu beş kitap Tevrat
adını alır, Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölüme Musa’nın
beş kitabı da denir. İkinci bölüm, peygamberler adını taşır ve Hz.
Musa’dan sonra gelen yahudi peygamberlerinin kitaplarını kapsar.
Üçüncü bölüm, Ketubim adıyla anılır ve Dâvud’un mezmurları/
şiirleri, Süleyman’ın meselleri/özdeyişleri, Eyyub’un öyküsü gibi
metinlerden meydana gelmiştir.
Ahd-i Cedid: Hıristiyanların kutsal kitaplarına denilir. Yahudilerce
sapıklık sayılan ve hıristiyanlarca benimsenen bu inanca
göre yahudiler eski ahidle Tanrı’ya verdikleri sözü tutmamışlar ve
vatanlarından sürülmekle cezalandırılmışlardır. Sonra Tanrı onlara
acımış ve Ahd-i Cedîd’le yeni bir anlaşma önermiştir. Bu yeni
sözleşmeye uyarlarsa arz-ı mev’ut (Filistin) onlara tekrar verilecektir.
Yeni sözleşme anlamındaki Ahd-i Cedîd, Matta, Markos, Luka
ve Yuhanna İncilleriyle, Rasüllerin İşleri adlarını taşıyan ve değişik
yerlere yazılan mektuplardan meydana gelmiştir. Toplam 27 kitaptır.
Anglikan: İngiliz kilisesine mensup olan Hıristiyan demektir.
İngiliz protestanlığına Anglikanlık denilir. Katoliklikle protestanlık
arasında İngilizlere özgü bir orta mezhep sayılmasına rağmen,
Kalvinciliğin İngiliz koşullarına uydurulmuş bir biçimidir. Kral VII.
Henry’nin Papa ile arasının açılmasından doğmuştur. Papa, yeniden
evlenmek isteyen kralın boşanmasına izin vermediği için
HIRİSTİYANLIK
- 41 -
İngiltere’ye has bir papalık oluşturulmuştur. Anglikanların papası
Vatikan’a bağlı değildir.
Apokryphos İnciller: Varlığı kabul edilen gizli ve kilise tarafından
sahte kabul edilen İncillere apokrif İncil denilir. Matta, Markos,
Luka ve Yuhanna İncillerinin dışındaki tüm İnciller apokrif
sayılır. Hıristiyanlar, özellikle III. y.y.da gizli bazı İncillerin varlığına
inanırlar. Meselâ, 1886 yılında eski bir Mısır mezarında bu gizli
İncillerden biri sayılan Petrus İncili’nin bir parçası bulunmuştur.
Apokrif İncil sayılan en önemli İncil Barnaba(s) İncilidir.
Ariusçuluk-Arianizm: Teslisi kabul etmeyip tevhide inanan
eski hıristiyan gruplardan biri. Muvahhid papaz Arius’un izinden
giden tevhide inanan hıristiyanlık. IV. Yüzyıl ve sonrası hıristiyanlığında
büyük tartışmalara yol açan ve katolik kilisesince sapıklık
sayılan İskenderiye’li papaz Arius’un, Hz. İsa’dan beri, papalığın
ve sonraları devletin tüm baskılarına rağmen devam edegelen
tevhidî çizgideki hıristiyanlık Ariusçuluk veya Arianizm diye isimlendirilir.
Bu inanca göre, Hz. İsa, kesinlikle bir tanrı değil; peygamberdir.
İzmit’li Eusebios da bu çizginin şiddetli savunucusudur.
Aslî günah: Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın
temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen
şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın
ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayış. İlk günah
da denilen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in
suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan,
babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak
doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu
suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir.
Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak
için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür.
Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal
kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Ateş Gecesi Yortusu: Zerdüştlük (Mazdeizm), Aztek, Eski Mısır,
İran, Yunan ve Roma’da ve eski Yunan mitolojisinde ateşin kutsal
sayılması söz konusudur. Ateşe tapan toplulukların kalıntı ve etkisiyle
hıristiyanlığa geçmiş olan, ermiş Yahya için her yıl kutlanan
yortu. Bu hıristiyan yortusunda, büyük meydanlarda ateşler yakılır
ve üstünden atlanarak ilâhiler okunur. Bilindiği gibi yortu, hıristiyan
bayramı demektir.
Ayasofya: Yapılışı ve kullanılışı birçok hurâfelere sebep olan
İstanbul’da Sultan Ahmet meydanındaki meşhur bina. Şimdi müze
olarak kullanılan, Fâtih zamanından Atatürk zamanına kadar câmi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
olarak hizmet veren ve yapılışından İstanbul’un fethine kadar kilise
olan yapı. İlk olarak Doğu Roma imparatoru Constantinus II
tarafından 360 yılında yapılan, 415 yılında yenilenen, iki kez halk
ayaklanmasında yıkılınca, 537’de bu güne ulaşan yapı inşa edildi.
921 yıl kilise, 482 yıl da câmi olarak kullanılan bu yapı, Atatürk’ün
isteği ile 1935’te müzeye çevrildi. Hıristiyanlara göre, yapımında
ruhî güçlerin ve meleklerin rolü olduğuna inanılır. Örneğin, kilisenin
plânı imparatora bir melek tarafından verilmiş, diğer bir
rivâyette kutsal ekmeği kapıp kaçıran bir arının peteğinde plân
görülmüş ve bu bir ilâhî işaret sayılarak kilise yaptırılmış. Ortadaki
büyük kapısıyla kıble yönündeki kapısının Nuh’un gemisinin
tahtalarından yapıldığına hıristiyanlarca inanılır. Kilisenin içinde,
hastalıkları iyi eden ya da gelecekten haber veren birçok yerlerin
bulunduğuna inanılır. Meselâ, altın topun altında dua edenin
bütün istekleri yerine gelirmiş, kuyusundan su içen kalp hastalıklarından
kurtulurmuş, dolaplarından birinin kapağındaki delikten
para atılınca içeriden ses gelirse parayı atan her türlü mutluluğa
kavuşurmuş. Ayasofya’yla ilgili bunlara benzer daha pek çok hıristiyan
inancı vardır.
Âyin: Dinî merâsim, ibâdet. Âyin, Farsça bir kelime olup, aslında
âdet, gelenek, usûl ve kanun demektir. Dilimizde hıristiyanların
dinî tören ve ibâdetlerine denilir. Âyini-i rûhânî: Hıristiyanlarda
dinî tören demektir.
Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık
tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz,
önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafından resmen
aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz
bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından
Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip
olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş
ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt
kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal
saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda
kalmışlardır.
Barnaba: Asıl adı Yusuf olan Barnaba, Hz. İsa’nın havârilerinden
yani öğrencilerindendir. Bütün hayatını hıristiyanlığı yayma uğrunda
geçirmiştir. Kilise tarafından apokrif/sahte sayılan İnciller
içinde en önemli olanlardan biri Barnaba(s) İncilidir. Tarkçe’ye
de çevrilen bu İncil, Hz. İsa’nın tanrılığını reddeder, çarmıha gerildiğini
kabul etmez, Hz. İsa’nın bir peygamber olduğunu açıkça
zikreder. Bu İncil’in teslisi reddedip ısrarla tevhidi vurgulaması,
hıristiyanlarca yasak İncil sayılmasının temel sebebidir. Barnaba,
HIRİSTİYANLIK
- 43 -
Markos’un hocası, Pavlus’un önderi bir kişi olduğu halde, kilise,
ona nisbet edilen İncil’i reddetmektedir.
Bible: (Baybıl okunur) Yunanca kitaplar anlamındaki biblia kelimesinden
gelir. Tevrat, İnciller ve diğer kutsal kitaplardan meydana
gelen Kitab-ı Mukaddese denilir.
Cizvitlik: Tutucu ve sofu hıristiyan tarikatı. 16. y.y.da Fransa’da
kurulmuştur. İsa derneği adıyla da anılır. Hz. İsa’nın saf düşüncesine
dönüş anlayışı içinde yoksulluk, bekâret ve itaat ilkelerinden
yola çıkmıştır. Özellikle dinden saptıklarını iddia ettikleriyle savaşları
ve siyasal etkileriyle öne çıkar. Avrupanın hemen bütün soylularının,
kralların ve prenslerin din ve törelerinin öğretmenleri
cizvitlerdi. Cizvitler, aşırı disiplin ve bir üste körü körüne itaat ve
bağlılıklarıyla meşhurdur. Fransa’da 1789’dan sonra yeniden ve
gizlice örgütlenmeye çalışmışlardır. İtikat konusunda farklı bir teslis
anlayışı savunurlar. Hıristiyanlığın çoğu mezheplerindeki teslis
anlayışı; baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelen üçlü tanrı
anlayışıdır. Cizvit teslisinde ise; İsa, Meryem ve İsa’nın babası(!)
Yusuf’tan oluşan üçlü tanrı inancı vardır.
Communion âyini: (Komünyo vermek-almak) Hz. İsa’nın eti ve
kanı. Ekmek ve şarapla yapılan âyin. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara
göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Her katoliğin yedi yaşına
kadar communio alması zorunludur. Uygulama olarak, yapılan
bir âyinde ‘hestia’ adı verilen bir parça mayasız ekmek, kutsal kabul
edilen şaraba batırılarak verilir; buna communio vermek; bu
törene de communio âyini denilir. Komünyo alan, tanrının bağışını
kazanmış sayılır. Hz. İsa, kendisinin öleceğini haber verdiğine
inanılan, son akşam yemeğine, Latince akşam yemeği anlamına
gelen ‘cena’ denilir. Gerçekte bu yemek, bir yahudi geleneğiydi
ve her yıl Mısır’dan ayrıldıklarında yenen son yemeğin hâtırasını
anmak için kutlanıyordu. Hz. İsa’nın da bu geleneğe uyarak, son
gece, havârileriyle birlikte bu kutlama yemeğini yediğine ve bu
yemekte, kendisinin öleceğini haber vererek ‘eukharistia’ adı verilen
dinî âyin emrettiğine inanılır. İncillerdeki ifadeye göre, Hz.
İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve
dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Hıristiyanlar, her
yıl, ‘kutsal perşembe’ adını verdikleri ‘cena’yı kutlarlar.
Ehl-i kitap: İslâm’a göre Kitap ehli, inandıkları peygamberlerin
Allah’tan Kitap getirdiğini kabul edenler. Hıristiyan ve yahûdilerin
ehl-i kitap(tan) olduklarında ihtilâf yoktur.
Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına
gelir. Teslis de denilen bu Üç Esas, Tanrıyı hem üç, hem
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
bir sayan üçleme anlayışıdır. Tahrif edilmiş Pavlus hıristiyanlığının
temel ilkesi olan bu inanç, tanrı kavramını baba, oğul ve kutsal
ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı olarak kabul ederler. Bu anlayışa
Fransızca trinite, Arapça teslis adı verilir. Üçleme anlamına
gelen bu deyim, hıristiyanlığın temel inancı olan baba, oğul ve
ruhu’l kudüsten meydana gelir. Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz.
İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in nice
ifadesine göre tek olan Allah’la birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta
kutsal ruh ve oğul diye anılan Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri
sürülür.
Emmanuel: Hıristiyanların kabullerine göre Hz. İsa’nın adlarından
biri. Peygamber İşaya, Eski Ahid’de “Tanrı bizimledir” anlamına
gelen bu kelimeyi, geleceğin Mesih’i için kullanmış. Matta
İncilinde bunun İsa olduğu yazılıdır.
Engizisyon: Eskiden hıristiyan dünyasında farklı inanç taşıyanları
cezalandırmak maksadıyla kurulan mahkeme. Ateşte yananın
suçlu olduğu inancına dayanan yargılama tarzına engizisyon denilir.
Ortaçağda din konusunda sapık kabul edilenlerin cezalandırılması
amacı ve bahanesiyle, kurulu düzeni korumak için kurulan
bu yargılama yöntemi, aklın kabul edemeyeceği inancın gereği
olarak ortaya çıkmıştır. Bu inanca göre, suçsuz olan, ateşte yanmayacaktır.
Bir sanığın suçlu olup olmadığını anlamak için böyle
bir uygulama yöntemi kullanılmıştır. Özellikle İspanyol engizisyonunun
gerçekleştirdiği bu akıl ve insanlık dışı yöntemler, 18. y.y.a
kadar olanca vahşetiyle sürmüştür.
Evlilik: Romalıların Diana adını verdikleri Yunan tanrıçası
Artemis, evlilik düşmanıydı. Peşinde gezdirdiği perilerden biri
evlenecek olursa, yasalara karşı geldiğinden ötürü onu şiddetle
cezalandırırdı. Katolik hıristiyanlarda görülen din adamlarının
evlenmemeleri gerektiği inancı, Artemis tapımından kalma bir
gelenek sayılmaktadır. Hıristiyan Alman düşünürü Schopenhauer,
bir kadınla bir erkeğin birleşmesinin çok iğrenç bir şey olduğunu,
İsa’nın böylesine iğrenç bir ilişkinin ürünü olmamak için babasız
doğmuş bulunduğunu ileri sürer.
Gregoryen: Papa Gregorius VII’nin kilise reformuna uyanlar.
11. y.y.da gerçekleştirilmeye çalışılan bu reform, teokratik bir düzen
kurma amacına dayanır. Bu düzen, imparatorların papalarca
tahtlarından indirilebilmesini, dinde ticaretin ve özellikle kutsal
eşya alım satımının yasaklanmasını, din adamlarının evlenmemelerini,
kiliseyi her türlü laik bağlardan kurtarmayı, imparator ve
soyluların kilise işlerine karışmamalarını öneriyordu.
HIRİSTİYANLIK
- 45 -
Günah çıkarma: Günah çıkarmaya “absolüsyon” denilir. Absolüsyan,
günah çıkarma ve affetme demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını
papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından
günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından
affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu
affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır.
Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil
ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana
gelen t harfi görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir.
Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle
haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce çoktanrıcı
bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç, hıristiyanlıkta
ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu. Daha
sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı. Boyunlarda
kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde
haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek
bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra
sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret,
aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler.
Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür.
Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü
haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya
peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu
dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir,
göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı
bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.
Haçlı seferleri: Haçlı, haçı olan demektir. Bu anlamdan çıkarılarak
müslümanlara karşı savaşa katılan hıristiyanlara “ehl-i salîb”,
yani “haçlı” denilmiştir. Haçlılar: Haçlı seferlerine katılanlar anlamında
kullanılır. Haçlı seferleri: Haçlıların (hıristiyanların) mukaddes
kabul ettikleri yerleri (Kudüs ve civarını) müslümanlardan
almak için yaptıkları savaşlara denilir. Toplam sekiz askerî-dinî
sefer düzenlenmiştir. Hıristiyanlarca kutsal savaş kabul edilen bu
seferler, papaların teşvik edip cenneti garanti etmesi ve doğunun
zenginliklerinden pay alma tutkusunun birleşmesi ile ortaya çıktı.
Giysilerinin üstüne, yeminlerinin bir simgesi olarak kumaştan bir
haç dikip “haçı alanlar”, Kudüs’e hac yolculuğu yapmaya söz vermiş
sayılıyorlardı. İlk haçlı seferi 1097’de, sekizinci haçlı seferi de
1270 yılında yine başarısızlıkla sonuçlanmış ve haçlı seferlerinin
silâhlı kısmı sona ermiştir. Günümüzde, haçlı seferleri daha çok
siyasi, iktisadi alanda ve en çok da kültürel yollarla yapılmakta,
önemi Kudüs’den daha az olmayan müslüman beyin ve kalplere
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
saldırılmaktadır. Televizyon, kitap, gazete vb. araçlarla evlerin işgal
edilmesi için yapılan günümüzün haçlı seferleri, çoluk çocuk
demeden hedeflere saldırıp ele geçirmektedir. Çağdaş Selâhaddin
Eyyûbîler çıkıncaya kadar da bu seferlerin sonunun gelmeyeceği
gözükmektedir.
Haham: Yahûdi din adamı. İbrânice bilgin, bilge anlamındadır.
Bu yahûdi din adamlarının başlarına da hahambaşı denir.
Haramlar: Hıristiyanlıkta haram/yasak olan şeyler, Pavlus’un
tenzilâtlarıyla 4 tanedir. Bunlar, putlara kurban edilen şeyler, boğulmuş
hayvan, kan ve zinadan ibarettir. 106
Havârî: Havâri kelimesi Kur’an’da geçer. İncillerde, bunun yerine
daha çok şâkirt (öğrenci) kelimesi kullanılır. Havârî, yardımcı
demektir. Arapçaya Habeşçeden geçmiş olup aslı “havâryâ”dır;
“yardımcı” anlamına gelmektedir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dine ve
onun peygamberliğine iman eden, müslümanlardan olan107 ve Hz.
İsa’nın tebliğ ettiği fikirleri yaymayı üstüne alan on iki kişiden her
birine havâri denir. Âl-i İmrân sûresi, 52. âyetinde Hz. İsa’ya ve
onun dinine yardımcı olmayı taahhüd edenlere bu adın verildiğini
görmekteyiz. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ilk inanan insanlar olan
“sahâbe”nin benzerleridir.
Havâriler, toplam 12 kişidirler. Bunlardan biri ihânet ederek
kâfirlere Hz. İsa’yı ihbar etmiştir. İsimleri şunlardır: Simun (Petrus),
Andreas, Yâkub (Zebedi’nin oğlu -büyük-), Yuhanna (Boanerces),
Filipus, Bartolomaeus, Matta, Tomas, Yâkup (Alfeus’un oğlu -küçük-),
Gayyur Simun, Yahuda (Taddeus), Yahuda İskaryot.108 Bunlardan
Petrus, havârilerin en büyükleri ve lideri, Yahuda İskaryot
da Hz. İsa’ya ihanet eden ve onu ihbar edip yakalatmaya çalışan
kişidir. Hıristiyan rivâyetlerine göre otuz gümüş dinar karşılığında
İsa’yı yakalattıran İskaryot, sonradan vicdan acısı çektiği ve kendisini
astığı söylenir. İslâm âlimlerine göre, Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda,
Hz. İsa görünümüne dönüşmüş ve Hz. İsa yerine o çarmıha
gerilmiş, Hz. İsa da göğe yükseltilmiştir.
İkon: Kiliselerde bulunan dinî tasvir, yani resim ve heykeller.
Özellikle ortodoks kiliselerinde bulunur. Hıristiyanlar, ikon(a)lara
tapmadıklarını, sadece onlara saygı duyduklarını söylerler.
İncil(ler): Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’den bahseder.
Bu İncil, bir tek İncil’dir. Bugünkü İnciller de, Hz. İsa’ya
106 (Bk. Rasüllerin İşleri, 15/28-29)
107 (3/Âl-i İmrân, 52)
108 (Matta, 10/2-4)
HIRİSTİYANLIK
- 47 -
vahyedilen/vaz’edilen İncil’den birçok yerde bahseder. Buna rağmen
elde mevcut hiçbir İncil için, hıristiyanlar tarafından bile “bu
İsa’nın İncilidir” denilemez ve ona atfedilmez; “Matta’ya Göre
İncil, Markos’a göre İncil...” denilir. Kilise tarafından birbirinden
hayli farklı ve birbiriyle nice çelişkileri olan dört farklı İncil yasal
İncil sayılmıştır. Arapça “Enâcil-i erbaa” denen bu dört İncil, Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir. Asıl yazıldıkları nüshaları
elde bulunmayan bu dört İncil’in tümü, Hz. İsa’dan çok sonra yazılmıştır.
En eski nüsha olarak yazıldıkları İbrânice ve Latinceden
Yunancaya ve çok zaman sonraki tercümeleri vardır. Bu dört İncil,
kendisi de o zamanlar hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest
imparator Konstantin tarafından 325 yılında topladığı İznik konsilinde
yüzlerce İncil yazması arasından 2048 kişilik üyenin sadece
318’inin kararı ve imparatorun tercih ve yönlendirmesiyle seçilmiş,
özellikle tevhid içerikli İnciller başta olmak üzere diğer tüm İnciller
sahte kabul edilerek yakılmış ve yaktırılmıştır.
Kardinal: Yüksek rütbeli katolik râhibi.
Karnaval: Kötü ruhları kaçırmak için korkunç maskeler takma
töreni. Hıristiyanların büyük perhizinden önce yapıldığı için, İtalyanca
et kaldırmak anlamına gelen carnelevare kelimesinden türetilmiştir.
Kaynağı hıristiyanlıktan çok öncedir. Güneş ışınlarının
bir süre gökte hapsedildikten sonra yeniden özgür bırakıldıkları
inancıyla ilgilidir. Karnavalda kullanılan hayvan maskeleri, aynı
zamanda, hayvanlara tapanlardan hıristiyanlığa geçmiş bir putperest
geleneğidir.
Katedral: Bir şehrin büyük kilisesi, piskoposluk kilisesi.
Katolik: Roma kilisesi, katolik mezhebinden olan hıristiyan
demektir. Katoliklik, Roma kilisesine bağlı hıristiyan mezhebine
denilir.
Keşiş: Dünyayla ilişkisini kesip manastırda yaşayan hıristiyan
din adamı. Keşişler evlenmezler, dünyadan el etek çekip bir inziva
hayatı sürdürdüklerinden ötürü münzevîdirler. İlk keşişler,
Mısır’da azizliğe/ermişliğe ulaşmak için çöle çekilir, bir çeşit çileci
hayatı sürerlerdi. Manastırlar, bu bireysel çile çekmeyi bir disipline
sokmak amacıyla kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çilecilik, Hz.
Âdem’in suçundan ötürü soyaçekim yoluyla aşağılanmış insanın
kendini cezalandırmasını dile getirir.
Kilise: Yunanca topluluk anlamına gelen ekklesia deyiminden
türetilmiştir. Hıristiyan mâbedi/ibâdethanesine, hıristiyanların
ibâdet ettiği binaya kilise denilir. Ayrıca, hıristiyan mezhebi için
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
kullanılır: Katolik kilisesi, ortodoks kilisesi şeklinde. Kilise, ilkin hıristiyan
toplulukları anlamında kullanılmıştı. İlk hıristiyanların bugünkü
anlamda kilise binaları yoktu. İlk dönem hıristiyanlığında
kilise yapısı olmadığı gibi, din adamları statüsü ve ruhban sınıfı da
yoktu. İkinci y.y.’dan sonra kiliseler görülmeye başlamıştır. İlk kiliselerin
din adamları, kilisenin bakımı ve temizliğiyle görevli kilise
hizmetçileriydi. sonradan büyük statü kazanan din adamlarına,
piskopos denilmeye başlandı ve bunlar kilisenin başına geçtiler.
Birçok kilisenin piskoposları birleşince evrensel kilise kurulmuş
oldu ve bunun başına geçen piskopos papa adını aldı. Katolik kavramı
da evrensel kilise anlamındadır.
Kitab-ı Mukaddes: Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’den meydana
gelen kitapların bütününe denir. Kitab-ı Mukaddes, tahrif edilmiş
şekilleriyle Tevrat, Zebur ve İnciller yanında, bazı peygamberlere
atfedilen kitaplar, Pavlus’un 15 ayrı mektup ve kitabından oluşmuş
kitaplar kolleksiyonudur.
Konsil: Hıristiyan ruhanîler ve râhipler meclisi. Özellikle katolik
kilisesi dogmaları ve kilise disiplinini düzenleyen kurallar 2.
y.y.’dan itibaren toplanmaya başlanan bu konsillerce tespit edilmiştir.
1869 yılına kadar değişik aralıklarla toplanan konsillerin sayısı
yirmidir. Hıristiyanların temel inançları bu konsillerde kararlaştırılmıştır.
325 yılında toplanan İznik konsili, Pavlus’un görüşünün
temeli olan İsa’nın tanrılığını kabul etti. Bu görüşe muhâlif olan
İncilleri ve başka kitapları nerede olursa olsun toplatıp yakmayı
kararlaştırdı. Bu kararın alınmasında henüz hıristiyanlığı kabul
etmemiş olan putperest kral Konstantin’in büyük etkisi oldu; bu
kararla hıristiyanlığı putperestliğe yaklaştırmış oldu. Yine, bu konsilde
alınan kararların aksini savunanları konsil, lânetlemekte ve
aforoz etmektedir. 2048 Din adamının katıldığı bu konsilde bu
kararı alan din adamlarının sayısı sadece 318 idi. 1720 farklı görüşün
iddiaları geçersiz kabul edildi. Daha sonra İnciller de konsil
tarafından değerlendirildi; Önemli bir kısmı teslisi değil de tevhidi
savunan yüzlerce İncil’in içinden 4 İncil (Matta, Markos, Luka ve
Yuhanna İncilleri) resmen kabul edilen İnciller oldu. Bunun dışındaki
kitaplar için, nerede olursa olsun toplattırılıp yatırıldı.
Kral salonu: Yahova şahitlerinin kilise yerine oluşturdukları
toplantı ve ibâdet salonu.
Kutsal Perşembe: Hıristiyanlar, 13 nisan Perşembe gününü
kutsal Perşembe olarak nitelerler. Çünkü Hz. İsa, son akşam yemeğini
o gün yemiştir. Ayrıca, her yıl nisan ayının 14. günü akşamı
toplanıp topluca yemek yemek, eski bir İbrânî geleneğidir.
HIRİSTİYANLIK
- 49 -
Kutsal kabir: Kudüs’te bulunan Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan
mezar. Hıristiyanlarca, Yusuf tarafından gömülen ve sonradan
ermiş Helena tarafından bulunan bu mezar kutsaldır. Kur’an’a
göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği ve öldürülmediği109 için bu
mezar kesinlikle Hz. İsa’ya ait olamaz.
Kutsal Cumartesi: Katolik hıristiyanlar, paskalya arefesinde
kutsal haftanın son günü olan Cumartesiyi kutsal Cumartesi sayarlar.
Luka: Hıristiyanlarca kabul edilen 4 İncil’den biri ve bu İncil’i yazan
kişi. Hıristiyan kaynaklarına göre de havâri olmayan Luka’nın
asıl mesleği hekimlikti. Yunan asıllı veya Pavlus’a yardımcı olan
yahudi asıllı Antakya’lı bir doktor olduğu rivâyetleri vardır. Aynı
zamanda Yeni Ahid’deki kitaplardan biri olan Rasüllerin İşleri kitabının
yazarı olarak da bilinmektedir. Luka İncili’nin aslı, büyük
bir ihtimalle İbrânice veya bazılarına göre Latincedir. Eldeki en
eski nüsha ise Yunanca tercümesidir. Bazı hıristiyanlar aslının da
Yunanca yazıldığını söylemektedir. Luka’nın bu İncili Yunanlılar
için yazdığı anlaşılmaktadır. Luka İncilinde tarih yanlışlıkları ve
maddî hatalar oldukça fazladır.
Manastır: Râhip veya râhibelerin, dünyadan el etek çekip ruhban
hayatı içinde birlikte yaşadıkları, ekseriya yerleşme merkezlerinden
uzak bina.
Markos: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan
kaynaklarına göre de Markos havâri değildir. Yeni Ahid’de ikinci
sırada yer alan bu İncil’in yazarının asıl adı Yuhanna’dır; Markos
onun lakabıdır.
Matta: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan
kaynaklara göre Filistin’li bir yahudi ailenin oğlu olan Matta’nın
ikinci adı Levi’dir. Kendisi gümrük memuru olarak görev yaparken
Hz. İsa ile tanışarak ona tâbi olmuştur. Yani hıristiyan kaynaklarına
göre Havâri sayılır. Fakat bazı araştırmacılar, halen elde mevcut
olan Matta İncilinin yazarının Havâri Matta olmadığını, bu İncili
aslında ismi meçhul Filistinli bir yahudinin yazdığını ileri sürmekte
ve deliller ileri sürmektedirler. Gerçekten bu İncil, yahudi hukukuna
çok saygılıdır. Ayrıca, bu İncilin yazarı, İncilini yazarken Havâri
olmayan Markos’tan geniş çapta istifade etmiştir. Havâri birinin
havâri olmayandan büyük çapta istifade etmesi pek gerçekçi değildir.
Matta İncili’nin İbrânice asıl nüshası ortadan kaybolmuş,
elde en eski nüsha olarak Yunanca tercümesi vardır, ancak bunu
109 4/Nisâ, 157
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
kimin tercüme ettiği belli değildir. Bu tercümenin doğruluğunu
anlayabilmek için asıl nüsha ile karşılaştırılması gerekir ama ne
ortada asıl nüsha vardır, ne de tercümeyi yapanın ismi.
Mesih: Üzerine kutsal sayılan yağ sürülmüş demek olan Mesih,
Hz. İsa’nın lakabıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa için, onun ismi yerine
de kullanılmıştır.
Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir.
Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir.
Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı
yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı
yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin
yaptığı işe de misyonerlik denilir.
Nasârâ: Nasrânî kelimesinin çoğuludur. Nasrânî, hıristiyan;
nasârâ da, hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye”
kelimesi kullanılır.
Nasrânî: Nasrâni ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar
için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır: 1- Kelime,
Nâsıra veya Nasran adlı köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa
ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki
nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar
anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi
52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap
vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu
deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım
edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi
kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların
noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel
gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını
kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın,
Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde
noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın
hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne
göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani
milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul
edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/
putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un
onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler
asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden
HIRİSTİYANLIK
- 51 -
geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde
çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri,
ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda
tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna
inanılıyordu.
Ortodoks: Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri. Öteki iki
mezhep katoliklik ve protestanlıktır. 1054 yılında Roma’dan ayrılan
ve onu tanımayan Bizans’la ona bağlı olan doğu kiliseleri ortodoksturlar.
Bu anlayış, 9. y.y.’dan sonra Slavlar arasında yayılmıştır.
Ruslar, Bulgarlar, Sırplar bu mezheptendirler. Ortodoksluk inancına
göre yeryüzünde bulunan her kilise bağımsızdır. Ortodoks
baş patriği sadece bu bağımsız kiliseler birliğinin başkanıdır. Bu
mezhebin kuramsal inançlarının başında baba’nın yaratılmadığı,
oğul’un yaratıldığı ve baba-oğul-ruhu’l-kudüs üçlemesindeki öz
birliği gelir. İsa’nın ilâhî/tanrısal ve insanî nitelikleri birbirinden
ayrılamaz. Ruhu’l Kudüs’ün, sadece Babadan doğduğuna inanan
Katoliklerin tersine; hem baba ve hem oğuldan doğduğunu kabul
eden mezheptir. Kiliselere ikonalar, yani kutsal resim ve heykeller
konulmasını savunurlar ve kiliselerini bunlarla doldururlar.
Papa: Katolik kilisesinin en büyük ruhanî reisi, Roma piskoposu.
Papalık: Papa yönetimi, papanın başında bulunduğu devlet,
İtalya topraklarında bulunmasına rağmen, ayrı devlet kabul edilen
dünyanın en küçük devleti Vatikan, papa tarafından yönetilen
teokratik bir papalıktır.
Papaz: Hıristiyan ruhanî reisi, din adamı, râhip, keşiş.
Paskalya: Hıristiyanların Hz. İsa’nın dirildiğine inandıkları gün
yaptıkları bayram. Her yıl Mart ayının 14. gününü izleyen Pazar
günü, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın dirildiği gündür. Bugün,
İsa’nın yeniden yaşama geçtiğine inanılır ve büyük bayram yapılır.
İlkbahara doğru kutlanan bu bayram, her yıl sonbaharda ölüp
ilkbaharda dirilen Sümerlerin Temmuz, Eski Anadolunun Attis ve
Agdistis, Yunanlıların Adonis inançlarından gelmedir. Bu bayram
da hıristiyanlığın putperestlere verdiği tâvizlerden biridir. Yahûdi
geleneğiyle de irtibat kurulabilir. Şöyle ki, Yahûdiler de her yıl,
aynı adla, dinsel gök ayının -ki bu, dinî takvimlerinin birinci ayıdır-
14. gününde Mısır’dan çıkışlarını kutlamak için bayram yaparlar.
Hıristiyanlar, paskalyayı baş bayram saymışlar ve bir çeşit bayramlar
takviminin temeli olarak tespit etmişlerdir. Katolik takviminde
bayram günleri her yıl aynı güne düşmediğinden bütün katolik
bayramları paskalyaya göre hesaplanır. Paskalya çöreği: Paskalya
günü yapılan bir cins tatlı çörek. Paskalya yumurtası: Paskalya
günü hıristiyanların kırmızıya boyadıkları haşlanmış yumurta.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Patrik: Ortodoks kiliselerinin başkanlarına patrik denir. Bazı
doğu kiliselerinde ve ortodokslarda en büyük ruhanî reis demektir.
Patriğin kaldığı yere, makamına patrikhane denir.
Pavlus (Paulus, Paul, Saint Paul -Sen Pol-): Milâdî 5-67 yıllarında
yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tevhid çizgisinden
çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş
ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık
onun ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını
yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları,
Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür.
Tevhid yerine teslisi, Hz. İsa’nın peygamber değil; tanrının
oğlu ve tanrı olduğunu hıristiyanlara kabul ettirmiştir. İlk günah,
aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz.
Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan
insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr
olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları
bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir.
Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa
kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden
ölümsüzdür. Bu Pavlos dogmalarının hiçbiri yahudilikte de, Hz.
Musa şeriatında da yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde
de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan
dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu
savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır.
Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve
hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Paulcanien’ler: Paul de Samosate taraftarları, şimdi bağlıları
kalmayan muvahhid hıristiyan gruplarından biri.
Petrus: Hz. İsa’nın baş havârisidir. Matta İncilinde yazıldığına
göre Hz. İsa, ona, Petrus’ un kelime anlamı olan ‘taş’ anlamında:
“Sen Petrus’sun, ben kilisemi senin üstüne kuracağım”110 demiştir.
Bununla beraber Hz. İsa’nın tutuklanması sırasında peygamberini
terkettiği ve onu inkâr ettiği de bilinir. Ne var ki daha sonra hıristiyanlığı
yaymaya çalışmış, dine ilk katılan çoktanrıcılar onun
tarafından vaftiz edilmiştir. Pavlus’la karşılaşmış ve onunla anlaşamamıştır.
Bu anlaşmazlık, Pavlus’un Galatyalılara Mektubunda
açıklanır.
Piskopos: Yunanca bir kelime olup, kelime anlamı gözeten
demektir. Başpapaz, bir piskoposluk bölgesinde başpiskopostan
sonra gelen papaz, metropolit anlamında kullanılır. Dinsel bir
110 Matta, 16/18
HIRİSTİYANLIK
- 53 -
bölge olan piskoposluğu yöneten en üst rütbedeki papaza piskopos
denir. Katolik kilisesinin başkanı olan papa, bir piskoposlar
piskoposudur.
Protestanlık: Katoliklikten ayrılma reformcu hıristiyan mezheplerine
verilen ad. Protestan: Reformist hıristiyan mezhebinden
olan, reform taraftarı. 16. y.y. da Roma kilisesini protesto eden
Alman papaz Martin Luther’in reformuyla oluşan bir mezheptir.
Protestan kiliseleri bağımsız ve ulusaldır; katolik kiliseleri gibi bir
papa otoritesine bağlı ve uluslararası nitelikli değildir. Protestanlara
göre ilâhî bağış karşılıksızdır ve o yüzden günah çıkarmak
mecburi değildir. En üst hakem ve yetkili olarak Kitab-ı Mukaddes
kabul edilmeli ve bir hıristiyan, sorularının karşılığını papadan değil;
ondan öğrenmelidir. Papazlar evlenebilirler. Cehennem diye
bir yer yoktur; sadece Tanrı’nın bağışını elde eden hıristiyanlar
için ölüm ötesinde mutlu bir hayat vardır. Bununla birlikte çeşitli
protestan kiliseleri arasında görüş ayrılıkları da hayli fazladır. Almanya
ve İskandinav ülkelerinde Luther’ci, Fransa ve İsviçre’de
Calvin’ci, İngiltere’de Anglikan, İskoçya’da Presbiteryen kiliseler
protestandır.
Râhip: Hıristiyan din adamı. Kadın din adamlarına da râhibe
denir. Papaz deyimiyle eş anlamda kullanılan bu deyim, genel olarak
İslâm dışındaki diğer din adamları için de kullanılmıştır. Ama
daha çok manastırda oturan hıristiyan din adamlarına râhip, oralarda
yaşayan keşiş kadınlara da râhibe denilir.
Ruhbanlık: Râhiplik, papazlık, keşişlik. Râhiplerin hayat tarzı,
manastır yaşayışı. Ruhbanlıkla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Sonra bunların izinden art arda peygamberlerimizi gönderdik Meryem
oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik ve ona uyanların
yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa
gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak
için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman
edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”111
Ruhbanlık, hıristiyanların ihdas ettiği bir yaşayış ve anlayış tarzıdır.
Rivâyetlere göre Hz. İsa’dan sonra muvahhid hıristiyanlar,
yani mü’minler inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen
üç savaşta mü’minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman
ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine dâvet edecek kimsenin
kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece
ibâdetle meşgul olmaya başlamışlar. İşte bu suretle fitneden kaçarak,
dinlerinde ihlâs ve samimiyet gösteren bu insanlar dünyanın
111 57/Hadîd, 27
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler,
dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibâdetle meşgul
olmuşlardır. Ama birçoğu bu râhib hayatına riâyet etmeyerek, Hz.
İsa’nın tevhid dinini bırakıp teslis akidesini ortaya attılar veya hükümdarlarının
dinine girdiler. Hz. İsa’nın tevhid yolundan ayrılan
bu hıristiyanlar, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) de kabul etmediler, sapıklıklarına
devam ettiler.
Reformasyon: Hıristiyanlıkta her çeşit yenileşmeler ve özellikle
protestan hareketi. Geniş anlamda her çeşit dinî yenileştirmeleri
içine alan reform, özellikle 16. y.y. da gerçekleşen protestan
reformu, bu deyimle dile getirilir.
Rûhu’l-Kudüs: Hz. İsa’ya üflenen ilâhî ruh. Hıristiyanların
inancına göre ruhu’l kudüs (kutsal ruh) insan yüzlü bir devdir,
bütün nesnelerin başlangıcından beri sular üstünde kımıldayan,
tûfandan sonra toprağı kurutan odur. Baba-oğul-rûhu’lkudüs,
İsa’nın vücudunda toplanmış üç ilâhî kişidir. Tümü ilksiz ve sonsuzdur
ve birbirlerine üstünlükleri yoktur. Bu, onların iddiasına
göre tevhidde teslis, ya da teslisde tevhiddir (üçlükte teklik veya
teklikte üçlük).
Sinoptik İnciller: Matta, Markos ve Luka İncilleri, birbirlerine
çok benzediğinden ve aynı terimlerle yazıldıklarından sinoptikler
denilir. Yuhanna İncili ise, hem konuları ve hem üslûbu/anlatım
biçimi yönüyle diğerlerinden ayrılır. Örneğin, sinoptik İncillerde
Hz. İsa’nın, dini bir yıl süreyle tebliğ ettiği anlatılırken; Yuhanna
İncilinde bu süre üç yıldır. İlk üç İncilde gösterilen dâvet ve tebliğ
yerleri ile Yuhanna’da gösterilen yerler de birbirinden çok farklıdır.
Bununla beraber sinoptik İncillerin arasında da çok önemli
oranda ve büyük sayıda farklılıklar ve çelişkiler vardır.
Süryâni: Suriye ve Türkiye’nin güney doğusunda yaşayan Sâmi
ırktan bir hıristiyan topluluğu.
Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek
manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni,
ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir.
Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif
denilir.
Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme,
insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın
aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan
şeklinde dünyaya gelmiştir.
Tekfir (Keffâret, Fidye –Redemption): Hıristiyanlığın esaslarından
biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak
HIRİSTİYANLIK
- 55 -
üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap
çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın,
üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın
günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir.
Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun
birleşimi olduğuna inanma haline denir. Üç tanrılık gücün
tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) - oğlu (İsa)
- rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve
üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden
hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık
bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu112
vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını
ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını113 emreder.
Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir.
Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin
üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.
Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara
ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme
töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in
suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul
edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa
hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış
olur ve cehennemi hak eder.
Yahuda: Hz. İsa’yı yakalatan havâri. İsa’nın on iki havârisinden
biridir. İskaryot da denilir. Otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı ihbar
ederek yakalattırmıştır. sonradan vicdan azabı çektiği ve kendini
astığı da rivâyet edilir.
Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de
Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri
addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir. Elohim
lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi
ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.
Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve’nin (Tanrı’nın) şâhitleri anlamında
olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan,
merkezî, otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine
verdikleri addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına
112 5/Mâide, 73
113 4/Nisâ, 171-172
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
yapılan âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler
ve bu anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya
üzerinde gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler
kurmuşlar, bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar,
her çeşit araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak
faâliyetlerini sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam
etmektedirler. Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan
vermeye ve kan nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye
çalışırlar.
Yuhanna: Yeni Ahidi oluşturan dört İncil’den biri ve bu İncil’in
yazarının adıdır. Mesleği balıkçılık olan Yuhanna, havârilerden biridir.
Ancak, bazı hıristiyan araştırıcılar, İncil yazarı Yuhanna’nın,
havâri Yuhanna’dan farklı kişi olduğunu, eldeki Yuhanna İncilindeki
ifadelerden delillendirerek belirtirler. Gerçekten Yuhanna
İncili, Yunan felsefesini çok iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır.
Yuhanna İncili, diğer üç İncilden çok farklı kaleme alınmıştır.
Diğer üç İncile, ortak konuları ve benzer üslûpları sebebi ile sinoptik
İnciller denilir. Esas gayesi bakımından da diğer İncillerden
hayli farklı olan Yuhanna İncili’nin asıl amacı teolojiktir. Onda Hz.
İsa, Nâsıralı bir peygamber olarak karşımıza çıkmaz; insan şekline
girmiş bir ilâh olarak takdim edilir.
Yusuf: Hıristiyanlara göre, Hz. Meryem’in nişanlısı ve bazı
mezheplere göre kocasıdır. İsa’nın babası sayılır ve Kitab-ı Mukaddeslerin
soy kütüğüne göre, isa’nın atalarından biri ve ilkidir. Hem
“Bâkire Meryem” anlayışı, hem de Meryem’in nişanlısı, hatta kocası
ve Hz. İsa’ nın babası kabul edilmesi, tüm hıristiyanlar için olduğu
gibi, elimizdeki İncillerin de büyük çelişkilerinden biridir. Hıristiyanlara
göre ilk aziz (ermiş, evliya) sayılır. Peygamber Dâvud’un
soyundan olduğuna inanılır. Marangoz olduğundan ötürü marangozların,
dülgerlerin duayeni/piri ve koruyucusu kabul edilir.
Not: Allah’a “Tanrı” denilmesinin doğru olmadığı anlayışıyla
daha önceki konularda görüldüğü gibi “Allah” lafzı yerine “Tanrı”
kelimesi kullanılmamıştır. Bununla beraber, başkalarının yanlış
ilâh anlayışı ile tevhide ters düşen özellikler atfettikleri tanrılarına
“Allah” demek de büyük yanlış olur. Hıristiyanlıkla ilgili bu
bölümdeki ifadelerde fark edileceği gibi, bizim Allah inancı ve anlayışımızla
kesinlikle bağdaşmayan hıristiyanların farklı bir tanrı
anlayışını anlatırken, Allah lafzı yerine Tanrı kelimesini kullanmanın
daha doğru olduğu anlayışıyla bu kelimeyi kullandım. Allah,
İhlâs sûresinde özetlendiği ve Kur’an’ın nice âyetlerinde belirtildiği
gibi tekdir, birdir; doğmamış ve doğurmamış, evlat edinmemiştir.
Sözgelimi, Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, yani Tanrı’nın
HIRİSTİYANLIK
- 57 -
İsa bedenine girip insan şeklinde belirmesi ifadesini, hâşâ “Allah”
lafzıyla kullanmanın çirkin bir yanlış olacağını düşündüğümden,
İslâm’ın dışındaki tapınılan varlıklara veya Kur’an’daki Allah vasıflarına
ters mâbudlara Tanrı denilmesinin tenzih için zarûret
olduğunu düşünüyor ve bunu tavsiye ediyorum. “Tanrı”, Arapçadaki
“ilâh” karşılığıdır. Kendisine inanılıp tapınılan sahte/uydurma
mâbudlara ilâh/tanrı denir; ama müslümanlara göre Allah’tan
başka ilâh/tanrı yoktur. Hıristiyanların tanımladığı ve vasıflandırdığı
Tanrı ve Tanrıların, “Allah” diye isimlendirilmesi doğru olmaz.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
Hıristiyanlık ve Hıristiyanlarla İlgili Âyet-i Kerime’ler
1. A- Nasârâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 14 Yerde:) 2/
Bakara, 62, 111, 113, 113, 120, 135, 140; 5/Mâide, 14, 18, 51, 69, 82; 9/
Tevbe, 30; 22/Hacc, 17.
2. B- Nasrânî Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde:) 3/Âl-i İmrân, 67.
3. C- Hıristiyanların İmandan Yüz Çevirmeleri
4. Hıristiyanlar, Allah’a Çocuk İsnat Ettiler: 2/Bakara, 116; 3/Nisâ, 171; 5/
Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 16/Nahl, 71; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 16-17;
42/Zuhruf, 65.
5. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Tanrılığını İddia Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 61-64, 79-80;
5/Mâide, 17, 75, 116-117; 9/Tevbe, 31; 19/Meryem, 37-39; 43/Zuhruf, 65.
6. Hıristiyanlıkta Teslis/Üçleme İnancı: 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73-74, 116-117.
7. Hıristiyanlar, Rahiplerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
8. Hıristiyanların Şirki: 43/Zuhruf, 65-66.
9. Hıristiyanlar, Kendilerinin Allah’ın Oğulları Olduklarını Söylerler: 5/
Mâide, 18.
10. Hıristiyanlar, İncil’i Tahrif Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
11. Hıristiyanların Peygamberimiz’i Yalanlamaları: 2/Bakara, 139-140, 146;
6/En’âm, 20.
12. Hıristiyanların ve Yahudilerin İnkârlarına Karşı Mü’minlerin Cevabı: 2/
Bakara, 135-140.
13. Hıristiyanların Ruhbanlığa Sapmaları: 57/Hadîd, 27.
14. Hıristiyanların İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69, 82-85.
15. Hıristiyanların Bazı Özellikleri ve İhânetleri
16. Hıristiyanların Dostlukları ve Düşmanlıkları: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/
Mâide, 51, 82.
17. Hıristiyanlar, Cennet Bizimdir Derler: 2/Bakara, 111-112.
18. Hıristiyanlar, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136.
19. Hıristiyanlar, Allah’a Verdikleri Sözde Durmadılar: 5/Mâide, 14.
20. Hıristiyanlar, Bâtıl Yollarla İnsanların Mallarını Yerler: 9/Tevbe, 34.
21. Hıristiyanlar Birbirlerine Düşmandırlar: 5/Mâide, 14.
22. Hıristiyan – Yahudi İlişkisi
23. Hıristiyanlarla Yahudiler Birbirlerine Düşmandır: 2/Bakara, 113, 140; 5/
Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/Şûrâ, 14.
24. Yahûdiler Hz. İsa’yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156, 157,
159.
25. Yahûdiler Hz. Meryem’e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156, 157; 19/Meryem,
27-34.
26. Hıristiyanların Cezası: 22/Hacc, 17.
27. Ehl-i Kitab
28. Ehl-i Kitabdan Mü’min Olanlar Vardır: 2/Bakara, 121; 3/Âl-i İmrân, 110,
113-115, 199; 13/Ra’d, 36; 28/Kasas, 52-55.
29. Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanlar: 2/Bakara, 121; 5/Mâide, 68; 98/Beyyine, 1-6.
30. Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109-120; 3/Âl-i
İmrân, 100; 4/Nisâ, 44
31. 45; 5/Mâide, 57-59.
32. Ehl-i Kitab, Kur’an’ı vePeygamberimiz’i Bile Bile İnkâr Ederler: 2/Bakara,
HIRİSTİYANLIK
- 59 -
101, 146; 3/Âl-i İmrân, 19, 70, 71, 81, 98-99, 187; 4/Nisâ, 44; 5/Mâide, 19;
6/En’âm, 20, 114; 7/A’râf, 157; 13/Ra’d, 30, 43; 26/Şuarâ, 196; 33/Ahzâb,
7; 48/Feth, 29; 98/Beyyine, 4.
33. Ehl-i Kitab Kendilerine Uyan Mü’minleri Kâfir Yaparlar: 3/Âl-i İmrân,
100-101; 4/Nisâ, 44-45.
34. Ehl-i Kitab Antlaşmalarını Bozar: 9/Tevbe, 1-3.
35. Ehl-i Kitab ile Savaş: 9/Tevbe, 29; 29/Ankebut, 46; 42/Şûrâ, 16.
36. Ehl-i Kitabın Kestiklerinin ve Yemeklerinin Yenmesi: 5/Mâide, 5.
37. Ehl-i Kitab Kadınların Nikâhlanması: 5/Mâide, 5.
38. Enl-i Kitabı İslâm’a Dâvet ve Dâvet Metodu: 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 15-16,
19, 65-66, 68, 77; 29/Ankebut, 46; 57/Hadîd, 28-29; 98/Beyyine, 1-5.
39. H- İncil
40. İncil Hz. İsa’ya Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
41. İncil, Kur’an’dan Önce İnsanlara Hidâyet ve Nurdur: 3/Âl-i İmrân, 3-4; 5/
Mâide, 46.
42. İncil, Tevrat’ı Tasdik Eder: 5/Mâide, 46.
43. İncil Şeriatı: 5/Mâide, 47; 9/Tevbe, 111.
44. İncil Hıristiyanların Tahribine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide,
110.
45. Tevrat, Hz. İsa’ya da Öğretilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48, 50; 5/Mâide, 110.
46. İ- Hz. İsa
47. Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23;
21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
48. Hz. İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75;
6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
49. Hz. İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
50. Hz. İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
51. Hz. İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
52. Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
53. Hz. İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
54. Hz. İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-
117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
55. Hz. İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide,
109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
56. Hz. İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
57. Hz. İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ,
157; 5/Mâide, 110.
58. Hz. İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/
Nisâ, 157-158.
59. Hz. İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
60. Hz. İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
61. Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
62. Hz. İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/
Yâsin, 13-27.
63. Hz. İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
64. Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/
Zuhruf, 57-62.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 314; c. 2, s.
358-376
2. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 279-300
3. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdudi, c. 1, s. 251-265
4. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 94-100
5. Hülâsatü’l Beyan, Mehmet Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 2, s. 585-627
6. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 272- 286
7. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 54-55;
c. 6, s. 269-354
8. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 4, s. 1237-1287
9. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 328-372
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 3-5
11. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Ali Ünal), Risale Y. c. 2, s. 156-158
12. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
13. Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
14. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kit.
Y. s. 377-402
15. Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, Bir Y. s. 364- 400
16. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y.
17. Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.
18. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M.
Fatih Kesler, T.D.V. Y.
19. Kur’an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim
H. Kurt, T.D.V. Y.
20. Kur’an-ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar
Neşriyat
21. Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı,
Bahar Y.
22. Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.
23. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
24. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
25. Tevrat, İnciller ve Kur’an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
26. Tevrat, İncil ve Kur’an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız, Hareket Y./
Dergâh Y.
27. Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım,
T.Ö.V. Y.
28. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
29. Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
30. Çağdaş Dinler, Reşid Abdullah el Ferhan, Uluslar arası İslâma Çağrı C. Y.
31. Yaşayan Dünya Dinleri, A. Abdullah Masdusi, Kalem Y.
32. Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
33. Dinler ve İnsanlar, Osman Cilacı, Tekin Y.
34. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
35. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
36. İncîl ve Salîb, Abdül Ehad Dâvud, İnkılâb Y.
HIRİSTİYANLIK
- 61 -
37. İslâmiyet ve Hristiyanlık (Bir Mukayese), Türkçesi: İhsan Süreyya Sırma,
Beyan Y.
38. Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
39. İslâm Avrupa’da, Montgomary Watt, M. Ü. İlâhiyat Fak. Y.
40. Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Mongomary Watt, İz Y.
41. Deccal, Hristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.
42. Hristiyanlığa Reddiye, Ebû Osman Câhız, Tekin Y.
43. Hristiyanlığa Reddiye, Abdullah Tercüman (Anselmo Turmeda), Bedir Y.
44. Hristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsilleri, Mehmet Aydın, Selçuk
Ün. Y.
45. Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet
Vakfı Y.
46. Hıristiyan İken Niçin Müslüman Oldum, Safiyye Plath, Şahsi Y.
47. Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
48. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
49. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altın Kalem Y.
50. Gerçekler ve Hristiyanlık, Tâhâ F. Ünal, Işık Y.
51. Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
52. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirzâ,
Sönmez Neşriyat
53. İzhâru’l Hak Fî İhtiyâri’l Ehak, Rahmetullah el-Hindî, Sönmez Neşriyat
54. Kutsal Kitaba İlâhî Çağrı (İzhâru’l Hak), Rahmetullah el-Hindî, Trc.
Abdülhâdi Sıddık, Faran Y.
55. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes
Şirketi Y.
56. İncil, Türkçe Çeviri, Müjde Y.
57. Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.
58. Hıristiyan Dininin Esasları, Hıristiyan Aileler İçin Din Kitabı, P. Luigi
İannitto, S. Antuan Kilisesi Y.
59. Anadolu’daki Amerika: Misyoner Okulları, Uygur Kocabaşoğlu, Arba Y.
60. Hilâl ve Haç Kavgası, Halil Halid, Bedir Y.
61. Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
62. Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
63. Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
64. Müslümanların Hristiyanlaştırılması, Muhammed Umara, Denge Y.
65. Hristiyanlık Propagandası ve Misyoner Faaliyetleri, Osman Cilacı, D. İ.B. Y.
66. Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, İ. Süreyya Sırma, Beyan Y.
67. Yehova Şahitleri, Hikmet Tanyu, D. İ. B. Y.
68. Yehova’nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
69. Yehova Şahitlerinin İçyüzü, Hüseyin Atay, Ali Arslan Aydın, D.İ.B. Y.
70. Batının Oluşumu, Christopher Dawson, Dergâh Y.
71. Mûsâ ve Tektanrıcılık, Sigmund Freud, Dergâh Y.
72. Çağımızda Dine Dönüş, Henry C. Link, Dergâh Y.
73. Batı ile Hesaplaşma, Ebul Hasen en Nedevî, Çığır Y.
74. Din ve Allah İnancı, Abdullah Draz, Bir Y.
75. Doğu ve Batı Arasında İslâm, Ali İzzet Begoviç, Nehir Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
76. İslâm-Hristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür
Basın Y. Birliği Y.
77. İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu,
Hizmet Kitabevi Y.
78. Peygamberimiz’e Neden İnanmadılar? Ahmed Lütfi Kazancı, Nil A.Ş. Y.
79. Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
80. Hz. İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
81. Hz. İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
82. Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
83. İslâm’ı Nasıl Yok Edelim? Hampher, Nehir Y.
84. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman, Marifet Y.
85. Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
86. Neden Hristiyan Değilim? Bertrand Russell, Toplumsal Dönüşüm Y.
87. Asrımızda Hıristiyan ve Müslüman Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat
88. Anglikan Kilisesine Cevap, Abdülaziz Çavuş, D.İ.B. Y.
89. Cevap Veremedi, Harputlu İshak Efendi, Hakikat Y.
90. Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet
Vakfı Y.
91. İsevîlikten Hıristiyanlığa, Tacettin Şimşek, Ekin Y.
- 63 -
YAHÛDİLİK

Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti

İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyet ve Hadisler

İsrâiloğullarının Tarihi

Firavun ve İsrâiloğulları

Firavun’dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları

Hz. İsa ve Benî İsrâil

Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları

İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri

Onlar ve Biz

Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü

İmanda Pazarlık

Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
“Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece Benden korkun!” 114
Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
İsrâil, Hz. Yakub’un lakabıdır. Hz. Yakub’un on iki oğlunun soyundan gelenlere benî İsrâil/İsrâil oğulları denilir. “Benî İsrâil” ifadesi, Kur’an-ı Kerim’de 41 yerde geçer. Kur’an’da Benî İsrâil’in yahudileşme sürecini anlatan ayetlerin sayısı ise 712’dir. Benî İsrâil’den bahseden bu 712 ayet, Kur’an’ın tamamı göz önüne alındığında 10’da biri aşan bir oran tutmaktadır. İsrâil kelimesi, iki âyette115 şahıs ismi olarak Hz. Yakub için kullanılır. Benî İsrâil de Kur’an’da Yakub oğulları anlamında yahudiler için kullanılmaktadır.
“Benî İsrâil/İsrâiloğulları”, “İbrânî” ve “Yahûdi” kelimeleri, çoğu zaman, birbirlerinin yerine kullanılmakta ve hepsi de aynı çağrışımı yapmaktadırlar. İsrâil ismi, “gece yolculuk yapmak” ve “Allah’ın kulu” anlamına gelmektedir. Günümüzdeki Tevrât’tan yola çıkarak İsrâil kelimesine verilen bir başka anlam ise, savaşan
114 2/Bakara, 40
115 3/Âl-i İmran, 93; 19/Meryem, 58
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
Tanrı veyahut Tanrıya karşı kuvvetli demektir. Muharref Tevrat’ta,
Hz. Yakub’un Tanrı ile güreşip onu yendiği(!) için bu adı aldığı
anlatılmaktadır.116 Kendilerine Allah tarafından gönderilen hak
din İslâm’ı değiştirip yahudileşenlerin, mukaddes kitaplarına ve
Allah’a en ağır iftiralar atmasına bir örnek de ‘İsrâil’ kelimesine
verdikleri bu anlam olsa gerektir. “İsrâil” kelimesine yakıştırdıkları
bu anlamla, kendi soylarını yüceltmek için “tanrı”larını bile
küçülttükleri, onu sıradan bir insan gibi gördükleri ve bir peygamberine
(onu yenmeye) gücünün yetmediği âciz bir varlık gibi algıladıkları
olanca çirkinliğiyle sırıtmaktadır. Kudüs’ü işgal edip o
kutsal topraklarda devamlı müslüman kanı akıtan zâlim siyonist
rejimine ve o topraklara da, bilindiği gibi İsrâil adı uygun görülmüştür.
“İbrânî” adı, İsrâil’in mürâdifi/eş anlamlısıdır. Kelime anlamı
olarak, “öte tarafın adamları” anlamını ifade eder. Bu isim,
İsrâiloğullarına Fırat veya Ürdün nehrinin öbür tarafından geldikleri
için verilmiştir. Bu ismi yahudilere Kenan ülkesinin yerlileri
vermiştir. Yani Kenanlılar bu ismi göçmen olanlar için kullanmışlardır.
Bugün kendilerine yahudi dediğimiz kavmin ilk adı İbrânî
idi. İsrâiloğullarına İbrânî adının verilmesi, onların göçebe bir kavim
olduklarını ve üzerinde bulundukları toprakların gerçek sahipleri
olmadıklarını da ispatlar.
“Yahûdi”: (Hâde-yehûdü; tehevvede:) Bu kelime, tevbe
etti, hakka döndü anlamına gelmektedir. Yahûdi kelimesi,
Peygamberimiz’in risâIetinden önce de Arabistan’da biliniyor
ve kullanılıyordu. Yahûdiler (yehûd) ifadesi Kur’an’da 41 yerde
geçer. Bu kelimenin İsrâiloğullarına isim verilmesi konusunda şu
görüş ileri sürülmüştür: Hz. Mûsâ’nın Tur dağına gitmesinden
sonra onlar buzağıya tapmışlar, ancak Hz. Mûsâ onların yanına
dönünce kendilerine çok kızmış, onlar da bu çirkin işten dolayı
pişman olmuş ve tevbe etmişlerdir. İsrâiloğullarının tevbe edişleri
Kur’an’da şöyle geçmektedir: “İnnâ hüdnâ ileyk / Biz Sana yöneldik
(tevbe ettik)”117 İşte İsrâiloğullarının bu şekilde tevbe etmeleri dolayısıyla
kendilerine yahudi denilmiştir. Bir başka görüşe göre, onlar
Peygamberimiz’in İslâm’a dâvetinde O’nu inkâr ettikleri için bu
isimle (“dönek” anlamında) anılmışlardır. İsrâiloğullarına yahudi
denilmesinin bir başka sebebi şudur: Hz. Yakub’un dördüncü oğlunun
adı Yuda veya Yahuda idi. Dolayısıyla Yahuda’nın adına izafeten,
dedelerinin isminden ötürü İsrâiloğullarına yahudi denilmiştir.
Bu ırk, her ne kadar Hz. İbrâhim’e dayanıyorsa da, teşkilatçısı
116 Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 32/28; 45/9-18; Hoşea 26/5-6
117 7/A’râf, 156
YAHÛDİLİK
- 65 -
ve en büyük peygamberi İsrâiloğullarının kurtarıcısı Hz. Mûsâ’dır.
“Hz. Mûsâ’ya inanan, bağlanan” anlamına (O’na ne kadar bağlı oldukları
tartışılacak konu olmakla birlikte) İsrâiloğullarına Mûsevî
de denilir.
İsrâiloğullarının Özelliklerinden
Bahseden Bazı Âyetler
“Onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahudiler ve hıristiyanlar asla
senden râzı olacak değillerdir. De ki: ‹Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’
Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki,
Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” 118
“Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin
dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz ki
Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” 119
“(Yahudiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) Yahûdileşin ya da hıristiyanlaşın
ki doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: ‘Hayır! Biz, hanîf olan
İbrahim’in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” 120
“Kendilerine tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, kitaplar
taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne
berbattır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz.” 121
“Yahudiler, ‘Allah’ın eli bağlıdır/sıkıdır’ dediler. Kendi elleri bağlandı ve
söylediklerinden dolayı lânetlendiler. Bilâkis Allah’ın elleri açıktır, dilediği
gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını
ve küfrünü arttırır. Aralarına kıyâmete kadar sürecek düşmanlık
ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa)
Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa
koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” 122
“Andolsun ki İsrâiloğullarından ahid/sağlam söz aldık ve onlara peygamberler
gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu
etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını
da öldürdüler.” 123
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi/sınırı
aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye
118 2/Bakara, 120
119 5/Mâide, 51
120 2/Bakara, 135
121 62/Cum’a, 5
122 5/Mâide, 64
123 5/Mâide, 70
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun,
kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için
(âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah
onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 124
“İnsanlar içerisinde, iman edenlere düşmanlık bakımından en
şiddetli olarak yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın.” 125
“Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh
(İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir.
Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah
onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” 126
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar da)
râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara
ancak tek ilâha ibâdet/kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilâh
yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 127
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan,
Allah ve Rasûlü’ nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini
kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye
kadar savaşın.” 128
Benî İsrâille İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
“İsrâiloğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda (onları devamlı
gündemde tutmanızda) bir sakınca yoktur.” 129
“Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer
onlar bir kertenkele/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.’ ‘Ey
Allah’ın Rasûlü, yahûdilerin ve hıristiyanların yolunu mu?’ diye
sorduk. ‹Başka kim olacak?’ dedi.” 130
“Ümmetim, önceki ümmetlerin yolunu adım adım, karış karış
izlemeden kıyamet kopmaz. ‹Ey Allah Rasûlü, Farslar ve Rumlar
gibi mi?’ denildi. ‹Başka kim olacak?” buyurdu. 131
“Ümmetimin başına İsrâiloğullarının başına gelenin aynısı gelecek.
Tıpkı bir ayakkabı kalıbıyla ayakkabının birbirine uyduğu gibi. Hatta,
124 5/Mâide, 78-80
125 5/Mâide, 82
126 9/Tevbe, 30
127 9/Tevbe, 31
128 9/Tevbe, 29
129 Buhâri, Enbiyâ 50; Ebû Dâvud, ilim 11; Tirmizi, İlim 13; Ahmed bin Hanbel,
II/159; Dârimî, Mukaddime 6
130 Buhâri, İ’tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel,
III/84
131 Buhâri, İ’tisam 14
YAHÛDİLİK
- 67 -
eğer onlardan biri annesine açıktan varsa, ümmetimden de aynısını yapan
çıkacak. Ve İsrâiloğulları 72 gruba bölünmüştü; ümmetim de 73 gruba
ayrılacak.” 132
“Benî İsrâil’in ilk terk ettiği şey şuydu: Bir kimse diğeriyle bir araya
gelir, biri diğerine derdi ki: ‘Ey falan, Allah’tan kork ve böyle yapmayı bırak,
kuşkusuz bu sana helâl değil.’ Ertesi gün karşılaştıklarında onu yine
aynı şeyi yaparken görür. Bu durum o adamla yemesine içmesine, onunla
oturup kalkmasına engel olmaz. Adamın günahta ısrar etmesine rağmen
dostluğunu sürdürürdü. Allah da onların bazısıyla bazısının kalbini mühürledi:
“De ki: ‘ey ehl-i kitab, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın
ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, doğru yoldan şaşmış bir
milletin keyiflerine uymayın.”133 âyetini okudu. Sonra ekledi: “Hayır,
vallahi ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz, hakka aykırı davrananı
hakka çevirirsiniz ve haktan ayrılmasına engel olursunuz; ya da Allah
sizin kalplerinizi yahudilerin kalplerine benzetir, sonra onlara lânet ettiği
gibi size de lânet eder.” 134
Kur’an-ı Kerim’de İsrâiloğullarıyla ilgili çok sayıda âyet-i kerime
vardır. 712 âyet, direkt olarak bu konuyla ilgilidir. Kur’an-ı
Kerim, İsrailoğullarının Firavun baskısı altındaki yaşayışları, ondan
kurtulmaları ve daha sonra Hz. Mûsâ ile geçen ve daha çok olumsuzluklarla
dolu olan yaşayışları üzerinde durur.
İsrâiloğullarının Tarihi
İsrâil, Hz. Yâkub’un lâkabıdır. Bilindiği gibi Hz. Yâkub, Hz.
İbrâhim’in Hz. İshak’tan olma torunudur. İsrâiloğulları, Hz.
Yakub’un 12 oğlunun neslinden gelenlerin tümüne verilen ortak
addır. Hz. Yakub’un büyük atası Hz. İbrahim, Sümer’deki Ur şehrinden
gelmiş ve milattan yaklaşık 2200, Hz. Mûsâ’dan da 1000
yıl önce Filistin’e yerleşmiştir. İsrâiloğullarından Mısır’a ilk yerleşen
Hz. Yusuf’tur. Kardeşlerinin kıskançlık ve ihaneti sebebiyle Hz.
Yusuf’un esaretle başlayıp Mısır hükümetinde yetkili olana kadar
varan serüveni sonucunda, Filistin’de çıkan bir kıtlık nedeniyle 70
kişilik bir kafileyle Mısır’a gelip yerleştiler.
İsrâiloğulları, ataları Hz. İbrahim’den beri tevhid akidesine
inanan müslüman bir neslin torunuydular. Tümü de peygamber
çocuğu olan 12 kardeşten üreyen bu topluluğu Hz. Yusuf Mısır’a
yerleştirdiğinde tek Allah’a iman ediyorlar, ataları Hz. İbrahim,
İshak ve Yakub’un inancını sürdürüyorlardı. Kur’an’a göre, ölüm
132 Tirmizî, İman 18
133 5/Mâide, 77
134 Ebû Dâvud, Melâhim 17 (4336); Tirmizî, Tefsir 5/6 (3047
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
döşeğindeki babalarına, tevhidden ayrılmayacaklarına dair söz
vermişlerdi.
Yakup (İsrâil) peygamberin oğullarından Hz. Yusuf’un Mısır’da
söz sahibi olup, babası ve kardeşlerini Mısır’a yerleştirmesinden
sonra İsrailoğulları Mısır’da hâkim duruma gelmişlerdi. Ancak zamanla
adaleti ihlâl etmeleri, Firavunların yeniden işbaşına geçmeleriyle
sonuçlanmış ve İsrailoğulları Mısır’da efendi durumundan
köle durumuna düşmüşlerdi.
Allah, İsrailoğullarına tarih boyunca birçok peygamber göndererek
onları yalnız Allah’a kulluk etmeye, ataları İbrahim’in
“Hanif” yoluna döndürmeye çalışmıştır. Fakat İsrailoğullarının,
peygamberleriyle araları genellikle kötü gitmiş, peygamberlerini
yalanlamaktan, yalnız bırakmaktan ve hatta öldürmekten geri
durmamışlardır. Kur’an’ın anlatımıyla “onlara ne zaman bir peygamber,
hoşlarına gitmeyen bir şey getirse büyüklük taslamışlar, kimini yalanlamışlar,
kimini de öldürmüşlerdir.” 135
İsrâiloğulları, son peygamber Hz. Muhammed’in Rasûl olarak
gönderildiği günlerde de aynı minval üzere yaşamaya devam ediyorlardı.
Onlardan pek azı hariç adları devamlı fesad, isyan ve azgınlıkla
beraber anılmıştır.
Firavun ve İsrâiloğulları
Mısır’da hâkim sınıf kıptîler olmasına rağmen, İsrâiloğulları
ülkenin ticaret ve zenaatinde önemli rol oynuyorlardı. Bu durum,
Firavun’u etnik temizlik yapmaya itti. O kadar ki, kabilenin tüm
erkek çocuklarını daha doğar doğmaz boğazlayarak, bilinçli bir
etnik temizlik politikası uyguladı. Ağır işlere koşulmaları sebebiyle
ihtiyarlar arasında ölüm çoğaldı. Kıpti reisleri Firavun’a çıktılar
ve şöyle dediler: İsrailoğullarının yaşlıları arasında ölüm arttı. Sen
ise küçüklerini öldürüyorsun; sonra işler başımıza kalacak, hizmet
için bizden başkası kalmayacak. Bunun üzerine Firavun bütün
İsrailoğulları yok olmasın diye çocukların bir sene öldürülüp, bir
sene bırakılmasını emretti.
Allah Teâlâ, Firavun’un İsrâiloğullarına karşı zulmü ve çocuklarını
öldürüşüne şöyle işâret etmektedir: “Sana Mûsâ ile Firavun’un
haberlerinden bir kısmını, iman edecek bir zümrenin faydalanması için
gerçek olarak okuyacağız. Firavun Mısır’da baş kaldırmış, halkını fırkalara
bölüp kendisine bağlamıştı. Onlardan bir zümreyi ezmek istiyor,
bunların oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o,
135 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
YAHÛDİLİK
- 69 -
fesatçılardandı. Biz ise istiyorduk ki; yeryüzünde o ezilmekte olan mustaz’aflara
lutfedelim, onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini Firavun
mülkünün mirasçıları yapalım.” 136
Bu ortamda Allah bir çocuğu bu soykırımdan kurtardı137 ve
Firavun’un eliyle onu büyüterek kendisine peygamberlik verdi.
Allah, mustaz’af durumda olan bu kavme luftetmek, onları önderler
yapmak, Firavun mülküne mirasçı kılmak üzere içlerinden
biri olan Hz. Mûsâ’yı, yoldan çıkmış, azgın, zâlim Firavun ve adamlarına
elçi olarak gönderdi.138 Allah, Hz. Mûsâ’ya kardeşi Harun’u
da yardımcı olarak verdi ve Mısır’a, Firavun’a ve köleleştirilmiş
halkına tebliğini sunmak üzere gönderdi.139 Firavun’un bütün azgınlığına
rağmen yumuşak sözlerle hitabına başlayan Hz. Mûsâ,
Firavun’dan İsrâiloğullarını serbest bırakmasını istedi.140 Hz. Mûsâ
onlara apaçık âyetlerle geldiği halde Firavun yalanladı ve ilk atalarından
böyle bir şey işitmediğini, Mûsâ’nın kendilerinin örnek
dinlerini değiştirmek için gelmiş bir sihirbaz olduğunu ve yeryüzünde
fesad çıkarmaya çalıştığını söyledi.141 Yine Hz. Mûsâ ve Hz.
Hârun’un davetine karşılık Firavun, onları nankörlükle suçladı,
tehdit ve alaylarından sonra onları ülkesinin en iyi sihirbazlarıyla
yarıştırdı. 142
Hz. Mûsâ, bir taraftan Firavun ve ileri gelen adamlarıyla mücadele
ederken, diğer taraftan da İsrâiloğullarını eğitmeye, onları
Firavun ile olan mücadeleleri için hazırlamaya çalışıyor, yalnız
Allah’a dayanmalarını istiyordu.143 Hz. Mûsâ’nın sabır tavsiyelerine
karşı İsrâiloğulları yeterli mücadeleyi vermeden hemen kurtarılmaları
gerektiğini düşünüyorlar, “inandık” diyerek Mûsâ
peygamberin yanında olduklarını söylemelerinin kurtuluşları için
yeterli olduğunu sanıyorlardı. “Sen bize gelmeden önce de işkence
ediliyordu, sen geldikten sonra da.” diyorlardı. 144
Firavun’un zulmünden korkan İsrâiloğullarından ancak küçük
bir grup Hz. Mûsâ’ya inandı.145 Zaten Firavun da onları pek adam
yerine koymuyordu.146 Ama yine de onlar kendilerini doğru yola
136 28/Kasas, 3-5
137 28/Kasas, 3-13
138 28/Kasas, 5-32; 20/Tâhâ, 24-43
139 20/Tâhâ, 29-36, 47, 48
140 20/Tâhâ, 44, 47; 26/Şuarâ, 17
141 20/Tâhâ, 63; 28/Kasas, 36; 40/Mü’min, 26
142 26/Şuarâ, 19; 20/Tâhâ, 44-76; 28/Kasas, 36, 39
143 10/Yûnus, 84-87
144 7/A’râf, 128-129
145 10/Yûnus, 83
146 26/Şuarâ, 54-55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
iletmeyen, kendilerini küçümseyen Firavun’un emrine uymuşlardı.
Firavun’un gözünde onlar bir hiçti, kendisi Mısır’ın tek hâkimi,147
yeryüzünde büyük bir yere sahip,148 insanları korkutacak, sindirecek
gücü olan,149 bundan dolayı da tuğyan etmekten geri durmayan
biriydi.150 Tüm bu özellikleriyle Firavun, onları doğru yola
götüremezdi ve de götürmedi, sapıklığa itti.151 Fakat Firavun
bunu yaparken, dünyadaki tüm sapık azgınların yaptığı gibi doğruluk(!)
adına yapıyordu. Bir konuşmasında şöyle diyordu: “Ben
size ancak doğru gördüğüm yolu gösteriyorum ve sizi ancak doğru yola
götürüyorum.” 152
Onun yaptığı zorbalık, zulüm, azgınlık ve tuğyan, halkının
yüce menfaatleri için gerekliydi, kendisi son derece iyi niyetli(!)
olduğu halde, Hz. Mûsâ ve yanındakiler bunu anlamıyordu. O, Hz.
Mûsâ’nın dâvetine anlam veremiyor ve “Ey Mûsâ, sanıyorum ki sen
büyülenmişsin” diyordu. Firavun’un bu sözüne Hz. Mûsâ’nın karşılığı
gayet açık ve çıldırtıcıydı: “Ey Firavun, ben de seni mahvolmuş
olarak görüyorum.”153 Firavun, Hz. Mûsâ’nın kendisine karşı bu rahat
konuşması karşısında bir gün sinir krizi içinde “bırakın beni, şu
Mûsâ’yı öldüreyim de o gitsin Rabbini çağırsın da kurtulsun”154 diye bağırmıştı.
Ama onu öldürmek hesaplarına gelmediği için öldürmediler.
Allah’ın hesabı ise herkesin hesabını kuşatacak kadar güçlü
ve kapsamlıydı. Onların hesapları ise çok zayıf ve basitti. 155
Hz. Mûsâ, yıllarca süren çalışmalarıyla İsrâiloğulları içinde
sabreden (direnen) bir topluluk oluşturmaya muvaffak oldu.156
Ve beklenen an geldi. Allah’ın “kullarımı geceleyin yürüt, Firavun’un
yetişmesinden korkma!”157 emriyle Hz. Mûsâ kavmini Mısır’dan çıkarttı.
İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ ile çıkışlarını ve Kızıldeniz’i geçişlerini
Kur’an şöyle anlatıyor: “Mûsâ’ya: ‘Kullarımı yola çıkar, çünkü
takip edileceksiniz, diye vahyettik. Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi.
Onlara şöyle dedi: ‘Şüphesiz ki, bunlar (İsrâiloğulları) önemsiz bir
topluluktur. Böyle iken onlar bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise uyanık bir toplumuz.’
Bu suretle Firavun ve kavmini bostanlardan, akarsulardan, hazinelerden
ve şerefli makamlardan çıkardık. İşte çıkarışımız böyle oldu. Ve
147 43/Zuhruf, 51
148 28/Kasas, 4; 29/Ankebut, 39
149 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 54-56
150 20/Tâhâ, 24-43
151 20/Tâhâ, 79
152 40/Mü’min, 29
153 17/İsrâ, 101, 102
154 40/Mü’min, 26
155 7/A’râf, 183; 40/Mü’min, 25; 4/Nisâ, 76
156 10/Yûnus, 85-86
157 20/Tâhâ, 77
YAHÛDİLİK
- 71 -
İsrâiloğullarını onlara mirasçı kıldık. Derken Firavun ve taraftarları güneş
doğarken onların arkalarına düştüler. Ne zaman ki iki ordu birbirine girdi,
Mûsâ’nın ashâbı dedi ki; ‘muhakkak erişilip yakalandık.’ Mûsâ ‘hayır’ dedi.
‘Şüphesiz ki Rabbim benimle beraberdir. O, beni selâmet yoluna iletecektir.’
Bunun üzerine Mûsâ’ya; ‘Asanı denize vur’ diye vahyettik. Vurunca
derhal deniz yarıldı. Her parçası kocaman dağ gibi oldu. Ötekileri de (Firavun
ve ordusunu) buraya yanaştırdık. Mûsâ ile beraberinde olan kimseleri
toptan kurtardık. Sonra diğerlerini suda boğduk. Bunda elbette bir ibret
vardır. Fakat onların çoğu iman etmiş değildi.” 158
Daha dün havasından yanına varılamayan, yeryüzünün büyük
tâğutu, kendisini halkının tek ilâhı gören, yeryüzünde büyüklük
taslayan, hiç ölmeyeceğini sanan Firavun, şimdi boğuluyor ve
daha önce hiç değer vermediği Mûsâ ve Harun’un Rabbine iman
ettiğini, O’ndan başka ilâh olmadığını ve artık O’na teslim olduğunu
söylüyordu. 159
Allah onu ve askerlerini ateşe çağıran önderler olarak yakaladı,
denizde boğdu ve kıyamete kadar da adlarının lânetle anılmasını
sağladı. Kıyamet günüyse onlar çirkinleştirilmiş ve kovulmuş
kimselerden olacaklardır. 160
Firavun’dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
Allah, İsrâiloğullarını ihsânına mazhar ettiği, diğer toplumlara
karşı üstün kıldığı halde onlar, Allah’ı bırakıp, başka putlar istiyorlardı.
“İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Denizi geçince, orada
kendilerine ait birtakım putlara tapan bir kavme (buzağıya tapan
Amalika kavmine) rastladılar. Bunun üzerine: ‹Ey Mûsâ, onların nasıl tanrıları
(putları) varsa, sen de bizim için öyle bir tanrı yap!’ dediler. Mûsâ:
‹Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi. Şüphe yok ki, bunların içinde
bulundukları (din) helâke mahkûmdur, yıkılmıştır. İbadet diye yapmakta
oldukları da bâtıldır, boş şeydir. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben
size ilâh olarak, Allah’tan başka bir tanrı mı arayacakmışım?” 161
İsrâiloğulları Kızıl Deniz’i geçtikten sonra susadılar, kavurucu
sıcaktan rahatsız oldular. Bu durumlarını Hz. Mûsâ’ya arzettiler.
“Biz İsrâiloğullarını oymaklar halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden
su isteyince, Mûsâ’ya ‘asanı taşa vur!’ diye vahyetti. Derhal ondan
on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla
gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara
158 26/Şuarâ, 52-67
159 10/Yûnus, 90; 26/Şuarâ, 53-66; 7/A’râf, 134, 137
160 28/Kasas, 39-42
161 7/A’râf, 138-140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
dedik ki) ‘Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin.’ Ama onlar (emirlerimizi
dinlememekle) bize değil; kendilerine zulmediyorlardı.” 162
Mısırlılarla beraber yaşamaları sebebiyle İsrâiloğullarının
kalplerinde putperestlik iyice kök salmıştı. Bunun en belirgin
görüntülerinden biri, altın buzağıya tapmalarıdır. İsrâiloğulları
Firavun’dan kurtulup Sina’ya geçtikten sonra Hz. Mûsâ, kavmini
Hz. Hârun’a bırakarak Tur dağına gitti. Çünkü daha önce Allah
Teâlâ ile kırk gece için sözleşmişti.163 Bu buluşmada Allah ona
Kitab’ı ve Furkan’ı verdi.164 Ancak İsrâiloğulları onun gelmesine
kadar sabredemediler ve Hz. Harun’un tüm uyarılarına rağmen
Sâmirî’nin önderliğinde bir buzağı heykeli yaparak ona tapmaya
başladılar. “Allah, Mûsâ’ya; ‘Biz senden sonra kavmini imtihan ettik ve
Sâmirî onları yoldan çıkardı.’ buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve
üzüntülü olarak kavmine döndü. Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel
bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi,
yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana
olan vâdinizden döndünüz? Dediler ki: ‘Biz sana olan vâdimizden, kendi
kudret ve irâdemizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet
eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı
şekilde Sâmirî de atmıştı. (Sâmirî’nin telkini ile zînetleri eritmek ve buzağı
yapmak için ateşe attılar.)
Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun
üzerine: ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu.
O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine
ne bir zarar ve ne de bir fayda vermek gücünde olmadığını görmezler
mi? Hakikaten Harun, onlara daha önce: ‘Ey kavmim! demişti, siz bunun
yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli
olan Allah’tır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin.’ Onlar: ‘Biz
dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’
(Mûsâ, döndüğünde:) ‘Ey Harun! dedi, sana ne engel oldu da,
bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime
âsi mi oldun?’ Harun: ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı yolma!
Ben, senin; ‘İsrâiloğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’
demenden korktum.’ Mûsâ: Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî? dedi. O
da: ‘Ben onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç
(toprak) alıp onu (erimiş mücevherlerin içine) attım. Bunu böyle nefsim
bana hoş gösterdi’ dedi. Mûsâ: ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen;
‘bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir
ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz
162 7/A’râf, 160
163 2/Bakara, 51
164 2/Bakara, 53
YAHÛDİLİK
- 73 -
onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız! Sizin
ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her
şeyi kuşatmıştır.” 165
Hz. Mûsâ, içinde Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve
rahmet olan levhaları aldı ve kavmine tebliğ etti. Onları temizlemeye,
Allah’a sâlih kullar olarak her türlü geçici, gerçek gücü olmayan,
Allah tarafından yaratılmış şeylere kulluktan kurtarmaya
çalıştı. Allah onları çeşitli rızıklarla besledi ve onlara tertemiz sular
vererek ikramda bulundu. Onları buluttan gölgelerle gölgelendirdi.
166 Fakat onlar bunu az bularak Hz. Mûsâ’dan kendilerine daha
başka sebze ve meyvelerden vermesi için Allah’a dua etmesini istediler.
Allah da onlara istediklerinin yerine gelmesi için yakınlarındaki
bir şehre karşı hareket etmeye çağırınca onlar hemen yan
çizdiler. Ve sonuçta zillet ve meskenet (yoksulluk) damgasını hak
ettiler, Allah’ın gazabına uğradılar.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarını Firavun’dan kurtarmıştı, ama onları
başıboşluklarından, vurdumduymazlıklarından ve Allah’ın emirlerine
karşı hareketsizliklerinden kurtaramıyordu. Hz. Mûsâ onları
ne zaman bir emrin yerine getirilmesi için çağırsa yüz çeviriyorlar,
o işi yerine getirmemek için ellerinden gelen her çareye başvuruyorlardı.
Hz. Mûsâ bir keresinde bir buzağı kesmeleri konusundaki
Allah’ın emrini onlara bildirmişti. Onlar, hemen kesmemek
için onun nasıl bir buzağı olduğunu, rengini, yaşını vb. sormaya
başlamışlar, en sonunda soracak bir şey bulamayınca kesmişlerdi,
ama az kalsın kesmeyeceklerdi.167 Onlar peygamberlerinin kendilerine
olan emirlerine karşı küstahça “işittik/anladık, isyan ediyoruz”
diyerek meydan okuyorlardı.168 Bir defasında da Hz. Mûsâ onlara
Allah’ın kendilerine olan nimetlerini hatırlatıp Allah için kendilerine
va’d edilen toprakları ele geçirmeğe davet edince onlar her
zaman olduğu gibi yine yan çizmişler ve “sen ve Rabbin gidin, savaşın;
biz burada oturuyoruz” demişlerdi. 169
İşte İsrâiloğulları kendilerine her türlü zulmü yapan, onları
köleleştiren Firavun’dan kurtaran Hz. Mûsâ’ya karşı istikrarlı bir
şekilde lâkayt ve küstahça davranışlarını sürdürüyorlar, pek azı
hariç itaate yaklaşmıyorlardı. Hz. Mûsâ’nın sağlığında böyle olan
bu kavim, ondan sonra da aynı huylarını sürdürmüştür. Onların bu
165 20/Tâhâ, 85-98
166 7/A’râf, 160
167 2/Bakara, 67-71
168 2/Bakara, 93; 4/Nisâ, 46
169 5/Mâide, 20-26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
halini Kur’an-ı Kerim, çeşitli ifadelerle anlatmaktadır. Meselâ şu
âyetler, onların genel karakterinin anlaşılması için yeterli bilgiyi
verir:
“İçlerinden pek azı hariç, onlar hâindir.” 170
“Onlar, sözlerinden dönerler, kelimeleri tahrif ederler/yerlerinden değiştirirler
ve uyarıldıkları şeyden pay (öğüt) almayı unuturlar.” 171
“Onlar fâsık bir topluluktur.” 172
“Onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasaklanan şeylerden vazgeçmezler.”
173
“Onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ederler, peygamberleri kendilerine
hoşlanmadıkları bir şey getirince büyüklük taslayarak reddederler, peygamberlerini
yalanlar veya öldürürler.” 174
“Yaptıkları kötülüklerden dönmezler, ısrarla devam ederler.” 175
İsrâiloğulları genel olarak bu olumsuz özelliklerine rağmen
içlerinden sabredip takvaya sarılanlar çıkabiliyor ve Allah da onlardan
yol gösterici imamlar/önderler çıkararak onları kurtarıyordu.
176 Yine Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğullarına lider olarak seçilen
Tâlût’a takva ile sabrederek uyanlar çıkmış ve Allah o çok küçük
topluluğu düşmanlarına karşı galip getirmişti.177 Çünkü Allah sabredenlerle/
direnenlerle beraberdir. Sabreden topluluk az da olsa,
Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelecektir. 178
Hz. İsa ve Benî İsrâil
Hz. İsa, tüm kötü vasıfları içine iyice sindirmiş, İncil’in tâbiriyle
“İsrâil evinin kaybolmuş koyunları”na179 tebliğe başlayınca onlar
ona karşı tuzaklar kurmaya, iftira ve yalanlama kampanyasına
başlamışlardı. Onun sihirbaz olduğunu iddia ediyorlardı.180 Oysa
Hz. İsa onlara örnek alacakları bir lider olarak gönderilmiş, çeşitli
mucizelerle desteklenmiş, kendilerine daha önce haram kılınan
bazı şeyleri Allah’ın izniyle helâl kılarak onların yükünü
170 5/Mâide, 13
171 5/Mâide, 13
172 5/Mâide, 26
173 7/A’râf, 166
174 2/Bakara, 61, 87; 5/Mâide, 70
175 5/Mâide, 79
176 32/Secde, 24
177 2/Bakara, 246-251
178 2/Bakara, 249
179 Matta, 10/6
180 5/Mâide, 110
YAHÛDİLİK
- 75 -
hafifletmek için gelmiş olmasına rağmen İsrâiloğulları ona tuzak
kurmaktan geri durmamışlardı.181 Çünkü onların örneğe, lidere
ihtiyaçları yoktu ve kendi kendilerine yeteceklerine inanmaktaydılar
ve diledikleri gibi yaşayacaklardı. Sonuçta bu çabalarıyla Hz.
İsa’yı öldürdüklerine inanarak ondan kurtulmuş olmanın övüncüyle
yollarına devam etmişlerdi.182 Ve onların bu konudaki tavırları
Kur’an’da şöyle anlatılır:
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle
lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi/sınırı
aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye
çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun,
kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için
(âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah
onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 183
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
Hicretten önce Hz. Muhammed (s.a.s.), İsrâiloğullarıyla çok
fazla bir ilişkiye girmemiştir. Mekke’de daha çok yabancı unsur
olarak hıristiyanlar bulunmakta iken, yahudilerin asıl yoğun olarak
bulundukları yerler, Medine ve Hayber’di. Kur’an-ı Kerim’deki
bazı ifadelerden Mekke’lilerin İsrâiloğullarıyla ilişkileri olduğunu
anlamaktayız. Meselâ, Mekke’li müşriklerin inkârına karşılık Şuarâ
suresindeki bir âyet, İsrâiloğulları âlimlerinin Kur’an’ın doğruluğuna
şahitliklerini delil olarak gösterir.184 Yine benzer bir ifade de
Ahkaf suresinde yer alır. 185
Bu âyetlerin dışında genel olarak “ehli kitap” ifadesiyle yahudi
ve hıristiyanları birlikte ifade eden birçok Mekkî âyet vardır.
Bu âyetleri incelediğimizde Mekke’deki ehl-i kitab’ın Kur’an’a ve
Hz. Peygamber’e karşı olumlu bir tavır içinde olduklarını söyleyebiliriz.
186
Hicretten itibaren İsrâiloğullarının bu olumlu tavrı, yerini yavaş
yavaş yalanlamaya, ilgisizliğe, bazen de asılsız iddialarla iftiralara
varan bir seyir takip etmiştir. Hatta onlarla mücadelenin,
Hicret’ten önce Medine’de müslümanlar belli bir taban oluşturmaya
başladığı günlerde başladığını söyleyebiliriz. Mekkî dönemin
son suresi sayılabilecek Ankebut suresindeki şu âyet, bunu
181 3/Âl-i İmran, 49-54
182 4/Nisâ, 157
183 5/Mâide, 78-80
184 26/Şuarâ, 197
185 Bk. 46/Ahkaf, 10
186 Bk. 28/Kasas, 52-53; 13/Ra’d, 36; 17/İsrâ, 107; 7/A’râf, 157
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
çağrıştırmaktadır: “İçlerinden zulmedenler hariç Kitap ehliyle en
güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size
indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir ve biz O’na teslim
olanlardanız.” 187
Bu mücadele, özellikle Hicretin ilk yılında sıcak bir çatışmaya
dönüşmedi. Ancak müslümanların gittikçe güçlenmesi Medine’de
İslâm’dan önce önemli bir güç olan yahudileri rahatsız etmeye
başladı ve onlar da bu rahatsızlıklarını çeşitli şekillerde ifadeye
başladılar. İlk sıcak çatışma Medine’deki üç yahudi kabilesinden
biri olan Benî Kaynuka ile yaşandı. Hicrî birinci yılın sonlarına
doğru önce kendilerini İslâm’a davet eden Hz. Peygamber’i tehdit
eden Benî Kaynuka yahudileri, arkasından da kendilerine ait bir
kuyumcu dükkânında bir müslüman kadına saldırıda bulundular
ve kadına yardım etmeye gelen bir müslümanı da şehid ettiler.
Ve bu olaylardan sonra müslümanlar, Benî Kaynuka yahudileri ile
savaştılar ve sonuçta Medine’den topluca sürüldüler. Diğer bir yahudi
kabilesi olan Benî Nâdir ise Bedir savaşında müslümanların
galibiyetinden son derece rahatsız oldular. Onlardan biri olan şair
Kâ’b bin Eşref’in Mekke’li müşrikleri müslümanlar aleyhine kışkırttı
ve müslümanlar tarafından cezalandırıldı. Medine sözleşmesindeki
yükümlülüklerini yerine getirmeye yanaşmamaları ve kendileriyle
görüşmek üzere mahallelerine gelen Peygamberimiz’e
suikast girişimleri müslümanlarla Benî Nâdir yahudilerini savaş
noktasına getirdi. Sonuçta müslüman olanlar Medine’de kaldı, diğerleri
sürüldü.
Üçüncü yahudi kabilesi Benî Kureyza ise müslümanların en
hassas günlerini yaşadıkları Hendek savaşında sözleşmelerini
bozarak Mekke’li müşriklerle işbirliğine girdiler. Ve Hendek savaşından
hemen sonra da kuşatılarak teslim olmaya zorlandılar.
Ve Tevrat’ın hükümlerine göre yargılanarak öldürüldüler. Böylece
Hicret’in beşinci yılından itibaren Medine, yahudilerden tamamen
temizlenmiş oldu. Hicrî 7. yılda Hayber’in fethiyle Arabistan
yarımadası yahudilerden tümüyle temizlendi.
Müslümanların Medine’ye hicreti ve orayı merkez edinmelerinden
sonra müslümanlar ile İsrâiloğulları, aynı bölgede yaşamaya
başladılar. Yahudilerin İslâm’a karşı tavırlarına paralel olarak
Kur’an’ın onlar hakkındaki anlatımları da sertleşmiştir. Mekkî surelerde
daha çok onların Firavun ile olan ilişkileri ve ondan kurtulduktan
sonra Hz. Mûsâ ile birlikte geçirdikleri günler anlatılır. Bu
anlatımlar içinde de onların acelecilikleri, Hz. Mûsâ’ya karşı olan
187 29/Ankebut, 46
YAHÛDİLİK
- 77 -
olumsuz tavırları ve buzağıya tapmaları gibi olumsuzlukları A’râf,
Tâhâ, Şuarâ ve Kasas gibi Mekkî surelerde dile getirilmekle birlikte
o gün yaşamakta olan İsrâiloğullarıyla bağlantılar kurularak
yapılan anlatımlar, Medine’de inzal olan Bakara, Âl-i İmran, Nisâ
ve Mâide gibi surelerde de yer almıştır.
Peygamberimiz, Hicretten sonra onların müslüman olmaları
için sürekli çalışmış, mahallelerine giderek onlara tebliğde bulunmuştur.
İçlerinden bir kısmı müslüman olmakla birlikte, çoğu
İslâm’a girmeye yanaşmamıştır. Özellikle Medine döneminin ilk
suresi kabul edilen Bakara suresinde İsrâiloğullarının geçmişteki
olumsuz tavırlarına devam ettikleri vurgulanmıştır. Bu anlatımlarda
onlar, atalarının karakterinden ayrılarak İslâm’a samimiyetle
bağlanmaya çağrılmışlardır. Daha önceden bir peygamberin gelmesini
bekleyip durdukları hatırlatılarak, gönderilen peygambere
uymaları istenmiştir.188 Ancak onlardan çoğu “atalarının yolu”na
uymakta ısrar etmişlerdir. 189
İsrâiloğullarının Karakteri /
Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
1. Allah’a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, 190
2. Maymunlaşmak, 191
3. Kör ve sağır kesilmek, 192
4. Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, 193
5. Yalnız Allah’a güvenip sadece O’ndan korkmamak, 194
6. Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya)
tapmak, 195
7. Güzel nimetlere nankörlük, 196
8. Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, 197
188 2/Bakara, 89
189 2/Bakara, 170; Adnan Adıgüzel, İsrailoğulları, Haksöz Dergisi, sayı 33,
Aralık 93, s. 32-35
190 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155;
5/Mâide, 3, 60
191 2/Bakara, 65; 7/A’râf, 166
192 5/Mâide, 70-71
193 2/Bakara, 93
194 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
195 2/Bakara, 51-54; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
196 2/Bakara, 61
197 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
9. Fesat/bozgunculuk, 198
10. Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek, 199
11. Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, 200
12. “Gözümüzle görmeden inanmayız” demek, 201
13. İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, 202
14. Kitab’ı değiştirmek, 203
15. Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip
anlamlarını çarpıtmak, 204
16. Hakka bâtılı karıştırmak, 205
17. Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, 206
18. Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, 207
19. Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, 208
20. Ahireti dünyayla değiştirmek, 209
21. İsyankârlık ve aşırı gitmek, 210
22. “İşitittik ve isyan ettik” diyecek kadar küstahlaşmak, 211
23. Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, 212
24. Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, 213
25. Firavun’un işbirlikçisi kapitalist Karun’a özenmek, 214
26. Rüşvet alıp vermek, 215
198 5/Mâide, 64, 81; 7/A’râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
199 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum’a, 5
200 2/Bakara, 87
201 2/Bakara, 55
202 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
203 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
204 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
205 2/Bakara, 42
206 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En’am, 91
207 7/A’râf, 169
208 2/Bakara, 61
209 2/Bakara, 86
210 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En’am, 146
211 4/Nisâ, 46
212 5/Mâide, 40-42
213 5/Mâide, 64
214 28/Kasas, 79
215 5/Mâide, 42, 62
YAHÛDİLİK
- 79 -
27. Fâiz yemek, 216
28. Başkalarının malını haksız yere yemek, 217
29. Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, 218
30. Cimrilik (Kendi malında), 219
31. Müsrif olmak/savurganlık, 220
32. Nankörlük, 221
33. Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, 222
34. Zâlimlik, 223
35. Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, 224
36. Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, 225
37. Kalbin mühürlenmesi, 226
38. Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, 227
39. Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi
nefsini dışta bırakmak, 228
40. İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak,
229
41. Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, 230
42. Şeytana tâbi olmak, 231
43. Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, 232
216 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
217 3/Âl-i İmran, 161
218 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
219 4/Nisâ, 53
220 Doğa ve diğer insanlar konusunda: 5/Mâide, 32
221 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
222 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A’râf, 169
223 2/Bakara, 92
224 2/Bakara, 74
225 2/Bakara, 88
226 3/Âl-i İmran, 155
227 5/Mâide, 78
228 2/Bakara, 44
229 5/Mâide, 79
230 5/Mâide, 41
231 2/Bakara, 102
232 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
44. Mü’minleri de saptırmaya çalışmak, 233
45. Mü’minlere inanmamak, 234
46. Kendi yanlış dinlerine davet etmek, 235
47. Mü’minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek,
236
48. Allah’ın nurunu söndürmek istemek, 237
49. Mü’minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak, 238
50. Hâinlik yapmak, 239
51. Antlaşmalara uymamak, 240
52. Bir insanın (Hz. İsa’nın) tanrılığını iddia etmek, 241
53. Kur’an’ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek,
242
54. Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık” demek, 243
55. Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah’tan gelen
vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, 244
56. Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı
iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak, 245
57. Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/
cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine
inanmak, 246
58. Rasûl’e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek.
“Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa
reddedin” demek, 247
233 4/Nisâ, 44
234 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
235 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
236 2/Bakara, 109
237 9/Tevbe, 32-33
238 5/Mâide, 80-81
239 5/Mâide, 13, 32
240 8/Enfâl, 56, 57
241 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
242 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En’am, 91
243 2/Bakara, 76
244 2/Bakara, 79
245 3/Âl-i İmran, 75
246 2/Bakara, 80
247 5/Mâide, 41
YAHÛDİLİK
- 81 -
59. Göre göre, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, 248
60. Bilginlerini tanrı edinmek, 249
61. Tekrar tekrar dinden dönmek, 250
62. Allah’ın rahmetinden kovulmak, 251
63. Lânetlenmek ve Allah’ın gazabına uğramak, 252
64. Dostlukları olmaz. 253
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım” diyenlerce
aynen uygulanan şu yahudi karakterlerine dikkat çekmek
gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, 254
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına
ve heykele tapma, 255
Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza
çevrilmeleri, 256
Maymunca taklitçilik, şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna
çevrilmeleri, 257
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, 258
Sözlerinde durmamaları, 259
Sihirle uğraşma, 260
Ahlâkî dejenerasyon, 261
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma, 262
248 Âl-i İmran, 70
249 9/Tevbe, 31, 34
250 4/Nisâ, 157
251 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
252 5/Mâide, 3, 60
253 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
254 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
255 2/Bakara, 51-54; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
256 5/Mâide, 60
257 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 166
258 5/Mâide, 13, 32, 41
259 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155;
5/Mâide, 3, 60)
260 2/Bakara, 102
261 3/Âl-i İmran, 188
262 5/Mâide, 64
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
Bilginlerini tanrı edinmek, 263
Dini tahrif, 264
İmanda pazarlık, Allah’ı açıkça görmedikçe inanmayacağız”
demek, 265
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, 266
Gerçeği bile bile inat, 267
Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek. 268
Onlar ve Biz
Bugün İslâm toplumu dediğimiz toplum, İsrâiloğullarının
olumsuzluklarla dolu tarihinin ve geleneklerinin mirasçısı görünümünü
arzetmektedir. Meselâ, Kur’an-ı Kerim onlara yönettiği
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”
(2/Bakara, 85) sorusunun muhatabı olan sayılamayacak kadar insanımız
vardır. Yine Tevrat, kendilerine yükletildiği halde onun
emirlerini yerine getirmeyenlerin durumunu kitap yüklü merkeplere
benzeten Kur’an’ı (269) okurken, ister istemez Kur’an’a inandığını
söyleyen ve onu kabul ettiğini, hatta öğrendiğini sandığı
halde ümmîler gibi hareket eden nice insanımızın varlığını görerek
Allah Teâlâ’nın çevremizdeki insanlardan binlercesine Kur’an’ı
yüklenen merkepler olarak baktığını düşünmeden edemiyoruz.
İsrâiloğulları ile bizim aramızdaki en büyük fark, bize vahiy olarak
gelen Allah’ın kitabına olan samimi bağlılığımız ve ona uymamak
için bahaneler aramayışımız olacaktır. Bunu yapmayınca Kur’an’ın
onlar için anlattığı tüm olumsuzlukları kendimiz için düşünmemiz
gerekecektir. Çünkü isrâiloğullarını Kur’an’ın kötülemesinin
sebebi, onların Kitab’a ve Rasûllerine karşı olan lâkayt tavırlarıdır,
keyfî hareketleri ve her şeyi dünyalık ucuz menfaatlerine göre hesaplayan
bir mantığın temsilcisi olmalarıdır. 270
Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
Yahudiler, başlangıçta müslüman idiler. Daha sonra dejenere
olarak yahudileştiler. Yahudileşmek, sadece Benî İsrâil için ve
263 9/Tevbe, 31, 34
264 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
265 2/Bakara, 55
266 6/En’am, 159
267 3/Âl-i İmran, 70
268 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum’a, 5
269 62/Cum’a, 5
270 Adnan Adıgüzel, İsrailoğulları, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 35
YAHÛDİLİK
- 83 -
tarihte kalmış bir problem değil; tüm insanlık için ve bütün zamanlarda
bir büyük problem ve risktir. Yahudileşmek, Hz. Muhammed
ümmetinin kıyametidir.
Yahudilik, etnik ve teolojik yönleri olan çift cinsiyetli bir kavramdır.
Tabiatı icabı, hem “İsrâiloğulları kavmine mensup olma”
anlamına etnik kimliği ifade eder; hem de İsrâiloğullarının dini
olan “Mûseviliğe/yahudiliğe mensup olma” anlamına dinî kimliği
ifade eder.
Yahudileşme ise, etnik ve dinî menşe itibariyle yahudiliğe mensup
olmadığı halde onlar gibi olma, onlara benzeme, onların tavır
ve davranışlarını gösterme mânâsına gelir. Yahudileşme temâyülü
ise, sosyolojik olmaktan daha çok bireysel bir eğilimdir ve tek tek
her insanda örtük bir biçimde bulunabilir. Bu temâyül, her bünyede
bulunup da, vücut, direncini kaybedince ortaya çıkan bulaşıcı
bir virüs gibi, ortamını bulduğunda bir tavır ve davranış biçimine
dönüşür ve bulaşıcılığı sayesinde toplumsal bir felâket halini alır.
Yahudileşmiş bir toplumu ya da sistemi ortaya çıkaran, tek tek
fertlerdeki yahudileşme temayülü olsa gerektir.
İsrâiloğulları konusu, eğer bu ümmeti doğrudan ilgilendirmiyorsa,
Kur’an’ın bu konuya yüzlerce âyet ayırmasının anlamı
ne olabilirdi? Kur’an’da hiçbir kavim ve din mensubundan
İsrâiloğullarından söz edildiği kadar geniş söz edilmez. Kısaca
Kur’an’da İsrâiloğullarının yahudileşme sürecini anlatan âyetlerin
bir sayım-dökümünü yaptığımızda, bu konu ile doğrudan ilgili
olan âyetlerin sayısının 712 adet olduğunu görürüz. Yahudileşme
süreciyle dolaylı ilişkisi olan diğer âyetleri de sayacak olursak, bu
rakam en az ikiye katlanacaktır. Kaldı ki, olayla doğrudan ilgili
âyetlerin toplamı olan 712 rakamı bile Kur’an’ın tamamı göz önüne
alındığında 10’da biri aşan bir oran tutmaktadır. Bunca âyeti,
sadece tarihte yaşamış bir kavmin hikâyesi olarak görmek, Mekke
müşriklerinin Kur’an’a yaklaşımı olan “eskilerin masalları” mantığını
benimsemekten başka bir manaya gelmez. İsrâiloğullarına
Kur’an’da bu kadar fazla yer verilmesinin sebebi, bu ümmeti gelecekte
bekleyen “yahudileşme tehlikesi”ne dikkat çekmek, Muhammed
ümmetini yahudileşme tehlikesinden korumaktır.
Her mü’minin her gün onlarca kez “gazaba uğrayanların ve sapıtanların
yoluna iletme!”271 duâsını tekrarlamak zorunda olması,
Kur’an’ın bunca yer vererek uyardığı tehlikenin büyüklüğünün
başka bir işaretidir. Fâtiha’nın sonundaki bu âyeti her okuyuş,
“Allah’ım, bizi yahudileştirme! Allah’ım, bizi hıristiyanlaştırma!”
271 1/Fâtiha,7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
anlamına gelmektedir. Bu duanın namazın her rek’atında tekrarı,
yahudileşme tehlikesinin büyüklüğüne işarettir. Bunun anlamı, bir
bilincin sürekli diri tutulmasıdır. Yahudileşmeye karşı kendisine
iman edenleri sürekli uyanık halde tutan Kur’an, tarihin tekerrür
etmemesi için İsrâiloğullarının yahudileşme serüvenini bir ibret
vesikası olarak gündemde tutmaktadır.
Kur’an’da bunca yer tutan İsrâiloğullarının yahudileşme sürecinin
müslümanlar tarafından amacına uygun bir biçimde anlaşılıp
ibret alınmasının önündeki en büyük engel “lânetli kavim”
anlayışıdır. Allah’ın, meleklerin ve insanların lânetlediği herhangi
bir kavim, ya da belli bir kavme mensup olan kişiler değil; bir tavır,
eğilim, eylem ve onlara kaynak olan “mantık”tır. İsrâiloğulları,
Allah kendilerini âlemler içerisinden seçip vahyi üstlenme nimetini
verdiği halde bu lânetli tavra/mantığa saplanıp yahudileştiler.
Ümmet, ya da ümmetin içerisinden herhangi bir grup aynı tavıra/
mantığa saplanırsa o zaman o da “lânetli mantığa” yakalanmış,
yahudileşme temâyülüne girmiş demektir. Allah bu sürece
giren toplulukların elinden hilâfet emanetini, aynen yahudileşen
İsrâiloğullarından aldığı gibi alacaktır. “Ey iman edenler, kim Allah’ın
yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları
sever, onlar da O’nu.” 272
İmanda Pazarlık
“Bir zamanlar da şunu söylediniz: ‹Ey Mûsâ, biz Allah’ı açıkça görmedikçe
sana asla inanmayacağız.’ Bunun üzerine, bön bön bakıp dururken
sizi yıldırım çarpmıştı.”273 İmanda pazarlık etmek, bir yahudileşme
alâmetidir. İsrâiloğulları, Allah’ın birçok mucizesini gördüler.
Mısır’a gelen on belâ, sihirbazların sihirlerinin boşa çıkıp onların
iman etmesi, denizin yarılması, kayalık araziden suların fışkırması
ve hepsinden öte Hz. Mûsâ’nın Mısır kralının soykırımından kurtularak
onun kucağında yetişmesi bunlardan bazıları. Allah’ın varlığına
bunlardan büyük delil mi olurdu? Fakat onlar, “Allah’ı hakkıyla
takdir edememişlerdi.” İsrâiloğulları, Allah’a itimatsızlıkları
yüzünden peygamberleri ile imanda pazarlık yapıyorlardı: “Sen
Allah’ı bize göster, biz de inanalım.”
Allah, bu ümmetin de İsrâiloğullarının peygamberleriyle pazarlık
yapmak için onlardan kimi taleplerde bulunmasına benzer
isteklerine set çekiyordu: “Yoksa siz de daha önce Mûsâ’ya sorulup/
istekte bulunulduğu gibi, peygamberinize sormak/istekte bulunmak
272 5/Mâide, 54; M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s. 24-47
273 2/Bakara, 55
YAHÛDİLİK
- 85 -
mı istiyorsunuz?”274 Pazarlıklı iman “yahudi imanı”dır. Pazarlıksız
iman İbrahim’in imanı, yani “İbrahimî iman”dır. İbrahimî imanda
Allah’a itimat, güven, emniyet ve teslimiyet vardır. İbrahimî imanda
şike, danışıklı dövüş, tereddüt, bahane, mazeret, taviz yoktur.
İbrahimî iman sahibi bilir ki, imanda taviz, yahudileşme alâmetidir.
İmanından taviz veren felâh bulmaz. İbrahimî imanda, ateşe atlanması
gerekiyorsa göz kırpmadan atlanır. Putları kırmak, bunu
göze almayı gerektirir. Tarih boyunca put kırıcı tüm İbrahimî iman
sahipleri, putçular nezdinde put kırmanın bedelinin çok ağır olduğunu
bilirler.
“Ey iman edenler, iman edin...” 275
Yani, ey pazarlıklı iman edenler, yüzdelikli iman edenler, yarım
yamalak iman edenler! Pazarlıksız, yüzde yüz, adam gibi iman
edin.
Ey, biraz müslüman, biraz lâik olmak için Allah’la pazarlık
edenler!
Ey, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini
tâğutlara verenler!
Ey, Allah’ıma da inanırım, falcıma ve burcuma da diyenler!
Ey, Allah rızası için yaptığını söyleyip, karşılığının tümünü kullardan
bekleyenler!
Ey, Allah yolunda çektiği eziyet ve belâların faturasını Allah’a
çıkarıp Rabb’ına şantaj yapanlar!
Ey, ölünceye kadar isyan içinde yaşayıp sonunda vereceği “sus
payı” (iskat) ile kurtulacağını sananlar!
Ey, mücadelesinde başarıya ulaşamayınca işi tam yahudiler
gibi ticarete bozup Allah’a kahredemediği için dâvâsına kahredenler!
Bu tavırlarınız hep birer yahudileşme alâmetidir. Yahudileşmeyin;
imanda pazarlık olmaz. İman etmek, gök oluğunun altına
başı tutmaktır. O oluktan ne akarsa kabul etmektir. İman etmek,
Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır, tıpkı Hz. İbrahim gibi: “Rabbi,
kendisine ‘teslim ol!’ dediğinde, dedi: ‘teslim oldum âlemlerin Rabbine!”
276
274 2/Bakara, 108
275 4/Nisâ, 136
276 2/Bakara, 131; A.g.e. s. 167-175
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen
Tevrat’ı Kur’an tasdik eder. Tevrat’ı bir nur ve öğüt,277 hidâyet
kaynağı,278 bir hidâyet ve rahmet279 olarak vasıflandırır. Buna karşılık
Kur’an, Tevrat’ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı
elleriyle yazıp ‘bu Allah katındandır’ diye yalan söylemektedirler.
280 Allah’ın kelâmını değiştirmektedirler.281 Kelimeleri konuldukları
anlamlardan çıkarmaktadırlar.282 Vahyi gizlemektedirler.283
Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler. 284
İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat’ın kendisi
itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah’ımızın
sözlerini değiştirdiniz.” 285
Tevrat’ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya
ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti,
bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir.
Tevrat’ta Allah’a oğul isnâd edilir.286 Allah’ın, yiyip bitiren bir
ateş olduğu ifade edilir.287 Allah’a yorgunluk isnâd edilir.288 Allah’ın,
Hz. Yakub’la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. 289
İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü
iftiralara uğrar Tevrat’ta: Hz. Âdem, Allah’ın dilinden ilâhlaşmış
biri gibi tanıtılarak hem Allah’a hem Âdem’e iftira edilir: “İşte
Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu.”290 Hz.
Nuh’a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının
bu peygamberden hamile kaldığı söylenir.291 Yine aynı peygambere
yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken’an tarafından
sarhoşken tecavüze uğradığıdır.292 Hz. İbrahim de Tevrat’taki iftiralardan
payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra’yı kendi
elleriyle Firavun’a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. 293
277 21/Enbiyâ, 48
278 17/İsrâ2
279 28/Kasas, 43
280 2/Bakara, 79
281 2/Bakara, 59, 75
282 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
283 2/Bakara, 159, 174; 5/Mâide, 15; 6/En’am, 91
284 5/Mâide, 13-14
285 Yeremya, 23/36
286 Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7
287 Tesniye, 4/24
288 Tekvin, 2/2
289 Tekvin, 32/28
290 Tekvin, 3/22-23
291 Tekvin, 19/30-36
292 Tekvin, 9/20-25
293 Tekvin, 12/14-19
YAHÛDİLİK
- 87 -
Hz. Yakub, Allah’a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak
gösterilir.294 Hz. Harun, Tevrat’a göre altın buzağı putunu yapıp
buna tapılmasını emreden biridir.295 Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının
hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi
olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya’ya komplo kurarak öldürten
bir zorba olarak takdim edilir.296 Hz. Süleyman, hanımlarından
putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak
gösterilir.297 Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen
şiirler verilir. 298
İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu
kutsal kitaplarına geçirmele-rini Kur’an şiddetle yerer. Tevrat’ta
yer alan peygamberlerden birçoğu Kur’an’da da yer alır. Ne ki,
Kur’an, kendisinde adı geçen hiçbir peygamber hakkında onların
peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak hiçbir rivâyete
yer vermez. Üstelik, tevrat’ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de
aklar. Bunlardan biri Tevrat’ta puta tapmakla itham edilen Hz.
Hârun’dur. Kur’an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun’un putçu
yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini
aktarır.299 Tevrat’ta iftira edilip de Kur’an’ın akladığı İsrâiloğulları
peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş
Tevrat’ ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen
ve putperest olan biri olarak lanse edilir.300 Kur’an ise, yahudilerin
bu iftirasını “Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular” diye
reddederek Hz. Süleyman’ı “Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir
eden) şeytanlar kâfir oldu” ifadesiyle aklar. 301
Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût
kavmi ve kıssası, Kur’an’da, Tevrat’ta geçtiği gibi yalan yanlış değil;
doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan
uzak bir biçimde anlatılır. Burada esas olan, asıl Tevrat’ta
doğrusunun anlatıldığından kuşku duymadığımız peygamber kıssalarının
niçin tahrif edildiği ve yahudileşen İsrâiloğullarının hayatlarına
vâkıf oldukları kendi peygamberlerine böylesine iğrenç
isnat ve iftiraları hangi sebeple yaptıklarıdır. Bu sebeplerden biri
siyâsî idi: İsrâiloğulları âlimleri, uzun süren sürgün ve işgal yılları
sırasında her türlü tecavüz ve ahlâksızlığın revaç bulduğu yahudi
294 Sayılar, 11/10-15
295 Çıkış, 32/1-5; 24, 35
296 II. Samuel, 11/2-27
297 Krallar, 11/4
298 Neşideler Neşidesi, 1/1-4
299 7/A’râf, 150; 20/Tâhâ, 90-94
300 I. Krallar, 11/5, 9
301 2/Bakara, 102
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
toplumunu kendilerine bağlayabilmek için böyle yalanlar uyduruyorlardı.
Güya böylelikle zulme ve tecavüze uğramış toplumu
teskin ederek millî bir görev icrâ ediyorlar ve toplumu moralize
ediyorlardı. İkinci sebep ekonomik idi: İsrâiloğulları âlimleri aslî
görevleri olan dini tebliğ etme vazifesini bırakıp işi yatırımcılığa,
hatta halktan topladıkları parayla tefeciliğe dökmüşlerdi. Bu kötü
alışkanlıklarından millî felâketler sırasında dahi vazgeçmiyorlardı.
Bunun için halkın bozulan ahlâkını dine uydurmak yerine; dini
tahrif ederek halka uyduruyorlardı. Sonuçta, ahlâksızlık yapan
insanlara “bakın bunu yapan sadece siz değilsiniz, falan büyük,
filân ulu kişi de böyle yapmış” yollu teselli metotları geliştiriyorlardı.
Bu tür bir tahrif yönteminin farklı bir biçimde günümüz İslâm
toplumları arasında da revaçta olduğunu müşâhede ediyoruz. İlkesizliğin
pençesinde olan kimi sorumsuz âlimler, ucuz bir popülizmi
bayraklaştırıp halka ve yöneticilere şirin görünmek için dinin
değişmez değerlerini zorluyorlar. En azından iyiliği yayma ve
kötülüğe engel olma noktasında görevlerini tavsatıyorlar. Halkı
dine uydurmak yerine; dini halka uyduruyorlar. Câhil yığınların
önünde onlara kılavuzluk edecekleri yerde yığınların ardına takılıp
sürüden biri haline geliyorlar.
Belki peygamberlerine yahudileşen İsrâiloğulları gibi doğrudan
iftira etmiyorlar, lâkin ne hayatlarıyla, ne davranışlarıyla ve ne
de duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek” olabiliyorlar.
Aksine “örneği” unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip
peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini
mânen “öldürmüş” oluyorlar. Tabii bu da peygamberlere yapılabilecek
dolaylı bir hakaret anlamına geliyor. Bir gün birileri çıkıp
peygamberlerine ve onun yakınlarına en olmadık iftiraları yapıştırıp,
ağıza alınmayacak küfür ve ithamlarda bulununca, aynen
İsrâiloğulları toplumu gibi “neme lazımcılıkla” sineye çekiyorlar.
Tevrat’ın tahriften korunamamasının temel sebebi, Allah’ın
onu korumayı Benî İsrâil âlimlerine vermiş olmasıdır: “Rabbânîler
ve ahbâr da Allah’ın kitabını korumakla görevlendirildikleri için, onu
koruyup kolluyorlardı. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun da
âyetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler,
kâfirlerin ta kendileridir.”302 Ne ki, Allah’ın Tevrat’ı koruma
işini kendilerine emanet ettiği İsrâil oğulları âlimleri Allah’tan
korkmayıp emanete ihanet ettiler. Görevlerini yerine getirmediler.
Allah’ın hükmü ile hükmetmediler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri
302 5/Mâide, 44
YAHÛDİLİK
- 89 -
ve o hükümlerin içinde yer aldığı vahiy unutuldu.
Mûsâ ümmetinin Tevrat’a yaptığının benzerini Muhmmed
ümmeti de Kur’an’a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur’an olması
gerekenler Allah’tan değil de, yöneticilerden korktukları
için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için
indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya, muskalar yazılmaya,
anma günlerinde “müsekkin” olarak kullanılmaya başlandı.
Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahudileşme temayülüne
kapılsa da, Kur’an’ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü
bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat’ın korunmasını
daha önce verdiğimiz âyette görüldüğü üzere İsrâiloğulları
âlimlerine tevdi etmişken, Kur’an’ın korunmasını bu ümmetin
âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: “Elbette Biz, Biz
indirdik Zikr’i (Kur’an’ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz.” 303
Kur’an, Tevrat’ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde
yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla: Tahrif, “geri dönmek, yolu değiştirmek, yoldan
çıkmak, bozmak, eğilmek, ayağı kaymak” anlamlarına gelir.
Kur’an’da hepsi de yahudileşenler için kullanılır: “Allah’ın kelâmını
kökünden bozup değiştiriyorlar.”304; “Kelimeleri konuldukları mânâdan
çıkarıyorlar.” 305
Tahrifin bu çeşidini yahudiler sık sık yapıyorlardı. Kur’an’dan
öğrendiğimize göre, Rasûlullah’a gelip “bizi dinle” diyorlar, hemen
arkasından da “dinlemez olasıca” gibi hakaret ifadesini ekliyebiliyorlardı.
306 “Bizi gözet, kolla” mânâsına gelen “râınâ” ifadesini, dillerini
ayın harfinde kırarak çobanımız anlamında “raînâ”ya çeviriyorlardı.
307 “Hıtta” yani, “Ya Rabbi bizi affet” demeleri gerekirken,
“buğday” anlamına gelen “hınta” dedikleri de bu örnekler arasındadır.
308 Peygamberimiz döneminde Medine yahudileri de bu
tahrifi gündelik hayatlarında bile yapıyorlardı. Hz. Âişe’nin şahid
olduğu bir olaydan öğreniyoruz ki, onlar Rasûlullah’a verdikleri
selâmda dahi tahrifat yaparak “es-selâmu aleyküm” yerine “essâmu
aleyküm” (kahrol) kelimesini geveliyorlardı. 309
Bazı müslüman âlimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek
303 15/Hicr, 9
304 2/Bakara, 75
305 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
306 4/Nisâ, 46
307 2/Bakara, 104
308 Buhâri, Tefsir 4; Müslim, Tefsir 54/1
309 Buhâri, Edeb 35; Müslim, Selâm 8, 10-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
yaptıkları tahrife ilginç bir örnek verelim: “De ki, ben de yalnızca
sizin gibi bir insanım.”310 âyetindeki “innemâ” daki “mâ”ya olumsuz
anlam vererek, âyeti “De ki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim”
gibi tam tersi bir manaya tahrif etmişlerdir.311 İlginç olan da şudur
ki, Kur’an’ın anlamında bu açık tahrifi yapanlar, Hz. Peygamber’i
yüceltme adına bu cinayeti işliyorlardı.
b- Tebdil yoluyla: Değiştirerek tahrif etmek mânâsına gelen
tebdil, Kur’an’da iki yerde geçer: “Onu kendilerine söylenenden başka
bir sözle değiştirdiler.”312; “Kelâmı, kendilerine söylenmeyen bir lâfla
değiştirdiler.” 313
Bu tip tahrif Kur’an’da görülmez. Ancak aynı tipte tahrif, aynı
gerekçelerle hadis külliyatında çok görülür. Açıklama ve şerhlerin
sonradan hadisin metnine dâhil edildiğinin sayısız örnekleri vardır.
Bu türden rivâyetlere hadis ilminde “müdrec” denir. Bazılarınca
tek lafzî mütevâtir olarak anılan “Kim benim adıma yalan söylerse
cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadisine belki de öncekilerin tefsir
olarak düştüğü “müteammiden (kasıtlı olarak)” notunun, sonradan
metne eklenmesi bunun en çarpıcı örneğidir.
c- Gizleme yoluyla: İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’ya indirilen kitabın
çoğunu gizliyorlardı.314 Kitaptaki delilleri ve hidayeti gizliyorlardı.
315 Kitap ehlinin gizlediği ilâhî bilgilerden birçok şeyi
Kur’an açıklıyordu.316 Bile bile gerçeği gizliyorlardı. 317
d- Unutma yoluyla: Kendilerine gönderilen vahiyle hükmetmeyip
onu unutulmaya terkediyorlardı. “Uyarıldıkları şeyden bir payı
unuttular.” 318
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir
müddet sonra Kitab’ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar
onu da Kitab’ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, “tahlit”i
(karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur’an buna dikkat çeker:
“Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?”
319
310 18/Kehf, 110
311 Mevdudi, Tefhim I/239
312 2/Bakara, 59
313 7/A’râf, 162
314 6/En’am, 91
315 2/Bakara, 159, 174
316 5/Mâide, 15
317 3/Âl-i İmran, 71
318 5/Mâide, 13
319 3/Al-i İmran, 71
YAHÛDİLİK
- 91 -
Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar.
Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah’ın koyduğu
haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas
ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu
doğuracak yalan rivâyetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine,
hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun
gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm’a karşı
kullanacakları birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivâyetlerle
doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur’an’dan şüphe uyandıracak
rivâyetlerle, tefsir ve te’vil adı altında nice tahrifat içinde Kur’an’a
yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i
Muhammed içerisinde de tezahür etmiştir. Bunların başında din
âlimlerinin Kitab’ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları
gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah’ın
hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür
gibi konularda tam bir yahudileşme temayülü sergilemektedirler.
Özellikle Bel’am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine
geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı
ediyorsunuz?”320 Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda
İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur’an’ın iki kapağı arasında
yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatların
maksatlarından biri olan “tedrîcilik” sünnetini göz önüne
almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu
zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin,
Hz. Peygamber’den Kur’an’da metni bulunan hiçbir âyet için “bu
âyet mensuhtur” biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca,
mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri
bir tek âyet yoktur.
Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahudi ve hıristiyan kaynaklarından
ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif
ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye
yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik,
Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları,
devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel’amlar, modernist
muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir. 321
320 2/Bakara, 85
321 A.g.e. s. 176-253
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
Yahudileşme temâyülü, yahudilerden daha tehlikelidir. Çünkü
bu ümmet, yahudileşmekten korunabilirse, yahudilerle baş edebilir.
Birkaç milyon nüfusla 250 milyonluk Amerika’yı, dolayısıyla
dünyayı yöneten yahudilerden daha korkunç olanı, bu ümmetin
yahudileşmesidir. Bu ümmet, öncelikle yahudilerle değil; yahudileşmeyle
mücadele etmelidir. Bugün, kendi nefislerimizde olan
“yahudileşme temâyülü” sonucunda ümmet olarak geldiğimiz
vahim nokta ortada. Ümmetin kıyameti, yahudileşme sonucunda
koptu. Ümmet coğrafyasının çeşitli bölgelerinden gelen feryatlar,
bunun acı habercisi. Her kıyamete bir yeniden diriliş gerek.
Eğer nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü”nü frenler, onu
“müslümanlaşma temâyülü”ne dönüştürebilirsek, o zaman çölde
âvâre kasnakçasına dönüp duran İsrâiloğulları gibi sıkıştığımız şu
zaman çölünden “çıkış”a kadir olup, “arz-ı mev’ûd”a değil ama
Kur’an’da va’dedilen “nasr-ı mev’ûd”a ulaşabiliriz. 322
Yahudilerden mü’min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse,
müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi
yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)” bir kimsedir. Kendisiyle
münâfık (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle
nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik
alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa yaratılış ve
ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır.
İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya
bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi
Kur’an’ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini
iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı
ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur’an’da ifadesini bulan
yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir
anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak,
müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait
Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım”
diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan
ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden
onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adaletin
gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/
damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum
için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve
sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden
farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında)
bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek
322 A.g.e. s. 13-14
YAHÛDİLİK
- 93 -
mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk
veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki
yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki,
el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi
zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın.
Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar
veremez.”323 Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali
kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Ey iman edenler, iman edin!”324 Gâvurlaşmaya, yahudileşmeye,
maymunlaşmaya giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen
peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip
edenlere ne mutlu!
323 5/Mâide, 105
324 4/Nisâ, 136
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
İsrâiloğullarıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A Benî İsrâîl Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 41 Yerde): 2/Bakara,
40, 47, 83, 122, 211, 246; 3/Âl-i İmrân, 49, 93; 5/Mâide, 12, 32, 70, 72,
78, 110; 7/A’râf, 105, 134, 137, 138; 10/Yûnus, 90, 90, 93; 17/İsrâ, 2, 4, 101,
104; 20/Tâhâ, 47, 80, 94; 26/Şuarâ, 17, 22, 59, 197; 27/Neml, 76; 32/Secde,
23; 40/Mü’minş 53; 43/Zuhruf, 59; 44/Duhân, 30; 45/Câsiye, 16; 46/Ahkaf,
10, 61/Saff, 6, 14.
B Yahûdi Anlamında “Yehûd” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
9 Yerde): 2/Bakara, 113, 113, 120; 3/Âl-i İmrân, 67; 5/Mâide, 18, 51, 64, 82;
9/Tevbe, 30.
C Benî İsrâil Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C1 İsrâiloğullarının Nankörlükleri ve İhânetleri
a İsrâiloğullarına Verilen Nimetler: 7/A’râf, 160-161, 163, 171; 10 /Yûnus, 93;
17/İsrâ, 6; 20/Tâhâ, 80-81; 44/Duhân, 32-33; 45/Câsiye, 16.
b İsrâiloğullarına Verilen Nimetlerin Hatırlatılması: 2/Bakara, 40, 48-60, 122,
211.
c İsrâiloğullarının Nankörlükleri: 2/Bakara, 61; 7/A’râf, 160-162.
d İsrâiloğulları Allah’a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 83, 93, 246;
5/Mâide, 12-13; 7/A’raf, 164, 169.
e İsrâiloğulları İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmazlar: 5/Mâide, 79.
f İsrâiloğulları, Mü’minler Aleyhine Müşriklerle Dostluk Kurarlar: 5/Mâide,
80-81.
g İsrâiloğulları Tevrat’ı Tahrif Ettiler (Bozdular): 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/
Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
h İsrâiloğullarının Birçoğu Hâindir: 5/Mâide, 13, 32.
i İsrâiloğullarının İçinden Birçok Önderler Çıkmıştır: 32/Secde, 24.
j İsrâiloğullarının On İki Boya Ayrılmaları: 7/A’râf, 160.
k İsrâiloğullarının Firavun’un Elinden Kurtulması: 7/A’râf, 136-138, 141;
10/Yûnus, 90; 44/Duhân, 30-31.
C2 İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri
a İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri: 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A’râf,
148; 45/Câsiye, 16-17.
b İsrâiloğullarının Hz. Musa’ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A’râf, 138-140.
c İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A’râf, 148-
152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
d İsrâiloğulları Peygamberleri Yalanladılar ve Öldürdüler: 5/Mâide, 70-71;
17/İsrâ, 4.
e İsrâiloğulları Hz. İsa’nın Tanrılığını İddia Ettiler: 5/Mâide, 72, 75, 116-117.
f İsrâiloğulları, Peygamberimiz’e Haset Ettikleri İçin İman Etmediler: 5/
Mâide, 13; 45/Câsiye, 17.
g İsrâiloğulları, Kesilmesi Emredilen İneği Zoraki Kestiler: 2/Bakara, 67-73.
h İsrâiloğullarından İman Edenler: 7/A’râf, 159.
i İsrâiloğullarının Bilginleri, Kur’an’ın Geleceğini Biliyordu: 26/Şuarâ, 196-
197.
j İsrâiloğullarının İhtilâf Ettikleri Konuları Kur’an Açıklar: 27/Neml, 76, 78.
k İsrâiloğullarını Kur’an’a İman Etmeye Dâvet: 2/Bakara, 41-42.
l İsrâiloğullarının Dünya Sevgileri: 7/A’râf, 169.
C3 İsrâiloğullarının Cezalandırılmaları
YAHÛDİLİK
- 95 -
a İsrâiloğulları, Hz. Dâvud ve Hz. İsa’nın Diliyle Lânetlenmişlerdir: 5/Mâide,
78.
b İsrâiloğullarının Üzerine Horluk ve Yoksulluk Vurulmuştur: 2/Bakara, 61;
7/A’râf, 167-168.
c İsrâiloğullarının Maymuna Çevrilmeleri: 2/Bakara, 65-66; 5/Mâide, 60;
7/A’râf, 166.
d İsrâiloğullarının Allah’ın Rahmetinden Koğulmaları: 5/Mâide, 12-13.
e İsrâiloğullarının Domuza Çevrilmeleri: 5/Mâide, 60.
f İsrâiloğullarının Azaba Uğraması: 2/Bakara, 55, 58-59, 61, 65-66; 4/Nisâ,
47, 153; 5/Mâide, 12-13, 20-26; 7/A’râf, 161-166: 17/İsrâ, 4-8.
g İsrâiloğullarına Tâlût’un Kral Olarak Gönderilmesi ve Câlût’un Hz. Davut
Tarafından Öldürül-mesi: 2/Bakara, 247-251.
C4 Yahudilerin Bazı Özellikleri
a Yahudiler Cimridir: 4/Nisâ, 47.
b Yahudiler, Allah’ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
c Yahudiler, Yeryüzünde Fesat Çıkarırlar: 5/Mâide, 64.
d Yahudilerin Misali: 59/Haşr, 15.
e Yahudiler “Cennet Bizimdir“ Derler: 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49.
f Yahudiler Hayata Düşkündürler: 2/Bakara, 102-103.
g Yahudiler, Sihir Yoluna Saptılar: 2/Bakara, 102-103.
h Yahudiler, Hıristiyanlara Düşmandırlar: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18;
21/Enbiyâ, 93; 42/ Şûrâ, 14.
i Yahudiler, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136; 3/Âl-i İmran,
72-73.
j Cumartesi/Sebt Günü: 2/Bakara, 65; 4/Nisâ, 47; 7/A’râf, 163; 16/Nahl, 124;
55/Rahmân, 29.
k Yahudiler, Mü’minlere Karşı Çok Zayıftır: Haşr, 14-15.
l Yahudiler Faiz Yer: 4/Nisâ, 161.
m Yahudiler, Allah’ı Fakir; Kendilerini Zengin Kabul Ederler: 3/Âl-i İmran,
181.
C5 Yahudilerin İmandan Yüz Çevirmeleri:
a Yahudiler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 3/Âl-i İmran, 112; 6/En’am, 91.
b Yahudiler, Kendilerinin Allah’ın Oğulları, Dostları Olduklarını Söylerler: 4/
Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cum’a, 6-8.
c Yahudiler, Tekrar Tekrar Dinlerinden Dönerler: 4/Nisâ, 137.
d Yahudiler, Peygamberlerden İnanmayacakları Şeyler İsterler: 4/Nisâ, 153.
e Yahudiler, Allah’ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
f Yahudi Münafıklar: 2/Bakara, 76-78.
g Yahudilerin Peygamberimizi Yalanlamaları: 2/Bakara, 88, 90, 101, 139-140,
146; 4/Nisâ, 54-55; 6/En’am, 20; 7/A’râf, 175-177.
h Yahudilerin Az Bir Kısmı İman Eder: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 55, 155.
i Yahudilerin İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 4/Nisâ, 162; 5/Mâide,
69; 7/A’râf, 159.
j Yahudiler, Cebrâil’e Düşmandırlar: 2/Bakara, 97.
k Yahudiler, Allah’a Çocuk İsnadında bulundular: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ,
50; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 19/Meryem, 88-92.
l Yahudi ve Hıristiyanların İnkârlarına Karşı Mü’minlerin Cevabı: 2/Bakara,
135-140; 3/Âl-i İmran, 73.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
m Yahudiler, Hakikata Yüz Çevirmeyi İş Edinmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 23-24.
n Yahudiler Tevrat’a Bile Uymazlar: 3/Âl-i İmran, 23-24, 93-94; 5/Mâide, 41-
43; 62/Cum’a, 5.
o Yahudiler, Yahudi Bilginlerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
p Yahudiler, Kur’an’ı Hasetlerinden ve Mevki Hırslarından Dolayı İnkâr
Ettiler: 2/Bakara, 89-91, 101, 4/Nisâ, 54.
C6 Yahudilerin Nankörlükleri ve İhanetleri
a Yahudiler, Mü’minlere Eziyetten Başka Zarar Veremezler: 3/Âl-i İmran,
112.
b Yahudiler, İsyan Etmiş ve Aşırı Gitmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 112.
c Yahudiler, Mü’minlere İnanmazlar: 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43.
d Yahudiler, Tevrat’ı Tahrif Ettiler: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65,
78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
e Yahudilerin Peygamberimiz’e Selâm Verme Şekli: 58/Mücadele, 8.
f Yahudiler, Allah’a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 84-86, 93, 100;
4/Nisâ, 154-155.
g Yahudiler, Peygamberleri Öldürdüler veya Yalanladılar: 2/Bakara, 87; 3/
Âl-i İmran, 21-22, 54-55, 112, 181, 183; 4/Nisâ, 155, 157; 5/Mâide, 10.
h Yahudilerin Dostlukları Yoktur: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-
82; 60/Mümtehine, 13.
i Yahudiler, Yahudi Olmayanın Düşmanıdırlar: 3/Âl-i İmran, 72-73; 4/Nisâ,
160,
j Yahudiler, Antlaşmalarına Uymazlar: 8/Enfâl, 56-57.
k Yahudiler, Allah’ın Nurunu Söndürmek İsterler: 9/Tevbe, 32-33.
l Yahudiler, Hz. İsa’yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156-157,
159.
m Yahudiler, Hz. Meryem’e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem,
27-34.
C7 Yahudilerin Cezalandırılmaları
a Yahudilerin Peygamberimiz Tarafından Sürülmeleri: 59/Haşr, 1-6.
b Yahudiler, “Allah’ın Azabı Bize Dokunmayacak“ Derler: 2/Bakara, 80-82;
3/Âl-i İmran, 24-25.
c Yahudiler, Allah’ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46,
156-157.
d Yahudilerin Zulümlerinden Dolayı Kendilerine Haram Edilen Şeyler: 6/
En’am, 146-147; 16/Nahl, 118.
e Yahudilerin Cezası: 3/Âl-i İmran, 12, 25, 181-182; 4/Nisâ, 55, 161; 5/Mâide,
41; 22/Hacc, 17; 59/Haşr, 15.
f Yahudilerin üstüne Zillet Damgası Vurulmuştur: 3/Âl-i İmran, 112.
g Yahudiler, Lânetlenmişlerdir: 4/Nisâ, 47, 52, 155.
h Yahudiler, Tutuşturdukları Savaşta Mağlup Olurlar: 5/Mâide, 64.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 133-141
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 69-70
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 256-283
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 127-128
YAHÛDİLİK
- 97 -
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 318-321
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s.
108-110
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 442-465
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1,
s. 212-213
9. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.
9-18
10. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 116-117
11. Bakara Suresi Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. s. 197-200
12. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 208-210
13. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 10, s. 516-518
14. Tefsirde İsrâiliyat, Abdullah Aydemir, D. İ. B. Y.
15. Yahudi Dâvâsı ve Filistin, Said Şamil, Kitabevi Y.
16. Yahudi, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
17. Yahudiliğin Gerçek Yüzü, Fuad Abdurrahman er-Rıfai, Hak Y.
18. Yahudi Hâkimiyeti, Seyyid Abdurrahman eRıfai, çev. Tarık Akarsu, Ferşat Y.
19. Yahudi ile Savaşımız, Seyyid Kutub, Arslan Y.
20. Yahudileşme Temayülleri, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
21. Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Vill Durant, İnkılab Y.
22. Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri, Roger Lambel, Ank.
23. Yahudiliği Anlamak, Samuel bin Yahya, İnsan Y.
24. Yahudiliğin Çöküşü, Otto Heller, İnter Y.
25. Yahudilik ve Masonluk, Harun Yahya, Sezgin Neşriyat
26. Yahudilerin Kanlı Böreği, Necip el-Kıylânî, çev. Ali Nar, Aksa Yayım Paz.
27. Yahudinin Tahta Kılıcı, Mustafa Akgün, Şahsi Y.
28. Yahudilik’de Talmud’un Mevkii ve Prensipleri, Zaferü’l İslâm Han, çev.
Mehmet Aydın, İhya Y.
29. Hz. Peygamber Döneminde Yahudi Meselesi, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
30. Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri, İsmail Hakkı Atçeken, Marifet
Y.
31. Tarih Aynasında Yahudiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
32. Tarih Boyunca Yahûdiler ve Türkler I-II, Hikmet Tanyu, Vadi Y.
33. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet
Vakfı Y.
34. Kur’an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H.
Kurt, T. Diy. V. Y.
35. Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
36. Kur’an Açısından Yahudi, Afif Abdülfettah Tabbara, terc. M. Aydın
37. İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Yaşar Kutluay, Ankara
38. Emeviler Döneminde Yahudiler, Nuh Arslantaş, Gökkubbe Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
39. Beynelmilel Yahudi, Henry Ford, Kamer Neşriyat
40. İbrânîler, Şemsettin Günaltay, İst.
41. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
42. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes
Şirketi Y.
43. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
44. Tevrat, İnciller ve Kur’an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
45. Tevrat, İncil ve Kur’an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız
46. Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım,
T.Ö.V. Y.
47. Kudüs Müftüsü, Philip Mattar, Akademi Y.
48. Filistin’de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
49. İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
50. İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
51. İsrail’in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
52. İsrail’in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğa
ziçi Y.
53. İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
54. İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
55. İsrail’in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
56. İsrail’in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
57. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
58. Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
59. Çağdaş Dinler, R. Abdullah el Ferhan, çev. F. Demirci, H. Kemal, Ulus.
İslâm’a Çağrı C. Y.
60. Yehova’nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
61. Masonluk ve Kapitalizm, Heyet, Araştırma Y.
62. Şeytanın Dini Masonluk, Heyet, Araştırma Y.
63. Tarih Boyunca Masonluk, Jose Maria Ceardenal Rogriguez, Kayıhan Y.
64. Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Y.
65. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
66. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
67. Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, İzzet Derveze, Yöneliş Y. c. 3, s.
85-140, c. 2, s. 287-297
68. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
69. Din Anlayışımızdaki Temel Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
70. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç
Kitabevi, s. 327-376
71. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y. s. 217-307
72. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y. s.
184-194
YAHÛDİLİK
- 99 -
73. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 129-154
74. Kur’an’da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 120-
128
75. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 156-162
76. Fâtiha Tefsiri, Âzad, Bir Y. s. 241-306
77. Fâtiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 60-69
78. Sorularla Fâtiha Suresi, Sabit Durmuş, Ali İçipak, Ölçü/Yenda Y. s. 178-207
79. Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 225-231
80. Fâtiha’nın Kırk Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y.
81. İsrailoğulları, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…