Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:24

DUÂ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

DUÂ


“Ağlayın, su yükselsin, belki kurtulur gemi.
Anne, seccâden gelsin; bize duâ et, e mi?”
• İstiâne ve Duâ; Anlamı, Mâhiyeti
• Duâ İbadettir; Duâ, Ruhun Gıdası ve İlâcıdır
• Niçin Duâ Ederiz?
• Allah’ın İsimleriyle (Esmaü’l-Hüsna) Duâ Etmek
• Duânın Psikolojik Cephesi
• Sözlü ve Fiilî Duâ
• Duâ Etme Şekli ve Duâ Âdâbı; Duâda Zaman ve Mekân
• Duâsı Kabul Edilen Kimseler; Kimler İçin Duâ Edilmez?
• Duâların Kabul Edilmesi; Duâda Tevessül
• Duânın İstismar Edilmesi; Duâda Neler İstemeliyiz?
• Kur’an-ı Kerim’in Dilinden Duâ Örnekleri
• Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hayatında Duâ
“(Ey Allah’ım,) Ancak Sana ibâdet/kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz (duâmızı ancak Sana yaparız).” 3822
İstiâne ve Duâ; Anlamı, Mâhiyeti
“Yalnız Senden yardım dileriz.” Bu ifade, inanılarak ve samiyetle söylendiği durumda, tevhid inancının sağlam olduğunu ve gönle tam anlamıyla yerleştiğini isbat etmektedir. Yalnız Allah’a kulluk ediyor olmanın, ifadesi veya isbatı, yalnız O’ndan yardım dilemektir. Sadece Allah’a kulluk ettiklerini söyledikleri halde, insanlardan, türbelerden, mezarlardan ve diğer tabiat varlıklarından yardım dileyenler vardır. Bu durum, tevhid inancının gönle yerleşmediğini, gönlün şirkten tam temizlenmediğini göstermektedir.
Varlıkları yaratıp terbiye eden, onlara rahmet ve merhamet eden ve sahip çıkan varlık, yardım istenmeye lâyıktır. Bu sıfatlara sahip olmayan diğer varlıklardan yardım istenmez, istenirse şirke düşülmüş olur. Yalnız Allah’a kulluk etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek, hamdin içindeki mânâyı doldurmaktadır. Allah’ı bilmek ve birlemek, O’na itaat ve ibâdet etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek, hamd ibâdetinin içeriğini teşkil etmektedir.3823
“İstiâne”: “Avn” kelimesinden türemiş olup, yardım dilemek anlamına gelir. İstenerek veya istenmeden yardım etmeye “iâne” denir. Fâtiha sûresinde
3822] 1/Fâtiha, 5
3823] Bayraktar Bayraklı
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçen “nesteıyn” kelimesi, “yardım isteriz” anlamındadır. “Ve iyyâke nesteıyn”: ‘Ancak Sen’den yardım isteriz’ demektir.3824 Allah’tan yardım istemeye duâ denir.
İstiâne
İstiâne, yardım dilemektir. Onu vermeye de iâne (yardım) denir. Muâvenet ve teâvün de karşılıklı yardım demektir. Bundan dolayı istiâne (yardım dileme) ile bunları birbirinden ayırmalıyız. Çünkü burada “hasr” denilen tahsis, yardım dileme hakkındadır. Bu yardım dilemenin ne gibi konularda olduğu zikrolunmamıştır. Böyle olan yerlerde de üç mânâ ihtimali vardır:
1- Bağlı olduğu şeyi göz önünde bulundurmaksızın bizzat yardım dileme işini kasdetmektir ki genel olsun, özel olsun yardım dilemek denilen işi “biz ancak Sana yaparız” demek olur.
2- Bağlı olduğu genel bir hususu takdir ederek her konuda, her işte yardım dilemeyi kasdetmek. Bu iki mânâ mealde birleşir. Fakat önceki mânâ daha beliğ, bu mânâ ise açık olur.
3- Özel bir karineye dayanarak yardım dilemenin bağlı olduğu özel şeyi varsayarak falan konuda yardım dilemeyi kasdetmektir. Burada ise ibâdet karinesiyle bu üçüncü ihtimal akla gelebilirse de sözün kısaltma ve tahsis sûretiyle tevhide yönelik olması ve hepsi Allah’a has olan hamdin açıklanması yönünde söylenmiş bulunması buna engeldir. Ve İbn Abbas’dan da (r.a.) rivâyet edildiği üzere genel yardım dilemeyi gerektirir ki, bu da birinci veya ikinci şekillerden birisi ile olur. O halde müfessirlerin açıkladığı gibi mânânın özeti: “Ey Rab! Biz gerek Sana ibâdet ve itaatimizde ve gerek diğer işlerimizin hepsinde ancak Senden yardım dileriz, Senden başka kimseden yardım dilemeyiz, Seni tanımayan kâfirler başkasından yardım dilerler. Biz ise ibâdetimizde katıksız ve içtenlikle bütün işlerimizde ancak Senden yardım dileriz” demektir.
Beydavî’nin belirttiğine göre “yardım” iki çeşittir: Birisine “gerekli yardım”, diğerine “gerekli olmayan yardım” denilir. Gerekli olan yardım, onsuz fiilin meydana gelmesi mümkün olmayandır. İşi yapan kimsenin gücü, düşüncesi ve işin yapılacağı âletin ve maddenin bulunması gibi ki, bunlar toplandığı zaman insan güç ve kuvvet sahibi olur da kendisine gerçekten teklif yapmak sağlıklı olur. Gerekli olmayan yardım da işin meydana gelmesini kolaylaştıran şeylerdir.3825 Bu taksim şekli Usûl ilminde kudret-i mümekkine ve kudret-i müyessire adı altında yapılır.
Önce bu âyet bize gösteriyor ki, bütün yardımlar Allah’ındır, fakat istek bizimdir. Ve buna çalışıp kazanma veya cüz’î irâde de denilir ki, asıl kuvvet ve güç yetirmek bu istek ile yardımın birleştiği zamandır. Bu da işin meydana gelmesi ile beraber olur. Bundan dolayı felsefenin rahatsız edici teorilerine boğulmaksızın “İyyâke nesteıynu”den şunu anlıyoruz ki, bize bir istek yetkisi verilmiştir. Bu şekilde bizden birisi isteğimizle, diğeri isteğimiz dışında iki iş meydana gelir ve her ikisi de bizden meydana geldiği ve bizimle ayakta bulunduğu için (özetle onun yeri biz olduğumuz için) bizim işimiz sayılır ve bize isnad edilir. Meselâ nefes alan biz,
3824] İstiâne ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf, 128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.
3825] El-Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil: 1/9.
DUÂ
- 925 -
uyuyan, ölen biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu kımıldatan veya yatıştıran da biz oluruz. Ve bunlardan isteğimizle olanların yakın sebebi biziz. Fakat bütün sebebi ve tam sebebi biz değiliz. Çünkü biz bunda gerekli yardıma muhtacız. Meselâ benim elim ile irâdem arasındaki gerçek ilişki kurulmamış olsaydı, istediğim zaman elimi oynatamayacaktım. Nitekim bazı organlarımı öyle oynatamıyorum. O halde yaratıcı biz değiliz; yaratma olayı yalnızca en yakın sebebe bağlı değil, bütün sebeplerin biraraya gelmesine ve toplamına bağlıdır. Demek ki, isteğimizle yaptığımız işler, bir isteyen ve yapan kimse ile bir yaratıcı fâil arasındaki bağlılığın toplamını ifade eder. Bütün cisimlerin yalnız kendine ait özelliği hareketsizlik olduğu gibi ruhun özelliği de bir faaliyet ve hareket isteğidir. Yaratıcıya ait faaliyet ise Yaratıcı Yüce Allah’ındır. Araba ilerliyor, makine işliyor deriz. Bunlar zorla ve mecburi olarak yapılan işler olduğu halde işin yeri onlar oldukları için ilerlemeyi ve işlemeyi onlara isnad ederiz. Bizim nefes almamız, kan dolaşımımız gibi hareketlerimiz de böyledir. Kurulmuş bir makine, işlemek için başlangıçta bir çalıştırmaya muhtaçtır. Bunu ise cansız makine kendisi yapamaz veya isteyemez. Canlı bir makinist veya şoför yapar ve ancak canındaki bir istekle yapar, canı ister ki, eli makinenin anahtarını tutsun da hareket etsin. Makinistin canı bu isteği bu iradeyi yaptığı anda, bir de bakarsın, hareket yok iken yaratılmış olur ve makine de işlemeye başlamıştır. Bu şekilde işleyen, o hareketin yeri olan o makinedir. İşleten o hareketi isteyen makinisttir. Yaratan o hareketi baştan sona kadar yoktan var eden Allah Teâlâ’dır. Her işimizde bu üç derece apaçık görünen bir gerçektir. Artık ne cebriye veya maddeciler gibi insanı ruhsuz bir makine farzettirmeğe çalışmalı, ne de onu ruh ve maddenin yaratıcısı olan Allah Teâlâ gibi farzettirmeye (saymaya) uğraşmalıdır.3826
Duâ
Seslenmek, çağırmak, yardıma çağırmak, Allah’a yalvarmak, O’ndan dilekte bulunmak, O’na yakarmak.3827
‘Duâ’ kelimesi, ‘dâvet ve da’va’ gibi aynı kökten gelmektedir. ‘Dâvet’ veya da’vâ’ sözlükte, çağırmak, seslenmek, yakarmak, yardım isteğinde bulunmak, isimlendirmek, sığınmak ve ilgi kurmak gibi anlamlara gelir.
‘Duâ’ sözlükte, küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya, aciz olandan güçlü olana doğru meydana gelen bir istek ve niyazda bulunmadır. Küçüğün büyükten olan ricası, söz, fiil ve davranış olarak yalvarmak, samimi istek ve içtenlikle olur.
Kavram olarak ‘duâ’, kulun Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında kulun güçsüzlüğünü itiraf etmesini, sevgi ve tazim (yüce bilme) duyguları içerisinde lütfunu, yardımını ve affını dilemesini ifade eder.
Duâda asıl hedef kulun kendi durumunu Allah’a arzetmesi (sunması) olduğuna göre, bu, kul ile Allah arasındaki bir ilişkidir. Bu ilişkide kul, kendini yaratan ve rızık veren Rabbine halini arzeder, acizliğini, güçsüzlüğünü dile getirir, hatalarını ve eksikliklerini iletir; bunun karşısında o Yüce Makam’dan yardım, bağış, af ve merhamet, güç ve destek ister. Bu durum, kulun Allah’a bir bağlılığı, bir teslimiyetidir. 3828
3826] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
3827] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 417
3828] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 150
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Duâ ve Dâvet
‘Dâvet’ ve ‘duâ’ kelimeleri Kur’an’da bazen farklı anlamlarda, bazen de birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Kimi âyetlerde ‘dâvet’, bir çağrı, bir nida, bir seslenme manasında geçtiği gibi, aynı kelime fiil ve isim olarak ‘duâ-yakarış, yardım isteği manasında da kullanılmaktadır.
‘Dâvet; aynı zamanda isimlendirme diyebileceğimiz bir şekilde de geçmektedir. Müşrikler, kendi elleriye yaptıkları putlarına ilâh demektedirler, onları ilâhımız diye çağırmaktadırlar. Sonra da bu şekilde adlandırdıkları putlarından yardım istemektedirler. “O’ndan başka çağırdıklarınız (duâ ettikleriniz) ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de.” 3829
Dikkat edilirse burada ilâh diye çağrılan putlardan bir şey isteme aynı kelime ile ifade edilmektedir. Bu çağrının arkasında bir duâ, yani yalvarıp yakarma, yardım isteme anlayışı yatmaktadır.
Biz ‘dâvet’ kelimesini sözlük anlamıyla, ‘duâ’yı ise bir ibâdet, bir kulluk eylemi, bir sığınma ve yardım isteği olarak almak istiyoruz. Buna göre çağrı Allah’tan insana doğru olursa ‘da’vet’, kuldan Allah’a doğru olursa ‘duâ’ dememiz uygun olacaktır.
Şöyle de düşünebiliriz: Sonsuz güç ve kudret sahibi Yüce Rabbimiz kendi yarattığı kulundan bir şey istemez, O’na muhtaç değildir. Allah’ın insandan bir yardım istemesi akıl ve din dışıdır. Böyle bir şey düşünülemez bile. Öyleyse Kur’an’da geçen ‘dâvet’ (Allah’ın duâsı) kullarını hidâyete bir çağrıdır, bir uyarıdır ve kulluk yapmaları için onları bir teşviktir.
Yaratılmış olan, çok sınırlı gücü bulunan ve her zaman başkasına ve başka şeye muhtaç olan, aciz ve zelil bir kulun Allah’tan bir şey istemesi de elbette diğer insanlardan istemesi gibi olamaz. Onun, Allah’tan bir şey istemesi aşağıdan yukarıya doğru, aciz olandan güçlü olana doğru bir yakarıştır. Ta’zîm (yüce sayma) anlayışı, samimiyet ve boynu bükük bir halde olmalıdır. Hatta Rabbin çağrısına uyup ta mü’min olanlar, Hz. Peygambere bile kendi aralarında seslendikleri gibi seslenemezler, O’nu sıradan bir insan gibi çağıramazlar.3830
Duâ kelimesi, “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” mânâsındaki da’vet ve da’vâ kelimeleri gibi masdar olup, “küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya iletilen talep” anlamında isim olarak da kullanılır. İslâmî literatürde ise, kulun Allah’ın yüceliği karşısında aczini itiraf etmesini, sevgi ve ta’zim duyguları içinde lütuf ve yardım dilemesini ifade eder.
“Rabb’iniz (şöyle) buyurur: Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, mutlaka aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir.” 3831
Her şeyi yaratan Allah olduğundan bütün yaratıklarda O’na doğru bir yöneliş vardır.3832 Yaratılmış varlıkların en üstünü ve değerlisi de insandır.3833 Allah insanı yaratıp onu kendi varlığından haberdar etmiştir. Bu da insanın özü itibari
3829] 7/A’râf, 197; Ayrıca bk. 22/Hacc, 73
3830] Hucurat: 49/1-2 ; Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 151
3831] 40/Mü'min, 60
3832] Bk. 6/En’âm, 102; 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 13 vb.
3833] Bk. 95/Tîn, 4
DUÂ
- 927 -
ile Allah’ı tanıma ve O’na inanma yeteneği ile donatıldığını gösterir.3834 Ayrıca Kur’an’da, insana Allah’ı Rab olarak tanıma özelliğinin verildiğinden söz edilir.3835 Bu özelliğinden dolayı insan, Rabb’inden uzak kalamaz ve O’na her zaman ihtiyaç duyar.
İnsan, bu ihtiyacını ancak Allah’a kulluk ederek karşılayabilir. Çünkü onun yaratılış gâyesi ve esas görevi Allah’a kulluktur. 3836 Kulluk faâliyetlerinin en önemlilerinden biri de duâdır.
Duânın ana hedefi, insanın halini Allah’a arzetmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü’min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama duâ edilmeye tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir. Değilse bu vasıflara sahip olmayan bir varlığa duâ etmenin bir anlamı olmaz. “Sana fayda da zarar da veremeyecek Allah’tan başkasına duâ etme/yalvarma. Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun.”3837 “Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Sizin Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âciz!” 3838
Birçok duâ örnekleri yanında, duâ kelimesinin kökü olan “D ‘a v” ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 212 yerde kullanılır. Cenâb-ı Allah, mü’min kullarına namaz kılmayı emrederek en az günde 40 defa Fâtiha sûresini okutmak sûretiyle “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.”3839 âyetini tekrar ettiriyor. Hiç şüphesiz herhangi bir şeyi sırf nakarat olsun diye Rabbimiz bizlere tekrar ettirmez. Ama bunu tekrar ettiriyorsa, mutlaka çok önemli olduğundan dolayıdır. Bu âyetin önemi nereden kaynaklanıyor? Hemen belirtelim ki, bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah’a yapılmasını ve yardımın sadece Allah’tan talep edilmesini istemesinden ve emretmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yardımın sadece Allah’tan olabileceğine dair birçok âyet vardır.
“Yardım ancak güçlü ve hakîm olan Allah katındandır.” 3840
“Allah’tan başka dost ve yardımcınız yoktur.” 3841
“Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.” 3842
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek yoktur.
3834] Bk. 30/Rûm, 30
3835] Bk. 7/A'râf, 172-173
3836] Bk. 2/Bakara, 21; 51/Zâriyât, 56
3837] 10/Yûnus, 106
3838] 22/Hac, 73
3839] 1/Fâtiha, 5
3840] 3/Âl-i İmrân, 126
3841] 9/Tevbe, 116
3842] 4/Nisâ, 45
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan ve pek merhamet edendir.” 3843
İbn Abbas’dan (r.a.): O der ki, bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde idim. Buyurdu ki; “Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah’ı (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah’tan iste, yardım dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler, Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kâlemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar da (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur.” 3844
Görüldüğü gibi, yardımın sadece Allah’tan olabileceğine ve sadece O’na duâ edip yardım isteneceğine dair apaçık nasslar olduğu halde, günümüzde birtakım kimselerin darda kaldıkları bazı anlarda “meded ya filân baba, meded ya şeyh” gibi tabirlerle Allah’tan başkasından yardım istediklerini müşâhede etmekteyiz. Hatta bazen de “himmet et ya filân” demek sûretiyle Allah’tan başkasına yönelmektedirler. (Himmet: Azim, gayret, enerji, istek, arzu, meyil, kalbin bütün kuvveti ile herhangi bir varlığa yönelmek, meyletmek demektir) Bu şekilde yöneldikleri varlıklar ister hayatta olsun, isterse vefat etmiş olsun fark etmez. Böyle davranışlar tevhide aykırıdır, şirktir.
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bile darda kaldıkları anlarda dini sadece Allah’a has kılarak, bütün şirk koştukları şeyleri unutarak sadece o an Allah’a yalvardıkları zikrediliyor: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen şirk koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.”3845 “İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca içlerinden birtakımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine şirk koşarlar. Zevklenin bakalım, yakında göreceksiniz.” 3846
Bu âyetlerde de belirtildiği gibi, insanın darda kaldığında o an her şeyi unutarak sadece Allah’a yalvarması fıtratın kanunu olup, yardımın sadece Allah’tan olduğu ve Allah’tan isteneceğini gösteren mûcizevî fıtrî delillerden biridir. Âyetlerde Allah, insanları kurtardıktan sonra onların şirk koşmaya başladıklarını ifade ediyor. Tabii bu nankörlük (küfür)dür. Çünkü gerçekte insanları kurtaran Allah olduğu halde onlar kurtulduktan sonra bunu Allah’tan başkasına bağlıyorlar. Meselâ, “o anda filan olmasaydı ben şimdi hayatta değildim” veya “o an şeyhim himmet etmeseydi perişan olmuştum.” diyerek Allah’ı unutuyorlar.
“Hak duâ, ancak Allah’a yapılır. O’ndan başka duâ ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duâsı böylece boşa gitmiştir.” 3847
3843] 10/Yûnus, 107; Bu konuda ayrıca Bk.8/Enfâl, 10; 42/Şûrâ, 31, 29/Ankebût, 22; 2/Bakara, 107
3844] Tirmizî
3845] 29/Ankebût, 65-66
3846] 30/Rûm, 33-34
3847] 13/Ra'd, 14
DUÂ
- 929 -
Allah’ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır.” 3848
“Allah’ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.” 3849
“De ki: Allah’ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı sakınmaya değer.” 3850
Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde Felak ve Nâs sûrelerini indirerek bizlerin, yaratıkların birtakım şerlerinden nasıl ve kime sığınacağımızı açık bir şekilde beyan etmiştir.3851
Kur’ân-ı Kerim’de duâ ile ilgili hükümler ve çok sayıda duâ örnekleri vardır.3852
Alexis Carrel’e göre duânın aslında; ruhun maddî olmayan dünyaya doğru bir çekilişi, bir gerilimi olduğu gözlenmektedir. Bir başka deyimle denebilir ki duâ; ruhun Allah’a doğru yükselişi ve O’na açıkça ibâdet durumudur. Duâ, hayat denilen mûcizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve ilticâ ifadesi, O’nunla ilişkiye geçme gayretidir. Muhammed İkbal’e göre duâ, kâinatın dehşet verici sessizliği içinde insanoğlunun kendisine bir cevap bulabilmek için hissettiği derin hasret ve şiddetli arzunun ifadesidir.
Duâ İbâdettir
Duânın özü, kişinin kendisini Allah’ın karşısında acziyet içerisinde hissedip O’na yönelmesi ve taleplerini O’na arzetmesidir. Zaten ibâdet, bir varlığa boyun eğmek, O’nun karşısında küçülmek, O’na itaat etmek mânâlarını içerir. Kısacası duâ ile ibâdet mana olarak aynı şeyleri ifade etmektedir.
Biz her ne kadar duâ ile ibâdeti birbirinden ayrı iki olaymış gibi görüyorsak da aslında bu ikisi özde aynı şeydir. İbâdet olarak bildiğimiz namaz, oruç, zekât, hac gibi Allah’ın emirleri aslında duânın harekete dönüşmüş şeklidir. Bilindiği gibi Kur’an’da da geçen şekliyle Arapçada, namazın adı salât’tır. Fakat bu salât kelimesinin aynı zamanda duâ mânâsına gelmesi çok manidardır ve bir tesadüf değildir. Salât kelimesinin hem namaz, hem duâ mânâsına gelmesini şöyle izah etmek mümkündür:
Namaz, tüm ibâdetleri bünyesinde toplayan ve insanla Allah arasındaki ilişkiyi en net ve sık bir şekilde (günde en az beş defa) sağlayan ibâdettir. Zaten duâ da Allah ile kul arasındaki bir diyalog idi. Yani her ikisi de kulu Allah’a bağlaması yönüyle aynı kapıya çıkıyor. Rasûlüllah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyuruyor: “Duâ
3848] 16/Nahl, 20
3849] 7/A'râf, 194
3850] 17/İsrâ, 56-57
3851] Bk.113/Felak ve 114/Nâs sûreleri
3852] Kur’ân-ı Kerim’de Duâ ile İlgili Hükümler: a-Duâ etmek: A'raf, 55-56, 205-206; Ra'd, 14; Kehf, 28; Secde, 16; Mü'min, 60. b- Duâda Aşırı Gitmekten Sakınmak: A'raf, 55, 180, 205; Taha, 8. c- Duânın, Allah'ın Güzel İsimleriyle Yapılması: A'raf, 180; İsra, 11; Taha, 8. d- Allah, Duâları Kabul Eder: Bakara, 186; Şura, 26.Bedduâ: İsra, 11.
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ibâdetin ta kendisidir.”3853 Çünkü duâ ile kişi ihtiyacını teminde aczini idrâk etmiş, bunu ancak her şeye kadir olan Rabbinin temin edeceğinin şuuruna ermiş ve bu sebeple O’na sığınmış olmaktadır. Esasen ibâdet de bundan başka bir şey değildir. Yine Rasûlüllah (s.a.s.) “duâ ibâdetin özüdür (iliğidir)”3854 buyurmak sûretiyle duâ ile ibâdetin özde aynı şey olduklarına dikkat çekmiştir. Biz bu özü kulluk olarak ifade edebiliriz. Bu aynı zamanda insanın yaratılış amacı olmaktadır: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.” 3855
Kur’an’a ve Önderimizin hayatına baktığımızda duâ olgusunun merkezî bir konum arzettiğini görürüz. Yüzlerce âyet, insanın Rabbiyle bağlantı kurması ve iletişime geçmesi diyebileceğimiz duâ örneklerinden oluşmaktadır. Aynı şekilde hadis külliyatında duânın önemine dikkat çekilmekte ve pek çok güzel duâlar bu eserleri süslemektedir.
Müslümanlar olarak Allah ile her an can u gönülden bir ilişki ve sürekli irtibat halinde olmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde acaba Allah ne kadar gündemimizde yer alıyor? Hesaplarımızda O’nun yeri neresi, O’nu hesaba katıyor muyuz? Yoksa mevcut durumu kanıksayıp “zaten biz buna müstahakız, kâfirler çok güçlü, Allah da bize yardım etmiyor, o halde iş olacağına varır” deyip her şeye boş mu veriyoruz? Hatta daha da ileri gidip “Allah herhalde böyle olmasını istiyor” diyenler gibi tembelliğimizin, miskinliğimizin, atâletimizin faturasını da -hâşâ- Allah’a mı çıkarıyoruz?
Bu sorulara vereceğimiz cevaplar ve yapacağımız nefis muhâsebesi, belki de sorunlarımıza yeni ve çözümleyici bakış açıları getirecek, ne olduğumuzu, neyi nereye kadar yapabileceğimizi, kimden neleri isteyebileceğimizi yeniden bizlere hatırlatacak ve bizleri yeniden harekete geçirecektir. Bizler kul olarak üzerimize düşeni yapmalı, gereken gayreti göstermeli, sebepler âleminde yapılacakları yaptıktan sonra ellerimizi açıp O’na yalvarmalı, halimizi O’na arz etmeliyiz. Çünkü O şöyle buyuruyor: “Bizim uğrumuzda gayret gösterenleri Biz yollarımıza iletiriz.” 3856
Belki dayatılan eğitim anlayışı ve hayat tarzının etkisiyle, belki de içinde yaşadığımız şartların baskıcı karakteri sebebiyle müslümanlar olarak bazılarımız da çoğu kez rasyonalist bir anlayışla meselelere yaklaşabiliyor. Sorunları tanımlarken ve çözmeye çalışırken gözetilmesi gereken hususları gözardı edebiliyor. Çoğunlukla, yapılan şey, amellerin/eylemlerin neticesini hemen almak ve somut bir şekilde görmek arzusu. Çoğu kez, bir işin sadece maddî boyutu yerine getirerek -ki bunun da yeterli yapıldığı şüphe götürür- sonuca gitmeye çalışılıyor. Oysa bütün yapılanlardan sonra Allah’a yalvarmak ve yapılan ameli kabul edip tesirini halk etmesi için O’na niyazda bulunmak da gerekmektedir. Kendisinden “sabır ve salâtla yardım talep etmemizi” bizzat Allah öğütlüyor.3857 Yani, hem sabır ve direnme olacak, hem de duâ ile yardım talep edilecek.
“Duâlarımız kabul edilmiyor herhalde” diyerek karamsarlığa saplanmak da yanlıştır. İçinde bulunduğumuz şartların zorluğu ve zâlimlerin zulmü, bizi
3853] Tirmizî, hadis no: 3247; Ebû Dâvud, Kitabu'd-Duâ, hadis no: 1479
3854] Tirmizî, Deavât 1
3855] 51/Zâriyât, 56
3856] 29/Ankebût, 69
3857] 2/Bakara, 153
DUÂ
- 931 -
kesinlikle yıldırmamalı ve hiçbir zaman bizi duâdan alıkoymamalıdır. Allah, kendi ifadesiyle duâ edenin dileğine karşılık vereceğini söylüyor. Allah’ın güzel isimleri arasında “Mücîb” i de zikreden Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir günah yahut sıla-i rahmi kesme gibi bir ma’siyet olmadıkça kulun Allah’a yapmış olduğu duânın karşılığında Allah ona ya istediğini verir, ya eşdeğerde bir belâyı ondan uzaklaştırır, ya da onun için âhirette daha iyisini hazırlar.” 3858
Duâ, Ruhun Gıdası ve İlâcıdır
Duâ; keyfiyetine, şiddetine ve güçlü söylenişine bağlı olarak ruh ve cismimizi etkiler. Duâ eden çehrelerde önceleri var olan vurdumduymazlık, eksiklik, kıskançlık ve kötülük duyguları; yerlerini iyiliğe, başkalarına yardım etmeye, hayırlarını istemeye terk eder. Duâ ortamında insan, kendini olduğu gibi görür. Hırsını, hatalarını, yanlış düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâkî görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır.
Gerek ihtiyaçlar ve hatalar sebebiyle Allah’a başvurmak, gerekse nimetleri sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurduğu gibi, ahlâkî arınmaya ve yücelmeye de yol açmakta, gelişim safhalarındaki takılma ve sapmaların önlenmesinde ve şahsiyetin tamamlanmasında yapıcı bir fonksiyon icra etmektedir. Duânın en güzel faydalarından biri de Allah inancının kalplerde kökleşmesini sağlamasıdır. Duâ bir yükseliştir. Her duâ ruhtan bir filizin yeşermesi, boy sürmesidir. Duâ, fânî maddeden mânâ sonsuzluğuna doğru bir sıçrayıştır. Duâ, hesaplaşma ile birlikte ruhun nur denizlerinde yıkanmasıdır; temizlenmesi ve güçlenmesidir. Duâ, bir yeniden doğuştur. Duâ, sessiz inilti, gürültüsüz feryattır. Duâ, en mânâlı sessizliktir. 3859
İnsanın ilâh edindiği varlıkta aradığı vasıflardan biri de, onunla bir münâcaat gerçekleştirebilmektir. İnsanın, en mahrem bir şekilde kendisini açacağı varlık, Allah’tır. Hiç kimseye söyleyemediğini O’na söyler. Ancak gaye, sadece “açılmak”tan ibâret tek taraflı bir konuşma sürdürmek değil; karşıdakinden cevaplar, mutmainlikler, feyizler de alabilmektir. Böylece sıbğa (fıtrat, boya)sının özlemini gideren, ebedîlik karışık bir sohbete, fâni dünyada nâil olmaktır. Allah, O’dur ki, insanın diliyle yaptığı duâları işitir. Diliyle yapmasa bile, haliyle ifade ettiğini bilir. Hatta kalbinin en derin köşelerinde yatan arzularına da muttalî olur ve bütün bunların gereğini yerine getirebilir.
Allah, kulunun duâ etmesini ister; bunu yapmazsa kendisine değer vermeyeceğini bildirir.3860 Kendisini unutmuş, yabancı ellere düşmüş olanların hidâyete ermeleri için, “yalvarsınlar diye” musibetler gönderir.3861 “Beni çağırın, Bana duâ ederek Benden isteyin, duânıza icâbet edeyim.” der.3862 “İçten yalvararak, gizli gizli Rabbinize niyaz edin, O duâda aşırı gidenleri sevmez.”3863 Hikmeti gerektirirse, kulunun faydasına göre istenileni verir. 3864
3858] Tirmizî; Rudani, hadis no: 9223
3859] Hasan Eker, Duâ Bilinci, Denge Y. s. 13-15
3860] 25/Furkan, 77
3861] 7/A'râf, 64
3862] 40/Mü'min, 60
3863] 7/A'râf, 55
3864] 2/Bakara, 216; 6/En'âm, 41; 17/İsrâ, 11
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, makbul kulların duâ etmeleri üzerine Allah’ın, onların dileklerini gerçekleştirmiş olmasının örnekleriyle doludur. Hz. İbrahim’in Mekke hakkındaki duâsı;3865 yaşı geçkin olduğu halde ona oğul vermesi;3866 Hz. Zekeriya’nın böyle bir dileğini yerine getirmesi;3867 Hz. Mûsâ’nın Firavun aleyhindeki duâsı;3868 Hz. Eyyub’un duâsı;3869 Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve mü’minlerin duâları3870 vb. Allah’ın çaresiz kalana icâbet ettiğini insanlar, hatta müşrikler bildikleri için, mecbur kalınca O’na yalvarırlar.
Kur’an, insanlardaki bu özelliği, çarpıcı tablolarla sergilemektedir. Dehşetlerin kendisini kuşattığı anda kalbine ve aklına bulaşmış olan pisliklerden insan sıyrılır ve Allah’ın kendisi üzerine yarattığı fıtratı, asâletiyle ortaya çıkar. Öyle anlarda insan; sığınağının, koruyucusunun yalnız Allah olduğunu, muhâkemesiz olarak şimşek hızıyla çakan bir sezgiyle farkeder, âdeta bir refleksle O’na yalvarır. Etkisine mâruz kaldığı şokun âni tesiriyle bir bellek kaybına uğramışçasına, koştuğu bütün ortakları unutmuştur. Fakat unutkan ve nankör insan, felâketi atlatınca “daha önce sızlanan, yakaran kendisi değilmiş gibi”3871 döner, bu kere de Allah’ı unutur.
Sıkıntıların parlattığı fıtrat, hevâ ve hevesin zulüm ve taşkınlıklarıyla yeniden kirlenir. Ancak, Allah’a verdikleri ahde sâdık kalan mü’minler değişmezler. Kur’an’ın birçok âyeti, anlattığımız özellikleri tasvir eder.3872
“Bir fırtına çıkıp onları her taraftan dalgaların sardığı, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise, Allah’ın dinine sarılarak, ‘Bizi bu tehlikeden kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden oluruz.’ diye gönülden O’na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Dünya hayatı boyunca yaptığınız taşkınlık, sadece kendi aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size gösteririz.”3873 Bâtıl ve uydurma tanrılar, tapanların kendilerinden beklediği en önemli özelliklerden olan icâbetten (duâyı kabul ederek, dileği yerine getirmekten) de mahrumdurlar. “Kendisine kıyâmet gününe kadar icâbet etmeyecek, Allah’tan başka şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Çünkü yalvardıkları şeyler, yalvarışlarından habersizdirler.” 3874
Niçin Duâ Ederiz?
İnsan kendini müstağnî görmeye, yani kendini kendine yeterli görmeye başladığı zaman, Allah’tan uzaklaşmaya başlamış demektir. Çünkü duâ insanın kendi kendine yetmediğinin göstergesidir. “Gerçek şu ki, insan kendini müstağnî (kendine yeterli) görünce azar, tâğutlaşır.” 3875
İnsanın kendi kendine yeterli olmadığı, her an başka bir şeye muhtaç olduğu
3865] 14/İbrâhim, 35-41
3866] 37/Saffât, 100-101
3867] 19/Meryem, 2-6
3868] 10/Yûnus, 88
3869] 38/Sâd, 41
3870] 17/İsrâ, 80; 8/Enfâl, 8, 9
3871] 10/Yûnus, 12
3872] 6/En'âm, 40-41, 63, 64; 10/Yûnus, 12, 21, 22, 23; 17/İsrâ, 67; 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32
3873] 10/Yûnus, 22-23
3874] 46/Ahkaf, 5; Suad Yıldırım, Kur'an'da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 319-320
3875] 96/Alak, 6-7
DUÂ
- 933 -
apaçık bir gerçektir. Müstağnîlik duygusu, sadece psikolojik ve nefsî bir duygudur. Yoksa, gerçekte insan müstağnî bir varlık değildir. Meselâ; insan biraz para ve varlık sahibi olduğu zaman, bir an paranın sarhoşu olarak tıpkı Karun gibi “Bunu ben bilgimle kazandım”3876 veya daha avamî bir ifade ile “ben bu malı kafamı çalıştırarak kazandım” der. Bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu unutur. İşte bu Karun mantığıdır. Fakat aynı insana bir müddet sonra bakarsınız iflâs etmiş, her şeyini kaybetmiş ve dün kapısında çalıştırdığı insanlara muhtaç hale gelmiş olabilir. İşte bu duruma gelmiş insana şunu söylemek lâzım: “Bu malı mâdem kafanı çalıştırarak sen kazanmıştın, o günlerde kendini bir şey zannediyordun, Allah’ın razzâk olduğunu unutmuştun. Haydi, tekrar kafanı çalıştır da o kaybettiğin malı tekrar getir, şimdi kafan çalışmıyor mu?
Görüldüğü gibi, insanın müstağnîliği, sadece şımarıklıktan kaynaklanıyor. O sürekli yaratıcısına muhtaç olan, O’nsuz yapamayan ve O’nsuz bir değeri olmayan bir varlıktır. Allah’ı kendi varlığının dışına taşırmaya çalışan insan, Allah’ın karşısında bir “hiç”tir; bir “şey” değildir. “De ki: Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?”3877 Gerçek böyle olduğu halde, yani insan istese de istemese de zorunlu olarak Allah’a muhtaç olmakla beraber amaç; bu “muhtaç”lığı bilinçli olarak fark edip yaşamak, şuur haline dönüştürmektir. İnsan kendini Allah karşısında ne kadar muhtaç hissederse Allah’a o kadar yakın olur. Alexis Carrel: “Duâyı açıklamak zorundayım. Duâ yoksulluk ve aşktır” derken herhalde bunu kasdetmiş olmalı.
Demek ki insan, duâsız bir hayatın Allah katında değeri olamayacağından hareketle kendine değer katmak, varlığını anlamlı kılmak ve Allah katında bir “hiç” yerine, bir “şey” olmak için duâ etmeli. Yoksa bizim duâmızla Allah’ın değeri artmaz; sadece bizim değerimiz artar. Çünkü O’nun değerli oluşu kendi zatındandır. Değerli olması bir başka şeye bağlı değildir.
İnsan, duâsıyla değerlidir. İnsan Allah ile tanışık olmanın, dost olmanın ve O’na kul olmanın şerefi için duâ etmeli, duâ ile iç içe olmalıdır. Yoksa insan, Allah ile arasındaki ilişkiyi tamamen koparıp atsa geriye kıymetli hiçbir şey kalmayacaktır. İnsan, Allah ile beraber ancak bir değer ifade eder ve insan Allah’a yakın olduğu derecede insandır.
İşte bu nedenle de; duâyı asıl geldiğimiz yer ile bizim aramızda doğal bir bağlantı aracı olarak algılamak ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi bir faâliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyişle, duâyı ruh ve cismimizin doğal bir pratiği, bir faâliyeti gözüyle bakmalıyız.
Sosyal hayatımızda emir, tavsiye ve ricalarını pek yerine getirmediğimiz, bu konuda önem vermediğimiz bir kimseye günün birinde işimiz düşse, kendisine gidip işimizi halletmesini rica etsek, o bize şöyle demez mi? “Hangi yüzle geldin? Sen benim dediklerimi yerine getirdin mi ki, ben de seninkileri yerine getireyim?”
“Ey İman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder. Ayaklarınızı sâbit tutar.”3878 Allah’a yardım etmek, O’nun dini konusunda isteklerini yerine getirmektir. Biz Allah’ın dinini yaşar ve hayatımızı O’na göre tanzim edersek,
3876] 28/Kasas, 78
3877] 25/Furkan, 77
3878] 47/Muhammed, 7
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm yolunda çalışırsak Allah da bizi gözetir. Allah’ın helâllerini helâl, haramlarını da haram kabul etmez ve yaşamımızı rast gele sürdürürsek, duâlarımızı hangi yüzle yapacağız? Bu, hiç samimiyetle bağdaşır mı?
Dünya hayatında, günü geldiği halde borcumuzu ödemediğimiz bir şahsın kapısının önünden geçmeyiz. Hatta onun evine, dükkânına yakın yerlerde dahi dolaşmayız, kaçınırız, belki karşımıza çıkar diye. Kulluk borcumuzu ödemediğimiz ve isteklerini yerine getirmediğimiz bir zâtın mülkünde dolaşırken de benzer duygular içinde mahcûbiyet duymalı ve duâ edip bazı isteklerde bulunmak için O’nunla aramızı devamlı sıcak tutmalıyız.
Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “... İnsan Allah yolunda uzun seferlere katlanır. Saçları birbirine karışmış, yüzü gözü toza bulanmış ‘Ya Rab! Ya Rab!’ diyerek ellerini gökyüzüne açar. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Haram ile beslenmiş. Böylesinin duâsı nereden kabul edilecek?”3879 Yine çoğu zaman yaptığımız gibi, sadece sıkışık anlarımızda ve çaresiz kaldığımızda el açıp ‘yâ Rabbi!..’ diyoruz. Diğer zamanlarda Allah’a ihtiyacımız yok zannediyoruz. Hâlbuki insanın Allah’a muhtaç olmadığı bir saniyesi bile yoktur. Nedense insan sanki sadece darda kaldığı anlarda Allah’a muhtaç olduğunu zannederek duâ eder. Oysa o her an muhtaç olduğunun şuurunda olmalıdır. İşte bu noktada şuuru yakalamış olmak, hayatın rahat zamanlarında da duâ etmeyi gerekli kılar. Zaten duânın aynı zamanda bir ibâdet ve kulluk olduğunu söylemiştik. Kulluk ise süreklidir. O halde duâ sadece dar zamanların eylemi değildir. “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”3880 Rahat olduğumuz zamanlarda yapacağımız duâlar darda kaldığımız zaman yapacağımız duâların kabul edilmesini kolaylaştırır. “Kim zor ve sıkıntılı zamanlarında duâlarının kabul edilmesini istiyorsa, rahat zamanlarında çok duâ yapsın.”3881 “Genişlik zamanında duâ etmek kadar Allah’a hoş gelen bir şey yoktur.” 3882
Sosyal hayatımızda normal zamanlarda hiç arayıp sormadığımız bir dostumuza işimiz düşse ve yanına gidip halini hatırını sorduktan sonra niçin geldiğimizi söylesek, o bize, “işin düştü de geldin, şâyet işin olmasaydı gelip sormayacaktın” demez mi? Biz sıkışmadıkça Allah’a el açıp duâ etmesek veya Allah’ı hatırlamasak Allah bize aynı şeyleri söylemez mi? Kulum, işin düştüğü için beni hatırlıyorsun değil mi? Yoksa hiç hatırlamayacaktın.” “İnsana bir darlık gelince yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarır. Biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü Bize hiç yalvarmamış gibi geçip gider. İşte böyle haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi.”3883; “İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve kendine yönelir. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.”3884; “İnsanın başına bir sıkıntı gelince Bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nimet verdiğimiz zaman ‘bu bana bilgimden dolayı verilmiştir’ der. Hayır, o bir imtihandır. Fakat çokları bilmez.” 3885
Evet, biz bu şekildeki çelişkilerimizin ve nankörlüklerimizin farkına varır ve
3879] Sahih-i Müslim
3880] 15/Hicr, 99
3881] Tirmizî, Deavât, hadis no: 3382
3882] Tirmizî
3883] 10/Yûnus, 12
3884] 41/Fussılet, 51
3885] 39/Zümer, 49
DUÂ
- 935 -
hayatımızdan gidermeye çalışırsak Allah ile ilişkilerimiz daha sağlıklı olur. Duâ etmeye yüzümüz olur ve Rabbimiz karşısında ikiyüzlü olmaktan kurtulmuş oluruz. Gerçi Rabbimiz sırf merhamet ve şefkatinden dolayı bizi böyle de kabul ediyor. Böyle yaparsanız duâ etmeyin demiyor. Ama böyle davranmak Rabbimize yakıştığı halde -çünkü O en büyüktür ve affetmek büyüğün şânındandır- ikiyüzlü ve nankör davranmak bize hiç yakışmıyor. “Kullarım sana, Beni sorduğu vakit, de ki: Ben yakınım. Bana duâ edenin duâsını, Bana duâ ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar. Umulur ki doğru yolu bulurlar.”3886; “Rabbiniz buyurdu ki; ‘Bana duâ edin, sizin için (duânızı) kabul edeyim. Şüphesiz Bana ibâdet (duâ) etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” 3887
Duânın Önemi
Her konuda Rabbine muhtaç, aciz ve güçsüz olan kula düşen görev, güçsüzlüğünü bilerek Rabbine duâ etmesi, Rabbe yakışan da kulunun içten yaptığı duâyı dilerse kabul etmesidir.
Mü’minlerin Allah’a duâ etmelerini emreden bizzat Rabbimizdir. Kur’an şöyle diyor: “Rabbiniz dedi ki: ‘Bana duâ edin, size icabet edeyim (karşılığını vereyim). Doğrusu Bana ibâdet etmekten büyüklenenler (müstekbirler) boyun bükmüş olarak Cehenneme gireceklerdir.” 3888
Bazı insanlar kendilerini Allah’tan müstağni görürler, Allah’a muhtaç olmadıklarını düşünürler. Onlar, kendilerini güçlü sanan kibirli kimselerdir (müstekbirlerdir). Böyle kimseler Allah’a duâ etmeyi lüzumsuz sayarlar, buna ihtiyaçları olmadığını sanırlar. Âyette, duâ ile ibâdet kavramlarının beraber anılması da önemlidir. Buna göre duâ, ibâdetin bir parçasıdır ve birbirlerini bütünlerler.
Rabbimiz (c.c.) kullarına yakın olduğunu, duâ edenlerin duâlarına karşılık vereceğini, insanların O’nun çağrısına uymaları gerektiğini haber veriyor.3889
Kur’an’ın birçok âyetinde Peygamberimize sorulan sorulara ‘söyle ki, de ki’ sözüyle başlayan cevaplar verilmektedir. Ancak bu âyette, ‘kullarım sana Benden sorarlarsa Ben onlara yakınım’ buyurmaktadır. Diğer âyetlerde olduğu gibi ‘de ki’ sözü kullanılmamıştır. Buradaki yakınlık ‘duâ’ ile açıklanmıştır ki, bu duâ’nın arada bir aracı olmaksızın ‘Allah’a yapılması gerektiğine bir işarettir. Kul, normal zamanlarda bir takım araçlara ihtiyaç duysa bile duâ zamanı Allah ile kul arasında hiç bir aracı yoktur. Tıpkı ibâdette olduğu gibi.
Allah (c.c.) kendisine ibâdet ve duâ eden kullarına yakındır. Bu yakınlık elbette mecâzî olup, Allah’ın kulun ibâdet ve duâsına önem verdiğini, bunları boşa çıkarmayacağını, duâ ve ibâdette bulunan kulun derecesinin yüksekliğini ifade eder. Allah (c.c.), duâ eden, kendisinden isteyen, kendisine başvuran, acizliğini, yetmezliğini idrak eden, bağışlanma dileyen kulunu sevmektedir. Çünkü duâ etmek, bir anlamda Rabbe itaat ve boyun eğmektir, O’nun yüceliğine iman etmektir, O’nun her şeye gücünün yettiğini itiraf etmektir.
3886] 2/Bakara, 186
3887] 40/Mü'min, 60
3888] 40/Mü’min, 60
3889] 2/Bakara, 186
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kulun bu şekilde davranması iman ve teslimiyettir. Duâ etmeyen kullarına karşı Allah’ın sitemi şöyledir: “De ki: ‘Sizin duânız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı) kaçınılmaz olacaktır.” 3890
Hak dini yalanlayan kimseler duâ etmekten de kaçınırlar. Çünkü öyleleri yakaracak, çağıracak başka ilâhlar bulurlar. Hallerini onlara arzederler, yalancı ilâhların onların imdadına koşmalarını beklerler. İman edip te Allah’a yakaran kulların dereceleri ise Allah’ın dilediği yere kadar yükselir.
Duâ eden kulun kalbi Allah’tan başka bir şeyle meşgul olursa, duâsı amacına ulaşmaz. Nefsin istekleri, Allah’ın dışındaki sevgiler ve amaçlar, duâyı hedefinden uzaklaştırır. Duâ’nın ihlâs, samimiyet, alçak gönüllü bir halde olması gerekir. Kişi, kendi arzularına esir olduğu müddetçe Allah’a bu anlamda yaklaşamaz, arzular sürekli engel olurlar. Kur’an şöyle emrediyor: “Rabbinize yalvara yalvara ve içten duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez. Düzene konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkarmayın; O’na korkarak ve umut taşıyarak duâ edin. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.” 3891
Bu şekilde yapılan bir duâ Allah’a yakınlık aracıdır ve ibâdetlerin en üstünüdür. Peygamberimiz (s.a.s.) ‘duâ ibâdetin iliğidir (özüdür)’ buyurmuştur.3892 Yine Peygamberimiz (s.a.s.) ‘Duâ ibâdetin kendisidir’ diyerek 40/Mü’min sûresinin 60. âyetini okudu.3893
İslâm’da duâ’nın önemine ve ibâdet olarak faziletine ait sayısız hadis vardır. Bu hadislerde duâ etmenin önemi, ne zaman nasıl ve hangi yöntemlerle duâ edileceği, kimlerin duâsının kabul olunacağı, hangi kelimelerle duâ etmenin daha iyi olacağı, duâ’nın kulun hayatına getireceği şuuru, rahatlığı, duâ ile Allah’ın yapacağı bağışları bulabiliriz. 3894
Duâ mü’minler için ibâdettir. Allah’ı Rabb bilip O’nun önünde secdeye kapananlar, ihtiyaçlarını Allah’a bildirirler ve O’ndan yardım dilerler. 3895
Duâ etmeyi önemsemeyenler, ibâdeti önemsemeyenlerdir. Bu gibi kimselerin müstekbir oldukları yukarıda geçmişti. Ancak kibirliler, yani kendilerini üstün makamda görenler, Allah’tan bir şey istemeye tenezzül etmezler. Böyle bir anlayış şüphesiz ki sapıklığın ve azgınlığın ta kendisidir.
Esasen insan güçsüz olduğu için başkasının yardımına muhtaçtır. Sıkıştığı zaman birilerinden yardım ister. Ancak insanın öyle ihtiyaçları olur ki, başkalarının onu karşılaması mümkün değildir. İşte böyle bir noktada Allah’a inanmayan inkârcılar ve O’na ortak koşan müşrikler bile ortak koştukları tanrılarını bir tarafa atar ve Âlemlerin Rabbi Allah’tan yardım isterler: “İnsana bir zarar dokundu mu, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize duâ eder. Zararı üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarar için Bize duâ etmemiş gibi döner gider.” 3896
3890] 25/Furkan, 77
3891] 7/A’râf, 55-56
3892] Tirmizí, Deavât 1, Hadis no: 3371
3893] Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 1479; İbn Mace, Duâ 1, Hadis no: 3828; Ahmed bin Hanbel, Müsned: 4/267, 271, 276; Tirmizí, Tefsir 42, Hadis no: 3247
3894] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 151-153
3895] 1/Fâtiha, 5
3896] 10/Yunus, 12; 39/Zümer, 49
DUÂ
- 937 -
İlk insandan günümüze kadar bütün insanların hayatında ibâdet ve duâ olayı gündemdedir. Din ve ibâdet konularında geçtiği gibi, insan hak veya batıl mutlaka bir dine inanır. Allah’a inananlar Allah’ın, Allah’ı unutanlar ise ilâh diye inandığı bir şeyin önünde ibâdet eder, ona sığınır, ondan yardım ister, ya da ondan korkar. Duâ etmek te bu tapınmanın bir parçasıdır. İster müslüman olsun, ister gayri müslim olsun; kimileri rahata kavuşunca, kendini güçlü hissedince duâ etmekten kaçınır. Bu gibilerin hayatında duâ’nın yer almaması işin aslını değiştirmez. Onlar da dara düşünce sığınılacak ve yardım istenecek bir melce (kucak) ararlar.
İslâm’a göre ise duânın ibâdet olarak apayrı bir yeri vardır. İslâm’a göre duâ, bir psikolojik rahatlama aracı değildir. Hele hele bazılarının zannettiği gibi, işleri görünmeyen bir ilâh’a havele etmek hiç değildir. Duâ, bir korkunun, bir endişenin, bir ürpertinin sonucunda bir sığınma, o ürpertiden kurtuluş arzusu da sayılamaz. Eski dinlerde olduğu gibi kızgınlığından ve kötülüğünden kurtulmak üzere ilâhlara el açmak da değildir.
Duâ bir iman, bir aksiyon, bir çaba ve uyanıştır. Allah’ı ve O’na ait hâkimiyeti, ilâhlığı tanıma, itiraf etmedir. Hayatın amacını idrâk etme, yaşayışı programa koyma, ilerisi için hazırlık yapma, Din için çalışmaya (cihada) azmetme, toparlanma ve eksikliklerini gidermedir.
Duâ, Allah’ın makamından sürekli bir istemedir. Bu isteme mü’min için itikat, bir şiar (müslüman olmanın işareti), bir hayat hedefidir. Mü’min özlediği İslâmí hayata duâ ederek kapı açmaya çalışır. O, Allah’ın bitmez-tükenmez hazinelerini, iyi bir mü’min olma uğruna ister, onların yeryüzüne inmesini niyaz eder.
Duâ mü’min için, yüce idealleri, dünya ve içindekilerden daha değerli şeyleri bulabilmenin, onlara ulaşmak için çaba göstermenin aracıdır. İnsanların yaşaması için araç kılınan ‘dünya ve ondan bir şeye sahip olmak’ tekamül (ileriye gitme) değildir. İnsan için tekâmül, bunun da ötesinde yüce hedeflerdir.
Duâ, mü’mini ayrılığın yalnızlığından, yalnızlığın sıkıntısından kurtarır. Duâ, mü’minin, muhabbetinin, saygısının ve teslimiyetinin eyleme dönüşmüş şeklidir.
Mü’min, duâ etmeden önce duâya hazırlanır. Yani o önce fiilí duâda bulunur. İbadetini noksansız yapmaya çalışır. Varacağı hedef için gerekli çalışmaları yapar. Tehlikelere karşı yeteri kadar tedbir alır. Emredileni yapar, yasaklanandan kaçar. Bundan sonra da amelin kabulü için duâ eder, gücünü aşan konularda Allah’tan yardım diler, eksikliğinin tamamlanması, hatasının affi için Allah’a sığınır, tevbe eder. Allah’a bağlılığını ve sevgisini duâ ile ortaya koyar.
Duâya hazır olma noktasında Peygamberimizin tavrı örnektir. O, her konuda yılmadan, usanmadan, kınayanların kınamasından korkmadan ısrarlı bir şekilde çalıştı, mücadele için lazım olan şartları yerine getirdi. Hatta ayakları şişinceye kadar ibâdete gece gündüz devam etti. Rabbinin rızası dışında hiç bir iş yapmamaya özen gösterdi. Peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirdi ve sonra da ellerini açıp her an, belki günde yetmiş defa Rabbine duâ etti. Duâ ile Rabbine halini arzetti.
Mü’min, her konuda üzerine düşen görevi yaptıktan sonra duâya da başvuracaktır. Kısaca, duâ etmeye yüzü olacaktır. Hiçbir şey yapmadan,
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışmadan, tehliklere karşı tedbir almadan, toplumun ve nefsin ıslahı için bir şey yapmadan, günahlardan korunmadan; ‘Rabbim, şunu yap, bunu hallediver, istersen affet, düşmanı kahret, ortalığı düzelt, ihtiyaçlarımızı gider’ demek duâ değildir. Böyle yapmanın duânın ihlâsıyla bir ilgisi yoktur. 3897
Duânın Amacı
Müslümanın duâsında kısaca üç önemli amaç olabilir:
1- Günahlarının affını isteme. Mü’min, elinden geldiği kadar günahlardan kaçınır. Ancak yine de hatalı olduğunu düşünerek sürekli affını ister, çaresizliğinden dolayı Allah‘tan merhamet talebinde bulunur.
2- Ümit ve arzu. Mü’min, hakkıyla ibâdet edebilme hidâyette olabilme ve Allah’ın yardımına ulaşabilme arzusunda olur.
3- Allah’tan yardım, izzet lütuf, rahmet, başarı isteklerinde bulunur. Bütün bu istekleri de gerekli çabayı gösterdikten sonra ortaya koyar. Mü’min, emirleri yerine getirir, yasaklardan kaçar, kulluğunu en samimi bir şekilde yapmaya çalışır. Sonra da yukarıda sayılan şeyleri Rabbinden ister. Mağfirete ulaşmayı, cezadan ve gazaptan kurtulmayı, Allah’ın rızasını hak etmeyi arzu eder.
Duânın belli bir zamanı yoktur. Ancak hadislerde geçtiği gibi, gecenin son üçte birinde, farz namazların sonunda, savaş esnasında, ezan ile kaamet arasında, yağmur yağarken, secdede iken, seher vakitlerinde3898, Cuma saatinde, oruçlu orucunu açtığı zamanda, Kurban bayramı arefesinde, Kadir gecesinde yapılacak duâlar daha makbûldür ve kabul edilme ihtimalleri daha fazladır.
Kur’an’daki duâ âyetleriyle, Peygamberimizin duâlarıyla, ya da büyüklerden bize ulaşan (me’sur) duâlarla duâ etmek mümkün olduğu gibi, kendi dilimizle, içimizden geldiği gibi duâ etmemiz de mümkündür. Kendi halimizi ve isteklerimizi en iyi yine kendimiz dile getirebiliriz. Duâ dilinin Arapça olması da şart değildir.
Allah’ın güzel isimleriyle (esmâu’l hüsna) ile duâ etmek Kur’an’ın emridir.3899
Bazı kimselerin duâları peşinen kabul edilir. Bunlar mazlumlar, misafirler ve çocuğuna duâ eden babalardır.3900
Aslında mü’minlerin ihlâsla yapacakları bütün duâlar kabul edilir. Mü’min böyle duâların karşılığının nasıl verildiğini bilemez ama Kur’an duâ edenlere Allah’ın karşılık vereceğini müjdeliyor.3901
Duâ hakkında Alexis Carrel’ın dediğini hatırlatalım: ‘Duâ yoksulluk ve bağlılıktır.’ Buna bilgi, hikmet, teslimiyet ve cehd’i de biz ilâve edebiliriz. 3902
Duânın ana hedefi, insanın halini Allah’a arzetmesi ve O’na niyazda
3897] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 153-155
3898] 2/Âl-i İmran, 17
3899] 7/A’râf, 180
3900] Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1536; İbn Mâce, Duâ 11, Hadis no: 3862; Tirmizî, Birr 7, Hadis no: 1905
3901] 40/Mü’min, 60
3902] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 155
DUÂ
- 939 -
bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü’min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama, duâ edilmeye tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir. Değilse bu vasıflara sahip olmayan bir varlığa duâ etmenin bir anlamı olmaz.
“Sana fayda da zarar da veremeyecek Allah’tan başkasına duâ etme/yalvarma. Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun.” 3903
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Sizin Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âciz!” 3904
Cenâb-ı Allah, mü’min kullarına namaz kılmayı emrederek en az günde 40 defa Fâtiha sûresini okutmak sûretiyle “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.”3905 âyetini tekrar ettiriyor. Hiç şüphesiz herhangi bir şeyi sırf nakarat olsun diye Rabbimiz bizlere tekrar ettirmez. Ama bunu tekrar ettiriyorsa, mutlaka çok önemli olduğundan dolayıdır. Bu âyetin önemi nereden kaynaklanıyor? Hemen belirtelim ki, bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah’a yapılmasını ve yardımın sadece Allah’tan talep edilmesini istemesinden ve emretmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yardımın sadece Allah’tan olabileceğine dair birçok âyet vardır.
“Yardım ancak güçlü ve hakîm olan Allah katındandır.” 3906
“Allah’tan başka dost ve yardımcınız yoktur.” 3907
“Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.” 3908
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan ve pek merhamet edendir.” 3909
İbn Abbas’dan (r.a.): O der ki, bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde idim. Buyurdu ki; “Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah’ı (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah’tan iste, yardım dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler, Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kâlemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar da
3903] 10/Yûnus, 106
3904] 22/Hacc, 73
3905] 1/Fâtiha, 5
3906] 3/Âl-i İmrân, 126
3907] 9/Tevbe, 116
3908] 4/Nisâ, 45
3909] 10/Yûnus, 107; Bu konuda ayrıca bk. 8/Enfâl, 10; 42/Şûrâ, 31; 29/Ankebût, 22; 2/Bakara, 107
- 940 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur.” 3910
Görüldüğü gibi, yardımın sadece Allah’tan olabileceğine ve sadece O’na duâ edip yardım isteneceğine dair apaçık nasslar olduğu halde, günümüzde birtakım kimselerin darda kaldıkları bazı anlarda “meded ya filân baba, meded ya şeyh” gibi tabirlerle Allah’tan başkasından yardım istediklerini müşâhede etmekteyiz. Hatta bazen de “himmet et ya filân” demek sûretiyle Allah’tan başkasına yönelmektedirler. (Himmet: Azim, gayret, enerji, istek, arzu, meyil, kalbin bütün kuvveti ile herhangi bir varlığa yönelmek, meyletmek demektir) Bu şekilde yöneldikleri varlıklar ister hayatta olsun, isterse vefat etmiş olsun fark etmez. Böyle davranışlar tevhide aykırıdır, şirktir.
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bile darda kaldıkları anlarda dini sadece Allah’a has kılarak, bütün şirk koştukları şeyleri unutarak sadece o an Allah’a yalvardıkları zikrediliyor: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen şirk koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.” 3911; “İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca içlerinden birtakımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine şirk koşarlar. Zevklenin bakalım, yakında göreceksiniz.” 3912
Bu âyetlerde de belirtildiği gibi, insanın darda kaldığında o an her şeyi unutarak sadece Allah’a yalvarması fıtratın kanunu olup, yardımın sadece Allah’tan olduğu ve Allah’tan isteneceğini gösteren mûcizevî fıtrî delillerden biridir. Âyetlerde Allah, insanları kurtardıktan sonra onların şirk koşmaya başladıklarını ifade ediyor. Tabii bu nankörlük (küfür)dür. Çünkü gerçekte insanları kurtaran Allah olduğu halde onlar kurtulduktan sonra bunu Allah’tan başkasına bağlıyorlar. Mesela, “o anda filan olmasaydı ben şimdi hayatta değildim” veya “o an şeyhim himmet etmeseydi perişan olmuştum.” diyerek Allah’ı unutuyorlar.
“Hak duâ, ancak Allah’a yapılır. O’ndan başka duâ ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duâsı böylece boşa gitmiştir.”3913
“Allah’ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır.” 3914
“Allah’ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.” 3915
“De ki: Allah’ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. O’nun rahmetini umarlar ve
3910] Tirmizî
3911] 29/Ankebût, 65-66
3912] 30/Rûm, 33-34
3913] 13/Ra'd, 14
3914] 16/Nahl, 20
3915] 7/A'râf, 194
DUÂ
- 941 -
azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı sakınmaya değer.” 3916
Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde Felak ve Nâs sûrelerini indirerek bizlerin, yaratıkların birtakım şerlerinden nasıl ve kime sığınacağımızı açık bir şekilde beyan etmiştir. 3917
Bir insanın Allah’a iman ettiğini gösteren önemli alametlerden bir tanesi de duâdır. Duâ eden insan, kendisinin aciz ve zayıf bir kul olduğunu, istediklerini kendi başına yerine getiremeyeceğini ve bunları ancak kendisine Allah’ın verebileceğini kabul etmiş olur. Duâ, Allah’a kul olmanın en saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kur’an’da da mü’minlerin temel vasıflarından birinin “sabah akşam sabrederek Allah’a duâ etmek” olduğu şöyle haber verilir: “Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi “istek ve tutkularına (hevâsına)” uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” 3918
Ancak duânın ne demek olduğunu ve nasıl yapıldığını iyi bilmek gerekir. Çünkü Kur’an dışı kaynaklardan (örneğin, geleneklerden, anne-babadan, çevreden) öğrenilen duâ anlayışı, çoğu kez Kur’an’da tarif edilen gerçek duâ kavramına uymamaktadır. Bu nedenle Kur’an’da bu konuda verilen bakış açısını ve ruh halini iyi kavramak gerekmektedir.
Duânın gerçekten istenerek ve Allah’a karşı insanın acizliğinin ve fakirliğinin kavranarak yapılması gerekir. Bu durumda yapılacak bir duâ, Kur’an’da tarif edilen “için için ve yalvara yalvara” tanımına uygun olacaktır. Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Rabbinize yalvara yalvara ve için için duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.” 3919
Kur’an’da mü’minlerin duâları anlatılırken gizli bir şekilde ve son derece samimi bir ruh haliyle duâ ettikleri haber verilir. Hz. Zekeriya bu konuda örnek verilen peygamberlerden biridir: “(Bu) Rabbinin, kulu Zekeriya’ya rahmetinin zikridir. Hani o, Rabbine gizlice seslendiği zaman; demişti ki: “Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben sana duâ etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır (kadın)dır. Artık bana Kendi katından bir yardımcı armağan et.”3920 Bir başka âyette ise duânın “umut ve korku” dolu yapılması gerektiği haber verilir: “Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler...” 3921
Mü’min, hem Allah’a karşı içli, saygı dolu bir korku duyacak, hem de O’nun rahmetini ve nimetini ümit edecektir. Allah, samimi bir biçimde, Kendi rızâsı aranarak yapılan bir duâyı kabul eder. Kur’an’da, bu konuda bildirilen âyetler şöyledir: “Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma
3916] 17/İsrâ, 56-57
3917] Bk. 113/Felak ve 114/Nâs sûreleri
3918] 18/Kehf, 28
3919] 7/A’râf, 55
3920] 19/Meryem, 2-5
3921] 32/Secde, 16
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” 3922; “Rabbiniz dedi ki: “Bana duâ edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibâdet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.” 3923
İnsan, duâ ederken Allah’ın kendisine icabet edeceğinden emin olmalıdır. Allah’ın her yeri çepeçevre sarıp kuşattığının farkında olup, buna içtenlikle iman eden bir mü’min, Allah’ın kendisini her an, her cepheden görüp duyduğunun bilinciyle duâ eder. Coşkulu bir beklenti içinde, bir an dahi olsun ümitsizliğe kapılmadan, duâsına icabet edilmesini bekler. Allah’ın adâletine olan kesin inancı sebebiyle, aceleci ve ümitsiz bir tutum sergilemekten kaçınır. Kur’an âyetlerinin rehberliğinde kendini yönlendiren bir mü’minin zihninde, duâsının karşılığını görememek yönünde en ufak bir şüpheye yer yoktur.
Duâyı, Allah’ın yardımından kesinlikle kuşkuya düşmeden, kabul olacağına kesin olarak iman ederek dile getirmek gerekir. Aksi bir tutum içinde bulunan, yani Allah’ın icabetine karşı kuşku ile yaklaşan kişi ise, daha başlangıçta Kur’an mantığı ile ters düşer. Çünkü duânın özünde, tam bir inanmışlık ve içtenlikle Allah’a yönelme yatar. Hz. Salih’in âyette haber verilen, “... Şüphesiz benim Rabbim yakın olandır (duâları) kabul edendir.”3924 sözüyle ifade ettiği gibi, mü’min Allah’a karşı tam bir güven içinde olmalıdır.
Ancak bu icâbet, mutlaka insanın istediği şeyin aynen gerçekleşeceği anlamına gelmez. Çünkü bazen insan gerçekte kendisi için zararlı olan bir şeyi de Allah’tan talep ediyor olabilir. Bu durumda Allah ona o istediğini vermek yerine daha hayırlı ve güzel olan bir başka şeyi verir.
Allah her zaman samimi bir duâya icabet eder. Ancak bu icabet, her zaman insanın talebinin aynen yerine getirilmesi demek değildir. (Nitekim „icâbet“, „cevap vermek“ anlamına gelir.) Çünkü insan, „... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz“ 3925 hükmüne göre, aynı örnekteki çocuk gibi, neyin iyi neyin kötü olduğunu her zaman ayırt edemeyebilir. Ve bu yüzden farkında olmadan „İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ etmektedir. İnsan, pek acelecidir“ 3926 âyetine göre, belki gerçekte zararlı olan bir şeyi istiyor olabilir.
Bu nedenle insan Allah‘tan, öncelikle O‘nun rızasını, O‘nun rahmetini talep etmelidir. Allah‘tan kendisini eğitmesini, olgunlaştırmasını dilemelidir. Bunun nasıl olacağını Allah daha iyi bilir. Nitekim peygamberlerin duâları da bu şekildedir. Hz. Süleyman‘ın „... hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et“ 3927 şeklindeki duâsı, örnektir.
Bunun yanı sıra, mü’min, Allah‘ın Kur’an‘da övdüğü ve hedef olarak gösterdiği her türlü nimeti Allah‘tan isteyebilir. Bu konularda yaptığı duâsında ise son derece samimi ve içten davranmalı, istediği herşey için Allah‘a duâ etmekten çekinmemelidir. Çünkü insanın neler istediğini bilen, bunun da ötesinde
3922] 2/Bakara, 186
3923] 40/Mü’min, 60
3924] 11/Hûd, 61
3925] 2/Bakara, 216
3926] 17/İsrâ, 11
3927] 27/Neml, 19
DUÂ
- 943 -
o isteği onun içine koyan, zaten Allah‘tır.
Allah duâlara icabet edendir. Mü’minlerin samimi duâlarını asla cevapsız bırakmaz. Geçmişte peygamberlerin duâsı ile helâk edilen kavimler bu konuda bir örnektir: „(Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti.“3928
Kur’an’da bunun daha pek çok örneği verilmektedir. Allah duâları karşılığında pek çok peygamber ve sâlih mü’mini sıkıntıdan kurtarmış ve nimetlendirmiştir: “Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’ Böylece onun duâsına icâbet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona katımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik. İsmail, İdris ve Zü’l-Kifl, hepsi sabredenlerdendi. Onları rahmetimize soktuk, şüphesiz onlar sâlih kimselerdi. Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilâh yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duâsına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız. Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın.’ Onun duâsına icabet ettik, kendisine Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” 3929
Duâ eden insan, Allah’ın kendisini gördüğünü, duyduğunu kavramış, O’na olan saygı ve korkusunu ortaya koymuş ve O’nun önünde kulluğunu açıkça kabul etmiş olur. Bu nedenle duâ büyük bir ibâdettir. Dolayısıyla duâ, yalnızca duâ sırasında istenen şey için değil, başlı başına bir ibâdet olduğu için de yapılır. İnsanı duâ etmeye yönelten her türlü istek, bu ibâdetin vaktinin geldiğinin göstergesidir. İnsanın istekleri sürekli olduğu için, duâsı da sürekli olmalıdır. İnsanın yoğun bir konsantrasyon yaşayacağı belli vakitler -örneğin, Kur’an’da sabah namazı sonrasındaki duâya ve gece vaktine dikkat çekilir- olabilir. Ama gün içinde de mü’minin sürekli duâ halinde olması gerekir. Her iş, her olay Allah’ın kontrolünde geliştiğine göre, herşeyde Allah’a yönelmek ve O’ndan istemek gerekmektedir. Mü’min herhangi bir iş üzerindeyken de yaptığı işte başarılı olmak ve yapılan iş sayesinde Allah’ın rızasını kazanmak için duâ edebilir. Nitekim Kur’an’da Hz. İbrahim’in bu tür bir duâsı örnek gösterilmektedir: “İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Kâbe’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin.” 3930
Mü’min, “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler” 3931 âyetinde tarif edildiği gibi, her durumda Allah’a duâ edebilir, O’na dönüp-yönelebilir. Nitekim Kur’an’da mü’minlerin bu özelliği sık sık övgüyle anlatılmaktadır: “Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen biriydi.” 3932; “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir
3928] 14/İbrahim, 15
3929] 21/Enbiyâ, 83-90
3930] 2/Bakara, 127
3931] 3/Âl-i İmran, 191
3932] 11/Hûd, 75
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” 3933; “Sen onların söylediklerine karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Dâvud’u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelen biriydi.” 3934; “... Gerçekten, Biz onu (Eyüb’ü) sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelen biriydi.” 3935
Duânın önemini kavramak için, şu âyet yeterlidir: “De ki: “Sizin duânız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır.” 3936
Bu arada Kur’an’da sık sık vurgulanan önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir. Kur’an’da bildirildiğine göre, Allah’tan başka ilahlar edinenler (müşrikler) de kimi zaman Allah’a duâ etmektedirler. Ancak bu kişilerin duâsı ile mü’minlerin duâsı arasında büyük bir fark vardır. Mü’minler, her zaman ve her durumda Allah’a yönelirler. Sıkıntı ya da rahatlık karşısında tavırları değişmez. Sürekli olarak Allah’a karşı olan acizliklerini bilir ve duâ halini korurlar. Müşrikler ise, hayatlarının büyük kısmında Allah’ı unutmuş, O’ndan yüz çevirmiş durumdadırlar. Böyle zamanlarda Allah’tan başka taptıkları varlıkların peşinde koşar, onlara yönelirler. Ancak büyük bir zorlukla ve sıkıntıyla karşılaştıklarında Allah’ı hatırlar ve O’na karşı acizliklerini kabullenip duâ ederler. Sıkıntı halinde yaptıkları bu duâ samimidir; ancak sıkıntı geçtikten sonra tekrar eski hallerine dönerler. Allah’a duâ etmiş, Allah’tan medet ummuş olduklarını unutur ve nankörlük ederler.
Kur’an’da, bu müşrik tavrının pek çok örneği verilir: “İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize duâ eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir.” 3937
“İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir duâ sahibidir.” 3938
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine duâ eder. Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O’na duâ ettiğini unutur ve O’nun yolundan saptırmak amacıyla Allah’a eşler koşmaya başlar. De ki: “İnkârınla biraz (dünya zevklerinden) yararlan; çünkü sen, ateşin halkındansın.” 3939
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Bize duâ eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi.” Hayır; bu bir fitne (deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar.” 3940
“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, ‘gönülden katıksız bağlılar’ olarak, Rablerine duâ ederler; sonra kendinden onlara bir rahmet tattırınca hemencecik bir grup Rablerine şirk koşarlar.” 3941
3933] 16/Nahl, 120
3934] 38/Sâd, 17
3935] 38/Sâd, 44
3936] 25/Furkan, 77
3937] 10/Yûnus, 12
3938] 41/Fussılet, 51
3939] 39/Zümer, 8
3940] 39/Zümer, 49
3941] 30/Rûm, 33
DUÂ
- 945 -
Bazı âyetlerde ise denizde çaresizlik içinde kalmış insanların örneği verilir: İnsanlar, batmak üzere olan bir gemide olduklarında son derece samimi bir şekilde duâ etmekte, Allah’tan bağışlanma ve kurtuluş dilemektedirler. Burada yaptıkları duâ samimidir, çünkü Allah’tan başka taptıkları herhangi bir varlığın (örneğin, aileleri, kavimleri, liderleri vb.) kendilerini kurtaramayacağını anlamış ve yalnızca Allah’a yönelmişlerdir. Ancak Allah onları boğulmaktan kurtarıp karaya çıkardığında hemen müşrik tavrını yeniden gösterir ve Allah’ı unuturlar. Kur’an’da onların bu tavırları şöyle bildirilir:
“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgârla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: ‘Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız.’ Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.” 3942
“Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O’na “hâlis kılan gönülden bağlılar” olarak Allah’a yalvarıp yakarırlar (duâ ederler). Böylece onları karaya çıkarıp kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkâr etmez.” 3943
“De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak duâ etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.” De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.” 3944
Oysa mü’minlerin yapması gereken her ortamda duâ halini sürdürmek, Allah’tan başka dost ve yardımcı olmadığını kavrayarak Allah’a güvenmektir: “Öyleyse, dini yalnızca O’na hâlis kılanlar olarak Allah’a duâ (kulluk) edin; kâfirler hoş görmese de.” 3945; “De ki: “Ben gerçekten, yalnızca Rabbime duâ ediyorum ve O’na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) şirk/ortak koşmuyorum.” 3946
Mü’min duâ ettiği, Allah’tan yardım dilediği zaman gerçek mutluluğu ve huzuru yakalar. Kendi gücünün hiçbir şeye yetmediğini, ancak gücü herşeye yeten Rabbimizin kendisini koruyup gözettiğini hisseder. Bu, insan için en büyük mutluluktur. Bu nedenle duâ bir zevktir ve cennette de sürecektir. Kur’an’da, mü’minlerin cennette de duâ halinde olduğu şöyle haber verilir: “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip iletir (hidâyet eder). Oradaki duâları: “Allah’ım, Sen ne yücesin”dir ve oradaki dirlik temennileri: “Selâm”dır; duâlarının sonu da: “Gerçekten, hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” 3947
3942] 10/Yûnus, 22-23
3943] 31/Lokman, 32
3944] 6/En'âm, 63-64
3945] 40/Mü’min, 14
3946] 72/Cinn, 20
3947] 10/Yunus, 9-10; H. Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Yayınları, 138-146
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Duâ mü’minler için ibâdettir. Allah’ı Rabb bilip O’nun önünde secdeye kapananlar, ihtiyaçlarını Allah’a bildirirler ve O’ndan yardım dilerler. 3948
Duâ etmeyi önemsemeyenler, ibâdeti önemsemeyenlerdir. Bu gibi kimselerin müstekbir oldukları yukarıda geçmişti. Ancak kibirliler, yani kendilerini üstün makamda görenler, Allah’tan bir şey istemeye tenezzül etmezler. Böyle bir anlayış şüphesiz ki sapıklığın ve azgınlığın ta kendisidir.
Esasen insan güçsüz olduğu için başkasının yardımına muhtaçtır. Sıkıştığı zaman birilerinden yardım ister. Ancak insanın öyle ihtiyaçları olur ki, başkalarının onu karşılaması mümkün değildir. İşte böyle bir noktada Allah’a inanmayan inkârcılar ve O’na ortak koşan müşrikler bile ortak koştukları tanrılarını bir tarafa atar ve Âlemlerin Rabbi Allah’tan yardım isterler: “İnsana bir zarar dokundu mu, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize duâ eder. Zararı üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarar için Bize duâ etmemiş gibi döner gider.” 3949
İlk insandan günümüze kadar bütün insanların hayatında ibâdet ve duâ olayı gündemdedir. Din ve ibâdet konularında geçtiği gibi, insan hak veya batıl mutlaka bir dine inanır. Allah’a inananlar Allah’ın, Allah’ı unutanlar ise ilâh diye inandığı bir şeyin önünde ibâdet eder, ona sığınır, ondan yardım ister, ya da ondan korkar. Duâ etmek te bu tapınmanın bir parçasıdır. İster müslüman olsun, ister gayri müslim olsun; kimileri rahata kavuşunca, kendini güçlü hissedince duâ etmekten kaçınır. Bu gibilerin hayatında duâ’nın yer almaması işin aslını değiştirmez. Onlar da dara düşünce sığınılacak ve yardım istenecek bir melce (kucak) ararlar.
İslâm’a göre ise duânın ibâdet olarak apayrı bir yeri vardır. İslâm’a göre duâ, bir psikolojik rahatlama aracı değildir. Hele hele bazılarının zannettiği gibi, işleri görünmeyen bir ilâh’a havele etmek hiç değildir. Duâ, bir korkunun, bir endişenin, bir ürpertinin sonucunda bir sığınma, o ürpertiden kurtuluş arzusu da sayılamaz. Eski dinlerde olduğu gibi kızgınlığından ve kötülüğünden kurtulmak üzere ilâhlara el açmak da değildir.
Duâ bir iman, bir aksiyon, bir çaba ve uyanıştır. Allah’ı ve O’na ait hâkimiyeti, ilâhlığı tanıma, itiraf etmedir. Hayatın amacını idrâk etme, yaşayışı programa koyma, ilerisi için hazırlık yapma, Din için çalışmaya (cihada) azmetme, toparlanma ve eksikliklerini gidermedir.
Duâ, Allah’ın makamından sürekli bir istemedir. Bu isteme mü’min için itikat, bir şiar (müslüman olmanın işareti), bir hayat hedefidir. Mü’min özlediği İslâmí hayata duâ ederek kapı açmaya çalışır. O, Allah’ın bitmez-tükenmez hazinelerini, iyi bir mü’min olma uğruna ister, onların yeryüzüne inmesini niyaz eder.
Duâ mü’min için, yüce idealleri, dünya ve içindekilerden daha değerli şeyleri bulabilmenin, onlara ulaşmak için çaba göstermenin aracıdır. İnsanların yaşaması için araç kılınan ‘dünya ve ondan bir şeye sahip olmak’ tekamül (ileriye gitme) değildir. İnsan için tekâmül, bunun da ötesinde yüce hedeflerdir.
Duâ, mü’mini ayrılığın yalnızlığından, yalnızlığın sıkıntısından kurtarır. Duâ, mü’minin, muhabbetinin, saygısının ve teslimiyetinin eyleme dönüşmüş şeklidir.
3948] 1/Fâtiha, 5
3949] 10/Yunus, 12; 39/Zümer, 49
DUÂ
- 947 -
Mü’min, duâ etmeden önce duâya hazırlanır. Yani o önce fiilí duâda bulunur. İbadetini noksansız yapmaya çalışır. Varacağı hedef için gerekli çalışmaları yapar. Tehlikelere karşı yeteri kadar tedbir alır. Emredileni yapar, yasaklanandan kaçar. Bundan sonra da amelin kabulü için duâ eder, gücünü aşan konularda Allah’tan yardım diler, eksikliğinin tamamlanması, hatasının affi için Allah’a sığınır, tevbe eder. Allah’a bağlılığını ve sevgisini duâ ile ortaya koyar.
Duâya hazır olma noktasında Peygamberimizin tavrı örnektir. O, her konuda yılmadan, usanmadan, kınayanların kınamasından korkmadan ısrarlı bir şekilde çalıştı, mücadele için lazım olan şartları yerine getirdi. Hatta ayakları şişinceye kadar ibâdete gece gündüz devam etti. Rabbinin rızası dışında hiç bir iş yapmamaya özen gösterdi. Peygamberlik görevini hakkıyla yerine getirdi ve sonra da ellerini açıp her an, belki günde yetmiş defa Rabbine duâ etti. Duâ ile Rabbine halini arzetti.
Mü’min, her konuda üzerine düşen görevi yaptıktan sonra duâya da başvuracaktır. Kısaca, duâ etmeye yüzü olacaktır. Hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, tehliklere karşı tedbir almadan, toplumun ve nefsin ıslahı için bir şey yapmadan, günahlardan korunmadan; ‘Rabbim, şunu yap, bunu hallediver, istersen affet, düşmanı kahret, ortalığı düzelt, ihtiyaçlarımızı gider’ demek duâ değildir. Böyle yapmanın duânın ihlâsıyla bir ilgisi yoktur. 3950
Duânın Amacı
Müslümanın duâsında kısaca üç önemli amaç olabilir:
1- Günahlarının affını isteme. Mü’min, elinden geldiği kadar günahlardan kaçınır. Ancak yine de hatalı olduğunu düşünerek sürekli affını ister, çaresizliğinden dolayı Allah‘tan merhamet talebinde bulunur.
2- Ümit ve arzu. Mü’min, hakkıyla ibâdet edebilme hidâyette olabilme ve Allah’ın yardımına ulaşabilme arzusunda olur.
3- Allah’tan yardım, izzet lütuf, rahmet, başarı isteklerinde bulunur. Bütün bu istekleri de gerekli çabayı gösterdikten sonra ortaya koyar. Mü’min, emirleri yerine getirir, yasaklardan kaçar, kulluğunu en samimi bir şekilde yapmaya çalışır. Sonra da yukarıda sayılan şeyleri Rabbinden ister. Mağfirete ulaşmayı, cezadan ve gazaptan kurtulmayı, Allah’ın rızasını hak etmeyi arzu eder.
Duânın belli bir zamanı yoktur. Ancak hadislerde geçtiği gibi, gecenin son üçte birinde, farz namazların sonunda, savaş esnasında, ezan ile kaamet arasında, yağmur yağarken, secdede iken, seher vakitlerinde3951, Cuma saatinde, oruçlu orucunu açtığı zamanda, Kurban bayramı arefesinde, Kadir gecesinde yapılacak duâlar daha makbûldür ve kabul edilme ihtimalleri daha fazladır.
Kur’an’daki duâ âyetleriyle, Peygamberimizin duâlarıyla, ya da büyüklerden bize ulaşan (me’sur) duâlarla duâ etmek mümkün olduğu gibi, kendi dilimizle, içimizden geldiği gibi duâ etmemiz de mümkündür. Kendi halimizi ve isteklerimizi en iyi yine kendimiz dile getirebiliriz. Duâ dilinin Arapça olması da şart değildir.
3950] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 153-155
3951] 2/Âl-i İmran, 17
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın güzel isimleriyle (esmâu’l hüsna) ile duâ etmek Kur’an’ın emridir.3952
Bazı kimselerin duâları peşinen kabul edilir. Bunlar mazlumlar, misafirler ve çocuğuna duâ eden babalardır.3953
Aslında mü’minlerin ihlâsla yapacakları bütün duâlar kabul edilir. Mü’min böyle duâların karşılığının nasıl verildiğini bilemez ama Kur’an duâ edenlere Allah’ın karşılık vereceğini müjdeliyor.3954
Duâ hakkında Alexis Carrel’ın dediğini hatırlatalım: ‘Duâ yoksulluk ve bağlılıktır.’ Buna bilgi, hikmet, teslimiyet ve cehd’i de biz ilâve edebiliriz. 3955
Duânın ana hedefi, insanın halini Allah’a arzetmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre, duâ kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını taşır. Bir başka söyleyişle duâ; sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğinin ifadesidir. İstisnasız, mü’min olan ve olmayan her insan duâ eder. Çünkü duâ ruhun ihtiyacıdır. Her insan, ruh ve beden ikilisinden oluştuğu için her ruh sahibi varlık için duâ gereklidir. Ama, duâ edilmeye tek yetkili ve hak sahibi varlık Allah olmasına rağmen, insanlar farklı mercîlere duâ edebilirler. Fakat herkesin tartışmasız bir şekilde kabul etmesi gereken bir gerçek vardır, o da; duâ edilen varlığın hiçbir konuda acziyet göstermemesi için sonsuz bir güce sahip olması gerekir. Değilse bu vasıflara sahip olmayan bir varlığa duâ etmenin bir anlamı olmaz.
“Sana fayda da zarar da veremeyecek Allah’tan başkasına duâ etme/yalvarma. Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun.” 3956
“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Sizin Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız bir araya gelseler bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar. İsteyen de, istenen de âciz!” 3957
Cenâb-ı Allah, mü’min kullarına namaz kılmayı emrederek en az günde 40 defa Fâtiha sûresini okutmak sûretiyle “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.”3958 âyetini tekrar ettiriyor. Hiç şüphesiz herhangi bir şeyi sırf nakarat olsun diye Rabbimiz bizlere tekrar ettirmez. Ama bunu tekrar ettiriyorsa, mutlaka çok önemli olduğundan dolayıdır. Bu âyetin önemi nereden kaynaklanıyor? Hemen belirtelim ki, bu âyetin önemi, kulluğun sadece Allah’a yapılmasını ve yardımın sadece Allah’tan talep edilmesini istemesinden ve emretmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de yardımın sadece Allah’tan olabileceğine dair birçok âyet vardır.
“Yardım ancak güçlü ve hakîm olan Allah katındandır.” 3959
3952] 7/A’râf, 180
3953] Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1536; İbn Mâce, Duâ 11, Hadis no: 3862; Tirmizî, Birr 7, Hadis no: 1905
3954] 40/Mü’min, 60
3955] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 155
3956] 10/Yûnus, 106
3957] 22/Hacc, 73
3958] 1/Fâtiha, 5
3959] 3/Âl-i İmrân, 126
DUÂ
- 949 -
“Allah’tan başka dost ve yardımcınız yoktur.” 3960
“Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.” 3961
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O bağışlayan ve pek merhamet edendir.” 3962
İbn Abbas’dan (r.a.): O der ki, bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) terkisinde idim. Buyurdu ki; “Evlât, sana birkaç söz belleteyim: Allah’ı (yani emir ve yasaklarını) gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu karşında bulasın. (Bir şey) istediğin vakit Allah’tan iste, yardım dilediğin vakit Allah’tan dile. Şunu bil ki, bütün yaratıklar elbirliğiyle sana bir fayda vermek isteseler, Allah’ın sana yazdığından fazla bir şey yapamazlar. Aynı şekilde tüm yaratıklar elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana takdir ettiği zarardan fazlasını yapamazlar. Kâlemler (işleri sona erip) kaldırılmış, sayfalar da (üzerlerindeki yazılar tamam olup) kurumuştur.” 3963
Görüldüğü gibi, yardımın sadece Allah’tan olabileceğine ve sadece O’na duâ edip yardım isteneceğine dair apaçık nasslar olduğu halde, günümüzde birtakım kimselerin darda kaldıkları bazı anlarda “meded ya filân baba, meded ya şeyh” gibi tabirlerle Allah’tan başkasından yardım istediklerini müşâhede etmekteyiz. Hatta bazen de “himmet et ya filân” demek sûretiyle Allah’tan başkasına yönelmektedirler. (Himmet: Azim, gayret, enerji, istek, arzu, meyil, kalbin bütün kuvveti ile herhangi bir varlığa yönelmek, meyletmek demektir) Bu şekilde yöneldikleri varlıklar ister hayatta olsun, isterse vefat etmiş olsun fark etmez. Böyle davranışlar tevhide aykırıdır, şirktir.
Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bile darda kaldıkları anlarda dini sadece Allah’a has kılarak, bütün şirk koştukları şeyleri unutarak sadece o an Allah’a yalvardıkları zikrediliyor: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar. Ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen şirk koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.” 3964; “İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca içlerinden birtakımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine şirk koşarlar. Zevklenin bakalım, yakında göreceksiniz.” 3965
Bu âyetlerde de belirtildiği gibi, insanın darda kaldığında o an her şeyi unutarak sadece Allah’a yalvarması fıtratın kanunu olup, yardımın sadece Allah’tan olduğu ve Allah’tan isteneceğini gösteren mûcizevî fıtrî delillerden biridir. Âyetlerde Allah, insanları kurtardıktan sonra onların şirk koşmaya başladıklarını ifade ediyor. Tabii bu nankörlük (küfür)dür. Çünkü gerçekte insanları kurtaran Allah olduğu halde onlar kurtulduktan sonra bunu Allah’tan başkasına bağlıyorlar. Mesela, “o anda filan olmasaydı ben şimdi hayatta değildim” veya “o an şeyhim himmet etmeseydi perişan olmuştum.” diyerek Allah’ı unutuyorlar.
3960] 9/Tevbe, 116
3961] 4/Nisâ, 45
3962] 10/Yûnus, 107; Bu konuda ayrıca bk. 8/Enfâl, 10; 42/Şûrâ, 31; 29/Ankebût, 22; 2/Bakara, 107
3963] Tirmizî
3964] 29/Ankebût, 65-66
3965] 30/Rûm, 33-34
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Hak duâ, ancak Allah’a yapılır. O’ndan başka duâ ettikleri şeyler, onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. (Onların karşılaması) ancak (kuyu başında durup su) ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu avuçlayıp ağzına koymadıktan sonra) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duâsı böylece boşa gitmiştir.”3966
“Allah’ı bırakıp da kendilerine yalvardıkları kimseler hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onların kendileri yaratılmışlardır.” 3967
“Allah’ın dışında yalvardığınız kimseler sizin gibi kullardır. Eğer doğru sözlü iseniz, onları çağırın da size cevap versinler bakalım.” 3968
“De ki: Allah’ı bırakıp da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar. O’nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı sakınmaya değer.” 3969
Yine Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde Felak ve Nâs sûrelerini indirerek bizlerin, yaratıkların birtakım şerlerinden nasıl ve kime sığınacağımızı açık bir şekilde beyan etmiştir. 3970
Bir insanın Allah’a iman ettiğini gösteren önemli alametlerden bir tanesi de duâdır. Duâ eden insan, kendisinin aciz ve zayıf bir kul olduğunu, istediklerini kendi başına yerine getiremeyeceğini ve bunları ancak kendisine Allah’ın verebileceğini kabul etmiş olur. Duâ, Allah’a kul olmanın en saf, en temiz, en samimi ifadelerindendir. Kur’an’da da mü’minlerin temel vasıflarından birinin “sabah akşam sabrederek Allah’a duâ etmek” olduğu şöyle haber verilir: “Sen de sabah akşam O’nun rızasını isteyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi “istek ve tutkularına (hevâsına)” uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme.” 3971
Ancak duânın ne demek olduğunu ve nasıl yapıldığını iyi bilmek gerekir. Çünkü Kur’an dışı kaynaklardan (örneğin, geleneklerden, anne-babadan, çevreden) öğrenilen duâ anlayışı, çoğu kez Kur’an’da tarif edilen gerçek duâ kavramına uymamaktadır. Bu nedenle Kur’an’da bu konuda verilen bakış açısını ve ruh halini iyi kavramak gerekmektedir.
Duânın gerçekten istenerek ve Allah’a karşı insanın acizliğinin ve fakirliğinin kavranarak yapılması gerekir. Bu durumda yapılacak bir duâ, Kur’an’da tarif edilen “için için ve yalvara yalvara” tanımına uygun olacaktır. Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Rabbinize yalvara yalvara ve için için duâ edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.” 3972
Kur’an’da mü’minlerin duâları anlatılırken gizli bir şekilde ve son derece
3966] 13/Ra'd, 14
3967] 16/Nahl, 20
3968] 7/A'râf, 194
3969] 17/İsrâ, 56-57
3970] Bk. 113/Felak ve 114/Nâs sûreleri
3971] 18/Kehf, 28
3972] 7/A’râf, 55
DUÂ
- 951 -
samimi bir ruh haliyle duâ ettikleri haber verilir. Hz. Zekeriya bu konuda örnek verilen peygamberlerden biridir: “(Bu) Rabbinin, kulu Zekeriya’ya rahmetinin zikridir. Hani o, Rabbine gizlice seslendiği zaman; demişti ki: “Rabbim, şüphesiz benim kemiklerim gevşedi ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu; ben sana duâ etmekle mutsuz olmadım. Doğrusu ben, arkamdan gelecek yakınlarım adına korkuya kapıldım, benim karım da bir kısır (kadın)dır. Artık bana Kendi katından bir yardımcı armağan et.”3973 Bir başka âyette ise duânın “umut ve korku” dolu yapılması gerektiği haber verilir: “Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla duâ ederler...” 3974
Mü’min, hem Allah’a karşı içli, saygı dolu bir korku duyacak, hem de O’nun rahmetini ve nimetini ümit edecektir. Allah, samimi bir biçimde, Kendi rızâsı aranarak yapılan bir duâyı kabul eder. Kur’an’da, bu konuda bildirilen âyetler şöyledir: “Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana duâ ettiği zaman duâ edenin duâsına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” 3975; “Rabbiniz dedi ki: “Bana duâ edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibâdet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.” 3976
İnsan, duâ ederken Allah’ın kendisine icabet edeceğinden emin olmalıdır. Allah’ın her yeri çepeçevre sarıp kuşattığının farkında olup, buna içtenlikle iman eden bir mü’min, Allah’ın kendisini her an, her cepheden görüp duyduğunun bilinciyle duâ eder. Coşkulu bir beklenti içinde, bir an dahi olsun ümitsizliğe kapılmadan, duâsına icabet edilmesini bekler. Allah’ın adaletine olan kesin inancı sebebiyle, aceleci ve ümitsiz bir tutum sergilemekten kaçınır. Kur’an âyetlerinin rehberliğinde kendini yönlendiren bir mü’minin zihninde, duâsının karşılığını görememek yönünde en ufak bir şüpheye yer yoktur.
Duâyı, Allah’ın yardımından kesinlikle kuşkuya düşmeden, kabul olacağına kesin olarak iman ederek dile getirmek gerekir. Aksi bir tutum içinde bulunan, yani Allah’ın icabetine karşı kuşku ile yaklaşan kişi ise, daha başlangıçta Kur’an mantığı ile ters düşer. Çünkü duânın özünde, tam bir inanmışlık ve içtenlikle Allah’a yönelme yatar. Hz. Salih’in âyette haber verilen, “... Şüphesiz benim Rabbim yakın olandır (duâları) kabul edendir.”3977 sözüyle ifade ettiği gibi, mü’min Allah’a karşı tam bir güven içinde olmalıdır.
Ancak bu icâbet, mutlaka insanın istediği şeyin aynen gerçekleşeceği anlamına gelmez. Çünkü bazen insan gerçekte kendisi için zararlı olan bir şeyi de Allah’tan talep ediyor olabilir. Bu durumda Allah ona o istediğini vermek yerine daha hayırlı ve güzel olan bir başka şeyi verir.
Allah her zaman samimi bir duâya icabet eder. Ancak bu icabet, her zaman insanın talebinin aynen yerine getirilmesi demek değildir. (Nitekim „icâbet“, „cevap vermek“ anlamına gelir.) Çünkü insan, „... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz“ 3978 hükmüne göre, aynı örnekteki çocuk gibi, neyin iyi neyin kötü
3973] 19/Meryem, 2-5
3974] 32/Secde, 16
3975] 2/Bakara, 186
3976] 40/Mü’min, 60
3977] 11/Hûd, 61
3978] 2/Bakara, 216
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu her zaman ayırt edemeyebilir. Ve bu yüzden farkında olmadan „İnsan hayra duâ ettiği gibi, şerre de duâ etmektedir. İnsan, pek acelecidir“ 3979 âyetine göre, belki gerçekte zararlı olan bir şeyi istiyor olabilir.
Bu nedenle insan Allah‘tan, öncelikle O‘nun rızasını, O‘nun rahmetini talep etmelidir. Allah‘tan kendisini eğitmesini, olgunlaştırmasını dilemelidir. Bunun nasıl olacağını Allah daha iyi bilir. Nitekim peygamberlerin duâları da bu şekildedir. Hz. Süleyman‘ın „... hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et“ 3980 şeklindeki duâsı, örnektir.
Bunun yanı sıra, mü’min, Allah‘ın Kur’an‘da övdüğü ve hedef olarak gösterdiği her türlü nimeti Allah‘tan isteyebilir. Bu konularda yaptığı duâsında ise son derece samimi ve içten davranmalı, istediği herşey için Allah‘a duâ etmekten çekinmemelidir. Çünkü insanın neler istediğini bilen, bunun da ötesinde o isteği onun içine koyan, zaten Allah‘tır.
Allah duâlara icabet edendir. Mü’minlerin samimi duâlarını asla cevapsız bırakmaz. Geçmişte peygamberlerin duâsı ile helâk edilen kavimler bu konuda bir örnektir: „(Peygamberler) Fetih istediler, (sonunda) her zorba inatçı bozguna uğrayıp -yok oldu- gitti.“3981
Kur’an’da bunun daha pek çok örneği verilmektedir. Allah duâları karşılığında pek çok peygamber ve sâlih mü’mini sıkıntıdan kurtarmış ve nimetlendirmiştir: “Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’ Böylece onun duâsına icâbet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona katımızdan bir rahmet ve ibâdet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik. İsmail, İdris ve Zü’l-Kifl, hepsi sabredenlerdendi. Onları rahmetimize soktuk, şüphesiz onlar sâlih kimselerdi. Balık sahibi (Yunus’u da); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilâh yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duâsına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte Biz, iman edenleri böyle kurtarırız. Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: ‘Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın.’ Onun duâsına icabet ettik, kendisine Yahya’yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi. Bize derin saygı gösterirlerdi.” 3982
Duâ eden insan, Allah’ın kendisini gördüğünü, duyduğunu kavramış, O’na olan saygı ve korkusunu ortaya koymuş ve O’nun önünde kulluğunu açıkça kabul etmiş olur. Bu nedenle duâ büyük bir ibâdettir. Dolayısıyla duâ, yalnızca duâ sırasında istenen şey için değil, başlı başına bir ibâdet olduğu için de yapılır. İnsanı duâ etmeye yönelten her türlü istek, bu ibâdetin vaktinin geldiğinin göstergesidir. İnsanın istekleri sürekli olduğu için, duâsı da sürekli olmalıdır. İnsanın yoğun bir konsantrasyon yaşayacağı belli vakitler -örneğin, Kur’an’da sabah namazı sonrasındaki duâya ve gece vaktine dikkat çekilir- olabilir. Ama gün içinde de mü’minin sürekli duâ halinde olması gerekir. Her iş, her olay Allah’ın kontrolünde geliştiğine göre, herşeyde Allah’a yönelmek ve O’ndan istemek
3979] 17/İsrâ, 11
3980] 27/Neml, 19
3981] 14/İbrahim, 15
3982] 21/Enbiyâ, 83-90
DUÂ
- 953 -
gerekmektedir. Mü’min herhangi bir iş üzerindeyken de yaptığı işte başarılı olmak ve yapılan iş sayesinde Allah’ın rızasını kazanmak için duâ edebilir. Nitekim Kur’an’da Hz. İbrahim’in bu tür bir duâsı örnek gösterilmektedir: “İbrahim, İsmail’le birlikte Evin (Kâbe’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle duâ etmişti): “Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin.” 3983
Mü’min, “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler” 3984 âyetinde tarif edildiği gibi, her durumda Allah’a duâ edebilir, O’na dönüp-yönelebilir. Nitekim Kur’an’da mü’minlerin bu özelliği sık sık övgüyle anlatılmaktadır: “Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen biriydi.” 3985; “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” 3986; “Sen onların söylediklerine karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Dâvud’u hatırla; çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelen biriydi.” 3987; “... Gerçekten, Biz onu (Eyüb’ü) sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelen biriydi.” 3988
Duânın önemini kavramak için, şu âyet yeterlidir: “De ki: “Sizin duânız olmasaydı Rabbim size değer verir miydi? Fakat siz gerçekten yalanladınız; artık (bunun azabı da) kaçınılmaz olacaktır.” 3989
Bu arada Kur’an’da sık sık vurgulanan önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir. Kur’an’da bildirildiğine göre, Allah’tan başka ilahlar edinenler (müşrikler) de kimi zaman Allah’a duâ etmektedirler. Ancak bu kişilerin duâsı ile mü’minlerin duâsı arasında büyük bir fark vardır. Mü’minler, her zaman ve her durumda Allah’a yönelirler. Sıkıntı ya da rahatlık karşısında tavırları değişmez. Sürekli olarak Allah’a karşı olan acizliklerini bilir ve duâ halini korurlar. Müşrikler ise, hayatlarının büyük kısmında Allah’ı unutmuş, O’ndan yüz çevirmiş durumdadırlar. Böyle zamanlarda Allah’tan başka taptıkları varlıkların peşinde koşar, onlara yönelirler. Ancak büyük bir zorlukla ve sıkıntıyla karşılaştıklarında Allah’ı hatırlar ve O’na karşı acizliklerini kabullenip duâ ederler. Sıkıntı halinde yaptıkları bu duâ samimidir; ancak sıkıntı geçtikten sonra tekrar eski hallerine dönerler. Allah’a duâ etmiş, Allah’tan medet ummuş olduklarını unutur ve nankörlük ederler.
Kur’an’da, bu müşrik tavrının pek çok örneği verilir:
“İnsana bir zarar dokunduğunda, yan yatarken, otururken ya da ayaktayken Bize duâ eder; zararını üstünden kaldırdığımız zaman ise, sanki kendisine dokunan zarara Bizi hiç çağırmamış gibi döner-gider. İşte, ölçüyü taşıranlara yapmakta oldukları böyle süslenmiştir.” 3990
“İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve derinlemesine) bir duâ sahibidir.” 3991
3983] 2/Bakara, 127
3984] 3/Âl-i İmran, 191
3985] 11/Hûd, 75
3986] 16/Nahl, 120
3987] 38/Sâd, 17
3988] 38/Sâd, 44
3989] 25/Furkan, 77
3990] 10/Yûnus, 12
3991] 41/Fussılet, 51
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine duâ eder. Sonra ona kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O’na duâ ettiğini unutur ve O’nun yolundan saptırmak amacıyla Allah’a eşler koşmaya başlar. De ki: “İnkârınla biraz (dünya zevklerinden) yararlan; çünkü sen, ateşin halkındansın.” 3992
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Bize duâ eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: “Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi.” Hayır; bu bir fitne (deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar.” 3993
“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, ‘gönülden katıksız bağlılar’ olarak, Rablerine duâ ederler; sonra kendinden onlara bir rahmet tattırınca hemencecik bir grup Rablerine şirk koşarlar.” 3994
Bazı âyetlerde ise denizde çaresizlik içinde kalmış insanların örneği verilir: İnsanlar, batmak üzere olan bir gemide olduklarında son derece samimi bir şekilde duâ etmekte, Allah’tan bağışlanma ve kurtuluş dilemektedirler. Burada yaptıkları duâ samimidir, çünkü Allah’tan başka taptıkları herhangi bir varlığın (örneğin, aileleri, kavimleri, liderleri vb.) kendilerini kurtaramayacağını anlamış ve yalnızca Allah’a yönelmişlerdir. Ancak Allah onları boğulmaktan kurtarıp karaya çıkardığında hemen müşrik tavrını yeniden gösterir ve Allah’ı unuturlar. Kur’an’da onların bu tavırları şöyle bildirilir:
“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgârla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na gönülden katıksız bağlılar (muhlisler) olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: ‘Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak Sana şükredenlerden olacağız.’ Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.” 3995
“Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O’na “hâlis kılan gönülden bağlılar” olarak Allah’a yalvarıp yakarırlar (duâ ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor. Bizim âyetlerimizi gaddar, nankör olandan başkası inkâr etmez.” 3996
“De ki: “Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak duâ etmektesiniz: Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.” De ki: “Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.” 3997
Oysa mü’minlerin yapması gereken her ortamda duâ halini sürdürmek, Allah’tan başka dost ve yardımcı olmadığını kavrayarak Allah’a güvenmektir: “Öyleyse, dini yalnızca O’na hâlis kılanlar olarak Allah’a duâ (kulluk) edin; kâfirler hoş
3992] 39/Zümer, 8
3993] 39/Zümer, 49
3994] 30/Rûm, 33
3995] 10/Yûnus, 22-23
3996] 31/Lokman, 32
3997] 6/En'âm, 63-64
DUÂ
- 955 -
görmese de.” 3998; “De ki: “Ben gerçekten, yalnızca Rabbime duâ ediyorum ve O’na hiç kimseyi (ve hiçbir şeyi) şirk/ortak koşmuyorum.” 3999
Mü’min duâ ettiği, Allah’tan yardım dilediği zaman gerçek mutluluğu ve huzuru yakalar. Kendi gücünün hiçbir şeye yetmediğini, ancak gücü herşeye yeten Rabbimizin kendisini koruyup-gözettiğini hisseder. Bu, insan için en büyük mutluluktur. Bu nedenle duâ bir zevktir ve cennette de sürecektir. Kur’an’da, mü’minlerin cennette de duâ halinde olduğu şöyle haber verilir: “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da, Rableri onları imanları dolayısıyla altından ırmaklar akan, nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidâyet eder). Oradaki duâları: “Allah’ım, Sen ne yücesin”dir ve oradaki dirlik temennileri: “Selam”dır; duâlarının sonu da: “Gerçekten, hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” 4000
Duâ Edilmek, Yalnızca Allah’ın Hakkıdır
O halde duâ sadece Allah’a yapılmalı, araya başka biri aracı olarak sokulmamalıdır. Nitekim namazın her rekâtında tekrar ettiğimiz Fâtiha Sûresi’nde: “Sadece Sana ibâdet eder ve sadece Senden yardım dileriz.”4001 buyurulur.
Kullardan istenecek yardım, onların güçleri dâhilinde olan bir şey olmalıdır. Güçlerinin yetmediği bir şey onlardan istenemez. Hatta kulların güçlerinin dâhilinde olan bir şeyin yapılmasını kendilerinden istediğimiz zaman bile asıl sebebin Allah olduğunu, O’nun dilemesi olmadan o şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bilmek gerekir.
Allah insana şahdamarından daha yakındır ve O’nun insana merhameti, bir annenin çocuğuna merhametinden çok fazladır. Bir âyette şöyle buyurur: “Kullarım sana beni sorunca, haber ver ki, ben şüphesiz onlara yakınım. Bana duâ edenin duâsını kabul ederim.”4002
Duâ yalnız Allah’a yapılır; istek ve yardım sadece Allah’tan istenir. Allah’tan başkasından bir yardım ve istekte bulunan, müşriktir. Hatta ölümlerinden sonra kabirleri başında veya uzaktan peygamberlere ve salih kullara duâ edip yakaranlar, aynen yıldızlara sığınan ve meleklerle peygamberleri rabler edinenler gibi Allah’tan başkasına duâ eden müşriklerdir. Ancak melekler mü’minler için duâ ve istiğfar etmektedirler.
Hz. Peygamber’den nakledilen rivâyetlerde “Yâ Rabbi, Yâ Rabbi” diye duâya başlanır, bazılarının yaptığı gibi “Ya Hannân, ya Mennân” denilmez. Yine cahil halkın büyük bir kısmı Allah’tan başkasından yardım dilemeyi öyle bir hale getirmişlerdir ki, kabirler Allah’a duâda birer şirk aracı yapılmıştır. Oysa Rasûlullah dahi, “Ey Allahım, benim kabrimi kendisine ibâdet edilen bir put haline getirme... Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen kimselere Allah’ın gazabı şiddetlidir... Benim kabrime ikide bir gelip orayı bayram yerine çevirmeyin.”4003 diye uyarmıştır Halkın, Telli Baba, filân baba, falan şeyhin kabrinde kuyruğa girerek onlardan yardım dilemesi şirkten başka birşey değildir, bid’attir. Mü’minler, aynen müşriklerin
3998] 40/Mü’min, 14
3999] 72/Cinn, 20
4000] 10/Yunus, 9-10; H. Yahya, Kur’an’da Temel Kavramlar, Vural Yayınları, 138-146
4001] 1/Fâtiha, 5
4002] 2/Bakara, 186
4003] İmam Mâlik, Muvatta, Kasru's Salât fi's-Sefer 85; Ebû Dâvud, Menasik 100
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bid’at ehlinin yaptığı gibi ölüye yakarmaz, onlardan birtakım ihtiyaçların karşılanmasını istemez, kabir başında yapılan duânın evde yapılandan üstün olduğuna inanmaz, bu kimselere yemin ederek Allah’tan talepte bulunmazlar. “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir.” derler.4004 Dinin esası da budur. Salât, Arapça’da duâ anlamına da gelir: “Ey peygamber, Mü’minlere selât et, çünkü senin duân onlar için huzur ve sükûnettir.”4005 Duâda istenene kavuşma ve korkulandan kurtulma isteği vardır. Bu da ancak Allah’tan istenir.
İslâm bilginleri bid’at duâ şekillerini şöyle tespit etmişlerdir: Ölü ya da gaip birinden yardım dilemek. Ey efendi hazretleri bana mağfiret et, tövbemi kabul et, demek şirktir. Peygamber ve salihlerden, ölmüş veya gaip birine benim için Allah’a duâ et’, demek bid’attir. Ölülerden medet umulmaz. Kabirleri ziyarette ölülere ancak selâm verilebilir, onlara Kur’ân okunur. Allah’a, Allah’ım senden filancanın yanındaki makamı hakkı için şunu şunu istiyorum; diye duâ etmek, nehyedilmiştir. Çünkü, “Yardım Allah’tandır.”4006; “İnsanlar (mahşerde) toplandıkları zaman kendisine duâ edilenler, onlara düşman olurlar ve onların kendilerine olan duâlarını inkâr ederler.” 4007
Duâ Ederken Dikkat Edilecek Hususlar
Duânın muhteviyatı, Allah’tan istenen meseleyle ilgili olmalıdır. Meselâ yemek duâsı ayrıdır yolculuğa çıkıldığında yapılacak duâ ayrıdır... Birçok konuda Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilmiş duâlar mevcuttur. Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş peygamberlerin duâları zikredilir. Duâ bu me’sur duâlarla yapılabileceği gibi, kişinin kendi gönlünden kopanın anlatımı da olabilir. Ancak belli davranışlarda; meselâ kabir ziyaretlerinde, yemeklerden sonra, helâya girerken, yeni bir elbise giyerken, yolculuğa çıkarken... Hz. Muhammed’den (s.a.s.) nakledilmiş duâlarla duâ etmek hem sünnet, hem de daha güzeldir.
Duâ eden kişi gönülden etmeli, duâsında iyi şeyleri isteyerek kendisi de o doğrultuda çaba sarfetmelidir. Kişi duâsında samimiyetini tavırlarıyla da ortaya koymalıdır. Meselâ duâsında Allah‘ın emirlerine itaat eden samimi bir müslüman olmayı ifade ediyorsa, hareketleriyle de böyle bir müslüman olma çabası içerisinde olmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: „Bilin ki, Allahu Teâlâ, kendisinden gâfil bir kalbin duâsını kabul etmez.“ 4008
Şüphesiz ki Allah insanın kalbinden geçenleri ve ihtiyaçlarını bilir. Ancak dil ile duâ etmenin insanın kendisinin eğitilmesi konusunda etkisi vardır. Ayrıca duâ Allah’ın bir emrinin yerine getirilmesidir, bir ibâdettir. Kur’ân-ı Kerim’de Hak Teâlâ kendisine nasıl duâ edileceğini kullarına öğretir, resûllerinin duâlarını bize haber verir. Mü’minler önce bu duâlara bakmak ve böyle duâlarla Allah’ı zikretmek durumundadırlar. Gerçekten bilmediğimizi ve en güzelini öğreten Allah’tır. „... Ey Rabbimiz unutur veya hata edersek bizi sorumlu tutma... „ 4009
Eyüp (a.s.), „Yâ Rabbi, gerçekten benim başıma bela geldi. Hâlbuki sen merhametlilerin
4004] 3/Âl-i İmrân, 173
4005] 9/Tevbe, 103
4006] 8/Enfâl, 10
4007] 46/Ahkaf, 6; M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 417-418
4008] Tirmizî, Deavât 64
4009] 2/Bakara, 286
DUÂ
- 957 -
merhametlisisin.“4010; Zekeriya (a.s.), „Rabbim, beni yalnız bırakma...“4011; Âdem (a.s.), „Ey Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer sen bizi affetmez ve bize acımazsan mutlaka zarara uğrayanlardan oluruz.“ 4012 diyerek duâ etmişlerdir. „Beni müslüman olarak öldür ve beni salih kullarına kat...“ 4013 duâsı Yusuf’un (a.s.); „Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zâlimlerden olmuştum.“ duâsı da Yûnus’un (a.s.) duâsıdır.
İmam Ahmed b. Hanbel‘in Ebû Saîd el-Hudrî‘den (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîste: „Duânın karşılıksız kalmayacağı, bilâkis üç şeyden birinin mutlaka meydana geleceği; ya kabul ya âhirete bırakma yahut eda edilen duâ oranında günahın affedileceği“ beyan buyurulmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurur: „Ümmetimden yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz Cennet‘e girecektir. Bunlar, rukye talep etmeyen, dağlayarak tedavi yapmayan, olayları uğursuzluğa yormayanlar ve Rablerine tevekkül eden kimselerdir.“4014 Yani mü’minler ancak „Bize Allah yeter. „ demelidir. Rukye, okuyup üfleyerek tedavi demektir. Bütün peygamberler en kötü durumlarda yalnız Allah‘a sığınmışlardır. Bunu da namazla yapmışlardır. Çünkü duâ esas olarak namazdadır ve devamlılığı vardır.
Müslüman müslüman kardeşi için duâ edebilir. Rasûlullah, „Kim bir hidâyete çağırırsa, o hidâyete tabi olanların mükafatının aynısı onların mükafatından hiçbir eksilme olmaksızın bu kimseye de verilir.“ buyurmuştur.4015 Ebeveyn, kendilerine duâ eden çocuklarının amelinden istifade eder: „İnsanoğlu öldüğü zaman artık ameli kesilmiştir. Yalnız şu üç şey bunun dışındadır: Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve duâ eden salih evlât.“4016 Rasûlullah, ümmetinden kendisine duâ etmelerini istemiştir. Cenâb-ı Hak, „O‘na salât ve selâm getirin“ 4017 diye emretmiştir. Mü’min, Allah‘tan peygamber için vesîleyi isterse kıyamette o kimseye onun şefaati haktır. Rasûlullah umreye giden Ömer (r.a.)‘e: „Bizi de duândan unutma kardeşim.“ demiştir.4018 Rasûlullah her zaman ümmetini sadece Allah’a kulluğa çağırmıştır. Hanefi fukâhâsı: “Bir yaratık aracılığıyla Allah’tan bir şey istenemez” demiştir. Hz. İbrahim, „Doğrusu benim Rabbim duâyı işiticidir.“4019 demiştir. Hz. Peygamber: “Biriniz duâ edeceği zaman Allah‘a hamd ve senâ ile başlasın, Rasûlüne salâvât getirsin ve bundan sonra artık dilediği duâyı yapsın.“ buyurmuştur.4020
Sâlih ameller vesîlesiyle talepte bulunmanın örneklerinden birisi mağaraya sığınan üç kişinin duâsıdır. Bunlardan her biri yalnızca Allah’ın rızâsını gözettiği önemli bir amelini zikrederek duâda bulunmuştu. Çünkü böyle bir amel, Allah’ın, sahibinin duâsının kabulünü gerektirecek bir sevgi ile sevdiği ve razı olduğu bir şeydi. Birisi ana-babasına yaptığı iyiliği zikrederek; diğeri tam iffeti delâletiyle;
4010] 21/Enbiyâ, 83
4011] 21/Enbiyâ, 89
4012] 7/A'râf, 23
4013] 12/Yusuf, 101
4014] Buhârî, Tıb: 18; Müslîm, İman: 371, 372.
4015] Müslim, İlm: 16; Ebû Dâvûd, Sünnet: 6; Tirmizî, İlm: 15.
4016] Müslim, Vasiyyet: 14; Ebû Dâvud, Vesâyâ: 14.
4017] 33/Ahzâb, 56
4018] Ebû Dâvûd, Vitr: 23; Tirmizî, Daavât: 109; İbn Mâce, Menâsik: 5.
4019] 14/İbrahim, 39
4020] Ebû Dâvûd, Salât: 358; Tirmizî, Daavât: 65.
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öteki ise emanete gösterdiği riâyet ve iyilikseverliği ile duâda bulunmuştu.4021 İbn Ömer’in meşhur duâsı şöyledir: “Yâ Rabbi, Senden beni İslâm’a erdirdiğin gibi ondan beni uzaklaştırmamanı ve müslüman olarak canımı almanı diliyorum.” 4022
Duânın Psikolojik Cephesi
Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, iç sıkıntılarına yol açar. Duâ ile en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz. Duâ, içimize eşsiz bir rahatlık verir, gerginliklerimizi giderir. Duâ ile kendimizi Allah’a daha yakın hissederiz. Duâsız bir insan, ışıksız bir mahzene benzer. Duâsız insan, yalnızlığın karanlık hapishanesi içinde çırpınan bir zavallıdır. Duâ ile benlik duvarlarını aşabiliriz. Çünkü duâ, engel ve uzaklık tanımaz. Zaman ve mekânlar ona engel olamaz. Duâ ile sonsuz aczimizi yüce Allah’ın sonsuz kudretine bağlama saâdetine ereriz. Duâ ile ruh gücümüzü kanatlandırırız. Duâda iç varlığımız aydınlanır. Duâda kendi gücümüzle değil; Allah’ın sonsuz gücüyle iç ve dış düşmanlarımıza meydan okuruz.
İbâdet yapmamak ve duâ etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice insanlar vardır ki, uygarlığın bütün lüks ve konforu, ellerindeki servet ve imkânlar onları mutlu edememiştir. Huzurdan yoksun olan bu zavallılar, vicdanlarıyla baş başa kalmaktan korkarlar. Onların çılgınca eğlence ve kahkahaları iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile, kendilerini için için kemirmekten asla kurtaramaz. Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki, ruhun da beden gibi birçok ihtiyacı vardır. Bu hususları gözden uzak tutan yanlış düşünce ve tavırlar, bugün insanlığı buhranlara sürüklemekte, kıvrandırmakta, onu gönül huzurundan yoksun bırakmakta ve felâketine yol açmaktadır. İçimiz iman nuruyla parlamadıkça, ruh yaralarına merhem olan İlâhî emirler yerine getirilmedikçe, ibâdet ve duâlarla içimizi aydınlatmadıkça ne içimizin kasveti kaybolur, ne de dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşabiliriz. 4023
Duâ, Allah ile kul arasında bir iletişimdir. Duâ etmek için yalnız Allah’a doğru kendini yöneltmeye doğru bir çaba gerekir. Bu çaba; zekâ ve aklın itmesiyle değil, sevgiyle ve gönülle olmalıdır. Meselâ, Allah’ın büyüklüğünü derinden düşünmek duâ sayılmaz. Fakat bu derin düşünce, aşk ve imandan bir öz ile yoldaş olarak gerçekleşiyorsa, işte o zaman duâ olur. 4024
Duâ; ruhun, kalbin ve gönlün, kısacası insanın mânevî varlığının Allah’a yönelişidir. Duâ esnâsında insanın, bu yönelişe engel olan hususlardan ilgi ve alâkayı kesip duâ için hazır hale gelmesi gerekir. Duâ, çağırmak, dâvet etmek anlamında olduğu için, iç dünyamıza Rabbimizi dâvet edeceğimiz zaman, dâvetten önce, gelecek misafirin rahatsız olacağı şeylerden iç mekânımızı temizlememiz gerekiyor. İçimizde O’na aykırı duygular olmaması gerekir. Meselâ, parayı her şeyden çok seven bir insan, bu putu içinde taşıdığı müddetçe Allah’ı kalbine nasıl yerleştirecek ve O’na gönülden teslimiyetle nasıl duâ edecek?
Evimize çok saygı duyduğumuz bir kimse geleceği zaman tedirgin oluruz. Bu
4021] Buhârî, Hars 13
4022] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 417-418
4023] Abdullah Aymaz, Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbadet, Çağlayan Y., s. 72
4024] Alexis Carrel, Duâ, Yağmur Y.
DUÂ
- 959 -
tedirginliği “acaba gereken hürmeti, saygıyı gösterebilecek miyiz? Rahat ettirebilecek miyiz? Bu konuda bir yanlışlık yapar mıyız?” diye yaşarız. İşte Rabbimiz gibi, varlığımızın kendisine fedâ olduğu ve karşısında bir “hiç” olduğumuz varlık karşısında duâ ederken aynı his ve duyguları duymamız gerekir.
Duânın hakikati, kulun Rabbinden yardım dilemesidir. İstenilen varlık, her zaman isteyenden üstündür. Kul, isteyen makamında olduğu için, zillet ve perişanlığını Allah’a arz etmeli ve duâ ederken bu makamda olduğunu unutmamalıdır. Yoksulluğunu sevgi ve saygıyla Allah’a sunmalıdır.
Genellikle felsefî, bilimsel ve düşünsel çaba, araştırma, tahlil ve incelemeler sonucu elde edilemeyen şeyler; sevgi ile, sevdiğimize bağlanma ile ve içten gelen bir coşku ve samimiyetle elde edilebilir. Güçlü iman, “yapar”. Anahtarı bizde olmayan her kapı, ancak sevginin, inanç ve ihlâsın mûcizevî gücünün saldırıya geçmesiyle kırılabilir, açılabilir. İmkânsız olan şey, sevgi emredince teslim olmak zorunda kalır. Sevginin, muhabbetin, fedakârlık ve samimiyetin anlamını iyi kavrayanlar için Allah’ı tanımak çok kolaydır. Nasıl? Bir gülün kokusunu algılamanın rahatlığıyla!.. Allah’ın huzurunda olduğumuzu hissedebiliriz ki, her yer O’nunla dopdoludur. O her yerde vardır. 4025
Cibril hadisinde Rasûlullah (s.a.s.) “ihsân”ı tarif ederken, “ihsân; Allah’ı görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.”4026 buyuruyor. Bir insan, Allah ile ilişkilerinde ihsan derecesine ulaşmışsa, o makamın hisleriyle dolmuş ve coşmuşsa, duânın hükmüne vâkıf olmuş demektir. Çünkü duâ eden insan, dâvet edeceği varlığı her an yanında hatta şah damarından daha yakın hissediyorsa, O’nu maddî dilinden ziyade sevginin ve imanın diliyle “Yâ Rabbi, Sen zaten benim halimi görüyorsun. Gördüğün bir şeyi tekrar Sana dilimle anlatmak benim için edepsizlik olur. Ama duâ etmemi istediğin için gönlümle ve dilimle duâ ediyorum. Artık gereğini Sen bilirsin. Senden gelen her şeye râzıyım” der. Yanlış anlaşılmasın; ihsan derecesine ulaşmış kimselerin artık ellerini kaldırıp da dilleriyle Allah’a duâ etmeleri gerekmediği söylenmiyor. Şüphesiz Rasûlullah (s.a.s.), ihsan makamında olduğu halde, o, hayatının her bölümünde ölene kadar ellerini açıp diliyle duâ etmiştir. Burada sevgi ve imanla kurulan fizikötesi bir halin öneminden bahsedilmektedir.
İnsan, yeryüzünde sürdürdüğü hayatında hangi konumda olursa olsun, -zengin, fakir; yüksek makamların sahibi, makamsız; çevresi geniş veya kimsesiz- her an duâya muhtaç bir varlıktır. Bu, her yönümüzle sınırlı ve zayıf bir yaratık olmamızın sonucudur. Tüm insanlar, duâya aynı oranda muhtaçtır. Ama herkes için duâların, isteklerin mâhiyeti farklı olabilir. Biz, fakir kimselerin zenginlerden daha çok duâya muhtaç olduklarını zannedebiliriz. Aynı şekilde çevresi kalabalık, adamları çok olan kimselerin, yalnız insanlardan daha az duâya ihtiyaç duyabileceklerini de sanabiliriz. Eğer biz böyle düşünüyorsak, duâyı anlamamış sayılırız.
Meselâ; fakir bir insan düşünün. Ellerini açmış, Allah’ın “Razzâk” ismini anarak rızkının genişletilmesini istiyor. Bu noktada zengin insanın duâ etmesine gerek yok diyebiliriz. Hâlbuki bu noktada, zengin insan da ellerini açıp “Yâ Rabbi, beni Karun gibi şımartma. Bana vermiş olduğun nimetlerin şükrünü edâ
4025] Ali Şeriati, Duâ, Birleşik Dağıtım, Ankara Y., s. 61-62
4026] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, Hadis no: 8
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmeyi bana nasip ve müyesser kıl” diye duâ etmelidir. Görüldüğü gibi, her ikisi de duâya muhtaç. Hatta bize duâya daha az ihtiyacı var gibi gözüken zenginlerin, belki de fakirlerden daha çok ihtiyacı vardır. Çünkü varlıkla imtihan edilmek, yoklukla sınanmaktan daha zor ve tehlikelidir. Çünkü, “insan kendini müstağnî (kendini kendine yeterli) gördüğü zaman azar, tâğutlaşır.” 4027
“Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan fakirler sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak Allah’tır.”4028 Ebû Zer (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah azze ve celle buyurdu ki: ‘Ey kullarım! Hepiniz açsınız; ancak Benim yedirdiklerim müstesnâ. O halde sizi yedirmemi isteyin ki, yedireyim. Ey kullarım! Benim giydirdiklerim dışında hepiniz çıplaksınız; o halde sizi giydirmemi isteyin ki, giydireyim. Ey kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz ve insanlarınız, yüksek bir yerde toplansalar da hepsi Benden (ayrı ayrı şeyler) isteseler, Ben onlardan her birine isteğini versem; bu, Benim yanımdaki (hazine)lerden ancak denize daldırılan bir iğnenin (sudan) eksilttiği kadar eksiltebilir.” 4029
Demek ki insan ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, Allah karşısında kendini yoksul görmeli. Zaten insan, kendini yoksul görmezse başkasından istemenin bir anlamı olmaz. Bir hadis rivâyetinde Peygamberimiz’in nakliyle Cenâb-ı Allah’ın “Hepiniz açsınız ve çıplaksınız. Ancak Benim yedirdiklerim ve giydirdiklerim hâriç” demesi dikkat çekici bir husustur. Çünkü nice zenginler vardır ki, hâlâ halkı sömürmenin yollarını aramaktalar. Aç olmasalar böyle davranırlar mı? Yine nice gardırop dolusu elbiseleri olmasına ve üzerinde giysisi olmasına rağmen, orası burası çıplak insanlar var. Çünkü giyinirken Allah’a ihtiyaç duymadan hevâlarına göre giyiniyorlar.
İnsan Allah’ın karşısında devamlı sûrette şu duyguları hissetmeli: “Yâ Rabbi, beni Sen var ettin. Varlığımı Senin sâyende sürdürüyorum. Sen bana her şey veriyorsun. Verdiklerinin ve iyiliklerinin sayısı, bilemeyeceğim kadar çok. Ama bunların karşısında ben Sana yeterince kulluk yapamıyorum. Ben çok günahkâr ve isyankâr bir kulunum. Aslında yanına varmaya da utanıyorum. Yanına gelecek yüzüm yok. Fakat Senden başka gidecek bir yerim de yok. Kapına geldim, beni geri çevirme, yanında bana da bir yer ver ve beni bağışla...”
Evet, duâ için asıl hazırlık ruhî hazırlıktır; ruhî ve kalbî mânâda bir yöneliştir. Yoksa fizikî olarak bedeni kıbleye yöneltip elleri açmak ve alışılmış cümleleri otomatik olarak söylemek duâ edenin sadece basit bir dış görünüşüdür. Dili, ezberlediği klişeleşmiş duâ metinlerini otomatik olarak bilinçsizce seslendirirken o, mânevî varlığıyla bir başka işin peşinde, maddî hayatın içinde olabilir.
Duâ anlatılmaz, duâ yazılmaz! Duâ, kulun Allah ile diyaloga geçmesidir. Duâ, yalnız dilde gerçekleşen bir olay değildir; onun gerçek yeri ruhtur. Duâ sözden ziyade histir, coşkudur.
Duânız Olmasa?!
Duâ, insanın halini Allah’a arz etmesi, O’na niyazda bulunması, Rabb’ine doğru yönelip O’nunla diyalog kurmasıdır. Duâ, insanın kibirlenme ve istiğnâdan
4027] 96/Alak, 6-7
4028] 35/Fâtır, 15
4029] Buhârî, Müslim
DUÂ
- 961 -
vazgeçip Allah’ın mutlak kudretini, adâletini ve merhametini kavramasından doğan bir boyun eğmedir. O, insanın kendi ihmallerini ikmâl eden bir ikbâl kapısı değildir. Kur’an’daki duâ örneklerinin büyük bir bölümünün, dünyevî nimet ve menfaatlerden ziyade bağışlanma, hidâyet ve Allah yolunda yardım isteme niteliğinde olması,4030değinilen gerçeği desteklemektedir. Şu halde insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engellerin aşılması hususunda Allah’tan yardım isteyebilir. Kişinin duâyı, bir sihir tekniği gibi algılamaması ve uygulamaması gerekir. (Zaten sihir de bir kandırmadan, aldatmaya çalışmaktan başka bir şey değildir).
Kur’an’da, insanın çaresizlik içinde ve zor şartlarda duâya başvurması üzerinde ısrarla durulur. Dinî yönelişin belirgin veya zayıf hale geldiği durumlar açıklanırken aynı zamanda bu yönelişin, insan tabiatında fıtrî ve genel bir motif olarak bulunduğu ortaya konulur. Âyetlerin beyanına göre insan bir tehlike ve sıkıntıya düşerse, bütün samimiyetiyle Allah’a yönelir; bıkmadan usanmadan duâ edip iyilik ve başarı ister. Fakat kendisini emniyet içinde ve başarılı gördüğü durumlarda duâ isteği zayıflar, kendi güç ve yeteneğine güvenip Allah’tan yüz çevirir.4031 Buradan şöyle bir sonuca varılabilir. Din duygusu zayıfladığı zaman insan hayatında olumsuz gelişmeler görülebilir. Bunu önlemek için insan şuurunda dinî inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir halde bulunması gerekir. Bu da duâ ve ibâdetle sağlanır. Bu yüzden Kur’an’da insanların Allah’a duâ etmeleri istenmiş ve bu duâ O’na kulluk etme belirtisi olarak kabul edilmiştir.4032 Şu halde duâ ve ibâdette amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı ve devamlı kalmasını sağlamaktır.
Duâ ederken bazı şeklî ve ahlakî şartlara uyulması gerekir. Bunlardan en önemlisi, duâ eden kimsenin Allah’a huşû içinde yalvarması, aynı zamanda edepli, istekli ve ümitli olmasıdır. 4033 Ayrıca insan, duâyı duyarlı bir kalple yapmalı, isteğini sade ve kesin bir dille belirtmeli, Allah’tan beden ve ruh sağlığı, dünya ve âhiret mutluluğu istemeli, bir de duânın kabulü için acele etmemelidir. Duâ sözcükleri mümkün olduğunca âyet ve hadislerden seçilmelidir. Özellikle örnek duâ metni mâhiyetindeki bazı sûre ve âyetler4034, duâ olarak okunabilir. Bunların başında da kulun taleplerini ve en içten dileklerini benzersiz bir üslûpla dile getiren Fâtiha sûresi gelir. Bu özelliğinden dolayı anılan sûre, bütün Müslümanların en çok okudukları duâ metni haline gelmiştir. Ayrıca Hz. Peygamberin duâ ederken en çok:
“Ey Rabb’imiz! Bize bu dünyada iyilik ver, âhirette de; bizi ateşin azabından koru.”4035 anlamındaki âyeti okuduğu ve Müslümanlara da bu âyeti okumalarını tavsiye ettiği belirtilir.4036 Peygamber uygulaması ve tavsiyesi nedeniyle Fâtiha sûresi gibi bu âyet de, bütün Müslümanların namazda ve namaz dışında her vesileyle okudukları duâ âyetleri arasında yer almıştır.
4030] Bk. 1/Fâtiha, 5-7; 7/A'râf, 155-156; 11/Hûd, 47; 40/Mü'min, 7-9 vb.
4031] Bk. 10/Yûnus, 12; 17/İsrâ, 11, 67; 31/Lokman, 31; 41/Fussilet, 49-51 vb.
4032] Bk. 40/Mü'min, 60
4033] Bk. 7/A'râf, 55-56, 205-206 vb.
4034] Bk. 2/Bakara, 285-286; 3/Âl-i İmran, 8-9, 16, 53, 191-194; 14/İbrâhim, 35-41; 20/Tâhâ, 25-35 vb.
4035] 2/Bakara, 201
4036] Bk. Buhârî. De'avât 55; Müslim, Zikir 23
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da yer alan duâ âyetleri ile Hz. Peygamber’in aynı mâhiyetteki hadisleri, hem Allah ve Peygamber sözü olmaları hem de mânâlarının zengin ve kapsamlı oluşu nedeniyle Asr-ı saâdetten itibaren Müslümanlar tarafından büyük ilgi görmüş ve bu ilgi me’sur duâların derlendiği birçok kitabın telif edilmesine yol açmıştır. 4037
Duâ konusunun daha iyi anlaşılması için, onun gerçek mâhiyetinin ve önemli vasıflarının açıklanması şarttır. Kur’an’da duâ edene Allah’ın karşılık vereceği bildirilir.4038 Bunun için prensip olarak duânın fayda verdiğine inanmak gerekir. Ancak buradan Allah her isteneni yerine getirir şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü Allah, sünnetullaha (varlık ve oluşa egemen kıldığı ilkelere) ters düşmeyen duâları kabul eder. O’nun kendi yasalarına aykırı davranması beklenemez. Bunun için, kimden gelirse gelsin Allah, kendi yasalarına ters düşen talepleri reddeder. 4039
İslâm ölçülerine uyan gerçek bir duânın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duânın değerinin olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan istenen, İlâhî düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır. İnsanın kendi güç ve kapasitesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine getirmesi, o sebeplerin Yaratıcısına karşı fiilî bir duâdır. Teşebbüs dediğimiz de budur. Kim yaparsa yapsın böyle bir duâ çoğu kez karşılıksız kalmaz. Demek ki Allah’ın kâinatta koymuş olduğu düzenin (sünnetullah dediğimiz değişmez kanunların) gereklerine göre davranmak, bir tür fiilî duâ olmaktadır. Bu, aynı zamanda Allah’ın rahmet kapısını çalmaktır. Fakat cevap O’na aittir.
Arzu edilen şeyi elde etmek için teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son sınırına gelince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden teşebbüsten sonra güven içinde Allah’a iltica etmeye tevekkül denir. İşte duâ, bu iki esası kendinde toplayan bir ibâdettir. O, maddî hayat için gerekli olan teşebbüsle mânevî hayat için gerekli olan iman ve tevekkülü dengeli biçimde yürütme işlemidir. Bunun için teşebbüs ve tevekkül, İslâm’da duânın iki yönü ve birbirinden ayrılmaz bütünüdür.
Çağımızda Batı âlemi teşebbüse ağırlık verdiği için maddî alanda büyük bir ilerleme sağladı ve tekniğin zirvesine ulaştı. Ancak tevekkül yönünü ihmal ettiğinden bu üstünlük insanlığa gerçek bir mutluluk getiremedi. Doğu âlemi de tevekkülü yanlış yorumlayarak teşebbüsü ve gayreti gevşetti, sonunda Batı’nın uydusu haline geldi.
Duâ, insanın Allah’tan bir şey istemesi, O’nu anması ve yardıma çağırmasıdır. O hamd, şükür, zikir, tesbih, istiâne ve istiâze gibi eylemleri kapsayan dinî duygu ve yönelişin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir. Bu yüzden Kur’an’da insanın, ancak Allah’a olan yönelişi ile değer kazanacağı belirtilmiş, “Duânız olmasa Rabb’iniz size ne diye değer versin.”4040 denilmiştir. Öyleyse insan, Allah’a yönelmeli, daima O’nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır.
4037] Bk. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, IX, 537-538
4038] Bk. 2/Bakara, 186 vb.
4039] Bk. 11/Hûd, 45-47, 74-76 vb.
4040] 25/Furkan, 77, 324
DUÂ
- 963 -
Tabii ki duâ kadar onun makbul olması da önemlidir. Bunun için Hz. Peygamber: “Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duâdan Sana sığınırım.”4041 diyerek Rabb’ine yalvarmıştır.
“Ey Rabb’imiz, bu duâmı kabul buyur: Hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve bütün mü’minleri bağışla.” 4042
Sözlü ve Fiilî Duâ
Dille duâ vazifelerimizden sadece biridir. Sebeplere yapışmadan sadece dille yapılan duâ ile yetinmek, sünnetullahı, Allah’ın kanununu bilmemek ve ona uymamak demektir. İslâm’ın yeryüzüne hâkim kılınması, sadece duâ etmekle olacak olsaydı, insanlar içerisinde duâsı en çok kabul edilmesi gereken Hz. Peygamber (s.a.s.)’di. O bu kadar eziyetlere katlanmaksızın duâ ederdi ve görevini tamamlardı. Yani o Mekke günlerini yaşamaya gerek yoktu. Fakat O böyle yapmadı. Önce üzerine düşen sorumluluğu fiilî olarak yerine getirdi. Arkasından da ellerini açıp duâ etti. Allah da O’nu mahcup etmedi.
Biz bu noktadan hareketle duâyı iki kısma ayırabiliriz: Fiilî duâ, Sözlü duâ. Fiilî duâ, kişinin herhangi bir arzusu karşısında elinden gelen her şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Meselâ, hastasına Allah’tan şifa dileyen kimsenin, öncelikle tıbbın gerektirdiği şeyleri, imkânları çerçevesinde yerine getirmesi gerekir. Bunu yerine getirmedikçe, ellerini açıp Allah’tan şifa dilemesi yeterli olmayacaktır. Çünkü Allah yeryüzündeki her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. Gerçi Cenâb-ı Hak, bazen sebepsiz de yaratır, sebepsiz de verebilir; ama bunu beklemek, Allah’ın hayata koyduğu kanunlara aykırıdır. Biz o sebepleri yerine getirmekle mükellefiz.
Sözlü duâ ise, kişinin elinden geleni yaptıktan sonra Allah’tan yardım istemesidir. Fiilî duâ her zaman sözlü duâdan önce gelir. Ama ikisini birbirinden ayrı düşünemeyiz. Çünkü fiilî duâ bedenin eylemi ise; sözlü duâ da ruhun eylemidir. Zaten insan bu beden ve ruh ikilisinden oluşan bir varlıktır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Hayatımı kudret elinde tutan zat’a (Allah’a) yemin ederim ki, iyiyi emredecek, kötülüğü yasaklamaya çalışacaksınız veya Allah, size kendi katından bir azab gönderecektir. Sonra O’na duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır.” 4043
Görüldüğü gibi, fiilî duâ yapmadan, sözlü duânın kabul edilme ihtimali yok gibidir. Duâ, Allah’tan bir “şey” istemektir. Fakat bu “şey” düşünme, bilim, sorumluluk, irâde, zahmet, iş, emek ve eziyetin yerini alan bir “şey” olmamalıdır. Belki bizzat kendisi bu sorumluluğun içindeyken, insan, zaman zaman ihtiyaç duyduğu bir şeyi elde etmeye yönelik bir duâda bulunabilir. İşte o zaman, bu “şey”i ister ve alır. 4044
İslâm, duâyı insanlar, sorumluluktan veya işten kaçsınlar diye emretmemiştir. İslâm’ın emrettiği duâ, tüm hazırlıklardan ve işten sonra yapılan duâdır. Ancak tüm hazırlıkları eksiksiz yerine getirdikten sonra “artık bu iş tamamdır” deyip de
4041] Bk. Tirmizî De'avât 69
4042] 14/İbrâhim, 40-41; Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 321-325
4043] Tirmizî; Tac Terc. 5/687
4044] Ali Şeriati, a.g.e. s. 156
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâdan uzaklaşmak yanlıştır. İşler ancak duâ ile tamam olur.
Duâyı, sorumluluktan kaçan, tembel, acz içerisinde olan insanların ellerinden alarak sorumluluğun bilincinde olan ehil insanların ellerine verirsek, o zaman duâ bir anlam ve aksiyon kazanacaktır. Duâ mert çehrelerde güzellik kazanır. Hz. Ali gibi, gereken yerde kılıçla duâ etmesini bilmeliyiz. Onun kılıcı savaş alanında ölüm yağdırırken; dili Allah karşısında âcizliğin tercümanı oluyor, gözleri de Allah için yaş döküyordu. 4045
Fitne, fesat ve zulmün toplumu sardığı, fertleri ifsad ettiği zamanlarda; önce duâya sarılmak acziyetin, tembelliğin, korkaklığın ve sorumluluktan kaçtığımızın ifadesidir. Özellikle bugün “müslümanım” diyen insanların Allah’ın dâvâsı için pek fazla bir şey yapmadıkları halde, hatta bazılarının tüm mesailerini dünyevî işlere harcadıkları halde, bunların ellerini açıp “Allah’ım, bize sahip gönder!” dediklerine şâhit oluyoruz. Hâlbuki ortadaki durumu sahiplenmesi gerekenin bizler olduğumuzun farkında değiliz.
İçinde yaşadığımız hayatta olup biten şeyler bizleri ne kadar ilgilendiriyor? Gözlerimizle şahit olduğumuz olaylara herhangi bir şekilde sözlü veya fiilî müdâhale imkânı varken, rahatımızı bozmamak ve kendimizi riske atmamak için, hep kalb ile buğz(!), dışarıya yansımayan içimizle müdâhale(!) etme yolunu mu tercih ediyoruz? Cadde ve sokaklarda olup bitenleri evlerimizin pencerelerinden veya televizyonlarımızın ekranlarından seyrettikten sonra da kalkıp “Yâ Rabbim...” diye duâ ederek problem ve fitnenin kalkmasını mı bekliyoruz? Bu ne biçim duâ anlayışı? Rasûlullah (s.a.s.) böyle mi yapıyordu? Hayır, şüphesiz O önce tebliğ ediyor, sonra arkasından “Yâ Rabbim! Onlar bilmiyorlar, onlara hidâyet ver!” diyordu. Yine savaş öncesi tüm hazırlıklarını bitiriyor, sonra duâ ediyordu. İşte Hendek savaşı... Bir-iki ay önce Allah rasûlü hendeklerin kazılmasını, ekinlerin vaktinden önce biçilmesini, meyvelerin, hurma yapraklarının toplanmasını, cadde ve sokaklarda barikatlar kurulmasını emretti. Bizzat kendisi de taş ve toprak taşıdı. Tüm hazırlıkları tamamladı. Bu şekilde fiilî duâyı tamamlayınca arkasından sözlü duâ yaptı, Allah’tan yardım talep etti. Allah da onlara zaferi bahşetti.
Bazen, müslüman kardeşlerimiz birbirlerine “bana duâ et” diye ricada bulunuyorlar. Müslümanların birbirlerinden duâ talep etmeleri güzel bir şey, yüce dinimizin tavsiyesidir. Ama duâ talep eden kardeşlerimiz acaba sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerine, yani fiilî duâ konusundaki hallerine bakıyorlar mı? Fiilî duâları herkesin bizzat kendisinin yapması lâzımdır. Ancak böyle olursa kendimizin veya bir başka kardeşimizin bizim hakkımızda yaptığı duânın bir anlamı ve geçerliliği olabilir. Yoksa, görüldüğü gibi, sadece dille yaptığımız duâlarımız kabul edilmiyor.
Meselâ, asr-ı saâdette bir Uhud dersi var. Uhud savaşında müslümanların zaferi nasıl kaçırdıklarını ve kısmî mağlûbiyetin ne şekilde geldiğini biliyoruz. Acaba o savaşta Allah Rasûlü (s.a.s.) ve müslümanlar duâ etmedi mi ki, bu hale geldiler? Hayır, mutlaka duâ etmişlerdi. Ama sözlü duâdan önce yerine getirilmesi gereken sorumlulukları yerine getirmede problemler olmuştu. Peygamberimiz’in geçide yerleştirdiği ve her ne pahasına olursa olsun buradan ayrılmayacaksınız
4045] Ali Şeraiti, a.g.e., s. 170
DUÂ
- 965 -
dediği elli okçu görevlerini yarıda bırakıp mevzîlerini terk etmişlerdi; Sebep buydu.
Allah’ın yardımı kulun gücünün bittiği yerde gelir. Biz, Allah’ın yardımını talep ederken, bunun için duâ ettiğimizde sahip olduğumuz gücümüzü sonuna kadar kullanıp kullanmadığımıza bakalım. 4046
Duâ Etme Şekli ve Duâ Âdâbı
Rasûlullah (s.a.s.) duâ eden bir adamın, duâ sırasında, Allah’a hamd etmediğine ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât u selâm getirmediğine şâhit olmuştu. Hemen: “bu kimse acele etti” buyurdu. Sonra adamı çağırıp: “Biriniz duâ ederken, Allah Teâlâ’ya hamd ve senâ ederek başlasın. Sonra Peygamber’e salât okusun. Sonra da dilediğini istesin.” buyurdu. 4047
Duâya hemen muradını söyleyerek değil; Allah’ın adını anarak, Allah’a hamd ederek Rasûlüne (s.a.s.) salât u selâm getirerek başlamak gerekir. Hamdele ve salveleyi Arapça okuyamayanlar Türkçe şöyle derler: “Hamd, âlemlerin rabbi Allah içindir. Peygamberimiz (s.a.s.)’e, O’nun ailesine ve tüm sahâbelerine salât ve selâm olsun.” Ayrıca, duâya başlamadan önce tevbe-istiğfar edilmesi ve duâya kişinin kendisiyle başlaması tavsiye edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kişinin yaptığı duâlar içinde en hayırlısı şudur: ‘Ey Allah’ım, Senden dünya ve âhirette âfiyet istiyorum.” 4048
“...Allah’tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin. Duâyı tamamlayınca avucunuzu yüzünüze sürün.” 4049
Duâ esnasında gözü göğe dikmemeli ve gaflet ile duâ etmemelidir. Hz. Peygamberimiz buyurmuştur ki: “Bazı kimseler, namazda gözlerini göğe dikerek duâ etmekten vazgeçsinler. Yoksa Allah onların gözlerini kör eder.” 4050
Duâ esnasında ısrar ile duâ etmek ve duâyı üç defa tekrarlamak da duânın kabul edilmesine dair gözetilmesi gereken şartlardandır. İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.) duâ ettiği zaman üç kere tekrar ederdi. Allah’tan bir şey istediği zaman üç kere isterdi. 4051
Duâ ettikten bir müddet sonra, yerine gelmediğini görünce “duâ ettim de duâm kabul edilmedi” dememek lâzımdır. Rasûlullah (s.a.s.): “Acele edip ‘duâ ettim, kabul edilmedi’ demedikçe her birinizin duâsı kabul edilir.” buyuruyor.4052 Duâ ederken Allah’ın kabul edeceğinden emin olarak yapmak gerekir. Hz. Peygamber: “Allah’a duâyı size icâbet edeceğinden emin olarak yapın. Şunu bilin ki, Allah gafletle oyalanan kalbin duâsını kabul etmez.”4053 Duâ yapıp bitirdikten sonra “âmin” demek gerekir.
4046] Hasan Eker, a.g.e., s. 48 vd.
4047] Tirmizî, Deavât 66; Ebû Dâvud, Salât 358; Nesâi, Sehv 48
4048] İ. Canan, Kütüb-i Sitte, 17/504
4049] Ebû Dâvud, Salât, 358
4050] Müslim, Salât 26
4051] Müslim, Cihad 39
4052] Buhârî, Müslim
4053] Tirmizî; K. Sitte, İ. Canan, 3/531
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’a duâ ederken veya zikrederken, yani gerçek anlamıyla ibâdet halinde, sesi yükseltmek doğru değildir, dinimizce hoş görülmemiştir. Çünkü kendisine duâ ettiğimiz, zikrettiğimiz, yani ibâdet ettiğimiz varlık, içimizden geçirdiğimiz düşünceleri dahi bilen, haberdar olan ve işiten bir varlıktır. O halde bize bu kadar yakın olan bir varlığa seslenirken sesi yükseltmek, bağırıp çağırmak; ihlâsın sınırlarından gösterişe, duâ Hûdutlarından şikâyet ve dâvâya geçen bir tecavüzü gösterir. 4054
Hz. Peygamber‘e Allah‘ı sormuşlardı. Cevaben Allah buyurdu ki: „Kullarım sana Beni sorduklarında: Ben muhakkak ki yakınım, Bana duâ ettiğinde duâ edenin duâsına icâbet ederim.“4055 Duâ ederken seslerini aşırı şekilde yükseltenleri gören Rasûlullah, şöyle buyurmuştu: „Ey insanlar! Kendinize gelin. Çünkü siz bir sağırı veya uzaktaki birini çağırmıyor, ancak her şeyi işiten ve çok yakın bulunan birine duâ ediyorsunuz. Sizin kendisine duâ ettiğiniz size bineğinizin boynundan daha yakındır.“4056 Kul, duâsında Allah ile arasında hiçbir engel hiçbir vasıta bulunmadığını böylece bilir; duâ ederken yalnızca Allah‘ı düşünür. Kalp başka birşey ile meşgulken duâ etmek manasızdır. „Âmin“ diye bağırıp çağırmak da manasızdır. İnsan duâ ederek Allah‘a yöneldiğinde, dileği, Allah‘tan istediği şeylerin gerçekleşmesine yardımcı olacak sebeplerin yaratılmasıdır. Yani kul eylemiyle yakınlaşmazsa, ettiği duânın mânâsı olmaz. Tembelliği huy edinmiş biri rızık için duâ edebilir, ama önce çalışması lâzımdır... Duâda riya olmaz. Duânın hemen kabul edilmesinde acele edilmez. Hiçbir duâ boşa gitmez. En güzel sözlerden biri „Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh“tır.
Gönülden, gizlice, bağırmadan, samimiyetle duâ edilir. „Rabbınıza gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu o, aşırı gidenleri sevmez.“4057 Secîli, kafiyeli, yazılı duâlarda riya vardır. Başkalarına duâ ediyor görüntüsü vermek de böyledir. Bu şekilde ağlayarak duâ edenin gözyaşları öteki insanları etkilemek içindir ve duâsı riyadır. Özel olarak komutlu duâ da böyledir. 4058
“Duâ dilinin Arapça olması gerekir” diye bir şart yoktur. Ana dili Arapça olmayan müslümanlar mutlaka Arapça ifadelerle duâ yapmak zorunda değillerdir. Çünkü insan Allah’a duâ ederken halini ve ihtiyaçlarını arz ediyor demektir. Bu münasebetle insan ne dediğini, neye duâ ettiğini, ne istediğini bilmeli. Eğer ana dili Arapça olmadığı halde Arapça biliyorsa mesele yok; duâsını varsın Arapça yapsın. Ama Arapça anlamıyorsa, bir yerlerden ezberlediği ve mânâsını da bilmediği Arapça cümleleri tekrar etmesi anlamsız ve bilinçten uzak bir hareket olacaktır. Duâlarımızı yaparken anladığımız dili kullanmamız daha uygun olur. Eğer toplulukla beraber duâ ediyorsak insanların anladığı dili kullanarak duâlarımıza şuur katmaya çalışmış oluruz. Duâ dili, mutlaka Arapça olmalıdır gibi bir anlayış yanlıştır. Duâda söylediği kelimelerin anlamını bilmeden insan, gönülden duâya katılamaz.
Duâ ederken ayrıntılardan kaçınıp özlü ifadeler kullanmak gerekir. Günlük
4054] Bk. 2/Bakara, 186; 31/Lokman, 19; 7/A'râf, 55; 17/İsrâ, 110; 7/A'râf, 205
4055] 2/Bakara, 186
4056] Buhârî, Cihad 131; Deavât 51, Tevhid 9; Ebû Dâvûd, Vitr 26; Ahmed bin Hanbel, IV, 394, 402, 418; Müslim, IV, 2076
4057] 7/A'râf, 55
4058] M. Sait Şimşek, a.g.e., c. 1, s. 418
DUÂ
- 967 -
hayatımızda istek ve ricalarımızı bir üst yetkili makama arz ederken dilekçe yazarız. Yazılan bu dilekçelerin kısa ve özlü ifadelerle yazılmış olması esastır. En azından işin âdâbı budur. Allah’a yaptığımız duâlar da, isteklerimizi Allah’a ileten bir dilekçe gibidir. Duâların özlü olmasına dikkat etmek gerekir. Yani az kelimelerle çok mânâ ifâde edecek tarzda duâ etmeliyiz. Hâşâ Cenâb-ı Allah anlamaz gibi ayrıntılara girmek, izaha kalkışmak yakışmaz. Hz. Âişe’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.s.) lafzı kısa olup çok mânâları içine alan (cevâmiu’l-kelîm) duâları sever, diğerlerini terk ederdi. 4059
Duâ ederken secî yapmaktan kaçınmak gerekir. Secî yapmak; nesirde kafiyemsi ses benzerlikleri meydana getirmektir. Bir diğer ifade ile, bir şey söylerken cümlelerin sonlarını kulağa hoş gelecek şekilde birbirleriyle uyum içinde bitirmektir. Duâ ederken böyle bir çabadan kaçınmak gerekir. Çünkü bu bir zorlamadır. Kişi, gayretlerini, Allah’a ihlâsla yönelmek, O’nun karşısında acz ve yoksulluğu duymaya çalışmak yerine, cümleleri uyum içinde şiirimsi bir hava vererek söylemeye sarf edecektir. Bu ise duâda amaçtan sapmadır. Secî yapmada doğallık yoktur. Hem, mânâ yönünden kısırlık getirebilir. Ancak, kendiliğinden gerçekleşen secînin mekruh olmayacağı kabul edilmiştir. Nitekim hadiste bunun örnekleri vardır. Biri şöyledir: “Ey Kitabı indiren, hesabı çabuk gören, hizibleri dağıtan Allah’ım...” 4060
Allah’ın İsimleriyle (Esmâü’l-Hüsnâ) Duâ Etmek
Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o isimlerle duâ edin. O’nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının cezasını görecektir.”4061 Duâ eden kimse, isteklerine uygun düşecek şekilde Allah’ın isimlerini kullanarak duâ etmelidir. Meselâ; rızkın genişletilmesi, açlıktan ve geçim sıkıntısından kurtulmak isteniyorsa “Razzâk” ve “Kerim” isimleriyle Allah’a duâ edilir. Eğer duânın konusu günahtan bağışlanma ise “Rahmân”, “Rahîm”, “Ğafûr” ve “Afüvv” isimleriyle duâ edilir. Yine, zâlimlerin ve İslâm düşmanlarının cezalandırılması talep ediliyorsa “Kahhâr”, “Müntakim” isimleriyle duâ edilir. Bu kelimeler, âdeta bir kapının anahtarı gibidir. Biz, duâ edeceğimiz zaman isteğimize uygun isimlerle Allah’ın kapısını çalıp, bu anahtarlarla açmaya çalışalım.
Tabii, bu noktada Allah’ın güzel isimlerini (esmâü’l-hüsnâ) mânâlarıyla birlikte şuurlu bir şekilde bilme zorunluluğu ortaya çıkıyor. Allah, mü’minlerin velîsi (dost ve yardımcısı) olduğuna göre, bir mü’min olarak bu isimleri bilmemek önemli bir eksikliktir. 4062
Duâda Zaman ve Mekân
Duâ bir çeşit ibâdettir. Hatta ibâdetin özüdür, rûhudur. İbâdet, hayatta olduğu müddetçe insanın her an aslî görevi olduğuna göre, duânın da belli bir vaktinin olmaması gerekir. Yani, her zaman duâ zamanıdır. Duânın yasak olduğu bir zaman yoktur. Ancak, bir kısım âyet ve hadislerde bazı vakit ve durumların duânın kabul edilmeye daha uygun olduğu belirtilmiştir. “Onlar (takvâ sahipleri)
4059] Ebû Dâvud, Duâ, hadis no: 1479
4060] Kütüb-i Sitte, 11/506
4061] 7/A'râf, 180
4062] Hasan Eker, a.g.e. s. 17 vd.
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seher vakitlerinde bağışlanma dilerler.” 4063
Hadis-i şeriflerden duânın kabule yakın olduğu diğer zamanları da şöyle sayabiliriz: Gecenin son üçte biri, gece yarısı, secde edilen zaman, farz namazların arkasından yapılan duâ, ezan okunduğu vakit, cihad (savaş) esnasında, Cuma günü Cuma namazı anlarında meçhul bir zaman, oruçlunun iftar vakti, ezanla kamet arasındaki vakit, arefe günü, kadir gecesi.
Duânın yapılamayacağı bir zaman olmadığı gibi, yapılamayacağı bir mekân da yoktur. Her mekân duâ mekânıdır. Sokakta, çarşıda, otomobilde, trende, büroda, okulda, işyerinde, mutfakta, yatakta duâ edilebilir. Fakat dağlarda, ormanlarda, ya da odanın sessizliğinde daha iyi duâ edilebilir. Tüm mekânlar duâ mekânı olmasına rağmen, sessiz mekânlar duâ için en elverişli, en uygun mekânlardır.
Duâsı Kabul Edilen Kimseler
Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor: “(Allah’ın kabul ettiği) üç müstecab duâ vardır. Bunların kabul edilmeye mazhariyetleri hususunda hiçbir şüphe yoktur: Mazlumun duâsı, misafirin duâsı, babanın evlâdına duâsı” 4064
Yine Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kabul edilmeye mazhar olmada gâib kimsenin gâib kimse hakkında yaptığı duâdan daha süratli olanı yoktur.”4065 Bu hadise göre, Allah’ın derhal kabul buyuracağı duâlardan biri de, bir mü’minin, başka bir mü’min kardeşi için gıyabında yapacağı duâdır.
Bu hususta Müslim’in rivâyet ettiği şu hadis daha açıktır: “Müslüman kimsenin, kardeşi için gıyâbında yaptığı duâ kabul edilir. Duâ edenin başucunda ona müvekkel bir melek vardır. ‘Kardeşi için hayır duâ yaptıkça bu melek: Âmin, istediğin şeyin bir misli de sana olsun.’ der.” Başka bir hadis-i şerif şöyledir: “Üç kişi vardır ki duâları reddedilmez (kabul edilir). Âdil imam (adâletten ayrılmayan müslüman devlet başkanı), iftarını yaptığı zaman oruçlu ve zulme uğrayanın duâsı.” 4066
Kimler İçin Duâ Edilmez?
İslâm’ın tamamını, bir kısmını veya bir hükmünü inkâr eden veya hafife alan, alaya alan kimseler müslüman sayılmayacaklarından böyle kimselere hayatlarında “Allah râzı olsun” gibi duâ türünden şeyler söylenmez. Ancak “Allah sana hidâyet etsin” şeklinde duâlar yapılabilir. Yine bu tür insanlar vefat ettiklerinde “Allah rahmet etsin” de denilmez. Bunların cenaze namazları kılınmaz. Bilindiği gibi, cenaze namazı ölüye yapılan duâdan ibârettir. Cenaze namazı, bazılarımızın zannettiği gibi, her ölene kılınmaz; müslümana cenaze namazı kılınır. “Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygamber’e ve mü’minlere yaraşmaz.” 4067
Duâların Kabul Edilmesi
Rasûlullah buyurdu ki: “Acele etmediği müddetçe her birinizin duâsına icâbet
4063] 51/Zâriyat, 18
4064] Tirmizî, Ebû Dâvud, İbn Mâce
4065] Buhâri, Müslim, Tirmizî
4066] Tirmizî, Cennet 2
4067] 9/Tevbe, 113; Ayrıca Bk. 19/Meryem, 47 ve 9/Tevbe, 114
DUÂ
- 969 -
olunur. Ancak, şöyle diyerek acele eden var: ‘Ben Rabbime duâ ettim, duâmı kabul etmedi.”4068 Bir başka rivâyette de Efendimiz şöyle buyurur: “Bir müslüman günah ve sıla-i rahmi (akrabalarla münasebeti) koparmak suçu olmadan Allah azze ve celle’ye duâ ederse, Allah şu üç şeyden birini ona mutlaka verir: Ya onun duâsını çabucak kabul eder ya da duâsını onun için âhirette azık yapar veya duâsı nisbetinde ona kötülüklerin gelmesini önler.” Orada bulunanlar: ‘öyleyse çok duâ edelim’ dediklerinde, Allah Rasûlü: “Evet, Allah çok duâyı kabul edendir.” 4069
Duâyı terk etmeye sevk edecek bir aceleciliği Rasûlülllah hoş görmez. Duâya kulluğun bir gereği olarak bakıp devam etmek gerekir. Tüm ibâdetlerin mutlaka karşılığı olduğu gibi, duânın da karşılığı olacaktır. Meselâ; namaz kıldığımızda dünyada karşılığını, mükâfatını almamız gerekiyor mu? Esas karşılığını âhirrette ümid ediyoruz. Duâ da böyledir. Dünyada kabul edilmese bile, karşılıksız kalacak değildir. Âhirette sevâbın takdir edilmesi bir karşılıktır ve duânın kabulü mânâsındadır. O halde hayatımız boyunca duâ etmeye devam etmeliyiz.
Usûlüne uygun yazılmayan bir dilekçe dahi, yazıldığı makam ne kadar basit olursa olsun kabul edilmezken, şartlarına riâyet edilmeyen duâ nasıl tutsun? Duâyı ihmal etmek doğru olmadığı gibi, duâları usûlüne uygun yapmamızın da gerektiğini hatırdan çıkarmamalıyız.
Duâ, Allah’a çıkarılmış dâvettir. Duâ, insanın kendi kendine yetmediğini bilmesidir. Duâ, insanın iki ayaklı bir yürek olup tepeden tırnağa “istemek” kesilmesidir. Duâ, var gücünü, olanca çabasını harcayıp bitiren insanın Allah’a saldığı “imdat” sayhasıdır. Yürekten “bittim yâ Rab!” diyene “dayan, yettim kulum!” diyecektir Allah. Var mı biten, gerçekten var gücünü harcayan, tüm çabasını ortaya koyan ve tükendiği yerde “bittim yâ Rab!” diyen? Kim o? Hiç kuşkunuz olmasın ki, onun imdadına yetişilecek “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyen ve yardımı hak edene “Allah’ın yardımı elbet pek yakındır” diyen bulunacaktır.
Kuldan istemenin bile âdâbı, erkânı, bir usûlü varken; Allah’tan istemenin bir âdâbı, bir usûlü olmasın mı? Ettiğimiz duâlar, Allah’a gönderdiğimiz mektupsuz zarflara benziyor. Zarf var, fakat mazruf yok. Bu şu demektir: Ceset var fakat ruh yok, kabuk var fakat öz yok, maske var fakat yüz yok.
Yaşarmayan bir göz, kızarmayan bir yüz, hissetmeyen bir öz, eyleme dönüşmeyen binbir söz ile Allah’a yazılan dâvetiyeler nasıl varsın yerine? Yanmayan, özlemeyen, sızlamayan, inlemeyen, duymayan bir yüreğin feryadı mı olur?
Taş kesilmiş sevgi fukarası yürekler “duâ” gibi muhteşem bir mesajı hangi enerjiyle iletirler adresine? Sesini sahibine dahi duyuramayan, sahibinin sesini duymaktan âciz olan bir yürek, öteleri sarsacak bir sayhayı nasıl koyverir gök kubbeye? Oysa ki duâ, güftesi sevgi, bestesi mahrûmiyet ve ıstırap olan bir özge şarkıdır. Bu şarkıyı söyleyecek olanın mazlum olması yetmez, kendi mazlûmiyeti zâlimlerin zulmüne yakıt olmamış biri olmalıdır. Kendi omuzlarını zâlimlerin yükselmesi için basamak kılmamış olmalıdır.
Bu şarkıyı terennüm edecek birinin, olanla olması gereken arasındaki farkı iyi bilmesi şarttır. Eğer bunu bilirse, duâyı bir çocuğun annesinden ısrarla isteyişi
4068] Buhârî, Müslim
4069] İbn Kesir Terc. 3/718
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi isteyecek, İlâhî kapının eşiğine başını koyarak ısrar edecek, tekrar edecektir; tıpkı her gün onlarca kez okuduğu Fâtiha’da olduğu gibi...
Duâ, Allah’a çıkarılmış bir dâvetiyedir demiştik. Dâvet edenin bir adresi, bir âidiyeti bulunmalıdır ki, icâbet edecek olan onu orada bulsun. Bu adres, insanın Allah karşısındaki esas duruşudur. Allah karşısında esas duruşunu bozan, ya da esas duruşu olmayan, dâvet edip de adresinde bulunmayan sorumsuz gibidir. Kim inanır onun duâsında samimi olduğuna? Diyelim ki adresinde bulundu. Bu kez de, dâvetine tecellî ve inâyetiyle icâbet edecek Allah’a sunacak bir yüreği olmalı. Mekânsız’a yürekten özge mekân olur mu? Deniz dibine dönmüş, çöplükten beter hale gelmiş, eline geçen dünyalığı içine attığı bir mahzene dönmüş bir yüreğe konuk edilir mi O? Tıpkı şairin dediği gibi:
Sür çıkar ağyârı dilden ta tecellî ede Hak,
Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan.
Kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar. Gücünüzün bittiği noktada olup olmadığınızı kontrol ettiniz mi? Eğer hâlâ gücünüz varsa, o bitinceye kadar koşmanızı, soluğunuzun tükendiği noktada hiç ummadığınız bir yerden önünüze kapı açılacağını düşündünüz mü?
Tâif dönüşü Muhammed (s.a.s.) son tedbiri de tükenmiş bir halde kan revan içinde doğduğu toprakların varoşlarına gelip dayanmış, fakat girememişti. İşte o an gücünün bittiği andı. Gidecek bir kapısı, başvuracak bir dayanak, sığınak, tutamak ve barınağı kalmamıştı. Aklın tedbirinin bittiği yerde muhabbetin kollarına bırakmıştı kendisini ve bir duâ yapmıştı. Bu duâ öyle bir sevgiyle yapılmıştı ki, doğrudan hedefini bulmuş ve nübüvvet sürecinin gün dönümü olmuştu.
Ufuk insan’ın Mekke’ye bakan yamaçlardan birinde yaşlı gözlerle yaptığı, tarihin akışını değiştiren ufuk duâ şöyleydi:
“Allah’ım! Kuvvetimin tükendiğini Sana arz ediyorum. Gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü Sana şikâyet ediyorum! Ya Erhame’r-râhimîn! Sensin ezilmişlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni kimlerin eline bıraktın? Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi? Yoksa dâvâmı ipotek edecek bir düşmana mı? Eğer Sen bana gücenmedinse, kesinlikle bunlara aldırmıyorum. Lâkin iyiliğin beni rahatlatacaktır. Senin nuruna sığınırım, karanlıkları aydınlatan nuruna... Gelecek azâbından, bana ulaşacak öfkenden kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum. Sana sığındım, yeter ki râzı ol. Güç ve kuvvet Sendendir, yalnız Senden.” 4070
Duâda Tevessül
Tevessül; aracı kılmak mânâsında olup, kendisiyle herhangi bir gayeye ulaşmak için aracı kılınan sebebe de vesile denilir. Vesile edinilen şey, amel ve şahıs olmak üzere iki kısma ayrılır: Amel ile tevessül; şahıs ile tevessül.
Amel ile tevessül: Bir kimse sâlih bir amelini vesile edinerek Allah’a duâ edip herhangi bir dilekte bulunabilir. Hz. Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa erebilesiniz.”4071 Bu âyet, mücerret iman ile yetinmeyip, Allah’tan korkmayı,
4070] İbn Hişam, Sîre II/29-30; Mustafa İslâmoğlu, Akit, 7. 2. 2000
4071] 5/Maide, 35
DUÂ
- 971 -
fena ahlâktan ve fena amelden sakınmayı emretmekte; Allah’a yaklaşmak için, haramlardan kaçmanın yanında farzları yerine getirmeyi, bunun da ötesinde güzel işler yaparak kendimizi Allah’a sevdirmeyi tavsiye etmektedir.4072 Bu âyetteki “vesile” kelimesini “Allah’ın râzı olacağı ameller” olarak anlamak gerekir.
Şahıs ile tevessül: Allah’ın sevdiği bir kul olarak bilinen bir kimseyi vesile edinerek Allah’tan talepte bulunmak mânâsına gelir. Bu da üç şekilde olabilir:
1. Vesile kılınan Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, çoğunluk bunu câiz görmüştür.
2. Peygamberimiz’in dışındaki bir şahıs ise; bunu da iki kısımda ele almak gerekir:
a- O an için hayatta olan sâlih ve muttakî birini vesile edinerek Allah’tan talepte bulunmak. Bu da o şahsı alıp birlikte duâ etmek şeklinde olur. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde, bu iki zatın; Peygamberimiz’in amcası Hz. Abbas’ı önemli duâlarında yanlarında bulundurdukları ve onunla tevessül ettiklerine dair rivâyetler vardır.4073 Fakat, bu rivâyetlerde dikkatimizi çeken nokta, bu iki halifenin, o an için vefat etmiş olan Hz. Peygamber’i vesile edinerek (“onun -yüzü- hürmetine”, “onun yüzü suyu hürmetine” diyerek) duâ etmiyorlar da, Rasûl’e o gün için en yakın olan ve hayatta olan amcasına tevessül ediyorlar. Vesile edilecek kişinin hayatta olup olmaması önemli olmasaydı, o iki güzide sahâbe, o gün vefat etmiş olan Rasûlûllah’a tevessül ederlerdi. Ama böyle yapmâdilar. Bu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir. Dolayısıyla, bugün hayatta olup da sâlih ve muttakî olduğu, Allah’a yakın olduğu zannedilen şahıslarla birlikte biz de duâ edebiliriz. Buna kimse itiraz edemez. Çünkü sâlih ve muttakî kimselerin duâlarının kabul edilmeye daha yakın olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz: “Allah, ancak müttakîlerin (yaptığı şeyi) kabul eder.” 4074
b- Vefat etmiş olduğu halde, Allah dostu ve Allah’a yakın olduğu zannedilen bir şahsı vesile edinerek Allah’tan talepte bulunmak: Bu şekilde ölmüş birini vesile edinerek duâ edilebileceği konusunda Kur’an’da da, sünnette de en küçük bir delil yoktur. Kur’an’da Rabbimiz duâ mâhiyetinde yüzlerce âyet vahyederek bize duânın nasıl yapılacağını da öğretmiştir. Bu âyetlerin hiçbirinde Allah ile kul arasına bir şey konularak duâ ettirilmemiş, doğrudan doğruya Allah’a duâ yapılacağı gösterilmiştir. Peygamberimiz’in duâlarına baktığımızda, onun duâlarını hep vasıtasız, herhangi bir şeyin “yüzü hürmetine” olmaksızın, direkt Allah’a yaptığını görmekteyiz. Şüphesiz Rasûlüllah bizim için örnektir. Biz, dinimizi onun örnekliğinde öğrenmek zorundayız. Yine Peygamberimiz’in hayatında ona iman etmiş, onunla beraber yaşamış ve Kur’an’da Allah’ın övgüsüne mazhar olmuş sahâbilerin de duâ ederken, ölmüş herhangi bir şahsı (buna Rasûlullah da dâhildir) vesile edinerek duâ ettiklerini görememekteyiz. Bu konuda hiçbir rivâyet yoktur. Meselâ; Sahâbilerin, Rasûlullah’ın vefatından sonra, “Onun yüzü (suyu) hürmetine...” diyerek duâ ettiklerini bilmiyoruz.
Kısacası, vefat etmiş şahısları vesile edinerek duâ etmek Kur’an ve sünnetin ruhuna uymamaktadır. Hayatta olanlarla birlikte duâ etmek de nihâyet bir ruhsattır. Yoksa, duânın gereklerinden biri değildir. Elmalılı bu konuda şöyle der:
4072] Bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y., III/1669
4073] Bu konudaki hadisler için, Bk. S. Buhâri, Tecrid, III/287 ve s. 228
4074] 5/Mâide, 27
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Duâ hakkındaki Bakara 186. âyetinde cevap, tashih edilmeden doğrudan doğruya buyrulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duânın kabulü ile açıklanmıştır ki, bunda büyük bir nükte vardır: Cenâb-ı Allah, duâda kulu ile kendisi arasına bir aracının girmesini istemiyor ve sanki şöyle diyor; ‘kulum vâsıtaya duâ vaktinin dışında muhtaç olabilirse de, duâ vaktinde Benimle onun arasında vâsıta yoktur, Ben ona yakınım.” 4075
Sâlih kimselerin adını anarak, onları vesile edinerek duâ yapmanın daha doğru olduğunu iddia edenlerin bu konuda ileri sürdükleri gerekçe şudur: “Biz günahkâr insanlarız. Bizim dışımızda Allah’a yakınlık sağlamış, O’nun yanında hatırı sayılan kimseler vardır. Bizler dünya hayatında bir büyüğün yanına işimizi yaptırmaya giderken nasıl ki onu tanıyan, onun da sevdiği kişilerle gittiğimizde işimizin gerçekleşme şansı daha yüksekse, aynı şekilde Allah’tan herhangi bir talepte bulunurken de tek başına gitmektense O’nun sevdiği kullarıyla gitmek daha iyi olur. Ayrıca, meselâ, bir cumhurbaşkanıyla görüşmek istediğimizde nasıl onunla direkt görüşemiyor ve önce sekreteri, yardımcısı gibi kimseleri geçerek ona ulaşıyorsak, kâinatın yöneticisi olan Allah ile de direkt görüşmek olmaz. Mutlaka arada Ona yakın olan, Onun sevdiği birilerinin olması gerekir. Biz tek başına müracaat edemeyiz.”
Bir defa Cenâb-ı Allah’ı, herhangi bir varlıkla kıyaslamak yanlıştır. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Dünyadaki devlet başkanlarının sekreteri ve yardımcısı olduğu halde Allah’ın yardımcısı ve sekreteri yoktur, O tektir. Yine dünyada halk ile devlet başkanı arasındaki ilişkilerde resmiyet geçerli olduğu halde, insanlar ile Allah arasında resmiyet yoktur. Bir insan, aynı anda çok sayıda, meselâ milyonlarca kişinin derdini dinleyemez. Onun için sıra ve randevu ile onları kabul edip çok uzun zaman içinde ancak onlarla görüşebilir. Hatta onların tümüne de sıra gelmeyebilir. Görüştüklerinin taleplerini dinleyebilse de çözüm getirmeye gücü yetmez. Allah için böyle bir acziyet sözkonusu olamaz. Sonra, insanların kendilerinin günahkâr olduğunu, dolayısıyla tek başına Allah’ın huzuruna gidemeyeceklerini söyleyerek mutlaka tevessüle gerek duymaları sadece duygusal bir zandır, bir felsefedir. Hâlbuki Cenâb-ı Allah günahkârların günahlarını itiraf edip tevbe etmelerinden çok hoşlanıyor. Rasûl-i Ekrem, şöyle buyuruyor: “Kulun tevbe etmesi ile Allah’ın hoşnutluğu ıssız bir çölde devesini kaybedip sonra onu bulan sizden birinizin sevincinden daha fazladır.” 4076
Dinde sadece iyi niyet duyguları yeterli değildir. İyi niyetle birlikte yapılan işin şeklinin de dinin ölçülerine uyması gerekir. Yukarıda ifade ettiğimiz “Ben çok günahkârım. Allah’ın yanına bu halimle tek başıma gidemem...” gibi duygular görünürde Allah karşısında tevâzu ve zilleti ifade ediyor. Evet, bu duygular zâhirde ve kuru mantıkla insana güzel gelebilir. Ama bu duygulardan hareketle sanki Allah’ın huzuruna çok günahkâr olanlar tek başına gidemezmiş gibi bir sonuca varılmaktadır. Hâlbuki Cenâb-ı Allah, Kitabının hiçbir yerinde “çok günahkâr iseniz tek başınıza değil; sevdiğim kişilerle beraber tevbe ve duâ edin” demiyor. Rasûlullah’tan da, bu konuda bize herhangi bir şey ulaşmamıştır. Görüldüğü gibi, sadece zanlarımızla hareket ediyoruz. Hâlbuki din, zanlar üzerine değil; nasslar üzerine kurulur.
4075] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 2/Bakara, 186. âyetin tefsiri
4076] Riyâzu’s-Sâlihîn, s. 53
DUÂ
- 973 -
Biz, Allah’a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah’a yakın olmuş herhangi bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah’a yakın olmuş kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak sûretiyle Allah’a yakın olabiliriz. Âlimler, müttakîler, kendilerine tâbi olanlara Allah’ın râzı olacağı yolu ve yaşamı gösterirler. Onlar da gösterilen bu hayatı amele dönüştürürse kendileri de Allah’a yakın olurlar. Yoksa mücerred onların yanında bulunmakla bu gerçekleşmez. Kaldı ki, Peygamber dışında hiçbir kimsenin Allah’a yakın olduğunu, O’nun dostu/velîsi olup O’nun rızâsını kazandığını kesin olarak bilemeyiz. Bu, sadece bir tahminden ibârettir, bir zandır. “Zan da hakikatten bir şey taşımaz.”4077 Şüphesiz Allah’a yakın bildiğimiz şahıslar da bu yakınlıklarını Allah’ın râzı olacağı amellere borçludurlar. Yani Allah’a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: “Yâ Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah’tan bir şeyi savamam.”4078 Görüldüğü gibi, Allah’a yakın olmak için, Peygamberimiz’in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah’ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Kısacası, Kur’an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en güzel duâ, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah’a yalvararak yapmamız gereken duâlardır.
Duânın İstismar Edilmesi
Daha önce de söylenildiği gibi, duâ kulun kendisini sürekli Allah’a muhtaç hissedip, Allah’ın huzurunda zillet ve yoksulluk duyguları içinde elini açıp O’nunla diyaloga geçmesi ve O’na ihtiyaçlarını arz etmesidir. Rasûlüllah’ın bir rahatsızlık duyduğu zaman, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini yatmadan önce okuduğu, ellerine üfledikten sonra vücudunu baştan ayağına kadar meshettiği ve bunu üç defa tekrar ettiği rivâyet edilmektedir.4079 Yine, Hz. Âişe (r.a.) “Rasûlüllah, ehlinden biri hastalandığı zaman Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs sûrelerini) okur, üflerdi. Ben de O hastalandığı zaman Ona aynısını yaptım.” diyor. 4080
Hiçbir rivâyette Peygamberimiz’in, duâ cümlelerinin herhangi bir şeye yazılıp boyuna veya vücudun herhangi bir yerine asılmasını tavsiye ettiğini görmemekteyiz. Ancak, ne zaman başladığını bilmemekle birlikte Rasûlullah’tan yillâr sonra, duâların herhangi bir cisme yazılarak muska şeklinde vücudun herhangi bir yerinde (genellikle boyunda) taşıma uygulamasının başladığını biliyoruz. Bu mesele, âlimler arasında tartışmalı olup, böyle bir uygulamaya câiz diyen birtakım âlimler olmakla birlikte, cevaz vermeyen âlimlerin delilleri daha kuvvetlidir. Kadı Ebûbekir, Tirmizî şerhinde şöyle diyor: “Kur’an âyetlerinin yazılarak insan üzerinde taşınması Rasûlullah’tan bize ulaşmış bir sünnet değildir. Sünnet olan, hasta kimseye okunmasıdır, boyuna asılması değil.” 4081
Sünnet olmayan ve bazı âlimlerin de cevaz vermediği âyet ve duâların (veya belirsiz işaretlerin) yazılıp muska şeklinde taşıma uygulaması, daha sonraki dönemlerde birtakım kötü niyetli insanların istismarına yol açmış ve bu insanlar
4077] 53/Necm, 28
4078] Buhâri, Müslim, Tirmizî
4079] Hak Dini Kur'an Dili, 9/6351
4080] Buhâri; Müslim; -Tac Terc. 3/742-
4081] A. Rızâ Karabulut, Ruhlar Âlemi, s. 103
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarafından kazanç yolu haline getirilmiştir.
Hayatlarını hevâları istikametinde sürdürürken Allah’a pek ihtiyaç duymayan, Allah’ın hayatına müdâhale etmesine müsaade etmeyip istediği gibi yaşayan insanlar bile, satılan bu muskaları alıp çeşitli durumlarda bu muskaların veya Allah’ın kendilerini korumasını bekliyorlar. Bilindiği gibi, duâ bir çağrıdır, dâvettir. Bir varlığa ne kadar çok ihtiyaç hissediyorsanız onu o kadar çağırırsınız (duâ edersiniz). Duâ, boyuna asılmakla yapılmaz. Duâ, hissetmektir; duymaktır. Tamamen ruhun bir eylemidir. Duâ olayını maddîleştirmek doğru değildir. Duâyı muskacılık şeklinde uygulamanın bir başka sakıncası da şudur: Muska taşıyan kimseler başlangıçta şifayı Allah’tan beklemiş olsalar bile, zamanla bu duygular, takınılan muskaya yönelerek o cisim kutsallaştırılıyor. Sanki şifanın Allah’tan değil de; o cisimden kaynaklandığına dair duygular oluyor ki, bu çok tehlikeli ve tevhide aykırı hususlar içermektedir. Hatta bazen insanlar arasında, birbirlerine muska verip de, “al bunu tak; bu çok iyi bir muskadır. Ben çok faydasını gördüm.” gibi ifadelerin sarf edildiğini çoğumuz biliriz. Böylece o cisimler kutsallaştırılmaktadır.
Kısacası; biz duâ olayının Kitap ve sünnetin ruhuna uygun bir şekilde asr-ı saâdette Peygamberimiz’in uyguladığı şekilde ve istismar etmeden ve istismarcılara fırsat vermeden icrâ edilmesini tavsiye ediyoruz.
Yusuf el-Karadavî’nin muska konusunda yazdıklarından kısa bir alıntı yapalım: “Tevhid inancı, Allah’ın kâinatta yarattığı sebeplere başvurmayı reddetmez. Ancak, tevhid inancına ters düşen; belâyı defetmek veya belâ gelmeden ondan korunmak maksadıyla Allah’ın câiz görmediği gizli sebeplere sığınmaktır. Meselâ, mavi boncuk takmak veya asmak şirktir. Araplar, câhiliye döneminde cinlerin şerrinden korunmak veya göz değmesini önlemek amacıyla mavi boncuk takarlardı. İslâm, bu inancı ortadan kaldırdı. Ve Allah’tan başka hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin zarar ve musibetleri kaldıramayacağını onlara tebliğ etti. İmam Ahmed bin Hanbel, şu hadisi nakleder: “Kim temîme (nazar için boncuk) takarsa, Allah, onun işini tamamlamasın. Kim bir ved’at (katır boncuğu) takarsa, Allah onu korumasın.” Başka bir rivâyette, “Kim temîme (nazar boncuğu) takarsa müşrik olur.”
Temîme takmanın anlamı: Nazar boncuğunun hayır getirip şerri defedeceğine inanarak kalbini ona bağlamaktır. Bunun şirk olmasına gelince, zararı defetmek için Allah’tan başkasına yapılan bir istek vardır. Hâlbuki Allah şöyle buyurur: “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse onu gideremez. Ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O her şeye kadirdir.” 4082 Halkın muska çeşitlerine isim verdiği “camia”, “hirz”, “hicap” ve bunlara benzer şeyler; mavi boncuk kabilinden olup şirke götüren büyük suçlardandır. Güç yetiren her müslümana, bunları kaldırıp atmak vâciptir.
Muska, sadece Allah’ın âyetleri veya yüce isim ve sıfatları ile yazılmışsa, yasaklanan muskalar arasına girer mi, yoksa onlardan istisna edilip takılması câiz mi? Bu konuda selef ihtilâf etmiş, kimi ruhsat vermiş, kimi de men etmiştir. Bizim tercih ettiğimiz görüş ise, ileri süreceğimiz delillerden dolayı, Kur’an âyetleri yazılmış olsa da, bütün muskaların câiz olmadığıdır.
4082] 6/En'âm, 17
DUÂ
- 975 -
Hiçbir muska câiz değildir. Çünkü;
1- Muskaların her çeşidi yasaklanmıştır. Bu konudaki hadisler, âyetle yazılan muskaları istisna etmemiştir.
2- Sebeplerin önünü kapatmak ilkesi (seddü’z-zerîa): İçinde Kur’an yazılan muskaların takılması câiz görülürse, diğer muskaların takılmasına kapı açılır. Şer kapısı açıldı mı, bir daha kapanması zor olur.
3- İnsanları Kur’an’a önem vermemeye sevk eder. Çünkü böylece insanlar, yazılan âyetleri pis yerlerde, tuvalette, cünüp, hayız ve benzeri durumlarda üzerlerinde bulundururlar.
4- Muskacılıkta Kur’an’la istihzâ etme ve onun amacına ters faâliyet gösterme durumu da vardır. Çünkü Allah, insanları karanlıktan çıkarıp nûra kavuşturmak ve en doğru yola iletmek için Kur’an’ı indirdi. Nazardan koruması, kadınlara ve çocuklara muska veya tılsım olarak asılması için indirmedi.
Üfürükçülük: Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür. Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı. Nitekim hadis-i şerifte: “Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her türlü sihir ve tılsım şirktir.” 4083 buyurulmaktadır.
Rivâyete göre; Bir gün Abdullah bin Mes’ud, hanımının boynunda bir ip gördü. Bu nedir?” deyince, hanımı: “sıtma için okunmuş bir iptir.” dedi. İbn Mes’ud, ipi çekerek kopardı, attı. Sonra şöyle dedi: “Andolsun ki, Abdullah ailesi şirkten uzaktır. Rasûlullah’tan işittim, buyurdu ki; “Şüphesiz üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir.” Hanımı dedi ki: “Gerçekten gözüm atıyordu, filan yahûdiye tedavi için gidip geliyordum. Gözümü afsunladı; atması durdu. Abdullah bin Mes’ud dedi ki: “Bu, şeytanın işidir. Şeytan eliyle dokunuyor, afsunladığı zaman elini çekiyor. Hâlbuki Rasûlullah’ın okuduğunu okusaydın, sana kâfi idi. Allah’ın rasûlü şu duâyı okurdu: “Ağrıyı kaldır ey insanların rabbi! Şifa ver, Sen şifa verensin. Şifandan başka şifa yoktur. Hiçbir ağrıyı ihmal edip bırakmayacak şekilde şifa ver.” 4084
Duâda Neler İstemeliyiz?
Herkes, ihtiyacına göre Rabbinden dilediğini ister. Fakat, istediğimiz şeyin hayırlı olup olmadığını belirlememiz gerekir. Dünyevî isteklerimizin hayırlı olduğundan emin değilsek; isteklerimizin hayırlısının verilmesini, hayırlıysa verilmesini ifade etmeliyiz. Dünyalık hayırlardan önce ve daha çok, âhiretteki hayır ve güzellikleri istememiz tavsiye edilir. Öncelikle Allah’tan affımızı, mağfireti, iki dünyadaki âfiyeti istemeliyiz. Tavsiye edilecek duâların başında şu da vardır: “Allah’ım, Senin Peygamberin Senden hangi hayırları istediyse; ben de o hayırların tümünü Senden isterim. Yine, Peygamberin Senden hangi şerlerden sığındıysa, ben de o şerlerin tümünden Sana sığınırım. Sen, yegâne duâ edilen ve duâlara icâbet edensin. Güç, kuvvet; sadece, yüce ve ulu Allah’ındır. Başka güç ve kuvvet kaynağı yoktur.” Yine, nasıl duâ edip, neleri istememiz gerektiğini
4083] Ebû Dâvud, İbn Mâce
4084] Yusuf El-Karadavî, Tevhid'in Hakikati, Saff Y., s. 70-75
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, Kur’an’ında göstermektedir. Rasûlullah (s.a.s.) da güzel duâlarıyla bizim için örnektir. Biz, neyi ve nasıl istememiz gerektiğini de Kur’an ve sünnetten öğrenmeliyiz. Onun için Kur’an ve Sünnetteki bazı duâ örneklerini öğrenmekte fayda vardır. Fâtiha, Kur’an’ın özeti olduğu gibi; Fâtiha sûresindeki duâ da, duâların en kapsamlısı ve güzel bir özetidir. Namazda ve namaz dışında bu duâyı da bolca etmeliyiz: “(Yâ Rabbi,) Bize hidâyet ver, bize doğru yolu göster: Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” 4085
Kur’ân-ı Kerim’in Dilinden Duâ Örnekleri 4086
“(Allah’ım,) Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz. Bize hidâyet ver, bizi dosdoğru yola eriştir. Kendilerini nimete erdirdiğin kimselerin; gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.”4087
“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin.” “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibâdet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” 4088
“Rabbimiz, bize dünyada da iyilik, güzellik (hasene) ver. Âhirette de iyilik, güzellik ver. Bizi cehennem azâbından koru.” 4089
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.” 4090
“…İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş Sanadır.” “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz!
4085] 1/Fâtiha, 6-7).
4086] Kur’ân-ı Kerim’den Bazı Duâ Örnekleri: Hidayet İçin Duâ: Fatiha, 5-7; Bakara, 128-129; Al-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101. Hayırlı Nesil İçin Duâ: Bakara, 128-129; Al-i İmran, 38-41; A'raf, 189; İbrahim, 40; Furkan, 74; Ahkaf, 15. Tevbenin Kabulü İçin Duâ: Bakara, 128, 199, 285-286. Günahların Affı İçin Duâ: Al-i İmran, 16-17, 193; İbrahim, 41; Furkan, 65. Allah'ın, Azaptan Koruması İçin Duâ: Bakara, 201; Al-i İm. 16, 191-192; Furkan, 65. Kıyamet Gününde Selâmet İçin Duâ: Al-i İmran, 194; Şuara, 87-89 Yıldırım Çarpmasına Karşı Duâ: Ra'd, 13. Salihlerle Dostluk İçin Duâ: Şuara, 83; Neml, 19. Allah'tan Hayır İstemek: Şuara, 84. Allah'tan Cennet Nimeti İstemek: Şuara, 85; Hadid, 21. Allah'ın Salih Amel Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19; ahkaf, 15. Sahabenin Binek ve Yol Duâsı: Zuhruf, 13-14. Allah'ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19. Etmesi İçin Duâ: Neml, 19. Yağmur Duâsında İstiğfar Etmek: Nuh, 10-12. Meleklerin Mü'minler İçin Duâsı: Mü'min, 7-9; Şura, 5. Nuh a.s.'ın Mü(minler İçin Duâsı: Nuh, 28. Peygamberimiz'e Salevat Getirmek: Ahzab, 56. Tebliğde Etkili Söz İçin Musa a.s.'ın Duâsı: Taha, 24-28. Allah'tan İlim İstemek: Taha, 114 Gücün Dışında Birşeyle Veya Unutmaktan Dolayı Allah'ın Sorumlu Tutmaması İçin Duâ: Bakara, 286. Allah'ın Rahmetini İstemek: Bakara, 218, 286; Al-i İmran, 8, 159; A'raf, 23, 149, 151; Yunus, 86; İsra, 24, 28, 57; Kehf, 10; Enbiya, 83; Mü'minun, 109, 118; Neml, 19; Zümer, 9; Mü'min,7 y-Kâfirlere Karşı, Allah'ın Yardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü'min, 56; Mümtehıne, 5.
4087] 1/Fâtiha, 5-7
4088] 2/Bakara, 127-128
4089] 2/Bakara, 201
4090] 2/Bakara, 250
DUÂ
- 977 -
Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”4091
“Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz sen çok bağışlayansın. Rabbimiz, sen mutlaka insanları asla şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Allah sözünden dönmez.” 4092
“Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azâbından koru.” 4093
“Orada Zekeriyya, Rabbine duâ etti ve dedi ki: Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duâyı hakkıyla işitensin.”4094
“Rabbimiz, indirdiğine inandık. Peygamber’e uyduk. Bizi şâhit olanlarla beraber yaz.” 4095
“Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizde taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımızı sâbit tut. Kâfir toplumuna karşı bize yardım eyle.” 4096
“Bir kısım insanlar, mü’minlere: “Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve dediler ki: Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” 4097
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru!” “Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.” “Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, “Rabbinize inanın!” diye imana çağıran bir dâvetçiyi (Peygamberi, Kur’an’ı) işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al.” “Rabbimiz! Bize, peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini de ikram et ve Kıyâmet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüphesiz sen vaadinden caymazsın!” 4098
“Rasûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.”4099
“Rabbimiz, Biz kendimize zulmettik/yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka biz ziyana uğrayanlardan oluruz.” 4100
“Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi zâlimler topluluğu ile beraber bulundurma!” 4101
4091] 2/Bakara, 285-286
4092] 3/Âl-i İmrân, 8-9
4093] 3/Âl-i İmrân, 16
4094] 3/Âl-i İmrân, 38
4095] 3/Âl-i İmrân, 53
4096] 3/Âl-i İmrân, 147
4097] 3/Âl-i İmrân, 173
4098] 3/Âl-i İmrân, 191-194
4099] 5/Mâide, 83
4100] 7/A'râf, 23
4101] 7/A’râf, 47
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslümanlar olarak vefat ettir.” 4102
“Pişman olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce dediler ki: Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız!” 4103
“Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetin içine koy. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” 4104
“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! (Hz. Mûsâ’nın, kavmini temsilen seçip Allah’ın huzuruna getirdiği kimseler, Allah ile kendi arasındaki konuşmayı işitince, onunla yetinmediler ve: ‘Ey Mûsâ, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız’ dediler. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler. Hz. Mûsâ, Allah’a yalvardı da bu âfet kaldırıldı.)” “Bize, bu dünyada da iyilik yaz âhirette de. Şüphesiz biz sana yöneldik. Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” 4105
“Rabbimiz, bizi zâlimler yanında bir fitne unsuru kılma, onlarla bizi imtihan etme. Rahmetinle bizi şu kâfirler topluluğundan kurtar.” 4106
“(Nuh) dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, ben ziyana uğrayanlardan olurum!” 4107
“(Yusuf) dedi ki: Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!” 4108
“Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim velîmsin, sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!” 4109
“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” 4110
“Rabbim, beni ve zürriyetimi namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duâmı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, anamı, babamı ve mü’minleri bağışla.” 4111
“Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve şöyle de: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” 4112
4102] 7/A'râf, 126
4103] 7/A’râf, 149
4104] 7/A'râf, 151
4105] 7/A’râf, 155-156
4106] 10/Yûnus, 85-86
4107] 11/Hûd, 47
4108] 12/Yusuf, 33
4109] 12/Yusuf, 101
4110] 14/İbrâhim, 35
4111] 14/İbrahim, 40-41
4112] 17/İsrâ, 24
DUÂ
- 979 -
“Ve şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” 4113
“Rabbimiz, katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster ve bizi başarılı kıl.” 4114
“Hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme.” “Ancak Allah dilerse (yapacağım de). Unuttuğun zaman Allah’ı an ve de ki: Umarım Rabbim beni, doğruya daha yakın olana eriştirir.” 4115
“Rabbim, benim göğsümü aç. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki sözümü anlasınlar.” 4116
“Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve de ki: Rabbim, benim ilmimi artır.” 4117
“Eyyub’a gelince; Hani o Rabbine şöyle niyaz etmişti: Başıma bu dert geldi (Sana sığındım). Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” 4118
“Zünnun’a (Yunus’a) gelince; … Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn: Sen’den başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.”4119
“Zekeriyyâ’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle niyaz etmişti: Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen, vârislerin en hayırlısısın, (her şey sonunda senindir).” 4120
“(O peygamber) dedi ki: Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!” 4121
“(Rasûlüm!) De ki: Rabbim! Eğer onlara vaad edilen tehdidi (azâbı) mutlaka göstereceksen;” “Rabbim, (bu durumda) beni zâlimler topluluğunun içinde bulundurma.” 4122
“Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!” “Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!” 4123
“Zira kullarımdan bir zümre şöyle demişlerdi: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin.” 4124
“(Rasûlüm!) De ki: Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.” 4125
“Rabbimiz, bizden cehennem azâbını uzaklaştır. Doğrusu onun azâbı sürekli ve acıdır.
4113] 17/İsrâ, 80
4114] 18/Kehf, 10
4115] 18/Kehf, 24
4116] 20/Tâhâ, 25-28
4117] 20/Tâhâ, 114
4118] 21/Enbiyâ, 83
4119] 21/Enbiyâ, 87
4120] 21/Enbiyâ, 89
4121] 23/Mü’minûn, 39
4122] 23/Mü’minûn, 93-94
4123] 23/Mü’minûn, 97-98
4124] 23/Mü’minûn, 109
4125] 23/Mü’minûn, 118
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır.” 4126
“Rabbimiz, bize gözümüzün aydınlığı olacak eşler ve zürriyetler bahşeyle ve bizi takvâ sahiplerine imam, önder kıl.” 4127
“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat.” “Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!” “Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl.” 4128
“(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme.” 4129
“Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.” 4130
“Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldiklerinden kurtar.” 4131
“(Süleyman) onun(karıncanın) sözünden dolayı gülümsedi ve dedi ki: Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.” 4132
“Mûsâ dedi ki: Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim (başıma iş açtım). Beni bağışla! Allah da onu bağışladı. Çünkü çok bağışlayıcı, çok merhametli olan ancak O’dur.” 4133
“(Mûsâ) Korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı ve şöyle dedi: Rabbim! Beni zâlimler güruhundan kurtar.” 4134
“Bunun üzerine (Mûsâ) onların yerine (davarlarını) sulayıverdi. Sonra gölgeye çekildi ve şöyle dedi: Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra (lütfuna) muhtacım.” 4135
“(Lût) dedi ki: Rabbim, şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle!” 4136
“Arş’ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler. Mü’minlerin de bağışlanmasını isterler (ve derler ki): Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azâbından koru!” “Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine vaadettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin!” “Bir de onları, her türlü kötülüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.” 4137
“Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihâyet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve râzı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de
4126] 25/Furkan, 65-66
4127] 25/Furkan, 74
4128] 26/Şuarâ, 83-85
4129] 26/Şuarâ, 87
4130] 26/Şuarâ, 118
4131] 26/Şuarâ, 169
4132] 27/Neml, 19
4133] 28/Kasas, 16
4134] 28/Kasas, 21
4135] 28/Kasas, 24
4136] 29/Ankebût, 30
4137] 40/Mü’min, 7-9
DUÂ
- 981 -
iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.” 4138
“Rabbimiz, biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azab ver. Onları büyük bir lanete uğrat.” 4139
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” 4140
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” Şu kadar var ki, İbrahim babasına: “Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez” demişti. (O mü’minler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” “Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için deneme konusu kılma, bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Yegâne galip ve hikmet sahibi, ancak sensin.” 4141
“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin.” 4142
“Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla, zâlimlerin de ancak helâkini arttır.” 4143
“Rabbim, beni, anamı, babamı, mü’min olarak evime gireni, mü’min erkek ve kadınları bağışla. Zâlimlerin de sadece helâkini artır.” 4144
“De ki: Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım; Yarattığı şeylerin şerrinden. Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden. Ve düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden. Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!” 4145
“De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, İnsanların Melikine (mutlak sahip ve hâkimine), İnsanların İlâhına. O sinsi vesvesenin şerrinden, O ki insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım!)” 4146
“Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur. Şüphesiz Sen işitensin, bilensin.” 4147
4138] 46/Ahkaf, 15
4139] 33/Ahzâb, 67-68
4140] 59/Haşr, 10
4141] 60/Mümtehıne, 4-5
4142] 66/Tahrîm, 8
4143] 66/Tahrîm, 28
4144] 71/Nûh, 28
4145] 113/Felak, 1-5
4146] 114/Nâs, 1-6
4147] 2/Bakara, 127
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da Peygamberlerin ve Sâlih Kimselerin Duâları
Hz. Âdem ve Eşinin Duâsı: 7/A’râf, 23, 189
Hz. Nûh’un Duâsı: 11/Hûd, 47; 71/Nûh, 26-28
Hz. Eyyûb’un Duâsı: 21/Enbiyâ, 83
Hz. Yûnus’un Duâsı: 21/Enbiyâ, 87
Hz. Yusuf’un Duâsı: 12/Yûsuf, 101
Hz. Şuayb’ın Duâsı: 7/A’râf, 89
Hz. Mûsâ’nın Duâsı: 7/A’râf, 126, 151, 155, 156; 10/85-86, 88; 20/Tâhâ, 25-28; 28/Kasas, 16
Hz. Süleyman’ın Duâsı: 27/Neml, 19
Hz. Zekeriyyâ’nın Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 38; 21/Enbiyâ, 89
Hz. Lût’un Duâsı: 26/Şuarâ, 169; 29/Ankebût, 30
Hz. İbrahim’in Duâsı: 14/İbrâhim, 35-41; 26/Şuarâ, 83-89; 37/Sâffât, 100
Hz. İbrâhimve İsmail’in Duâları: 2/Bakara, 127-129; 23/Mü’minûn, 93-94, 97-98, 118
Ashâb-ı Kehf’in Duâsı: 18/Kehf, 10
Havârîlerin ve Hz. İsa’nın Ümmetinin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 53; 5/Mâide, 83
Rahmân’ın Kullarının Duâsı: 25/Furkan, 65-66, 74
Allah Yolunda Çarpışanların Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 147
Temiz Akıl Sahiplerinin Duâsı: 3/Âl-i İmrân, 191-194
Cennettekilerin Hamd ve Duâları: 7/A’râf, 47; 35/Fâtır, 35; 39/Zümer, 74; 66/Tahrîm 8
Meleklerin İstiğfâr, Salât ve Duâları: 40Mü’min, 7-9
Kur’an’ın Mü’minlere Tavsiye Ettiği Duâlar: 1/Fâtiha, 5-7; 2/Bakara, 201, 250, 285-286; 3/Âl-i İmrân, 8, 9, 16; 17/İsrâ, 80, 108, 111; 20/Tâhâ, 114; 23/Mü’minûn, 109; 46/Ahkaf, 15; 59/Haşr, 10; 60/Mümtehıne, 4-5; 113/Felak, 1-5; 114/Nâs, 1-6.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hayatında Duâ
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatına baktığımız zaman, duânın onun hayatının her noktasına serpiştirilmiş bir eylem olduğunu görüyoruz. Duâ, onun hayatında âdeta bir hayat tarzına dönüşmüştür. O, yatarken, kalkarken, yemekten sonra, tuvalete girerken ve çıkarken, elbise giyerken ve çıkarırken, bineğe binerken, hasta iken, sıhhatli iken, sefere çıkarken, seferden döndükten sonra, sevinçli ve üzücü olaylar karşısında, namazın içinde, namazdan sonra, bir cenaze esnasında, birinin yeni elbise giydiğini gördüğünde, evden çıkarken, eve girerken, hoşuna giden bir mal gördüğünde, belâya uğrayanları gördüğünde, gök gürültüsü işittiğinde... Bunlar gibi daha hayatın birçok alanında duâ ile iç içe yaşıyordu. Rûhun gıdasının duâ olduğundan O, rûhunu gıdasız bırakmıyordu.
DUÂ
- 983 -
Şimdi Peygamberimiz’in genel olarak yaptığı duâlardan örnekler verelim:
“Allah’ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen bilgiden ve kabul olunmayacak duâdan sana sığınırım.” 4148
“Allah’ım! Bize dünyada da bir hayır, âhirette de bir hayır ver. Bizi cehennem azâbından koru.” 4149
“Allah’ım, dinimi doğru kıl; o benim işlerimin ismetidir. Dünyamı da doğru kıl; hayatım onda geçmektedir. Âhiretimi de doğru kıl; dönüşüm orayadır. Hayatı benim için her hayırda artma (vesilesi) kıl. Ölümü de her çeşit şerden (kurtularak) rahata kavuşma kıl.” 4150
“Allah’ım, yeterince helâlinden vererek beni haramından koru. Lutfunla ver. Başkasına muhtaç etme.” 4151
“Allah’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Keza, kabir azâbından da Sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden de Sana sığınırım.” 4152
“Ey Rabbim, hatamı, bilmezliğimi, bütün işimdeki israfımı ve Senin, benden daha iyi bildiğin kusurlarımı ört. Ey Allah’ım, hatalarımı, bilerek ve bilmeyerek yaptığım kusurlarımı ve şaka şeklinde olan eksiklerimi ve bende olan bütün kusurları affet. Ey Allah’ım, benim peşin, açık ve gizli yaptığım her şeyi affet. Önce yaptıran ve sonra bıraktıran Sensin. Sen her şeye kadirsin.”4153
“Ey Allah’ım! Ben Senden doğru yolu, takvâyı, iffet ve istiğnâyı (insanlara muhtaç olmamayı) dilerim.” 4154
“Ey Allah’ım! Sana teslim oldum. Sana inandım. Sana dayandım. Sana döndüm. Senin kudretinle mücadele ettim. Ey Allah’ım, beni saptırmaman için Senin kuvvet ve şerefine sığınırım. Senden başka ilâh yoktur. Sen, ölmeyen dirisin. Cinlerle insanlar ise hepsi ölüme mahkûmdurlar.” 4155
“Ey Rabbim! Bana yardım et; aleyhime yardımda bulunma. Beni muzaffer kıl; başkasını bana muzaffer kılma. Benim için düşmana tuzak kur; aleyhime tuzak kurma. Beni doğruya yönelt ve hidâyeti bana kolaylaştır. Taşkınlık gösterene karşı bana yardım et. Ey Rabbim, beni, Seni çok zikreden, Sana çok şükreden, Senden çok korkan, Sana çok itaat eden, Sana karşı huşû ve tevâzûda bulunan, Sana çok çok dönüp yalvaran kul eyle. Ey Rabbim, tevbemi kabul et. Günahımı yıkayıp temizle. Duâmı kabul et. Hüccetimi sâbit kı. Lisanıma doğruluk, kalbime hidâyet ver. Kalbimin kirini gider.” 4156
“Ey Allah’ım, Seninle günahlarımız arasında perde olmak üzere haşyet ihsan et. Cennetine ulaştıracak itaat ve ibâdeti nasip kıl. Dünya musibetlerini bize kolaylaştıracak yakînî iman (kesin inanç) ver. Hayatımız boyunca kulaklarımız, gözlerimiz ve kuvvetimizden bizi
4148] Tirmizî, Nesâi
4149] Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud
4150] Müslim
4151] Tirmizî
4152] Buhâri, Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud
4153] Buhâri, Müslim
4154] Müslim, Tirmizî
4155] Müslim
4156] Tirmizî, Ebû Dâvud
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
faydalandır. Öldükten sonra da onların yaptıklarından faydalanmamızı devam ettir. İntikamımızı yalnız bize zulmedenlere karşı kıl. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et. Dinimizde bizi musibete uğratma. Dünyayı, yönelip de meşgul olduğumuz şeylerin en büyüğü kılma. Bilgimizin de son noktası dünyadan ibâret olmasın. Başımıza da şefkat ve merhametten yoksun kimseleri Mûsâllat etme!” 4157
“Ey Allah’ım! Bana öğrettiğin şeylerden beni faydalandır. Faydalı olacak şeyleri bana öğret ve ilmimi arttır. Her hal üzerine hamd Allah’a mahsustur. Cehennemliklerin hal ve sıfatlarından Allah’a sığınırım.” 4158
“Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi, dininin üzerinde sâbit kıl.” 4159
“Allah’ım, Senden dünya ve âhirette âfiyet istiyorum.” 4160
“Ey Allah’ım, Senden her işte sebât, takvâya azîmet, nimetine şükür, güzel ibâdet, doğru bir lisan ve temiz bir kalp dilerim. Senin bildiğin bütün şeylerden sana sığınırım. Senin bildiğin hayrı diler ve Senin bildiğin günahlardan Sana sığınırım. Muhakkak ki, Sen bütün gizli olanları çok iyi bilensin.”
“Ey Allah’ım, bana Seni sevmeyi ve sevgisi Senin nezdinde bana faydalı olacak kimseleri sevmeyi nasib et. Ey Allah’ım, sevdiğim şeylerden bana verdiklerini Senin sevdiğin hususlarda kullanmakta bana kuvvet ver. Ey Allah’ım, sevdiklerimden alıp götürdüğün şeyleri de, Senin sevdiğin hususlarda (faydalı olmak için) bana kuvvet ver.” 4161
“Ey Allah’ım, tembellikten, fazla ihtiyarlıktan, günah işlemekten, borçlanmaktan, kabir imtihanından ve azâbından, ateşin fitnesinden ve azâbından Sana sığınırım. Yine, zenginlik fitnesinin şerrinden ve mesih deccal fitnesinden sana sığınırım.” 4162
“Ey Allah’ım, hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Beyaz elbisenin kirini temizlediğin gibi kalbimi hatalardan temizle. Doğuyu Batıdan uzaklaştırdığın kadar beni de hatalardan uzak kıl.” 4163
“Ey Allah’ım, işlediğim ve işlemediğim amellerimin şerrinden Sana sığınırım.” 4164
“Ey Allah’ım, kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve menîmin şerrinden Sana sığınırım. 4165
“Ey Allah’ım, fakirlikten, (hayır ve tâat) azlığından ve zilletten Sana sığınırım. Birine zulmetmekten ve zulme uğramaktan da Sana sığınırım.” 4166
“Ey Allah’ım, şikaktan (hakka karşı koymaktan), nifaktan ve kötü ahlâktan Sana sığınırım. Ey Allah’ım, Sana açlıktan sığınırım; Çünkü o, insandan ayrılmayan çok kötü bir şeydir. Hıyanetten de Sana sığınırım; Zira o, görünmeyen kötü ve gizli bir günahtır.” 4167
4157] Tirmizî
4158] Tirmizî
4159] Tirmizî
4160] Tirmizî
4161] Tirmizî
4162] Buhâri, Müslim
4163] Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud
4164] Müslim, Ebû Dâvud
4165] Tirmizî, Nesâi, Ebû Dâvud
4166] Ebû Dâvud, Nesâi
4167] Ebû Dâvud, Nesâi
DUÂ
- 985 -
“Ey Allah’ım, rahmetini niyaz ederim. Bir an bile beni nefsimle baş başa bırakma. (Din ve dünyaya ait) bütün işlerimi ıslah et. Senden başka bir ilâh yoktur.” 4168
“Allah’ım, ben nefsime çok zulmettim. Günahları da ancak Sen mağfiret edersin. İlâhî katından bir mağfiretle beni affeyle. Şüphesiz ki Sen çok mağfiret edici ve pek merhametlisin.” 4169
“Allah’ım! Gücümün zayıflığını, tâkatimin ağırlığını, insanlar arasında horlanmamı Sana şikâyet ederim. Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin. Sen mustaz’afların Rabbisin. Sen, benim Rabbimsin. Beni kime havâle ediyorsun? Uzakta olup bana hücum edene mi? Yahut işlerimi kendisinin eline verdiğin düşmana mı? Eğer Senin, üzerimde gazâbın yoksa gerisine aldırmam. Yalnız, âfiyetin, benim için daha geniş ve daha elverişlidir. Karanlıkların kendisiyle aydınladığı, dünya ve âhiret işlerinin kendisiyle düzeldiği vechinin nuruna sığınırım. Gazâbının üstüme gelmesinden, öfkenin bana inişinden Sana sığınırım. Rızânı alana kadar eşiğine yüz sürmeye râzıyım. Güç ve kuvvet yalnız Senin elindedir.” 4170
Sünnet Olan Duâlar
Uykudan önce: “Ey Allah’ım senin adınla ölür ve dirilirim.”
Uyandıktan sonra: “Bizi uyku gibi bir ölümle öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamd olsun. Dönüş ancak O’nadır.”
Sabahleyin: “Allah’ım senin yardımınla sabaha çıktık, senin yardımınla akşamladık, senin yardımınla yaşıyor, senin yardımınla ölüyoruz. Kabirden kalkış sanadır.”
Akşamleyin: “Allah’ım, senden dünya ve âhirette selâmet isterim. Allah’ım, senden dînim, dünyam, ehlim ve malım hakkında beni bağışlamanı ve selâmete çıkarmanı isterim. Allah’ım, benim ayıplarımı örtüver. Korktuklarımdan emin kıl. Allah’ım, Önümden arkamdan, sağımdan solumdan ve üzerimden gelecek belâları defederek beni koru. Altımdan gelecek ani belâlardan senin azametine sığınırım.”
Evden Çıkarken: “Allah’ın ismiyle Allah’a güvendim. O’nun gücünden başka hiçbir güç yoktur.”
Ezandan sonra: Ezanı tekrarlamak, salât ve selâm etmek ve “Allah’tan başka ilâh yoktur; O tektir ortağı yoktur, Muhammed kulu ve Rasûlüdür, Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak Muhammed’e râzı oldum” demek.
Sıkıntılarda: “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Muhakkak ben zalimlerden oldum.” demek sünnettir.4171
4168] Ebû Dâvud
4169] Buhâri, Müslim
4170] Rasûlullah'ın Tâif'ten taşlanarak dönerken yaptığı duâ; İbn Hişam, Sîre II/29-30
4171] M. Sait Şimşek, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/419;
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İstiâne (Duâ) İle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İstiâne ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde:) 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 45, 153; 7/A’râf, 128; 12/Yûsuf, 18; 21/Enbiyâ, 112.
B- Duâ Kelimesinin Kökü Olan D-a-v ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 212 Yerde:) 2/Bakara, 23, 61, 68, 69, 70, 171, 186, 186, 186, 221, 221, 260, 282; 3/Âl-i İmrân, 23, 38, 38, 61, 104, 153; 4/Nisâ, 117, 117; 6/En’âm, 40, 41, 41, 56; 6/En’âm, 52, 63, 71, 71, 108; 7/A’râf, 5, 29, 37, 55, 56, 134, 180, 189, 193, 193, 194, 194, 195, 197, 198; 8/Enfâl, 24; 10/Yûnus, 10, 10, 12, 12, 22, 25, 38, 66, 89, 106; 11/Hûd, 13, 62, 101; 12/Yûsuf, 33, 108; 13/Ra’d, 14, 14, 14, 36; 14/İbrâhim, 9, 10, 22, 39, 40, 44; 16/Nahl, 20, 86, 125; 17/İsrâ, 11, 11, 52, 56, 57, 67, 71, 110, 110, 110; 18/Kehf, 14, 28, 52, 57; 19/Meryem, 4, 48, 48, 48, 91; 20/Tâhâ, 108; 21/Enbiyâ, 15, 45, 90; 22/Hacc, 12, 13, 62, 67, 72; 23/Mü’minûn, 73, 117; 24/Nûr, 48, 51, 63, 63; 25/Furkan, 13, 14, 14, 68, 77; 26/Şuarâ, 72, 213; 27/Neml, 62, 80; 28/Kasas, 25, 41, 64, 64, 87, 88; 29/Ankebût, 42, 65; 30/Rûm, 25, 25, 33, 52; 31/Lokman, 21, 30, 32; 32/Secde, 16; 33/Ahzâb, 4, 5, 37, 46, 53; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 6, 13, 14, 14, 28, 40; 36/Yâsin, 57; 37/Sâffât, 125; 38/Sâd, 51; 39/Zümer, 8, 8, 38, 49; 40/Mü’min, 10, 12, 14, 20, 26, 41, 41, 42, 42, 43, 43, 49, 50, 50, 60, 65, 66, 74; 41/Fussılet, 5, 31, 33, 48, 49, 51; 42/Şûrâ, 13, 15; 43/Zuhruf, 49, 86; 44/Duhân, 22, 55; 45/Câsiye, 28; 46/Ahkaf, 4, 5, 5, 31, 32; 47/Muhammed, 35, 38; 48/Fetih, 16; 52/Tûr, 28; 54/Kamer, 6, 6, 8, 10; 57/Hadîd, 8; 61/Saff, 7; 67/Mülk, 27; 68/Kalem, 42, 43; 70/Meâric, 17; 71/Nûh, 5, 6, 7, 8; 72/Cinn, 18, 19, 20; 84/İnşikak, 11; 96/Alak, 17, 18.
C- Duâ ile İlgili Hükümler
45. Duâ etmek: A’raf, 55-56, 205-206; Ra’d, 14; Kehf, 28; Secde, 16; Mü’min, 60.
46. Duâda Aşırı Gitmekten Sakınmak: A’raf, 55, 180, 205; Taha, 8.
47. Duânın, Allah’ın Güzel İsimleriyle Yapılması: A’raf, 180; İsra, 11; Taha, 8.
48. Allah, Duâları Kabul Eder: Bakara, 186; Şura, 26.
49. Bedduâ: İsra, 11.
50. D- Bazı Duâlar
51. Hidâyet İçin Duâ: Fâtiha, 5-7; Bakara, 128-129; Âl-i İmran, 8, 53, 193; Yusuf, 101.
52. Hayırlı Nesil İçin Duâ: Bakara, 128-129; Âl-i İmran, 38-41; A’raf, 189; İbrahim, 40; Furkan, 74; Ahkaf, 15.
53. Tevbenin Kabulü İçin Duâ: Bakara, 128, 199, 285-286.
54. Günahların Affı İçin Duâ: Âl-i İmran, 16-17, 193; İbrahim, 41; Furkan, 65.
55. Allah’ın, Azaptan Koruması İçin Duâ: Bakara, 201; Âl-i İm. 16, 191-192; Furkan, 65.
56. Kıyamet Gününde Selamet İçin Duâ: Âl-i İmran, 194; Şuara, 87-89
57. Yıldırım Çarpmasına Karşı Duâ: Ra’d, 13.
58. Salihlerle Dostluk İçin Duâ: Şuara, 83; Neml, 19.
59. Allah’tan Hayır İstemek: Şuara, 84.
60. Allah’tan Cennet Nimeti İstemek: Şuara, 85; Hadid, 21.
61. Allah’ın Salih Amel Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19; ahkaf, 15.
62. Sahâbenin Binek ve Yol Duâsı: Zuhruf, 13-14.
63. Allah’ın Şükür Nasip Etmesi İçin Duâ: Neml, 19.
64. Etmesi İçin Duâ: Neml, 19.
65. Yağmur Duâsında İstiğfar Etmek: Nuh, 10-12.
66. Meleklerin Mü’minler İçin Duâsı: Mü’min, 7-9; Şura, 5.
67. Nuh a.s.’ın Mü(minler İçin Duâsı: Nuh, 28.
68. Peygamberimiz’e Salevat Getirmek: Ahzab, 56.
69. Tebliğde Etkili Söz İçin Musa a.s.’ın Duâsı: Taha, 24-28.
70. Allah’tan İlim İstemek: Taha, 114
71. Gücün Dışında Birşeyle Veya Unutmaktan Dolayı Allah’ın Sorumlu Tutmaması İçin Duâ: Bakara, 286.
72. Allah’ın Rahmetini İstemek: Bakara, 218, 286; Âl-i İmran, 8, 159; A’raf, 23, 149, 151;
73. Yunus, 86; İsra, 24, 28, 57; Kehf, 10; Enbiya, 83; Mü’minun, 109, 118; Neml, 19; Zümer, 9; Mü’min,7
74. y- Kâfirlere Karşı, Allah’ın Yardımını İstemek: Bakara, 286; Enfal, 45; Yunus, 85-86; Mü’min, 56; Mümtehıne, 5.
DUÂ
- 987 -
İstiâne (Duâ) İle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Tevhid 35; Teheccüd 14; Deavat 13, 21, 22, 50, 67; Cihad 31; Tevhid 9, 31; Mezalim 9; İstiska 21.
Müslim, Salât 215; Salâtül Müsafirin 166; Zikr 7, 44, 86, 88, 92.
Tirmizi, Deavat 3, 6, 10, 11, 59, 66, 79, 80, 99, 112, 115, 118, 126, 138, 139, 145, 149; Salât 46, 352; Birr 7, 50; Cennet 2; Cehennem 9; Cum’a 64.
Nesai, Sehv 48.
İbn Mace, Duâ 1, 8, 11.
Ebu Dâvud, Edeb 105; İlim 13; Salât 35, 152, 172, 311, 358, 361, 362, 363, 364; Cihad 41.
Kütüb-i Sitte Muh. Terc. Ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 6, s. 513-551
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 93-107
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 354-358
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 99-118
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 69-73
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 42-45
6. Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 41-42
7. Kütüb-i Sitte Muh. Terc. Ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 6, s. 513-551
8. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 9 s.529-539
9. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. C. 1 s. 417-419
10. Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 135-139
11. Rasülüllah’ın İslam’a Davet Metodu, Ahmed Önkal, Konya Kitapçılık Y. s. 219-221
12. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 36-47
13. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 242-243
14. Kur’an’da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 225-226; 227-229; 319-321
15. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 451-454
16. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 157-170
17. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 183-185
18. Psikolojik ve Sıhhi Açıdan İbadet, Abdullah Aymaz, Çağlayan Y. s. 72-78
19. Kur’an’da İbadet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y. s. 31-33
20. İbadet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 167-169
21. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s.324-329
22. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y. s. 165-170; 191-204
23. İbadet, Yusuf El Kardavi,
24. Risale-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 356-359
25. Unutulmaz Sözler ve Nükteler Antolojisi, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 65-68
26. Düşünceler, S. Gündüzalp, A. Suad, Zafer Y.
27. İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Muhammed İkbal, Bir Y. s. 129
28. İlmin Işığında İslamiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 215-219
29. Tevhid’in Hakikatı, Yusuf El-Kardavi, Saff Y. s. 70-75
30. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 148-158
31. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 50-55
32. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y.s. 181-185; 220-222
33. Esma’ül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s.125-127
34. Âyet ve Hadislerde Esma-i Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 161-163
35. Esmaü’l-Hüsna Şerhi, M. Necati Bursalı, Erhan Y. s. 187-188
36. Onun Güzel İsimleri M. Nusret Tura, İnsan Y. s. 90-92
37. Esmaü’l-Hüsna Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y.68-70
38. Esma-i Hüsna’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 91-92
39. İslam Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 240-245; c. 2, s. 201-217
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
40. Hak Yolda Yürürken (Davet İçin Yol Azığı), Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 145-153
41. İslam Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 273-280
42. Yeni İslam İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 86-88
43. Duâ Söylemden Eyleme, Abdullah Yıldız, Pınar Y.
44. Duâ, Ali Şeriati, Birleşik Dağıtım, Ankara Y.
45. Duâ, Ali Şeriati-Alexis Carrel, Birleşik Y.
46. Duâ, Alexis Carrel, Yağmur Y.
47. Duâ Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
48. El-Ezkâr, Rasûlullah’ın Dilinden Dualar ve Zikirler, İmam Nevevî, Ravza Y.
49. 99 Esma 99 Dua, Senai Demirci, Timaş Y.
50. Kur’an-ı Kerim’e Göre Duâ, Mehmet Soysaldı, Yeni Ufuklar Neşriyat
51. Kur’an’da Dua, Fevzi Zülaloğlu, Ekin Y.
52. Kur’an’da Duâ, Şadi Eren, Işık Y.
53. Kur’an’da Duâ, Mehmet Soysaldı, Şûle Y.
54. Kur’an’da Duâ, Hârun Yahya, Vural Y.
55. Kur’an-ı Kerim’deki Duâlar ve Ortamları, Yalçın İçyer, Denge Y.
56. Din ve Düşünce Açısından Duâ, Adil Bebek, Rağbet Y.
57. Duâ, E. Nigâr Atasoy, Şahsi Basım
58. Duâ, İsmail Çetin, Dilâra Y.
59. Duâ ve Tevhid, İbni Teymiyye, Pınar Y.
60. Duâ ve Yakarış, Hasan El-Benna, İslamoğlu Y.
61. Duâların Esrarı, Ayhan Yalçın, Çelik Y.
62. Duâ Üzerine Düşünceler, Sadık Kılıç, Nil A.Ş.
63. Duâ ve İbadetler, Heyet, Fazilet Neşriyat
64. Duâ Âyetleri ve Rasûlullah’ın Öğrettiği Duâlar, Süleyman Fahir, Eser Neşriyat
65. Duâ ve Zikir, Ahmed Hulusi, Kitsan Kitap Kırtasiye
66. Duâyı Yaşamak, Necmettin Şahiner, Pınar Y.
67. Duânın Adabı, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
68. Duâlar, Emine Şeyma, Sezgin Neşriyat
69. Duâlar ve Faziletleri, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
70. Duâlar ve Zikirler, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.
71. Duâlar ve Zikirler, Ahmet Lütfi Kazancı, Tuğra Y.
72. Duâlarımız (Günlük Hayatımızda), Ahmed Şahin, Cihan Y.
73. Duâ Demetleri Şifa Hazineleri, Süleyman Demir, Demir Kitabevi
74. Duâ Demetleri Şifa Hazineleri, Osman Salih Dalcı, Şelale Y.
75. Duâ Ediyorum, M, Yaşar Kandemir, Damla Y.
76. Duâ Hazinesi, Mustafa Ertuğrul, Sağlam y.
77. Duâ Kitabı, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
78. Duâ Mecmuası, M. Fethullah Gülen, Nil A. Ş.
79. Duâ Mecmuası, Arif Pamuk, Pamuk Y.
80. Hz. Peygamber Dilinden Duâlar ve Tefsiri, Ali Akpınar, İttifak Kültür Serisi Y.
81. Açıklamalı Büyük Duâ Mecmuası, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi Y.
82. Allah’a Nasıl Duâ Etmeliyiz? Sevim Asımgil, Furkan Basım Yayın
83. 79- Peygamber Efendimiz’in Öğrettiği Duâlar, Zikirler, İmam Nevevi, İslami Neşriyat

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:20

DOĞRULUK / SIDK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

DOĞRULUK / SIDK


• Sıdk/Doğruluk; Anlam ve Mâhiyeti
• Doğruluk ve Önemi
• Kur’ân-ı Kerim’de Sıdk/Doğruluk Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Sıdk/Doğruluk ve Kizb/Yalancılık Kavramı
• Doğruluk; İmanın Dışa Yansıması
• Sâdıklarla/Doğrularla Beraber Olmak
• Dosdoğru Yol; Sırât-ı Müstakîm
• Doğruluğun Zıddı; Kizb/Yalancılık
• Yalanın Psikolojik ve Sosyolojik Zararları
• Yalanın Sırıtan Yüzü; Ya da Yalanı ve Yalancıyı Nasıl Tesbit Ederiz?
• Günümüz ve Yalan Dolan...
• Kur’ân-ı Kerim’de Kizb/Yalancılık Kavramı
• Yalan Söylemenin Câiz Olduğu Yerler
• Târiz Yoluyla Söylenen Yalana Benzer İfadeler
• Çocuklar Neden Yalan Söyler?
• Yalan Yemin
“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızâsı için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte sâdık/doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.”3531
Sıdk/Doğruluk; Anlam ve Mâhiyeti
‘Sıdk’ sözlükte, yalanın (kizb’in) zıddı olan doğruluk demektir. Bu doğruluk, geçmişte olduğu gibi gelecekte de olabilir. Söz vermede veya başka bir konuda doğru olmayı, sözünde durmayı da ifade eder. Sıdk, yalnızca konuşmada ve bir olayı veya bir haberi başkalarına aktarmada değil; kelâmın (sözün) bütün çeşitlerinde -ki buna yazı da dâhildir- doğru olmaktır.
Sıdk/doğruluk, haber verilen ile saklanılan şey arasındaki uygunluktur. Bir başka deyişle, gönüldekinin dille söylenene uyması; kişinin içinin ve dışının aynı olmasıdır. İnsanın içi ve dışı farklı olursa, sıdk (doğruluk) gerçekleşmez. Böyle bir durumda sözün bir kısmına yalan, bir kısmına doğru denilebilir. Örneğin; bir kâfir, içinden inanmaksızın, ‘Muhammed Allah’ın rasûlüdür’ dese, bu hüküm söz olarak doğrudur. Ancak, bunu söyleyen kâfir, içinden bunun doğru olmadığına
3531] 2/Bakara, 177
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanmaktadır. Münâfıklar Peygamberimize gelerek dediler ki: “Biz şehâdet ederiz ki sen Allah’ın peygamberisin.” Bu ifade söz olarak doğrudur. Allah (c.c.), Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kendi rasûlü olduğunu biliyor. Ancak, Allah (c.c.) münâfıkların bu sözü söylerken yalancı olduklarına da şâhitlik yapıyor.3532
Şüphesiz ki sözü en doğru olan, sözün en doğrusunu söyleyen yalnızca Allah’tır. “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Kendisinde hiç bir şüphe olmayan kıyâmet gününde sizleri mutlaka toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?3533 Kur’an, peygamberlere ve Hz. Muhammed’e (Allah’ın selâmı tümünün üzerine olsun) indirilmiş olan vahyi kabul etmeyi ‘tasdik’ (doğrulama), onu yalanlamayı da ‘tekzib’ (yalanlama) kelimeleriyle ifade ediyor. Bu anlamda İslâm’ı din olarak kabul eden kimseler ‘sâdık’ kişilerdir. Onlar, hem ‘Elest bezmi’nde verdikleri sözlerini yerine getirirler, hem doğru sözlü Peygamberi tasdik ederler (doğrularlar), hem de dilleri ve kalpleriyle, gelen vahyin doğruluğuna inanırlar. Bu noktada iman kavramı ile ‘tasdik’ kavramı arasında kullanım bakımından farklılık bulunmaktadır. ‘Tasdik’ her türlü haber hakkında kullanılır. Sözgelimi, ‘bir, ikinin yarısıdır’, ‘elma ağaçta yetişir’ gibi bilinen gerçekleri söyleyen kimseye ‘doğru söylüyorsun, seni tasdik ediyorum’ deriz. Ancak böyle bir haberi veren kimseye ‘sana iman ediyorum’ denmez. İman kavramı daha çok ğayb (duyu organlarıyla algılanamayan) şeyler hakkında kullanılır. Ğayb haberini verene, ‘o kimseye iman ettik’ ve haber verilen şey için de ‘ona iman ettik’ denilebilir. Kur’an’da bu kullanımı görmekteyiz. Hz. Yusuf’un kardeşleri babalarına; “Ama doğru söylesek de sen bize iman etmezsin” dediler.3534 Yani ‘bizi onaylamaz, bizi tasdik etmezsin’ demek istediler.3535
Kavram ve anlam bakımından da ‘iman’ ve ‘tasdik’ kelimeleri arasında fark vardır. ‘İman’, ‘emn’ yani güven kökünden türemiştir. Bunun için o; hem ‘haber vermeyi’, hem bir ‘isteği’, hem de ‘benimsemeyi’ ifade eder. Oysa ‘tasdik’ böyle değildir. Yani birine ‘güven’ duymayı gerektirmeyecek bir haber verilince ‘falanca iman etti’ denilmez. Tasdik, haber verme çeşitleri ile ilgili bir kelimedir. Tasdik, bir şeyi haber verenin doğruluğunu bildirmek, bunun zıddı olan ‘tekzib’ ise haber verenin yalan söylediğini bildirmek için kullanılır.
Bazen sevilen, bazen nefret edilen, bazen dost edinilen, bazen düşman sayılan, kimi zaman itaat edilen, kimi zaman da isyan edilen, bazen boyun eğilen, bazen de kendilerine karşı kibirli davranılan ‘zâtlar’ önünde takınılan durumlar ‘iman ve küfür’ kavramlarıyla anlatılır. ‘Sâdık ve sıdk’ kavramları ilgili oldukları kelimelere bağlıdırlar. ‘Sâdık (gönülden, içten) sevgi ve sâdık (içten) nefret’ deyimlerinde olduğu gibi. ‘Doğru’ veya ‘yalan’ hükümleri realitenin özü değil, onunla ilgili haberin niteliğidir. Sevgi ve nefret de sıfat olarak kullanılınca; ilgili nesnenin özünü değil, onunla ilgili durumu niteler. Ancak ‘iman’ ve ‘küfür’ böyle değildir. Bunlar, doğrudan doğruya inanılan veya inkâr edilen ‘zât’a dönüktürler.
Hacerü’l Esved’i selâmlarken Allah’a yapılan duâda ‘Seni tasdik ederek’ değil ‘Sana iman ederek’ denmekte ve ‘Kitabını tasdik ederek’ şeklinde söylenmektedir: “Allahım, Sana iman ederek, Kitabını tasdik ederek, Sana vermiş olduğum
3532] 63/Münâfıkûn, 1
3533] 4/Nisâ, 87, 122
3534] 12/Yûsuf, 17
3535] Ayrıca bkz: 9/Tevbe, 61; 23/Mü’minûn, 47; 44/Duhân, 21; 10/Yûnus, 89.
DOĞRULUK / SIDK
- 867 -
söze bağlı kalarak ve Peygamberine uyarak buraya geldim, Haceru’l Esved’i selâmlıyorum.”
Sâdık Kimselerin Özellikleri: Sâdık kimse, sözünde duran kimsedir. Onun içi ve dışı birdir. Yalan söylemez, hile yapmaz, kimseyi aldatmaz, işini düzgün yapar. Gittiği yol doğru bir yoldur. Mü’min, önce özünde (kalbinde) sâdık olmalıdır. Kalbinde yalana, hileye, düşmanlığa, hileye, fitneye yer vermemelidir. Ondan sonra da sözünde doğru olmalıdır. Konuşurken yalana, uydurmaya ve iftiraya başvurmamalıdır. Yalanın zararları açıktır, doğruluğun faydaları ise tartışılmayacak kadar çoktur. Mü’min, sonra da işinde doğru olmalıdır. İşini düzgün yapmalı, hileden ve aldatmadan uzak durmalıdır.
Sıdk sahibi olmaya ‘sadâkat’ denir. Sâdık kimseler, aynı zamanda ‘sadâkat’ sahibi kimselerdir. Mü’minlerin en önemli sıfatlarından biri de ‘sadâkat’ sahibi olmalarıdır. Türkçe’de sadâkat; müslüman kardeşinin iyiliğini istemek anlamına geldiği gibi, insanlara karşı dürüst davranmaya, dostluğa bağlı olmaya da denir. Bu anlamdaki sadâkatın zıddı ‘hıyânet’tir. Hâinlik ise olgun bir müslümana yakışmaz. Müslümanlar, karşılıklı işlerinde, başka insanlarla olan her türlü ilişkilerinde sadâkat ahlâkı üzere, dürüst ve iyiliksever olmalıdırlar. Karı-koca arasında mutlaka ‘sadâkat’ duygusu olmalıdır. Hem evdeki görevleri açısından, hem de iffetlerini koruma açısından birbirlerine karşı ‘sâdık’ olmalıdırlar.
Peygamberimiz, insanları aldatanları şiddetle tenkit ediyor ve onları kendisine bağlılardan saymıyor. Mü’min, verdiği sözde durur, emâneti yerine getirir, işini sağlam yapar, yalandan uzak durur, aldığı vazifeyi yerine getirir, emâneti ehline verir. Allah’a ibâdet ve itaatinde tam bir ‘sadâkat’ ahlâkı sergiler. Rabbine kalbinden bağlıdır. O’nun huzurunda O’nu kandırmaya, başkasına tapınmaya, ibâdetinde hile yapmaya yeltenmez. Ziya Paşa şöyle diyor:
“İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”
Çok doğru olan, doğruluğun en güzelini yapanlara, Allah’tan gelen vahyi tereddütsüz kabul edenlere ‘sıddîk’ denir. Nitekim Hz. Ebu Bekr’ın lakabı Sıddîk idi. Sıddîk olanlar asla yalan söylemezler. Onlar, itikatlarında (inançlarında) doğrudurlar ve bunu fiilleriyle (amelleriyle) pekiştirirler. “Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü O, sıddík bir nebî idi..”3536 Allah’a ve O’nun Rasûlüne hakkıyla iman edenler, Allah katında ‘sıddîk’lar ile şehidlerdir, sıddîk ve şehidlik mertebesine erenlerdir.3537
‘Sâdık’ olma sıfatı hem peygamberlerin, hem de Kıyâmetin kesinlikle olacağının doğru haberidir. Kimsenin şüphesi olmasın ki, Kıyâmet sâdık/doğru bir haberdir.3538 İnsanlara hakkı gönderen Rabbimiz, kendisinin sâdıklardan olduğunu, dolayısıyla gönderilen vahiyde bir yanlışlık olmadığını açıklıyor.3539 Allah (c.c.), Kur’an’ın bir benzerini yazmaya cür’et edenleri, bu sözlerini isbâta dâvet ediyor. Buyuruyor ki, “Eğer sâdık kimselerden iseniz, haydi dediğinizi yapın, onun bir benzerini getirin bakalım!”3540 İnkârcı ve yalancıların, Kur’an’ın bir benzerini yazamayacak3536]
19/Meryem, 41
3537] 57/Hadîd, 19
3538] 51/Zâriyât, 5
3539] 15/Hıcr, 64
3540] 2/Bakara, 23
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ları zaten baştan bellidir.
Kur’an, inkârcılara seslenerek diyor ki, “Eğer sâdık kimselerden iseniz, ölümü başınızdan savın, İslâm’ın yanlış olduğuna dâir bir deliliniz varsa getirin, Allah’tan başkasını yardıma çağırın bakalım.”3541 Sabredenler, sâdık olanlar, kunut yapanlar (boyun bükerek ibâdet edenler), müttakî olanlar, seherlerde Rablerine günahlarından dolayı istiğfar edenler övülmeye lâyık insanlardır.3542 Kıyâmet, öyle bir gündür ki, dünyada iken imanında doğru olan, Kur’ân-ı Kerim’i tam bir teslimiyetle kabul eden sâdık kimselerin bu sıdklarının/doğruluklarının fayda vereceği bir gündür.3543
Allah (c.c.) bütün insanları iman etmeye ve sâdık kimseler ile beraber olmaya dâvet ediyor.3544 Sâdık olanların, İslâm’ı, Kur’an’ı ve O’nu tebliğ eden peygamberi tasdik edip tam bir bağlılıkla ibâdet edenlerin mükâfatını Rabbimiz verecektir. Sıdktan uzak kalan ikiyüzlü münâfïklara ise azâbını tattıracaktır.3545 Sâdık olan kadınlar ile sâdık olan erkeklere Rabbimiz büyük bir ecir ve mükâfat hazırlamıştır. Çünkü onlar imanlarında doğru idiler ve hakkı gönülden tasdik etmişlerdi.3546 İman edenler sıdk sahibi sâdıklardır. Onlar Allah’ın katından gelen sâdık bir dâveti ‘tasdik’ ettiler ve ‘musaddık/doğrulayan, doğru kimse’ oldular. Rabbimiz onları şöyle övüyor: “Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar (doğrulayanlar), şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.”3547
“Sadîk” arkadaş demektir. Yani arkadaşını doğrulayan, ona doğru davranan, ona sadâkatle bağlanan en yakın dost demektir. Arkadaş anlamındaki bu kelimenin ‘sıdk/doğruluk’ kelimesinden gelmesi, oldukça dikkat çekicidir. 3548
Kur’an’da kullanıldığı şekliyle, farz olan infak, yani zekât anlamında ve halk arasında meşhur olduğu şekilde nâfile infak mânâsında “sadaka” kelimesi de, sıdk kelimesinden türemiş ve doğrulukla ilgili bir kavramdır. İnsanın, sıdkını ortaya koyma, Allah’ın emânetini O’nun yolunda kullanma yolu olan infak için verilen mala ve paraya da sıdk kelimesinden türeyen “sadaka” denilir. İnsan, malının bir miktarını, verilmesi istenen ve gereken yerlere vermekle, Allah’ın “infak edin” emrini yeri getirdiğini ve dolayısıyla Allah’a inanıp hükümlerini tasdik ettiğini ortaya koymuş olur.
Doğruluk ve Önemi
Doğruluk; doğru olma hali, dürüstlük, sıdk, sadâkat, istikamet, hak, birr, hidâyet anlamına gelen itikadî ve ahlâkî bir kavramdır. Allah’ın emrine ve kanunlarına uygun bir yol izlemek ve insanların haklarına riâyet etmek demektir. İman eden ve inancını hayata geçiren doğru insan, Hz. Peygamber’in en güzel ahlâkını örnek alır. Kur’ân-ı Kerim, doğruluğa dair birçok âyet içerir. Doğruluk
3541] 3/Âl-i İmrân, 168; 2/Bakara, 111; 6/En’âm, 40
3542] 3/Âl-i İmrân, 17
3543] 5/Mâide, 119
3544] 9/Tevbe, 119
3545] 33/Ahzâb, 24
3546] 33/Ahzâb,35
3547] 4/Nisâ, 69
3548] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 562-566
DOĞRULUK / SIDK
- 869 -
anlamında, hak, istikamet, birr, hidâyet vb. kelimeler de kullanılmasına rağmen doğruluk, daha çok “sıdk” kelimesiyle karşılanır. Sadece “sıdk” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 155 yerde kullanılır; yalan ve yalancılık anlamına gelen “kizb” kelimesi ise Kur’an’da tam 282 yerde geçer.
Doğruluk, ahlâkî vasıfların tümünü kendinde toplar. Özünde Allah’a, meleklere, âhirete, kitaplara, peygamberlere inanan, namaz kılan, zekât veren, oruç tutan, sabreden, sözünde duran, cihad eden... mü’minlerin bütün bu vasıfları doğruluk halinin tezâhürleridir. Doğruluk vasfı, doğru yolun anlaşılmasıyla gerçeklik kazanır. “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım isteriz. Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil.”3549 âyetleriyle doğru yolun temel istek olduğunu vurgulayan Kur’an, baştan sona doğruluğun yolunu ve bunun aksi olan sapıkların yolunu açıklar. Allah’a kulluk etmek, doğruluğun ve doğru yolun ta kendisidir. Allah, O’na inananları ve kendi yoluna uyanları rahmet ve lutfa mazhar eder, onları doğru yola iletir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”3550 buyuran Allah, hâlis kullarını şeytandan korumaktadır. Allah, mü’minlerin kendisinden korkmalarını ve ölçüyü doğru tutmalarını emretmektedir. Sözün de doğru olması için uyarılan mü’minler, doğrulukları karşılığında cennete gireceklerdir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
Doğruluk, en iyi, takvâ halinde gerçekleşebilir. Âyette “Doğrularla beraber olun.”3551 buyurulması, bu kavramın toplumsal oluşuna delâlet eder. Doğruluk bir mîsaktır, kulluk ahdidir. Ahde vefâ ve sadâkatin mükâfatı, hem dünyada, hem âhirette verilecektir. Sıddıkların özellikleri, ana hatlarıyla açıklanmıştır. Bunlar; sabır, itaat, infak, istiğfâr, ihlâs, takvâ, hayâ, emânet gibi özelliklerdir.
Doğruluğun karşısında yalancılık, bâtıl, dalâlet gibi özellikler bulunmaktadır. Muttakîler asla yalan söylemezler. Hz. Peygamber, “el-Emîn” olarak tanınmıştı. Yalancılık ise, dar anlamıyla insanın günlük hayatta söz ve davranışlarında doğruluktan uzaklaşması anlamına gelir. Geniş anlamda Allah’ın emir ve yasakları ile alay etmek, Allah’a iftirâda bulunmaktır. Bu da müşriklerin sıfatıdır. Allah yalancı kâfirleri doğru yola iletmeyeceğini Kur’an’da birçok âyette açıklamış, onları lânetlemiş ve büyük bir azâba uğrayacaklarını bildirmiştir. Allah, mü’minlere şöyle buyurur: “Yalan sözden kaçının.”3552 Bir diğer yalancı grup, münâfıklardır. Bunların özelliği, yalan söylemeleri ve yalan yere yemin etmeleridir. Bunlar sahtekâr kimseler olup küfürlerini gizlemişlerdir.
Davranışlarda doğruluğa hakkaniyet de denir. Bu da adâlet, insaf ve merhametten ibârettir. Doğruluğun, vahyî temellerinin anlaşılmasından sonra, düşüncenin eyleme geçirilmesinde en başta dile hâkimiyet gelmektedir. Dil, düşünceyi iletme aracıdır. Mü’minler söz söylerken doğruyu söyler, gereksiz yere konuşmaz, kötü söz söylemezler; ya hayır konuşurlar veya susarlar.
Doğruluk; düşüncede, sözde, niyette, irâdede, azimde, vefâ ve amelde doğruluk şeklinde tezâhür eder. Bütün bunların kaynağı, Kur’an ve Sünnettedir. Öte yandan, düşünce ve eylem birliği, doğruluğun esasıdır. Düşüncede ve inançta
3549] 1/Fâtiha, 5-7
3550] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15
3551] 9/Tevbe, 119
3552] 22/Hacc, 30
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tam mânâsıyla İslâm’a yönelinmedikçe ve İslâmî hükümlere teslim olunmadıkça davranışların doğru olması mümkün değildir. Doğru olan ahlâk, tümüyle sadece Hz. Peygamber’in ahlâkıdır. Zira Rasûlullah (s.a.s.) “dosdoğru ol!” mesajı ile “Hûd sûresi beni kocattı” diye buyurarak doğruluğun önemini ve insana yüklediği sorumluluğu ifade etmiştir. Yine O, “Beni Rabbim en güzel şekilde terbiye etti.” buyurmuştur.
Bugünkü beşerî sistemlerin işleyişi gerek toplumsal düzeyde gerek fert olarak, yalancılık temeline dayalıdır. Çünkü insanlarda Allah korkusu yeterli şekilde kalmamıştır. İnsanlararası ahlâkî ilişkiler sanal ve yapmacıktır, doğruluktan uzaktır. Toplum, emîn/güvenilir bir toplum değildir, kuşku toplumudur. Böyle bir toplumda hakikat, beyanların aldatıcılığı sebebiyle ortaya çıkamamakta; insanlar Allah için yaşamadıklarından, O’na gerektiği gibi inanıp davranışlarını O’na dayandırmadıklarından, söz ve işlerinde birbirlerine güven duygusunu tamamen kaybetmiş görünmektedirler.
İslâm dışı fert ve toplum hayatında doğruluğun temelleri, hatta doğruluğun bir anlamı yoktur. Çünkü düzenler zulüm üzerine kuruludur ve insanlar kişisel çıkarları peşinde birbirlerini kandırmak için türlü oyunlara başvurmaktadırlar. Bu, bozuk bir hayat düzeni/düzensizliğidir. Sorumsuz, çirkin davranışların hâkim olduğu düzen, müslümanların hakka yaklaştırıcı en güzel hasletlerini de yozlaştırmıştır. İnsanlar her geçen gün doğru yoldan uzaklaşmaya, âhiret yurdunu aramaktansa materyalist dünyaya gönül vermiş insanların hevâ ve heveslerine uymaya başlamışlardır. Câhilî bir toplumda müslümanlar da gayr-i İslâmî günlük hayata ayak uydurmuş gözüktükleri ve müslüman şahsiyetleriyle tanınamadıkları için, İslâm’ı tanıtmak ve yaşatmak mümkün olmamaktadır. Bizzat müslümanların doğruluk düstûruna uymamaları bir toplumun helâk olması için yeterlidir. Çünkü hakkı tavsiye eden olmazsa veya yeterli sayıda ve yeterli şekilde nehy-i ani’l-münker yapılmazsa o toplum çökmüş demektir. Bir sahâbi Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, bana İslâm’ı öyle tanıt ki, senden başka birine (başka soru) sorma ihtiyacını duymayayım” deyince, Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!”3553 Başka bir hadis-i şerifte de: “Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.”3554 buyurulmuştur.
İslâm’ın hayat yolu sırât-ı müstakîmdir; yani dosdoğru yoldur. O yola girenlere bir üzüntü ve korku yoktur. Her şeyden önce doğruluk, müslümanın akîdevî özelliğidir. Meselâ, dosdoğru namaz kılmayan bir mü’min ibâdette tam doğruya uymadığından, diğer davranışlarında da hatalı olacaktır.3555 O yüzden, Kur’an’da “namaz kılın” denilmez, “namazı dosdoğru kılın, dimdik ayakta tutun, ayağa kaldırın” anlamında “namazı ikaame edin” diye emredilir.
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük, çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte olup bunların başında “sıdk” ve “istikamet” kavramları gelir. “İnsanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması” şeklinde tanımlanabilecek olan “sıdk” erdemi, genellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. “İstikamet” de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip olan kişiye
3553] Müslim, İman 62; Ahmed bin Hanbel, III/413
3554] İbn Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû’ 2
3555] Sait Kızılırmak, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. , s. 410-411
DOĞRULUK / SIDK
- 871 -
“sâdık” ve “sıddîk” denir.
İnsanlığın genel ahlâk anlayışında olduğu gibi, İslâm ahlâkında da doğruluk ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak kabul edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye, “Alllah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!”3556 buyurmuştur. Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faâliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde aranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşmada, niyet ve irâdede, karar vermede ve kararında durmada, (riyânın zıddı olarak) amelde, dinî ve mânevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.
“Doğru” kavramıyla ilgili olarak kelimenin anlam sahasını tahlil eden değerlendirmesiyle İzutsu, şöyle der: Doğru kavramında temelde iki kutup, “sıdk” ve “hak” arasında bir bağıntı vardır. Hak, doğrunun nesnel yanını temsil etmektedir ve dil ancak ona uyum gösterdiğinde, “doğru” olabilir. O halde, öznel bir hâdise olarak doğru, dili hak yani “gerçeklik” ile uyum gösterecek bir tarzda kullanmaya bağlıdır. Allah ile insan arasındaki dinî ilgiye ait meselelerde doğru konuşma sorununa yöneldiğimiz zaman, bu husus müthiş bir önem kazanmaya başlar. Zira Kur’an’a göre vahiy, haktan başka bir şey değildir ve Allah’ın kendisi de mutlak Hak’tır. Her iki halde de “hakk”ın esas olarak; mesnetsiz bir şey, boş şey, yahut yalan demek olan “bâtıl”ın zıddı oluşu önemlidir.3557
Kur’ân-ı Kerim’de; “Hadîs (olayları haber veren söz) bakımından Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”3558 ve “Allah hak olarak vaad etti. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”3559 buyrularak Allah’ın hem haber verme, hem de vaadini yerine getirme bakımından gerçek anlamda “sıdk” sahibi olduğu belirtilir. Kur’an’da daha çok peygamberler için kullanılan “sıddîk” ise, sıdkı en fazla olan, yani asla yalan söylemeyen kimse demektir. Sıdk terimi, peygamberlerin en önemli özelliklerinden biridir. Risâlette ehil olabilmek için her peygamberin bu sıfatı üzerinde taşıması gerekir. Öyle ki; içeriği sözü ve yaptığı anlaşması, ciddiyetle mizahı ve olay nakletmesi gibi bütün sözleri, süzgeçten geçirilirse, gerçeğe uygun düşer. Bu sıfat, herhangi bir sûretle yerinde olmazsa risâlet dâvâsı temelinden sarsılmış olacaktır. Çünkü insanlar doğru söylemeyen bir peygambere güvenemez. Doğru olan peygamberin herhangi bir sûrette gerçeğe ters düşen bir söz söylediği görülmemiştir. Bir peygamberin Allah nâmına dâvet ettiği şeyi kendi nefsinde yaşaması gerekir. Çünkü risâletin en büyük gâyesi Cenâb-ı Hakk’ın insanları mükellef kıldığı ahkâmı onlara tebliğ etmektir. Çünkü Allah ile ilişkisi olan kimse, herkesten daha çok O’nun azametini anlar. Dolayısıyla O’nun hiçbir emrine karşı gelmez. Zira O’na karşı gelmek ihânettir. Hâin olan kimse de Allah’ın risâletinin ehli olamaz. Kur’ân-ı Kerim’de birçok peygamber için doğruluk vasfı kullanılmakta, bazılarına “sıddîk” denilmektedir. “Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü
3556] Müslim, İman 13
3557] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, s. 141
3558] 4/Nisâ, 87
3559] 4/Nisâ, 122
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O, sıddík/çok doğru bir nebî idi..”3560; “Kitapta İsmâil’i de an. Çünkü o vaade sâdık rasûl bir nebî idi.”3561; “Kitapta İdrîs’i de an. Hakikaten o, sıddîk bir peygamberdi.”3562 “Yusuf, ey sıddîk kişi!...”3563 Yine son nebî Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de sâdık olduğu, yalancılardan olmadığı Kur’ânı-ı Kerim’in birçok yerinde anlatılmakta, İslâm tarihine, özellikle risâletin Mekke dönemine bakıldığında Rasûlullah (s.a.s.), gerçeğin şehâdeti, iman edenlerin ve hatta düşmanlarının şâhitliğiyle “el-Emîn” ve “Sâdıku’l-Va’du’l-Emîn” olduğu ortaya çıkmaktadır.
Sıdk kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın vaad ettiği şeyleri yerine getirmesi özelliği olarak da kullanılır. “Rabbinin sözü sıdk/doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O’nun kelimelerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O hakkıyla işiten ve bilendir.”3564 “İşte onlar öyle kimselerdir ki, amellerinin en güzelini onlardan kabul ederiz ve onların kötü amellerinden vazgeçeriz. Onlar cennet ashâbı arasındadırlar. Bu, onların vaad olunageldikleri sıdk/dosdoğru bir vaaddir.”3565
Sıdk, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in bir ismidir. “Sıdk (doğru olan Kur’an)ı getirene ve onu tasdik edenlere gelince, işte muttakîler onlardır.”3566 “Allah’a karşı yalan uyduran, kendisine gelen sıdkı (gerçek olan Kur’an’ı) yalan sayandan daha zâlim kimdir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok sanki?”3567 Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak doğruluktan ve doğruluğun fazîletinden bahseden pek çok âyet-i kerime vardır. Bu âyetlerden biri, mü’minlerin sâdıklarla beraber olmalarını emreder: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.”3568
Sadâkat, kıyâmette kulun kurtuluşu için bir garanti mâhiyetindedir. Allah’ın gazabından kurtuluşa sebeptir, onu cennete götüren bir araçtır doğruluk: “... Bu (gün), doğru söyleyenlerin (sâdıkların) sıdklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür. Orada devamlı kalacakları altında ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve işte bu en büyük kurtuluş ve saâdettir.”3569 Doğruluğun esası; bir şeyin meydana gelmesi, tamamlanması, kuvvetinin kemâle ermesi, kısımlarının bir araya toplanmasıdır.
Doğruluk (sıdk/sadâkat); niyet, söz ve amelde olur. Niyette doğruluk, son derece azimli olmak ve Allah’a yönelmek için irâdeyi kuvvetlendirmek ve engelleri aşmaktır. Bu ise Allah’ın farz kıldığı şeylere koşmakla elde edilir. Bunun da başında Allah yolunda cihad gelir. Cihadın bir türü de Allah’a dâvettir. Dâvete engel olan herkesten yüzçevirmek, bunlardan uzaklaşıp nefret etmek gerekir. Çünkü onlar gaflet içinde yaşayan insanlardır. Gözleriyle inanırlar; Dünyada gördüklerinden başka bir şey bilmezler, onların ulaştıkları bilgi derecesi budur. Gerçekte ise, cehâlet ve nefsânî arzular onları kuşatmıştır. Doğru kimsenin kalbi, çok hassas olur; dâvete engel olan kimselere karşı tahammül edemez. Bunun için de onlardan sıkılır; onlarla komşuluk, arkadaşlık yapamaz; onlarla düşüp kalkamaz,
3560] 19/Meryem, 41
3561] 19/Meryem, 54
3562] 19/Meryem, 56
3563] 12/Yûsuf, 46
3564] 6/En’âm, 115
3565] 46/Ahkaf, 16
3566] 39/Zümer, 33
3567] 39/Zümer, 32
3568] 9/Tevbe, 119
3569] 5/Mâide, 119
DOĞRULUK / SIDK
- 873 -
onlardan uzak kalmakla gönlü açılır; Allah’a kulluk ve O’na dâvet hususunda acele etmeye teşvik eden kimselerden hoşlanır.
Sözde sadâkat, dilin hakkı ve doğruyu söylemesidir. Dil böyle alışınca, artık hiçbir bâtıl konuşmaz.
Amelde sadâkat, şer’î yollara uyarak Rasûlullah’a tâbi olmak sûretiyle olur. Müslüman; sözde, niyette ve amelde sadâkati gerçekleştirince, sıddîkıyet derecesine ulaşır. Bu derece ise, Cenâb-ı Hakk’ın mü’min kullarından istediği Rasûlullah’a hitap ile yönelttiği bir derecedir: “Ve şöyle de:’Rabbim, beni sıdk (ve selâmet) çıkarışıyla çıkar ve tarafından da hakkıyla yardım edici bir hüccet ver.”3570 “Sıdk girdirişi ve çıkarışı” demek, müslümanın herhangi bir şeye ve herhangi bir işe girişip başlamasının, ondan çıkışı ve onu terkinin Allah için ve Allah ile olmasıdır. Yani yaptıkları ve yapmadıkları Allah’ın rızâsına bağlıdır. Kul bunları edâ ederken Allah’tan yardım dileyerek yapar. Maksadı da Allah’ın rızâsıdır. Gâyesi de yalnız Allah’tır. “De ki: ‘Benim namazım da ibâdetlerim de, hayatım ve ölümüm de, hiçbir ortağı olmayan âlemlerin Rabbı olan Allah içindir.”3571
Müslüman, sıddîkıyetin bu derecesine erince, hayatta onun nazarında rağbet edilecek başka bir gâye kalmaz. Ancak bunun ayakta kalışı Allah’ın rızâsına vesîle olacaksa ayakta kalmayı tercih eder. Şâyet bu gâyeyi kaçırır veya elde edemeyeceğini anlarsa, hayattan yüz çevirir. Hz. Ömer (r.a.)’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Üç şey olmasaydı dünyada kalmayı istemezdim; 1- Allah yolunda iyi cins atlar sırtında savaşmak, 2- Gece ibâdetinin meşakkat ve zorluğuna katlanmak, 3- Sözün temizini, hurmanın temizini seçer gibi seçen kimselerle düşüp kalkmak.” Hz. Ömer’in (r.a.) arzu ettiği bütün bu sayılanlar Rabb’ı râzı edecek şeylerdir.
Sâdık bir müslüman dâvetçinin sadâkati onun yüzünden ve sesinden belli olur. “Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.”3572 Rasûlullah’ı tanımadan evvel onunla konuşan kimseler şöyle derlerdi: “Vallahi, bu bir yalancı yüzü ve yalancı sesi değildir. Dâvetçinin yüzünde ve sesinde doğruluk eserinin görünmesi, muhâtabına tesir eder; onun sözünü kabule, ona saygı beslemeye sevkeder. Ancak, muhâtapları son derece kör kalpli kimselerse onlara tesir etmeyebilir. Ne olursa olsun, sadâkat, müslüman için ve Allah’a dâvet eden herkes için zarûrîdir. Çünkü imanın esası doğruluk; münâfıklığın esası da yalandır. Dâvetçinin yalancı olması mümkün değildir. Bir kimse dâvetçi ise yalancı değildir; yalancı ise dâvetçi değildir. Peygamberimizin buyurduğu gibi, yalan ahlâksızlığa sevkeder. Ahlâksız bir kimsenin ise dâvetçi olması mümkün değildir.
Yüce Allah, peygamberlerden ve iman edenlerden ahd olarak sâdıkları ve kâzipleri birbirinden ayırmıştır: “Biz nebîlerden kuvvetle ahitlerini almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsa’dan (evet) onlardan ağır bir mîsak (söz) aldık. Allah bu sözü doğrulara sadâkatlerinden sormak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.”3573; “Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran (sâdık olan) nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadâkat gösterenleri (sâdıkları) sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak,
3570] 17/İsrâ, 80
3571] 6/En’âm, 162-163
3572] 48/Fetih, 29
3573] 33/Ahzâb, 7-8
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
münâfıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.”3574; “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”3575
Yukarıdaki âyetlerde bahsedilen sâdık erlere Cenâb-ı Hak, mükâfat olarak “sıdk” mekânlarını “sıdk” bir vaad ile vaad etmiştir: “İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir sıdk/doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: Bu elbette apaçık bir sihirbazdır, dediler?”3576; “İşte onlar öyle kimselerdir ki, amellerinin en güzelini kendilerinden kabul ederiz ve onların kötü amellerinden (günahlarından) vazgeçeriz. Onlar cennet ashâbı arasındadır. Bu, onların (dünyada iken) vaad olunageldikleri sıdk (dosdoğru) bir vaaddir”3577; “Muhakkak ki muttakîler cennetlerde ve ırmakların kenarındadırlar. Sıdk makamında (doğruluk meclisinde) gâyet muktedir, güçlü bir Melikin (Allah’ın) huzurundadırlar.”3578; “Allah şöyle buyuracaktır: ‘Bu, sâdıklara/doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.”3579
Genel mânâda doğruluk, başkalarının maslahatını gözeterek, onlara doğru bilgi ulaştırmaktır. Doğru olmak, hem doğru söylemek, hem doğru düşünmek, hem de doğru davranış göstermektir. İnsan her işte doğru olanı bildirmeli, kendi zararına veya yakınları aleyhine olsa bile doğru sözü söyleyebilmelidir. Doğru sözlü olmanın verdiği güven duygusu, toplum fertleri arasındaki bağların çözülmesini, aralarındaki dayanışmanın kaybolmasını önler. Ayrıca doğru insan kendi kendisiyle çelişkiye düşmez. Kısacası yalancılıktan doğabilecek bütün psiko-sosyal problemlerin önü alınmış olur. Doğruluk, insanların iç dünyalarını huzura kavuşturur. Özellikle de mü’minlerin gönüllerini. Çünkü yalan, olgun bir vicdana rahatsızlık verir.
Olgun insan, bile bile söylemiş olduğu yalan sözle vicdanının, hele hele imanının sesi arasında çatışmaya girer. İşte doğruluk, bu tür çelişkilere düşmekten, huzursuzluktan insanı kurtarır. Hz. Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: “Bil ki, doğruluk sükûnet (gönül huzuru), yalan ise şüphe ve tereddüt verir.”3580 Doğruluk, aynı zamanda diğer ahlâkî erdemlerin yolunu açan, insanı ahlâkî değerlere sahip çıkmaya sevkeden anahtar bir karakterdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.); “Doğruluk insanı iyiliğe götürür...”3581 buyurmuştur. 3582
Doğruluk kelimesi, şu alanlardaki doğruluğu kapsar: Sözde, niyet ve irâdede, vefâda, amelde, azimde ve her çeşit rûhî/psikolojik hallerde doğruluk. Bunların hepsinde doğruluğu kazanan kimse sıddîktır. Sıddîklar da derecelere
3574] 33/Ahzâb, 23-24
3575] 29/Ankebût, 2-3
3576] 10/Yûnus, 2
3577] 46/Ahkaf, 16
3578] 54/Kamer, 54-55
3579] 5/Mâide, 119; Muammer Ertan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/399-401
3580] Tirmizî, Kıyâmet 60
3581] Müslim, Birr 105; Buhârî, Edeb 69
3582] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 76-77
DOĞRULUK / SIDK
- 875 -
ayrılır.
Sözde doğruluk, yani doğru sözlü olmak: Bu da haberlerde veya haberleri içine alan şeylerde olur. Haber de ya geçmişle veya gelecekle ilgili olur. Verdiği sözde durup durmamak, gelecekle ilgilidir. Sözünü korumak, herkesin borcudur. Doğruluk deyince ilk akla gelen, en meşhuru ve açığı budur. Eşya hakkında, olduğunun aksine haber vermekten dilini koruyan kimse sâdıktır.
İkinci doğruluk, niyet ve irâdedeki doğruluktur ki, bu ihlâs demektir. Yani kendisini harekete geçiren kuvvetin yalnız Allah rızâsı olmasıdır. Şâyet tutum ve davranışlarına nefsin arzularından bir şey karışırsa sadâkat niyeti bâtıl olur. Bu gibi adama da yalancı demek câiz olur. Nitekim hadis-i şerifte belirtildiği şekilde “ihlâs konusunda” üç kişiye sorulan sorular ve alınan cevaplarda bu durum açıklanmıştır. Meselâ âlime “ilminle ne amel ettin?” diye sorulunca, “Allah rızâsı için okuttum, ilim yaydım” diye cevap verince, kendisine; “yalancısın, sen, desinler için okuttun” denir. Okutmadın, denmez. “Okuttun ama irâdende yalancısın” denilir. “Doğruluk, kast ve irâdede tevhidin sıhhatidir.” Münâfıkların Hz. Peygamber’e “Sen Allah’ın rasûlüsün” demeleri, doğru bir söz olduğu halde, kalben buna inanmadıkları için inançlarında yalancı durumunda olduklarını anlıyoruz.3583 Bunlar, inandıklarını değil; inanmadıklarını haber verdikleri için de yalancıdırlar. Haber, vâkıaya uygun, fakat itikadlarına uygun değildir. Niyetleri doğru olmadığı için yalancıdırlar. Sıdk, öncelikle kalpten gelmeli ve itikat halinde olmalıdır; bu inancın dille ifadesi sıdktır; ama kalben itikat edilmeyen bir şeyin dille söylenmesi de yalandır. Söylenen sözü, fiilin doğrulaması, yani tasdik de sıdkın unsurlarındandır.
Doğruluk için niyette ihlâs şarttır. Doğru düşünce, düğru karar ve doğru davranışa niyet, sıdkın temelidir. Doğru bir işi yapmak, doğruluk için yeterli değildir; sâdık/doğru olmak için, onu doğru bir niyetle yapmak da gerekir. Ayrıca, doğruluğa azmeden insanın karar ve niyetinden vazgeçmemesi, düşünce ve azmini sarsacak ortam ve sebeplerden uzak kalması da gerekir.
Üçüncü doğruluk: Azimde vefâ/sadâkattir. Azim, bazen amelden önce gelir. Meselâ, insan kendi kendine; Allah bana servet verirse, onun tümünü veya şu kadarını tasadduk ederim; düşmanla karşılaşırsam onlarla bütün gücümle savaşırım, ölüme aldırış etmem; Allah bana bir makam nasip ederse, Allah’a isyan etmem ve kesinlikle adâleti uygularım” gibi azimlerde bulunur, kararlar verir. Bu azim, bazen içinden doğar ki, bu kesin ve doğru bir azimdir, bunda şüphe yoktur. Bazen de azimde tereddüt kokusu ve zâfiyet olur ki bu hal, doğruluğa ters düşer. İşte bazen doğruluk denilince bu mânâ kastedilir. Sâdık ve sıddîk, tereddüt ve zaafsız bütün iyiliklere tam bir kuvvet ve kesin bir azim ile karar vermeye denir. Doğruluğun bir çeşidi azimde vefâkârlıktır. Zira nefis, peşin söz vermekte özgür olduğu gibi cömerttir de. Fakat iş gerçekleşip tatbik sahasına konacağı zaman hevâ ve heveslerin hücumu ile bağları gevşer ve azminde vefâ gösteremez duruma düşer ki bu sadâkate aykırı olur. Bu sebeple Allah Teâlâ; “Allah’a verdikleri ahidde duran doğru adamlar vardır”3584 buyurmuştur.
Enes (r.a.) diyor ki: “Amcam Nadr’ın oğlu Enes, Bedir savaşında Rasûl-i
3583] 63/Münâfıkun, 1
3584] 33/Ahzâb, 23
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ekrem’in sağında bulunamadı, yani savaşa katılamadı. Buna çok üzüldü ve kendi kendine: “Allah eğer beni ikinci bir savaşa ulaştırırsa, yapacağımı ben bilirim!” diyordu. Ertesi yıl Uhud savaşına katıldı. Öyle bir cihad etti ki, öldüğü vakit vücudunda seksenden fazla yara bulundu. Kızkardeşi: ‘kendisinde tanınacak bir durum yoktu, ancak elbisesinden onu tanıyabildim’ demişti. Ve bunun üzerine yukarıdaki âyet-i kerime nâzil oldu.”
Dördüncü derece doğruluk; amel yapmakta sadâkattir. Amelde gayret göstererek içini dışına, dışını da içine uygun hale getirmektir. Dış ameller, içeride olmayan bir şeyi yansıtmamalı, yani yapılan her amel, tamamen içten gelmeli ve gönlün tercümanı olmalıdır. Bu durum, insanın içinden gelmiyor diye ameli terketmesi değil; içinin de dışını tasdik etmesi demektir. Zâhirin (dış görünüş ve amelin) bâtına (iç dünyaya, gönle) uymaması maksatlı olursa, buna riyâ denir ve bu, ihlâsı yok eder; Kasıtsız olursa, sadâkati/doğruluğu yok eder. O yüzden “sıdk/doğruluk, gizli ve âşikâr olarak hakka uymaktır” denilir.
Bu sıdkı elde etmek için, dünyada kalmayı ve yaşamayı sırf hakkı tutup kaldırmak ve Allah’ın rızâsına mazhar olmak için arzu etmek gerekir. Her zaman nefsinin eksik ve kusurlarını görmek, dünyanın cezbeden, oyalayıp aldatan güzelliklerine kapılmamak, dünyevî endişelerle yol ve yön değiştirmemekle bu sadâkat gerçekleşebilir.
Doğruluğun beşinci ve en üstün derecesi ise, korku, ümit, saygı, zühd, rızâ, tevekkül, muhabbet ve diğer bütün rûhî/psikolojik durumlarda doğruluktur. “Gerçek iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak, Allah rızâsı için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcamak, namaz kılıp zekât vermek, andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirmektir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabretmektir. İşte sâdık/doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakîler ancak onlardır.”3585; “Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edip savaşanlardır. İşte sâdıklar/doğrular ancak onlardır.”3586 Sadâkatin derecelerinin zirvesi yoktur. Kul, bazı hususlarda sâdık olsa da, bazılarında olamayabilir. Hepsinde sâdık olan gerçek sıddîktır. Allah, bu dini, başlangıçta hem onun tebliğcisi Hz. Muhammed’i (s.a.s.), hem de bu İlâhî mesajı ilk olarak tasdik edip doğrulayan Ebû Bekir (r.a.) gibi iman eden ümmeti sıdkla sıfatlandırarak övmüştür: “Sıdk mesajıyla gelip doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte müttakîler, kötülükten sakınanlar onlardır.”3587
Sıdkın tamamen bir vicdan işi haline getirilmesi ve insan tabiatının her durumunda sadâkatin hemen ortaya çıkması, rızâ makamı olan sıdkın üst seviyesidir. “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak Muhammed’den (s.a.s.) râzı olmak”, en büyük sadâkattir. En önemli doğruluk, İslâm’ın hayatın tüm alanlarında tam bir teslimiyetle kabul edilmesi, Allah’ın tek ilâh, otorite; Rasûlullah’ın da yegâne rehber ve örnek edilmesidir.
3585] 2/Bakara, 177
3586] 49/Hucurât, 15
3587] 39/Zümer, 33
DOĞRULUK / SIDK
- 877 -
Kur’ân-ı Kerim’de Sıdk Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “sıdk” ve türevleri, toplam olarak 155 yerde geçer. Bu âyetlerden örnekler görelim:
“Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin iyiliğidir ki, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızâsı için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte sâdık/doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.”3588
“Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edip savaşanlardır. İşte sâdıklar/doğrular ancak onlardır.”3589
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, (evet) işte onlar, Rableri yanında sıddîklar/sözü özü doğru olanlar ve şehidlik mertebesine erenlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. İnkâr edip de âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.”3590
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (doğrulayanlar), şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar.”3591
“O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. Kendisinde hiç bir şüphe olmayan kıyâmet gününde sizleri mutlaka toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır?”3592
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklar/doğrularla beraber olun.”3593
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”3594
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran (sâdık olan) nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadâkat gösterenleri (sâdıkları) sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münâfıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.”3595
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Böyle davranırsanız, Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.”3596
3588] 2/Bakara, 177
3589] 49/Hucurât, 15
3590] 57/Hadîd, 19
3591] 4/Nisâ, 69
3592] 4/Nisâ, 87
3593] 9/Tevbe, 119
3594] 29/Ankebût, 2-3
3595] 33/Ahzâb, 23-24
3596] 33/Ahzâb, 70-71
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) ‘Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’dolunan Cennet’le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet edenden (Allah’tan) bir ağırlanma olarak!”3597
“Şüphesiz bizim rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.”3598
“Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et.”3599
“Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan Sensin Sen.”3600
“De ki: Allah doğruyu söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş olarak İbrâhim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.”3601
“Oturup da kardeşleri hakkında: ‘Bize uysalardı öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!’ de.”3602
“İman eden ve sâlih amel işleyenleri, içinde ebedî kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Allah, (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vaad etti. Söz verme ve onu tutma bakımından kim Allah’tan daha doğru olabilir?”3603
“Meryem oğlu Mesîh ancak bir rasûldür. Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da sıddîkadır/çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”3604
“Ey insanlar, siz kendinize bakın; siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan dalâletteki kimse size zarar veremez!”3605
“Allah şöyle buyuracaktır: ‘Bu, sâdıklara/doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.”3606
“Rabbinin sözü, sıdk/doğruluk ve adâlet bakımından tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.”3607
“... Biz elbette sâdıkız/doğru söyleyeniz.”3608
3597] 41/Fussılet, 30-32
3598] 46/Ahkaf, 13-14
3599] 42/Şûrâ, 15
3600] 3/Âl-i İmrân, 8
3601] 3/Âl-i İmrân, 95
3602] 3/Âl-i İmrân, 168
3603] 4/Nisâ, 122
3604] 5/Mâide, 75
3605] 5/Mâide, 105
3606] 5/Mâide, 119
3607] 6/En'âm, 115
3608] 6/En'âm, 146
DOĞRULUK / SIDK
- 879 -
“İçlerinden bir adama: İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir sıdk/doğruluk makamı olduğunu müjdele, diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, o kâfirler: ‘Bu elbette apaçık bir sihirbazdır’ dediler?”3609
“Yoksa, ‘Onu (Kur’an’ı) kendisi uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.”3610
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberinde bulunan, putperestliğe tevbe etmiş kimseler de doğru hareket etsinler. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.”3611
“Yusuf: ‘Hayır, o kendisi benim nefsimden (murâd almak) istedi’ dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şâhidlik etti: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise, doğru söyleyenlerdendir. (Efendisi, Yusuf’un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu görünce, (kadına;) ‘şüphesiz bu, sizin tuzağınızdır. Çünkü sizin tuzağınız gerçekten büyüktür’ dedi.”3612
“Ey Yusuf, ey sıddîk/doğru sözlü kişi!...”3613
“Ve şöyle niyaz et: ‘Rabbim! Gireceğim yere sıdkla/doğruluk ve dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden doğruluk ve dürüstlükle çıkmaya muvaffak kıl. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.”3614
“Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü O, sıddîk (sıdkı/doğruluğu bütün) bir nebî/peygamber idi.”3615 “Kitap’ta İsmâil’i de an. Gerçekten o, sözüne sâdıktı, rasûl ve nebî idi.”3616 “Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, sıddîk/pek doğru bir insan, bir peygamberdi.”3617
“Eşlerine zinâ isnâdında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şâhitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.”3618
“Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak (lisân-ı sıdk) nasip eyle!”3619
“Hani Biz peygamberlerden mîsak/söz almıştık; senden, Nuh’tan, İbrâhim’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da. (Evet) Biz onlardan pek sağlam bir mîsak/söz aldık. Allah bu sözü, sâdıkları/doğruları doğruluklarıyla sorumlu kılmak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.”3620
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâata devam eden erkekler ve tâata devam eden kadınlar, sâdık/doğru erkekler ve doğru
3609] 10/Yûnus, 2
3610] 11/Hûd, 13
3611] 11/Hûd, 112
3612] 12/Yûsuf, 26-28
3613] 12/Yûsuf, 46
3614] 17/İsrâ, 80
3615] 19/Meryem, 41
3616] 19/Meryem, 54
3617] 19/Meryem, 56
3618] 24/Nûr, 6-7
3619] 26/Şuarâ, 84
3620] 33/Ahzâb, 7-8
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”3621
“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte kötülükten sakınanlar onlardır. Onlar için Rableri yanında diledikleri her şey vardır. İşte bu, muhsinlerin/iyilik edenlerin mükâfatıdır.”3622
“Rablerine karşı gelmekten sakınanlar (müttakîler) ise, bölük bölük cennete sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: ‘Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya’ derler. Onlar: ‘Bize verdiği sözde sâdık olan ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun. İyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş!’ derler.”3623
“İman etmiş olanlar: ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara yakışan da budur! (Onların vazifesi) itaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.”3624
“Andolsun ki, size vaad edilen, kesinlikle doğrudur ve cezâ mutlaka vuku bulacaktır.”3625
“Takvâ sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında, güçlü ve Yüce Allah’ın huzurunda sıdk makamında/hak meclisindedirler.”3626
“(Allah’ın verdiği bu ganîmet malları,) Yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’tan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allah’ın dinine ve Peyamberine yardım eden fakir muhâcirlerindir. İşte sâdıklar/doğru olanlar bunlardır.”3627
Hadis-i Şeriflerde Sıdk/Doğruluk ve Kizb/Yalancılık Kavramı
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.”3628
“(Sözde ve işte) Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk, şüphesiz hayır ile beraberdir (Sahibini hayra ve iyi amellere yöneltir). Doğruluk ve hayır (sahibi) da cennettedir. Yalancılıktan da sakının. Çünkü yalancılık şüphesiz şer ile beraberdir (sahibini kötülüklere sürükler). Ve yalancılıkla şer (sahibi) cehennemdedir. Allah’tan muâfât (yani, hoşlanılmayan şeylerden selâmet ve âfiyette olmayı) dileyin. Çünkü hiç kimseye imandan sonra âfiyetten daha hayırlı bir şey şüphesiz verilmemiştir. Birbirinize hased etmeyin. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinizle iyi ilişkileri kesmeyin. Birbirinizden yüz çevirip küsüşmeyin ve
3621] 33/Ahzâb, 35
3622] 39/Zümer, 33-34
3623] 39/Zümer, 73-74
3624] 47/Muhammed, 21
3625] 51/Zâriyât, 5-6
3626] 54/Kamer, 54-55
3627] 59/Haşr, 8
3628] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105; Ebû Dâvud, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; İbn Mâce, Mukaddime 7, Duâ 5
DOĞRULUK / SIDK
- 881 -
ey Allah’ın kulları, kardeşler olun.”3629
Rasûlullah (s.a.s.)’a ‘Yâ Rasûlallah, insanların hangisi daha faziletlidir?’ diye soruldu. O şöyle buyurdu: “Kalbi mahmum (temiz) ve dili çok doğru olan her (mü’min) kişi.” Sahâbiler: ‘Ya Rasûlallah! Dili çok doğru olanı biliriz. Mahmum kalp nedir?’ diye sordular. Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Allah’tan korkan, tertemiz, içinde ne günah, ne zulüm ile yaratıklara kötülük etmek, ne kin, ne hased (çekememezlik) olan kalptir.”3630
İbni Mes’ud (r.a.), Peygamberimiz’den şunu naklediyor: “Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek ‘Bunlar ise diğer yollardır. Her biri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır.’ buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O’nun yolundan saptırmasın. (Azabından) Korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.”3631
“Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere daim ve sabit kıl!”3632
“Allah’a iman ettim’ de ve dosdoğru ol.”3633
“Doğru olunuz, kurtuluşa erersiniz.”3634
“Ya Rasülallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım” diye soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafi’ye Peygamberimiz şöyle cevap verdi: “Allah’a iman ettim’ de, ondan sonra dosdoğru ol!”3635
“İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü’minden başkası namazı muhâfaza edemez.”3636
“Dürüst ve emin (kendisine güvenilen) tüccâr; peygamberler ve şehidlerle beraberdir.”3637
“Alış-veriş yapan iki kişi (satıcı ve alıcı) birbirlerinden ayrılıncaya kadar muhayyerliğe (seçme, vazgeçme hakkına) sahiptirler. Bunlardan her biri dürüst ve doğru söyler ve (mala ait hususları) birbirlerine açıklarlarsa, bu alış-verişlerinde kendilerine bereket ihsân olunur. Eğer iki taraf (mal ve bedelin ayıbını) gizlerler ve yalan söylerlerse, bu alışverişlerinin bereketi giderilir.”3638
“Sana kuşku veren şeyi bırak, şüphe ve kuşku vermeyen şeyi al! Doğruluk, gönül rahatlığı, yalansa kuşkudur.”3639
3629] İbn Mâce, Duâ 5, hadis no: 3849
3630] İbn Mâce, Duâ 24, hadis no: 4216
3631] 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1
3632] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
3633] Müslim, İman 13, 62; Ahmed bin Hanbel, III/413
3634] İbn Mâce, Tahâret 4; Dârimî, Vudû’ 2
3635] Tirmizî, Zühd 47
3636] İbn Mâce, Kitabu't-Tahâre 4
3637] Tirmizî, Büyû’, 4, hadis no: 1225; İbn Mâce, Ticâre 1, hadis no: 2139
3638] Buhârî, Büyû’ 31; Müslim, Büyû’, 47, hadis no: 1532
3639] Tirmizî, Kıyâme 22, hadis no: 2637; Müslim, Birr 14-15, hadis no: 2553
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Münâfığın alâmeti üçtür: Söz söylediği zaman yalan söyler. Vaad ettiği vakit sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder.”3640
Dört huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kişi tam münâfık olur. Kimde de bu huylardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münâfıklıktan bir sıfat bulunmuş olur: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihânet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.”3641
“Kul, yalan söylediği vakit, vücuda getirdiği şeyin fena kokusundan ötürü, melek kendisinden bir mil uzaklaşır.”3642
“Cemaati (toplumu) güldürmek için yalan konuşanların vay haline, vay haline, vay haline!”3643
Rasûlullah’a: ‘Mü’min korkak olabilir mi?’ diye sorulduğunda: “Evet” diye cevap verdi. ‘Mü’min yalancı olabilir mi?’ diye sorulunca da: “Hayır!” buyurdular.3644
“Kim yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, o kimsenin (oruç tutup) yemesini-içmesini bırakmasına Allah için hiçbir gerek yoktur.”3645
“Senin söylediklerini tasdik edecek bir mü’min kardeşine yalan söylemen çok büyük bir hiyânettir.”3646
“Haklı dahi olsa münâkaşayı terk eden kimseye cennetin kenarında bir makam (köşk), şaka da olsa yalanı terk edene cennetin ortasında bir makam (köşk), ahlâkını güzelleştirene cennetin en yüksek katında bir makamı söz veriyorum.”3647
“Her duyduğunu nakletmesi, kişiye yalan olarak yeter.”3648
“Yalan olduğunu zannettiği bir hadisi benden nakleden kimse, yalancılardan biridir.”3649
“Şüphesiz benim üzerimden söylenen bir yalan, başka birinin üzerinden söylenen yalan gibi değildir. Şimdi, kim (kasden) benim üzerimden yalan söylerse (benim söylemediğim bir sözü bana isnâd eder, hadis uydurursa), cehennemdeki yerine hazırlansın!”3650
Ebû Bekre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.): “En büyük günahı size haber vereyim mi?” buyurdu. Biz: ‘Evet, yâ Rasûlallah’ dedik. Rasûl-i Ekrem: “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: “İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır” buyurdu. Bu son cümleyi sürekli tekrarladı. Biz daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa!” diye temennîde bulunduk.”3651
3640] Buhârî, Edeb 120, İman 26; Müslim, İman 107, hadis no: 59
3641] Buhârî, İman 24, 27, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106; Ebû Dâvud, Sünnet 15; Tirmizî, İman 14; Nesâî, İman20
3642] Tirmizî, Birr 46, hadis no: 2039
3643] Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4990; Tirmizî Zühd 8, hadis no: 2417
3644] Muvattâ, Kelâm 19
3645] Buhârî, Savm 13; Tirmizî, Savm 16, hadis no: 703; Ebû Dâvud, Siyam 25, hadis no: 2362
3646] Ebû Dâvud, Edeb 79, hadis no: 4971
3647] Ebû Dâvud, Edeb 8, hadis no: 4800
3648] Müslim, Mukaddime 5; Ebû Dâvud, Edeb 88, hadis no: 4992
3649] Müslim, Mukaddime I/9; Tirmizî, İlim 9
3650] Müslim, Mukaddime 4; Buhârî, İlim 47-51
3651] Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, İman 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4, Tefsîru sûre 4/5, hadis no: 1964
DOĞRULUK / SIDK
- 883 -
“Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.”3652
“Ahdini bozan (sözünden cayan) herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip ‘bu falanın vefâsızlık alâmetidir’ diye ilân olunacaktır.”3653
“Kıyâmet günü her vefâsız kişinin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir. Bilin ki, vefâsızlık açısından kamu yöneticisinden daha büyük vefâsız yoktur.”3654
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Ben kıyâmet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım: Benim adıma yemin ettikten sonra sözünden cayan kişi, hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen kişi, ücretle bir işçi tutup işini gördüren ve işçinin ücretini vermeyen kişi.”3655
“Kıyâmet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak: ‘Peki, bunlara karşılık ne yaptın?’ buyurur. ‘Şehid düşünceye kadar Senin uğrunda cihad ettim’ diye cevap verir. ‘Yalan söylüyorsun. Sen, ‘babayiğit adam’ desinler diye savaştın, o da denildi’ buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır. Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da: ‘Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?’ diye sorar. ‘İlim öğrendim, öğrettim ve Senin rızân için Kur’an okudum’ cevabını verir. ‘Yalan söylüyorsun. Sen ‘âlim’ desinler diye ilim öğrendin, ‘ne güzel okuyor’ desinler diye Kur’an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi’ buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır. (Daha sonra) Allah’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder. ‘Peki, ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?’ buyurur. ‘Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim, sadece Senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım’ der. ‘Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını ‘ne cömert adam’ desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi’ buyurur. Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.”3656
“Müslüman bir kimsenin malını elinden almak için yalan yere yemin eden kimse, Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğramış olarak O’nun karşısına çıkar.” Allah, Kur’an’ında da öyle buyurmuştur: “Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların âhirette bir payı yoktur. Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azâb vardır.”3657
“Yalan yere yemin ederek bir müslümanın hakkını gasbeden kimseye Allah cehennemi vâcip, cenneti de haram kılar.” Bunun üzerine bir kişi: ‘Eğer o hak, önemsiz bir şey ise, yine böyle midir, yâ Rasûlallah?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Misvak ağacından bir dal parçası olsa bile böyledir.”3658
3652] Buhârî, vesâyâ 8, Nikâh 45, Ferâiz 2, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28; Tirmizî, Birr 56
3653] Buhârî, Cizye 22, Edeb 99, Hiyel 99; Müslim, Cihad 11-17; Ebû Dâvud, Cihad 150; Tirmizî, Siyer 28; İbn Mâce, Cihad 42
3654] Müslim, Cihad 15-16; Tirmizî, Fiten 26
3655] Buhârî, Büyû' 106, İcâre 10; İbn Mâce, Ruhûn 4
3656] Müslim, İmâre 152
3657] 3/Âl-i İmrân, 77) (Buhârî, Eymân 11, 17; Müslim, İman 220, 222; Ebû Dâvud, Eymân 2; Tirmizî, Büyû’ 42; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât 36; İbn Mâce, Ahkâm 7
3658] Müslim, İman 218; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât 30; İbn Mâce, Ahkâm 9
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Büyük günahlar şunlardır: Allah’a şirk/ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere bir kimseyi öldürmek ve yalan yere yemin etmek.”3659
“Kişinin sahip olmadığı bir malı hususunda nezir yapması mûteber değildir. Mü’mine lânet etmek, onu öldürmek gibidir. Her kim dünyada kendini bir şeyle öldürürse, kıyâmet gününde o şeyle azâb olunur. Kim malını çok göstermek için yalan yere bir şeyi iddiâ ederse, Allah onun malını daha ziyâde azaltmaktan başka bir şey yapmaz. Bir de her kim yalan yere bir şeye yemin-i sabr ederse (o da öyledir).”3660
“En büyük yalan, görmediği rüyayı ‘gördüm’ diye kişinin gözlerine iftirâ etmesidir.”3661
“Kim görmediği bir rüyayı ‘gördüm’ deyip anlatırsa, âhirette yerine getirmesi mümkün olmayan bir işe, iki arpa tanesini birbirine düğümleme cezâsına çarptırılır. Kim, bir topluluğun duyulmasını istemedikleri bir sözü öğrenmeye çalışır (kulak hırsızlığı yapar)sa, kıyâmet günü kulaklarına eritilmiş kurşun dökülür. Kim de herhangi bir canlının sûretini (put olan resim ve heykelini) yaparsa, o da kıyâmette, yapamayacağı halde, ‘haydi buna can ver!’ diye zorlanarak azâb edilir.”3662
“Bu gece rüyamda bana iki kişi gelerek ‘haydi yürü, gidiyoruz’ dediler. Ben de onlarla beraber gittim. Yanı üzerine yatmış bir adamın yanına vardık. Elinde bir kaya parçası bulunan bir başka adam, onun başı ucunda ayakta duruyor, elindeki kayayı, yanı üzerine yatmış olan adamın tepesine indiriyor, başını yarıyordu. Taş yuvarlanıp gidiyor, adam taşı arkasından koşup alıyor, o geri gelinceye kadar ötekinin başı iyileşiyor, eski haline geliyordu. Adam, önce yaptığını aynen tekrarlayıp duruyordu. Ben, yanımdakilere: ‘Sübhânallah! Bu nedir?’ dedim. ‘Yürü, yürü hele’ dediler. Yürüdük. Derken sırt üstü yatmış bir adamın yanına vardık. Başucunda da, elinde demir çengel bulunan bir başkası duruyordu. Bu adam, yatan kişinin bir tarafına geçip elindeki çengelle avurdunu, burnunu ve gözünü ta ensesine kadar yarıyor, sonra öbür tarafına geçip orasını da aynı şekilde parçalıyordu. Bir tarafını yarıncaya kadar önceki yardığı taraf eski haline geliyor, adamı da sürekli aynı şekilde parçalamaya devam ediyordu. (...) ‘Bu gece boyunca hayret verici çok şey gördüm. Gördüklerimin anlamı nedir?’ dedim. Onlar: ‘Anlatalım’ dediler ve anlattılar: ‘İlk önce yanına vardığın kafası taşla yarılan adam var ya, o, Kur’an’ı öğrendiği halde terkeden ve farz namaz vaktini uyku ile geçiren kimsedir. (Allah ona Kur’an’ı öğretmişti, o geceleri hep uyku ile geçirip Kur’an okumamış, gündüz de Kur’an’la amel etmemişti. Ona da kıyâmete kadar böyle azâb edilir.) Avurdu, burnu ve gözleri demir çengelle yarılan adam, evinden çıkıp etrafa yalanlar yayan kişidir. (O, yalancının biriydi. Sürekli yalan söylerdi. Onun yalanları ufukları kaplıyordu. İşte o yalancı adam, kıyâmet gününe kadar böyle azâb olunacaktır.)...”3663
“İnsanların arasını düzeltmek maksadıyla birinden ötekine uygun/hayırlı sözler taşıyan veya hayırlı konuşan yalancı sayılmaz.”3664
Ümmü Külsûm şöyle dedi: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın şu üç hal dışında, halkın yalan söylemesine ruhsat verdiğini hatırlamıyorum: Harpte, kişilerin arasını
3659] Buhârî, Eymân 16, Diyât 2, İstitâbetü’l-Mürteddîn 1; Tirmizî, Terfsîru sûre 4/6; Nesâî, Tahrîm 3, Kasâme 48
3660] Müslim, Eymân 47, hadis no: 176 -110-
3661] Buhârî, Ta’bîr 45
3662] Buhârî, Ta’bîr 45; Ebû Dâvud, Edeb 88; Tirmizî, Rüyâ 8; İbn Mâce, Rüyâ 8
3663] Buhârî, Ta’bîr 48, Cenâiz 93
3664] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101, hadis no: 2605; Ebû Dâvud, Edeb 50, hadis no: 1920; Tirmizî, Birr 26, hadis no: 2004
DOĞRULUK / SIDK
- 885 -
düzeltmekte ve (aile dirliğini sağlamak için) kocanın hanımına, hanımın kocasına söylediği sözlerde.”3665
“Yalan, yalnız üç yerde câizdir: Adam, karısını memnun etmek için (yalan) konuşur, savaşta ve insanları birbiriyle barıştırmak için.”3666
Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) şöyle derdi: “Kul yalan konuşmaya devam ettikçe, Allah katında yalancılardan yazılıncaya ve kalbinin tamamı kararıncaya kadar kalbinde siyah bir leke belirir.”3667
Doğruluk; İmanın Dışa Yansıması
İman edenlerden, münâfıklarla değil; sâdıklarla beraber hareket etmelerini isteyen Kur’an,3668 vahyin bizzat kendisinden sıdk diye bahseder.3669 Allah’tan gel(diği kesin olarak bilin)en doğruları kabul edip onaylayan (tasdîk eden) mü’minin en belirgin özelliği, kendisinin de sâdık ve emîn olmasıdır. Bu anlam, mü’min lafzının içyapısında mevcuttur. Kendisine güvenilmeyen bir mü’min düşünülemez! Güvenilmezlik, ikiyüzlü kâfirlerin, yani münâfıkların en büyük özelliğidir; mü’minlere mü’min gözüküp kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında “biz sizinle beraberiz, onlarla sadece dalga geçiyoruz!”3670 diyen ikiyüzlülerin!
Mü’minin verdiği söze riâyet etmesi, yaptığı anlaşmaya, kâfirlerle bile yapılmış olsa, karşı taraf uyduğu sürece3671 bağlı kalması gerekir.3672 Güvenilmezliği, münâfık özellikleri arasında sayan3673 ve mü’mini; komşusunun, şerrinden emîn olduğu;3674 bir başka deyişle “insanların, malları ve canları hususunda şerrinden emin oldukları kimse”3675 olarak tanıtan Hz. Peygamber, sıdk kavramına vurgu yapmaktadır. Sıdkı, gerçek mü’minlerle ikiyüzlüleri ayıran temel tavır olarak gören Kur’an, imanın denendiği zamanlarda gösterilen sadâkati bu kökten gelen kelimelerle ifade eder3676 ve cennetliklerin temel özelliklerini sıralarken sıdka da yer verir.3677 Kur’an’dan yola çıkarak rahatlıkla diyebiliriz ki; imanın esası doğruluk; münâfıklığın esası da yalandır. Mü’minin temel özelliği, niyetlerinde, söz ve davranışlarında doğruluk; münâfık ve ikiyüzlü kâfirlerin temel özelliği de eğriliktir, yalandır, hile ve aldatmadır.
Sıdk kavramına yakın anlamı olan bir diğer kelime, “istikamet”tir. İman ettikten sonra hak yolda sebat ederek yalpalamamak, dalâlete düşmemek anlamına gelen istikamet kavramı, Kur’an’da, hangi hususla ilgili zikredilmekte ise, o hususta tam anlamıyla dürüst hareket etmek anlamında kullanılır. İman etmekle kalmayıp her hal ve durumda istikamet üzere olmak, imanın testi mâhiyetindeki
3665] Müslim, Birr 101
3666] Tirmizî, Birr 26, hadis no: 2003; Ebû Dâvud, Edeb 58, hadis no: 1921
3667] İmam Mâlik, Muvattâ, Kelâm 18
3668] 9/Tevbe, 119
3669] 39/Zümer, 33
3670] 2/Bakara, 14
3671] 9/Tevbe, 6-10
3672] 5/Mâide, 1; 16/Nahl, 91-92, 95
3673] Buhârî, İman 24, Şehâdât 28; Vesâyâ 8; Edeb 69; Müslim, İman 107-108; Tirmizî, İman 20
3674] Tirmizî, Kıyâmet 60
3675] Tirmizî, İman 12; Nesâî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 2; Ahmed bin Hanbel, II/206, 215, 379
3676] 33/Ahzâb, 8, 24
3677] 33/Ahzâb, 35
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün olaylar karşısında, nifaka düşmeden samimi ve dürüstçe tavır alabilmek, gerçekleştirilmesi gerçekten zor bir olgudur. Kur’an’ın, sadece mü’minlere değil; bizzat Hz. Peygamber’e,3678 Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a3679 bile, istikamet üzere bulunmasını emretmiş olması, bunu izah eder mâhiyettedir. İstikamet üzere yaşayan mü’minleri medheden3680 Kur’an, kendisinin, ancak istikamet üzere bulunmak isteyen mü’minlere öğüt teşkil edebileceğini belirtir.3681
Yalancılık da (Genel Olarak) Nifakın ve Küfrün Dışa Yansımasıdır. Yalancılık, münâfıklığın ayrılmaz bir niteliğidir. Her yalancı, münâfık olmayabilir; ama her münâfık mutlaka yalancıdır. Münâfıklar, sahip bulundukları düşünce yapısını ve dünya görüşünü, yapmış oldukları bütün kötü fiilleri daima yalan ile gizlemeye, kendilerini mâsum göstermeye çalışmışlardır. Bu ikiyüzlü insanlar, öncelikle düşünce ve dünya görüşlerini, bakış açılarını gizlemek için yalana başvururlar. “Şehâdet ederiz ki, sen muhakkak Allah’ın peygamberisin, dediler. Allah da bilir ki, sen elbette O’nun peygamberisin, fakat Allah o münâfıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da biliyor.”3682 Münâfıkların ağzından çıkan “sen muhakkak Allah’ın peygamberisin” sözü münâfıklar tarafından kalplerinde doğrulanmamış ve tasdik edilmemiştir. Sözleriyle onun peygamberliğini ikrar ederlerken kalpleriyle yalanlarlar. İnançlarıyla ikrarları çelişir. Nefislerinde onun peygamberliğini kabul etmezken, ağızlarıyla “sen muhakkak Allah’ın peygamberisin” demeleri, onların yalancılığını gösterir.
Yapmış oldukları kötü fiilleri de daima yalan ile örtmeye, yalan söyleyerek kendilerinin suçsuz olduğunu göstermeye çalışırlar. “Bir de müslümanlara zarar vermek için ve daha evvel Allah ve Rasûlü ile harb edenin gelmesi iştiyakı ile beklemek ve gözetmek için bir bina yapıp onu mescid edinen ve bununla iyilikten başka bir şey kasdetmedik diye mutlaka yemin edecek olanlar vardır. Allah şâhitlik eder ki, onlar şeksiz şüphesiz yalancıdırlar.”3683 Münâfıkların yalancılık karakteri inanç noktasında olduğu gibi, amel ve davranış alanında da kendini gösterir. Zarar vermek için gerçekleştirdikleri bir eylemi, “iyilik olsun diye yaptık” diyerek yalanı rahat bir şekilde kullanırlar. 3684
Sâdıklarla/Doğrularla Beraber Olmak
“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin ve sâdıklarla beraber olun.”3685 Kalbin Allah’ın dışındaki şeylerden ve özellikle bâtıldan korunması ve devamlı hayır telkinlerine muhâtap kılınması için, gönül ehli sâlih ve sâdıklarla ünsiyet/ilişki zarûrîdir. Çünkü her uzuvda bir irâde bulunmasına rağmen, yalnız kalpte irâde yoktur ve kalp, çevresinden gelen telkinlerin kendisine ulaştığı istikamete tâbi olma eğilimindedir. Kalp, içinde bulunduğu ortamın rengine, şekline ve âhengine bürünür.
Cenâb-ı Hakk’a hakkıyla kulluk yapmak için Allah’ın sâdık kullarıyla beraber
3678] 11/Hûd, 113; 42/Şûrâ, 15
3679] 10/Yûnus, 89
3680] 41/Fussılet, 30; 46/Ahkaf, 13
3681] 81/Tekvîr, 28; Murat Sülün, Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, s. 322-324
3682] 63/Münâfıkun, 1
3683] 9/Tevbe, 107; Ve yine yalan yere yemin edecek olan yahûdilerin yalancılığıyla ilgili olarak; bk. 9/Tevbe, 42
3684] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 248-249
3685] 9/Tevbe, 119
DOĞRULUK / SIDK
- 887 -
olup onların etki dairesi içinde yaşamak, dinin emridir. Ancak, sâdıklarla beraberlik, sâdık muhâtaba duyulan sevgi nisbetinde gerçekleşir. Yoksa kuru kuruya bir beraberlik, -az çok bir fayda sağlasa da- istenilen neticeyi sağlamaz. Âbidlerin, âlimlerin ve sâdıkların sohbetinde bulunuyorum diye aldanmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)’den daha faziletli, daha üstün ve daha sâdık kimse yoktur. Hal böyle iken Sâlebe’nin duygusuz bir şekilde O’nun sohbetinde bulunması ona hiçbir fayda sağlamadı. Bir zamanlar sahâbilerden biri olmasına rağmen bu hissizliği onu helâke sürükledi.
Bütün kâinatta bir aynîleşme temâyülü mevcuttur. Üstelik bu genel aynîleşme eğilimi, hem fizikî keyfiyetler, hem de rûhî haller için geçerlidir. Meselâ; bir odanın herhangi bir köşesinde keskin bir koku şişesi devrilse, bundan etrafa yayılan koku, odayı dolduran havanın bütün zerrelerinde eşit hale gelinceye kadar o râyihayı fazlaca emmiş olan hava zerrelerinden diğer zerrelere doğru bir geçiş akımı olur. Sıcak, soğuk gibi bütün zıt tecellîler için de aynen geçerli olan bu durum, bir fizik kanunudur (Allah’ın fizik konusundaki değişmez yasasıdır). Ancak, bu yasanın beşerî hayatta ortaya çıkması için, aynîleşmeyi sağlayacak bir vâsıtaya ihtiyaç vardır ki o da sevgidir. Nefret ise, oluşacak etkiyi reddeden bir rol oynar. Halk dilinde bu nükteyi ifade maksadıyla, “kalpten kalbe yol vardır” şeklinde bir söz meşhur olmuştur.
Çoğunlukla güçlüler, zayıflara ilham kaynağı olagelmiştir. Esâsen insan tabiatındaki mevcut eğilimlerden bir de taklit hissidir. Bir çocuk, başlangıçta bütün fiil ve hareketlerini bu his ile düzenler. Fakat bu eğilim, hayat boyu -az veya çok- daima mevcut olur. Bu bakımdan sâdıkların ibâdetlerindeki huşû, ahlâklarındaki yüksek seviye, şefkat, merhamet, rûhî incelik ve derinlikleri etrafındakilerde bu hali taklit ve tâkip hissi uyandırır. Nitekim mâzisi câhiliyye insanı olan sahâbi de, eşsiz bir örnek olan Allah Rasûlüne karşı duydukları bu his ile zirveleşmişlerdir. Ayrıca “sahâbi” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten geliyor olması da dikkat çekicidir. Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlüne duydukları muhabbet, hürmet ve edeb duyguları içinde mânevî sohbet ve terbiyeden murâd edilen istifadenin en somut ve mükemmel bir örneği oldular.
Ashâb-ı kirâmın, mâzileri itibarıyla çorak topraklara benzeyen gönül âlemleri, Allah Rasûlünün sohbet meclisindeki mânevî iklimin rahmet ve bereket sağanaklarıyla yoğruldu. Bu sâyede zamanında üstüne toprak basılmış eşsiz fazilet ve mânâ tohumları büyüyüp gelişti. Câhiliyye devrinin merhametsiz, vicdansız, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı, hak ve hukuk tanımaz insanı eridi, kayboldu. Aynı silüet içinde fakat bu defa gözü gönlü yaş dolu, diğergâm, ince, hassas bir insan hüviyeti teşekkül etti.
O insanlar, Allah Rasûlünün şahsiyetini ve yüce ahlâkını gittikleri her yere taşıdılar. Kıyâmete kadar örnek gösterilecek destansı fazîletler sergilediler. Onlar hakkında Kur’an’da Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “(İslâm dinine girme hususunda) Öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.”3686 Allah’ın gerçek dini anlatılan, Allah için yapılan veya O’nun rızâsı için iştirak edilen bütün sohbetler, Allah Rasûlünün sohbetlerinden bir yankıdır.
3686] 9/Tevbe, 100
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zira mânevî istifadenin merkezi O’dur. Rûhî heyecanlarla dolu sohbetler de hep o merkezden zincirlemeyle naklolan parıltılardır. Sâdıkların böyle ders ve sohbetlerini ganîmet bilmelidir. Zira bu yerler, öyle bir cennettir ki; içinde İlâhî sevgi ile çağlayan gözler ve gönüller vardır.
Gâfil ve Fâsıklarla Beraberlik: Güzel kalbî hayatın korunması için gâfil ve fâsıklarla ünsiyetten/samimi ilişkiden şiddetle sakınmalıdır. Zira kokuşmuş mezbele ve leşler üzerinden geçip gelen bir rüzgâr, onların çirkin kokularını alarak etrafa yayar, nefesleri tıkar ve ruhları daraltır.
Mânevî hallerin eşyaya bile sirâyet etmesi karşısında, eşyadan daha hassas olduğunda şüphe bulunmayan insan kalbini, ne kadar titizlikle muhâfaza etmek gerektiği ortadadır. Halkın amel ve ahlâkından cansız varlıklar bile etkilenir. Bu itibarla türlü çirkinliklerin icrâ edildiği bir yerdeki ibâdetle, amel-i sâlih ve hayırlara mekân olmuş bir yerdeki ibâdet, kıymetçe birbirinden çok farklıdır. Bunun içindir ki, Kâ’be hareminde, yani Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, diğer yerlerde kılınanlardan kat kat üstündür. Bu halin zıddı olarak, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Arafat’la Müzdelife arasındaki Vâdi-i Muhassır mevkiinden hızlı olarak geçmiştir. Bu tavır karşısında ashâb merakla: “Yâ Rasûlallah! Ne hal oldu ki, burada hızlandınız?” diye sorunca, Hz. Peygamber Efendimiz: “Allah Teâlâ, bu mekânda zâlim Ebrehe ordusunu kahretti” buyurmuşlardır.
Yine, bin bir meşakkat dolu Tebük Seferinden dönüşte ashâb-ı kiram, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Semûd kavminin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girdiler. Bunun üzerine Efendimiz; “Bu mekânda Cenâb-ı Hak Semûd kavmini helâk etti. O kahırdan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayın” buyurdu. Ashâb: “Yâ Rasûlallah! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık” deyince Hz. Peygamberimiz: “Suları boşaltın ve hamurları dökün!” emrini vermiştir. Bu ve benzeri olaylar, hâlet-i rûhiyenin, cemâdâta (cansız varlıklara) da sirâyet edip yansıdığını gösteren tipik birer örnektir.
Gönül erleri olan sâdık, sâlih ve ârifler de, kalplerindeki sevgi ve vecdlerini sohbetlerine taşırlar. Kalplerindeki esrârın nuru cemaate akseder. Meydana gelen yankı ve boyanma neticesinde gönüller yetenek ve istidâtlarına göre hakikat nuru ile dolar. Tıpkı; gül, karanfil gibi nâdîde çiçeklerle bezenmiş bir bahçe üzerinden esen sabah melteminin, gittiği yerlere, gönüllere bahar ferahlığı veren latîf râyihalar götürmesi gibi. “Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin ve sâdıklarla beraber olun.”3687
Hallerdeki sirâyet, yukarıda ifade edildiği gibi, muhabbet ve ünsiyet oranında gerçekleşir. Kâmil bir mü’min olabilmek için, sâdık ve sâlihlerle yakınlık içinde bulunmak ve onları sevmek, bu eğilimin kuvvetlenip arzu edilen neticeyi oluşturması için şarttır. Şeyh Sâdî-i Şirâzî, hallerdeki sirâyet hususiyetini şöyle ifade eder: “Ashâb-ı Kehf’in köpeği sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Adı Kur’ân-ı Kerim’e ve tarihe geçti. Lût Peygamber’in karısı ise fâsıklarla beraber olduğu için küfre dûçâr oldu.” 3688
3687] 9/Tevbe, 119
3688] Âdem Ergül, Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, s. 50-55
DOĞRULUK / SIDK
- 889 -
Dosdoğru Yol; Sırât-ı Müstakîm
“Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!”3689 Kur’an-ı Kerim’de onlarca âyette geçen “sırât-ı müstakîm” tamlaması, yol anlamındaki “sırât”la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki “müstakîm” kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur’an’ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât’tır. Sırât, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. “Essırât”: “Allah’ın yolu” demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.
Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm: Kur’ân-ı Kerim’de 32 âyette geçen sırat-ı müstakîm’in Kur’an’daki öteki isimleri şunlardır: a- Es-sıratu’s seviyy: Düz yol3690 b- Sevâu’s-sırat: Yolun doğrusu3691 c- Sebîlu’r- Reşad: Murada erdiren yol.3692
Sırât-ı müstakîmin Kur’ân-ı Kerim’deki zıddı (karşıtı): Sırat-ı cahıym: Cehennem yolu’dur.3693 Kur’ân-ı Kerim’de ayrıca ve açıkça bir sırât-ı cennet’ten söz edilmediğine göre, sırât-ı müstakîm “Cennet yolu” anlamını da taşıyor demektir.
Allah’ın ve Kur’an’ın öngördüğü sistemin bir diğer adı, Cenâb-ı Hakk’ın bile bağlı olduğu3694 sırât-ı müstakîm/dosdoğru sistem3695 olup İblis’in, Allah’a meydan okuyarak insanoğlunu saptırıp uzaklaştıracağını söylediği şey de bu sırât-ı müstakîmdir.3696 Kur’an’da sırât-ı müstakîm üzere bulunduklarına tanıklık edilen karakterler olark: -Allah’ın, her kimi isterse sırât-ı müstakîme ileteceğini bildiren âyetlerin3697 tefsiri sadedinde- peygamberleri,3698 Allah’a iman edip O’na sımsıkı sarılanları3699 ve Allah’ın rızâsını arayanları3700 görüyoruz.
Sırât-ı Müstakîm’in Kur’an-ı Kerim’deki tanımlamaları:
a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: “Bizi doğru yola hidâyet et; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna...”.3701 Kendilerine Allah’ın nimet verdikleri ise bir başka âyette şöyle açıklanmaktadır: “Allah’a ve Rasûl’e itaat edenler; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.”3702
b- Allah’ın yolu (sırâtullah): “...Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun, göklerin
3689] 1/Fâtiha, 6-7
3690] 20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43
3691] 38/Sâd, 22
3692] 7/A'râf, 146; 40/Mü'min, 38, 39
3693] 37/Saffat, 23; 4/Nisâ, 168-169
3694] 11/Hûd, 56
3695] 19/Meryem, 36; 23/Mü’minûn, 73…
3696] 7/A’râf, 16
3697] 2/Bakara, 142; 6/En’âm, 39; 10/Yûnus 25
3698] 6/En’âm, 87; 16/Nahl, 121; 22/Hacc, 67...
3699] 4/Nisâ, 175...
3700] 5/Mâide, 16
3701] 1/Fâtiha, 5-6
3702] 4/Nisâ, 69
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve yerin sahibi Allah’ın yoluna.”3703
c-İslâm dini: “Sen onları doğru bir yola (İslâm’a) çağırıyorsun. Ama âhirete inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslâm)dan sapıyorlar.”3704
d- Allah’a kulluk: “Ey Ademoğulları, ben size Şeytana tapmayın; o, sizin için apaçık bir düşmandır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yol (sırât-ı müstakîm)dur diye bildirmedim mi?”3705
e- Sünnetullah: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır. İşte Rabbının sırât-ı müstakîmi, dosdoğru yolu budur.”3706
f- Hz. İbrahim’in dini (Hanîflik): “De ki; Rabbım, beni sırât-ı müstakîme (doğru yola) iletti; Dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine.”3707
g- Adâlet: “...Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına (adâlete) götür.”3708 “Gerçekten Rabbın, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir, katında kimse zulme uğramaz).”3709
Tefsirlere baktığımızda “es-sırâta’l-müstakîm” den maksadın ne olduğu hakkında şu rivâyetleri görürüz: Allah’ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah’ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslam ve İslam şeriatı, Peygamberimiz’in ve ashabının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırat köprüsü (cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mûtedil (dengeli, orta) yol. Âyette sözkonusu edilen doğru yol (sırât-ı müstakîm), hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler insanları aynı yola dâvet etmişlerdir. Bu nedenle sözkonusu edilen yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de elbette isabet etmişlerdir. Bazı müfessirler, bununla Kur’an’ın, bazıları İslâm’ın kastedildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslam da, Kur’an da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında bir ihtilaf sözkonusu değildir.
Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen “sırât”, İslâm terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet’e uzanan, ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ yol olarak da geçer. Bu yol, yani ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü’minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama, sırattan geçmedir. Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırat-ı müstakim tektir. Dünya hayatında insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların dünya hayatları ve âhiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda ‘kıldan ince, kılıçtan de keskince’ bir yoldur. İnsan, Allah
3703] 42/Şûrâ, 52-53
3704] 23/Mü'minûn, 73-74
3705] 36/Yâsin, 60-61
3706] 6/En'âm, 125-126
3707] 6/En'âm, 161
3708] Sâd, 22
3709] 11/Hûd, 56
DOĞRULUK / SIDK
- 891 -
elinden tutmazsa, her an bu yoldan kayıp, bozuk yollara sapabilir. Her adım başında oturmuş kötü yol davetçileri vardır. “Her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah’ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın.”3710
İnsan, her adım başında bu yoldan (sırat-ı müstakim) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlere kat” diye dua etmiştir. İşte, ömür boyu Allah’ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah’a dua etmek gerekir: “Rabbımız, hidâyete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğiriltme ve katından bize rahmet bağışla.”3711 diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sabit kıl!”3712 diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında “sırat-ı müstakim” üzerinde olan insanlar, ‘kıldan ince, kılıçtan keskince’ yolu geçen insanlar, âhirette de Cehennemin üzerindeki “sırat”tan geçip, Cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah’ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; Âhirette Cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini ve Allah’ın dışında taptıklarını. Götürün onları Cehennemin yolu (sıratı)na.”3713
Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fâtiha’nın 6. âyetinde kul, Allah’tan bir istekte bulunur; bir yolcu olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki yol’dan ne kast edildiğine gelince:
Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedi geleceğe, yani âhirete çıkan bir yoldan ibarettir. “Sizden herbirinize bir şeriat ve bir yol belirledik”3714; “De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen ibrahim’in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi.”3715 Bu ve diğer bazı âyetlerden de anlaşılıyor ki, “yol”dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!” anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırat-ı müstakim; İslam, Kur’an ve Rasûlüllah’ın yolu ve bunların dayanağı Allah’ın bildirdiği
3710] 7/A'râf, 86
3711] 3/Âl-i İmran, 8
3712] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
3713] 37/Sâffât, 22-23; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Kırkambar Y. s. 129-130
3714] 5/Mâide, 48
3715] 6/En'âm, 161
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahiydir. Fâtiha sûresinin sözkonusu âyetinden, kulun Allah’tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı insanlığı huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tâyin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur’ân-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak nitelendirilmesi3716 oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbı Allah’a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saadeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O’dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.”3717; “Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur’ de!”3718; “Yolu doğrultmak Allah’a aittir.”3719
Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur’an’da bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”3720; “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.”3721; “Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.”3722
İbni Mes’ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek ‘Bunlar ise diğer yollardır. Herbiri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır.’ Buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O’nun yolundan saptırmasın. (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.” 3723
Sırât-ı müstakîm, istikamet üzere olan yol demektir. İstikamet; doğruluk, dürüstlük, her çeşit işte i’tidal (denge) üzere bulunma, adalet ve doğruluktan ayrılmayıp, yasaklardan sakınmak, İslam’ın doğru yolu üzerinde yürüme demektir. Dinin emrettiği vazifeleri, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman dosdoğru bir insandır. İstikametin karşıtı, hıyanettir ki; doğruluğu bırakıp, hak ve hukuka tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme demektir. Rasûl-i Ekrem bu konuda; “Allah’a iman ettim’ de ve dosdoğru ol.”3724 buyurdu. “Yâ Rasûlallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım” diye soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafi’ye de öyle cevap verdi: “Allah’a iman ettim’ de, ondan sonra dosdoğru ol!” 3725
3716] 68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28
3717] 6/En'âm, 71
3718] 2/Bakara, 120
3719] 16/Nahl, 9
3720] 90/Beled, 10
3721] 21/Enbiyâ, 73
3722] 17/İsrâ, 9
3723] 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1
3724] Müslim, Kitabu'l-iman 13
3725] Tirmizî, Kitabü'z-Zühd 47
DOĞRULUK / SIDK
- 893 -
Mü’min, Allah’a gereği gibi iman ettikten sonra; gerek itikadda, gerekse amelde dosdoğru olmak zorundadır. İmanda istikamet üzere olmak; şirkten, küfürden, irtidaddan, ilhaddan, bid’at ve hurâfelerden tamamen uzaklaşmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesip bunları bütünüyle reddetmek demektir.
Davranışta istikametin önemini, “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et.”3726 âyetinde görüyoruz. Hz. Peygamber, Hûd sûresinin, özellikle bu sûredeki “dosdoğru ol” emrinin kendisini ihtiyarlattığını, saçlarını ağarttığını belirtmiştir. İslamî hareketin bel kemiği durumundaki müslüman gençliğin de günümüzde en önemli problemi istikamettir. Bazen çok radikal; bazen çok uzlaşmacı, bazen takvâ; bazen gevşeklik ve zikzaklar, yalpalamalar...
Müslümanlar için gerçek gaye; Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu, dünya ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel manada da müslümanı, ilahi hoşnudluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır. Bu yol, hiç şüphesiz ki doğru yol (sırat-ı müstakim) dur. Allah, bu yolu ilahi rızaya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uyulmak gerektiğini çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: “İşte benim doğru yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. (Azabından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye ettti.” 3727
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü’minden başkası namazı muhafaza edemez.”3728 İstikamete ve kurtuluşa ermek için huşu içinde namaz kılmanın şart olduğunu unutmamak gerekiyor. İstikamet üzere olmayı beceren muvahhid mü’minleri Allah şöyle över: “Şüphesiz bizim rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.”3729; “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’dolunan Cennet’le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet edenden (Allah’tan) bir ağırlanma olarak!”3730
İman, İslam, kitap, peygamber, iffet, namus, izzet, adalet, doğruluk, sadakat gibi kelimeleri hayatından çıkaran ve yerine bunların zıddını koyarak insanları sapıtanların yolunu da bize verme yâ Rabbi diyoruz. Burada hiç unutmamamız gereken husus şudur: İstiâne konusunu işlerken de gördüğümüz gibi, kavli duadan önce fiili dua gelmelidir. Çağdaş sapıklar ve tâğutlarla, düzenbazlar ve onların düzenleriyle mücadele etmeksizin onların yolunu dille reddet- menin fazla bir anlamı olmayacaktır. Vaşington’a giden uçağa bindiği halde, “ya Rabb, beni Mekke’ye ulaştır” diye dua etmek bir netice vermeyeceği gibi, bu istek
3726] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15
3727] 6/En'âm, 153
3728] İbn Mâce, Kitabu't-Tahâre 4
3729] 46/Ahkaf, 13-14
3730] 41/Fussılet, 30-32
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sünnetullah’a da terstir ve Allah’la alay etmek demektir.
1- Sırat-ı Müstakim’de Olabilmenin Gerekleri: Şartları, öncelikle âyet ve hadislerden yararlanarak çıkarmalıyız:
a- İman: Sırat-ı müstakim, iman edenlerin yolu demek olduğuna göre ilk şart imandır. Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu Allah, iman edenleri mutlaka doğru yola eriştiricidir.”3731; “Kim Allah’a sarılmışsa, doğru yola iletilmiştir.”3732; “Allah’a inanıp O’na yapışanları (Allah), kendinden bir rahmet ve lutfa sokacak ve onları doğru bir yola iletecektir.”3733
İman’dan yoksun olanlar için “doğru yolda” olma şansı söz konusu değildir. “Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah, doğru yola eriştirmez.”3734 O halde, sırat-ı müstakimde olmanın ilk adımı, asgari şartı İslam imanıdır. “Müslüman olanlar doğru yolu aramış (bulmuş)lardır.”3735 İmanda aranan nitelik ve kaliteyi “kâmil, sağlam, tahkîkî” kelimeleriyle ifade etmek gerekmektedir. Böylesi bir imanın tezahürü ise, gerekirse candan geçebilecek bir tereddütsüzlüktür. “Şâyet onlara ‘kendinizi öldürün’ ya da ‘memleketinizi terkedin!’ diye emretmiş olsaydık; pek azından başkaları bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı, onlar için, daha hayırlı ve daha sağlam (bir güvence) olurdu. O zaman, onlara büyük bir ecir verir ve onları sırat-ı müstakime, doğru yola eriştirirdik.”3736
b- Yöneliş: İkinci gerek,; sırat-ı müstakimde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidâyet ediciye yönelmektir. Kısaca yöneliş de diyebiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki, doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendine yöneleni doğru yola eriştirir.”3737
Bu yönelişin sadece yöneliş olarak kalmaması, bir anlamda “mücahede” niteliğine ulaşması, yönelişte ısrar ve samimi davranılması da gereklidir. “Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza eriştireceğiz.”3738 Bu, bir anlamda da “Allah rızası peşinde olmak” demektir. Böylesi, köklü bir niyet ve hareket içinde olanlar hakkında Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla, Allah, rızâsının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları, kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola ulaştırıyor.”3739
c- Sünnet: Sırat-ı müstakimde olabilmenin bir diğer gereği de İslam esaslarına İslam’ın istediği gibi, onun sınırlar içinde kalarak sahip çıkmaya çalışmaktır. İslam’ın koyduğu sınırlar aşılarak mü’minlik hali ve dolayısıyla sırat-ı müstakimde olma başarısı gösterilemez. Bu konuda en büyük yardımcı sünnettir. “Söz, amelsiz makbul olmaz; niyetsiz de söz ve amel müstakim olmaz. Sünnete mutabık düşmedikçe ne söz, ne amel, ne de niyet mûteber ve müstakîm olur!”3740 Demek ki, sırat-ı müstakimde olabilmek için niyyet, söz ve fiil olarak sünnete
3731] 22/Hacc, 22
3732] 3/Âl-i İmran, 101
3733] 4/Nisâ, 175
3734] 16/Nahl, 104
3735] 72/Cinn, 14
3736] 4/Nisâ, 66-68
3737] 13/Ra'd, 27
3738] 29/Ankebut, 69
3739] 5/Mâide, 16
3740] Telbîsü İblis, s. 18
DOĞRULUK / SIDK
- 895 -
uygun davranmak gerekmektedir. “Rasûlullah’ın izinden gidenler ve sünnetine uyanların dışında kalan halk için Allah’a giden yol kapalıdır.”3741
Sünneti aşarak ya da ihmal ederek sırât-ı müstakîmde olma imkânı yoktur. Sünnette ise, müslümanların tümünü kucaklayan, aralarında takvâ ve hizmet ölçüsü dışında herhangi bir sebeple ayırım yapmayan bir genel esas geçerli olduğuna göre; bütün müslümanları kucaklayan bir gönül genişliğine sonuna kadar sahip olmak da sırat-ı müstakimin bir başka gereği olmaktadır.
d- Gönül Genişliği: Müslümanın, öteki müslümanlara karşı duyarlı davranması ve onları kendi haklarına sahip bilmesi, sevgiye saygıya, yardıma layık görmesi, onlardan kopmayı düşünmemesi, sun’i bir takım ayrılık sebepleri ihdas etmemesi sırat-ı müstakim’in en geniş kapsamlı gereği olmaktadır. “Onlardan sonra gelenler derler ki; ‘Rabbımız, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde mü’minlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”3742
Kendi imanına göstereceği dikkati, öteki müslümanların imanı konusunda da göstermek, müslümanı olur-olmaz sebeplerle küfre nisbet etmemek her müslümanın görevidir. Çünkü Rasülüllah (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde “Kardeşine kâfir diyenin bu sözü, ikisinden biri hakkında tahakkuk eder. Söylenen öyle değilse, söyleyene döner.”3743 buyurmaktadır. “Doğrusu Rabbın, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.”3744
Yolda doğru yürümemek, bir takım istenmeyen olaylara sebep olabilir.3745 Bunun için, önce yolun kıymeti bilinmeli, sonra o yolun yolcusu olmanın, daha sonra da o yoldaki öteki yolcuların. Çünkü Allah, müslümanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzere olanlar, işte onlardır kurtulanlar.”3746 Âyette geçen müflihin’den olmaktan daha büyük nimet olmadığına göre; Allah’tan bir hidâyet üzere olmak da felâh/kurtuluşun ön şartı bulunduğuna göre, sırat-ı müstakimde olmak en büyük nimettir: Bunun böyle bilinmesi de, nimetin devamı için şarttır. 3747
Doğruluğun Zıddı; Kizb/Yalancılık
Yalan; Doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla insan onurunu aşındıran kötülüklerin başında yalan gelir. Kur’an ve hadislere göre yalan, bir münâfıklık alâmetidir.3748 İslâm dini, prensip olarak insanın ruhsal gelişmesine, toplum düzenine ve barışına zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamakla birlikte, gerek âyetlerde ve gerekse hadislerde yalan konusunda oldukça ağır ifadelerin kullanıldığı görülmektedir. Bunun sebebi, ahlâk kültüründeki veciz ifadesiyle yalanın “bütün kötülüklerin anası (ümmü’l-habâis)” olmasıdır. İslâm ahlâk anlayışına göre doğruluk, bütün
3741] a.g.e., 20
3742] 59/Haşr, 10
3743] Buhâri, Edeb 73; Müslim, İman 111
3744] 16/Nahl, 125
3745] bk. 72/Cinn, 15-16
3746] 2/Bakara, 5
3747] Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, İ. L. Çakan, 153-172
3748] 4/Nisâ, 145; 63/Münâfıkun, 1; Buhârî, İman 24; Müslim, İman 107
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyiliklerin temeli, yalan ise bütün kötülüklerin anası kabul edilmiştir.
Riyâ ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı, Kur’an’ın azîz saydığı3749 mü’minin onurunu zedeleyen, dolayısıyla kişinin kendisini özenle koruması gereken kötülüklerdir. Çünkü dalkavukların ve riyâkârların en büyük sermâyeleri yalandır. Onların asılsız veya abartılı, böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan övgüleri hem kendi kişiliklerini lekelemekte, hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel olmaktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, bu kişileri insanların en kötüleri arasında saymış3750 “Dalkavuklarla/meddahlarla karşılaştığınızda yüzlerine toprak savurun!” 3751 buyurarak onlara yüz verilmemesini öğütlemiştir.
Dinde, ıslah amaçlı, harp esnâsında ve karı-koca arasında maslahat için yalana ruhsat verilmişse de, yalan gibi izâfî olan şeylerin miktarları, ölçü altına alınıp tâyin edilememekte, hatta bu gibi olgular için; “sınırları belli olmayan ve muayyen olmayan bir şey sûistimâle sebep olabileceği gerekçesiyle hükümlere illet ve mahal olamaz” denilmektedir. Bundan dolayı yalana teşebbüs edecek olan bir kimsenin, hukuk nezdinde söyleyeceği yalanı doğru söylemeye tercih edecek sebeplerin mukayesesini büyük bir ictihad dairesinde yapması lâzımdır ki, yalanı kullanabilmeye ruhsatı olabilsin; bu ise, çoğu kimse için mümkün değildir.
İslâm hukukunda “lian” (eşler arası zinâ isnâdından ötürü karşılıklı yemin etmeleri) meselesinde şâhitlerin temin edilmemesi durumunda, dört sefer doğru söylediklerini, beşincide mürâcaat ettikleri lian tarzları, yalan isnâdı üzerine cereyan ederek eşlerden her biri bu âyeti okur: “Eğer yalancılardan ise Allah’ın lâneti üzerine olsun!”3752 Lian gibi ağır bir işte yalanın böyle değerlendirilesinin nedeni, onun küfür ve nifak göstergesi olup yüksek ahlâkî değerleri tahrip etmesinden ötürüdür. Yalan, Kur’an nazarında büyük cürümlerden biridir. Hatta Kur’an, münâfıkların sayısız cürümleri içinde yalanlarıyla azaba müstahak olduklarına dikkat çekmektedir: “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır.”3753
Bu veriler ışığında konuşma hususunda yalnızca iki yol kalmaktadır: “Ya sükût etmek ya da doğruluk.” Sâdi-i Şirâzî’nin dediği gibi “ya akıllılar, dürüstler gibi doğru söz söylemeli, ya da hayvanlar gibi suskun oturmalıdır.”
Kur’an’ın en fazla hücuma tâbi tuttuğu yalan, Allah’ı, âyetlerini, âhiret gününü, peygamberlerini, nimetlerini yalanlama hususundadır. Geçmiş ümmetlerden Nûh kavmi, Âd, Semûd, Lût, Ress ve Firavun kavimlerinin bu hususları yalanladıkları,3754 bu yüzden de Kur’an bunların çetin azaba müstahak olduklarını belirtmektedir: “... Bu şekilde onlardan öncekiler de (peygamberleri) yalanladılar da sonunda azâbımızı tattılar...”3755 Kur’an, buna şâhit olmak üzere muhâtapların
3749] 63/Münâfıkun, 8
3750] Buhârî, Edeb 52; Müslim, Birr 100
3751] Müslim, Zühd 14
3752] 24/Nûr, 7
3753] 2/Bakara, 10
3754] 26/Şuarâ, 105, 123, 141, 160; 38/Sâd, 12; 50/Kaf, 12
3755] 6/En'âm, 148
DOĞRULUK / SIDK
- 897 -
yeryüzünde gezip dolaşarak yalanlayanların hallerini görüp ibret almaya teşvik etmektedir: “De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu düşünüp araştırın.”3756
Kur’an, Allah ve âyetlerini yalanlama hususunda, genellikle zâlim kelimesinin ism-i tafdîl (üstünlük karşılaştırma kipi) formunu kullanmaktadır. Bundan dolayı yukarıda sayılan yalanların içinde de, en buğz edilen yalan da, Allah’a ve âyetlere karşı olan iftira ve yalan olduğunu söyleyebiliriz: “Allah’a karşı yalan uyduran veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim vardır?”3757 Âhiret gününü ve peygamberleri yalanlama hususu da, Kur’an’da sık sık işlenen temalardan biridir. Bu hususları yalanlamanın, eskilerin tarzı olduğu belirtilmektedir: “(Rasûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mûcizeler, sahîfeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalanlandı/yalancılıkla itham edildi.”3758 Allah’ın nimetlerini yalanlama konusu ise, Rahmân sûresinde yoğun bir tema halinde işlenmiş olup birer ikişer âyet aralıklarıyla; “Öyleyken Rabbınızın hangi nimetlerini yalanlarsınız?” şeklindeki bir ifâde, toplam 31 sefer tekrar edilmiştir. Yalanın birer çeşidi olarak kabul edilen zaaflar ise yalan şâhitlik, iftirâ ve koğuculuktur.
Yalan Şâhitlik: Kur’an’da yalan şâhitlik, “şehâdet-i zûr” ve “kavl-i zûr” ile ifade edilmektedir. Yalan şâhitlik, sosyal realitede büyük zararlara, ruhlarda büyük bunalımlara sebebiyet veren, kendisiyle hakların ayaklar altına alındığı, toplumun anarşiye sürüklendiği yalan çeşidinin en kötüsüdür. Toplum yaşantısı ve ruhlardaki bu zararından dolayı Kur’an, yalan şâhitliği rics (pislik) dediği putlara tapma ile birlikte zikretmiştir: “... Artık o pis putlardan ve yalan sözden sakının.”3759 Kur’an, yalan şâhitlikte bulunmamayı, iman etmiş olanların sıfatları arasında zikretmektedir: “Onlar ki, yalan şâhitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.”3760
Koğuculuk: Nemîme/koğuculuk; fesatçılık yapmak, ara bozmaya gayret etmek amacıyla insanlar arasında söz getirip götürmek, sözü yalanlarla süslemek anlamındadır. İslâm, nemîmeyi büyük günah olarak kabul ederek, onu münâfıklık ameli saymıştır. “(Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf getirip götüren (nemîm), iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine boyun eğme!”3761
İftirâ: Kur’an’da bu eylem, genellikle “atmak” anlamına gelen fiil olan r-m-y kökünden gelen ve muzârî (hal ve gelecek zaman) formu olan “yermûne” ile ifâde edilmektedir: “İffetli hür kadınlara zinâ (suçunu yakıştırıp iftirâ) atan, sonra (bunu isbat için) dört şâhidi getiremeyenlere seksen değnek vurun ve onların şâhitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar tamamen fâsık/günahkârdırlar.”3762 Âyette belirtilen “muhsanân” ifâdesinin altına hem bekâr kızlar, hem de evli kadınlar ile hükmen
3756] 6/En'âm, 11
3757] 7/A'râf, 37
3758] 3/Âl-i İmrân, 184
3759] 22/Hacc, 30
3760] 25/Furkan, 72
3761] 68/Kalem, 11-13
3762] 24/Nûr, 4
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
erkekler de girmekle birlikte, kadınların çoğulu kullanılmış, tağlîbe (genelleştirmeye) gidilmiştir. İslâm’da en ağır ceza olarak kabul edilen kısas dahi, iki şâhitle infâz edilirken, iftirâ isnâdında bulunan kişilerden dört tane şâhidin istenilmesi bunun gerçek fâillerini yakalama ve iftirâcıları korkutma amacı gözetilmiştir. Bu durum, böyle değil de, kolay bazı şartlara bağlanılsaydı, elbette büyük sûiistimaller olacaktı. Hâlbuki nâmuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunmak, psikolojik olarak onlar için ölümden beterdir. İftirâ suçunun bu büyüklüğünden dolayı, cezası her ne kadar kısas kadar ağır görünmese de, ondan daha ağırdır. Kısasa eşdeğer olan seksen celde (sopa) ile beraber, müslüman toplum arasında ömür boyu şehâdetin kabul edilmemesi sûretiyle güvensiz bir kişi olma yaftasıyla dolaşmak gibi mânevî cephesiyle beraber mütâlaa edildiğinde, en ağır bir ceza olduğu ortaya çıkmaktadır.
İftirâ, toplumda büyük belâ ve zararlara sebep olan, insanın şerefini ihlâl eden suçlardan biri olduğundan dolayı Kur’an, buna giden yolları kapatmak gâyesiyle fâsıkların getirdikleri haberlerin iyice araştırılmasını tavsiye etmektedir: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”3763 Fâsıkların getirdikleri haberler, eğer iyi bir şekilde araştırılsa, toplumda haksız şekilde meydana gelecek olan zararlar önlenmiş olacaktır. Çünkü bu tarz insanlar, şeytanın daima etkileri altında olup, hayâlî kurgularını orada burada söyler, bu hususta hiçbir fenâlıktan çekinmezler. Nitekim Kur’an, bu tarz kişileri, “effâk esîm” olarak mübâlğa kipi halinde iki sıfatla nitelemektedir: “Size şeytanların kimler üzerine inip durduğunu haber vereyim mi? Her günahkâr iftirâcı-yalancı sahtekâr (effâk esîm) üzerine iner. Bunlar (şeytanın iftirâ ve yalanına) kulak verirler; çokları da yalancıdır.”3764 Bunların niteliklerinden biri, çok iftirâcı ve yalancı olmaları, diğeri ise, günahtan asla çekinmeyişleridir. Bundan dolayı bu nitelikleri, toplumun kendilerinden şiddetle sakınmasını gerektirmektedir. 3765
Kur’an’da tam 60 yerde geçen “iftirâ” kelimesi, çoğunlukla yalanla birlikte gündeme getirilmiş ve en büyük iftirâ suçunun Allah’a iftirâ olduğu vurgulanmıştır. Allah’a yalan uydurup iftirâ edenin zâlim olduğu,3766 müşriklerin büyük bir günah olarak Allah’a iftirâ etmiş oldukları3767 belirtilmiş, Allah’ı ve âyetlerini yalanlayarak iftirâ atanlardan daha zâlim kim olduğu, olumsuz cevap açısından sorulmuştur.3768 Kur’an, iftirânın tanımını ve iftirâya uğrayana verdiği ezâyı şu şekilde beyan eder: “Mü’min erkekleri ve mü’min kadınları, yapmadıkları bir şeyle (suçlayıp) incitenler, bir iftirâ ve açık bir günah yüklenirler.”3769 İftirânın insanlar açısından en ağırı nâmus üzerine atılan iftirâdır. Bunu, Hz. Âişe ile ilgili olarak “ifk” olayında görmekteyiz. Bu konuyla ilgili Nûr sûresinde geniş değerlendirme vardır.3770 İffetli bir kadına zinâ isnâdında bulunup da bunu dört erkek şâhitle isbat edemeyen bir kimse “kazf” cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek
3763] 49/Hucurât, 6
3764] 26/Şuarâ, 221-223
3765] Hayati Aydın, Kur'an'da İnsan Psikolojisi, s. 259-264
3766] 3/Âl-i İmrân, 94
3767] 4/Nisâ, 48
3768] 6/En'âm, 21, 93, 144; 7/A'râf, 37; 10/Yûnus, 17; 11/Hûd, 18; 18/Kehf, 15; 29/Ankebût, 68; 61/Saff, 7
3769] 33/Ahzâb, 58
3770] 24/Nûr, 11-16
DOĞRULUK / SIDK
- 899 -
vurulur ve bundan sonra şâhitlikleri kabul edilmez. Zinâ isnâdında bulunan kimse, kadının kocası olur ve dört şâhitle bunu isbat edemezse, “mulâane” (lian) yoluna başvurulur.3771
Yalan denilince, akla yalanı iş edinme, çok yalan söyleme gelir. Yalan, kişinin gerçeği saklayıp bildiğinin aksini söylemesidir. Yalancılık, çok çirkin bir huydur. Dinimiz yalanı kesin şekilde haram kılmış ve şiddetle yasaklamıştır. Yalan, rûhî bir hastalıktır, müslümanların kendilerini bundan kesinlikle korumaları gerekir. Çocuklar daha küçükken doğru sözlülüğe alıştırılmalı, yalanın zararları kendilerine anlatılmalıdır. Cenâb-ı Hak, “Yalan sözden kaçının.”3772 diye emrettiği halde basit dünya menfaatleri için yalan söyleyenler vardır. Özellikle yalan yere şâhitlik yapmak çok kötü bir davranış ve büyük bir günah sayılmıştır. Gerçek bir müslüman kendi aleyhine de olsa, doğru söylemeli ve asla yalana yaklaşmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) Zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğip büker yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (bilin ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”3773
Peygamber Efendimiz de yalan söylemenin ve yalan şâhitlik yapmanın büyük günahlardan olduğunu ısrarla belirtmiştir. Ayrıca, yalanın münâfıklık alâmetlerinden olduğunu haber vermiştir.3774 Peygamberimiz, “...Yalan kötülüğe, kötülük cehenneme götürür...”3775 buyurmuştur. Yalanın en büyük kötülüğü işte budur. Yani, insanı Allah’ın rızâsından uzaklaştırıp cehenneme götürmesidir. Ayrıca yalan, insanları birbirine düşürür, güven duygusunu yok eder, toplum içinde karışıklıklara sebep olur; dostlukları yıkar, yerine düşmanlık tohumları eker. Yalan, er geç ortaya çıkacağından, yalancılar, kendilerine güvenilemeyen, saygı duyulmayan ve sevilmeyen insanlar durumuna düşerler. Kısaca yalan, insanı dünyada da âhirette de felâkete sürükler.
Yalan, söz ve davranışlarda gösterilen doğrudan ayrılıp uzaklaşmayı hedef alan bir davranıştır. Bencil birtakım sonuçlar elde etmek kasdıyla yapılan bir hareketi, hatayı gizlemek amacıyla, işin doğrusunu da bildiği halde isteyerek gerçeğe uygun olmayan beyan ve girişimlerde bulunmak, hakikati değiştirmek şeklinde görülen yanlış ifadelere “yalan” denir. Yalancılık, sözle olabildiği gibi, hareketle (jest, mimik vs.), yazı ve susmayla da olabilir.
Yalanın Psikolojik ve Sosyolojik Zararları
Yalan söylemenin yol açtığı pek çok psiko-sosyal olumsuzluklar vardır. Her şeyden önce yalan, toplum bireylerini birbirine bağlayan güven duygusunu ortadan kaldırır. Çünkü yalan söyleyene güven duymamak, ancak doğruyu söyleyene güvenmek esastır. Yalancılık, fertler arasındaki birlik ve dayanışmayı kaldırarak insanları birbirine düşürür, düşmanlıklara sebep olur. Yalnız insan ilişkilerini değil; insan sinirlerini de bozar, insanın içinden gelen sesi (vicdan) susturur, meseleleri yozlaştırır. Kur’ân-ı Kerim, bu psiko-sosyal gerçeklerden dolayı ve daha
3771] 24/Nûr, 6-9
3772] 22/Hacc, 30
3773] 4/Nisâ, 135
3774] Müslim, İman 107
3775] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önemlisi imanının bir gereği olarak mü’minlerden yalan söylememelerini emir buyurmuştur: “... Pislikten, putlardan sakının; yalan sözden kaçının.”3776 İmanın iç dinamikleri, mü’mine nasıl putlardan sakınmayı emrediyorsa, aynı şekilde yalandan sakınmayı da emreder. Allah’a ortak koşmaktan sakınmakla, yalandan sakınmak konusunda mü’mini vazifelendiren ilk kaynak imanın iç dinamikleridir: “En büyük günahı size haber vereyim mi? Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek ve İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır”3777
Yalanın sebepleri nelerdir? Bunun nedenlerinin çocuklarda ve yetişkinlerde farklı olduğu noktasından hareketle psikologlar her iki grubu ayrı ayrı ele almak ihtiyacı duymuşlardır. Çocukların yalan söyleme nedenleri arasında daha çok şu hususlar ön plana çıkmaktadır: Övünmek, kendini üstün göstermek, ilgi çekmek, sevgi sağlamak, menfaat elde etmek, utanmak, çekinmek, alay edilmekten korkmak, cezalandırılmaktan çekinmek, acı ve üzüntü verici şeylerden kurtulmak, statü kaybetme endişesi, hepsinden de önemlisi büyükleri ve çevresindeki diğer çocukları taklit etmek. Yetişkinlerin yalan söyleme sebepleri arasında ise şu hususlar belirtilir: Bir çıkar elde etmek veya zarardan kurtulmak, kin beslediği kimseden intikam almak, düşmanını gözden düşürüp kendini haklı göstermek, aşağılık duygusu nedeniyle kendini başkalarına kabul ettirebilmek, yalanı alışkanlık haline getirmek, iyilik yapmak düşüncesiyle yalan söylemek.
Bazen yalancılık, psiklojik bir hastalık, yani patolojik/marazî bir durum halini alabilir. Bu durum, olağan kabul edilen yalancılıktan farklıdır. Olağan yalancılıkta (psikolojik deyim olarak “olağan yalancılık”; din ve sâlim fıtrat, bunu ne kadar olağan kabul eder, o ayrı bir konu!) bencil bir menfaate ulaşmak sözkonusudur. Marazî yalancılıkta ise, birey hiç olmazsa görünüşte bir çıkar sağlama peşinde değildir. Patolojik yalan, duyguların bozukluğunun bir belirtisi olarak değerlendirilir. Bazı patolojik yalanların temelinde aşağılık duygusu ve güç istemi olduğu söylenir. Sürekli söyledikleri yalanla aşağılık duygusunu ödünleyip yatıştırmak isteyebilirler. Bazılarında bu hal isterik bir durumun, bazılarında da bunamalı bir kişiliğin işareti olabilir. 3778
Yalan, toplumda karşılıklı güven duygusunu yıkan, insanların birbirlerine karşı olan sevgi ve saygı duygularını sarsan, yüksek ahlâkî değerleri tahrip eden büyük bir âfettir. En içten toplumların dahi yıkılmasına yol açabilen bir hastalıktır. Yalan, fıtratta olmadığı için bebekler ve küçük çocuklar kendiliğinden yalan söylemezler, büyüklerini taklit ederek yalana alışırlar. Kasıtlı yalanın, temyiz yaşına tekabül eden 6-7 yaşlarından sonra söylendiği ileri sürülmektedir. Bu yaşa varmayan çocuk, yalanı gerçekten ayırt edememekte, sadece bazı mübâlağalara sapabilmektedir. Örnek olarak hayvanat bahçesinde yılan ve fil görmüş bir çocuk, yılan ve filin uzunluk ve cüsseleri kendisine sorulduğunda hiç çekinmeden kasıtsız olarak yılanı, “çok uzun, dünya kadar”, fili ise, en az evleri kadar büyük olarak anlatır.
Yalan söyleye söyleye insan kalbi, devamlı yalancı bir intibâ ile kaplanarak, ruh hayatı, evhamlar dünyası halini alır. Artık kişi bu safhada âdeta iğneli bir
3776] 22/Hacc, 30
3777] Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, İman 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4, Tefsîru sûre 4/5, hadis no: 1964
3778] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, s. 74-75
DOĞRULUK / SIDK
- 901 -
beşikteymiş gibi yaşamaya başlar. Bu durum, ileride büyük buhran ve streslere sebebiyet verir. Nitekim münâfıkların yalana pervâsızca başvurmaları, onları psikolojik bazda streslere itmiş olacak ki, Kur’an, onları hasta olarak nitelemektedir: “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.”3779 “Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların arkasından koşuşturduklarını görürsün...”3780 “Senden ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenler; kalpleri şüpheyle çalkalanıp şüpheler içinde bocalayıp duranlar (savaşa çıkmamak için) izin isterler.”3781
Yalan, toplumda büyük bir oranda nefret uyandırmaktadır. Toplumda yalan söylediği görülen herhangi birinin, itibarı sarsılmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte bu durum şöyle belirtilir; “Bir insan, yalan söylediğinde söylediği yalanın pis kokusu yüzünden melek ondan bir mil uzaklaşır.”3782 Bu hadiste yalanın pis bir koku salgıladığı söylenilmektedir. Rûhânî varlıklar olan meleklerin, bu pis kokudan rahatsız olduklarını göz önüne aldığımızda, bu kokunun aynı sınıftan olan insan ruhlarını da tiksindirdiğini, bunun da tesirinin toplum yaşantısında, nefret şeklinde tezâhür ettiğini söylememizin mümkün olabileceği kanısındayız.
Kur’an, en büyük tesirlerinden birisini, sosyal yaşantıda göstermektedir. Birçok âyet, cemiyet yaşantısını ihlâl eden suçları, büyük günah kategorisine sokarak onlara karşı mücâdele eder. Bu münasebetle toplum yaşantısının dayanağı olan meslek ve sanat sahiplerinin alışverişlerinde büyük oranda güvenilirlik ve doğruluğa ihtiyaç duyulmaktadır. Yalan ise, bu husustaki güvenilirliği yıkmaktadır. Bundan dolayı Kur’an yalana karşı amansız mücâdele vermiş ve ona devam edenleri dalâlet bataklığına saplanıp kalmakla tehdit etmiştir: “Allah haddi aşan ve (iddiâsında) çok yalancı olan kimseyi doğru yola ulaştırmaz.”3783 “Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”3784
Yalan, fıtrata ters olduğu için, insan beyni başta olmak üzere birçok organın çalışma yapısı anormalleşir, yalan söylemek için daha anormal ve olağandışı efor sarfetmek zorunda kalır. Kalp ritimlerinde değişiklik, çeşitli salgılarda farklılık, heyecanın artması gibi sinir sisteminde anormallikler ortaya çıkar. Bu normal dışı davranışları tesbit eden “yalan makinesi” insanın yalan söylediğini büyük ihtimalle tesbit eder. Beden dili de yalanı çoğunlukla ele verir: Burna fazla kan pompalandığından, kaşınma isteği ortaya çıkacak, bundan dolayı yalan söyleyen çoğunlukla eliyle burnunu tutacaktır. İnsan diline söylettiği gibi kolayca gözlerine de yalan söylettiremez, yalancı, muhâtabının gözlerine normal bir şekilde bakmakta zorlanacaktır. Heyecan faktörü kendini belli edecek, ses yapısı, normalin dışına çıkıp biraz farklılaşacaktır. O yüzden iyi bir gözlemci, (buna ferâset ve basiret sahibi olan da diyebiliriz), kişinin beden dilinden yalan söyleyip söylemediğini büyük bir ihtimalle çıkarabilecektir. Bunları bilip bedene de yalan söyletmek, mümkün olabilir mi? Olabilirse, bu kişinin psikolojik ve fizyolojik yapısında ne gibi sarsıntılara yol açar? Oraya girmeden ifade edelim ki, yalanı insan
3779] 2/Bakara, 10
3780] 5/Mâide, 52
3781] 9/Tevbe, 45
3782] Tirmizî, Birr 46
3783] 40/Mü'min, 28
3784] 39/Zümer, 3; Hayati Aydın, a.g.e. s. 259, 261
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ruhu, vicdanı, psikolojik yapısı, fıtratı, hatta organları (vücut dili), özellikle de imanı kabul etmemektedir.
Günümüzdeki stres, rûhî bunalım ve sebepsiz sıkıntıların, suçluluk duygusu, intihar isteği gibi mânevî hastalıkların büyük bölümünün “yalan”la ilgisi olduğunu söylemek zor olmaz. Bunlar, yalancılara verilecek esas uhrevî cezânın küçük avanslarıdır; Yalandan kaçınan sâdıklar/doğrular ise, bütün bu acılardan ve vicdan azâbından emîn oldukları gibi bu doğruluklarının karşılığını esas olarak âhirette alacaklardır. Unutmamak lâzımdır ki, esas cezâ ve ödül yeri âhirettir. “Allah şöyle buyuracaktır: ‘Bu, sâdıklara/doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.”3785
Yalanın Sırıtan Yüzü; Ya da Yalanı ve Yalancıyı Nasıl Tesbit Ederiz?
Sosyal hayatta birçok durumda, insan kendi gerçek duygularını gizlemek ister, ancak herhangi bir biçimde kendisini ele verir. Bir topluluk içinde kişi sinirli, gergin ve hatta korkuyor olabilir; fakat yüzüne iliştirdiği bir gülümsemeyle mutluluk maskesi taşıması mümkündür. Dikkatli bir gözün algılayabileceği bazı küçük ipuçları iç ve dış dünyalar arasındaki bu farkın anlaşılmasına yardımcı olur.
İnsanlar yalan söyledikleri zaman, (özellikle yalan konusunda hayli tecrübeli olanların) en başarılı şekilde kontrol ettikleri, yüz ifadeleridir. İnsan en çok mimiklerinin farkında olduğu için yalan söylerken en çok ve en iyi yüzünü kontrol eder. Çünkü insan, yalan söyleyeceği zaman yüzünün alacağı biçimi kontrol etmek için bilinçli bir çaba harcamaktadır. Hiç şüphesiz çok dikkatli bir gözlemci veya uzman için yalan söyleyen biri, mimikleriyle de çok sayıda ipucu vermektedir. Ancak genel olarak düşünüldüğünün aksine, bir kişinin yalanını yüzüne veya gözüne bakarak anlamak, pek kolay değildir.
İnsan ağzıyla yalan söyleyebilir, ama bedeniyle asla söyleyemez; tüm vücudunu yalana teslim edemez; buna en güzel kıvamda yaratılan fıtrat müsaade etmez. Bu sebeple söylediğinde dürüst olmayan birinin, davranışlarıyla sözlerinin doğru olmadığı konusunda bazı ipuçlarıyla kendisini ele vermesi kaçınılmazdır.
Yalan söylerken insanların davranışlarında gözlenen farklılıklar çok sayıda araştırmaya konu olmuştur. Bu araştırmalardan çıkan sonuçlar şöyle özetlenebilir:
1- Yalan söyleyen kişilerin yaptıkları jestler azalmaktadır. Normal olarak el jestleri ifâdeyi güçlendirmek amacıyla yapılır. Kişi, büyük çoğunlukla konuşulan kelimelerin anlamını artırmak için yaptığı el hareketlerinin farkında değildir. İnsan konuşurken elini salladığını bilir, ancak ellerinin gerçekte tam olarak ne yaptığını bilmez.
Ellerinin bir şeyler yaptığını bilmek, ancak ne yaptığını tam olarak bilmemek, kişiyi şüpheye düşürür ve böylece ellerin hareketleri azalır. Belki de insan, içinde yaşadığı çelişkiden ötürü, ellerinin kendisini ele vereceğinden çekinir ve ellerini ya cebine sokar, ya üzerine oturur veya bir eliyle diğerini tutar. Bu kendi
3785] 5/Mâide, 119
DOĞRULUK / SIDK
- 903 -
kendine temas, zor zamanda anne elinin tutulması yerine geçerek, iç gerginliği de hafifletir.
2- Yalan söyleyen kişinin elini yüzüne götürme ve yüz çevresine değdirme sayısı artmaktadır. Bir konuşma sırasında insan elini arada sırada yüzüne götürür. Ancak, kişinin samimi olmadığı bir görüşme sırasında bu jestin sayısında büyük ölçüde artış görülmektedir. Elin yüze gitmesi sırasında yapılan hareketler çeneyi tutmak, dudaklara bastırmak, ağzı örtmek, burna deymek, yanağı ovuşturmak, gözün altını kaşımak, kulak memesini çekmek ve saçla oynamaktır. Bir yalan sırasında bütün bu jestlerin sayısında artış görülmekle beraber ağzı örtmek ve burna değmek jestlerinde âdeta patlama olur.
İnsan, yalan söylerken neden ağzını kapatır? Bunu tahmin etmek çok zor değildir. İnsan, ağzından çıkacak kelimeleri tutmak ve yaptığını örtmek ihtiyacındadır. Elin ağzı örtmesi, çeşitli biçimlerde olur. Parmak dudakların üzerinde trampet çalabilir, işaret parmağı üst dudak üzerinde durabilir veya el ağzın hemen yanında durabilir. Çocuklar yalan söylerken elleriyle ağızlarını kapatırlar. Hiç şüphesiz yetişkinler için elin ağza gitmesi, kişinin yalan söylediği konusunda tek belirleyici hareket değildir. Kişi söylediği konusunda tereddüt içindeyse, hata yapmaktan korkuyorsa, zaman kazanmak istiyorsa da eli ağız çevresinde olabilir. Bu sebeple elin burna gitmesi, ağzı örtmesine kıyasla daha gelişmiş, ince ve soyutlanmış bir harekettir. Ağzı örtmeye gelen el, hemen yukarıda bulunan burna uzanır ve böylece daha sembolik ve stilize bir hareket yapılmış olur.
Yalan söyleyen veya ağzından çıkanlar konusunda yeterince samimi olmayan bir insanın elinin burnuna gitmesinin en önemli sebebi fizyolojiktir. Çünkü yalan söylediği sırada bir iç gerginlik yaşayan insanın bedeninde birçok fizyolojik değişiklik olur. Kan basıncının yükselmesi, kalp atış (vurum) sayısının artması, ter bezi faâliyetlerinin artması gibi yalan söylerken kaydedilen fizyolojik değişikliklerin yanı sıra burunda bir kaşınma duygusu yaşanır. Coldoni’nin ünlü masalında yalan söyleyen Pinokyo’nun burnunun büyümesi sebepsiz değildir. Yazar, son derece önemli bir gerçeği yakalamış ve abartarak çocuk literatürüne geçirmiştir.
3- Yalan söyleyen bir insanın konuşurken beden hareketlerinde bir artış olmaktadır. Yalan söylendiği zaman duyulan rahatsızlık ve huzursuzluk, özellikle otururken kişinin durumunda değişiklik yapmasına, oturduğu koltukta öne-arkaya veya sağa-sola hareket ederek pozisyon değiştirmesine sebep olmaktadır. Bu pozisyon değişikliğinin ardında, büyük bir ihtimalle, “keşke başka bir yerde olsaydım” duygusu yatmaktadır. Oturur durumda artan beden hareketleri televizyondaki açık oturum, panel veya sohbet türü programlarda sık sık görülmektedir. Yalan konusunda çok tecrübeli olan politikacılar bile kendilerini güç durumda bırakan sorular karşısında koltuğun sınırlarını zorlayan hareketler ve koltuk üzerinde mini gezintiler yapmaktadır.
4- Yalan söyleyen bir kişinin el jestleri azalırken, el sallama hareketi artmaktadır. Belki de böylece kişi, elini silkme biçiminde hafif hafif sallayarak, sözleriyle ilgili sorumluluğun kendisine âit olmadığını anlatmak istemektedir.
5- Yalan söyleyen bir insanın yüz ifâdesi büyük çoğunlukla normale çok yakındır. Bu alanda uzmanlaşmadan, bir kişinin mimiklerine bakarak yalan
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylediğini anlamak çok güçtür. Yüz ifâdesinde yalanı ele veren en önemli ipucu, kişinin gözlerini konuştuğu kişiden sık sık kaçırmasıdır.
İşaretlerin Geçerliliği: Bu araştırmalardan elde edilen bu bilgileri mutlak doğrular olarak değil; geçerliliği, tekrarlanmasına ve izlediği sıraya bağlı ve kişinin içinde bulunduğu bağlamın değerlendirilmesiyle anlam kazanan bir anahtar olarak kabul etmek gerekir. Yukarıda sıralanan özelliklerin varlığı, kişinin yalan söylediği değil; yalan söyleme ihtimalinin olduğunu gösterir. Bu araştırmaları sınamak için çalışmalar yapan başka araştırmacılar, yukarıda sıralanan davranışların yalan veya samimiyetsizliği ortaya çıkartmak için kullanılacak anahtarın kendisi değil; ancak bir parçası olduğunu söylemektedirler. Örneğin, bir konuşma sırasında birdenbire büyük bir suçlamayla karşılaşmamız durumunda, bocalamamız, birçok kere elimizi yüzümüze götürmemiz, oturduğumuz yerde huzursuzluğumuzu yansıtan hareketler yapmamız mümkündür. Bu durumda suçlamaları yerinde, savunmalarımızı da gerçek dışı olarak mı kabul etmek gerekir?
Benzer şekilde, iş için mülâkata çağrılan bir kişi, kendisine sorulan sorularla bunaldığı zaman elini birçok defa yüzüne götürebilir ve oturduğu yerde huzursuzluk işaretleri gösterebilir. Bütün bunların, adayın vereceği bilgilerin nasıl değerlendirileceğini bilememesinden ve hata yapmak endişesinden kaynaklanması da muhtemeldir.
Sıralanan sebeplerden ötürü bu işaretleri yalan söylemenin âşikâr ve kesin delilleri olarak değil; beynimizin içindeki düşünceler ve gerçek duygularla, dış dünyaya yansıyan ifâdelerin bir çelişkisi olarak kabul etmek daha yerinde olur. Bu çelişki, açık bir yalan olabileceği gibi, samimiyetsizlik, tereddüt ve şüphe de olabilir. 3786
Günümüz ve Yalan Dolan...
Düzen, yalanı el altından (hatta el üstünden) teşvik etmektedir. Sözgelimi, en nâmuslu tüccarı zulümden farksız vergiler isteyerek, kendi malının yalancısı durumuna zorlamaktadır. Gereksiz bürokrasi ve formaliteler de kişiyi yalana alıştırmaktadır. Eğitimin de yalandan pek uzak olmadığını söylemek gerekir. Zaten şirk en büyük yalan olduğuna göre, şirke dayalı câhilî eğitim ve kültürün temel malzemesinin yalan olması kaçınılmaz olacaktır. Evrim teorisinden, inkılâp tarihindeki balıkların kavağa çıkmasına, sosyal konularda hakka ve hakikate ters çarpıtılmış olay ve yorumlara kadar sayısız yalan, bilim diye insanımıza verilmektedir. İnsanın çevresi de Allah’tan hakkıyla korkan insanlardan oluşmuyorsa, altta kalmamak, ayıplanmamak için, kalabalığa uymak endişesiyle bulaşıcı mikroplardan çok hızlı bir şekilde yalan mikrobu tüm çevreye yayılacaktır. Tüccarın, esnafın, pazarcıların, ağızlarıyla veya tezgâhları ve vitrinleriyle söyledikleri yalanlara şâhit olmayan kimse var mıdır? Malın kusurunu söylemeyip gizlemek bile yalan kabul edilip kazancı haramlaştırdığı halde, açıkça yalan söylemek, hatta yalan yere yemin etmek sıradan bir olay halindedir. Günümüz medyası yalan pazarı halindedir. Arz-talep meselesi; yalan alıcıları, hem de para vererek müşterileri varsa, yalandan para kazanan yalan tüccarları niye olmasın ki?!
Yalancılık, günümüz câhilî düzenlerinde ve İslâm dışı çevrelerde açıkgözlük
3786] Zuhal Baltaş-Acar Baltaş, Bedenin Dili, s. 143-144
DOĞRULUK / SIDK
- 905 -
olarak değerlendirilmekte, doğruluğun karın doyurmadığı için enâyilik olduğu söylenmektedir. Öyle ya; “doğruluk karın doyurmaz!”, “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Günümüzün en popüler ve saygın kabul edilen meslekleri temelde “profesyonel yalancılık” diye tanımlanabilecek, meslek icabı yalan söylemenin kaçınılmaz kabul edildiği uğraşlardır. Politikacılar, diplomatlar, avukatlar, reklâmcılar, pazarlamacılar, halkla ilişkiler şirketlerinin temsilcileri, sinema ve tiyatro sanatçıları, falcılar, sihirbazlar, medyumlar, cinciler, muskacılar, antikacıların... bu saygın(!) mesleklerinden dolayı görev ve meslek icabı, (geçim endişesiyle, yani kutsal geçim tanrısının izniyle) çok rahat yalanlar söylemek zorunda(!) oldukları kabul edilir. Nasıl sanatçıların sanat adına her boyaya girip, her çirkinliği üzerlerinde göstermeleri gerekiyorsa, bu durum, kutsal(!) mesleklerinin gereği ise; aynen öyle, diğerlerinin de söyledikleri yalanlar, günah veya kara değil; “beyaz yalan” kategorisine sokulmaktadır. Bu kimseler, yalan söyleme becerilerini öylesine geliştirip parlatırlar ki, insanlar bu yalanları duymak için can atarlar, teşvik ederler ve bundan mutluluk bile duyarlar.
Fıtrata ve fıtrat dini olan İslâm’a uyup her çeşit yalanı reddedip karşı çıkmak yerine; günümüzde yalanlar, farklı kategorilere ayrılmakta ve âdi yalandan farklı kabul edilen yalanlara toleransla bakılmakta, hatta teşvik edilmektedir. Modern câhilî kültüre göre yalanlar çeşitlidir: Kişinin söylediği yalanın, karşısındaki tarafından bilindiği, fakat karşı çıkılmadığı “ortak yalan”lar vardır. Bir programa veya dâvete katılmak istemeyen kişi, dâveti yapan kişiye “işim var” veya “başka programım var” ya da “başkasına sözüm var” der. Bunu söylerken, karşısındakinin söylediği yalanı anladığını da tahmin edebilir. Bu şekildeki “ortak yalan”lar modern insanların gündelik hayatlarında önemli bir yer tutar. İkinci gruptaki yalanlar, doğrusu ortaya konamayacağı için karşı çıkılmayan yalanlardır. Bu tür yalanın ortaya çıkması kimseye yarar sağlamayacağı için kimse konunun üzerine gitmez. Üçüncü grupta profesyonel yalancıların söyledikleri yalanlar vardır. Profesyonel yalancılar, meslekleri gereği yalan söylemek zorunda olanlardır. Bunların yalanları çoğunluğun rahatsız olup şikâyet ettiği yalanlar değildir. Dördüncü gruptaki ise, işi yalan söylemek olmayan ve bu konuda çok usta(!) olmayan sıradan insanların söyledikleri ve kendilerine dünyevî yarar sağlayan, basit çıkar amaçlı küçük veya büyük yalanlar gelir. Bunlar fark edildiği zaman “yalan!” diye adlandırılan “âdî yalan”lardır. Ayrıca, nezâket icabı, alışkanlık gereği söylenen “âdet yalan”lar vardır, “moda yalan”lar vardır, “beyaz yalan”lar vardır. Bir yalanın sakıncasız olduğunu, hatta beyaz, bembeyaz(!) olduğunu tesbit etmek ise, azgınlaşmış hevâya, câhilî çevreye kalmıştır.
Ama bu arada “yalan”la “yanlış”ı da karıştırmamak gerekir. Yanlış da, gerçeğe uymayan, doğru olmayan bir şeydir, ama çoğunlukla bu, bir hatadan, bir yanılmadan veya bilgisizlikten kaynaklanan bir durumdur. Yalan ise, kandırmak için kasıtlı olarak söylenen asılsız, gerçeğe uymayan uydurma sözdür.
Coldini’nin meşhur masalında olduğu gibi, her yalan söyleyenin burnu uzasaydı, modern insanın burun uzunluğu ortalaması kaç cm. (km. mi demeliydim?) olurdu, dersiniz?!
Kur’ân-ı Kerim’de Kizb/Yalancılık Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “kizb” ve türevleri, toplam olarak 282 yerde geçer. Doğruluğun karşılığı “kizb”dir. Yalan karşılığında Kur’an’da daha çok bu kelime kullanılır.
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
En çok bu kelime kullanılmakla birlikte, yine yalan anlamında Kur’an’da hars ve zûr kelimeleri de kullanılmıştır. Kur’an’da hars (hı, ra, sat) kelimesi 5 yerde;3787 zûr kelimesi ise 4 yerde geçer.3788 Hars, bilgisi olmaksızın sırf zan ve tahmin yoluyla söylenilen yalandır; ister bu ihbar, söylenilene uygun olsun veya olmasın, yine yalan olarak mütâlaa edilmektedir. Çünkü bu ifade sahibi, bir bilgi, kuvvetli bir zan ve işitme sûretiyle değil de, sırf tahmine dayanarak ihbarda bulunmaktadır: “... Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.”3789 Bu tür zan üzerine bir ihbar, yalanın en katmerlisi olarak mütâlaa edilmektedir.
Kur’an bu çeşit yalancılara karşı gâyet sert davranmaktadır: “Harrâsûn/Koyu yalancılar kahrolsun! Onlar, bilgisizliğin sarhoşluğu ve mahmurluğu içinde kalmış gâfillerdir.”3790 “Zûr” da, yalan anlamını ifade etmektedir. Ancak, bu kelimenin geçişlisi olan “tezvîr” ise, söylenilen yalanı süslemeyi ifade etmektedir. Kur’an’da bu kelime, genellikle yalan şâhitlikte kullanılmaktadır. Nitekim Kur’an’da mü’minlerin sıfatları anlatılırken bunlardan birinin, yalan yere şâhitlikte bulunmamak olduğu belirtilmekte ve bu nitelik de, zûr kavramıyla ifade edilmektedir: “Onlar ki, yalan yere (zûr) şâhitlik etmezler...”3791
‘Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara: ‘Gelin, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da duâ edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.”3792
“Artık bundan sonra her kim Allah’a karşı yalan uydurursa, işte bunlar, zâlimlerin ta kendileridir.”3793
“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden ve yahûdilerden küfür içinde koşuşanlar (ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri, yerlerinden sonrasına kaydırıp değiştirirler. ‘Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!’ derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse Allah’a karşı sen, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara mahsus büyük bir azap vardır. Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler. Sana gelirlerse ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen aralarında adâletle hükmet. Allah adâletten ayrılmayanları sever.”3794
“Kim Allah’a karşı yalan sözlerle iftirâ edenden veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlimdir? Şurası iyi bilinsin ki, zâlimler kurtuluşa ermezler.”3795
“Onların ateşin karşısında durdurulup, ‘âh ne olur, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve müslümanlardan olsak’ dediklerini bir görsen! Bil’akis daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer onlar, (dünyaya) geri gönderilseler yine men olundukları şeylere döneceklerdir. Zira onlar,
3787] 6/En'âm, 116, 148; 10/Yûnus, 66; 43/Zuhruf, 20; 51/Zâriyât, 10
3788] 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 4, 72; 58/Mücâdele, 2
3789] 6/En'âm, 148
3790] 51/Zâriyât, 10
3791] 25/Furkan, 72
3792] 3/Âl-i İmrân, 61
3793] 3/Âl-i İmrân, 94
3794] 5/Mâide, 41-42
3795] 6/En'âm, 21
DOĞRULUK / SIDK
- 907 -
kesinlikle yalancıdırlar.”3796
“... Kim, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenden daha zâlimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmelerinden ötürü azâbın en kötüsüyle cezâlandıracağız.”3797
“Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan (Kur’an’ı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu?!”3798
“De ki: Allah’a karşı yalan uyduranlar asla kurtuluşa ermezler.”3799
“Kim, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlimdir? Onlar (Kıyâmet gününde) Rablerine arz edilecekler, şâhitler de, ‘işte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’ diyecekler. Bilin ki, Alllah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. Onlar, (insanları) Allah’ın yolundan alıkoyan ve onu eğriltmek isteyenlerdir. Çünkü onlar özellikle âhireti inkâr ederler.”3800
“Yusuf: ‘Hayır, o kendisi benim nefsimden (murâd almak) istedi’ dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şâhidlik etti: ‘Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır. Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise, doğru söyleyenlerdendir. (Efendisi, Yusuf’un gömleğinin) arkadan yırtılmış olduğunu görünce, (kadına;) ‘şüphesiz bu, sizin tuzağınızdır. Çünkü sizin tuzağınız gerçekten büyüktür’ dedi.”3801
“Allah’ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların kendileridir.”3802
“Dillerinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında, ‘bu helâldır, bu da haramdır’ demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler. (Kazandıkları) Pek az bir menfaattir. Hâlbuki onlar için acıklı bir azap vardır.”3803
“... Pislikten, putlardan sakının; yalan sözden kaçının.”3804
“Eşlerine zinâ isnâdında bulunup da kendilerinden başka şâhitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şâhitliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şâhitlik etmesi, beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.”3805
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar; günaha, iftirâya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır. Şâirler (e gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vâdide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih amel yapanlar, Allah’ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendisini savunanlar
3796] 6/En'âm, 27-28
3797] 6/En'âm, 157
3798] 10/Yûnus, 39
3799] 10/Yûnus, 69
3800] 11/Hûd, 18- 19
3801] 12/Yûsuf, 26-28
3802] 16/Nahl, 105
3803] 16/Nahl, 116-117
3804] 22/Hacc, 30
3805] 24/Nûr, 6-7
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başkadır. Haksızlık eden zâlimler, hangi inkılâba (dönüş ve âkıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”3806
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”3807
“Allah’a karşı yalan uyduran, kendisine gelen sıdkı (gerçek olan Kur’an’ı) yalan sayandan daha zâlim kimdir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok sanki?”3808
“... Şüphesiz Allah, haddi aşan yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”3809
“Kahrolsun o kötü yalancılar! Onlar, koyu bir cehâlet içerisinde kalmış gâfillerdir.”3810
“Münâfıklar sana geldiklerinde: ‘Şâhitlik ederiz ki sen Allah’ın Peygamberisin’ derler. Allah da bilir ki sen elbette, O’nun Peygamberisin. Allah, münâfıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.”3811
“Rabbinden bir mükâfat, bir hediye, bir hesap görme olarak orada (cennette) onlar ne boş bir lakırdı, ne de birbirlerine karşı yalan işitirler.”3812
“Gerçek şu ki, şâyet yapmakta olduğu kötü davranışlardan vazgeçmezse, derhal alnından (perçeminden) yakalar, cehenneme atarız. Çünkü o, yalancı, günahkâr bir alın! O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız. Hayır! Ona uyma! Allah’a secde et ve yalnızca O’na yaklaş!”3813
Yalan Söylemenin Câiz Olduğu Yerler
Yalan, aslında haramdır; ancak zarûrî hallerde yalana ruhsat verilmiştir. Kur’an’ın ahlâk normları çerçevesinde genel olarak yalancılık olumsuz bir karakter olarak değerlendirilir. Fakat insanlar arasında barışı sağlamak, savaş gibi durumlarda düşmana fırsat vermemek, bir doktor olarak gerekiyorsa hastaya moral vermek ve benzeri durumlarda şeklen yalana benzeyen davranışlar mâzur görülmüştür. Doğrunun bilinmesi bazı durumlarda zararlara yol açar. Bir şeyin hakikatini bilmemek, câhilin veya başkasının maslahatına daha uygun olduğu durumlar vardır. İşte bu durumlarda yalan, o câhilliği oluşturduğu için bazen ruhsatlı, hatta bazen farz olur. Yalanın günah olması, kendisinden dolayı değil; söyleyenin, muhâtabın veya başkasının zararına yol açtığı içindir. O yüzden bazı yerlerde, yalan doğrudan daha hayırlıdır. Bir insanı öldürmek için kovalayan zâlime, saklanan mazlumun yerini doğru olarak söylemek, elbette yalan söylemekten çok kötü ve büyük günahtır. Böyle bir durumda, yalansız ıslah gerçekleşmeyecekse, gerekli olan yalan söz, dinin yasağı değil; emri olan bir yalandır.
Konuşma, maksat ve hedeflere ulaştırma vesilesidir. O yüzden, yalanla ulaşılabilen her güzel maksada doğrulukla da ulaşılabiliyorsa, bu durumda yalan
3806] 26/Şuarâ, 221-227
3807] 29/Ankebût, 2-3
3808] 39/Zümer, 32
3809] 40/Mü'min, 28
3810] 51/Zâriyât, 10-11
3811] 63/Münâfıkun, 1
3812] 78/Nebe', 35-36
3813] 96/Alak, 15-19
DOĞRULUK / SIDK
- 909 -
söylemek haramdır. Eğer o güzel hedefe doğrulukla değil; ancak yalanla varılabiliyorsa, burada yalan söylemek mubahtır, ama tekrar edelim; eğer o maksat mubahsa/güzelse. Eğer elde edilmesi istenen maksat, farz ise, ona varılmak için yalan söylemek de farz olur. Nitekim, bir müslümanın kanını, canını, nâmusunu korumak farz olduğu gibi, onu korumak için gerekli yalanı söylemek de farzdır. Ne zaman savaş ve benzeri durumlarda zulmün ve fesâdın önlenmesi yalan söylenmeden olmuyorsa, bu takdirde yalan söylemek câizdir. Ancak, yalanın câiz ve ruhsatlı olduğu yerlerde bile, başka imkân varsa, yalandan kaçınmak uygundur. Çünkü yalan, şeytanın ve nefsin kolay istismar edebileceği bir kapıdır. O yüzden yalanın esasında haram olduğunu unutmamak, ancak zarûret için ve zarûret miktarı mubah olduğunu değerlendirmek şarttır.
“İnsanların arasını düzeltmek maksadıyla birinden ötekine uygun/hayırlı sözler taşıyan veya hayırlı konuşan yalancı sayılmaz.”3814 Ümmü Külsûm şöyle dedi: “Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ın şu üç hal dışında, halkın yalan söylemesine ruhsat verdiğini hatırlamıyorum: Harpte, kişilerin arasını düzeltmekte ve (aile dirliğini sağlamak için) kocanın hanımına, hanımın kocasına söylediği sözlerde.”3815 “Yalan, yalnız üç yerde câizdir: Adam, karısını memnun etmek için (yalan) konuşur, savaşta ve insanları birbiriyle barıştırmak için.”3816
Görüldüğü gibi, üç yerde yalan konuşmanın câiz olduğuna dair açık bir istisnâ vardır. Yalnız, bütün bu durumlarda bile, doğru söyleyerek ihtiyaç giderilecekse, yalana mürâcaat edilmemelidir. Yalan kapısı, mecbur olmadan hiç aralanmamalı, şeytanın bu yalancı ağız kapısından kalbe girip orayı işgal etmesine fırsat verilmemelidir.
Bunların dışında kalıp da sahih maksat taşıyanların da bunların hükmünde olduğu belirtilir. Zâlim bir kimseden parasını, malını, canını korumak için yalan söylemek, İslâm’ın hükümleriyle hükmetmeyen devlet yönetimine ve zulmedecek güçlere karşı müslümanlara zarar verecek bilgiler vermemek için, meselâ çocuğu eğitmek için gerekli korkutma, caydırma ve sakındırma amacıyla, yani, yalandan daha büyük günahlara, kötülük ve zararlara engel olmak için başka çözüm yoksa, ifsâd değil; ıslah amaçlı yalana mürâcaat etmek mubahtır. Tüm bunların da sınırı vardır, bu ruhsatlar istismar edilmemelidir. Meselâ, doğru söyleminin büyük mahzurları olduğu herhangi bir durumda, yalan söylemenin de mahzurları unutulmamalı, iki sakıncalıdan ehven olan tercih edilmelidir. İki tarafın sakıncaları da birbirine yakın ise, doğru tercih edilmelidir. Çünkü yalan, zarûretten veya çok mühim bir sebepten mubah sayılmıştır. Tercih sebebi olmayınca, iş aslına rücû eder; asıl olan şey, yalanda haramlık olduğundan, yalanda yasaklık devreye girer. Maksatları ve sakıncaları ölçmek zor olduğu için, imkân nisbetinde yalandan kaçınmalıdır. Bu konuda ölçü olarak; sadece kendi şahsını, kendi menfaat ve maslahatını ilgilendiren hususlarda imkân nisbetinde yalana başvurmamalı; başkası ile alâkalı konularda, diğer insanları zarara düşürmemek ve onların maslahatlarını korumak için gerekli olduğu kadar doğrudan tâviz verilebilmelidir. Ama ne yazık ki insanlar, çoğunlukla kendi menfaatleri, basit çıkar ve kârları için yalana başvurmaktalar. Mubah olduğu kanaatiyle
3814] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101, hadis no: 2605; Ebû Dâvud, Edeb 50, hadis no: 1920; Tirmizî, Birr 26, hadis no: 2004
3815] Müslim, Birr 101
3816] Tirmizî, Birr 26, hadis no: 2003; Ebû Dâvud, Edeb 58, hadis no: 1921
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yalan söyleyen herkes ictihad yapmaktadır. Yalan söylemesini gerektiren sebebin İslâm şeriatında doğru söylemekten daha önemli olduğu değerlendirmesini yapmaktadır. Bu ictihadın çok güç bir şey olduğunu unutmamak gerekir. Yalan mahzurludur; bu özel durumda doğruluktan da mahzur doğacaktır; bu iki mahzuru karşılaştırmak, doğru bir terâzi ile tartmak durumundadır. Doğruluktan doğan sakıncanın/mahzurun şer’an yalandan daha şiddetli bir sorumluluk doğuracağını bildiği ve değerlendirdiği zaman yalan söyleyebilir. Hayır, eğer o maksat, doğrunun maksadından daha kıymetsiz ise, doğruluk farz olur. O yüzden mutlaka gerekli olmayan yalanı terketmek daha evlâdır. Kan dökmek ve günaha girmek gibi hususlardan kaçınmak için, yalan mutlaka gerekiyorsa o durumlarda tercih edilir.
Bazı dinini ve kendini bilmezler, amellerin faziletleri ve günahların şiddeti hakkında hadis uydurmanın câiz olduğunu ve bundan maksadın sahih olduğunu iddiâ etmişler ve iyi niyetle(!) nice hadis uydurmuşlardır. Allah’a ve Rasûlüne yalan isnâd etmek, dine iftirâ etmek, en büyük günahlardandır. “Benim üzerime yalan uyduran cehennemdeki yerine hazırlansın.”3817
Târiz Yoluyla Söylenen Yalana Benzer İfadeler
Seleften nakledildiğine göre, gerektiği zaman târiz yoluyla konuşmak, insanı yalanın günahından kurtarabilir. Hz. Ömer (r.a.). “târiz yoluyla konuşmakta, insanı yalandan kurtaran bir taraf vardır” demiştir. Bundan maksat, insan yalan söylemeye mecbur kaldığı vakit, îmâ ve târiz yollu sözlerle onu atlatmaktır. Zarûret olmadığı zaman, târiz yoluyla konuşmak da câiz değildir. Bu konu istismar edilmemeli, yalana köprü yapılmamalıdır. Borcuna sâdık olmayan bir kimse borç isteyince onu darıltmadan geri çevirmek için, “cebimde beş kuruş yok” demek gibi, karşıdaki insanın farklı anlayacağı, fakat ağızdan çıkan sözün aslında gerçeğe ters olmadığı, yalana benzeyen sözler târiz olarak değerlendirilir. İbrâhim Nehâî, kendisini ilimden ve hayırdan alıkoyacak sevmediği bir adam kapıya geldiği zaman, hizmetçisine şöyle tenbih ederdi: “Benim için, ‘burada değil’ deme; ‘dur, mescide bir bakayım, onu arayayım’ de.” Şa’bî de, sevmediği biri kendisini aradığı zaman, hemen bir daire çizer ve hizmetçisine, “parmağını bu dairenin içine koy ve ‘burada değil’ de” diye târiz yollu ifade kullandırırdı.
Bütün bu ve benzeri yollar, ihtiyaç halinde başvurulan sâlim yollardır. Zarûret olmadıkça bunlara başvurulmaz, câiz değildir. Zira bunlar, her ne kadar açıkça yalan değillerse de, yalanı arttıran ve ona benzeyen şeylerdir ve mecbur olunmadıkça, bu tür şeylere mürâcaat, mekruhtur. Fakat normal durumlarda da, târiz yoluyla yalana benzer söz söylemek, açık yalan söylemekten, günah ve azap bakımından daha hafiftir. Târizler, açık yalan gibi olmadığından, hafif sebeplerden dolayı mubah olabilirler. Şaka ile başkasının gönlünü hoş etmek gibi. Peygamber Efendimiz, şaka ile de olsa hiç yalan söylememiş ve şaka ile de olsa yalana müsâade etmemiştir. Ama güzel nükteler, şakalar yapmıştır: Bir adam için “gözünde beyaz olan adam”, bir başkasına (her büyük devenin de, aslında bir devenin yavrusu olduğunu kastederek); “seni deve yavrusuna bindireyim” buyurması, ihtiyar bir kadına “cennete ihtiyarlar gitmeyecektir” demesi, sonra bunu, “gençleşerek gideceklerdir” diye açıklaması gibi.
3817] Buhârî; Müslim
DOĞRULUK / SIDK
- 911 -
Günlük hayatta yalana sık rastlanırken; yine yalana benzer, ama câiz de olmayan veya en azından riskli ifâdelere de çok şâhit olunmaktadır. Şaka ile söylenen yalanlar, mübâlağalı/abartılı anlatımlar, kibarlık ve alışkanlık gereği söylenilen ve adına beyaz yalan denilen sözler (karnı açken, davet edildiği sofraya oturmamak için, kibarlık veya utangaçlıktan dolayı “ben tokum” veya “iştahım yok” demek gibi, “Nasılsın?” sorusuna verilen bazı cevaplar gibi, “saat kaç?” sorusuna çoğu cevap gibi). Bazen içeriğine katılmadığı halde, muhâtabın bir konuşmayı dinlediğini belirtmek için “evet” dediği veya arada bir kafasını salladığı olur. Bunlar da tasdik anlamına ve anlatılanın onaylandığı hükmüne gelebilir. Bütün bu ve benzeri durumları iyi tahlil etmek, yalanla ilgisini tesbit etmek gerekmektedir. Bunların bazısı, açık yalan, bazısı yalanla doğru arası bir söz veya fâsıklığa girmeyen yalan grubundan ya da târiz grubuna dâhil olabilir. Kişinin muhâtabına; “seni on defa aradım”, “ben sana bunu yüz kere dedim” demesi; bununla sayıyı değil mübâlağayı anlatmak istemesi gibi; eğer kişi, sadece bir defa aramış veya söylemiş ise, bu durumda sözü yalan olur; ama birkaç kez aramışsa, bu sözüyle günahkâr olmaz.
Çocuklar Neden Yalan Söyler?
Çocuğunuz da böyle veya buna benzer davranışlar gösteriyorsa paniğe kapılmayın, çünkü bu olayları yaşayan sadece siz değilsiniz. Bütün çocuklar yalan söyler. Ama yalancı doğmazlar. Sadece, yalan söylemeyi öğrendikleri bir gelişim süreci yaşarlar.
Yalancılık çok çirkin ve kötü sıfatlardan biri ve hem de büyük günahlardandır. Onurlu ve şahsiyetli bir insan yalan söylemez. İslam dini de bu çirkin sıfatı kınamış ve büyük bir günah saymıştır.
Çocuğunuzun yalanıyla özellikle ilk yalanıyla karşılaştığınızda, size en kaygı verici olan, onun kötü karakterli olabileceği korkusudur. Paniğe kapılmadan, sakin ve doğru dürüst düşünebilmek için en iyisi olay geçinceye kadar serinkanlı olmaya çalışmaktır. Çocukların yalan söylemeleri, doğruyu söylemeleri kadar normal gelişim gösteren bir davranıştır.
Uzmanlar, yalanın kişinin özerkliğini sağlama ve kendisini ailesinden farklı bir birey olarak kabul ettirme sürecinde geliştiğini vurgularlar. Çocuklar, anne - babalarını kandırarak onların her şeye gücü yeten, her şeyi bilen insanlar olmadıklarını anlarlar. Bir çocuğun ilk araştırıcı yalanı söylemesi kaçınılmazdır. Bu yalanlara hazırlıklı olmanız gerekir. Bu, gerçeği sınama yolunda atılmış bir adım ve yaşam deneyimidir.
Uzmanlar yedi yaş öncesinde çocuğun yalan söylemediğini ileri sürerler. Bu yaş dönemindeki çocukların yalanları kendilerine hoş gelen hayallerden kurulmuş bir oyundur. Kendilerine haz sağlamak için böyle bir oyunu oynayıp dururlar sürekli. Kendi düşlerine gerçekmiş gibi bakan anlatma meraklısı çocuklara “yalancı” damgasının vurulması oldukça yanlıştır.
Çocuk büyüdükçe gerçekleri daha iyi anlamaya başlayacak, gerçekdışı durumları ayırabilecektir. Bu nedenle okul öncesi dönemde çocuğun doğru olmayan her sözüne yalan damgası vurmak yanlış olur. Böyle bir durumla karşılaşıldığında çoğu anne-baba çocuklarını suçlamakta hatta cezalandırmaktadır. Gelecekte çocukta yalanın yerleşmesinde, ailelerin onlara iyi birer model olmaları çok önemli
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir etkendir. Bu nedenle çocuklar sık sık cezalandırılmamalı, onlara iyi örnek olunmalı, gerçeklik kavramları gelişemediğinden hayal ile gerçeği ayırt edememeleri karşısında onlara yalancı etiketi yapıştırılmamalıdır.
Çocuk Yalan Söylemeyi Nasıl Öğrenir?
Yetişkinleri taklit, çocuğu yalana iten en büyük etkendir. Yetişkinler kendi aralarında ve daha da önemlisi, çocuklara yalan söylerler. Bunun da ötesinde yetişkinler, bazen çocuğun yalan söylemesini isterler. Örneğin, “Dün Evdeydik diyeceksin”’ ya da, “bunu yaptığımı babana söylemeyeceksin” gibi tembihlerde çocuğu yalana iterler. Yalan söylemenin empoze edilişi açık bir şekilde olmayabilir, örnek olma da bir tür telkindir. Örneğin, istemediği bir yere gitmemek için başının ağrıdığın bahane eden anne, sofrada çocuğuna ellerini yıkayıp yıkamadığını sorduğunda, çocuk yemeğe başlamak için olumlu yanıt verecektir. Bundan sora her durumda isteğine uygun yanıt arayacak ve bundan suçluluk duymayacaktır.
Sinemaya giden ana-baba diş hekimine gidiyorum derse, kapı çaldığında evvela çocuğuna “yok!” dedirtirse, o çocuk doğru bir genç olamaz.
“Ahmet Bey 6 ve 7 yaşlarında iki oğlu ile bir gişeden geçiyorlar. 6 yaşındaki çocuklar ücretsiz. Baba gişe memuruna çocuğunun birinin yedi yaşında olduğunu söyleyip ödemesini yapıyor. Gişe memuru “Siz söylemeseydiniz ben yaşlarını bilemezdim” diyor. Baba “Ama onlar zaten biliyorlar” cevabını veriyor.”
Yukarıdaki örnek doğruluğun vaaz veya konferans şeklinde anlatılması değil, yaşayarak, örnek olma dili ile anlatılması gerektiği mesajını vermektedir.
7 yaşına kadar çocukta gerçeklik duygusu gelişmemiştir. Anne çocuğa “Bu senin değil, alma” dediğinde çocuk anlamaz, boş boş bakar. Çünkü mülkiyet duygusu gelişmemiştir. Her şeyin kendisine ait olacağını düşünür, doğuştan benmerkezcidir. Anne ve babanın rolü burada önemlidir. Yalanın, hırsızlığın yanlış olduğu çocuğa öğretilmelidir. Vazoyu kıran çocuk elinde vazo parçaları varken ben kırmadım diyebilir. Annenin aşırı tepkisi veya ilgisizliği çocuğun bu konudaki değerlerini oluşturacaktır.
Çocuk takdir edilmek, ilgi ve şefkat beklentisi için yalan söyleyebilir. Cezadan kurtulmak veya suçu saklamak için, eleştiriden kaçmak için, olduğu gibi değil büyüklerin istediği gibi görünmek için yalan söyleyebilir. Bazı çocuklarda çocuksu düşmanlık, kıskançlık duygusu da yalan söyletebilir. Çocuğun yanlış ana-baba tutumlarına karşı tek silahı genelde yalan söyleme olmakta; yalan davranış kalıbı huy haline gelmektedir.
Bir gün büyük suç işleyen gencin idamına karar verilir. İdam sehpasında gence son isteği sorulur. O da annesinin dilini öpmek istediğini söyler. Anne çağırılır. Genç annesinin dilini öperken ısırır. Sonra şöyle der: “Bana küçükken yalan söylemeyi öğrettin, ben de böyle oldum”.
Yalana yol açan bir başka olay, suçu çocuğa baskıyla kabul ettirmektir. Gilbert Robin’in örneği şöyle: Anne şeker kutusunu bulamaz ve kızını almakla suçlayarak: -’Sen yaptın, biliyorum, itiraf edersen cezalandırmayacağım!’ der. Sonunda çocuk, yapmadığı suçu kabul etmek zorunda kalır.
Çocuğuna işine yarayacağı zaman yalan söyleyebileceği düşüncesini öğreten
DOĞRULUK / SIDK
- 913 -
ve gösteren anne-baba çocuğun geleceğini şekillendirmiş olmaktadır. Yalanı teşvik eden aile durumuna düşmemek amaç olmalıdır.
Yalan Çeşitleri
Yalanının birçok çeşidinden söz etmek mümkündür. Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Taklit yalanları: Çocukları eğlendirmek için, onların ilgilerini çekmek için büyükler tarafından söylenenlerin çocuk tarafından gerçekmiş gibi algılanmasıdır.
2. Hayali yalanlar: Bu yalanlar erken çocukluk döneminde, okul çağına gelmemiş çocuklarda görülür. Hayal ile gerçeği ayırt edemediğinden yalan söyler.
3. Abartı yalanları: Abartı çocuklarda oldukça sık görülen bir özelliktir.
4. Sosyal yalanlar: Toplumumuzda en çok görülen yalan türüdür. Çocuklar bu yalanları daha çok anne ve babalarından öğrenirler. Örneğin sağlıklı olmanıza rağmen sizi davet ettikleri yere, rahatsızım diyerek katılmamanız.
5. Savunma yalanları: Çocukların ve gençlerin kendilerini korumak için söyledikleri yalanlardır.
6. Dikkat çekme yalanları: Çocuklar, çoğu zaman dikkat çekmek için yalana başvururlar. Ödevini yapmayan bir çocuk, “ödevimi yaptım, hem de okulda yaptım” diyebilir.
7. Takdir-Mükâfat yalanları: Başkalarının beğenisi amacı ile söylenen yalanlardır.
8. İnadına söylenen yalanlar: Sevilmeyen kimseler için ya da birisini kızdırmak amacı ile söylenen yalanlardır.
9. İntikam yalanları: Çocukların, karşılarındaki insanlardan intikam almak amacı ile başvurdukları yalanlardır.
10. Menfaat yalanları: Bu tür yalanlar, başkalarından çıkar ve menfaat beklenildiği zamanlarda sık olarak söylenmektedir.
11. Patolojik yalanlar.
Yalan Söylemenin Nedenleri
Zihinsel düzeyi düşük çocukların gerçeğe çok aykırı yalanlar söyledikleri, buna karşılık normal ve üstün zekâya sahip olanlarınsa, mantığa daha uygun yalanlar söyledikleri ve ayrıntılı öyküler uydurdukları saptanmıştır. Aileye bağlılık, dayanışma, verilmiş söze saygı gibi durumlar yalan söylemeye neden olabilir. Örneğin, 10 yaşındaki bir kız çocuğu, karnelerin alındığı gün, anne ve babasına karnelerin verilmediğini söyler. Oysa karnesi kötü olduğu için anne babasının ona kızmayacağını ve onu kınamayacağını çok iyi bilir. Ama yalnızca annesini üzmeme kaygısı içindedir. Çünkü iyi bir karne getireceğine söz vermiştir.
Çocuk çekingenlikle de yalan söyleyebilir. Bu tip yalanını oluşumunda heyecana kapılma önemli rol oynar. Bir gün anne babasının, konukları önünde şiir okuması isteğine “Unuttum” karşılığını verir. Şiiri çok iyi hatırlamasına karşın,
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
topluluk karşısında okumaya cesareti yoktur. Çekingenlik çoğu kez çocuğun hatasını itiraf etmesini engeller ve ceza kaygısından daha güçlüdür.
Bazen de çocuk kendisini fazla karışılması nedeniyle yalan söyler. Bu durumda hata yetişkindedir. Eğitici çocuğun dünyasına ait her şeyi öğrenmek ister. Bu davranış çocuğu zayıflığıyla alay edilmiş izlenimini verir. Kendince karşılık vermek için yalandan yararlanır. Örneğin, ikide bir kardeşini sevip sevmediği sorulan çocuk, aslında kardeşini sevdiği halde: “Sevmiyorum” yanıtını verebilir.
Bunun yanı sıra, iyi gelişmemiş ahlâk bilinci ve grup içinde statü kaybetme endişesi bazen çocuğu içinde bulunduğu bazı durumları utanç verici gibi gösterebilir. Örneğin, ailenin fakirliği, cinsel konular üzerine bilgi eksikliği gibi. Çocuk bu durumda ailesinin geçim sıkıntısı yokmuş gibi tanıtır, cinsel konuların kendisi için sır olmadığını söyler.
R. Allendy’e göre, yalana neden olan dört etken, aşağılık duygusu, suçluluk duygusu, saldırganlık ve kıskançlıktır. Olması gereken eğitimsel koşullarda yetişmiş normal çocuk yalan söylemez. Eğitimci ve yetişkinlerin, kendileri ve çevreleriyle barış içinde olan çocukların, yalana en az başvuranlar olduklarını unutmamaları gerekir. Bir tür aldatma olan, derste kopya çekmekle bencillik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Yine yalancılık; hırsızlık, okuldan kaçma gibi davranış bozukluklarıyla yakından ilgilidir. Bu tür çocuklar, ceza tehlikesinden korunabilmek için çekinmeden yalana başvurur, olanı doğru gibi değil de, büyüklerin istedikleri gibi göstermekten çekinmezler.
Yalanların çoğu sosyal yalan çerçevesi içindedir; okuldaki başarısızlığını saklamak, küçük hırsızlıklarını gizlemek ve ilgi görmek amacıyla söylenmektedir. Yalan söylemesinin nedeni, ailesi tarafından sevilmediğine inanması, evine dönmek istemesi, aile baskısı, sevilme isteği, mutluluk özlemidir.
Çocuk ergenlik dönemine girdiğinde, yalanın türü ve içeriği değişir. Genç; nezaket, gönül alma, vb. nedenlerle özel ve tümüyle bilinçli bir davranışla yalana başvurur ki bu tür “yalan” adını alır.
Ne Yapmalı?
Çocuğun yalan söylemesiyle etkili bir mücadele için öncelikle yalanın ne tür olduğu bilinmelidir. İncelediğimiz yalan tipleri arasındaki farkların iyice görülmesi ve yalandan çok, buna neden olan psikolojik faktörler ele alınmalıdır. Küçük çocuğun (sözde) yalanları, ahlâkî bir hata gibi görülmemelidir. Böyle bir davranış karşısında değer yargılarını anlatmak ya da kızgınlıkla cezalandırmak yanlış olur. Önceden çocuğa doğru söylemenin övülmeye değer bir davranış olduğu anlatılmalıdır.
Yetişkinler çocuğa iyi birer örnek olmalı ve davranışlarında, çocuklarında görmek istemedikleri hatalara yer vermemelidirler. Patolojik yalan karşısında hem psikolojik durum, hem de eğitsel etkenler üzerinde durulması gerekir.
Aşırı duygusal çocuğun kaygı ve çekingenlik yüzünden yalan söylemesi nedeniyle ona güven verilmeli, öfke ve kınama tepkilerinden kaçınılmalıdır. Oluşmuş bir yalan karşısında mücadele, kötünün iyisini yapmaktan başka bir şey değildir.
Aşırı kızgınlık, çocuğun yalanını engellemek açısından olumsuz bir davranıştır.
DOĞRULUK / SIDK
- 915 -
Bu yolla oluşturulan suçluluk duygusu, çocuğu yalandan uzaklaştıracak yerde, daha çok yaklaştırır. Genelde yalan bir hata gibi görülür ve suçluluk duygusu itirafla son bulur. Çocuğun itiraf etmesine yardımcı olmalıdır. Ancak çocuğu kendisi ve çevresiyle barıştırmazsa, itirafın değeri olmaz.
Davranışınızın, konuşmaktan daha etkili olacağını unutmayın. Toplumdaki herkes, başta anne, baba ve öğretmenler yalan söylemekten kaçınmalıdırlar. Çocuğun çevresindeki kişiler ne kadar dürüst olurlarsa çocuk da o kadar dürüst olacaktır.
Çocukların yaptıkları hatalara karşı anlayışlı olmaya çalışın. Hatalarının karşılığını hemen cezalandırma yoluna gitmeyin. Onu dinleyin ve açıklama yapmasına imkân tanıyın. Çocuklarınızın arkadaşlarını tanımaya çalışın. Bazen arkadaş, anne ve babadan daha etkilidir. Çocuğunuzun arkadaşlarını evinize davet ederek, yanlış davranışlar edinmesinin önüne geçin. Çocuklarınızdan asla yapamayacakları beklentilerden uzak olun. Onların yetenekleri doğrultusunda isteklerde bulunun. Bunun için de çocuğunuzu tanımaya çalışın.
Çocuğunuzun bedenî ve zihnî gücünü, sosyal ve duygusal özelliklerini gerçekçi bir gözle tanımaya çalışın. Okul ödevlerini yapıp yapmadığını, arkadaşları ile ilişkilerini, televizyonda hangi programları izlediğini, bilgisayar ve interneti nasıl kullandığını, boş zamanlarında neler yaptığını, nerelere gittiğini öğrenin.
En önemlisi, insan olarak çocuklarımıza iyi birer örnek olmamızdır. Onların nasıl olmasını istiyorsak önce kendimizin öyle olmak zorunda olduğumuzu unutmayalım. Çocuklarımızın yalan söylemeleri üzerinde önemle durmak zorundayız. Şu an, içinde bulunduğumuz zaman ve toplum bakımından bu durum hiç de kolay değildir. Ama nasıl bir kurt, meyveyi için için yer bitirir, işe yaramaz bir hale getirir ise yalan da toplumu aynı şekilde içten içe yiyip bitirecektir. Yalanın topluma nükleer bombalardan daha büyük zararlar vereceği gerçeğini her zaman hatırlamak zorundayız.
Kısaca, yalancılık olayı çevresel ilişkilerle birlikte ele alınmalıdır. Önce çocukta yalancılığın gelişmesini kolaylaştıran nedenlerin bulunması gerekir. Sonra da aile çevresiyle işbirliği yapılır, çocuğa doğruluğun yararları, getireceği haz ve avantajlar elle tutulur biçimde öğretilmelidir.
Yalan Yemin
Yalan yemin; vâkıaya aykırı olan bir şeyin doğruluğuna yemin etmek demektir. Yalan yere yemin eden kişi, Allah’ı yeminine şâhit göstererek insanları kandırmak istediği için O’nun mukaddes adını istismâr etmekte, O’na iftirâda bulunmaktadır. Bu nedenle Hz. Peygamber, büyük günahların en büyüklerinden birinin de yalan yemin olduğunu söylemiştir.3818 “Birbirinizi aldatmak için (yalan) yemin etmeni, bu yüzden yere sağlama basan ayak sürçebilir ve Allah yolundan alıkoymanıza karşılık kötü bir azap tadarsınız. Bunun için size (âhirette de) büyük bir azap vardır.”3819 âyeti, yalan yemin cezâsının İlâhî azap olduğunu belirtmektedir.
Bir kimse, geleceğe yönelik yaptığı bir yemini bozduğunda, keffâretini ödemek sûretiyle yemin günahından kurtulur; fakat yalan yemin, öyle büyük bir
3818] Buhârî, Edeb 6
3819] 16/Nahl, 94
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günahtır ki, onun cezâsını keffâret dahi düşüremeyeceği için, yalan yeminde keffâret olmaz. Böyle bir günah işleyen kişi, yalanına şâhit gösterdiği Allah’a tevbe etmeli, af dilemeli ve bir daha bu günahı işlememelidir. Onun günahının affı ancak Allah’a kalmıştır. Yalan yeminle başkalarının hakkını almışsa, isterse bu kanun yoluyla olsun, ikinci bir günah daha işlemiş olur. Haksız yere elde edilen bu hak, sahibine dönmedikçe tevbe ile kurtuluş olmaz. Meselâ bir kimse, ödemediği borcunu bile bile “ödedim” diye yemin etse, karşı taraf da alacağını isbat edemese ve mahkeme, yalan yemin edenin borçsuz olduğuna hükmetse, bu kişi iki büyük günahı birden işlemiş olur.
Bir de dikkatsizlik, kötü alışkanlık, hata... gibi sebeplerle yalan yere yemin etmek durumuna düşülür. Şüphesiz bunun günahı, diğeri gibi değildir. Fakat gelişigüzel, gereksiz ve boş yere Allah’ın adını anmak, gerekmediği halde O’nun adına yemin etmek de bir günahtır. Bu nedenle dile hâkim olmalı, yemini alışkanlık haline getirmemeli, ancak çok önemli durumlarda yemin etmelidir.
Yeminde niyet, yemin ettirenin maksadına göredir. Bu nedenle, yemin eden kişi, kalbinden başka şeyleri geçirerek yemin ederse yine yalan yemin etmiş olur. Meselâ, Ahmed’e olan borcu için yemin ettirilen kişi, Mehmed’e ödemiş olduğu borcu kast ederek, “borcumu ödedim” diye yemin ederse, yalan yemin etmiş olur. 3820
“Acı da olsa doğruyu söyleyin.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Hakk’a uygun olan şey, gerçek anlamda ‘hakikat/doğru’ olabilir. Hakk’a uygunluğu isbatnamayan göreceli/sanal ‘doğru’, bir zandan ibârettir.”
“Gerçek doğruluk, doğru bir niyetle, tevhid halinin doğruluğudur.”
“Yanlış sonsuz şekillere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olabilir.”
“Evvelâ doğruyu bilmek gerektir; doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama evvelâ yanlış bilirse doğruya ulaşılamaz.”
“Doğruyu yanlıştan ayırmanın tek çâresi, mümkün olduğu kadar şüphe etmektir. Ve doğru da, kendisinden şüphe edilmeyen şeydir.”
“Doğruluk, her çeşit koşul altında meyve verir.”
“Doğruluğun en güzel meyvesi, ruh huzûrudur.”
“Doğruluk, hayatta iyi bir nâmın en vefâlı dostudur.”
“Hiçbir miras, doğruluk kadar zengin değildir.”
“Doğruluk, çok büyük bir kuvvettir. Doğru, kimseye mağlûp olmaz. Saâdet, doğruların bahçesinde yetişen çiçektir.”
“Birisi size: ‘Dürüst insan diye bir şey yoktur’ derse, o kimsenin bir düzenbaz olduğuna inanın. Çünkü doğru olan, doğruları bulur.”
“insanların doğruluğu, yaptıkları işle ve ulaştıkları makamla değil; davranışlarıyla ölçülür.”
“Her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu (her yerde) söylemek doğru
3820] Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 6/373
DOĞRULUK / SIDK
- 917 -
değildir.”
“Dinlerseniz, size her zaman doğru yolu gösteren bir sesin var olduğu görür, unutmazsınız.”
“Doğruyu konuşmak için, iki kişi gerekir. Doğru söyleyen, doğru dinleyen.”
“Şurada burada güçlü adımlarla dolaşmaktansa, doğru yolda sekerek yürümek iyidir.”
“Düşe kalka, ama dosdoğru!”
“Doğru bilinmeyince eğri bilinmez.”
“Doğru gidenin başı duvara çarpmaz.”
“Doğru, Mevlâ’sından başka kimseden korkmaz.”
“Doğru, sarsılır ama yıkılmaz.”
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”
“Doğru söyleyenin bir ayağı üzengide gerek.”
“Doğru söz acıdır.”
“Doğru söz çok kişiye batar.”
“Doğru söz yemin istemez.”
“Doğru söze akan sular durur.”
“Doğru söze ne denir?”
“Doğru söze canım kurban.”
“Doğru yol usandırır ama selâmettir.”
“Doğruluk Hak kapısıdır.”
“Doğruluk minârede kalmış, onun da içi eğri.”
“Doğruluk su kabağıdır, batmaz.”
“Doğrunun yardımcısı Allah’tır.”-
“Hak doğrudadır.”
“Hak, doğrunun yardımcısıdır.”
“Sadâkat selâmettir.”
“Hak söz acı olur.”
“Hak söze mecnun dahi râzı olur.”
“Doğru yolda giden kaplumbağa, yanlış yolda koşan yarış atını geçer.”
“İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh,
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”
“Âlem içre ne var fenn ü hüner;
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Doğruluktur cümlesinden mu’teber.”
“İstemez doğru giden menzil-i maksûda delil.”
“Rabbim Allah’tır” de, sonra dosdoğru ol;
Sırât-ı müstakîmdir, budur en doğru yol.”
“Küfrün mâhiyeti yalan, imanın mâhiyeti doğruluktur.”
“Yalan uyduranlar, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlardır.”3821
“Allah’ım, kalbimi nifaktan, edeb yerimi zinâdan ve dilimi yalandan temizle.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Şaka da olsa yalandan kaçınmadıkça ve kendisi için sevdiğini başkaları için de sevmedikçe insanın imanı kemâle ermez.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Yalan rızkı azaltır.” (Hadis-i Şerif Meali)
“Allah yanında en büyük hata, yalan konuşmak ve en kötü pişmanlık, kıyâmet günündeki pişmanlıktır.” (Hz. Ali)
“Eğri olanın gölgesi de eğridir.” (Hz. Ali)
“Müseyleme’yi esfel-i sâfilîne düşüren “yalan” olduğu gibi, Muhammedü’l-Emîn’i âlâ-yı ılliyyîne çıkaran da doğruluktur.”
“Hayır için söylenen yalan, fitne çıkaran doğrudan iyidir.”
“Yalanın faydası bir kere içindir gerçeğin ise sonsuzdur.”
“Yalan geçici, doğru ebedîdir.”
“Doğru söylediği zaman kimse inanmayacak... İşte yalan söylemenin dünyadaki cezâsı budur.”
“Yalancının cezası, kendisine inanılması değil; onun kimseye inanamamasıdır.”
“Yalancı, bacaları karartan is gibi insanların içini karartır.”
“Yalancı, Allah’a karşı isyan edip kafa tutan, fakat insanlardan korkan bir serseridir.”
“İnsanlar, kendilerine karşı yalan söylemek zorunda kaldıkları kimselerden nefret ederler.”
“Günah işlemenin birçok araçları vardır; fakat yalan, bunların hepsine uyan bir saptır.”
“En zâlim yalanlar, genellikle sessizlik içinde söylenir.”
“En iğrenç yalan, gözyaşı şekline girendir.”
“Yalana borçlu olduğumuz mutluluk, gerçek mutluluk değildir.”
3821] 16/Nahl, 105
DOĞRULUK / SIDK
- 919 -
“Bulmak istersen saâdet, söyleme asla yalan.”
“Biz hakiki müslümanız; aldanabiliriz ama aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz!”
“Hoşumuza giden yalanları avuç dolusu yutarız da, acı gerçekleri yudum yudum içeriz.”
“Yılandan korkma, yalandan kork!”
“Yalan kadar insanı alçaltan bir şey yoktur.”
“Bir kez yalan söyleyenler ikincisini de söyleyebilirler.”
“Az yalan söylenmez; yalan söyleyen her yalanı söyler.”
“Yersiz yeminlerle kendini bu kötü alışkanlıktan kurtaramaz, insanları da inandıramazsın. En iyisi, yemin gerektirmeyecek kadar doğru konuş.”
“Hiçbir hayvan yalan kadar velûd/doğurgan değildir: Bir yalan en aşağı on yalan doğurur.”
“Hayatımda hiç yalan söylemedim, diyenler o dakikada bir katmerli yalan daha söylemiş demektir.”
“En çok kendinden söz eden, en büyük yalancıdır.”
“Düzenci bir kimse, tepeden tırnağa kadar yalan demektir.”
“Abartma, dürüst insanların yalanıdır.”
“Hak olmadıkça, yalan ortaya çıkmaz.”
“Eşyanın ve olayların kendileriyle uğraşın, çünkü onlar yalan söylemesini bilmezler.”
“İşe yalan karıştırmak, altın ve gümüş paralar için bir karışım kullanmaya benzer. Demir, bakır gibi karışımlar, madene sağlamlık verebilir ama kıymetini de düşürür.”
“Yalan pek tatlı bir şey olmalı ki, bu günahı dilimizle işleriz.”
“Yalanı söküp atmadan hakikati dikmeğe kalkışma; tutmaz.”
“Yalan söyleyenlerin güçlü bir belleğe ihtiyaçları vardır.”
“Yalan söyleyen unutkan olmamalı.”
“Yalanlar, gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, genellikle kendi aralarında da çatışırlar.”
“Üç çeşit yalan vardır: Zararsız yalanlar, zararlı yalanlar ve istatistikler.”
“Yalanın dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur.”
“Nice üstün görünümler altında yalan dolan vardır!”
“Yalan dinlemek, yalan söylemekten güçtür.”
“Yalan dünya!”
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yalancı dünyada rahat olmaz.”
“Yalan ile iman bir yerde durmaz.”
“Yalan var ki gerçekten yeğdir.”
“Yalancıda ne vefâ olur, ne de ar; ne semtine uğra, ne yanına var.”
“Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış.”
“Yalancının gemisi yürümez.”
“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
“Yalancının yalanı tükenmez.”
“Kâzip, kâtibin kardeşidir.”
“Ateşe yansa da beyt-i kezzâb, / İnanub kimse getirmez ana âb.”
“Merd olan kizbe tenezzül itmez. / Zillet-i kizbe tahammül itmez.”
“Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma;
Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.”
“Yalan bir ağaçtır, yemişi gerçek
Nereye çeker isen var bunu sen çek.”
“Sermâye-i şâirân tükenmez
Dünya tükenir, yalan tükenmez.”
“Doğruluk dilde yok, dudaklarda;
Hayr ayaklarda, şer kucaklarda.”
“Yalancılar ve ikiyüzlüler, her şeyi sözle yapan, yani hiçbir şey yapmayan kişilerdir.”
DOĞRULUK / SIDK
- 921 -
Kur’ân-ı Kerim’de Sıdk Kelimesi
A- Kur’ân-ı Kerim’de Sıdk ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (155 yerde): 2/Bakara, 23, 31, 41, 89, 91, 94, 97, 101, 111, 177, 196, 263, 264, 271, 276, 280; 3/Âl-i İmrân, 3, 17, 39, 50, 81, 93, 95, 152, 168, 183; 4/Nisâ, 4, 47, 69, 87, 92, 114, 122; 5/Mâide, 45, 46, 46, 48, 75, 113, 119, 119; 6/En’âm, 40, 92, 115, 143, 146; 7/A’râf, 70, 106, 194; 9/Tevbe, 43, 58, 60, 75, 79, 103, 104, 119; 10/Yûnus, 2, 37, 38, 48, 93; 11/Hûd, 13, 32; 12/Yûsuf, 17, 26, 27, 46, 51, 82, 88, 88, 111; 15/Hıcr, 7, 64; 17/İsrâ, 80, 80; 19/Meryem, 41, 50, 54, 56; 21/Enbiyâ, 9, 38; 24/Nûr, 6, 9, 61; 26/Şuarâ, 31, 84, 101; 27/Neml, 27, 49, 64, 71; 28/Kasas, 34, 49; 29/Ankebût, 3, 29; 32/Secde, 28; 33/Ahzâb, 8, 8, 22, 23, 24, 24, 35, 35, 35, 35; 34/Sebe’, 20, 29; 35/Fâtır, 31; 36/Yâsin, 48, 52; 37/Sâffât, 37, 52, 105, 157; 39/Zümer, 32, 33, 33, 74; 40/Mü’min, 28; 44/Duhân, 36; 45/Câsiye, 25; 46/Ahkaf, 4, 12, 16, 22, 30; 47/Muhammed, 21; 48/Fetih, 27; 49/Hucurât, 15, 17; 51/Zâriyât, 5; 52/Tûr, 34; 54/Kamer, 55; 56/Vâkıa, 57, 87; 57/Hadîd, 18, 18, 19; 58/Mücâdele, 12, 13; 59/Haşr, 8; 61/Saff, 6; 62/Cum’a, 6; 63/Münâfıkîn 10; 66/Tahrîm, 12; 67/Mülk, 25; 68/Kalem, 41; 70/Meâric, 26; 75/Kıyâme, 31; 92/Leyl, 6.
B- Kur’ân-ı Kerim’de Sırat-ı Müstakimle İlgili Âyet-i Kerimeler (33 yerde): 1/Fâtiha, 6; 2/Bakara, 142, 212; 3/Âl-i İmrân, 51, 101; 4/Nisâ, 68, 175; 5/Mâide, 16; 6/En’âm, 39, 87, 126, 153, 161; 7/A’raf, 16; 10/Yûnus, 25; 11/Hûd, 56; 15/Hıcr, 41; 16/Nahl, 76, 121; 19/Meryem, 36; 22/Hacc, 54; 23/Mü’minûn, 73; 24/Nûr, 46; 36/Yâsin, 4, 61; 37/Sâffât, 118; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43, 61, 64; 48/Fetih, 2, 20; 67/Mülk, 22.
C- Kur’ân-ı Kerim’de Kizb ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (282 yerde): 2/Bakara, 10, 39, 87; 3/Âl-i İmrân, 11, 61, 75, 78, 94, 137, 184, 184; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 10, 41, 42, 70, 86, 103; 6/En’âm, 5, 11, 21, 21, 24, 27, 28, 31, 33, 34, 34, 39, 49, 57, 66, 93, 144, 147, 148, 150, 157; 7/A’râf, 36, 37, 37, 40, 64, 64, 66, 72, 89, 92, 92, 96, 101, 136, 146, 147, 176, 177, 182; 8/Enfâl, 54; 9/Tevbe, 42, 43, 77, 90, 107; 10/Yûnus, 17, 17, 39, 39, 41, 45, 60, 69, 73, 73, 74, 95; 11/Hûd, 18, 18, 27, 65, 93; 12/Yûsuf, 18, 26, 27, 74, 110; 15/Hıcr, 80; 16/Nahl, 36, 39, 62, 86, 105, 105, 113, 116, 116, 116; 17/isrâ, 59; 18/Kehf, 5, 15, 61; 20/Tâhâ, 48, 56; 21/Enbiyâ, 77; 22/Hacc, 42, 42, 44, 57; 23/Mü’minûn, 26, 33, 38, 39, 44, 48, 90, 105; 24/Nûr, 7, 8, 13; 25/Furkan, 11, 11, 19, 36, 37, 77; 26/Şuarâ, 6, 12, 105, 117, 123, 139, 141, 160, 176, 186, 189, 223; 27/Neml, 27, 83, 84; 28/Kasas, 34, 38; 29/Ankebût, 3, 12, 18, 18, 37, 68, 68; 30/Rûm, 10, 16; 32/Secde, 20; 34/Sebe’, 8, 42, 45, 45; 35/Fâtır, 4, 4, 25, 25; 36/Yâsin, 14, 15; 37/Sâffât, 21, 127, 152; 38/Sâd, 4, 12, 14; 39/Zümer, 3, 25, 32, 32, 59, 60; 40/Mü’min, 5, 24, 28, 28, 28, 37, 70; 42/Şûrâ, 24; 43/Zuhruf, 25; 50/Kaf, 5, 12, 14; 52/Tûr, 11, 14; 53/Necm, 11; 54/Kamer, 3, 9, 9, 18, 23, 25, 26, 33, 42; 55/Rahmân, 13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 43, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77; 56/Vâkıa, 2, 51, 82, 92; 57/Hadîd, 19; 58/Mücâde, 14, 18; 59/Haşr, 11; 61/Saff, 7; 62/Cum’a, 5; 63/Münâfıkun, 1; 4/Teğâbün, 10; 67/Mülk, 9, 18; 68/Kalem, 8, 44; 69/Haakka, 4, 49; 72/Cinn, 5; 73/Müzzemmil, 11; 74/Müddessir, 46, 75/Kıyâme 32; 77/Mürselât, 9, 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49; 78/Nebe’, 28, 28, 35; 79/Nâziât, 21; 82/İnfitâr, 9; 83/Mutaffifîn, 10, 11, 12, 17; 84/İnşikak, 22; 85/Burûc, 19; 91/Şems, 11, 14; 92/Leyl, 9, 16; 95/Tîn, 7; 96/Alak, 13, 16; 107/Mâun, 1.
D- Kur’ân-ı Kerim’de Yalan Anlamında “Hars” ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (5 yerde): 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 66; 43/Zuhruf, 20; 51/Zâriyât, 10.
E- Kur’ân-ı Kerim’de Yalan Anlamında “Zûr” Kelimesi ve Türevleriyle İlgili Âyet-i Kerimeler (4 yerde): 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 4, 72; 58/Mücâdele, 2.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 329-336
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 491-492
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 348-363
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, 682-690
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 295-298
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s.259-279
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 598-604
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 483-492
10. El-Esâs fi’t-Tefsîr, Said Havvâ, Şamil Y. c. 432-438
11. Rûhu’l Furkan, Mahmut Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 221-234
12. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat c. 1, s. 287-289
13. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 163-165
14. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 48-49
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
15. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 163-173
16. Şamil İslâm Ansiklopedisi (Doğruluk: Sait Kızılırmak), 1/410-411; (Sadâkat: Muhiddin Bağçeci,) 5/311-312; (Sıdk: Muammer Ertan,) 5/399-401; (Yalan: Şamil,) 6/372
17. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 1, s. 389-396
18. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 562-566
19. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 478-480; Nil Y. s. 494-497
20. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 94-101
21. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 140-141
22. Mefhumlardan Tefekküre, Hayri Bilecik, Hülbe Y. s. 99-105
23. İslâm’da Nefis Tezkiyesi, Said Havva, Petek Y. s. 302-307; 454-460
24. Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat, Âdem Ergül, Altınoluk Y. s. 50-59
25. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 248-249
26. Kur’an’da Ahlâk Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 73-77
27. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 258-262
28. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 130-135
29. Risâle-i Nur’dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 400-401, 498-500
30. İman ve Sâlih Amel, Abdülhamid Bilali, buruc Y. s. 131-135
31. Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 321-324
32. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 189-191
33. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 3, s. 169-177
34. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 120-127
35. İhyâ-i Ulûmi’d Din, İmam Gazzâli, Arslan Y. c. 6, s, 320-345, c. 10, s. 63-77; Bedir Y. c. 3, s. 296-316, c. 4, s. 692-703
36. Gunyetu’t-Tâlibîn, Abdülkadir Geylânî, Sağlam Kitabevi Y. s. 1158-1160
37. Tenbîhu’l-Gâfilîn, Ebu’l-Leys Semerkandî, Bedir Y. s. 155-161
38. Edeb-i Dünya ve Din, Ebu’l-Hasan el-Mâverdî, Bahar Y. s. 370-386
39. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Madve Y. s. 177-192
40. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 176, 178, 193
41. Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, İFAV Y. s. 289-2919
42. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâli, Ribat Y. s. 34-45
43. Bedenin Dili, Zuhal Baltaş-Acar Baltaş, Remzi Kitabevi Y. s. 141-146
44. Yeni İslam İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 578-587
45. İlmihal, Heyet, İSAM Y. c. 2, s. 515-517
46. Sızıntı, sayı 181, Şubat 94
47. Doğru Yolun Sapık Kolları, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
48. Yalan Haber Dosyası, Tamer Korkmaz, Feza Y.
49. Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.
50. Sırat-ı Müstakim 1, 2, İbni Teymiyye, (terc. Salih Uçan) Pınar Y.
51. Sırat-ı Müstakim’de Yürümek İçin, İbrahim Balcı-Medine Balcı, Ebrar Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:16

DİN GÜNÜ

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

DİN GÜNÜ


Din günü yakında gelecek;
Hesaba çekilmezden önce
Kendini hesaba çek!
• Din Günü; Anlam ve Mâhiyeti
• Ümit - Korku Dengesi:
• Allah, Sadece Rahmet Sahibi Değil; Aynı Zamanda Âdildir de
• Din Gününün Tek Sahibi Allah’tır
• Kur’an’da Din Günü
• Kıyâmetin Diğer İsimleri
• Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: “(Allah), Din gününün mâliki (cezâ günününgerçek sahibi)dir.” 3473
Din Gününün Sahibi
“Mâlik-i yevmi’d-dîn” tamlaması, hesap gününde adâlet dağıtan anlamını taşır. Kur’an, din kelimesini genelde hesap karşılığı olarak kullanır. Kıyâmet gününe hesap günü denmesinin sebebi budur.
“(Allah), Din gününün mâliki (gerçek sahibi)dir.”3474 meâlindeki âyet, Allah’ın ezelî ve ebedî olan “Hak mâlikliğini ve melikliğini” vurgulamaktadır. “Bunlar benim!” diyerek büyüklenip mülküne güvenerek, kimseye vermezken küçük bir şeye bile sahip olamaz hale düşenlere ilâhî bir ihtardır. Ayrıca âyet, insanların sahip bulundukları her türlü mal ve üstünlüklerin bir gün yok olacağını, nihâyet asıl sahibine döneceğini de ifade etmektedir. Çünkü o gün, başka idareci, başka memleket ve hükümet bulunmayacaktır. Bu gün din gününü inkâr ederek yokluğa güvenenler, o gün bundan da mahrum olacaklardır. Nitekim bu durumu Kur’an çok canlı olarak bildirmektedir. “Tek bir çığlık. Birden bire gözleri açılıverecektir. ‘Eyvah bize!’ derler; işte bu, ceza ve hesap günüdür. Onlara, ‘İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür’ denilir.” 3475
Din gününü yalanlayanların, böyle hayret ve şaşkınlık içinde kalacakları, önceden bir türlü inanamadıkları bu günü pişmanlıkla karşılayacakları belirtiliyor.
Mâlik-i yevmi’d-dîn ifâdesindeki mülk ve mülkiyet; bir şey üzerinde tek başına söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan şey üzerinde sırf sahibine ait olmak
3473] 1/Fâtiha, 4
3474] 1/Fâtiha, 4
3475] 37/Saffât, 19-21
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzere tasarruf, yetki ve iktidar anlamında bir terimdir. Arapça “milk” mastarından bir isimdir. Yevm: Süresi değişik olan vakit bölümlerine ıtlak edilebilen bir zaman birimidir. Güneşin doğuşuyla batışı arasındaki vakte de “yevm” denir. Burada, birinci mânâ tercih olunmalıdır. Din: Arapçada yerine göre bir işin karşılığı, muhâsebe, hüküm, siyaset, sultan (otorite), âdet, hal, şeriat, kahr gibi anlamlara gelir. Allah’ın din gününün sahibi vasfı, “cezâ gününün mâliki” şeklinde açıklanır. Bu vasıf, herkesin yaptığının karşılığını alacağı günde, Allah’ın her şey ve herkes üzerinde tam bir hâkimiyet ve sahipliğini ifâde eder. Bu isim, yalnız bir âyette geçer.3476 Fakat aynı mânâ, başka tarzda da ifâde olunmuştur. 3477
Allah Mâliktir
Görünen, görünmeyen, dünyadaki ve âhiretteki, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün varlıkların Yüce Sahibi ve Hükümdarıdır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir her şey ve herkes O’na muhtaçtır. Biz, sadece emanetçiyiz. Sahip olduğumuzu zanettiğimiz şeylerin gerçek sahibi değiliz. Her şey emanet. Melik ve Mâlik olan Rabbimiz, işte o var olan her şeyin gerçek sahibidir.
Her şeyin tek hükümdarı ve sahibinin Allah olduğunu bilen bir kişi, hiçbir yaratılmışa boyun eğmez. Alçak gönüllü davranır, adâletten ve merhametten ayrılmaz. Sahip olduğu nimetleri başka insanlara karşı gösteriş aracı olarak kullanmaz. Mala-mülke fazla değer vermez. Malın esiri olmaz.
O Mâlikü’l-mülktür. Allah Teâlâ mülkün hem sâhibi, hem hükümdârıdır. �Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur.
Allah, hem Mâliktir, hem Meliktir
Allah el-Melik’tir; yani “Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan”dır. Yüce Allah Melik’tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O’na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah’tır. O, yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegâne hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan tek varlık Allah’tır.
Melik ve Mâlik kelimesi, me-le-ke fiilinden gelir. Me-le-ke, Mâlik ve sahip olmak demektir. Kelime, hem bir şeye sahip olmayı, hem de kuvvetli olmayı çağrıştırır. Sahip ve Mâlik anlamında ‚melik, Mâlik, melîk‘ kelimeleri kullanılır. Masdarı olan mülk veya milk, üzerinde sahip ve tasarrufta bulunulan şeyi ifade ettiği gibi, tasarrufta bulunmayı da ifade eder. Bu tasarruf, hem insanlar, öncelikle insanlar, hem de mallar üzerinde tasarruftur. Nitekim, Allah Teâlâ için insanların meliki denirken, O‘nun insanlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğu anlatılmak istenir. Fakat, yukarıda belirttiğimiz gibi, şirk koşan insanlar, Allah‘ın melikliğini, yeryüzünde ve dolayısıyla insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmak ve yeryüzündeki servetleri, yani mülkü diledikleri gibi kullanmak için
3476] 1/Fâtiha, 4
3477] 82/İnfitâr, 19; 6/En’âm, 73; 40/Mü’min, 16 vb.
DİN GÜNÜ
- 847 -
gasbetmeğe çalıştılar. İblis de, Âdem‘i önce bu noktada kandırdı: „Dedi: Ey Âdem! Seni sonsuzluk ağacına ve tükenmez bir mülke götüreyim mi?“ 3478
Demek ki, insan Allah‘ın hâkimiyeti altında değil, arzuları doğrultusunda sınırsızca yeryüzünün meliki ve mâliki olmak isteğindedir. Nitekim, tüm diğer Firavunlar gibi, Hz. Mûsâ‘nın Allah‘ı tek Rab, ilâh ve melik olarak kabul etmeye çağırdığı Mısır Firavun‘u da Mısır mülkünün kendisine ait olduğu iddiası içindeydi.3479 Melik ya da mâlik olma, mâlik olunan şey üzerinde istenildiği biçimde tasarrufta bulunmayı gerektirir. Bu anlamda, mutlak melik ancak ve ancak Allah‘tır; çünkü, Kur‘an‘da mülkün yalnızca Allah‘a ait olduğu defalarca tekrarlanmaktadır. Bütün kâinat Allah‘ın mülküdür ve Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Allah âdil, hak ve tek İlâh olduğu için kâinatta dengesizlik ve haksızlık olmaz.
İnsan yeryüzünde halife (adayı) olduğu, yani Allah’ın hükmünü yeryüzünde hâkim kılması için gayret edeceği için, kendisine yeryüzü mülkü üzerinde izafî bir meliklik ve mâliklik yetkisi tanınmıştır. Bu yetki, hiçbir zaman mutlak anlamda olmadığı ve insanın keyfine bırakılmadığı gibi, Allah‘ın yeryüzündeki hayatının gereği olarak çeşitli biçimlerde, renklerde, yeteneklerde ve mesleklere sahip olacak şekilde yarattığı insanlar da, önce bütün olarak bu meliklik ve mâliklik yetkisine sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin belli bir tasarruf sahası vardır. Fakat bu tasarruf, hiçbir zaman mutlak değil, sınırlı ve Allah‘ın tanıdığı alanda sadece bir emanettir. Öte yandan, tek tek insanların nasıl mülk sahibi olacaklarını ve mülklerinde nasıl tasarruf edeceklerini belirten kuralları da Allah insanlar arasından seçtiği elçiler aracılığıyla bildirmiştir: „Göklerin ve yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah içindir.”3480; “De ki: Allah’ım, mülkün sahibi; mülkü dilediğine verir, mülkü dilediğinden alırsın.” 3481
Allah, gerek meliklik, gerekse mâliklik olarak mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. O, yeryüzünde insanlar üzerindeki tasarrufu, yani meliklik, yöneticilik olarak mülkü, öncelikle, elçilerine vermiştir. Aynı zamanda, mülk ile ilim ve hikmet bir arada bulunmak durumundadır. Bunlar da en fazla Allah’ın elçilerinde mevcuttur; öyleyse ilim ve hikmet, melikliğin şartlarındandır. „(Yusuf dedi:) Rabbim, bana gerçekten mülkten verdin ve bana olayların te‘vilini (yorumunu) öğrettin.” 3482; „Allah ona (Dâvud‘a) mülk ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti.” 3483
Allah, bazen elçilerini hem peygamber, hem melik/devlet başkanı kılar; Hz. Dâvud‘un ve Hz. Muhammed‘in durumlarında olduğu gibi... Bazen de, peygamberin yanısıra, başka melikler de var eder. Nitekim, İsrailoğulları için aynı anda birden fazla ve birbiri peşi sıra nebîler geldiği gibi, bu nebîlerin yanısıra, onların emrinde melikler de bulunabiliyordu: „Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; O içinizde nebîler varetti, sizi melikler yaptı.”3484 Bu âyette, İsrâiloğulları‘nın hizmetçi, binek ve kadın sahibi olmakla „melik“ diye
3478] 20/Tâhâ, 120
3479] 43/Zuhruf, 51
3480] 5/Mâide, 18
3481] 3/Âl-i İmrân, 26
3482] 12/Yusuf, 101
3483] 2/Bakara, 251
3484] 5/Mâide, 20
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
adlandırıldıkları belirtilmişse de, İsrâiloğulları içinde nebîlerin yanısıra, meliklerin bulunduğu da açıktır. „Nebîlerine, ‘bize bir melik gönder’ dediler... Nebîleri onlara, ‘Allah, Tâlût’u size melik gönderdi’ dedi. ‘O bizim üzerimizde nasıl melik olabilir? Biz melikliğe ondan daha lâyığız, ona geniş mal da verilmemiştir������������������������������’ dediler: (Nebîleri de), ‘Al-’����������������������������� Al- Allah onu sizin üzerinize seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.’ dedi.” 3485
Mâlik-i Yevmi’d-Dîn: Din gününün sahibi. “Din gününün mâlikidir.” 3486 İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, biraraya gelerek hesaplarını verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi anesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı vardır. Din gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine düşürür. Allah o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kur’an’da şöyle tarif etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır.” 3487
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler Allah’ın azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevî yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Tek değer, kişinin imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez. Ancak öyle bir irâde yardım edebilir ki Cennetin sonsuz nimetlerine de, cehenemin çılgın yanan ateşine de, görevli meleklere de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım beklediği tüm kapılarının kapanmış olması demektir. İçinde bulunduğu bu zor durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah’ın dilemesine bağlıdır.
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah’ın huzurunda ilk yaratıldığında olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her yaptığı, her düşündüğü Allah tarafından gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz. Allah azamet ve şânına yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından hesap sorar. Ancak, kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici bir pişmanlığa sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar. “... O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir...” 3488 Çünkü Allah, “elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım edeceğini”3489 vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah’tır ve emir O’nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: „Eyvahlar bize; bu, din günüdür. Bu, sizin yalanladığınız (mü‘mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.“ 3490; “O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkâr olandan başkası yalanlamaz.” 3491
Bu vasıf, Allah’ın hâkimiyet ve sahibiyetinin âhirete tahsis edildiği intibaını vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’in başka birkaç âyeti de, bu kabildendir: “Sûra
3485] 2/Bakara, 246-247
3486] 1/Fâtiha, 4
3487] 82/İnfitâr, 17-19
3488] 66/Tahrîm, 8
3489] 40/Mü’min, 51
3490] 37/Sâffât, 19-21
3491] 83/Mutaffifîn, 10-12
DİN GÜNÜ
- 849 -
üfleneceği gün, hükümranlık O’nundur.”3492; “O gün emir yalnız Allah’ındır.”3493 gibi. Müfessirler âyette geçen Allah’ın âhirete ait hükümranlığını şu şekilde açıklamışlardır:
1) Maksat, o günün ehemmiyetini bildirmek, o günü ta’zim etmektir.
2) Dünya hayatında zâhiren, hem mülk hem de milk Allah’tan başkaları için de doğrudur. Ama o gün, bunlar zâhirî bakımdan da zâil olacaklardır. Onun mâlikiyet ve melikiyeti tam bir zuhurla açığa çıkacaktır.
3) İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o gün bir araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında tek bildikleri husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka zamanlarda anlaşıldığından son derece fazla olarak, topyekün insanlar tarafından bir anda müşâhede olunacaktır.
4) Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş, insanı da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet ve kudrete gâliptir. Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine gâliptir. Bu iki zıt kavramdan ortaya çıkan âhenk sâyesinde mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan kurtulurken, öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal etmekten kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen bu nizam kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve mülkün Allah’a âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir ki, böyle bir tahsis vârid olmuştur. 3494
Din Günü
“Din günü” kavramı, “gün” anlamına gelen “yevm” kelimesiyle; “itaat, hesap, ceza (yapılan işin tam karşılığının verilmesi)” gibi anlamlara gelen “ed-dîn” kelimesinden oluşur. Din günü: Yapılan işlerin tam karşılığının verilip görüleceği hesap günü anlamına gelir. Bu tanımda geçen “gün” kelimesi, bir gün ve gecenin toplamı olan yirmi dört saat anlamında olmayıp, zaman bölümlerinden herhangi birini ifade etmektedir. Buradaki “gün”; ay, yıl, asır, çağ gibi bildiğimiz veya bilmediğimiz herhangi bir zaman birimi olabilir. “Bugün dünya, yarın âhiret” sözünde olduğu gibi. Kur’an’da geçen ifadelerden yola çıkılarak âhiretteki bir günün bin veya elli bin sene olduğu anlaşılmaktadır. “Din” kelimesi ise burada, hesap, ceza, karşılık anlamlarına gelir.
“Din günü” kavramının ifade ettiği başlıca anlamlar şunlardır:
Hayrın hayır, şerrin de şer olarak görüleceği “Kıyâmet günü”,
Yapılan işlerin karşılığının tam olarak verileceği “Ceza günü”,
İnsanların yaptıkları işlerin, Allah tarafından takdir edilip hesabının görüleceği “Hesap günü”.
Din gününden kastedilen, âhirettir, hesap günüdür. Kur’an’ı, Kur’anî kavramları, öncelikle Kur’an’la tefsir etmek en doğru yoldur. Din gününün ne olduğunu başka âyetler açıklamaktadır: “Sonra din gününün ne olduğunu nereden
3492] 6/En’âm, 73
3493] 82/İnfitâr, 19
3494] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 127-128
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bileceksin? O gün, kimsenin hiç kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün emir yalnız Allah’a aittir.”3495 Din günü: “Bütün iyi ve kötü işlerin Hak ölçüsünden geçerek son tahakkukunu bulacağı ve birbirinden tamamen ayrılacağı son zamandır.” Gelecekte, yapılan işlerin tam karşılığının verileceği son gün demektir. Görüldüğü gibi, Din günü, Kıyâmet gününü ifade etmektedir. Kıyâmet gününün, öldükten sonra dirilme, durup bekleme, sual, hesap, mîzan, sırat ve ceza gibi durum ve mertebeleri vardır. Şu halde Din günü, dinin mâlum olan mühim günü demektir ki, bundan da âhiret ve kıyâmet günü anlaşılmaktadır. Bu günde herkes, dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir.
Ümit - Korku Dengesi
Allah, Sadece Rahmet Sahibi Değil; Aynı Zamanda Âdildir de: Fâtiha sûresinde, Allah’ın Rahmân ve Rahîm oluşunun ardından, hemen O’nun “din gününün sahibi” olduğu bildiriliyor. Böylece Rahmân ve Rahîm sıfatları, herkesin yaptıklarının hesabını vereceği günün unutulmasına yol açmayacaktır. Her insan kesin olarak bilmelidir ki, Allah, sadece Rahmân ve Rahîm değil; aynı zamanda âdildir de. Allah, Rahmân ve Rahîm isimleriyle bizi önce ümitlendiriyor. “Mâlik-i yevmi’d-dîn” ile de korkutuyor. Cennete gitme ümidi ile ceheneme düşme korkusu arasında işlerimizi ve niyetlerimizi düzeltmemiz hatırlatılmış oluyor. Allah’ın her şey üzerinde mutlak kudrete sahip bulunması dolayısıyla, dilediğini cezalandırmak O’nun kudretinde ve irâdesindedir. Şu halde, din günü, âkıbetimizin hüsran veya saâdet içinde olmasının Allah’ın kudreti dâhilinde bulunduğuna inanmamızı ifade etmektedir. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, din günü, umumi ceza ve Rabbânî adâletin günü olacaktır. O günde bizim adımıza iş görenler olmayacak. Parayla kapılar açılmayacak. Rüşvetler, mallar, çocuklar fayda etmeyecek. Dünyevî bir şey zaten yanımızda bulunmayacak. 3496
Dünyevî mahkemelerden bile korkan insanlara büyük mahkeme ve büyük sorgu hatırlatılmakta ve insan uyarılmaktadır. O büyük mahkemenin tek hâkimi vardır. O günün tek mâliki ve melikinin Allah olduğu vurgulanmaktadır.
Fâtiha’nın ilk iki âyeti Allah, Rab, Rahmân ve Rahîm isimlerini tanıtıyor. Yediklerimizi, giydiklerimizi, sevdiklerimizi, beden ve ruhumuzu yaratan, yaşatan ve yöneteni bize bildiriyor.
Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, Allah’a hamd etmemizi istedikten sonra, ceza gününün sahibi olduğunu hatırlatıyor. Kur’an’ın temel üslûbudur bu: Ümit ve korku; Cennet ve cehenem; rahmet ve gazab... İki gerçekle karşı karşıya bırakır irâde sahibi insanı. İnsan bunlardan birini tercih eder yaşayışıyla. Allah, bu zıtların birbirini dengelemesini ister. Ümit-korku dengesi hayatımıza yön vermelidir. Bu, aynı zamanda bize tebliğin metodunu da öğretiyor. Önce inanan - inanmayan herkese sevindirici, müjdeleyici olacağız. Sonra mü’minleri ayırıp, iman kardeşliği sebebiyle dost ve öncelikli kabul edecek; fakat herkese devamlı açıklayıcı, anlatıcı, kurtuluşa dâvet edip felâketi gösterip uyarıcı olacağız. Bunlardan anlamayanlar için korkutucu, sakındırıcı ifadeler kullanacağız.
Kur’an, üç boyutlu, üç zamanlıdır. İfade ve mesajı bu üç zaman dilimini kuşatır. Kur’an, coğrafyalar üstü, yani evrensel olduğu gibi, aynı zamanda çağlar
3495] 82/İnfitâr, 17-18
3496] Bk. 26/Şuarâ, 88
DİN GÜNÜ
- 851 -
üstüdür, tüm zamanların kitabıdır. Kur’an, hali ve halimizi anlatırken mâzîyi (geçmişi) hatırlatır. Aynı zamanda insanı geleceğe hazırlar. İstikbâli göz önüne serer. İstikbâl denilince çoğu kimsenin aklına gençlikten sonra yaşanan dünyevî dönem gelmektedir. Bu, ileriyi görememektir, uzun vâdeli değil; küçük düşünmek ve küçülmektir. İstikbâl göklerde değil; köklerdedir; yani fıtratta ve kaynak Kitap’ta. İnsan, Kur’an’ın mesajından beslenerek bu üç zamanı yaşarsa zamâne insanı olmaktan çıkar; diri diri yaşar ve her yaptığı ibâdet değeri kazandığından canlı Kur’an olur. Bu şuurdaki insan, din günü bilinciyle hesaplı yaşar, büyük mahkemede hesaba çekilmeden kendi nefsini hesaba çeker.
Bir ömür boyu sürecek maaş karşılığında birkaç saat çalışma zahmetine kim katlanmaz? Aynen bunun gibi, âhiret hayatıyla karşılaştırıldığında çok kısa olan şu fâni dünyada, milyar dolarlara değişilmeyecek şerefli kulluk görevini terketmek akıllılık mıdır? İnsan, çok aceleci ve unutkan. Allah da çok merhametli ve bizi uyarıyor ve bize din gününü hatırlatıyor. İstikbâl için yatırım yapmalıyız. Orada lâzım olacak azığı buradan hazırlayıp göndermeliyiz. Din günü şuuru bize bunları kazandırır.
İlk ferdinden son ferdine varıncaya kadar, bütün insanlar o gün bir araya toplanacaktır. İnsanların İlâhî hükümranlık hakkında tek bildikleri husus vardır. Fakat o gün; bu hükümranlık, başka zamanlarda anlaşıldığından son derece fazla olarak, topyekün insanlar tarafından bir anda müşâhede olunacaktır.
Allah Teâlâ’nın hikmeti, bu dünyada sebepleri koymayı dilemiş, insanı da bu nizama uymakla yükümlü kılmıştır. Hikmet; izzet ve kudrete gâliptir. Dolayısıyla sebepler dairesi, itikad dairesine gâliptir. Bu iki zıt kavramdan ortaya çıkan âhenk sâyesinde mü’min, bir taraftan Allah’ın izzetini unutmaktan kurtulurken, öbür taraftan yaşayış planında sebepler düzenini ihmal etmekten kurtulmaktadır. Din gününde, Allah’ın izzetini perdeleyen bu nizam kaldırılıp her şeyin mâhiyeti, içyüzüyle ortaya çıkacaktır. İtikad dairesi, sebepler dairesine gâlip geleceği, bütün hüküm ve mülkün Allah’a âit olduğu tam bir şekilde ortaya çıkacağı içindir ki, böyle bir tahsis vârid olmuştur. 3497
İnsanların öldükten sonra dirilecekleri, bir araya gelerek hesaplarını verip, âkıbetlerini görecekleri gün, din günüdür. O gün insanın başkalarıyla, hatta kendi anesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye ne hali, ne fırsatı vardır. Din gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu, herkesi kendi derdine düşürür. Allah o diriliş gününü diğer adıyla din gününü Kuran’da şöyle tarif etmektedir: “Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeyle güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır.” 3498
O gün dünya hayatında kişinin en çok değer verdiği ilişkiler Allah’ın azâbı karşısında paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevî yakınlıkların, soy bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Tek değer, kişinin imanıdır. Hiç kimse, kimseye yardım edemez. Ancak öyle bir irâde yardım edebilir ki Cennetin sonsuz nimetlerine de, cehenemin çılgın yanan ateşine de, görevli meleklere de hâkim olsun... Bu, insanın Allah dışında yardım beklediği tüm kapılarının kapanmış
3497] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y., s. 127-128
3498] 82/İnfitâr, 17-19
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olması demektir. İçinde bulunduğu bu zor durumdan onu ancak Allah kurtarabilir. O da yine Allah’ın dilemesine bağlıdır.
Kişi din gününün tek sahibi olan Allah’ın huzurunda ilk yaratıldığında olduğu gibi yalnızdır. Dünyadaki yaşamı süresince her yaptığı, her düşündüğü Allah tarafından gözler önüne serilir. En ufak bir ayrıntı dahi unutulmaz. Allah azamet ve şânına yaraşır bir ortam yaratır ve yarattığı kullarından hesap sorar. Ancak, kimi dilerse rahmetiyle kurtarır. İnkârcıların kahredici bir pişmanlığa sürüklendiği bu günde mü’minler, sevinçli ve coşkuludurlar. “...O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir...”3499 Çünkü Allah, “elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şâhitlerin (şâhitlik için) duracakları gün yardım edeceğini” vaad etmiştir. İşte o günün sahibi, yalnız Allah’tır ve emir O’nundur.
İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibârettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar. Derler ki: “Eyvahlar bize; bu, din günüdür. Bu, sizin yalanladığınız (mü’mini kâfirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür.”3500 “O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, ‘sınır tanımaz, saldırgan’, günahkâr olandan başkası yalanlamaz.” 3501
Din Gününün Tek Sahibi Allah’tır
Âhirete, din günü denilmesinin bir sebebi de, âhiretin dinin temel esaslarından olmasıdır. Allah ve âhiret inancı, tevhidin tüm esaslarını içermektedir. Allah, âhiretin sahibi olduğu gibi; dünyanın da sahibi, mâliki ve meliki (yöneticisi)dir. Ama burada “Din, ceza gününün mâliki” denmiştir. Bunun sebebi: Bu dünyada bir kısım insanların mâliklik ve meliklik iddiasında bulunmalarına Allah’ın fırsat vermiş olmasındandır. O’nun dünyanın sahibi ve yöneticisi olduğuna karşı gelen bazı çatlak sesler olabilir. Ama O’nun âhiret gününün sahibi oluşuna orada itiraz eden kâfir, müşrik hiçbir kimse olamayacaktır. Âhirette mülk ve milk, sahiplik ve otorite yalnız ve yalnız O’na aittir. “Kimindir o gün hükümranlık? Elbette kahhâr olan tek Allah’ındır.”3502; “O gün iş tamamıyla Allah’ındır.”3503 Elbette âhiretin de dünyanın da sahibi sadece Allah’tır. Yoksa, âhiretin sahibi ve yöneticisi ile dünyanın sahibi ayrı ayrı güçler değildir. Ne var ki, O’nun dünyanın sahibi oluşu, bazı küfür çevrelerince tartışılsa bile, âhiret mâlikliği tartışmasız ve itirazsızdır. Gerçek mü’min ise, O’nun dünya mâlikliği karşısındaki tartışma ve itirazları ortadan kaldırmakla görevlidir.
Yüce Allah’ın her şeyin tek yaratıcısı ve sahibi olduğunu bildiren pek çok gerçek vardır. Örneğin, kâinatın yapı taşı olarak bilinen atom ve hayat binasının ana maddesi olarak kabul edilen hücre. Atom, bunca küçüklüğüne rağmen büyük bir mûcize; Hücre, bunca görülmezliğine rağmen bir başka mûcize. Şüphesiz bu kâinat, her dilden okunan, her vesile ile anlaşılan apaçık bir gerçekler kitabıdır. Evrenin herhangi bir noktasına dikkatlice bakmak, Allah’a ve din gününe, yani âhirete inanmak için yeterlidir. Allah’ın okunan kitabı olan Kur’an’da din günü
3499] 66/Tahrîm, 8
3500] 37/Sâffât, 19-21
3501] 83/Mutaffifîn, 10-12
3502] 40/Mü'min, 16
3503] 82/İnfitâr, 19
DİN GÜNÜ
- 853 -
anlatılırken, görünen kâinat kitabından da bazı sayfalar gözler önüne serilmiştir. Böylece öldükten sonra dirilme işi, kıyâmet günü ve âhiret hayatı, en gerçekçi ve doğru bir şekilde anlatılmıştır. Şimdi, konuyla ilgili Kur’an âyetlerini ve kıyâmet gününün Kur’an’da geçen diğer isimlerini görelim.
Kur’an’da Din Günü
Din Günü anlamında “yevmu’d-dîn ifâdesi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 13 yerde geçer. 3504 Din günü kavramının dışında da Kur’an’da kıyâmete ve âhirete ait pek çok isim zikredilmiştir. 3505
Din günü ile ilgili Bazı Âyetler: “Allah, din gününün (mükâfat ve ceza gününün) sahibidir.”3506 Bu âyet, Allah’ın ceza ve öldükten sonra dirilme gününün tek sahibi olduğunu, itaatkâr olanlarla, günahkâr olanların ortaya çıkarılıp yaptıklarının karşılığını göreceklerini belirtiyor. Allah dünyada zulüm yapanlara hemen cezalarını vermiyor. Ancak, zâlimlerin zulmüne râzı olmadığını beyan etmiş, bu emre uymayanlardan mutlaka intikam alacağını açıkça bildirmiştir. İşte, “din gününün mâliki” âyetinden kastedilen mânâ budur. Yani zerre miktarı iyilik yapan mükâfatını, yine en küçük kötülük yapan da cezasını görecektir.
“(Şeytana) tâ ceza gününe kadar lânetim üzerinedir.”3507 Yani ceza günü gelince, o da lâyık olduğu ebedî azâba kavuşmuş olacaktır. Âyetler, “din günü”nün,
3504] Din Günü Anlamındaki Yevmu’d-Dîn İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde:) 1/Fâtiha, 4; 15/Hıcr, 35; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78; 51/Zâriyât, 12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/İnfitâr, 15, 17, 18; 83/Mutaffifîn, 11.
3505] Din günü gibi, kıyâmet günü anlamına gelen ve Kur'an'da geçen diğer önemli ismler şunlardır: Es-Sâatü: Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman demektir (30/Rûm, 12, 14, 55). El-Yevmü'l Hakk: Hak günü, doğruluk günü demektir (78/Nebe', 39). Yevmü'l Ma'lûm: Geleceği kararlaştırılmış belirli ve muayyen gün demektir (56/Vâkıa, 50). El- Vaktü'l Ma'lûm: Geleceği belli olan, Allah katında kararlaştırılmış bulunan vakit demektir (38/Sâd, 80-81). El-Yevmü'l Mev'ûd: Vadedilmiş, yani olacağına söz verilmiş gün anlamındadır (85/Burûc, 2). El-Yevmü'l Âhir: Son gün, dünya hayatından sonra gelecek olan hayat demektir (58/Mücâdele, 22). Yevmü'l Âzife: Yakında gelecek olan musibetler ve felâketler günü anlamına gelir (40/Mü'min, 18). Yevmü'n Asîr: Zor ve müşkül bir gün demektir (54/Kamer, 8; 74/Müddessir, 8-9). Yevmü'n Azîm: Büyük bir gün anlamındadır (6/En'âm, 15). Yevmü'l Ba's: Ölümden sonra yeniden dirilme günü anlamına gelir (26/Şuarâ, 87). Yevmü't-Teğâbün: Aldanmadan duyulan üzüntü ve esef günü anlamına gelir (64/Teğâbün, 9). Yevmü't-Talâk: Buluşma ve kavuşma günü demektir (40/Mü'min, 15). Yevmü't-Tenâd: İnsanların korku ve dehşetten bağrışıp çağrışacakları gün (40/Mü'min, 32). Yevmü'l Cem': Toplanma günü, yaratılmışların toplanacağı gün demektir (42/Şûrâ, 7). Yevmü'l-Hısâb: Hesap günü demektir (38/Sâd, 16, 26). Yevmü'l Hasr: Hasret günü, yapılan işlerden dolayı pişmanlık duyup hasret çekme günü anlamlarına gelir (19/Meryem, 39). Yevmü'l Hurûc: Dirilip kabirden çıkma günü anlamındadır (50/Kaf, 41-42). Yevmü'l Fasl: Hak ve bâtılın ayırt edileceği hüküm günü demektir (44/Duhân, 40; 77/Mürselât, 14, 38). El-Kaari'a: Çarpıcı belâ, âlemin tahribi zamanında varlıkların birbirlerine şiddetle çarpmalarından dolayı, insanların akıllarını alacak ve ödlerini patlatacak olan büyük hâdise demektir (101/Kaaria, 1-5). El- Ğâşiye: Perde günü, her şeyi sarıp kaplayan gün anlamındadır (88/Ğâşiye, 1). Et-Tâmmetü'l-Kübrâ: Büyük musibet ve felâket günü demektir (79/Nâziât, 34-35). En-Nebeü'l-Azîm: Büyük haber günü demektir (78/Nebe', 1-2). El-Hākka: Zaruri olarak gelip gerçekleşecek olan sâbit saat ve zaman demektir (69/Hākka, 1-3). El-Va'ad: Vâde günü demektir (70/Meâric, 42-44). El-Vâkıa: Vuku bulacak gün, yani olacağı muhakkak olan gün demektir (56/Vâkıa, 1-2). Emrullah: Allah'ın emri, hükmünün geçerliliği anlamına gelir (40/Mü'min, 78; 82/İnfitâr, 19). Yevmü'l Kıyâmeh: Kıyâmet günü, ölülerin dirilip kalkacağı gün demektir (75/Kıyâme(t), 1-40).
3506] 1/Fâtiha, 4
3507] 38/Sâd, 78
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapılan işlerin karşılığının görüleceği “ceza günü” anlamına geldiğine işaret ediyor. Kıyâmet gününe kadar lânete uğramış kişiler, ebedî azâbı hak etmiş olanlardır. Bunun için, şeytan da âhiret âleminde, lânetin üzerinde azâba uğrayacak, Allah’ın emrini uygun görmemenin ebedî cezasını çekecektir. Ayrıca âyetler, dünya hayatında, Allah’ın hükümlerini beğenmeyip uygun bulmayanlara, yani şeytanlaşanlara ilâhî bir ikaz niteliği taşımaktadır.
“(İbrahim a.s.), ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O’dur.”3508 Âyet, Allah’ın her şeye kadir bir ma’bud olduğunu ifade ediyor. Hz. İbrahim, bir peygamber olduğu için, günahtan mâsumdur. Fakat bu âyette, insanlığa bir fazilet dersi verilmek isteniyor. Din gününe gerçekten inanmanın, günahlardan korunup, Allah’ın rahmetine ilticâ etmekle mümkün olacağı, insanlara böylece öğretilmiş oluyor.
“Vah bize, bu ceza günüdür!’ dediler. Bu, (daha önce) yalanlamakta olduğunuz hüküm günüdür.” 3509 Bu âyetler, din gününü yalanlayarak ona inanmayanların, o günde nasıl üzüntüler içinde kalacaklarını haber veriyor. Dünyada iken âhiret hayatını inkâr edenler, o âleme sevkedildiklerinde, bunun bir gerçek olduğunu görüp anlamış olurlar. Kur’an, kendine özgü üslûbuyla, bu hâdisenin mutlaka olacağını ifade etmiştir. İşte o gün, yaratıklar arasında Allah’ın hükmünün tecellî edeceği gün olacaktır.
“Ceza günü ne zaman?’ diye sorarlar. O gün onlar ateşte yakılacaklardır. (Kendilerine:) ‘Fitnenizi (fesatçılığınızın cezasını) tadın! Acele isteyip durduğunuz şey budur işte!’ (denilecek).”3510 Âyetler, koyu bir cehâlet içinde kalıp, apaçık örnekleri kavrayamamış kimselerin âhiret inançlarını açıklıyor. Onların “ceza günü ne zaman?” sözlerindeki maksatlarını bildiriyor. Bilmek ve öğrenmek için değil, alay etmek için sorduklarını belirtirken, onların bu sorularına gereken cevabı da veriyor. Din gününü yalanlayanların, kıyâmet gününde ateşe atıldıkları anki durumları anlatılıyor.
“Ve diyorlardı ki: ‘Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?’ De ki, öncekiler ve sonrakiler. Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır. Sonra siz ey sapık yalancılar, elbette bir ağaçtan, bir zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. İşte ceza gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır.” 3511
“Onlar ki, namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır. İsteyene ve mahruma. Ceza gününü tasdik ederler.”3512 Bu âyetler, Allah’a ve âhiret gününe iman etmenin, insan hayatındaki önemini belirtiyor. Şu âyet de âhireti yalanlayanların bazı temel özelliklerini açıklıyor: “(Onlar da) dediler ki: ‘Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık.” 3513
3508] 42/Şûrâ, 82
3509] 37/Saffât, 20-21
3510] 51/Zâriyât, 12-14
3511] 56/Vâkıa, 47-56
3512] 70/Meâric, 22-26
3513] 74/Müddessir, 43-46
DİN GÜNÜ
- 855 -
“Ceza günü oraya (ateşe) girerler. Onlar ondan (hiçbir yere kaçıp) kaybolacak değillerdir. Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin! (O gün,) kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnız Allah’a aittir.” 3514
“Onlar ceza gününü yalanlamaktadırlar. Onu ancak saldırgan ve günaha düşkün kimse yalanlar.” 3515
Kur’an’da din günü anlamında “âhiret” ve “kıyâmet” kelimeleri de kullanılır.
Din Günü Şuuru, Kıyâmetin ve Ölümün Düşündürdükleri
İnsan, teklifsiz, başıboş ve kendi keyfine bırakılmamıştır. Onun yapacağı işler ve yapmaması gerekenler, İlâhî hükümlerle bildirilmiştir. Dünyada irâdesiyle Allah’a kulluk etmesi için ona her türlü imkân sağlanmıştır. Allah’ın kendisine verdiği, maddî mânevî tüm imkânları O’nun istediği gibi kullanan kimse, dünyada ebedî hayatı kazanmış olur. Aksini yapan kişi de bu ebedî hayatın mutlu sonucunu elde edemez. Bunun içindir ki, her insanın âhiret hayatı, dünyadaki ömrüne göre değil; dünya hayatında yaptığı işlerine göre olacaktır.
Ebû Hureyre’den (r.a.), Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Yedi kimseyi Allah, kendi zıllinden (gölgesinden) başka bir gölge olmayan kıyâmet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır. Bunlar; 1- İmâm-ı âdil (adâletli müslüman devlet başkanı, idareci), 2- Rabbine itaat ve ibâdet eden genç, 3- Gönlü mescidlere bağlı olan kimse, 4- Birbirlerini Allah için seven ve yine Allah için buğz eden iki kimseden her biri, 5- Makam ve güzellik sahibi bir kadının isteğine rağmen “ben Allah’tan korkarım” diyerek haram işlemeyen erkek, 6- (Gönül hoşnutluğu ile) infak ettiğinden sol elinin haberdar olmayacağı kadar gizli olarak sadaka veren kimse, 7- Tenhada (lisanen veya kalben) Allah’ı zikredip de gözü yaşla dolup taşan kişi.” 3516
Kıyâmet günü evlât ve malın fayda vermediği, ancak doğruların doğruluğunun fayda verdiği bir gündür. Geleceğinde hiç şüphe olmayan bu günde, insanlar kabirlerinden çıkarak Allah’ın huzurunda toplanacak ve hiçbir kimse -Allah’ın izin verdikleri müstesnâ- bir diğerine fayda veremeyecektir. İnsanların kendi organları yaptıklarına şâhitlik edecektir.3517 Kısacası bu günün, çok korkunç anları ve özellikleri vardır. Kıyâmet gününde insanın kendi yaptıklarından başka her şeyden, kesin olarak ümidini keseceği anlaşılıyor.
Kur’an âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde, kıyâmet tasvir edilirken, yer ve gök nizamının bozulmasından ve bunların mahvolup toz haline gelmesinden bahsedilmiştir. “O gün arz (yer) başka bir arz olup değişecek; gökler de değişecek...”3518 Bu âyetten de anlaşıldığına göre kıyâmet, âlemin nizamının bozulmasının ve dünyadaki mevcut hayatın mahvolmasının ismidir. Ondan sonra yeni bir hayat başlayacak, bu yeni hayatın nizamı kurulacaktır. Kıyâmet inancı, dinin iman esaslarındandır. İnsanların davranışlarına yön vermede büyük etkisi olduğu içindir ki, İslâm, bu inancı kendi mensuplarının gönüllerine tam ve kâmil bir şekilde
3514] 82/İnfitâr, 15-19
3515] 83/Mutaffifin, 11-12
3516] Buhârî, Bed'ul Ezân, 384, Tecrîd-i Sarih Ter. c. 2, s. 617
3517] 41/Fussılet, 20-21
3518] 14/İbrâhim, 48
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerleştirmek istemiştir.
Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin belirttiği din gününe ve kıyâmet gününün bildirilen çeşitli durumlarına, ne yazık ki insanların pek çoğu, gerektiği şekilde samimi olarak inanmamaktadır. Dilleri ile “kıyâmet günü haktır” derken, kalpleri o günden gâfil bulunanlar, dilleriyle inanmış, ancak davranışlarıyla o günü yalanlamış olanlardır. Şu da unutulmamalıdır ki, kıyâmeti davranışlarla yalanlamak, yani sanki bu gün hiç gelmeyecekmiş gibi her türlü günah ve kötülükler işlemek, dil ile yalanlamak gibidir. Kıyâmetin vuku bulacağı şüphesizdir. Çünkü bunu Allah haber vermiştir. Kıyâmeti inkâr etmek küfürdür. Kıyâmetin ne zaman meydana geleceğini Allah, kullarına bildirmemiştir. O er geç vuku bulacaktır. Şu kadar ki, onun olacağı zamanı kimse tayin edemez. İnsana düşen görev, böyle bir günün geleceğini bilmek, ona inanmak ve o gün için hazırlanmaktır. Zaten bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, insan ölünce kendi Kıyâmeti kopmuş demektir.
Din gününe iman etmek, öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmak, hesap ve ceza meselelerini kabullenmek, İslâm dininin inanç esaslarının bir bölümüdür. Allah’ın tek bir ilâh olduğunu kabul etmenin hemen ardından bunlara inanmak gereklidir. İslâm’da ulûhiyet gerçeği ile âhiret hayatının hakikati birleştirilip tek temel üzerine oturtulmuş, böylece itikadî, amelî, ve ahlâkî değerler birleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir.
İslâm tasavvurunda hayatın mânası, insan ömrünün teşkil ettiği şu kısa zaman değildir. Hatta bu hayatın anlamını, ne bir kavmin ve toplumun yüz yıllar süren ömrü, ne de bütün insanların süregelen hayatı ifade edebilir. İslâm tasavvurundaki hayat, şu görünen dünya hayatını içine aldığı gibi, Allah’tan başka kimsenin bilmediği âhiret hayatını da içine almaktadır. Mekân itibarıyla da, üzerinde insanların yaşamakta olduğu şu yeryüzünü içine aldığı gibi; âhiret yurdunu da ihtiva etmektedir. Yine âlemleri kucaklarcasına şu görünen kâinata şâmil olduğu gibi, her türlü gerçeklerini Allah’tan başka kimsenin bilmediği “gayb” âlemini de kapsamaktadır. O gayb âlemi, ölüm ânı ile başlayıp âhiret hayatıyla son bulur. Mâhiyet itibarıyla hayat, dünya hayatındaki şu bilinen yaşayışı kapsadığı gibi, ikinci hayat dediğimiz âhiret yaşayışını da içine almaktadır.
İşte din gününe iman etmek, böylesine zamanın sonsuz mesafesini, mekânın Hûdutsuz ufuklarını, hayat ve âlemlerin bitmeyen derinliklerini ve yüceliklerini ifade etmektedir. Bu inanç, kesinlikle kişinin dünya görüşünü değiştiren ve davranışlarını etkileyen bir inançtır. Her asırda olduğu gibi günümüzde de en önemli hususlardan biri, din gününe iman etmek konusudur. Bunun içindir ki, Kur’an, tevhid inancıyla beraber bu inanç üzerinde ısrarla durmuş, Hz. Peygamber de pek çok sözleriyle bu inancın önemini belirtmiştir. Her konuda hakkı bildiren Allah, hak olan âhiret konusunda da önemle duruyor. Eğer insan yaptıklarından sorumlu olmasaydı, o zaman iyilik ve kötülüğün farkı ortadan kalkmış olur, insan yaşayışı tamamen maksatsız ve gayesiz hale gelir, her iş neticesiz kalırdı. Oysa insan, maksatsız ve gayesiz olarak yaratılmamıştır. Her insan, kendi irâdesiyle yaptıklarının karşılığını görmeyecek olsaydı, o zaman iyilik ve kötülük aynı şey olur, günah ve sevâbın anlamı kalmazdı.
İnsanlar, bu dünya hayatında da az çok yaptıklarının karşılığını görürler. Bununla beraber şunu da unutmamalıdır ki, pek çok zâlim günahkârlar, kötülük yapan insanlar, bu dünyada rahat yaşarlar da, birçok iyi insan musibetlere mâruz
DİN GÜNÜ
- 857 -
kalır. Çünkü bu dünya, yapılan işlerin asıl karşılığının görüleceği yer değildir. İşte tüm işlerin karşılığının verileceği ve rabbânî adâletin tecellî edeceği an din günüdür. 3519
Allah’ın kâinat için koyduğu bazı kanunlar vardır. Adına Sünetullah dediğimiz bu tabiat kanunlarından biri “ceza;karşılık kanunu”dur. Yapılan hiçbir hareket karşılıksız değildir. Ateş yakar, ekilen tohum biter, olgunlaşan meyve yere düşer... Yani kâinatta neyi düşünsek, nereye göz atsak, Allah’ın koymuş olduğu bu “karşılık kanunu”nu görürüz. Atasözlerinde de “eden bulur”, “eşen düşer”, “her koyun kendi bacağından asılır”, “ne ekersen onu biçersin” gibi ifadeler, karşılık kanunu için örneklerdir.
Karşılık kanunu, en büyük adâlettir. Çünkü insan, daha önceden bildiği esaslara uyup uymamanın neye mal olduğunu bilmekte, seçimini hür irâdesiyle ona göre yapma imkânına sahip olmaktadır. Bu ilâhî kanuna göre, herkes amellerinin karşılığını görecek, hiç kimse başkasının günahını çekmeyecektir.3520 Bununla birlikte, ister hayır, ister şer olsun, yapılan en küçük iş karşılıksız kalmayacaktır.3521 Bu da insanın, bahane bulma duygusunu yok edecek; “kendim ettim, kendim buldum” şeklinde bir neticeye varmasına yol açacaktır. Kâinatta her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yapılan hiçbir kötülük, kimsenin yanına kâr kalmayacaktır. Hal böyle iken, bütün karşılıkların görülebilmesi için, dünya hayatı elbette kâfi değildir. O zaman şöyle bir durumla karşı karşıya kalırız: Bir tarafta karşılık kanunu, diğer tarafta dünya hayatının buna kâfi gelmeyişi. Burada, “imtihan edilme” söz konusudur. Bu açıdan bakıldığında “karşılık kanunu”, âhirete inanmanın zarûretini de ortaya koyar. Yani her şeyin bir karşılığı olacağına göre, dünya hayatının da bu karşılıklar için kâfi gelmediğine göre, mutlaka bir karşılık zamanı olmalıdır. İşte Fâtiha’da Allah bu “karşılık günü ; din günü”nün tek sahibi olduğunu belirtmektedir. Burada “din”, yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı mânâsını ifade eder. Bu karşılık kanunu sebebiyle, dünyada da hesaba çeken Allah’tır; âhirette de hesaba çeken Allah’tır. Allah, karşılıkları imhal eder, ama ihmal etmez. (Karşılığını erteleyebilir, istediği vakitte verir; ama ihmal etmez.) Allah’ın bu “karşılık kanunu”, bütün ilmî disiplinlerce kabul edilmektedir. Burada problem, işin ilâhî boyutunun gözardı edilmesidir. 3522
Nübüvvet, yani peygamberlik, Allah’ın insanlık tarihine yönelik bir müdâhalesidir. O, bu müdâhaleyi kullarına olan rahmet ve şefkatinden dolayı Rahmân ve Rahîm isminin bir tecellîsi olarak yapıyordu. Din günü demek olan âhiret ise, Rabbimiz tarafından insanlığın geleceğine bir müdâhaledir. O, bu müdâhaleyi İlâhî adâletini gerçekleştirmek için yapar. Fâtiha’da Rahmân ve Rahîm isimlerini bildiren âyetten hemen sonra gelen “din gününün mâliki” âyeti, insanın tarihiyle istikbâlinin bağlantısıdır. Mâziyi unutmadan istikbâle hazır olması için, içinde yaşadığı anda ne yapması gerektiği de, bundan sonraki âyette hatırlatılmaktadır: “Ancak Sana ibâdet ederiz. Ve ancak Senden yardım isteriz.” 3523
Dünya, âhiretin habercisi, âhiret dünyanın izdüşümüdür. İnsan adlı bu
3519] Y. Çiçek, F. Yıldız, Din Günü İbâdet, Bir Y., s. 61
3520] 6/En'âm, 164; 17/İsrâ, 15; 53/Necm, 38
3521] 99/Zilzâl, 7-8
3522] A. Özbek, Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Esra Y., s. 26
3523] 1/Fâtiha, 5
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölümsüz yolcu, birinden diğerine intikal ederek sürdürür sonsuz yolculuğunu. Çünkü ölüm, bir başka hayatın besmelesidir. Nübüvvet, insanlığın geçmişinin; âhiret ise geleceğinin tarihidir. Kur’an da, bu tarihin akacağı yatağın İlâhî projesi. İnsan, bu projeye bakarak tarihi değiştiriyor ve tarihi tarihe bu projeyle taşıyor.
Âhiret olmasaydı, insan insan olamazdı. İnsana irâde verildiği gün âhiret de verildi. Eğer seçiminin ödül ve cezasını görmeyecekse yaratıklar arasındaki bunca ayrıcalığın gerekçesi ne ola ki? İşte bu nedenle âhiret, seçme hürriyetinin, irâde ve şuurun doğal sonucudur. İnsanın seçiminin Allah tarafından kaale alındığının, değerlendirildiğinin bir delilidir. İnsanı yaratan, onu yeryüzüne halife seçip irâde veren ve kendi ruhundan ruh üfleyen Allah’ın, en güzel kıvamda yarattığı kulunun istikbâliyle ilgilenmediğini düşünmek abes olacaktır. Boşuna mı yaratıldı şu muazzam makine ve yaratılanların en muhteşemi olan insan? Boş yere, abes bir iş olarak mı yaratıldı evren ve içindekiler? Cennet niçin yaratıldı? Cehenem lüzumsuz mu?
Âhiret, Allah’ın “vaad” ve “vaîd”inin, yani ödül ve cezasının bir gereğidir. Suyu getirenle testiyi kıranı mahlûk bile bir tutmazken Hâlık’ın bir tutması O’nun mutlak adâletine nasıl sığar? Eğer “şunu yaparsan ödüllendirilir, bunu yaparsan cezalandırılırsın” deniliyorsa elbette sonuçta “iyi” olanla “kötü” olanın ayrılıp, yapana ödülü, yapmayana cezası verilecektir. Bu nedenle âhiret, adâlet-i İlâhînin kaçınılmaz sonucudur. Âhirete inanmamak adâlete inanmamak, adâleti istememek demektir.
Âhirete iman, ölüm korkusunun insanda bir kâbusa ve kronik bir illete dönüşmesini engeller. Ölümden sonra bir hayatın olduğuna inanan, kendisini koyvermez. Onun için, ölüm bir bitiş değil; bir intikaldir. Bu nedenle âhirete iman eden kâmil bir mü’min, hayatta bir kez ölür. Âhirete inanmayan kâfirse her ölümü hatırlayışta ölür. Bu nedenle âhireti inkâr edenler, mümkün olduğunca ölümü hatırlamak istemezler. Kendilerine ölümün hatırlatılmasından rahatsız olurlar ve beklenenden daha fazla tepki gösterirler. Bir de müslümanların ölümü güler yüzle karşıladıklarını, onunla sık sık selâmlaştıklarını düşünelim. İslâm medeniyetinde mezarlar şehirlerin ortasına yapılırdı. İslâm, insanların ölümü sık hatırlamaları için mezar ziyaretini Nebî’nin diliyle özendirmişti. 3524
“Ölümse, Gel dese; Tak tak tak, Mu-hak-kak.”
“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o Mûsâlla taşında.”
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
3524] M. İslamoğlu, İman Risalesi, 285
DİN GÜNÜ
- 859 -
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri sanki memnun yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.” 3525
Kur’an, her sayfasında, insanı hem ruhun tarihine, hem istikbâline (âhirete) götürerek insana önünü ve sonunu hatırlatır. Bu nedenle mü’min, her ânında üç zamanı birden yaşayan insandır. Bu, ona süreklilik ve sorumluluk duygusu verir. Kur’an’daki kıyâmet, Cennet, cehenem, mahşer, mîzan ve sorgu sahneleri, mü’minde sorumluluk hissini ve fazileti güçlendirmek için istikbâline açılan birer penceredir.
“Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibârettir.”3526 Oyuncaktan hoşlanan çocuklar mıyız, yoksa rüştümüzü isbat eden adamlar mı? Dünya oyuncağına verdiğimiz değerde saklı bunun cevabı. Oyuna dalıp çokça eğlenenler, çocuklar ve o seviyedeki çocuk akıllılardır.
Din günü şuûru, bize ölümü sık sık düşündürür ve bizi oraya hazırlar. Bu bilinçle ölüm râbıtası, bir adım daha ileri giderek şehâdet râbıtası yapmalıyız. Bu bilinç ve râbıtalar, bize sadece âhiret azığı değil; dünyada kaybettiğimiz izzeti, insanlık onurumuzu da kazandıracak ve ölüm korkusunu yenen, ölümle sevdalanan bir seviyeye çıkaracaktır. Ancak bu sâyede haklarımızı söke söke almak için dileniş değil direniş gerektiğini öğrenir ve canlı şehid olarak şerefli bir hayat süreriz. Bugün Yahûdi, teknik imkâna sahip milyarı aşan kimlik müslümanlarından değil; intifâda coşkusunu sürdüren çocuk yaştaki genç yiğitlerden korkmaktadır. Ölümden korkan gayr-ı müslim, en çok ölümden korkmayanlardan korkar. Müslümanın müslümanca yaşayamadığı her ortamda müslümanca ölme imkânı her an vardır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de bir kısım insanın, kıyâmet gününe iman etmeyişlerinin sebebi, öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görmeleridir. İnanmayanların görüşüne göre hayat, sebepsiz, hedefsiz ve gayesiz bir hareketten ibârettir. Oysa her şeyde bir sır, o sırrın gerisinde bir hedef ve hedefin gerisinde de bir hikmet vardır. İnsan bir ölçü dâhilinde bu dünyaya getirilir, yine aynı şekilde takdir edilmiş olan âkıbete, ceza ve hesap gününe döndürülmüş olur. Dünya hayatı da, her insan için bir imtihandır. İnsanların bütün bu gerçekleri bilip bunların gerisinde kudret ve hikmet sahibi Yüce Yaratıcı’yı düşünmesi gerekir. İşte bu bilgi ve düşünce insanı âhiret inancına götürür.
3525] Sırasıyla: Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Yahya Kemal
3526] 6/En'âm, 32; 29/Ankebût, 64; 47/Muhammed, 36; 57/Hadîd, 20
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanların çokça hatırlaması gereken ölüm, her canlının kendisine erişeceği bir hâdisedir. Ölüm, kendi yolunda sapmadan ve durmaksızın ilerler. Ne geride bıraktıklarına, ne de ıstırap çekenlerin feryadına bakar. Korkanların korkusu, sevenlerin de sevgisi bunu önleyemez. Hayatı sadece dünya hayatından ibâret görmek, çok ilkel bir düşüncedir. Kur’an, düşüncesi gelişmemiş bu tür kişilerin sözlerini ve durumlarını şöyle dile getirir: “Onlar derler ki: ‘Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yok! Tekrar dirilecek değiliz.” 3527
İslâm’da dünya, âhiretin tarlasıdır. Dünya hayatını ıslah etmek, ondan her tür kötülüğü ve bozgunculuğu kaldırmak, bütün insanlar için iyilik ve adâleti gerçekleştirmek gibi işlerde sarf edilen emek ve uğraşıların hepsi, âhiret sermâyesidir. Böyle bir inançla çalışan ve Allah’ın rızâsını dileyerek gönülden bu güne inananların yeryüzünü ihmal etmeleri, azgınlıklara ve bozgunculuklara göz yumarak dünyayı terk etmeleri mümkün olabilir mi?
Bazı insanlar, -âhirete iman ettiklerini iddia etmekle beraber- kendilerini, câhilliğin ve azgınlığın akıntısına kaptırmışlarsa; bu, Allah’a ve âhiret gününe inandıkları için değil; âhirete imanlarının zayıf oluşundandır. Her asırda, âhireti inkâr edenler veya bu güne, inanılması gerektiği şekilde inanmamış olanlar, devamlı günah işlemeyi arzu edip buna karşı bir engelin çıkmasından korkanlar ve her şeye kadir Yaratıcının huzurunda hesap vermek istemeyenlerdir. İşte bunun için de öldükten sonra dirilmeyi ve âhireti hayal zanederler.
Din gününe inanmak ve bu inancın gereğini yapmak, kötülüğe koşan her nefis için bir gem, günahı seven her insan için de bir engeldir. Bütün insanlığa hitap eden Kur’an, bu günün olmasını imkânsız görenlere en kesin ve doğru cevabı verir: “İnsan, kendini bir nutfeden nasıl yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi.”3528 İnsanın yaratılışındaki hayret verici durumlar, organlarının yapısındaki çeşitli özellikler, onun tekrar diriltilmesinden çok daha önemli ve dikkat çekicidir. Allah’ın sanat ve kudretindeki bu incelikleri, mükemmellikleri bilip görenler, öldükten sonra dirilmeyi artık nasıl inkâr edebilirler? Ne yazık ki ünsiyet etmediği her şeyi inkâr, insanoğlunun tabiatındadır. Eğer o yılanı yüzüstü ve hem de sür’atle yürür görmese, ayaklardan başka şey üzerinde yürümeyi kabul etmezdi. Hatta insan, dünyayı görmeden, dünyadaki acayip haller ona anlatılsa, onları bile çoktan inkâra kalkardı. Şu halde, din gününü yakînen tasdik etmemek, bu kavramı anlamaktaki noksanlıktan ileri gelmektedir. Görünmediğinden dolayı, din gününe inanmayanlar, ilim adına cehâlet gösterenlerdir. “Âhiret yurdu, sakınan muttakîler için daha hayırlıdır, siz hiç düşünmüyor musunuz?” 3529
Dünya, ne seçim ne de geçim dünyasıdır müslüman için; dünya kulluk/ibâdet dünyasıdır, imtihan dünyasıdır. Sınav esnâsında oyuna dalan, gülüp eğlenen kimsenin imtihanda başarı şansı ne kadar olabilir? Gençler, üniversite imtihanına verdikleri önemi, esas sınava, büyük imtihana verseler, din günü bilinci nasıl hayata yansırmış, görürdük. Orta yaşlılar, yakın gelecekleri için hazırlayıp biriktirdiklerini, esas istikbâl için yatırıma dönüştürseler, örnek müslümanların sayısı nasıl artardı! “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına
3527] 6/En'âm, 29
3528] 36/Yâsin, 77
3529] 6/En'am, 32; Y. Çiçek, F. Yıldız, a.g.e. s. 65
DİN GÜNÜ
- 861 -
baksın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”3530 Mücâdelenin, cihadın, şehâdetin olmadığı yerde din günü bilinci yeterince yok demektir. Ana vatanımız, baba diyarımız Cennet olduğuna göre, biz memleketimizde gerekli ihtiyacımızı karşılamak için bu diyarda gurbete çıkmış durumdayız. Orada lâzım olan azığı unutup, buradaki görevimizi ihmal etmek ve buralarda oyuncaklarla oyalanmak ne kadar mantıklılıktır?
Din günü yakında gelecek;
Hesaba çekilmezden önce
Kendini hesaba çek!
Ne mutlu, din günü bilincine sahip, ölüme ve ölüm ötesi hesaba hazır olan ve ölümden korkmayan, ölümle dostluk kurabilen canlı şehidlere!
3530] 59/Haşr, 18
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Din Günüyle İlgili Âyet-i Kerimeler
Din Günü Anlamındaki Yevmu’d-Dîn İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde:) 1/Fâtiha, 4; 15/Hıcr, 35; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78; 51/Zâriyât, 12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/İnfitâr, 15, 17, 18; 83/Mutaffifîn, 11.
Din Günü Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Âhirete İman: Bakara, 4, 46, 62, 123, 177; Âl-i İmran, 9, 25; En’am, 113; A’raf,147; Tevbe, 18-19, 44; Yunus, 45; Nahl, 22; Kehf, 110; Neml, 3; Lokman, 4; Şura, 7; Mearic, 2, 26.
Dünya, Âhiretin Tarlasıdır: Şura, 20
Kıyâmet Alametleri: Neml, 82; Sebe’, 14; Duhan, 9-14; Kıyame, 7-9; Kehf, 92-97; Enbiya, 96-97; Zuhruf, 61; Muhammed, 18.
Kıyâmetin Kopma Zamanı Bilinemez: A’raf, 187-188, Hud, 104; Nahl, 77; Enbiya, 1
Kıyâmetin Kopması ve Tekrar Dirilmenin Dehşeti: İsra, 58; Kehf, 47; Ta-Ha, 105-108; Enbiya, 104; Hacc, 1-2; Nur, 37; Neml, 88; Tur, 9-10; Mürselat, 8-10...
İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52; Meryem, 66-67; Hacc, 5; Mü’minun, 84-85; Rum, 19; Vakıa, 57, 62; Kıyame, 37-40; İnsan, 28; Naziat, 27...
Dirilmeyi İnkâr: En’am, 2, 29-31; Yunus, 7-8; Hud, 7; Ra’d, 5; Nahl, 38; İsra, 49-52; Meryem, 66-67; Mü’minun, 81-83; Yasin, 78-79; Saffat, 16-18; Vakıa, 47-50, 57, 60-62, 83-87; Teğabün, 7; Kıyame, 3-6; İnsan, 27-28; Naziat, 10-14...
Kıyâmet Gününün Tek Hâkimi Allah’tır: Fâtiha, 4; En’am, 73; Ta-ha, 111; Hacc, 56; Furkan, 26; Zümer, 67; Mü’min, 16; Nebe’, 37; İnfitar, 19.
Din Günüyle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhari, Cihad 94, 95, 96, Menakıb, 7, 25, Fiten 23, 24, İstiabe 8, Rikak, 35, 39, İlm 2
Müslim, fiten 9, 17, 18, 34, 42, 62, 78, 79, İman 234, 248,
Ebu Dâvud, Melahim 9, 12, 16
Tirmizi, Fiten 19, 35, 39, 40, 42, 43, 56,
Nesai, Cihad 42
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 90-93
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 329-337
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 81-95
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 68-69
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 40-42
6. Din Günü İbadet, Yakup Çiçek, Fahreddin Yıldız, Bir Y. s. 9-65
7. İman Risalesi, Mustafa İslamoğlu, Denge Y. 285-297
8. Kur’ani Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tuba Y. s. 115-118
9. Fâtiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 161-170
10. İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1s. 401 , C. 4 s. 133-134
11. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 197-204
12. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 26-28
13. Kur’an’da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 127-133; 232-233; 258
14. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 151-155
15. Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.
16. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 121-132
17. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 160-170
18. Esmaü’l-Hüsna, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 212-214
19. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 22-25
20. İslam ve Sosyal Değişim, 36-39, 82
21. İslam -Temel İlkeler- Ali Ünal, Beyan Y. s. 121-136
22. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.
23. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
DİN GÜNÜ
- 863 -
24. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 191-199
25. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 144-148
26. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 47-50
27. Esmaü’l-Hüsna, Afifüddin Süleyman Tilmsani, İnsan Y. s. 8-18
28. İtikat Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 115-119
29. Kıyâmet Günü, Hârun Yahya, Vural Y.
30. Ölüm, Kıyâmet, Cehennem, Hârun Yahya, Vural Y.

 

 

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:14

DİN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

DİN


• Din; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Din Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Din Kavramı
• Din Anlayışları ve Diğer İnançlarda Din
• İslam’a Göre Din Gerçeği
• Dinin Kaynağı
• Din Duygusunun Menşei
• Din ve Bilim
• Dinlerin Tasnifi: 1- Hak Din, 2- Muharref Dinler, 3- Bâtıl Dinler
• Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
• Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
• Bu Din Benim Dinim Değil!
• Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları
• Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler
• Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Diyânet
“İbrâhim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti. Ya’kub da, ‘oğullarım! Allah sizin için o dini (İslâm’ı) seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölünüz’ (dedi).” 3273
Din; Anlam ve Mâhiyeti
‘Din’ kelimesi çok geniş bir anlam sahasına sahiptir. Kur’an’da ve hadislerde birçok mânâda kullanılan bu kelime, kavram olarak insanlığın en önemli faâliyeti olan inanmayı, bir yaratıcıya itaat ve ibâdet etmeyi, ahlâkî davranışları, fazilet ve iyilikleri, toplumsal düzeni, doğru yolda olmayı ifade eder.
Sözlük Anlamı: ‘Din’ kelimesi ‘d-y-n’ kökünden gelir ve sözlükte şu anlamlara gelir: Üstünlük, egemenlik, itaat, zorlamak, itaatkâr olarak kendini bir güce teslim etmek, borçlanmak, boyun eğmek, hakkını almak, ödünç almak, boyun eğdirmek, egemenlik, idâre etmek anlamlarına gelir. Birinin emrine girmek, onun emrine amâde olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeyi kabul etmek, şeriat, kanun, yol, millet, âdet, taklit, hesaba çekmek, ceza veya mükâfat vermek de din kelimesinin anlamlarındandır. İsim olarak ‘din’ kelimesi şu mânâları kapsamaktadır: İyi ya da kötü karşılık; âdet ve alışkanlık; itaat, zillet, bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek; hâkimiyet, mülk ve hüküm; bir şeye zorlamak; itaat etmek, ya da tersi olarak isyan etmek; bir şeyi alışkanlık haline getirmek; şeriat ve millet, yani tevhid inancı.
3273] 2/Bakara, 132
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Din Kelimesinin Türevleri: Aynı kökten gelen ve hadislerde Allah’ın bir ismi olarak geçen ‘Deyyân’, mutlak kudret sahibi, işlerin karşılığını veren, hikmetle yöneten, egemen olan demektir. Araplar, bir kimsenin bölgesine ve kavmine üstünlüğünü belirtmek için ‘deyyân’ sıfatını kullanırlardı. Buna göre aynı kökten gelen ‘medîn’; köle, ‘medîne’; şehir ve câriye, ‘temeddün’; dinli veya şehirli-medenî olma, ‘tedâyün’; borçlanma, ‘diyânet’; din ve millet anlamlarına gelir. ‘Mütedeyyin’ ise; boyun eğen, itaatkâr, Allah’a teslim olan demektir.
Terim olarak din; Akıl sahibi insanları kendi irâde ve arzularıyla hayırlı olan şeylere sevk eden ilâhî bir kanundur. Din; peygamberlerin vahye dayalı yapmış oldukları tebliğdir. Din; Allah Teâlâ tarafından vahiy yoluyla indirilen, insanları dünya ve âhiret saâdetine çağıran i’tikadî ve amelî bir nizamdır. Din; İslâm, iman ve ihsandan oluşan hayat şeklidir. (Bu tanımların tümü vahye dayalı hak dinin, yani dar anlamda dinin -İslâm dininin- tanımlarıdır.)
Burada geçen din tanımları şu hususları içermektedir:
Dinin koyucusu ve sahibi Allah’tır. Hiçbir insan, hatta peygamberler dahi vahye dayalı bir din meydana getiremez.“İyi bilin ki, hâlis (gerçek) din Allah’ındır.” 3274
Din akıl sahibi insanlara hitap eder. Din akıl üstüdür, fakat akıl dışı değildir. Din, yeterli derecede akıl sahibi olmayan çocukları, delileri sorumlu tutmaz.
Dinde serbest seçme vardır. Yani iman edip etmeme insanların özgür irâdelerine bırakılmıştır. “ ... Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile bâtıl açıkça ayrılmıştır.” 3275
Din insanları hayra ve güzelliğe iletir. Fakat din, insanları güzele iletme hususunda onların şahsî kanaatlerini değil; genel ve değişmez evrensel yaratılış kanunlarını esas alır. �������������������������������������������������������������Bu esaslar; Din, akıl, can, mal ve nesli koruma şeklinde for-formüle edilen esaslardır.
Vahiy kaynaklı dinler, insana kendi mâhiyetini, başlangıcını ve sonunu, yaratılış gayesini, yapmakla sorumlu olduğu vazifelerini bildirir.
İnsanların ortaya koyduğu sistemler hak din değil; bâtıl dindir. Her yaşayış biçimi bir dindir. Her dinin bir dünya görüşü ve yaşayış biçimi vardır.
Bu toplumda herkesin kendine göre bir “din” tanımı, bir din görüşü ve yorumu vardır. Din konusunda genel kanaat; din olayının Allah ile kul arasında bazı ilişkileri tanzim eden, namaz, hac, oruç gibi ibâdetlerin nasıl yapılacağını açıklayan görüşler manzûmesi olduğu şeklindedir. Halk kitlelerinin olduğu kadar, resmi ideolojinin din tanımı da budur. Bu anlayışa göre din, insanların sadece âhiretini ilgilendiren bir hâdisedir. Bu hâdisede insanlarla Allah arasına girmek; politik çıkarlar için dinî duygulardan faydalanmak, en açık ifadesiyle dini istismar etmektir. Yine bu anlayışa göre, çağdaş devlet yönetimi, on dört asır önceki dinî hükümlerle değil; yine çağdaş ve medenî olan hükümlerle mümkün olacaktır.
Rabbımız, din gerçeğini kendi çıkarlarına göre tanımlamaya ve yorumlamaya kalkışan böylesi sapıklara, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça şöyle buyurmaktadır: “De
3274] 39/Zümer, 3
3275] 2/Bakara, 256
DİN
- 783 -
ki: ‘Allah’a dininizi siz mi öğreteceksiniz?’ Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah her şeyi bilendir.” 3276 Bu âyet-i kerimede hem bu sapıklar itham edilmekte ve hem de Allah’ın râzı olacağı din gerçeğini öğretecek merciin yine Allah ve Allah’ın Kitabı olduğu belirtilmektedir. İşte Allah’ın râzı olacağı yegâne din olan İslâm, Allah’tan ve Rasûlünden öğrenildiği zaman, aldatılmakta olan insanlarımız bu gerçekleri kavrayacak ve kendilerine yıllardır anlatılan safsataların yalan olduğunu kavrayabileceklerdir.
Kur’ân-ı Kerim’de Din Kavramı
“Din” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 92 yerde geçmektedir.
“Din”in Kur’an’daki Anlamları: ‘Din’ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de borç anlamına gelen ‘deyn’ hariç, dört anlamda kullanılmaktadır:
1- En yüce kudrete teslim olma, itaat etme, boyun eğme anlamında: “De ki: ‘Ben, Allah’a dini hâlis kılarak, ibâdet etmekle emrolundum. Bana Allah’a teslim olan müslümanların ilki olmam emredildi.”3277; “Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) sürekli olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı ittika ediyorsunuz (korkup çekiniyorsunuz)?” 3278
Bu âyetlerde ve benzerlerinde ‘din’, yüksek bir otoriteye boyun eğme, ona itaat etme ve ona kul olma anlamında kullanılmaktadır. Dinin Allah’a has kılınmasının mânâsı, hâkimiyeti, hüküm koyma hakkını, ibâdet ve itaat edilmeye lâyık olmayı yalnızca Allah’a ait kabul etmektir. Kulluk anlamında Allah’tan başkasına boyun eğmemek, O’ndan başkasına ibâdet etmemek, kulluğa ait bütün hükümleri O’ndan almak demektir.
2- Âhiret, ceza, yani amellerin karşılığını verme günü anlamında: “(İbrâhim dedi ki:) Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur.”3279 “(Şeytana hitâben:) Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap) gününe kadar Benim lânetim senin üzerindedir.” 3280
3- Hüküm, âdet, şeriat ve kanun anlamında: “Zina eden erkek ve zina eden kadının her birisine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah’ın dinini (hükmünü, şeriatini uygulama) konusunda sizi bir acıma tutmasın…” 3281
4- Allah’ın gönderdiği Tevhid Dini anlamında: Kur’an’da ‘din’ en çok bu anlamda kullanılmaktadır ki, bu mânâ içerisinde hem Allah’ın hâkimiyeti, otoritesi, hükmünün üstünlüğü, hem bu üstünlüğe kulların boyun eğip itaat etmeleri, hem de Allah’tan gelen hüküm, kanun ve şeriat konuları yer almaktadır.
Din, aslında bütün bu anlamları içerisinde barındıran, Allah’ın hâkimiyetine bir teslimiyet ve O’ndan gelen hükümleri kabullenmektir. İslâm’dan önceki Araplar (yukarıda geçtiği gibi) ‘din’ kelimesini çok farklı, biraz da karışık anlamlarda kullanıyorlardı. Kur’an bu kelimeye bir ıstılah (terim) anlamı kazandırdı ve bu
3276] 49/Hucurât, 16
3277] 39/Zümer, 11-12
3278] 16/Nahl, 52; ayrıca bk. 3/Âl-i İmrân, 83; 40/Mü’min, 64, 65; 39/Zümer, 2-3; 98/Beyyine, 5 vd
3279] 26/Şuarâ, 82
3280] 38/Sâd, 78; ayrıca bk. 1/Fâtiha, 4; 15/Hicr, 35; 37/Sâffât, 20; 51/Zâriyât, 6, 12; 56/Vâkıa, 56 vd.
3281] 24/Nûr, 2; ayrıca bk. 12/Yûsuf, 76; 40/Mü’min, 26; 42/Şûrâ, 13, 21 vd.
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelime çok önemli bir İlâhî gerçeği ve bu gerçek karşısında insanın konumunu ifade eder hale geldi. Bu kelime, her kim olursa olsun yüksek bir otoriteyi ve bu otoriteye boyun eğmeyi, bu otoriteden kaynaklanan emir ve hükümleri uyulması gereken kurallar olarak kabul etmeyi, bu kurallara uyulduğu zaman mükâfat, karşı gelindiği zaman ceza alınacağına inanmayı içine alan bir hayat sisteminin genel adıdır. Bu bakımdan bu kelimeyi başka dilde karşılayacak hiç bir kelime mevcut değildir. Batılıların kullandığı ‘religion’ sözcüğü de ‘din’ kavramının ifade ettiği derin anlamları karşılayamaz.
Din Kelimesindeki Unsurlar: Din kelimesi, İlâhî olan en mükemmel nizamı (düzeni) ifade eden en uygun bir kavramdır. Bu kavramda dört önemli unsuru görebiliriz:
a- Yüce bir hâkimiyet (egemenlik),
b- Bu yüksek hâkimiyete boyun eğip itaat etmek,
c- Bu hâkimiyetin şekillendirdiği inanç ve hükümler sistemi,
d- Bu sisteme uygun hareket etmekle elde edilen mükâfat, aykırı hareket etmekle karşılaşılacak ceza.
Kur’an ‘din’ kelimesini bazen bu unsurların her birinin yerine, bazen de hepsini birden kapsayacak şekilde kullanmaktadır.
Kur’an’da ‘din’ kelimesinin hangi anlamlarda geçtiğini daha iyi anlayabilmek için, Dameğânî isimli âlimin bu konudaki görüşlerini aktarmakta fayda vardır. Bu bilgine göre ‘din’ Kur’an’da şu anlamlarda kullanılmaktadır:
1- Tevhid anlamında: “Hiç şüphesiz Allah katında din İslâm’dır.”3282 Bu âyette geçtiği gibi ‘din’ kelimesi tevhid dinini işaret etmektedir. 3283
2- Hesap anlamında: “Onlar din (hesap) gününü yalanladılar.”3284 âyetinde olduğu gibi. 3285
3- Hüküm ve yargı anlamında: 12/Yûsuf sûresi 76. âyetinde geçen kralın (melikin ) dini, kralın uyguladığı veya uyduğu hüküm, yargı demektir. 3286
4- Bizzat dinin kendisi anlamında: Bu din, hayatın bütün alanlarını kapsayan bir inanç olmakla beraber, egemen düzeni, kişi ve toplum ilişkilerine ait hükümleri, insan eşya ilişkileri ve davranış kurallarını da içerisine alır. 3287
5- Millet (bir dine inanan topluluk) anlamında: “Oysa onlar, dini yalnızca O’na hâlis kılan hanîfler (Allah’ı birleyenler) olarak sadece Allah’a kulluk etmek, namazı kılmak ve zekâtı vermekten başkasıyla emr olunmadılar. İşte en doğru din budur.” 3288
Kur’an, ‘millet’ ve ‘şeriat’ kavramlarını da ‘din’ yerine kullanmaktadır.3289 An3282]
3/Âl-i İmrân, 19
3283] Ayrıca bk. 39/Zümer, 2; 30/Rûm, 30; 31/Lokman, 32
3284] 83/Mutaffifîn, 11
3285] Ayrıca bk. 56/Vâkıa, 86; 37/Sâffât, 53; 82/İnfitâr, 9, 15 vd.
3286] Ayrıca bk. 24/Nûr, 2
3287] 9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9 vd.
3288] 98/Beyyine, 5; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/395; Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, 1/363
3289] 12/Yûsuf, 38; 2/Bakara, 130, 135, 120; 42/Şûrâ, 21 vd
DİN
- 785 -
cak, millet kelimesi bir peygambere (İbrâhim milleti gibi); din Allah’a, şeriat ise din’e nisbet edilir. İslâm şeriati, budizm şeriati gibi.
“Bunu İbrâhim, oğullarına vasiyet etti; Ya’kub da: ‘Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak müslümanlar olarak can verin’ (diye aynı vasiyette bulundu).” 3290
“...Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.” 3291
“Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 3292
“Hiç şüphesiz Allah katında din, ancak İslâm’dır…” 3293
“Onlar Allah’ın dininden başka din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde her ne varsa, istese de istemese de, O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedir.” 3294
“...Bugün size dininizi kemâle (olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip beğendim...” 3295
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki); Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü/merhametli, kâfirlere karşı azîz/onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar (kimsenin ayıplamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.” 3296
“De ki: ‘Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, hanîf olan/Allah’ı birleyen İbrâhim’in dinine iletti. O, (İbrâhim, hiçbir zaman Allah’a) şirk/ortak koşanlardan değildi.” 3297
“... Dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın...” 3298
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dîni (kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” 3299
“O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir.” 3300
“O, sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler
3290] 2/Bakara, 132
3291] 2/Bakara, 217
3292] 2/Bakara, 256
3293] 3/Âl-i İmrân, 19
3294] 3/Âl-i İmrân, 83
3295] 5/Mâide, 3
3296] 5/Mâide, 54
3297] 6/En’âm, 161
3298] 9/Tevbe, 12
3299] 9/Tevbe, 29
3300] 9/Tevbe, 33
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de içindekileri güzel bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak, ‘Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız’ diye Allah’a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca, bir de bakarsın ki, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir...” 3301
“De ki: ‘Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki,) ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza (putlara) tapmam. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk/ibâdet ederim. Çünkü bana mü’minlerden olmam emrolundu. Ve ‘yüzünü hanîf/muvahhid olarak hak dine döndür, sakın müşriklerden olma!’ (denildi.) Allah’ı bırakıp da, sana fayda ya da zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, o takdirde sen mutlaka zâlimlerden olursun.” 3302
“Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini (aramaya) başladı. Sonra da onu (su kabını), kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte Biz Yusuf’a böyle bir tedbir öğrettik; yoksa kralın dinine (kanunlarına) göre kardeşini alıkoyamazdı; Allah’ın dilemesi hâriç. Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” 3303
“Allah, sizden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne halife/hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara emniyet/güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar, Bana kulluk ederler; hiçbir şeyi Bana şirk koşmazlar/eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” 3304
“Sen yüzünü hanîf/Allah’ı birleyen olarak dine, yani, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din (eddînu’l-kayyim) budur; fakat insanların çoğu bilmezler. Hepiniz O’na yönelerek O’na karşı gelmekten sakının; namazı kılın; müşriklerden olmayın. Ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” 3305
“Firavun şöyle dedi: ‘Beni bırakın da Mûsâ’yı öldüreyim; o rabbine yalvaradursun. Onun sizin dininizi değiştireceğinden veya yeryüzünde fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” 3306
“Ki O, kendi peygamberlerini hidâyetle ve hak din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şâhit olarak Allah yeter.” 3307
“Sizin dininiz size; benim dinim bana!” 3308
“Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte
3301] 10/Yûnus, 22-23
3302] 10/Yûnus, 104-106
3303] 12/Yûsuf, 76
3304] 24/Nur, 55
3305] 30/Rûm, 30-32
3306] 40/Mü'min, 26
3307] 48/Fetih, 28
3308] 109/Kâfirûn, 6
DİN
- 787 -
olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile; Çünkü O tevbeleri çokça kabul edendir.” 3309
Hadis-i Şeriflerde Din Kavramı
Hadis-i şeriflerde din kelimesi şu mânâlarda kullanılır:
a) Boyun eğmek, itaat ve ibâdet etmek: “Akıllı kişi, nefsine boyun eğdiren (dâne) ve onu (Allah’a) ibâdet ettirendir.”3310 Bu hadiste geçen “dâne” kelimesi, boyun eğdirip itaat ettirmek anlamına gelir. Aynı zamanda “hesaba çeken” mânâsına geldiği de söylenmiştir.
“Kureyş’ten, söyledikleri takdirde bütün Arapların kendilerine boyun eğecekleri (dâne) bir tek söz söylemelerini istiyorum.” 3311 Bu hadis-i şerifte de din (dâne) kelimesi aynı anlamda kullanılmıştır.
b) İnanç ve ibâdet: “Kureyş ve onlar gibi inanıp ibâdet edenler (dâne, dînehum) Müzdelife’de vakfe yaparlardı.” 3312 Bu hadis-i şerifte, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibâdet eden kimseler kastedilmektedir.
c) Hayır olsun, şer olsun; karşılık: “Nasıl davranırsan, öyle karşılık görürsün.” 3313
d) Kahretmek, mecbur etmek, egemen ve hâkim: Allah’ın “ed-Deyyân” ismi bu anlamdadır.
Cibrîl hadisi diye şöhret bulan hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.) “iman”, “İslâm” ve “ihsân”ı, bunların üçünü “din” olarak tanımlar:
Cibrîl hadisi: Abdullah bin Ömer (r. anhümâ), babasından rivâyet ederek şöyle demiştir: “Bana babam Ömer ibnü’l-Hattâb rivâyet ederek şöyle dedi: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında bulunduğumuz bir sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğruca Peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:
-Yâ Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu haber ver! dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-İslâm; Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt’i haccetmendir” buyurdu. O zât:
-Doğru söyledin! dedi. Babam dedi ki: ‘Biz buna hayret ettik. (Zira) hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.’
-Bana imandan haber ver! dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-İman; Allah’a ve Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmen, bir de kadere; hayrına şerrine inanmandır” buyurdu. O zât (yine):
3309] 110/Nasr, 1-3
3310] Tirmizî, Kıyâme 25; İbn Mâce, Zühd 31.
3311] Tirmizî, Tefsir sûre 38, bâb 1; Ahmed bin Hanbel, 1/237
3312] Buhârî, Tefsir sûre 3, bâb 35; Müslim, Hac 151.
3313] Buhârî, Tefsir sûre 1, bâb 1
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
-Doğru söyledin! dedi. (Bu sefer:)
-Bana ihsândan haber ver! dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” Sonunda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“O Cibrîl’di; size dininizi öğretmeye gelmişti.” 3314
“Din nasihattir (nasihatten ibârettir).” Ashâb sordu: “Kime?” “Allah’a, kitabına, rasûlüne, müslümanların imâmına ve tüm müslümanlara.” 3315
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” 3316
“Peygamberler, anaları ayrı, babaları bir kardeştirler; dinleri birdir.” 3317
“Ben, sizin havuz başında öncünüzüm. Benim yanıma gelen ondan içer, ondan içen de ebediyyen susamaz. Ve muhakkak benim yanıma birtakım kavimler gelecek ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onların arasına bir perde konur. Ben, ‘onlar bendendir’ derim. Bana: ‘Sen onların, senin ardından neler ortaya çıkardıklarını bilmezsin’ denilir. Ben de: ‘Benden sonra dinde değiştirme yapanlar uzak olsunlar, uzan olsunlar’ derim.” 3318
“Ben (havuz başında) dikilip durduğum sırada bir zümre görürüm. Nihayet onları tanıdığım zaman, benimle onların arasına bir adam (bir melek) ortaya çıktı da onlara: ‘Gelin!’ dedi. Ben ona: ‘Bunları nereye götürüyorsun?’ dedim. Melek: ‘Vallahi, cehenneme götürüyorum!’ diye cevap verdi. ‘Bunların hali, günahı nedir?’ dedim. Melek: ‘Bunların, senin ardından gerisin geriye dönüp (dinlerine) sırtlarını çevirerek irtidat ettiler!’ dedi. Sonra ben, havuz başında bir zümre daha gördüm. Nihayet onları tanıdığım zaman yine benimle onların arasına bir adam daha çıktı da bu topluluğa: ‘Gelin”’ dedi. Ben, ona da: ‘Bunları nereye götürüyorsun?’ diye sordum. ‘Vallahi, ateşe götürüyorum’ diye cevap verdi. ‘Bunların günahı nedir?’ dedim. Melek: ‘Senden sonra bunlar, gerisin geriye dönüp dinlerine sırtlarını çevirerek gerisin geri dinden çıkmışlardır!’ dedi. Ben, bu havuza yaklaşıp da geriye çevrilenlerden hiç kimsenin cehennemden kurtulacağını sanmıyorum. Ancak çobansız yolunu şaşıran deve sürüsünden yolunu bulanlar misali, bunlardan da (tek tük) cehennemden kurtulanlar olabilir.” 3319
“Kitab ve Sünnet’ten başka uyulması gerekli üçüncü bir yol yoktur. Sözlerin en güzeli Allah’ın kelâmı ve yolların en güzeli, Muhammed’in yolu, sîrettir. Dikkat! (Sonradan) dinde ihdas edilmek istenen şeylerden sakının. Çünkü şer işlerden birisi de, ihdas edilen şeylerdir. (Dinde) icat edilen her şey bid’attir. Bid’atler dalâlettir.” 3320
İrbad bin Sâriye (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bize öyle bir vaaz etti ki, ondan gözlerimiz yaşardı ve kalplerimiz titredi. Bunun üzerine biz, dedik ki: ‘Ya
3314] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 14, hadis no: 2738; Ebû Dâvud, Sünnet 16, hadis no: 4695; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64; Nesâî, İman 6
3315] Müslim, İman 55, hadis no: 95; Ebû Dâvud, Edeb 67, hadis no: 4944; Nesâî, Bey'at 31, hadis no: 156
3316] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
3317] Buhârî, Enbiyâ, 113
3318] Buhârî, Rikak 164; Müslim Fezâil 26-32
3319] Buhârî, Rikak, 166
3320] İbn Mâce, Mukaddime, 46
DİN
- 789 -
Rasûlallah, bu vaazınız vedâ eden bir kimsenin vaazına benziyor. Bize, neleri tavsiye edersiniz?’ Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Ben sizi, gecesi, gündüzü gibi aydınlık olan (en küçük şüpheyi barındırmayan, gayet açık) bir din üzerine bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden (başka yönlere) sapar. Sizden kim çok yaşarsa, fazla ihtilâfa şahit olacaktır. Onun için tanıdığını Sünnetime ve hidâyete erdirilmiş olan hulefâ-yı râşidîn’in sünnetine/yoluna yapışın. Bunları, dişlerinizde sıkıca tutun. Başınızdaki halife, siyah bir köle bile olsa, ona itaatten ayrılmayın. Çünkü mü’min (tevâzu ve uysallığı bakımından) burnuna yular takılmış deve gibidir, hangi tarafa sevk edilirse uyar.” 3321
“Yılanın toplanıp deliğine çekildiği gibi, din de muhakkak sûrette toplanıp Hicaz’a çekilecek ve dağ keçileri, dağın doruğunda üslendikleri gibi din de, muhakkak sûrette Hicaz’da üslenecektir. Din, garip olarak başlamıştır ve ileride tekrar garip olacaktır. Benden sonra insanların sünnetimden (yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalışan gariplere müjdeler olsun!” 3322
“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, onların içinde dini(nin gereklerini yerine getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan gibidir.” 3323
“Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler ortaya çıkmadan amellere sarılın. (Zira o fitneler zuhur ettiği zaman) Kişi mü’min olarak sabahlayacak; kâfir olarak akşamlayacak. Veya mü’min olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabahlayacak. Dinini bir dünya metâı karşılığında satacaktır.” 3324
“Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hıristiyan, mecûsi (hatta müşrik) yapar.” 3325 Hadisin diğer rivâyeti şöyledir: “Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hıristiyan, yahûdi, mecûsi yapar. Eğer ana babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur.” 3326
“Rabbim buyuruyor ki: ‘Ben bütün insanları hanîf (tevhid dini, sâlim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk/ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim.” 3327
Hz. Ömer, hıristiyan kölesi Esbak’a birkaç kez müslüman olmasını teklif etmiş, köle kabul etmeyince Hz. Ömer şöyle demiştir: “Dinde zorlama yoktur. Ama müslüman olsan, müslümanların bazı işlerinde senden istifade ederiz.” 3328
“Târık bin Şihab anlatıyor: “Yahûdiler, Hz. Ömer’e (r.a.) şöyle dediler: ‘Siz bir âyet okuyorsunuz ki o, şâyet bize inseydi o günü bayram yapar (her yıl kutlar)dık.” Hz. Ömer (r.a.) bu konuyla ilgili diyor ki: “Ben onun indiği ânı ve yeri, indiği sırada Rasûlullahın (s.a.s.) bulunduğu noktayı biliyorum: Arafe günü inmişti. O
3321] İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 43; Ebû Dâvud, Sünnet, 6, hadis no: 4607; Tirmizî, İlim, 16, hadis no: 2815; Dârimî, Mukaddime 16, hadis no: 96
3322] Tirmizî, İman 13, hadis no: 2765; Müslim, İman 65, hadis no: 232; Buhârî, fezâilu Medine 6, hadis 10; Müslim, İman 65, hadis no: 232-233
3323] Tirmizî, Fiten 61, hadis no: 2361; Ahmed bin Hanbel, 2/390-391
3324] Müslim, İman, 118, hadis no: 186
3325] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
3326] Buhârî, Cenâiz 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, 2/233, 435
3327] Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, 4/162
3328] Buhârî, İman 17, Zekât 1, Cihad 95; Tirmizî, İman 1, 2; Nesâî, Zekât 3, İman 15, Cihad 1; İbn Mâce, Mukaddime 9, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10; Ahmed bin Hanbel, 1/11, 78, 2/314
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman ben de Arafat’ta idim ve bir Cuma günüydü. Kasdettikleri âyet de: ‘Size bugün dininizi tamamladım’ 3329 âyeti idi.” 3330
Din Anlayışları ve Diğer İnançlarda Din
Yukarıdan beri anlatılanlar, İslâm’a göre dinin tanımı, ya da İslâm bilginlerine göre ‘din’ olayını anlama çabalarıdır. Başka dinlere inanan insanların din olayına yaklaşımı elbette böyle değildir. Batı ülkelerindeki felsefecilerin, sosyologların, politikacıların ‘din’ diye anlayıp izah ettikleri şey, çok farklıdır. Özellikle batıdaki pozitivist felsefenin ve modernizm denilen hayat anlayışının gelişmesinden sonra din’e getirilen tanımlar çok daha başkadır.
Biz bu farklı tanımlar üzerinde durmayacağız. Ancak, insan için din olayının hatırlattığı gerçeği, insan hayatında dinin yerini, insanların sürekli bir dine inandıklarını, hayatlarına temel aldıkları hayat felsefelerinin veya dünya görüşlerinin bir din haline geldiğini söylemek istiyoruz. Kur’an şöyle diyor: “Firavun, ‘bırakın beni’ dedi, ‘Mûsâ’yı öldüreyim, o gitsin Rabbine yalvarıp yakarsın. Çünkü ben, onun sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.” 3331
Kur’an’da anlatılan Hz. Mûsâ ile Firavun kıssasına bakıldığı zaman burada Firavunun değiştirilmesinden korktuğu ‘din’in yalnızca bir inanç ve vicdanî kanaat olmadığı açıktır. Firavun, kendi kurduğu sistemin, toplum düzeninin, genel-geçer olan şeriatinin (kanunlarının) Mûsâ (a.s.) eliyle değiştirilmesinden korkuyordu. Mûsâ (a.s.)’nın dâveti, onun kurduğu toplumsal düzene, kendi hevâsından uydurduğu ilkelere, egemenliğine aykırı düşüyordu. Mûsâ (a.s.)’nın başarısı, onun saltanatının ve düzeninin sonu idi.
Şunun altını tekrar çizmek gerekir ki ‘din’ olayı, yalnızca bir inanç, bir vicdanî kanaat, ahlâkî davranışlar ya da belli zamanlarda ve özellikle gizli olarak yerine getirilen kişisel tapınmalar değildir. Yukarıda ‘din’ kelimesinin sözlük anlamlarından ve Kur’an’da geçen mânâlarının hiç birinde din’in, inanç ve vicdanî kanaat anlamına gelmediğini gördük. Bunun aksine din, bir teslimiyeti, boyun eğmeyi, kanun ve şeriati, ceza ve mükâfatı ifade etmektedir. İnanç yani iman, İslâm’a göre ‘din’in yalnızca bir parçasıdır. Kişinin, Allah’tan gelen ‘din’i ve bu ‘din’e ait ilkeleri kabul etmesidir.
İnsan, yaratılışı gereği inanmak, hayatını belli ilkelere göre yaşamak, birtakım hukuk kurallarına uymak, tapınmak, duâ etmek, sığınmak, belli bir toplum düzenine sahip olmak zorundadır. İnsanların benimsedikleri, inandıkları, düşüncelerini ve yaşayışlarını ona göre ayarladıkları, toplumsal düzenlerini ona uygun düzenledikleri sistemler, doktrinler, ideolojiler birer dindir. Kişinin, kendileri ile toplumun, kendileri ile yüce bir varlığın arasındaki ilişkileri düzenleyen her sistem bir dindir. Eşya ve evreni izah eden, insanların hayatına yön veren, kişilerin inanarak benimsedikleri her dünya görüşü bir dindir.
İslâm’a rağmen insanlar bir siyasî güce, bir sisteme ve onlara ait düzene, ilkelere boyun eğip itaat ediyorlarsa, bu bir dindir. İnsanların bu gibi sistem veya ideolojilere din adı verip vermemesi, bir veya daha fazla ilâha inanıp
3329] 5/Mâide, 3
3330] Buhârî, İman 33, Meğâzî 77, Tefsir Mâide 2, İ'tisâm; Müslim, Tefsir 3, hadis no: 3017; Tirmizî, Tefsir Mâide, hadis no: 3046; Nesâî, İman 18, Hac 194
3331] 40/Mü’min, 26
DİN
- 791 -
inanmaması, birtakım davranışlara ibadet adını verip vermemeleri işin aslını değiştirmez. Çünkü ‘din’ olayında temel olan şey, bir inanç sisteminin ve bu inanç sistemine göre şekillenen bir hayat anlayışının veya bir dünya görüşünün olmasıdır. Bu dünya görüşüne göre bir ‘yaşayış sistemi’ varsa, bu hayat sistemine insanlar inanıyor ve bağlanıyorlarsa, bu hayat sisteminin birtakım ilkelerini en üstün sayıyorlarsa, yani bir otoriteye kayıtsız şartsız itaat ediyorlarsa; ortada bir ‘din’ olayı var demektir.
Bu anlamda yeryüzünde eskiden ve şimdilerde ‘din’den uzak hiç bir insan ve hiç bir toplum yoktur. İnsanın, hayatını yaşarken kendine ilke olarak aldığı şeyler, yaşarken uymak zorunda olduğu ‘hayat sistemi’ onun için bir dindir. Zaten ‘din’in esas anlamı da, bir inancı, bir ideolojiyi, bir hayat sistemini benimseyip ona itaat etmektir. Tarih boyunca ve günümüzde hak din olan İslâm’dan uzaklaşan bütün insanlar bu anlamda kendilerine bir ‘din’ bulmuşlardır. İnsanlar her zaman kendilerinden üstün olan bir güce sığınmışlar, kendilerine faydası olduğuna ya da kızdığı zaman zararı dokunacağına inandıkları bir veya birden çok ilâh bulmuşlardır. O ilâhtan geldiğini kabul ettikleri birtakım ilkelere uymuşlar, din haline getirdikleri bir ‘hayat anlayışını’ benimsemişlerdir.
Dinler tarihi incelendiği zaman görülecektir ki tarih boyunca sayısız din uydurulmuş, akla hayale gelmeyen şeyler tanrı haline getirilmiştir. Günümüzde de durum değişmemiştir. İnsanlar, inanma, tapınma ve bir hayat anlayışına ve düzene bağlanma ihtiyaçlarını çeşitli doktrinlere ve ideolojilere bağlanarak karşılamaya çalışmaktadırlar. Bugün, sosyalizm, komünizm, kapitalizm, modernizm, laisizm, Kemalizm, hıristiyanlık, yahûdilik, hinduizm ve benzeri adlarla karşımıza çıkan bütün inançlar, hayat felsefeleri ve ideolojiler birer dindirler. Bu dinler için ilâhlar, mâbetler, tapınma şekilleri aramaya gerek yoktur. Bu bâtıl dinlerin her bir mü’mini kendine göre inanıyor, tapınacak mâbet yapıyor, yeni tapınma şekilleri icad ediyor, önünde secde ettiği yeni ilâhlar buluyor.
Bir batılı düşünürün dediği gibi, bu çağdaş dinlerin ilâhları: Diktatörler, patronlar, devletler, despot partiler, şarkıcılar, sporcular, ikonlar; tapınakları ise, bankalar, stadyumlar, müzikholler, anıt mezarlar ve fabrikalardır. Bu dinlerin inananları ise, her tarafta istenildiği gibi sürüklenen, yönlendirilen, sömürülen, küçük hedeflerin peşinde koşturulan, güç kaynaklarına kayıtsızca itaat eden uyuşuk kitlelerdir.
İslâm’dan uzak kalanların, ilâhî hayat düzenine sırtını çevirenlerin düşeceği durum budur. Çünkü insan, hayatını mutlaka birtakım ilkelere, hükümlere göre yaşar. Bir şeylere inanır, yüce bir kuvvete tâbi, en yüce kabul ettiği güce teslim olur, ona ibâdet eder. İnsanın hayatından “hak” alınırsa, onun yerini bir sürü bâtılın doldurması kaçınılmazdır. Bu anlamda insanın içyapısı boşluk kabul etmez. 3332
Her toplumda din kelimesini ifade etmek için farklı kelimeler kullanılmıştır. Bunlar yol, mezheb, âyin, hüküm, emir, kanun, fazilet, korku ile karışık saygı vs. anlamına gelen kelimelerdir. Bu inançlara göre din şu alanları kapsar: Din; insanın kutsal şeylerle olan ilişkisidir. Din; ruhi varlıklara olan inançtır. Din; mutlak itaat duygusuna dayanır. Din; en yüksek toplum değerlerinin şuurudur.
3332] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 142 vd.
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslam’a Göre Din Gerçeği
İslâm’a Göre Dinin Tanımı: Buraya kadar ‘din’ kelimesinin sözlük anlamlarını ve Kur’an’da hangi mânâlarda kullanıldığını kısaca gördük. Görüldüğü gibi bu kelimenin sözlük anlamıyla yakın ilgisi olmakla beraber, Kur’an’ın gelişiyle yepyeni bir kavram anlamı kazanmıştır. Bu kavram, Allah’ın insanlara gönderdiği İslâm’ın adı olmuştur. İslâm bilginleri bu kullanımlardan hareketle ‘din’ kavramının tanımını yapmaya çalışmışlardır. İslâmî kaynaklarda ‘din’in kısmen farklı tanımlarına rastlamaktayız. Ancak bu tanımların sözleri farklı olsa da, hepsinin ortak şeyi söyledikleri açıktır.
Bu tanımlardan Seyyid Şerif Cürcânî’ye ait olanı oldukça yaygındır: “Din, akıl sahiplerini Peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilâhî kanundur.” ‘Din’ şu şekilde de tarif edilmiştir: “Din, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı şeylere ulaştıran İlâhî bir kanundur.” Bu tanımlara göre din, Allah’tan gelen, peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilen, insanları kendi istekleriyle hayırlı olan şeylere, daha doğrusu dünya ve âhiret saadetine götüren, içerisine iman, amel ve hayatla ilgili bütün hükümleri alan insanüstü bir sistemin adıdır.
Meşhur Cibril hadisinde Peygamberimiz (s.a.s.), din’i İslâm, iman ve ihsan olarak tarif etmiştir. Allah’tan gelen din, teslimiyeti, yani en yüce otorite olan Allah’ın hâkimiyetine bağlanmayı gerektirir. Bu teslimiyetin bir gereği olarak O’ndan gelen hükümleri kabul edip onlarla amel etmek inanmanın şartıdır. Nitekim İslâm kelimesi, hem Allah’a teslimiyeti, hem de bu teslimiyetle selâm (barış ve huzura) ulaşmayı ifade eder.
İman etmek, peygamberlerin Allah’tan getirip tebliğ ettikleri bütün haberlerin doğru olduğundan emin olmak, onları doğrulamak da dinin gereğidir. İhsan, hem Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etmek, hem de adâletli olmanın da ötesinde güzel davranışlarda bulunmaktır. Bu davranışlar, amellerde, ahlâkta ve Allah’ın hükümlerini uygulamakta olur. 3333
Kur’an’da kullanılan ‘din’ kavramı, yukarıda geçen anlam gruplarının bazen birisini, bazen hepsini birden ifade eden bir nizamın adı olarak yer almaktadır. Kur’an bu nizama yer yer ‘dinü’l-kayyim -dosdoğru din-,’3334 ‘dinü’l-hâlis -katıksız- Allah’a has din’,3335 ‘dinü’l-hakk’ -dosdoğru- gerçek din’,3336 ‘dinullah -Allah’ın dini-’,3337 gibi isimler vermektedir.
Diğer taraftan, Kur’an’daki ‘din’ kavramı, hem ilâhlığı hem de kulluğu ifade etmektedir. Din, yaratıcı (hâlik) ve kendisine ibâdet edilen (ma’bud) Allah’a nisbetle; hâkim olma, itaat altına alma, hesaba çekme, ceza veya mükâfat verme; yaratılmış (mahlûk) olan ve ibâdetle sorumlu insana nisbetle, boyun eğip itaat etme, zelil olduğunu anlama, teslim olma, Yaratıcının hükümlerine uyma ve ibâdet etmedir. Şüphesiz ki İslâm’a göre din, kul ile Yaratıcı arasındaki ilişkiyi
3333] Ebû Dâvud, Sünne, hadis no: 4695, 4/223; Müslim, İman 1, hadis no: 1, 1/36; Tirmizî, İman 6, hadis no: 2612, 5/9
3334] 9/Tevbe, 36
3335] 39/Zümer, 3
3336] 9/Tevbe, 29
3337] 3/Âl-i İmrân, 83
DİN
- 793 -
düzenleyen bir nizam, bir yoldur.
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir” görüşü, genel itibariyle doğru bir görüştür. Nitekim İslâmî ıstılahta veya diğer bir deyişle İslâmî pratikte dinin anlamı; en genel ifadeyle Yaratıcı ile insanların ve insanlar ile tüm yaratılmışların münâsebetlerini tanzim eden nizamdır.
Kur’ân-ı Kerim’de “din” kelimesi, sağlam bir nizamı, eksiksiz bir düzeni ifade edecek şekilde kullanılır. Söz konusu bu düzen, dört unsurdan meydana gelir:
1- Hâkimiyet ve yüce egemenlik,
2- Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğme,
3- Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî nizam,
4- Bu nizama uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat veya karşı gelmek suretiyle isyan etmeğe verdiği ceza.
Kur’ân-ı Kerim, bazen bu anlamlardan biri için, bazen de tüm bu dört anlamdan müteşekkil nizam için “din” kelimesini kullanır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’in, bu kelimeyle bir hayat nizamını kasdettiği görülür. 3338
Fıtrata uygun tek din olan hak dinin egemenliği için, bu dinin mensupları sonuna kadar mücâdele etmelidir3339. Çünkü hak dine karşı olanlar, bu dini ortadan kaldırıncaya kadar mücâdele etmekten geri kalmayacaklardır.3340 Ve onlar hak dini sürekli alay ve eğlence konusu yapacaklardır. O halde hak din mensupları bunları gönül dostu edinemezler.3341 Böyleleriyle duruma göre ya mücâdele edilir yahut da onlara: “sizin dininiz size, benim dinim bana!” 3342 denir.
Dinde Aşırılık: Kur’an, din bahsinde bir tehlikeye dikkat çekmektedir: Bu, dinde gulüvdür/aşırılıktır. Dinde gulüv: Azgınlık, doymazlık, haddi aşmak, dine ilâvelerde bulunmak demektir. Hz. Peygamber’in gulüv konusundaki beyanları bize gösteriyor ki, dinde gulüvün temelinde, birtakım insanların dinde olmayan bazı şeyleri Allah’a yaranmak adı altında dine yamatmaları ve esası kolaylık olan hak dini çekilmez hale getirmeleri vardır. Dinde aşırılık, âyetler çerçevesinde, öncelikle yanlış bir Allah inancında belirir. Daha sonra ise başkaldırma, aşırı gitme ve yapılan kötülükleri önleme çabasından yoksunluk olarak kendini gösterir.
Ehl-i kitapla ilgili bu aşırılık ve taşkınlığın yasaklanışı, dinlerin en ortayolcusu/dengeli olanı Hz. Muhammed’in dinine uymaya teşvik amacı taşır. Kur’an, hıristiyanlığın dinde gulüv yüzünden Hakk’a yüz çevirip hak dini dejenere ettiğini söylemektedir “De ki: Ey kitap ehli, haksız/yanlış yere dininizde taşkınlık etmeyin,
3338] Geniş bilgi ve ilgili âyetler için bk. Mevdûdi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Beyan Yayınları, s. 99-111
3339] Bk. 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
3340] Bk. 2/Bakara, 217
3341] bk. 5/Mâide, 57; 6/En'âm, 70; 7/A'râf, 51
3342] 109/Kâfirûn, 6
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dininiz konusunda aşırı gitmeyin. Daha önce sapıtan, pek çok kişiyi saptıran ve doğru yoldan ayrılan bir kavmin hevâsına/keyiflerine uymayın. İsrâil oğullarından inkâr edenler, Dâvud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları kötülükleri önlemezlerdi. Yaptıkları ne kötüydü!” 3343
Kur’an, dinde aşırılıktan şiddetle kaçındırmaktadır. “Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itaat etme!”3344 Bu âyet de, aşırılıktan kaçınmayı, aşırılara uymamayı emretmektedir. Çünkü dinde aşırılık, dini amacından saptırır. Allah’ın koymadığı hükümlerin konmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Bu da insanların hareket alanlarını daraltır. Dinin amacı, insanın elini kolunu bağlayıp onu vehimlerin tutsağı yapmak değil; hurâfelerden kurtarıp özgür, sadece Allah’a tertemiz kul yapmaktır. Din, ruhu bezeme yöntemidir. Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurur: “Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” 3345
Karşı Din; Allah’a Din Öğretmeye Kalkmak: Din konusunda bir diğer tehlike de; insanoğlu, dinin sahibi ve koyucusu olan Allah’a bile din öğretme küstahlığına yeltenebilmesidir. Kur’an bu noktada şu ibret ve ürperti dolu ifadeyi kullanmaktadır: “Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Allah her şeyi en iyi bilendir.” 3346
Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O’na karşı din üretmek anlamına gelir: “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı var? (Allah’ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var?) Eğer (azâbı erteleme sözü) kesin hüküm bulunmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.” 3347
Dinin Kaynağı
Din de dâhil olmak üzere bütün kavramlara iki şekilde bakmak mümkündür:
1) Dinin İlâhî ve yüce kudret tarafından konulduğuna inanan düşünce,
2) İnsanın herşeyden üstün olduğuna inanarak, dini bizzat insanın ürettiğine inanan görüş.
Buna göre ilerlemeci ve evrim teorisine dayanan ikinci görüşe göre, insanlık her geçen gün iyiye giden geri dönülmez bir akışın içindedir. İnsan, ilkel döneminde tabiat ve tabiî hâdiseler karşısında çaresiz kaldığından birtakım görünmez güçlerin var olduğuna inanmış ve bunları maddîleştirerek zamanla tapınmaya başlamış, böylece putperestlik ortaya çıkmıştır. Bu yüzden insanlığın ilk dinine animizm (ruhlara tapma) adı vermişlerdir. Ölü ruhların, bedensiz varlıklarını devam ettireceği inancı atalara tapınmayı doğurmuş, buradan yağmur, ateş, kar gibi tabiat olaylarını idare eden çeşitli tanrıların varlığına inanılmış, zamanla bu tanrıların birleştirilmesiyle tek tanrı inancı ortaya çıkmıştır. Dinin insan tafından uydurulup üretildiği anlayışına dayanan bu görüşlerin iddiaları şöyle maddeleştirilebilir:
“Eskiden kabileler kendilerini belli bir hayvan veya bitkiyle kan bağı içinde
3343] 5/Mâide, 77; ayrıca bk. 4/Nisâ, 171
3344] 18/Kehf, 28
3345] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, 4/127, 5/318, 330
3346] 49/Hucurât, 16
3347] 42/Şûrâ, 21
DİN
- 795 -
akraba sayar ve onlara saygılarını tapınma biçiminde gösterirlerdi.”
“Din toplumsal bir süreçtir. Toteme (kutsal olan şey) gösterilen saygı insanların kendi birliklerini temsil ettiği içindir. O halde dinin temel fikri kutsaldır. Kutsal olan da toplumun kutsal kabul ettiği şeydir.”
“Din insanın kendi kişiliğini bulurken hissettiği güçsüzlüğe karşı bir şeylere güvenme ihtiyacından doğmuştur.”
“İnsanın kendi düşüncesini insanüstü bir plana aktarmasıyla din ortaya çıkmıştır. Yani insanların ruhun ölmezliğine inanmaları, adalete olan susamışlıkları, insanların bir adaletin tecellisine olan inançları din mefhumunu ortaya çıkarmıştır.
“Din baskı altındaki insanların iç çekmesi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhudur. Din halkın afyonudur.”
“Sonuç olarak din, ilkel insanın zayıflığının ürünüdür. İlkel ve çok tanrılı dinler tarihin ilk dönemlerinde yaşanmış olup, din de insanla birlikte evrim geçirmiştir. Din herhangi bir varlığın değil, bizzat insanın kendisinin ürünüdür. Teknolojinin ve tabiî bilimlerin gelişmesiyle insan, tabiatüstünde hâkimiyet kurmuş, tabiat olaylarına bilimsel açıklamalar getirmesi sonucu zamanla din, işlevini yitirecek, insan hayatının belli bir safhasında artık ihtiyaç olmaktan çıkacaktır.”
Tüm bu ve benzeri inançlar Allah’a inanmayan, hak dini kabul etmeyen, ateist, laik, materyalist, komünist ideolojileri benimsemiş olan insanların ortak inancıdır.
İslâm inancına göre dinin kurucusu Allah’tır. Bütün vahiy kaynaklı dinler Allah tarafından gönderilmiş, ilk günkü saflıklarını korudukları müddetçe yürürlükte kalmıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Dolayısıyla insanlığın ilk dini çok tanrılı değil; tek tanrılıdır. Yani tevhid dinidir.
Allah’ın varlığı ve birliği, zat ve sıfatları, melek inancı, kitap inancı, peygamber inancı, âhiret inancı vahiy kaynaklı dinlerde değişmemiş, sadece şeriatler değişmiştir. Bunun içindir ki, Hz. Âdem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar tüm peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İSLÂM’dır.
Fakat peygamberler halkın arasından ayrıldıktan sonra, insanlar hak dinden uzaklaşmış, birtakım sâlih insanlara, yıldızlara, ağaçlara, hayvanlara, taşlara, hevâ ve heveslerine tapınmaya başlamışlardır. Hak dinlerde meydana gelen bu sapmayı ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak peygamberler göndermiş, bu elçiler insanları tevhid inancına tekrar tekrar dâvet etmişlerdir.
Yani insanlığın çok tanrı inancından tek tanrı inancına doğru gelişme gösterdiği anlayışı İslâm inancına aykırıdır. İslâm i’tikadında insanlığın ilk dini tevhid dinidir.
Din Duygusunun Menşei
Din duygusu fıtrîdir, doğuştan gelir. İnsan, inanma ihtiyacı ile yaratılmıştır. İnsan, yaratılışından bu güne kadar her zaman ve her yerde yüce, ulu, kudretli bir varlığa inanma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyaç din duygusunun fıtrî olduğunun
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
delilidir. Dolayısıyla din duygusunun kaynağını, insanın fıtratında aramak gerekir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sen yüzünü bir kanıt olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez.” 3348
Peygamberimiz bir hadisinde “Her çocuk, İslâm fıtratı üzerine dünyaya gelir. Bundan sonra anne ve babası yahudi ise, onu yahudi; hristiyan ise, hristiyan yapar.”3349 buyurarak bu hususu açıklamıştır.
İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir? Kur’ân-ı Kerim’in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler. İnsan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen bir “din” olduğuna göre ve aslında “din”in insanın belli nitelikteki sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir “din”in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kurân-ı Kerim’in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1- Yaratan, yarattığının yapısına en uygun yolu gösterendir: “Her şeyi yaratıp düzene koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en yüce Rabbinin adını tesbih et.”3350 Rablerinin kim olduğunu soran Firavun’a Hz. Mûsâ’nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: “Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu gösterendir.” 3351
Aynı cevabı Hz. İbrâhim, kendisiyle tartışan Nemrut’a söylemişti. Nemrut, krallığının aynı zamanda insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu/halkını da Allah’ın dinine tâbi olmaya dâvet eden Hz. İbrâhim’e karşı çıkmış, bu konuda onunla tartışmak cür’etini göstermişti: “Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrâhim’le mücâdele edeni görmedin mi? Hani İbrâhim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ deyince o: ‘Ben de diriltir ve öldürürüm’ demişti. İbrâhim de: ‘Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir!’ deyince, kâfir şaşırıp kalmıştı.” 3352
Hz. İbrâhim’in getirdiği delil gayet açıktır, tartışılmayacak bir mantıkî doğruluğa sahiptir. Bütün varlıklara düzeni veren Allah, aynı şekilde insan hayatını da düzenlemek yetkisine sahiptir. Kâinata düzen veren Allah olduğuna ve evrendeki her şey Allah’a teslim olduğuna göre, insanlar da hayatları için Allah’ın dininden başka bir düzen aramamalıdır: “Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’na ister istemez teslim olmuştur ve O’na döndürüleceklerdir.” 3353
2- Yaratan, hem de bir tek emirle dilediğini yapan Allah’ın yaratıcılığı kabul ediliyorsa, ortaksızlığı da, beşer hayatını düzenleyiciliği de, kanun koyuculuğu da kaçınılmaz olarak kabul edilmelidir: “Bir şeyi diledikmi ona yalnızca ‘ol!’ deriz, o
3348] 30/Rûm, 30
3349] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
3350] 87/A’lâ, 1-3
3351] 20/Tâhâ, 50
3352] 2/Bakara, 258
3353] 3/Âl-i İmrân, 83
DİN
- 797 -
da hemen oluverir.”3354; “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra Arş’a istivâ etti. Onu durmadan kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter. Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren O’dur. İyi bilin ki, yaratmak da emretmek de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir.”3355;“Şüphesiz Allah taneleri/tohumu ve çekirdekleri yarandır. Ölüden diriyi O çıkarttı. Diriden ölüyü de çıkaran O’dur. İşte bunları yapan Allah’tır. Nasıl olur da O’nun gösterdiği yoldan döndürülürsünüz?” 3356
Allah’ın yaratıcılığı, insanın hayatını düzenlemek yetkisinin de O’na ait olduğu gerçeği anlaşılsın diye vurgulanmaya devam edildikten sonra şöyle buyurulmaktadır: “Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. O’nun bir eşi yokken, nasıl bir evlâdı olabilir? Her şeyi O yaratmıştır. Her şeyi hakkıyla bilen O’dur. İşte bunları yaratan Rabbiniz Allah; O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyi yaratandır. O halde yalnız O’na ibâdet/kulluk edin. O, her şey üzerinde gözeticidir.” 3357
İşte bu gerçek, mutlak olarak Allah’a ibâdete, Allah’ı tevhide/birlemeğe götürür ve Allah’tan başkasının insan hayatını herhangi bir yönüyle düzenlemek yetkisini tanımak demek olan şirkin ya da mutlak olarak Allah’ı ve hükümlerini inkâra götüren yolların fıtrî ve mantıkî olamayacaklarını apaçık bir gerçek olarak gözlerimizin önüne serer: De ki: ‘(düzen, kanun ve dolayısıyla din koyuculuklarını kabul ederek Allah’a koştuğunuz) ortaklarınızdan yaratmayı başlatıp da (öldükten) sonra onu eski haline iâde edecek kimse var mıdır?’ De ki: ‘İlkin yaratıp sonra onu geri iâde edebilen Allah’tır.’ O halde nasıl döndürülüyorsunuz? De ki: ‘Ortaklarınızdan hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?’ De ki: ‘Hakkı gösterecek Allah’tır. Acaba doğruya ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?’ Ne oluyor size?! Nasıl hükmediyorsunuz?” 3358
3- Yaratan, aynı zamanda yarattığını en iyi bilendir. Dolayısıyla, yarattığı için neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış, neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu bilendir. “De ki: ‘Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” 3359; “Hiç, yaratan bilmez mi? (Elbette bilir; Çünkü:) O, latîf (ilmi eşyanın gerçeğini kuşatan)dir, her şeyden haberdardır.”3360 İnsan, yeterli bilgiye sahip olmadığından hayır ile şerri tesbitte yanılabilir: “Bazen hoşlanmadığınız bir şey size hayırlı olur; Hoşlandığınız bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 3361
4- Allah’ın gösterdiği yol, hak ve hidâyettir. Bunun karşısında zan vardır, hevâ vardır. Bunların herhangi birisi ise, insanı dünyada ve âhirette mutluluğa ulaştırabilecek çözümü teklif edemezler: “Eğer senin çağrına uymazlarsa, bil ki: Onlar ancak hevâlarına uymaktadırlar. Allah’tan bir hidâyet olmayarak hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir?” 3362; “Eğer hak, hevâlarına uysaydı, göklerle yer ve içlerinde olanların düzenleri bozulurdu.” 3363; “Onlar ancak zanna ve nefislerinin hevâlarına uyarlar.”
3354] 27/Neml, 40
3355] 7/A’râf, 54
3356] 6/En’âm, 95
3357] 6/En’âm, 101-102
3358] 10/Yûnus, 34-35
3359] 2/Bakara, 140
3360] 67/Mülk, 13
3361] 2/Bakara, 216
3362] 28/Kasas, 50
3363] 23/Mü’minûn, 71
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3364“Hâlbuki onların, bunun hakkında bir bilgileri de yok. Onlar, ancak zanna uyarlar. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.” 3365
5- O halde insanın önünde tek bir yol kalmaktadır. O da, Allah’ın hükümlerine teslim olmak, O’ndan sâdık haberi getiren rasullerin izinden gitmek: “Eğer herhangi bir şeyde çekişirseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün.” 3366; “Rabbine yemin olsun, onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri meselelerde senin hükmüne başvurup sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde herhangi bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” 3367
Görüldüğü gibi, Allah’ın dinine teslim olmak, insanın önündeki tek çıkar yoldur. Bu dine teslim olmak, hem insan fıtratının bir gereğidir, hem de insanın çevresini saran kâinatla, hemcinsleriyle âhenk içerisinde yaşamasının da bir gereğidir. İnsan, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu bilmek noktasına gelip durmamalı, gerçek yaratıcının hüküm ve kanunlarına, düzen ve değerlerine de iman etmeli, tâvizsiz bir şekilde bağlanabilmelidir. İşte o zaman insan bâtıl dinlerin çıkmazlarından, problemlerinden, şikâyetlerinden kurtulabilmek imkânını yakalayabilir.
Yüce Allah, peygamberler gönderip beraberlerinde kitaplar indirmesinin sebebinin, hükmetmek olduğunu açıklamaktadır: “Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, onun hakkında hüküm vermek (yetkisi), Allah’ındır. İşte bu (hâkimiyet sahibi) Allah, benim Rabbimdir. Ben yalnız O’na tevekkül ettim ve ben yalnız O’na dönerim.” 3368 Hz. Yusuf (a.s.) da şöyle demiştir: “Ey zindan arkadaşlarım, darmadağınık birçok (düzme) rabler mi hayırlıdır, yoksa kahhâr olan bir ve tek Allah mı? Sizin O’nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı ve haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği birtakım (abes) isimlerden başkası değildir. Hüküm, sadece Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 3369
Demek ki, hüküm (hâkimiyet, egemenlik, anlaşmazlık konularında son sözü söylemek yetkisi) yalnız Allah’ındır. Rasulleri ise O’ndan aldıklarını tebliğ ederler. Onların tebliğ ettikleri hüküm, Allah’ın hükmü demektir. Onların emirleri, Allah’ın emri; onlara itaat, Allah’a itaatti.3370 O halde bütün insanlar Allah’ın rasûlünün hükmüne başvurmakla yükümlüdür. O, peygamberlerin sonuncusudur. Allah’ın en değerli yaratığıdır. İster ilim adamı, ister yönetici olsun, ister şeyh, ister başka bir kimse olsun, hiçbir kimse, hiçbir şeyde O’nun hükmünün dışına çıkamaz; hükmünü kabul etmeyip çıktığında müslüman kalamaz.
Yüce Allah, bütün peygamberlerin dinlerinin bir olduğunu açıklamaktadır: “O, ‘dini dosdoğru uygulayın, onda ayrılığa düşmeyin’ diye, dinden sana vahyettiğimizi, İbrâhim, Mûsâ ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size şeriat/hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah’a şirk/ortak koşanlara ağır geldi. Allah, dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”3371 Evet, tüm peygamberlerin dini
3364] 53/Necm, 23
3365] 53/Necm, 28
3366] 4/Nisâ, 59
3367] 4/Nisâ, 65
3368] 42/Şûrâ, 10
3369] 12/Yusuf, 39/40
3370] 4/Nisâ, 64-65
3371] 42/Şûrâ, 13
DİN
- 799 -
birdir. O da İslâm’dır. Bütün peygamberler müslümandır, mü’mindir. Nitekim bu gerçeği Yüce Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde dile getirir. Allah’ın; peygamberleri göndermekten ve kitaplar indirmekten maksadı, “din”in bütünüyle Allah’ın olmasıdır. Yani, insanların hem inanç, hem de hayat ve hukuk düzenlerinde Allah’ın hükümlerine uymasıdır.
Şer’î hükümler, farklılık gösterse bile, peygamberlerin getirdiği din birdir. “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize bir sor: ‘Rahman’dan başka ibâdet edilecek tanrılar kılmış mıyız?” 3372; “Andolsun ki Biz her ümmete: ‘Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye tebliğ yapması için bir peygamber gönderdik.” 3373 Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu gerçeği şöylece dile getirmektedir: “Biz peygamberler topluluğunun dini birdir; baba bir kardeşler gibiyiz.” 3374
Bütün peygamberlerin dinleri bir olduğu gibi, gönderilme maksadı da birdir. O da: Âyetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, Allah’ın hükümlerine teslimiyet ve bağlılık, Allah’ın dinine ve hükümlerine alternatif gösterme gafletine düşmemek, yani tâğuttan, tâğûtî hükümlere uymaktan uzak kalmak, bunları insanlara tebliğ etmektir. Bundan dolayı, insanoğlu huzur ve rahatını temin için Allah’ın nizamını bizzat yaşamaktan, hayatını O’nun nizamına uydurmaktan, toplum düzenini Allah nizamına tâbi kılmaktan başka bir tarafa yönelmemelidir. İnsan, kendi başına bir nizam kuramaz; kurduğu takdirde mutlaka Allah’ın kâinatta cârî olan kanunları ile çatışacaktır. O zaman, insanoğlu ezilmeye mahkûmdur.
Bugün beşeriyet acı bir boşluğun azabı içinde kıvranıp duruyorsa bu, ruhlardan iman hakikatinin silinmesinden ve beşer hayatının Allah’ın nizamından mahrum kalmasındandır. Allah’ın yegâne nizamını ve biricik dinini hakikaten bilen, Allah nizamını taşıyıp tebliğ vazifesiyle mükellef kılınan şerefli kafileyi, yüce ve temiz insanları bilen hakiki ümmet... “Allah’ın dininden başkasını mı arzu ediyorlar? Hâlbuki yerde ve gökte olanlar, İster istemez O’na teslim olmuşlardır. Ve O’na döndürüleceklerdir. Kim İslâm’dan başka bir din arzu ederse, ondan asla kabul olunmayacaktır. Ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardandır.” 3375
Kur’an’a göre “din”, ne Auguste Comte’un söylediği gibi pozitivist devir öncesinin zamanı geçmiş bir kalıntısıdır, ne marksizmin ileri sürdüğü gibi bir “üstyapı” kurumudur, ne medeniyetçi tarih görüşünün ileri sürdüğü gibi medeniyeti meydana getiren unsurlardan birisidir ve ne de nasyonalist düşüncelerin görmek istediği gibi mileti (ulusu) meydana getiren unsurlardan birisidir. Kısaca “din”e ikinci ya da daha sonra gelen bir unsur gözüyle bakan bütün yaklaşımları Kur’ân-ı Kerim reddetmektedir. Kurân-ı Kerim’in bizlere sunduğuna göre din, beşer hayatının birinci ve hatta biricik faktörü ve etkenidir. Medeniyetin sosyal, ekonomik, fikrî, itikadî ve siyasal tutum ve seyrini belirleyen “din”dir.
Durum böyle olduğuna göre geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanların önünde izlemeleri, uymaları, bağlanmaları gereken tek din, İslâm’dan başkası olamaz. Çünkü kâmil din odur, Allah tarafından kabul edilecek din odur, âhirette zarara uğramaktan kurtaracak din yine odur. 3376
3372] 43/Zuhruf, 45
3373] 16/Nahl, 36.
3374] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fezâil 145
3375] 3/Âl-i İmrân, 83-85
3376] M. Beşir Eryarsoy, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 399-401
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dinin Gerekliliği
Yapılan çok yönlü araştırmalar da göstermektedir ki, insanlığın yaratılışından günümüze kadar, dinden uzak toplumların varlığına şahit olunmamıştır. Din fikri insanla beraber var olmuş ve onunla birlikte yaşayacaktır. İnsan, fizikî ve ruhî yapısı itibarıyla dine muhtaçtır. Fiziksel varlığının devamı için nasıl ki, yeme içmeye, giyime, korunmaya, barınmaya muhtaçtır; Manevî varlığının devamı için de dinî prensiplere muhtaçtır. Sadece maddî ihtiyaçlarını düşünen insanlar, hasta ve dengesiz tiplerdir, zayıf karakterli kimselerdir.
Din ve Bilim
Bu konuyu açıklamadan önce ilmin Allah’ın sıfatı olduğunu belirtelim.
İslâm dininin geçmişten günümüze kadar ilimle hiçbir meselesi/problemi olmamıştır. İlim ve din çatışması Hristiyan Avrupanın sorunu olmuştur.
İslâm inancına göre üç çeşit kitap vardır:
1) Kur’ân-ı Kerim (Vahiy): Bu kitaptan doğan ilimler; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akaid, Kıraat, Tecvid vs.
2) Kâinat: Bu kitaptan doğan ilimler; Fizik, Kimya, Matematik, Biyoloji, Astronomi, Botanik, Coğrafya, Mühendislik bilimleri vs.
3) İnsan: Bu kitaptan doğan ilimler; Tıp, Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Antropoloji vs.
Buna göre İslâm’da din ilmi, din dışı ilim diye bir ayrım söz konusu değildir. Yani bazı ilimler kutsal, bazıları ikinci, üçüncü... sınıf ilimler şeklinde bir ayrım yoktur. Kur’an tüm kâinatı ve insanı âyetler topluluğu olarak görür. Bu âyetlerin tümünü inceleme görevini insana yükler. İnsanın kendini ve kâinatı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan ilimler ile, Kur’an’ı anlamaya çalışması sonucu ortaya çıkan ilimler arasında fark yoktur. Tüm ilimler, âyetleri anlamaya çalışmak sûretiyle Allah’a yöneliştir. Bu yüzden tüm ilimler değerli ve tüm âlimler hürmete layıktır.
Tabiatı, insanı ve Kur’an’ı anlamaya dönük ilimler bir arada yürütülmelidir. Bunlardan birine ağırlık verilip diğerleri ihmal edilirse, insanın ve tabiatın dengesi bozulur. Günümüzde yaşandığı gibi insanlığı türlü felâketlere sürükler. Bu günkü modern dünyayı kuranlar, Kur’an’ı dışladıkları için insanlığı felâkete sürüklemişlerdir.
Kur’an bize en küçük böceklerden en büyük hayvanlara, bir sinek kanadından okyanuslara kadar, denizler, göller, yağmur, güneş, bulut, rüzgâr, bitkiler, gece ve gündüz, kısacası yeryüzünden gökyüzüne her zerrenin ve kürrenin bir âyet, Allah’a götüren bir işaret olduğunu söylüyor.
Kur’ân-ı Kerim’de sûreleri oluşturan bölümlere de âyet denir. Tüm bu âyetlerin anlaşılmasına dönük ilimler ve âlimler değerlidir. Zaten ilim demek, âyetlerin anlaşılması demektir. Bir şartla ki, bu ilimler insanlığın faydasına hizmet etmeli, âlimler, bilginler de iman sahibi olmalıdır. “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?” 3377;
3377] 51/Zâriyât, 20-21
DİN
- 801 -
“O’nun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?” 3378
Din, maddî âlemden daha çok, maddî âlemin dışında kalan, ölçülebilme, gözlenebilme özelliği olmayan bir âleme, kâinatı yaratan, şekillendiren bir varlığa olan inançtır. Din bu âlem ve diğer âlem hakkında bilgi verir. İnsanların bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini açıklar. Bilim ise, ölçülebilme ve gözlenebilme özelliği olan bu âleme dayanır. Kâinattaki düzeni ve bu düzenin uyduğu kuralları araştırır, keşfeder ve aralarındaki çeşitli ilişkileri ortaya çıkarır.
Bilim elde edebilmek için, a) Bu âlemin bizden bağımsız olarak var olduğuna, b) Bu âlemden bilgi elde etmenin mümkün olduğuna, c) Bu âlemin anlaşılabilir olduğuna inanmak gerekir.
Burada şu hususa dikkat etmek gerekir. Din ve ilim insanın dışında ve insandan bağımsızdır. İnsan bunları icad edemez. Sadece keşfeder veya idrâk eder. Bunların yerine kendi hevâ ve hevesine uygun yeni şeyler koyamaz. Böyle yaptığını zannetse bile sadece kendi dışında var olan bu olayları ortaya çıkarmış olur.
Ayrıca kendisinden bağımsız olan, yerçekimi yasasını, sofra tuzunun formülünü, güneş sisteminin işleyişini, kendi yaratılış kanununu değiştirmek veya peygamberliği, günlük namazların sayısını beşten altıya çıkarmak ya da dörde indirmek vs. mümkün değildir. Tüm bu ve benzeri yasalar referandum yolu ile değiştirilemez. Çünkü ilimde ve dinde demokrasi olmaz. Her ikisi de insandan bağımsızdır.
Gerçek ilim adamları, dinin ve ilmin yasalarını, bunların özelliklerini, bunlar arasındaki ilişkileri anlamaya ve idrâk etmeye çalışan ve sonuçta Allah’ı bulanlardır.
Dinlerin Tasnifi
Dinlerin Çeşitleri: İslâm’a göre dinler üçe ayrılır:
1- Hak Din (İslâm Dini),
2- Muharref Dinler,
3- Bâtıl Dinler.
Hak Din
Allah katında geçerli din yalnızca İslâm’dır.3379 “Kim İslâm’dan başka din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette zarara uğrayanlardan olur.”3380 Denilebilir ki, yukarıda tanımlanan ‘din’in ölçülerine yalnızca İslâm uymaktadır. Öyleyse yalnızca İslâm, “din”dir. Diğerlerine din değil, ideoloji ya da başka bir şey dememiz gerekmez mi?
Hak din tanımına elbette yalnızca Allah’ın fıtrat dini dediği 3381 İslâm uy3378]
41/Fussilet, 53
3379] 3/Âl-i İmrân, 19
3380] 3/Âl-i İmrân, 85
3381] 30/Rûm, 30
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
maktadır. Ancak ‘din’ olayının tanımına ve kapsadığı alana bakarsak ve yine Kur’an’ın hemen yukarıda andığımız iki âyetini hatırlarsak, İslâm’dan başka dinlerin de olduğunu ve bunları Rabbimizin reddettiğini görürüz. Yine şu âyet de oldukça dikkat çekicidir: “Müşrikler istemese de O dini (İslâm’ı) bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidâyetle ve hak dinle gönderen O’dur.” 3382 Dikkat edilirse burada hak din tekil olarak, diğer dinler tâbiri ise çoğul olarak kullanılmaktadır.
Bütün peygamberler yalnızca hak din olan İslâm’ı tebliğ etmişlerdi.3383 Peygamberimiz, bütün peygamberlerin dininin bir olduğunu ve hepsinin baba bir, kardeş gibi olduklarını haber veriyor. 3384
Hak Din, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, hiç bir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen hayat şeklidir. Bu din, yani hayat şekli; inancı, dünya görüşünü, davranış ve eylem biçimini, Allah’a karşı görevleri, ibâdet anlayışını, insanlara ve tüm yaratıklara karşı muâmeleyi, kanunları ve cezaları içermektedir. İşte, bütün peygamberlere Allah’ın gönderdiği din, İslâm Dini’dir. Hak din, peygamberlere günün şartlarına göre şeriatları farklı olarak gelmiştir. Akide (inanç) ise, bütün peygamberlerde aynıdır.
Hak Dinin Genel Özellikleri Şunlardır:
Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden ve nasıl uygulanacağını gösteren peygamberler vardır.
Her peygamberin, ya kendisine verilen suhuf (sayfalar -küçük kitap-) veya kitabı vardır. Ya da kendinden önceki peygambere inen henüz bozulmamış kitabın hükümlerini tatbik eder.
Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete inanç vardır.
Akla, bilime ve ilmî gelişmelere aykırı hiçbir şey yoktur.
“Allah katında din, ancak İslâm’dır.” 3385 İslâm dininde, ilâhî düzen ve ulûhiyet tektir. O yüzden kulluk da tek yeredir. Bu ulûhiyete teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda, ne de dış hayatında Allah’ın hükümranlığından/egemenliğinden başka bir şeyin eseri kalmaz. Ulûhiyet tektir, öyleyse yönelecek tek bir cihet vardır, tek bir akîde vardır: Allah’ın rızâsına uygun olarak kullarından kabul ettiği akîde/inanç, yani açık, berrak ve hâlis tevhid akîdesi ki, o da Allah indinde din olan İslâm’dır.
O İslâm ki, yalnız dâvâ, yalnız dirâyet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta edâ ettikleri vecîbelerden ibâret değildir. İslâm, teslimiyettir, itaat ve bağlılıktır, Allah’ın kitabının kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün “biz de müslümanız!” deyip de Allah’ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitaba benzemektedirler. Zira onlar da dini insanların günlük hayatına, ekonomik, sosyal, hatta âilevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar.
3382] 9/Tevbe, 33
3383] 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 2/Bakara, 133 vd.
3384] Müslim, Fezâil 40, hadis no: 2365, 4/1837
3385] 3/Âl-i İmrân, 19.
DİN
- 803 -
Bunlar, ileri sürdükleri bu iddiâlar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dinî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitabın ileri sürdüğü zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dinî esaslardan sıyrılmakta farksızdırlar.
Hâlbuki bu dinin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca hak din de olmaz: Allah’ın şeriatına itaat, Allah’ın Rasûlü’ne uyma, Kitabullah’ın ahkâmına teslimiyet. İşte, tevhid akîdesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîî kanunları da içerir. Dinin gayesi, sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdânî şuuru uyandırmaktan, inanç ve ibâdetten ibâret değildir. Böyle bir din olamaz.
Din, Allah’ın insanoğlu için tesbit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah’ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah’ın dinine iman eden müslüman, Allah’tan bu dinin şâhitliğini talep eder. İnsan, bu dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün düzenlere ve teşkilatlara/kurumlara karşı bu dinin üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, mesleğini ve hayatını canlı bir şekilde Allah’ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, toplum ve ferdin dayanağını Allah’ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp, böyle bir toplum meydana getirmedikçe şâhit olamazlar.
Mü’minler, İlâhî programı tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani İlâhî dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı kabul ettiği şehâdetin ta kendisidir. Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, “Bizi şâhit olanlarla beraber yaz”3386 niyâzı, Allah ile akdedilen bir bey’attır. Her mü’min, dinî bir hayatın ihyâsı ve toplumun huzur ve refahı arzusuyla bu İlâhî nizamı gerçekleştirmek için cihad etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya şehâdetinde yalancıdır veya bu dinin gâye edindiği şehâdetin zıddını yapmak gayretindedir. Mü’min olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah’ın dininden uzaklaştıranların ise vay haline!
İşte, bütün bu mânâlarla İslâm Allah katında yegâne dindir. Bütün peygamberlerin Allah’tan getirmiş oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara kulluktan/ibâdetten kurtarıp Allah’a ibâdet ettirmek için peygamberleri vâsıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah şâhittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler.
Hiç şüphe yok ki Allah’ın dini tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm’a sırt çevirenler, bütün peygamberlere ve onların getirdikleri dine sırt çevirmekte ve Allah’ın ahidlerinin bütününe ihânet etmiş olmaktadırlar. İslâm -ki, yeryüzünde Allah’ın tek nizâmıdır- mevcûdâtın temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm’dır.
Muharref Dinler
Muharref dinler, tahrif edilmiş, bozulmuş dinler demektir. Allah’ın gönderdiği İslâm Dini’nin atmalar ve katmalarla değiştirilmiş şeklidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık muharref dinlerdir.
3386] 3/Âl-i İmrân, 53
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dinleri bozmanın amacı: İnsanlar zamanla Allah’ın yolundan sapmış, tatmin olmak bilmeyen arzu ve isteklerini gerçekleştirmek isteyince de, Allah’ın insanlar arasında dengeyi ve huzuru sağlamak için gönderdiği din, kendilerine mâni olmuştur. Bu engeli ortadan kaldırmak için de iki seçenek vardır: a) Allah düşüncesini ve inancını reddederek, Allah’a dayalı bir dini de ortadan kaldırmak. b) Allah’ın gönderdiği dinin, kendi arzu ve istekleriyle çelişen, kendi çıkarlarına müsaade etmeyen kurallarını değiştirmek.
Din düşüncesinin reddedilmesi işlerine gelmeyen veya toptan reddetmenin mümkün olmadığını görenler, dinin işlerine gelmeyen yönlerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmişlerdir. Böylece hem cahil ve gafil dindarların tepkisinden kurtulmuşlar, hem de değiştirdikleri bu dinleri kendi sömürü düzenlerine koltuk değneği yapmışlardır. Bu tip insanlar, zaman zaman dinî merâsim ve törenlere katılıp kendilerinin de dindar olduklarını, dine karşı olmadıklarını söyleyerek dindar ama cahil kesimin desteğini almaya çalışmışlardır. Kısaca, Allah’ın gönderdiği Hak Din’in bazıları tarafından kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilip Allah’ın dini imiş gibi sunulduğu dinlere muharref dinler denir.
Bâtıl Dinler (Uydurma Dinler)
İnsanların İslâm’ın dışında tarih boyunca kendi kafalarından uydurdukları bütün dinlerin genel adı, bâtıl dindir. Hak din bir tanedir, ama bâtıl dinler sayısızdır. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Bâtıl dinler, Allah (c.c.) tarafından kabul edilmediği gibi; onlar, ne insanın yaratılış sebebine cevap verebilirler, ne dünyadaki huzuru sağlayabilirler, ne adâleti yerine getirebilirler, ne de âhiret kurtuluşuna götürebilirler. Çünkü hepsi de insan hevâsının ürünüdür. Hepsi de hak din olan İslâm’a karşı olmak üzere ortaya atılmışlardır. İnsanlara din gönderme hakkı yalnızca onları yaratan Rabb’ın hakkıdır. Allah’a rağmen insanlara din teklif edenler, uydurdukları ilkeleri din haline getirip insanları onlara itaate zorlayanlar, Firavun tipli azgın tâğutlardır. Allah (c.c.) ise, bütün zamanların insanlarına, ‘tâğuta kulluktan kaçının, Bana ibâdet edin’ buyurmaktadır. 3387
Muharref (bozulmuş) dinleri anlatırken, vahye dayalı dinin, birtakım maddecilerin işine mâni olduğu için, onların dini bozduklarını, değişikliğe uğrattıklarını görmüştük. Burada da aynı amaç söz konusudur. Uydurulan bu dinler, insanları ezip sömürmüşler, yaratılışlarının zıddına yaşamaya mecbur etmişlerdir. İnsanlık bu dinlerde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, şımarıp büyüklenen ve şahsiyeti elinden alınıp köleleştirilen diye ikiye ayrılmıştır. Ama hep sömürülen, ezilen ve köleleştirilen kesim çoğunlukta olmuştur. Kısacası, bu dinler azınlıktaki grubun arzularını gerçekleştirip, onların hevâ ve heveslerini tatmin aracı olmuştur. 3388
3387] 16/Nahl, 36
3388] Adlarına çoğunluk rejimi denen demokrasi ve benzeri hayat şekillerinde de durum farklı değildir.
DİN
- 805 -
İnsanlar, zulmün ve sömürünün farkına varıp patlama noktasına geldiklerinde, müstekbirler, insanlara yepyeni hayat şekilleri (dinler) sunmuşlardır. Bu tiplerin ortak vasıfları İslam’a düşmanlık olduğundan, Hak Din’i tebliğ edenleri fitneci, fesatcı, düzeni bozan anarşistler olarak tanıtmaya çalışmışlar; kendilerini ise ıslah edici olarak göstermişlerdir. 3389
Geçmişte olduğu gibi zamanımızda da insanlara yeni yeni dinler (ideolojiler) ileri sürülmüş, bu dinler belirli zamanlarda insanların hayatlarına hâkim olmuştur. Fakat bu dinler, kendi bağlılarını bile mutlu edemediği, onlara özgürlük, hak ve adâlet veremediği gibi; insanların çoğunluğunu şeytanın ve bir avuç azınlığın kulu, kölesi yapmıştır.
Kuvvetlinin zayıfı ezmesine, sömürmesine dayanan bu uydurma dinler bugün birer birer çökmekte, insanlık, yaratılışına uygun olan dini aramaktadır. Kapitalizme ve faşizme alternatif olarak ortaya çıkan komünizm ve sosyalizm gibi dinler (ki bunlar dinsizlik dinidir) 70 senede çökerek, kendi bağlıları tarafından tarihin çöplüğüne atılmışlardır. Bazıları, kendi elleriyle yaptıkları dinlerini yine kendi elleriyle yıkıp yeni yeni dinler edinmektedir. Bir zamanlar elleriyle yaptıkları ve sonra taptıkları heykelleri, putları atacak çöplük arayan insanlar, kırdıkları putların yerine yenisini koymayı daha ne zamana kadar sürdürecektir?
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifade ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
İslâm’ın hâkim olduğu ülkede, İslâm’ın sosyal ve ekonomik adâleti her şeyi kuşatır. Allah’ın râzı olacağı dini, yani İslâm’ı yaşayan toplumlarda, Allah’ın hükümleri karşısında herkes eşittir. Bu hükümlerden muaf tutulan, bu hükümler karşısında ayrıcalıklı veya dokunulmaz olan sınıflar yoktur.
Peki, bu eşitlikten, bu adâletten, bu hükümlerden herkes memnun mudur? Elbette ki değildir! Dinî otorite veya siyasî iktidar adına insanları ezmek, insanları sömürmek isteyen müstekbirler, bu durumdan hiç memnun olmazlar. Çünkü yürürlükte olan İlâhî hükümlere göre insanları aldatmaları, insanları ezmeleri, insanları sömürmeleri mümkün değildir. Bu durumda yapacakları iş, kendi çıkar ve menfaatlerine dokunan İlâhî hükümleri te’vil veya tahrif etmek ve bununla da yetinmeyip, İlâhî hükümleri rafa kaldırarak, insanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamaktır.
İnsanların yaşam şeklini belirleyecek yeni hükümler, yeni kurallar koyup uygulamak! Bu ne demektir? Bu, en açık ifadesiyle, yeni bir din ortaya koymaktır. Çünkü din gerçeği, insanların yaşam şeklini, hayat nizamını belirleyen hükümler manzûmesi olduğundan; İslâm’ın hükümlerini reddedip, bu İlâhî hükümlere zıt hükümler koymak; İslâm’ı beğenmeyip, İslâm’ı reddedip yeni bir din oluşturmaktır.
Tarihin her döneminde bunun açık örnekleriyle karşılaşıyoruz. Zaten Allah (c.c.)’ın muayyen zamanlarda peygamberler göndermesinin nedeni de, insanların
3389] Bk. 2/Bakara, 11-12 ve 40/Mü’min, 26
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hak dinden sapmaları, hak dini tahrif etmeleri, dinlerini parçalara ayırmaları ve yeni yeni dinler türetmeleridir. �����������������������������������������������Yoksa onlar kendilerine gönderilen hak din üze-üzereyken, Allah (c.c.) “biraz da bu dini yaşayın!” diyerek, farklı farklı dinler göndermiş değildir! İşte insanların, hak dini tahrif ederek veya parçalara ayırarak ya da hayat şeklini belirleyecek hükümler, kanunlar koyarak ortaya çıkardıkları bütün bu dinler, hak olan İslâm gerçeğine göre bâtıl dinlerdir. Bunların adına bilimsel çevrelerce değişik izm’ler, değişik ideolojiler denilse de, İslâm’a göre bunlar birer dindir; bâtıl dindir.
Fakat ne gariptir ki, insanlara “din” denilince, her nedense sadece âhiretle ilgili meseleleri dikkate alan, metafizik konularla alâkalı görüşler akla gelmektedir. Nitekim kaynağı itibarıyla semavi olan Yahudiliğe, Hıristiyanlığa veya İslâm’a “din” dedikleri halde, değişik dünya görüşlerinin ve ideolojilerin de “din” olduğunu dikkatlerden kaçırmaktadırlar. İnsanlar için düşünce ve yaşantılarının temelini oluşturan her sistem, inanç veya felsefe din ismini almasa dahi, gerçekte birer dindirler.
Dolayısıyla, dini olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü herkesin bir hayat tarzı vardır. Biliyoruz ki, her din bir hayat şekli, bir yaşam nizamıdır. Bu yaşam nizamının içinde âhiretle ilgili boyut olduğu gibi, dünya ile ilgili boyut da bulunmaktadır. Hatta ve hatta dünyevî boyut, pratik düzlemde uhrevî boyuttan çok daha önce gelmektedir. Çünkü uhrevî boyuta yönelmek, meselenin dünyevî boyutu çözümlendikten, daha açık bir ifadeyle kişinin ayakları dünyada yere bastıktan sonra gerçekleşmektedir.
Din kavramının dünyadaki pratiğe önem veren bu genel tanımını dikkate alarak bir değerlendirme yapacak olursak; insanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibariyle İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” 3390
Nitekim aynı örnek Kur’an-ı Kerim’deki Yusuf (a.s.) kıssasında da bulunmakta, Yusuf’un (a.s.) yanında bulunduğu hükümdarın düzenine, yönetim hukukuna “din” denilmektedir. “İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa) hükümdarın dininde (hırsıza verilecek cezaya göre) kardeşini (yanında) alıkoyamazdı.”3391 Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre yegâne din İslâm değildir.
“Allah katında din, hiç şüphesiz ki İslâm’dır.”3392 âyet-i kerimesini ileri sürerek “Allah katında din İslâm’dır. Öyleyse İslâm’dan başka bütün yönelişler, bütün hayat şekilleri, bütün ideolojiler din değildir” demek; bu âyeti, Kur’ân-ı Kerim’e zıt
3390] 109/Kâfirûn, 1 - 6
3391] 12/Yûsuf, 76
3392] 3/Âl-i İmrân, 19
DİN
- 807 -
yorumlamak demektir. Bu âyet-i kerimeden anlamamız gereken gerçek; Allah katında geçerli ve makbul olan din, Allah katında hak olan din, sadece ve sadece İslâm’dır.
Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen bu gerçek, insanların İslâm’dan başka dinler üretmeleri, bu dinlere yönelmeleri realitesiyle çatışmaz. İnsanların ürettikleri, insanların ortaya koydukları hayat şekilleri birer din olduğu gibi, semâvî bir dinin insanlar tarafından parçalanan, tahrif edilen bütün şekilleri de yine bir dindir. Nitekim yukarıda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi Rabbımızın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’de; müşriklerin ve kâfirlerin hayat şekline, hükümdarın yönetim hukukuna, kaynağı itibariyle hak olan dinlerini tahrif eden ehl-i kitabın yaşam biçimine yine “din” denilmektedir.
O halde İslâm yegâne din değil; yegâne hak dindir. Kaynağı ve ilk dönemleri itibariyle hak olan Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi bütün İlâhî dinlerin aslını kendi kapsamına alan ve bunun biricik ifadesi olan İslâm, Allah katında ve biz mü’minler nezdinde yegâne hak dindir. İslâm’ın karşısındaki diğer dinler ise yine birer din olmalarına rağmen, en genel ifadesiyle bâtıl dinlerdir. Değişik izm’ler, değişik ideolojiler birer dindir; birer dindir ancak, hak din değillerdir. Kimilerimizin aklına şu soru gelebilir: Madem birçok ideolojiler ve birçok izm’ler birer dindir, o halde bunlara neden “din” denilmiyor da, başka başka isimlerle adlandırılıyor?
Çünkü bilindiği üzere ideolojinin mânâsı, bir yaşam biçimini belirlemeyi amaçlayan ve kendi içinde bağlantısı olan siyasî, iktisadî, sosyal görüşler bütünlüğüdür. İdeolojiye yüklenen bu tanım, dinin tanımına paralel bir tanımdır. O halde neden bunlara “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi demelerinin nedeni; yönettikleri halkın iki ayrı din vâkıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ürettikleri veya türettikleri dinlere, bilmem ne ideolojisi veya bilmem ne izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Kurtuluşları ancak ve ancak İslâm’da olan insanlara, İslâm’ın karşıtı olarak bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı, bir hayat şekli öngören her ideoloji, her izm, İslâm’ın karşısında bâtıl bir dindir. Bu bâtıl dinlere inanmak, bu bâtıl dinlerin dünya görüşünü benimsemek ve bu bâtıl dinleri yaşamak ile, “benim dinim bu ideoloji veya bu izm’dir” demek arasında hiçbir fark yoktur. “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, âhirette de kayba uğrayanlardandır.” 3393
İnsanın dünyadaki tarihi, Âdem (a.s.) ve Havva vâlidemizle başlayan bir tarihtir. Âdem (a.s.) ise, bildiğimiz gibi hem ilk insan ve hem de ilk peygamberdir. Tabii ki peygamberlik görevi, ailesine yönelik bir görevdir. Dolayısıyla dinler tarihinin başlangıcında hak din vardır. İnsanların yaşam biçimini açıklayan ilk din, ilk nizam; hak olan din, hak olan nizamdır. Bâtıl dinler ise sonradan ortaya çıkan dinlerdir.
Bâtıl dinlerin gerçek mimarı, hiç şüphesiz ki şeytandır. Şeytan, bâtıl dinleri ihdas etmek için kendi dostlarına vesveselerle yol gösterirken, hak dinin yapısını dikkate almıştır. Nitekim bâtıl dinleri genel olarak inceleyecek olursak, hak dinin
3393] 3/Âl-i İmrân, 85
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iskeletine bâtıl ceset giydirildiğini görürüz. Şeytan ve dostları kendi çıkarlarına uygun bâtıl dinleri ihdas ederlerken, çoğu zaman hak dinin bazı görüşlerine hiç dokunmamışlardır. Şeytan ve dostlarının çıkarlarına zararlı gözükmediği için müdâhale edilmeyen bu gibi görüşler, hak dinleri tahrif edilen toplumların, kendilerini hâlâ hak dinde sanmalarına ve dolayısıyla bâtıl dinlere tepki göstermemelerine neden olmuştur. Oysa şeytan ve dostlarının müdâhale etmedikleri bu gibi görüşler, hak dinin bütünlüğünde anlam ve hikmet kazanan görüşlerdir. Hak dinin bütünlüğünden koparılan bu görüşler, ne yazık ki insanları uyarıcı niteliğini yitirip, hâkim otoriteler tarafından insanları uyutucu bir niteliğe dönüştürülmektedir.
Meselâ küfrî otoriteler tarafından yönetilen, halkında müslüman olan ülkelerde, tâğutî otoritelerin namazı yasaklamamaları ve bunun da ötesinde bu yönetimlerdeki bazı Firavunların halkın karşısına namaz kılıyormuş görüntüleriyle çıkmaları, aldatılan halkın ülkeyi İslâm, yöneticileri de müslüman kabul etmelerine neden olmaktadır. İşte İslâm ülkelerinde müslümanları kötülüklerden uzaklaştırıcı, uyarıcı, arındırıcı ve diriltici bir niteliği olan namaz eylemi, böylesi ülkelerde kendi özünden ve anlamından uzaklaşarak halkların uyutulmasına neden olmaktadır.
Genellikle hak dinin ismini kullanarak veya hak dinle hiçbir çelişkisi yokmuş gibi empoze edilerek yürürlüğe konulan bâtıl dinler, insanların ezilmesine, insanların sömürülmesine neden olmuştur.
Ancak, insanı yaratan Allah, insanları böylesi zulümler, böylesi sömürüler içinde başıboş bırakmamıştır. Peygamberler, insanları içine düştükleri bu zilletten kurtarmak için gönderilmişlerdir. Zamanımızdaki zâlimleri, zamanımızdaki bâtıl dinleri yerle bir etmek ve Allah’ın râzı olacağı İslâm’ı hâkim kılmak için, yeni bir peygambere gerek yoktur. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’le birlikte gönderilen Rabbânî mesaj, ilk günkü tazeliği ve ilk günkü temizliği ile elimizde bulunmaktadır. İslâm Dini’nin iki temel kaynağının (Kur’an ve sünnet) elimizde bulunması, bütün bâtıl dinler karşısında İslâm dinini yeniden tebliğ ve yeniden ikame edebileceğimizi gösterir. 3394
Beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında İslâm’ı mahkûm etmek için gerekçe olarak gösterdikleri “bağnazlık”ların en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla birçok cinâyetlerin işlendiği doğrudur. Ancak, modern dünyanın çağdaş ve câhilî dinleri olan doktrinler ve “...izm”ler uğruna işlenen cinâyetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve “din”i mutlak anlamda itham etmek için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik adına kapitalizmi, emperyalizmi, komünizmi, siyonizmi yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş “modern cinâyetler” ve “çağdaş bağnazca tutumlar” mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegâne hak din olan İslâm’ı mücâdelenin dışında tutmak, saf dışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinden sapma sonucu ortaya çıkan cinâyetler mi?
Bu sözler, bâtıl adına işlenen cinâyetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini tanımadığını ileri sürerken bile “bir düzene uymak”
3394] Mehmed Alagaş, Din Gerçeği ve İslâm, s. 27-44
DİN
- 809 -
anlamında bir dine mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken, kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen, sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani “din”lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Çağdaş dünya dininin ilâhları sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler, sporcular...dır. Mâbetleri/tapınakları ise bankalar, fabrikalar, stadyumlar, gazinolar...dır. Kullar ise her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.
Açıkça anlaşıldığı gibi durum şundan ibârettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında, ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır. Meselâ materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve evren hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene “inanılmasını” yani bir inanç olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını iknâ etmeye özel bir çaba harcamaktadır. İşte, aslında insanlığa belli bir hayat ve kâinat anlayışı ve yorumu sunan, bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri her türlüsüyle düzenlemeye çalışan her bir sistem, aynı zamanda bir inanç düzenidir, yani bir “din”dir.
Bu yorum ve açıklamaların, Kur’ân-ı Kerim’in “din” için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dinle ilgili âyet-i kerimeler bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yüce Allah, Rasûlü’nü hidâyetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere “hak din” ile göndermiştir,3395 Allah katında yegâne geçerli din İslâm’dır.3396 İslâm’dan başka bir din arayan kimsenin bu dini, ondan kabul edilmeyecektir ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır. 3397
Bu âyetlerden ve benzerlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm’ın dışında başka dinler de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de vardır. Buna göre, insanların benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin; adına din denilmese bile bir “din”dir. Hatta Allah’a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına “ibâdet” adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez. Çünkü dinlerde asıl olan bir “inanç düzeni” ile bu düzene göre şekillenen bir hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir “yaşayış düzeni”nin varlığıdır. Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir “hayat düzeni” bulunmayacağına göre, insanlık için -bu anlamıyla- din dışında kalabilen bir hayat, esasen düşünülemez demektir. Bu gerçek, aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhepleri incelediği el-Milel ve’n-Nihal adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:
3395] 9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9
3396] 3/Âl-i İmrân, 19
3397] 3/Âl-i İmrân, 85
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Dünyada çeşitli din ve mezhep mensupları ve hevâ ve nıhle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır; yahûdi ve hıristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecûsiler ile maniheistler gibi kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve tanımları olup da Allah’tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır. 3398
Görüldüğü gibi, her bir dünya, hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve böyle değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı, hatta laik düzenler için bile, din dışı bir hayat mümkün olamaz.
Dinin kavranması için şu soruya cevap verilmelidir: Din, her durumda hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?
İnsanın belli bir yapısının ve bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu olduğu herkes tarafından bilinir. İnsanın, görünen ve duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının, hatta bu varlığının en küçük diliminde dahi kendisini gösteren, varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir mânevî varlığının da bulunduğunu görüyoruz. O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın hem maddî, hem de mânevî yapısını göz önünde bulundurması ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız parçalarmış gibi değil- bir bütünün unsurları olarak değerlendirmesi, bütüne yani insana kazandırdıkları âhenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin bunlardan birini görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir şekilde hesaba katmamak gibi, insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde dengesizlikler doğuracak bir değerlendirme yoluna gitmemelidir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din, insanı kuvvetli olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele alabilen bir dindir.
İnsan, tek başına, çevresiyle, hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye bir şey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve sorunlarla karşı karşıya kalır:
-Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu evren ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa, bunlar neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tesbit edebilirim? Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa, ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, varsa nelerdir, bu tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir? Yani, insanın hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî, toplumsal,
3398] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 1/37
DİN
- 811 -
ekonomik, siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara, doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.
İnsanın, kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem, sırf bu görünen dünya değildir. Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç eğilimi vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata ters, hatta düşman ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu meyli küllendirilebilse bile, tümden yok edilemez. Peki, insan denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı müstağnî kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O’nu tanımanın yolu nedir? O’na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir? Biz, O’nun için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının, muâmelesinin esasları nelerdir?
Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır. İnsan, yani selim fıtrata sahip; sapıklığın, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan, hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını, haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman zaman yaptıklarının yanlarına kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, âdil ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adâletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması, zâlimin cezasını çekmesi, insanların birbirlerine “kurtluk ve orman kanunları” ile, ya da “tilkilik” mantığıyla değil de; “en az o da benim kadar haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşit” mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, fert ve toplum vicdanında bunun yer etmesi...
İnsan, kendi ferdî hayatında bunların, hatta işaretlerinin dahi gerçekleştiğini görmeyebilir. Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki çalışmaları eğer eksik bulacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa, onun bu yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın “ötesi”ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir “din” fıtratın bu ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir. 3399
Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
Her dönemdeki müslümanlar, çağlarındaki bâtılları tanıyarak onlar hakkındaki İslâm’ın hükmünü de bilmek mükellefiyetindedirler. Böyle bir mecburiyetin kaynağı müslümanın, mü’min ve müslüman olan kimseler ile öyle olmayan kimselere, inançlarına uygun davranmak zorunda oluşudur. Yani onlara uygulanacak olan hukuk ile onlara karşı yapılacak olan muâmelenin, inançlarına göre belirlenmek durumunda olmasıdır. İslâm’ın bu inanç ve hayat sistemleri, yani bu dinler hakkındaki hükümleri bilinmediği takdirde tavır belirlemek sözkonusu olamayacağından, bunların iman açısından değer hükümlerinin tesbiti de kaçınılmaz bir haldir.
3399] M. Beşir Eryarsoy, a.g.e. c. 1, s. 398
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca bâtıl dinleri tanımayan cahil müslümanların, tanımadıkları bâtıldan kaçınmaları da özellikle günümüzde imkânsız derecede zordur. Zamanımızda nice müslüman, kavram kargaşasının kurbanı olmakta, bâtıl dinlerle karışık bir inanç ve davranış sergilemektedir. Yani biraz müslüman, biraz demokrat, biraz laik, biraz materyalist... karma dinler içinde olabilmektedir. “Onların çoğu, ancak Allah’a şirk (ortak) koşarak iman ederler.” 3400
Müslüman, Allah’ın ve Rasûlü’nün kat’i hükümlerine aykırı hükümleri kabul edemeyeceğinden, bu tür fikir, sistem ve ideolojileri reddetmek zorundadır. Dolayısıyla müslümanların, çağlarında ortaya çıkan fikir ve sistemlerle bu açıdan ilgilenmeleri ve bunlara dair değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Hele bu fikir, ideoloji ve sistemler, özellikle müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde uygulama alanı buluyor ve yayılma istidadı gösteriyor, hatta bunların varlığı İslâm akîdesi açısından büyük bir fitne ve tehlike teşkil ediyorsa, müslüman olarak görevimiz daha da büyük olacaktır.
İslâm’ın hükmetmek istediği alanlar, eğer gayri İslamî, câhilî ve müşrik güçler tarafından işgal edilmiş ise, müslümanın bu güç ve düzenlere karşı akidesinin gösterdiği doğrultuda gereken mücâdeleyi vermesi, kaçınılmaz bir mükellefiyettir.
İnsanlar tarafından oluşturulan dinlerin hepsinin ortak özelliği; Allah’ın vahiyle bildirdiği din olan İslâm’a karşı olmalarıdır. “Allah’tan bir yol gösterici olmadan, yalnız kendi keyfine uyandan daha sapık kim olabilir?” 3401
Bir insan, ya Allah’a iman eder ve Allah’ın indirdiği hükümlere göre hayatını düzenler; ya da “tâğut”a teslim olup, tâğutun kurallarına, hevâ ve heveslerine uyar. Bu iki yolun dışında üçüncü bir yol yoktur.
İnsanların hak olsun bâtıl olsun, dünya hayatlarında benimsemiş oldukları inanç ve hayat düzenlerini, ideoloji, politika, ahlâk ve yaşayış şekil ve üsluplarının ifadesi olarak “din”in, Allah tarafından kabul edileninin adı “İslâm”dır. Allah, kendi katında geçerli olan dinin İslâm olduğunu bildirmiş, İslâm’dan başka bir din arayanın, İslâm’dan başka bir inanç ve hayat düzenini benimseyenin bu arayış ve benimseyişinin âhirette ebedî hüsran ile sonuçlanacağını, bu dininin Allah tarafından kabul edilmeyeceğini açıklamıştır.3402 Allah’ın dininden başka bir din, O’nun insanlar için teklif etmiş olduğu hayat düzeninden başka bir hayat düzeni, O’nun istediğinden başka inanç sistemi ve ideolojileri seçip benimsemek, kısacası Allah’ın dini İslâm’dan başka bir din arayışına girmek, fıtrata ve Allah’ın kâinata egemen olan kanunlarına ters düşmektir. “Göklerde ve yerde ne varsa ister istemez Allah’a teslim olup boyun eğmişken, onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hem, onlar O’na döndürüleceklerdir.” 3403
Allah, dinini kemâle erdirdiğinden; bu dinin eksiksiz olarak ve bütünüyle alınıp kabul edilmesi, tüm hükümlerine inanılarak, bütünüyle uygulanmaya konulması gerekmektedir.
“Ey iman edenler! Bütünüyle ve hepiniz İslâm’a girin. Şeytanın adımlarına uymayın.
3400] 12/Yûsuf, 106
3401] 28/Kasas, 50
3402] Bk. 3/Âl-i İmrân, 19 ve 85.
3403] 3/Âl-i İmrân, 83
DİN
- 813 -
Gerçekten şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır. Size bunca deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki Allah, hiç şüphesiz mutlak Gâlib ve Hakîm olandır.” 3404
“Yoksa siz, Kitab’ın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvay edilip aşağılanmaktan, âhirette de azabın en şiddetlisine uğratılmaktan başkası değildir. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.” 3405
Kayıtsız şartsız olarak bütün alanlarda Allah’a ve O’nun şeriatına tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça ve Allah’ın dini dışında kalan her türlü düzen, sistem, inanç, bakış açısı, kurum, yaklaşım tarzı ve değer ölçüsü kesinlikle ve tam anlamıyla reddedilmedikçe, Allah tarafından kabul edilecek nitelikte bir imana sahip olmaya imkân yoktur. Ancak böyle bir tavır sergilenebildiği takdirde, Allah’a iman edilmiş, tâğut ve tâğutî düzenler inkâr edilmiş, küfrün karanlıklarından kurtulup İslâm’ın nuruna, imanın aydınlığına çıkılmış olur:
“Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Allah, iman edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır. Kâfir olanların velîsi ise tâğuttur, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır.” 3406
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki, ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?”3407 Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.” 3408
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun
3404] 2/Bakara, 208 - 209
3405] 2/Bakara, 85
3406] 2Bakara, 256 , 257
3407] 2/Bakara, 170
3408] 10/Yûnus, 100
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 3409
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. “Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız’ dediler. Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız ?)’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.” 3410; “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah, kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 3411
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek, ama Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.” 3412
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.”3413 Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
3409] 13/Ra’d, 11
3410] 43/Zuhruf, 22-24
3411] 7/A’râf, 28
3412] 15/Hicr, 9
3413] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171.
DİN
- 815 -
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı.3414 Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?” 3415 Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız.
Özellikle uzun bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
3414] Abdurrahman Çobanoğlu, İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, s. 47-52
3415] 2/Bakara, 170
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir d3avâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiğinde ‘biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. İyi bilin ki onlar bozgunculardır.”3416 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve den çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda, yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı yoktur. Sadece dinini te’vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir. Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya’daki solcu müslümanlık iddiaları, dini te’vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini belgelemektedir.
Demek ki sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar, bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa yorarak,
3416] 2/Bakara, 8-10.
DİN
- 817 -
imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini kaybederler.
Hacca giden biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya kelâmı konuşulmazmış. “Din, nasihattir (nasihatten ibârettir).”3417 diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve söylememiz gerekirken söylemediğimiz her şeyi!
Kimine göre din sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din Allah’la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din, kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık, ama Allah’ın kitabı Kur’an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir. Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi. Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar. Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir. Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış. 3418
Bu Din Benim Dinim Değil!
Bugün okullarda öğretilen mecburî din ve aynı şekilde câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan, yine dinde reform gayreti sahiplerinin yaymaya çalıştıkları sahte bir din sözkonusudur. Bu sahte dinle bırakın müslüman olmayı, hıristiyan olmak bile mümkün değil. Hatta dinsiz bile olunamaz, ancak din düşmanı olunabilir. Bugün hıristiyan misyonerliğinden daha korkunç olan radyodan, TV’den, kimi bürokratların, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu sahte dindir.
Amaç, devletle uyumlu yeni bir müslüman(!) tip yetiştirmek. Yeni Türk
3417] Müslim, İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67
3418] Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, s. 49-52
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanının standartlarını düzen ve kemalist ilkelerle tesbit edip TSE damgalı bir din oluşturmak. Bu standartların dışındaki dine “irticâ” damgası/yaftası vurarak onu yasaklamak. Cumhuriyet çocuğu, demokrat, laik, Atatürk ilkelerini benimsemiş, Türk standartlarına uygun, düzenle uyum içinde, etliye sütlüye (tabii zâlimlere ve sömürücü tâğutlara) karışmayan müslüman(!) vatandaşlar yetiştirmek.
Laiklik, Batı kökenli bir kelime... Batı şartlarında ortaya çıkmış ve o şartlarda mümkün olan bir şey. Kaldı ki, bugün birçok batılı ülke laiklik ilkesine bağlı değil. Hele Türkiye’deki laiklik, onlar için çok yabancı. Ama müslüman Türk halkı ille de laik olmak zorunda... Laikliği batı şartlarında bile mümkün kılmak sorunken, müslüman bir toplumda nasıl mümkün olabilir? 23’den beri bunun yolu aranıyor. Önce dini yasaklamak istediler, olmadı. Kaleyi içeriden fethetme yolunu denediler, tutmadı. Okullara zorunlu din dersi koyarken, maksatları, dini yaymak ve güçlendirmek değil; halkın elindeki kitabı almak mümkün olmadığına göre, dini öğreten kitabı kendileri yazıp öğretmek, dini yeniden yorumlamak ve standardize etmek.
Türkiye ille de laik olacaktı ya, devlet değişmeyeceğine göre, din devlete uymalıydı. Batılı anlamda bir laikliği mümkün kılmak için imamın papaza, caminin kiliseye, Kur’an’ın da İncil’e benzemesi gerekiyordu. Bütün gayret de onun için… Yani, hıristiyan gibi (hatta dinsiz gibi) yaşayacak, yine de müslüman gibi ölüp törenle müslümanca gömülecektiniz… Âhiret, dinin alanına girdiği için, öldükten sonra imama teslim olacaktınız; yaşarken Sezar’lara, tanrının tüzel kişilik kazanmış hali olan iktidar irâdesine! Bu, aslında laiklik filan değil; doğrudan doğruya din düşmanlığı idi aslında.
Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları
Resmî anlayışa göre laiklik, kesin doğru olduğu için, laiklik müslümanlığa değil; müslümanlık laikliğe uydurulacaktı. Ve işte zorunlu din dersleri bu irâdenin eseri idi. Çocukların ve gençlerin din adına ne okuduklarını merak ediyor olabilirsiniz. Buyurun bu kitaplara bir göz atalım:
Meselâ, Lise 1’in Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitabının konuları şöyle:
-Dinin Tanımı, Genel Olarak Din
-İlkel Dinler, Çin, Hint Dinleri, Yahûdilik, Hıristiyanlık, Müslümanlıktan Önce Türk Dinleri ve Müslümanlık
-Hz. Peygamber’in Doğuşu ve Çevresi
-İlâhî Dinlerin Allah İnancı, Ahlâk ve İnsan Anlayışı Açısından Ortak Yönleri
-Din ve Ahlâk
-Atatürk’ün Ahlâka İlişkin Görüşleri
-Millî Seciye Kavramı ve Atatürk
-Millî Ahlâk
-Atatürk’ün Fikir Cephesi
-Ahlâk ve Sorumluluk
DİN
- 819 -
-Devlete Karşı Gökevlerimiz, Kanunlara Saygı, Vergi Vermek ve Kutsallığı, Askere Gitmek, Seçimlere Katılmak, Atatürk’ün Konuya İlişkin Görüşleri
-Temizlik ve Doğruluk
-Savurganlığın Zararları.
Evet, hepsi bu kadar. Hemen her fırsatta Atatürk’ten vecizeler ve bu arada Kur’an âyetleri ve hadislere de yer verilmiyor değil.
Lise 2’nin Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi kitabına bir göz atalım:
Kapakta, bir ressamın, frak giymiş şeyhülislâm şeklinde resmettiği papyon kravatlı 35 yaşında bir Mustafa Kemal resmi var. İlginçtir, tüm Din Dersi kitaplarının kapak kompozisyonu Atatürk resimleri ile süslü. Atatürkçü din dersi bu. Çünkü Milli Eğitim’in gayesi, Atatürkçü bir nesil yetiştirmektir. Türk’ün müslümanı da Atatürkçülüğe göre bir din anlayışına sahip olacaktır. Asıl belirleyici, alâmet-i fârika olan şey Kemalist olmaktır. Din bu zeminde var olabilir. Bu temel ilke ve prensiplerin dışında kalan din, “irticâ”dır. Bu Din derslerinde şeriata yer yok, ama irticâya yer var…
Kitabın ilk sayfasında siz “besmele”yi bekliyorsunuz ama sizi Atatürk’ün bir sözü karşılıyor: “Hangi şey ki, mantığa, kamu yararına uygundur, biliniz ki o bizim dinimize de en uygundur!” Ve derken İstiklâl Marşı. Onu, “Ey Türk Gençliği...” izliyor.
Bu kitabın konuları ise şöyle:
Ünite: İslâm Güzel Ahlâktır. 2. Konu: Âmentü; 3. Konu: İslâm’da İbâdet; İbâdetin Ruhî ve Bedenî Faydaları. Bunları, Ahlâk, Emir ve Yasaklar, Aile Düzeni gibi konular izliyor. Bundan sonraki ünite, oldukça önemli ve dinin özü(!) ile ilgili:
Ünite: Milli Birlik ve Beraberlik. Vatanın Bölünmezliği, Devletin Bölünmezliği, Devlet-Millet Bütünleşmesi.
Ünite: Örf ve Âdetlerimiz. 113 sayfalık kitapta doğrudan dinle ilgili sayfalar, ancak 40’ı bulmaktadır. Onlar da çok genel anlamda yorumlanmaktadır.
Ünite: Kötülüklerden Kaçınma ve Kötülükleri Önleme.
Ünite: Çalışmak ve Üretici Olmak. Bölümün sonunda ise sırasıyla Atatürk’ün çalışma ile ilgili güzel sözleri, konu ile ilgili âyetler ve hadisler yer almaktadır.
Ünite: Mutluluk üzerine. İşte bu bölümün ilk cümlesi: “Mutluluk; Bir gol atarak takımının gâlibiyetine sebep olan futbolcu, imtihanı kazanan öğrenci, sevdiğine kavuşan iki kişi hep aynı şeyi söyler: “Çok mutluyum...”
Mutluluğa nasıl ulaşacağınız şu şekilde anlatılıyor: “Günümüzde bir Gandi’yi, bir Albert Scweitzer’i düşünelim: Birisi Hind milletine bağımsızlık, diğeri Afrika’nın vahşi kabilelerine şifa götürebilmek için ömrünü vermiştir. Atatürk, Türk milletini bağımsız, hür, mutlu ve huzurlu kılabilmek için ömrünü feda etmiştir.” İşte mutluluk buymuş... Scweitzer’i nereden katıyorlar bu işe onu sormak gerek. Batılılar önce hastalık götürdüler, insanları katledip ekmeklerini alıp onları yoksul bıraktılar... Bir batılı doktor da misyonerlik gayreti ile bölgeye gidiyor
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bizim Din dersi kitabına örnek ahlâk sahibi, mutluluk âbidesi olarak takdim ediliyor!
Bu kitaplar, insanımızı müslümanlaştırmak için değil; onların dinlerini ellerinden almak için bir hile aracı olarak gelecekte bir dönemin karakterini gösteren belgeler olacaktır.
Ve kitap, yedinci ünite ile son buluyor. Konu başlığı: Öğretmenlik... Meselâ, bu kitaplarda “kâfir” kelimesinden hiç söz edilmiyor. Çünkü bu kitaba göre yeryüzünde kâfir yok herhalde. Elbette “cihad” ve “şeriat”tan söz edilmeyecek. 32 Farz geleneği ile sınırlı, hatta onun da bozulmuşu bir yapı çıkıyor önümüze. Din eğitimi, câmilerin durumu ile ilgili, hilâfet, imâmet, cemaat gibi kafa karıştıran(!) kelimelere de yer verilmemiş.
Lise 3’ün Din Kültürü ve Ahlâk Kitabı da bunlardan pek farklı değil. Kitabın ilk sözü şu: “Bizim dinimiz akla en uygun tabii dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki; son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.”
124 sayfalık ders kitabı yine İstiklâl Marşı ve Atatürk’ün Gençliğe hitâbesi ile başlıyor. Birinci bölüm İslâm ve Evren, 17 sayfa tutuyor. Kitabın bundan sonraki bölümleri genel bilgilere
ayrılmış. Dine ayrılan bölüm 40, Atatürkçülük ve öteki genel konulara ayrılan bölüm 80 sayfa tutuyor. 10 sayfa tutan 3. Ünitede yeryüzündeki dinler konu alınıyor. 40 sayfa tutan 4. Ünite ise “Türk İslâm Kültür ve Uygarlığı” ile ilgili. Bu bölümde ele alınan konular; İslâm’da Din Bilimleri ve Türk Bilginleri, Medreseler, Türk Milli Eğitiminin Önemi, Atatürk’ün Sanatseverliği ile ilgili.
“Türk Milli Eğitiminin Önemi” başlığı altında ele alınan bölümde şu görüşlere yer verilmektedir: Modern Türk eğitimi anlam ve gayesini Atatürk’ün eğitim anlayışından almaktadır. Ulu Öndere göre, bir milleti hür, bağımsız, şanlı ve yüce kılan da, onu esir ve sefil olmaya sürükleyen de eğitim faaliyetleridir. Milli eğitimimizin ilk önemli özelliği, adından da anlaşıldığı üzere milli olmasıdır, eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili faaliyetlerinde, anayasamızda da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Eğitimin ana gayesi, milli karakterimiz ve tarihimize uygun düşen bir milli kültür politikası izlemektir. Bu politika da iki yönlüdür. İlk olarak tarihimizi, kültürümüzü, yüzyıllar boyunca Türk’ün tarihî tecrübesinden bize ulaşan milli değerlerimizi genç nesillere aktarmak, öğretmek ve sevdirmek; ikinci olarak, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, milli an’anelerine düşman olan unsurlarla mücadele etmek gereğini öğretmek.”
Bölüm şu cümlelerle son bulmaktadır: “Özetle söylenecek olursa, Türk milli eğitim sisteminin önemi şu temel görüşten gelmektedir: Türk milletinin bütün fertlerini Atatürk inkılaplarına ve anayasamızda yer alan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, milletimizin millî, ahlâkî, insanî, mânevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir.”
DİN
- 821 -
Elbette bu Din dersi de bu temel felsefenin ürünü olacaktır. Türk milli eğitiminin temeli ve alâmet-i fârikası “gökten indiği söylenen kitaplardan ilham almayacaktır!” Atatürk’ün müslümanlara hoş gelir gibi gözüken sözleri ise, icraatta ve pratik hayatta, o zamanın şartlarına göre söylenmesi gereken politikacı Atatürk’ün sözleri olarak mülâhaza edilerek resmî belgelere geçen ve bizzat Atatürk’ün özel hayatında ve düşüncelerinde ifadesini bulan din telakkîsi esas alınacaktır.
Kitabın beşinci ünitesinin bölüm başlığı: “Atatürk ve Dinimiz.” Bölüm başlıkları şöyle: Din ve Diğer Müesseselerle İlişkileri, Laiklik, Laikliğin Temel Esasları, Atatürkçü Düşüncede Laiklik Kavramı, Atatürk ve İslâm Dini, Dini İstismar ve Taassup Konularında Atatürk’ün Düşünceleri, Atatürk Diyor ki! Bu bölüm, on sayfada özetlenmiş.
Altıncı ünite, Ahlâkî Ödevlerimizle ilgili. Son ünitede ise Adâlet, Ahlâk ve Din kavramları üzerinde duruluyor. Kitabın son bölümleri şunlar: Hz. Muhammed’in Adâletle İlgili Güzel Sözleri ve Atatürk’ün Adâlet ve Ahlâkla İlgili Sözleri. Altıncı ünite 7, yedinci ünite ise 6 sayfadan oluşuyor.
Ders kitapları boyunca en fazla iktibas edilen görüş Atatürk’ün görüşleridir. Bunu âyet ve hadisler izlemektedir. Atatürk’ün görüşleri, hem metin aralarında, hem de ayrıca blok olarak geniş ve uzun bölümler halinde verilmektedir.
İlköğretim ve Liselerde (tabii İmam-Hatip Liselerinde de) okutulan Din derslerindeki konular: Biraz İnkılâp Tarihi, biraz Yurttaşlık Bilgisi ve biraz da dinlerin ortak yönlerinden birkaç örnek; yalan söyleme, hırsızlık yapma, israf etme, âmirlerine itaat et. Taassup yasak. Meselâ kadınların cemiyete karışmalarına karşı çıkmak taassuptur. Atatürk taassubu reddeder, Kur’an da, peygamber de reddeder. Kur’an, “âmirlerinize itaat ediniz” der...
Meselâ, kitaplarda fâiz, cihad, başörtüsü, şarap gibi şeyler yok. Bir öğrenci, “mâdem namaz farz, namaz kılmak istiyorum” dese, disipline verilir: “Ne demek istiyorsun sen?! Din, kalp temizliğidir. İlim ibâdetten önemlidir. Nöbet ibâdetten önemlidir!...”
Hakikatin kaynağı ve ölçüsü, Atatürk’ün sözleri olduğu için, zorunlu din derslerinin kaynağı da bulunmuş. Atatürk diyor ki: “Her fert, dinini, dininin buyruklarına uymayı, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.” Madem öyle, haydi dinin pratikleri için okullarda açsanıza mescidleri... İşleri geldiği yerde, işlerine geldiği kadar, işlerine geldiği zaman... İsterlerse kitaplarının bu sayfasını okurlar, isterlerse başka bir sayfasını. Herkese göre hazır sözleri vardır. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Bu adamların gözünde Atatürkçülük bir dindir. Sevgileri bir tapınmanın tezâhürüdür. Bu kişilerin kafasına göre Türkiye’de Kemalist teokrasi vardır. 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğündeki din maddesi de öyle değil mi idi: “Kemalizm: Türklerin dini.” Haydi, öyle ise laiklik adına Atatürkçülüğü devletten ayırsanız ya! Türbeleri ziyaret gericilikti. En büyük anıt mezarı onun için yapıp mezar ziyaretini devlet töreni haline getirdiler.
Atatürk’ün din hakkındaki görüşleri ve dine konu olan olaylarla ilgili düşünceleri Din dersi kitaplarında çok geniş yer kaplamaktadır. Atatürk iyi bir müslüman mı, yoksa TSE damgalı bir dinin, Allah ve peygamberden önce ya da
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra gelen bir diğer şartı mı?... Burada öyle anlaşılıyor ki, asıl belirleyici olan Atatürk’tür. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ya da peygamberin sözlerinden Atatürk ilke ve inkılâpları ile çelişenlerin bu kitaplarda yeri yoktur ve olamaz da. 3419
Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk’e Tanrı veya Peygamber Diyenler
Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin dine bakış tarzını öğrenebilmek için, önce, okullarda çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarına, sosyoloji kitaplarına bakmak lâzım. İstanbul’da 1931 yılında, Devlet Matbaası’nda bastırılan Orta Zamanlar Tarihi’nde İslâmiyet ve Hz. Peygamber (s.a.s.) aleyhinde yazılanlar, en koyu münkirleri bile utandıracak seviyesizliktedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, devletin resmî ideolojisinde İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü “İslâm birtakım zevâta göre eskimiştir!”, “Hz. Muhammed (s.a.s.) nihayet bir çöl bedevîsidir”, “İslâmiyet’in yerine yeni bir din koymak lâzımdır ki, o da Kemalizmdir.” Nitekim Edirne milletvekili Şeref Aykut’a göre Kemalizm dininin altı esası, altı oktan ibaretti: Yani “Kemalizm dini, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık prensiplerine dayanmalıydı.” Kemalizmin, yeni bir din olarak yayılmasında Şeref Aykut yalnız değildi. İyi ama bu dinin peygamberi kim olmalıydı? Bu sorunun cevabını Behçet Kemal Çağlar verdi: Mustafa Kemal Atatürk! Behçet Kemal, Süleyman Çelebi’nin meşhur Mevlid’ini Atatürk’e uydurmakta ve çıktığı Anadolu il ve ilçelerinde, başına topladığı kalabalıklara Atatürk Mevlidi’ni okutmakta hiçbir sakınca görmedi:
(...)
Ger dilersiz bulasız oddan necât
Mustafâ-yı bâ Kemâl’e essalât.
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Edip Ayel, Atatürk’e: “Sen bizim yeni peygamberimizsin!” diye seslenmekte geciktiği için dövünmeye başladı. Behçet Kemal’i geride bırakacak bir atılım içinde olması gerekirdi. Bunu gerçekleştirebilmek için, Atatürk’e yeni dinî sıfatlarla secde etmesi lâzımdı. Edip Ayel, aruzun tumturaklı kalıplarıyla Türk edebiyatının en muhteşem dalkavukluk örneğini ortaya koydu:
Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe
Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
3419] A. Dilipak, a.g.e. s. 52-62
DİN
- 823 -
Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun
Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.
Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi
Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî
Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses
İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!
Edip Ayel’in bu kükremesinden sonra bir tereddüt belirdi: Atatürk, yeni Kemalizm dininin Allah’ı mı olmalıydı; peygamberi mi? Cumhuriyet devri şairlerinin bir büyük bölümü, Atatürk’e kıyamadılar. Onun üstünde de, altında da hiçbir gücün, hiçbir varlığın bulunmasına tahammül edemediler. Bu bakımdan, Atatürk’e hem Allah, hem de peygamber diye seslenerek kendilerinden geçtiler. Behçet Kemal, Edip Ayel’den geri kalmak istemedi:
Kaç yıldır Türkçe’ydi Tanrı’nın dili
İnsana ne ilâh, ne de sevgili
Ne de ana-baba aratıyordu
Her an yaratıyor, yaratıyordu.
Artık işaret verilmiş, yarış başlamıştı. İpi herkesten önce göğüslemeye çalışan atletler gibi, o devrin edipleri de “Allah”, “tanrı”, “ilâh”, “Kâbe”, “put” gibi kelimelerle Atatürk’e daha önce ulaşabilmenin cezbesine kapılmışlardı. Yüzlerce örnekten işte birkaçı: Halil Bedii Yönetken çığlıklar koparıyordu:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.
Kemalettin Kamu, kendisine milletvekilliği getiren şiirini kalabalıklara okumaya başladı: Çankaya;
Burada erdi Mûsâ
Burada uçtu İsa
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter.
Ne örümcek, ne yosun
Ne mûcize, ne füsun...
Kâbe Arab’ın olsun
Çankaya bize yeter.
Sonra Faruk Nafiz Çamlıbel, sazını eline aldı:
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden
O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.
Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden
Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.
1938 yılında, Faruk Nafiz, tanrısız kalmamak için, Atatürk’ü yüreğine bir put gibi oturttu:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Türk edebiyatında, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen dalkavukluk ve putperestlik örnekleri, patlayan bir lağımın dehşet saçan kokusu ve manzarasıyla etrafa yayılmaya başlamıştı: Akbaba’cı Yusuf Ziya Ortaç da sesini yükseltti:
Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği
Yoktan var ediyordu tanrı gibi her şeyi.
Nurettin Artam, dinin bütün nurlarından koparak kula kul oldu:
Koca bir güneşin akşam olmadan
Dağların ardında sönüşü gibi
Millete can veren, vatan yaratan
Tanrının göklere dönüşü gibi.
Her zaman ırkıma büyük Baş Atam
Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!
Ömer Bedrettin Uşaklı da, Atatürk tapıcılığından kurtulamadı:
Bir güneş gibi yalnız
Sensin ülkü tanrımız
Ey Türlüğün bütünü.
Vasfi Mahir Kocatürk de, kocaman yakıştırmalarla Kemalizm dininin müridleri arasında zikre başladı:
Peygamber, tanrısına duymadı bu hasreti
Vermedi bu kudreti tanrı, peygamberine.
İlhami Bekir, alnımızın akına, katran karası elleriyle küfrün yobazlığını bulaştırmaya çalıştı:
İlk adam, mavi gözlerle baktı toprağa
Toprağın haritasını çizdi bayrağa
DİN
- 825 -
Allah değil, o yazdı alın yazımızı.
Bu ruhsuz, bu köksüz, bu tatsız örnekleri uzatmak istemiyorum. Yalnız, Cumhuriyetin o kuruluş yıllarında, zilli-düdüklü dalkavuklar zümresinden, üç önemli ismin ayrıldığını belirtmek istiyorum: Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet! Nazım Hikmet, daha önce Marks’a ve Lenin’e kul köle olduğu için Atatürk’e secde etmedi. Hatta ona “Burjuva Mustafa Kemal” diye homurdanan şiirler yazdı. Yahya Kemal’le Necip Fazıl, İslâm’ın âmentüsüne bağlı kaldılar. Kemalizm dininin yeni öncüleri ise, imanın altı şartı olan İslâm âmentüsü karşısına, Kemalizm’in yeni âmentüsünü çıkardılar. Bazı devlet kuruluşlarında bastırıp dağıttıkları bu devrimci(!) âmentüyü şöyle yazarak ilân ettiler:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücâhit analarına ve Türkiye için âhiret günü olmayacağına iman ederim.”
Halk, “halkçı” Kemalistlerin bu dehşetli dalkavukluklarından nefret ediyordu. Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmaya çalışan Atatürk ise, kendisine takılan bu dinî sıfatlar karşısında şaşırıp kalıyordu. 3420
Yazmazlar yazar, soytarılar şair olmuştu; kaside okuyup meddahlık yapanlara ulûfeler dağıtılıyordu ya, bu kemiklerden nasiplenmek isteyen itler ha bire hırlıyordu. Şair geçinen başka birileri şöyle yalakalık yapıyordu: “Türk’e bir hayır gelmez, Arap felsefesinden, / Gazi bize bir din ver, Türk’ün öz nefesinden.”; “İşte diz üstü geldim, gözlerim dolu dolu. / Rabb kulu olsun eller, bizler Gazi’nin kulu. / Cemâlini vaad etsin Tanrı başka kullara, / İşte karşımızdadır şimdiden o manzara.”
Türkiye’de ise, halkın farklı milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) anlayışları sözkonusu olmasına rağmen, devlet tek bir milliyetçiliği esas alır: Atatürk milliyetçiliği, yani Kemalizm. Hıristiyanların inanç esasları, müslümanların âmentüsü olur da Kemalistlerin özel âmentüsü olmaz mı? Bu âmentülerden bir-iki örnek verelim: Türkün Âmentüsü: “Türküm: Dinimi tanırım. Mezhebim: Cumhuriyet / Kitabım: Kanundur. Buna vicdanla, inandım. / Kâbemiz: Ankara. Peygamberimiz: Gazi Kemal, / Kalben ona biat ederek bin canla, inandım…”3421 1928 Ağustos’unda basılan Türkün Yeni Âmentüsü de şöyle başlar: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına ve Türkiye için âhiret günü olmadığına iman ederim…” 3422 Bir başka âmentü de şöyledir: Kemalizmin Andı ve Âmentüsü: “Kemalizm, Müslümanlık dininin özü ve ışığıdır. Kemalizmin prensipleri, Kur’an’ı Türkçeleştirdiği, tasfiye ettiği, İslâm dininin esaslarını öz dilimizle açıkladığı için kutsaldır. Din, kanun, parti her şey vatan içindir.” 3423
Bu örnekler kadar putperestlik kokmasa da, müslümanlar açısından daha az zararlı olmadığı kesin olan Harun Yahya’nın kitaplarına yansıyan Atatürk sevgisi de unutulmamalıdır. Nice müslüman halkın severek okuduğu Harun Yahya, Atatürk’ü göklere çıkaran on civarında kitabıyla, öyle anlaşılıyor ki, takıyye
3420] Yavuz Bülent Bakiler, İslâmiyat cilt 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
3421] Raif Necdet, Türkün Âmentüsü, Sebil, no 22, 28 Nisan 1978, s. 11.
3422] bk. Kemalist İnkılâbın Anatomisi, Sebil 9 Ocak 1976, s. 4-5.
3423] Osman Nuri Çerman, Dinimizde Reform: Kemalizm dergisi, Aralık 1957, sayı 1, s. 1-3 vd.
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmıyor, basbayağı Atatürkçülük’teki samiyetini dosta-düşmana haykırıyor. İşte kitaplarından bazıları: “Samimi Bir Dindar Atatürk”3424 Atatürk’ün ne kadar takvâlı bir müslüman olduğu, gündüzleri sâim, geceleri kaim; yani devamlı oruçlu, geceleri nâfile ibâdetle geçiren samimi bir dindar olduğu, içki gibi haramlardan nasıl kaçındığı, kurduğu devletin ne kadar dinî bir devlet olduğu… anlatılıyor olmalı kitapta. Öyle ya, samimi bir dindar böyle biri olmalı. Böyle bir Atatürk’ü elbette her müslüman sevmek zorundadır, değil mi? Diğer bir kitabı: “Atatürk’ü İyi Anlamak3425 Zâten ne kadar aksayan durumumuz varsa o da Atatürk’ü iyi anla(ya)madığımız için başımıza geliyor demek ki, iyi anlayalım da dünyada ve âhirette kurtulalım; sağ olasın Harun Yahya. Bir başka kitabı: “Gerçek Atatürkçülük” 3426 Tabii ki yetmez; müslüman halk Atatürk’ün vatan ve millet sevgisini de çok iyi anlamalıdır. Harun Yahya bu boşluğu da doldurur: “Atatürk’ün Vatan ve Millet Sevgisi, Ne Mutlu Türküm Diyene!” 3427 Bu konuda başka kitaplar da yazılmalı, Müslümanlardan hâlâ Atatürk’ü sevmeyenler varsa, sevdirmeli diye düşünüyor olmalı ki yazar, devam eder kitaplarına: “Atatürk ve Gençlik” 3428 Atatürk’ün askerî dehâsı yazılmazsa olur mu ya: “Asker Atatürk” 3429 Atatürk’ü iyi anlayan, onun ne kadar samimi dindar olduğunu kavrayan insan, tabii ki, onun kurduğu düzene/devlete de bağlı olmalı. Onu da unutmamış yazar, müslümanları Atatürk’ün kurduğu devlete bağlılığa dâvet eder; ve döktürür hikmetleri(!): “Devlete Bağlılığın Önemi” Vural Y., İst. 2000. Kitabın ismi her şeyi anlatmaya yetmiyor mu? Bu kitaplarla da hızını alamayan Harun Yahya, koca bir ansiklopedi yazmaya da ihtiyaç duymuş: “Atatürk Ansiklopedisi”.3430 Anlaşılıyor ki, bu tür kitapların devamı da gelecek.
1980 sonrası Ahmet Gürtaş’la başlayan Atatürk’ü samimi dindar gösterip müslümanlara sevdirme gayreti, Yaşar Nuri gibi bir-iki modernist akademisyenle sınırlı kalıyordu. Atatürk ve Din Eğitimi3431 adlı kitabı, A.Gürtaş’a Diyanet İşleri Başkanlığında üst seviyede bir koltuk kazandırıyordu, ama ona ve onun gibilere neler kaybettirdiğini görmek için herhalde âhireti beklemek gerekiyor.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur. Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah sevgisine eş bir sevginin endâd/şirk olduğunu bilir müslüma.3432 Bırakın herhangi bir âlim veya halifeyi, bir peygamberi bile aşırı övüp aşırı sevmek, onu putlaştırmaya götürür ve İslâm bunu kesinlikle yasaklar. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” 3433
3424] Kültür Y., İst. 2002.
3425] Kültür Y., 2002
3426] Kültür Y., İst. 2001.
3427] Araştırma Y., 2002.
3428] Araştırma Y., 2002.
3429] Kültür Y., İst. 2002.
3430] 2 cilt, Araştırma Y.
3431] DİB Y., Ank. 1982
3432] 2/Bakara, 165
3433] Buhârî, Enbiyâ 48
DİN
- 827 -
“Beşerin böyle dalâletleri var / Putunu kendi yapar, kendi tapar!” “Gerçekten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise (sadece) Bana kulluk/ibâdet edin.” 3434; “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamete erişesiniz.”3435; “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…” 3436; Anıiniz“O (Allah), gerek bundan önce (ki kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘müslümanlar’ adını verdi…” 3437; “Allah yanında hak din (sadece) İslâm’dır…” 3438
Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Diyânet
“Din” kelimesinden türeyen “diyânet” kelime olarak; “din, dine ait, dinî emirlere riâyet etmek, gereğini yerine getirmek ve dindarlık” mânâsına gelir. Fıkıh eserlerinde bu kelime, “muâmelât”a karşılık ibâdetleri belirtmek için kullanılır. Günümüzde ve yaşadığımız coğrafyada terim olarak, başta anayasa olmak üzere laik yasalarla yetkisi çizilen ve Başbakanlığa (ilgili devlet bakanlığına) bağlı olarak çalışan, resmî devlet kurumu olan “Diyanet İşleri Başkanlığı” teşkilâtı için kullanılmaktadır. Biz de bu anlamda kullanacağız.
İslâm’a göre insan, yeryüzünün halîfesidir. Allah, insanı yeryüzünde meşrû icrâatta bulunması için, yani Allah’a kulluk için yaratmıştır. Bu anlamda halifelik; sadece namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme gibi ibâdetleri yerine getirmekle sınırlı olmayıp, her hususta Allah’ın rızâsına uygun hareket edilmesini zorunlu kılar. Yani, Kur’an’ın hayat ve hüküm kitabı kabul edilerek tatbik edilmesi gerekir.
Kur’an’da bu gerçek, apaçık belirtildiği halde, müslümanların yaşadığı ülkelerdeki rejimler, “din”i kendi kontrolleri altına almak, dinin emir ve yasaklarından kendilerini soyutlamak; devletin dinsiz olmadığını göstermek için “Diyânet” teşkilât kurdular. Bu kurum vâsıtasıyla halka belli konularda serbestlik verilirken, “hak din”in temel/asıl konularından haberdar edilmemesine özen gösterdiler.
Yetkililer, Diyânet teşkilatını başbakanlığa bağlayınca ve kendilerine uygun gördükleri bir başkanı da o makama atayınca, dinle ve dolayısıyla hayatla ilgili bütün ipleri ellerine almış oldular. İşi daha da sağlama almak için imamların, müezzinlerin, vâiz ve müftülerin maaşını laik devletin bütçesinden ödemeye başladılar. Böyle yapmakla, kendilerinden maaş alanların kendilerine hesap sorma yolunu da kapatmaya çalıştılar. Bu durumda din, artık ortada oyuncak haline gelmiş oluyordu.
Kim başa gelirse gelsin, ister solcu, ister sağcı, ister sözde dindar, ister laik dinsiz; din bu yetkililerin menfaatlerine hizmet eden güçlü bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Kim iktidarda ise din, yani diyânet, o şahsın istekleri doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Bu durum, müslümanların yaşadığı işgal edilmiş bütün İslâm topraklarında, her ülkede devletin kontrolünde olan bir Diyânet teşkilâtı vardır. Diyânet kurumu, devletin dini kendi emelleri için kullanmasına destek veren bir kuruluştur. Diyânet için dinin tümüne riâyet edip etmemek
3434] 21/Enbiyâ, 92
3435] 49/Hucurât, 10
3436] 3/Âl-i İmrân, 103
3437] 22/Hacc, 78
3438] 3/Âl-i İmrân, 19
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mesele değildir. Çünkü devlet ne derse diyânet yetkilileri, kendilerini emir kulu kabul ederek öyle hareket etmek zorunda hissederler. Allah’ın hükmü ise açıktır: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında ancak rezilliktir. Kıyâmet gününde ise (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 3439
Diyânet teşkilâtı, Türkiye’de 3 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün isteğiyle meclisin kabul ettiği 429 sayılı kanunla kuruldu. Bu tarihten itibaren tekke ve zâviyeler kapatıldı. Câmilerin bazısına kilit vuruldu. Bütün bu yerler çok değişik maksatlar için kullanıldı. Bir kısmı depo, ambar, işyeri olarak kullanılmaya başlandı. Bazı câmi, medrese ve vakfiyeler de Cumhuriyetin ilk yıllarında torpilli bazı azınlıklara satıldı. 15 Kasım 1935 tarihinde çıkarılan bir kanunla eskiden câmi olarak kullanılan kiliseler, tekrar kiliseye çevrildi. Bunun yanında, 3 Şubat 1932’de “ezan”ın Türkçeleştirilmesi kanunlaştırılarak Arapça aslıyla okunması yasaklandı.
Diyanetin kuruluş amacı, tamamıyla devletin hizmetinde olan, devletin istediği şekilde bir din oluşturma için kurulmuş bir teşkilât olmasıdır. Devlet, kendi içerisinde kendi aleyhine oluşacak bir güç olgusuna şiddetle karşı olduğundan, din ile devletin birbirinden tamamen ayrı olduğu söylenmeye başlandı. Aynı zamanda dine ve vicdana saygılı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediler. Yetkili ve etkili güçler, halkın tepkisini çekmemek için dinsiz olmadıklarını söylediler. Bunun için de dini kontrol altına alan bir teşkilât kurmaları gerekiyordu.
Resmî ideolojinin kontrolünde ve onun prensiplerine göre çalışan her kurum, bağlı olduğu devletin değerlerine hizmet etmek zorundadır. Bu anlamda müslümanların Diyanet’ten bir beklentileri olamaz. Çünkü böylesi bir kuruluştan beklenti içinde olmak abesle uğraşmak olur. Aksine, bu kurum hem İslâm’ın anlaşılmasına, hem de müslümanların ciddi çalışmalarına engel teşkil etmektedir. Bu kurumun kitleler üzerindeki tesiri düşünülürse bu sözümüz daha iyi anlaşılır. Câhil insanlar Diyanet’i, Dini muhâfaza eden kurum olarak gördüklerinden farklı kurum ve kuruluşlara şüpheyle bakmaktadırlar. Diyanet, bütün câmileri kendi kontrolünde tuttuğundan, dolayısıyla bu yerlere devletin hâkim olmasından ötürü, zaman zaman resmiyete uygun yapılmayan bazı icraatlar, hutbe ve vaaz veren yetkililer hakkında hemen soruşturma açılıp cezalandırılmaktadır. Hutbelerin kalitesi; çiçeklerden, böceklerden, veremden, ormandan bahsetmekle ölçülmekte. Hatta bazen verginin faydalarından, kalkınmak için verginin kutsallığından bahsedilmektedir. Çünkü Diyanette, her şeyin Allah için yapılmasından önce, her şeyin devlet için yapılması önceliklidir. Tabii bu kurumun içinde yine de insaflı ve samimi insanların, dinini devlete/maaşa/az bir bedele satmayan müslümanların bulunduğu da bir gerçek. Fakat kargaların sesleri/gürültüleri bülbülleri bastırmaktadır.
Diyanet teşkilâtında çalışanların büyük çoğunluğu Diyanet’in esaslarına uygun bir kafa yapısına sahip olduklarından, kendilerine dikte ettirilen devlet dinini anlatmaktan (bazı istisnâlar hâriç) herhangi bir rahatsızlık duymamaktalar. Ancak, zaman zaman hasbel-kader oralarda şu veya bu sebeple görev almış tevhid eri müslümanlar bulunabilmektedir. Bunlar da kendilerine dayatılmak istenen İslâm dışı hutbe ve vaazları okumadıkları ve İslâm’ın sosyal ve siyasal
3439] 2/Bakara, 85
DİN
- 829 -
yönünü esas alan hutbeler irad ettikleri için soruşturma geçirmekte, bazen de görevlerinden uzaklaştırılmaktadır.
Diyanet kurumu, öylesine devletçidir ki, iktidarda, hükümette kim olursa olsun fark etmez; memur olmanın gereğini yapar, âmirlerinin emirlerini harfiyyen yerine getirir, Allah’ın kulu olduğunu unutarak emir kulu olur. Onlarca benzeri bulunan bir örnek verelim. Aşağıya alıntılayacağımız örnek metinde görüldüğü gibi, müslümanlara her durumda devletin yanında yer almayı tavsiye etmektedirler. Bu tavsiyeye uymayanlar Diyanet’e göre müslüman bile sayılmazlar. Çünkü onlar, hâin olarak târif edilmekte. Diyânet Vakfı’nca yayınlanan İslâm’a ters nice unsurlar içeren bir kitabı beraberce okuyalım. Bu kitap, câmi görevlilerince cemaatlere ısrarla tavsiye edildiğinden olsa gerek, tam 25 baskı yapmış bir kitaptır:
“1- Milletimize ve Yurdumuza Karşı Vazifelerimiz: İnsan, toplu yaşama istidadında yaratılmıştır. İnsanın bu haline “medenî ve ictimaî vasfı” denir. Dünyadaki her topluluk, belirli sınırlar içinde siyasî bir cemiyet kurmuştur. Bunun adına “devlet”, devletin hâiz olduğu kudreti temsil eden kuvvete “hükümet”, yurt içinde yaşayan devlet ve hükümeti kuran insanların hepsine “millet” denir. Bizim devletimizin adına Türk Devleti; hükümetimize: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti; milletimize de Türk milleti denir.
Müslüman Türk milleti, beşer tarihinin en eski, en ünlü, şerefli ve yüce bir milletidir. Türk tarihi ise insanlığın yüzünü ağartan, başka milletlere az nasip olan, idârede, askerlikte, medeniyette ve insanlık faziletlerinde yüce kahramanlıklarla doludur. Bu emsalsiz kahramanlıkların kaynağı, gıdası; imandır. Geçmişte böyle olduğu gibi bugün de mümtaz mevkimizi imanımıza borçluyuz. Yurt sevgisi de imandan gelir, imansızın kalbinde yurt sevgisi yer tutmaz. Her devletin bekası, o devleti meydana getiren milletle hükümeti arasındaki karşılıklı vazifelerin hakkıyla, yoluyla yapılmasına bağlıdır.
2- Milletin Hükümete Karşı Vazifeleri: Her insan için memleket ve milletini sevmek, onun saâdetine ve yükselmesine çalışmak, hükümetin kanunlarına, emirlerine boyun eğmek bir vazifedir. Bizim Kitabımız Kur’ân-ı Kerim böyle emreder. Yurdun içten ve dıştan korunması, millet işlerinin lâyıkıyla başarılması için herkes, malıyla, canıyla hükümete yardım etmek zorundadır. Malla yapılan yardıma, vergi; canla yapılan yardıma da askerlik denir.
Memleketimizi düşman saldırılarından korumak, memleket içinde halkın rahat ve sükûnunu sağlamak için hükümetin kurduğu orduda hizmete koşmak, asker olmak, her vatandaşa düşen vazifedir. Bu vazife de dinin emridir. Askerlik, düşmanlara karşı yurdumuzu, ırz, namus ve şerefimizi koruma hizmetidir. Bu şerefli hizmeti ifa eden ordu, icabında canını fedâya hazır olan silahlı bir kuvvettir. Askerlik vazifesi, yurdumuza ve hükümetimize yaptığımız vazifelerin en şereflisidir. Çünkü askerlik, kan ve can vergisidir.
Bizim dinimizde askerlik mertebesi çok yücedir. Asker savaşta ölürse şehitlik; kalırsa, gâzilik mertebesine erer. Şehitlik mertebesi, âhirette peygamberlik mertebesinden sonra gelir. Fahr-i âlem efendimiz; “karada şehit olanların kul borcundan başka günahları affolunur. Denizde şehit olanların ise bütün günahlarıyla kul borçları da affolunur” buyurmuşlardır. Türlü bahaneler icad ederek
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
askere gitmemek veya gittikten sonra kaçmak, hâinliktir, alçaklıktır, büyük günahtır.” 3440
Allah’ın dinine ayarlı olmayan bir kurumda çalışmak sûretiyle O’nun dininin esaslarını gerçek mânâda anlatmak mümkün değildir. Bu metot, fevkalâde yanlış bir usûldür. Dünyalık geçimini elde etmek için sadece insanların önüne geçip namaz kıldırma memurluğu yapan nice insan vardır ki, namazın ne anlama geldiğinden bile habersizdir. Bırakın tefsirleri, mealiyle birlikte Kur’an’ı baştan sona okuyanların sayısı yok denecek kadardır. Bu görevi yapan kimselere, yani namaz kıldırma gibi önemli bir görevi yapana İslâmî ıstılahta “imam” denir. İmamın taşıdığı özellikler kendisinde bulunmayan bu zavallı kimseler nasıl olur da cemaate lider olabilir? Hâlbuki imam; lider, yön veren, örnek olan, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’ın dinini gerçek mânâda insanlara anlatan kişi demektir. Diyanette çok sayıda namaz kıldıran sözde imam vardır ki, endişeleri sadece geçimleridir. Bu da sistemin ayarladığı sihirli değnek hükmündedir. Zira maaş adlı sihirli değnekle, istediği zaman bu kurumu ve insanları kendi lehine çalıştırabilmektedir. Maaş endişesiyle, dinin bazı gerçeklerini anlatmaktan korkan görevli sayısı, çok büyüktür. Hâlbuki aynı imamlar, insanlara rızkın Allah’tan olduğunu da anlatıp dururlar.
Televizyon veya radyo programlarında rastlamışsınızdır. İnanç dünyası veya kandil gecelerinde yapılan programlarda hiç yeri değilken bazı kimselere duâ edilir. Ölmüş gitmiş ve dine de pek inanmayan kimselere duâ edip dururlar. Bu duâları yapanların çoğu da, yağcılığı ve dalkavukluğu meslek edinmiş, kravatlı, göbekli Diyanet memurlarıdır. Aslında, hoca denilen bu görevliler, devletin temel ilkesi olan laikliğe ters düştüklerinin, ona leke sürdüklerinin farkında bile değildirler. Ama alan memnun, satan memnun; laiklik de, acıkınca yenilen helvadan bir put değil mi?
Ne acıdır ki, halen müslümanlara yönelik sürmekte olan baskılara, müslümanların başörtülerine yönelik zulümlere, Diyânet resmî bir kınamada bile bulunmaktan âcizdir. Haksızlığa, dinsizliğe ve dine düşmanlığa sessiz kalmanın fetvâsını hangi dinden aldıklarını sormak lâzım. Hem Diyanet içinde Din İşleri Yüksek Kurulu diye bir kurul kuracaksınız, hem de bu kurul, birileri Hak dine kürfretse hiç ses çıkarmayacak. İyi niyetle halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyanet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. İşgal edilen bu mekânlar, devlet için öylesine faydalı yerlerdi ki laik devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından fevkalâde memnun oluyor.
Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan, zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz. Devlet, Diyanet’in eliyle hiç çaktırmadan yapmak istediğini güzelce yapmaktadır. Devletin dinsizliğine (daha doğrusu laiklik inancıyla çok dinliliğine), düzenin despotluğuna ses çıkarmayan, onun iki yüzlü yönetimine hizmet eden bir Diyanet, neden olmasın, değil mi? Üstelik bu kurum, düzene, polis ve jandarmadan daha iyi hizmet etmektedir.
3440] Cep İlmihali, Mehmet Soymen, Diyanet Vakfı Yayınları, s. 95-96
DİN
- 831 -
Bizim için, Diyanet’in karşı olunacak en önemli tarafı, onun kuruluş amacı ve İslâm adına yaptığı tahrifat ve tahribatlardır. Çünkü Diyanet, sırf Allah’ın râzı olduğu dine karşı laik ve gayri İslâmî bir devletin râzı olduğu bir dini yaygınlaştırmak için kurulmuştur. Yani dine karşı yeni bir dinle mücâdele etmek. Maksat, mevcut potansiyeli, yani halkı kontrol altına almaktır. Onlara göre halka verilecek İslâmî anlamda/alanda her serbestlik, sürdürdükleri saltanata son vermek olacaktır. Bu durumu bilen düzen, Diyanet aracılığıyla kendi konumunu sağlama almış olmaktadır.
Yine Diyanet; eğitimden kişinin dünya görüşüne kadar her şeyine müdâhale etmiş bulunuyor. Başta kendi personeli olmak üzere, onun eğitiminden geçen çoğu kimse devletçi ve düzencidir. Devletin uygun görmediği her anlayış, bunlara göre de yanlıştır, zararlıdır. Bu inançla hareket eden Diyanet personeli, devlete ve onun yanlış icraatlarına tepki gösteren kimselere bölücü, hâin demekten çekinmezler. Kulaklarını, gözlerini ve kalplerini düzene kiralayan bu kimseler âyet ve hadislere karşı gelmek adına da olsa devletçidirler. Aralarında marangoz hatası cinsinden bazı istisnâlar olmasına rağmen herkes tâğuta karşı çıkmayan bir tavırdan yanadır. Her personel, bu çarkın dişlisi olarak görev yapmaktadır. En ücrâ köylere bile devletin öğretmeninden, jandarmasından önce Diyanet ulaşabilmekte. Bir karın tokluğuyla ya da bir maaşla satın alınan bu kadroların bir zamanlar Afganistan’daki mevcut komünist rejime karşı mücâdele eden mücâhidlerin anarşist, bölücü olarak câmilerde tanıtıldığı günlerin diğer ülkelerde de olmasına şaşmamak lâzım. Bilindiği üzere Afganistan’da Allah için kıyam eden mücâhidler Ruslara bağlı Diyanet personeli tarafından halka bölücü, hâin ve anarşist diye tanıtılıyordu. Demek ki Rus keferesi bile ülkelerindeki Diyanet teşkilatının varlığından memnunluk duyuyor. Çünkü İslâm dışı rejimler kendi kontrollerinde bir Diyanet teşkilatının olmasını kendileri için faydalı görmektedirler.
Yaşadığımız topraklarda da, etkili ve yetkili çevrelerin İslâm’a saldırmalarına karşı Diyanet’in sesini hiç çıkarmaması, üzerinde düşünülmesi gereken husustur. Eski müftü mürted Turan Dursun, kitaplarında İslâm’a açıktan saldırırken Diyanet ve oluşturduğu heyet, Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda neden bir açıklamada bulunmuyor, cevap vermiyor? Haydi, ülke içinde İslâm’a açıkça hakaret edenlere bir şey diyemiyorsa, ülke dışında meselâ, Hint asıllı mürted Salman Rüştü, aynı şekilde İslâm’a saldırdığı, Hz. Peygamber’in hanımları olan annelerimize hakaret ettiği zaman neden onu tel’in etmemiştir? Bazı resmî ve yarı resmî kuruluşların, kimi yetkililerin ve bir kısım medyanın herhangi bir olayı bahane ederek İslâm’a topyekün savaş açmalarına üç maymunu oynaması, görmemeyi, duymamayı, söylememeyi tercih etmesi başka neyle izah edilebilir? “İrtica” denilerek İslâm’a ve müslümanlara olmadık iftiralar atan Hak Dini karalayan ve onunla en çirkin yöntemlerle savaşan medya ve diğer kesime karşı, Diyânet, Hak Dini müdâfaa etme ihtiyacı bile hissetmemekte ve “dilsiz şeytan” rolünü üstlenmektedir.
Tabii, Diyanet, hak karşısındaki bu sessizliğe/tepkisizliğe kılıf uydurmayı da ihmal etmiyor. Çünkü demokrasiyle(!) idare edilen bir ülkede her şey tartışılmalı. Gerekirse halkın en kutsal değerleri bile tartışılabilir; ama rejimin temel ilkeleri ve heykelleri tartışılamaz. Çünkü tartışılması Kemalist anlayışa ve Devlet dinine
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göre câiz değildir, demokrasi dininin kurallarını ihlâl etmektir.3441 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkun.” 3442
İslâm’ın, sosyal ve siyasal hayatı hayra doğru değiştirip dönüştürmesinin önünde en büyük engellerden biri, resmî/laik İslamizasyon anlayışları ve bu işlevi gören kurumlar, en başta da Diyanet kuruluşlarıdır. Diyanet teşkilâtları, işgal altındaki bütün İslâm dünyasında büyük bir kambur, ayak bağı ve pranga durumundadır. İslâm dışı düzenler açısından ise, bir koltuk değneği, bir emniyet sibobu, bir drenaj kanalıdır. Diyanet görevlilerine “Din görevlisi” denilmektedir. Bu deyimdeki “din”den İslâm kast ediliyorsa, bu yanlış bir adlandırma olur. Çünkü İslâm’da, herkes dininin görevlisidir. İslâm’da, hıristiyanlıkta olduğu gibi ruhbanlık, ruhbanlar (din adamları) sınıfı yoktur. Bütün müslümanlar, iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, dinlerini yaşayıp başkalarına yaşatmak için dinin kendilerini görevlendirdiğini kabul eden insanlardır. Onun için her müslüman, dininin vazifelisi, din görevlisidir. Ama, bu “Din görevlisi” tâbiriyle düzenin resmî dini kast ediliyorsa, diğer memurlar gibi, hatta onlardan öncelikli olarak Diyânet görevlilerine bu ismin/ünvanın verilmesinde sakınca yoktur. Kendilerine görev veren, nerede, hangi câmide ve hangi türde, hangi kanun ve yönetmelikler çerçevesinde görev yapacağını bildiren/emreden devlet olduğuna göre, bunların, her şeyden önce devlet görevlileri, devletin din için görevlendirdikleri, devlet dininin görevlileri olduğu daha mantıklı çıkarım olmaktadır. İslâm dışı güçlerin desteği/maaşı olmadan ayakta duramayacak olan bu grup, çoğu zaman kendilerini hak dinin temsilcileri olarak görürler. Bu da müslümanların cezası olarak yetmektedir.
Dünyadaki tüm küfür sistemleri, açık cephe alıp fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltmek, saptırmak ve bu yolla insanları dalâlete düşürüp köleleştirmek için kendilerine Bel’amlar bulmak zorunda hissetmişlerdir. Tarihin çok eski devirlerinden itibaren, Kur’an’ın bildirdiğine göre meselâ Hz. Mûsâ döneminden bu yana, küfürle hükmeden düzenler, edindikleri bu yardımcılara para ve makam vererek onları toplumun önüne sürmüşlerdir. Bir taraftan da, dinî konularda bunların yetkili olduklarını yaymaya ve bu imajı toplumun kafasında yaşatmaya çalıştılar. Böylece, bu yolla halkın onlara tâbi olmasını sağlayarak, halk üzerinde kendi egemenliklerini ve baskılarını kurdular. Dünyadaki tüm küfür sistemlerinin İslâmî gerçekleri müftü, vâiz ve namaz memurları sâyesinde nasıl saptırdıklarına dair nice örnekler içinden birkaçına değinelim:
Bir taraftan dini afyon kabul ederek, insanları dinsizleştirmek için elinden geleni ardına koymayan Rusya’daki sosyalist düzen, diğer taraftan resmî müftüler atayarak, yıllarca insanları bu müftüler vâsıtasıyla saptırmağa çalışmıştır. Hac mevsimlerinde, bu kiralık müftüleri hacca göndererek, o kutsal topraklarda kendi propagandasını yaptıran sosyalist sistem, aynı zamanda ülkesindeki muvahhid mü’minleri kurşuna dizmiştir. Bu yaptıklarıyla sosyalist düzenin, müftü atamakta ne kadar samimi olduğu gözükmekte ve asıl amacının ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gerçekler, yıllarca tüm dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.
Yunanistan gibi hıristiyan çoğunluğa mensup bir ülke, sömürgesi altındaki
3441] Abdurrahman Çobanoğlu, a.g.e. s. 55-69
3442] 5/Mâide, 57
DİN
- 833 -
Batı Trakya’nın Gümülcine’sinde resmî müftü atamaya çalışmış, halkın seçtiği müftüyü kabul etmemiştir. Bu durum, laik bir ülke olan Türkiye tarafından eleştirilmiş, İslâm düşmanı medya tarafından da Yunanistan’ın bu tutumuna karşı çıkılmıştır. Hıristiyan bir ülke, neden kendini İslâm’a nisbet eden halkın, kendisine seçtiği müftüyü kabul etmeyerek kendisi müftü atasın? Niçin müftü seçmekte bu kadar hassâsiyet göstersin? Bunun cevabı gayet açıktır. Hıristiyan Yunanistan, eğer bir kişiyi kiralayarak müftü tâyin ediyorsa, bunun sebebi; diğer küfür rejimlerinde olduğu gibi, o şahıs ve kuruluş aracılığıyla müslüman halkı kendisine boyun eğdirmek, itaat ettirmektir.
Orta doğuda, Asya ve Afrika’da da durum pek farklı değildir. Dünyanın hemen her yerinde, İslâm dışı düzenler, kendilerinin İslâm’la hiçbir ilgileri bulunmadığı halde, müslüman gördükleri halklara müftü, vâiz ve namaz memuru tâyin etmişlerdir. Bu kiralık görevliler de, ücret aldıkları küfür rejimlerine hizmeti ibâdet telakki ederek görevlerini lâyıkıyla yapmışlar, halklarını din adına aldatmışlardır. Zaten İslâm dışı düzenler de bunu yapmaları için kendilerine ücret ödüyorlar. Bunlardan birçoğu da toplum içinde oldukça ün salmış, meşhur edilmiş kişiler olarak ortaya çıkarlar. İşin en tuhaf yönü ise, bu kiralık görevlilerin, İslâm dışı rejimlerin uşakları ve hizmetkârı olduklarını unutarak, kendilerini gerçekten İslâm âlimi, İslâmî konularda söz sahibi olduklarını zannetmeleridir.
Diyanet İşleri teşkilatını niçin kurduklarını açık bir şekilde anlatan, laik sistemin akıl hocası ve düşünürü, 1961 anayasasının mimarlarından biri olan Prof. Mümtaz Soysal’ın “Yüz Soruda Anayasanın Anlamı” adlı kitabındaki ifadeleri, bu söylediklerimize ışık tutmaktadır. Soysal, laikliğin tarifini ve Batı toplumlarında geçirdiği evreleri tanımladıktan sonra, laikliğin önünde engel teşkil eden İslâm dininin, nasıl etkisiz hale getirilerek devre dışı bırakıldığını şöyle anlatıyor:
“Dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi’, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü sayılabilmesi. Bu, aynı zamanda, dünya işleriyle çok yakından ilgili olan müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demek. Bir bakıma, Atatürk’ün uygulamak istediği laiklik politikası, dini ‘toplumsal’ olmaktan çıkarıp ‘kişisel’leştirirken, müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik devlet, yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmî bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı.” 3443
Prof. Soysal’a göre devlet, laikliğin öngördüğü tedbirini aldı. Aldı almasına da, ancak İslâm dini, büyük bir engel olarak laikliğin karşısında, olduğu gibi duruyordu. Çünkü İslâm’da, hıristiyanlıktaki gibi din ve devlet işleri ayrı ayrı değildi. Soysal bu gerçeği şu ifadelerle dile getiriyor: “İslâm dini, din ile devlet işlerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeğe doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya kadar varıyor.” 3444
Laik rejim İslâm’la çatışmayı göze alamadı. Ancak, bu engel kaldırılmalı, ama,
3443] Mümtaz Soysal, Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Y. s. 171
3444] M. Soysal, a.g.e., s. 172
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çatışma olmadan bu iş halledilmeliydi. Çünkü böyle bir çatışma laik rejimin sonu demekti. O halde, laikliğe zarar verilmeden bu iş gerçekleştirilmeliydi. Ve formül bulundu: İslâm isim olarak var olmalıydı, ancak, hüküm/uygulama olarak kaldırılmalıydı. Laik rejimin çok güveneceği bir teşkilat kurulmalı, bu kuruluş, dinin vicdanlara hapsedilme işini en iyi şekilde yerine getirmeliydi. Diyanet İşleri Teşkilatı böylece kuruldu. Diyanetin laik sistem içindeki yerini ve görevini istenildiği gibi nasıl yerine getirdiğini de Soysal şöyle ifade ediyor:
“Laik bir devlette ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın genel idare içinde yer alması, Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin, yani dini toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlam taşıyamaz.” 3445
Soysal, çok açık bir şekilde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş amacını ortaya koymaktadır. Buna göre, Diyanet’in görevi, dünya ve âhiret nizamı olan İslâm nizamının, devletle ve dünya ile ilgili olan kurallarını gizleyerek onu ruhbanlık dini haline getirmeye ve böylece onu vicdanlara hapsetmeye çalışmaktır. Bunun için; müftüler, vâizler ve namaz memurları yetiştirmek, bunların nasıl hareket edecekleriyle ilgili esasları belirlemek, bu esaslar doğrultusunda hareket edip etmediklerini, laik sisteme uygun konuşup konuşmadıklarını kontrol etmek üzere, müfettişler görevlendirmek Diyanetin temel görevidir.
Laik sistem, kendi emniyeti için kurduğu ve emniyet sibopluğu yaptırdığı Diyanet örgütüne yalnızca eleman yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu yetiştirdiği elemanlarına işleyecekleri dinî cinâyetleri (dini vicdanlara hapsetmeye çalışmaları) karşılığında, bütçesinden her yıl düzenli olarak ve miktarı laik rejimin birçok bakanlığın bütçelerinin 10-15 katı kadar parayı rüşvet olarak vermiştir. Laik rejim, protokolda, Tapu Kadastro Müdürlüğü kadar bir yere sahip olan Diyanet Teşkilatına, devletin çok önemli altı bakanlığının toplam bütçesinden daha fazla bir parayı ayırıyordu. Ayrıca, yıl ortasındaki ek ödenekler ve Diyanet Vakfının gelirlerinin de eklenmesi ile, bir müdürlük seviyesindeki Diyanet örgütünün bütçesi, devlet içinde devlet bütçesi haline geliyor.
Bütün bu rakamlar çok büyük, hatta korkunç gelse de; aslında, Diyanet teşkilatının işlediği dinî katliamlar karşılığında az bile kalmaktadır. Çünkü Rusya, büyük askerî gücüne ve onca imkânına rağmen, bir avuç Çeçen’in kafasından din duygusunu, gönlünden cihad ve şehitliği, onca propaganda, saldırı ve işkenceye rağmen kaldırmayı başaramazken, Diyanet, kan dökmeden ve baskı yapmadan personeli vâsıtasıyla yaptığı propagandalarla, dini toplumsal hayattan kaldırma ve toplumu hak dinden kopararak devlete tâbi kılma açısından Rusya ile karşılaştırılamayacak büyük başarı elde etmiştir. Konuyu bir de nüfus açısından ele alacak olursak, sonuç daha büyük boyutlara ulaşmaktadır. Yani Rusya, 250 milyonu geçen nüfusu, süper askerî ve malî gücü, sosyalist ideolojisi, baskı ve saldırılarıyla, bir milyon Çeçen’in kalbinden ve kafasından imanı sökmeye muvaffak olamazken; diyanet örgütü, 88 bin çalışanı ile 70 milyon insanın kalbindeki ve kafasındaki imanı geçersiz hale getirerek onları birer uydu/köle haline getirebilmiştir. Rusya 250 milyon nüfusuyla bir milyona yapamadığını, Diyanet örgütü 88 bin çalışanıyla 70 milyona yaptı. Bu nedenle, Diyanet’in aldığı ücret/rüşvet az bile kalmaktadır. Diyanet şebekesinin zavallı elemanları rejime yaptıkları hizmetleri bir
3445] M. Soysal, a.g.e., s. 174
DİN
- 835 -
bilselerdi, generallerin rejime yaptıkları hizmetlerden çok daha fazla olduğunu ve rejimi nasıl koruduklarını görürlerdi. Çünkü Diyanet örgütü, içerideki dinsel düşmanı (irticâyı) etkisiz hale getirmekte, generallerin dış düşmanı etkisiz hale getirmelerinden daha başarılıdırlar. Diyanet teşkilatının her elemanı, yaptıkları üstün ve başarılı görevleri için aslında mareşallikle ödüllendirilmelidir.
Ancak, her işte olduğu gibi, bu konuda da insanların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı var ve Allah, hesabında daima üstün gelendir. “Kâfirler istemese de Allah dinini üstün kılacaktır.”3446 İşte bu Diyanet şebekesi konusunda da laik sistemin hesabı yine tutmadı. Tıpkı İmam-Hatip Liselerinde ve İlâhiyat Fakültelerinde tutmadığı gibi. Çünkü düzen, onca rüşvet vererek kiraladığı dinsel suçlu müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından kimileri, işledikleri cinâyetin farkına vardılar. Allah korkusunun ağır basması sonucunda, laik rejimin ellerine tutuşturduğu, rejimi öven kâğıtları bir kenara fırlatıp ellerine Kur’an’ı alarak aslına uygun bir şekilde hak dini halka anlatmaya çalıştılar. Ancak, rejimden onca rüşvet alan Diyanet ve bağlı olduğu yetkililer boş durur mu? Hemen harekete geçerek namaz memurlarından halka Kur’an’ın anlamlarını anlatan ve okutanları araştırmaya başladılar ve Kur’anî gerçekleri insanlara ulaştırmaya çalışanlardan tespit edebildiklerinin işine son verdiler.
Diyanet İşleri, dinin bir vicdan meselesi olduğunu halka kabul ettirmek için, sürekli olarak bu tarzda hutbeler hazırlar ve namaz kıldırma memurlarına da bu hutbeleri okutur. Bu hutbeleri okumayanları uyarır, cezalandırır, hatta gerekirse görevine son verir. Diyanetin bağlı bulunduğu yasa, dinin bir bölümünü anlatmaya, bir bölümünü gizlemeye görevlileri zorlamaktadır. Aynı yasa, laiklikle çatışan, Kur’an’ın devlet ve egemenlikle ilgili hükümlerini gizlemeleri gerekirken bunları açıklayan görevlilerin işlerine son verileceğini de ortaya koymaktadır.
İslâm dini, devlet ve hüküm/egemenlik esasını ilk plana almaktadır. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, bu gerçeği ifade etmektedir. Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar süregelen risâlet zinciri, sadece bu gerçeğin anlaşılması içindi:
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmına hidâyet edip onları doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak/gerekli oldu. Yeryüzünde gezin de görün; inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!”3447 Kur’ân-ı Kerim, hâkimiyet konusunu, sürekli olarak işlemekte, baştan sona kadar bu konuya işaret etmektedir. “Hüküm, yalnız Allah’ındır. O, yalnız kendisine ibâdet/kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” 3448
Hâkimiyetin ancak kendisine ait olduğunu bildiren Yüce Allah, indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsık olduklarını, hükümleri gizleyenlerin de aynı kategoriye girdiklerini bildirdikten sonra, Kur’an’la mutlaka hükmedilmesi gerektiğini emretmektedir. “Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitabı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçeği bırakıp da onların hevâlarına/keyiflerine/arzularına uyma...
3446] 9/Tevbe, 33.
3447] 16/Nahl, 36
3448] 12/Yûsuf, 40
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” 3449
Yüce Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmını gizleyerek saklayanların ve hükümleri istemeyenlerin câhil olduğunu bildiren Kur’an, en güzel hükmedenin Allah Teâlâ olduğunu haber vermektedir: “Yoksa câhiliyye hükmünü/idaresini mi istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?”3450 Yüce Allah’ın indirdiği hükümleri gizlemek ve bunlarla hükmetmemek, ya da İslâmî esasların günümüzde geçerli olmadığını düşünmek ve söylemek; dini yalanlamak, inkâr etmektir: “Artık bundan sonra hangi şey, sana dini yalanlatabilir? Allah hükmedenlerin en güzel hükmedeni değil mi?” 3451
Aldıkları birkaç kuruş için İslâmî hakikatleri örtbas edenler, aslında İslâmî esaslardan ne kadar uzak olduklarını ortaya koymaktadırlar. Hakkı ortaya koymanın yolu, başta câhilî bütün sistemleri reddetmekten, daha sonra İslâmî esasları çok iyi öğrenmekten geçer. Bunun için hakkın ve bâtılın net olarak ortaya konulması gerekmektedir. “Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayrıt edilmiştir. O halde, kim tâğutu (Allah’tan başka hüküm koyanı) reddedip Allah’a iman ederse, kopması mümkün olmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 3452
İşte, Diyânet teşkilâtı, bu hakikatlerin gün yüzüne çıkmaması için müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarına ücret vermekte ve bu gerçekleri topluma duyuranları ise hiç bekletmeden kovmaktadır. Diyanet teşkilatının başına, dinin bir vicdan işi olduğu felsefesini kabul etmiş ve bu felsefe doğrultusunda hareket edeceğine dair güvence vermiş başkanlar getirilmektedir. Bu başkanlar, görevlerini laik düzenin emirleri doğrultusunda yapmaktadırlar. Bunların emrindeki câmi görevlileri de kendilerine yasalarla emredilenleri yerine getirmektedir. Bu görevliler, kendilerine verilen görev gereği, Kur’an’ın bütününü Arapça aslıyla okudukları halde, bir kısmını gizleyerek, kalan diğer kısımlarının anlamını halka ulaştırırlar. Bu ücretli görevlilerin, dinin ancak bu kadarını bildikleri söylenemez. Çünkü bir âyeti okuyup onun altındaki veya üstündeki âyetleri görmemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki iyilik, güzellik, yardım severlik konularındaki âyetleri sürekli okuyarak; içki, kumar, zina, faiz ve hâkimiyetin Allah’a ait olduğuyla ilgili âyetleri toplumdan gizleyen görevliler, ancak kendilerine verilen Bel’amlık görevini ifa etmektedirler. Bu görevlilerin böyle yapmasını isteyen, Diyanet teşkilatını kuran laik düzendir. Ancak şu unutulmamalı ki, Yüce Allah, indirdiği açık delillerin tümünün açıklanmasını istemekte ve bir kısmını gizleyenlere lânet edileceğini bildirmektedir:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitap’ta insanlara açıkça belirttikten sonra, gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder.” 3453“Allah’ın indirdiği Kitap’tan bir şey gizleyip onu az bir paraya satanlar var ya, işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak ve ne de onları temize çıkaracaktır. Orada onlar için acı bir azap vardır. Onlar hidâyeti/doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete karşılık olarak da azabı satın
3449] 5/Mâide, 48-49
3450] 5/Mâide, 50
3451] 95/Tîn, 7-8
3452] 2/Bakara, 256
3453] 2/Bakara, 159
DİN
- 837 -
almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!” 3454
Oysa Kitab’a vâris olanlar, Kitab’ı açıp okuyanlar, onu açıklamakla mükellef tutulmuşlardır. Diyanetin maaşlı elemanlarının çoğu ise, aldıkları birkaç kuruş için, onu gizlediler, hükümlerini saptırdılar ve böylece Kitab’ın hükümlerini arkalarına attılar. “Allah, kendilerine Kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz!’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” 3455
Diyanet görevlileri, dinin toplum tarafından anlaşılmasını, dinin sosyal ve siyasal yönlerini, iyilikleri emretmek ve kötülüklerle mücâdele etmenin her müslümanın görevi olduğunu anlatmayarak, kötülüklerin toplum hayatına egemen olmasına destek oldular. Bu görevliler, kötülüklerin toplum hayatına hâkim olması için, elbette ki kötülüğü övüp halkı teşvik etmediler; zaten onlara bu görev de verilmemişti. Kötülükleri başkaları, rejimin bizzat kendisi toplumun önüne çıkardı; fakat toplumdaki dinî inanç, bu kötülüklerin yayılmasını engelliyordu. Bu dinî inanç toplumdan kalkmadıkça kötülük yayılmayacaktı. Öyleyse bu dinî inanç kalkmalıydı, ya da vicdanlara hapsedilmeliydi ki, kötülüklere meydan açılabilsin ve her çeşit şer ortalıkta özgürce işlenebilsin. Dini vicdanlara itebilme işi, toplum içinden çıkan, toplumun güveneceği kişilere verilmeliydi ki, toplum uyanıp laik rejime, şerlerin egemen olduğu düzene ve yapıya karşı gelmesin.
Evet, Diyanet görevlileri, büyük çoğunlukla, dini vicdanlara hapsederek gerçekleri gizlemişler, hakkın toplum tarafından anlaşılmasına engel olmuşlardır. Bu ise, yapılabilecek en kötü işti: “Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” 3456; “Allah’ın âyetlerini az bir paraya sattılar da O’nun yoluna engel oldular. Onların yaptıkları, gerçekten ne kötüdür!”3457 Bu görevliler, bunu ister bilerek yapsınlar, isterse bilmeden; bâtılı emretmeleri, bundan da kötüsü, hakla bâtılı karıştırmaları, cinâyet olarak yeter! “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın; yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın; bilerek hakkı gizlemeyin.” 3458
Yine, hangi sebeple olursa olsun, hakkı gizleyerek belli konuları işlemeleri, onların Kur’an’ı böldüklerinin açık bir delilidir. Bunun hesabı, elbette sorulacaktır. “Onlar ki Kur’an’ı bölük bölük ettiler. Senin Rabbin hakkı için Biz onların hepsine, yaptıkları şeylerden soracağız. O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma!”3459 Kur’an’ı parça parça ederek bir bölümü ile hareket edenler için Kur’an’ın öngördüğü ceza, dünya hayatında laik düzenlerin isteklerine göre hareket ettiklerinden dolayı rezillik, rezillerin âhiret cezası ise, azâbın en şiddetlisine atılmaktır. “...Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızı bilmez değildir.” 3460
Diyânetin memurları, bu itaatkâr tavırlarıyla, bilerek veya farkında olmadan;
3454] 2/Bakara, 174-175
3455] 3/Âl-i İmrân, 187
3456] 5/Mâide, 79
3457] 9/Tevbe, 9
3458] 2/Bakara, 41-42
3459] 15/Hicr, 91-94
3460] 2/Bakara, 85
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Diyanetin, dolayısıyla laik düzenin emir ve yasaklarını Allah ve Rasûlünün emir ve yasaklarının üstüne çıkarmış oluyorlar. Bu nedenle, Kur’ânî emirler bunlar için pek bir şey ifade etmeyebiliyor. Bunun en açık örneği, cenaze namazları ile ilgili tutumlarıdır. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın dininden hoşlanmayanların, fâsıkların ve münâfıkların namazlarının kılınmamasını, mezarları başında durulmamasını isterken, bu namaz memurları, bırakın münâfıkları, Allah’ın dinine ve müslümanlara düşman olan dinsizlerin (daha doğrusu, farklı din mensupları müşriklerin) bile namazlarını kılmakta, onlar için duâ etmektedirler. Namazdan sonra da bu müşriklerin ölüsünü almaya gelenlerin bazılarınca, “kahrolsun şeriat!” diye İslâm’a saldırdıkları durumlar bile olabilmektedir. “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler de fâsık olarak öldüler.”3461 Şimdi, bir tarafta Yüce Allah’ın emri, diğer tarafta Diyanet ve laik sistemin emri var. Namaz memurları laik düzenin emrine tâbi olduklarını ortaya koyarak, Yüce Allah’ın bu emrinin tersine hareket ediyorlar. Bu davranışlarıyla da Kitab’ın hükümlerini arkalarına atmış oluyorlar.
Diyanete, daha doğrusu laik düzene hizmeti ibâdet kabul eden müftü, vâiz ve namaz kıldırma memurlarından oluşan bu grup, tevbe ederek Allah’a ve O’nun yüce Kitabına tam teslim olmadıkları ve Kur’ânî gerçekleri insanlara olduğu gibi anlatmadıkları sürece, ne müslümanlarla beraber olabilirler ve ne de Yüce Allah tarafından bağışlanırlar. “İşte onlar, âhireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Onlardan azap hiç hafifletilmez ve onlara hiç yardım edilmez.” 3462; “Ancak, tevbe edip düzeltenler, (Hakkı) açıklayanlar başka. Onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden ve merhametli olanım.” 3463
Hamdolsun, bu âyete göre durumlarını düzeltenler, günden güne çoğalmakta ve birçok Diyânet görevlisi, yalnızca Yüce Allah’a kul olma şerefine ulaşmak için çalışmaktadırlar. Ancak, rızık endişesiyle hâlâ gerçekleri gizleyen büyük bir grup Diyanet görevlisi bulunmaktadır. 3464
Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit: 1973’te basılan Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından “Hutbeler” adlı kitaptaki hutbe konularından bazıları şunlar: “Hâkimiyet Milletindir”, “Hürriyet ve Adâlet Sevgisi”, “Yurt Sevgisi ve Vatana Bağlılık”, “Vatan Sevgisi”, “Askerlik Sevgisi”, “Dinimiz Kaçakçılığın Her Çeşidini Yasaklamıştır”, “Millî ve Dinî An’anelerimize Bağlı Kalalım”, “Ormanların Korunması ve Ağaç Yetiştirilmesi”, “Dinimizin Zenaat ve Tekniğe Verdiği Önem”.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarındın 1981 yılında basılan ve kapağında “Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Dolayısıyla” diye not düşülmüş, câmilerde İmam-Hatiplik yapanlara hutbe olarak yararlanmaları için hazırlanan “İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler” adlı kitaptan birkaç konu/hutbe başlığını sayalım: “Yurtta ve Cihanda Sulh”, “Türk Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bir Bütündür”, “Türklük ve Müslümanlık”, “Çalışmak Bir İbâdettir”, “Vatan ve Millet Sevgisi”, “Askerlik ve Yurt Savunması”, “Cumhuriyet Fazilettir”, “Milli Hâkimiyet Bayramı”, “Çanakkale Zaferi”, “30 Ağustos Zaferi”, “Vergi Vermek Çok Önemli
3461] 9/Tevbe, 84
3462] 2/Bakara, 86
3463] 2/Bakara, 160
3464] Ramazan Yılmaz, Tevhidin Düşmanı Tefrika, s. 155-171
DİN
- 839 -
Bir Vatandaşlık Görevidir”, “Ağaç ve Orman Sevgisi”, “Yerli Malı Kullanalım”, “Kaçakçılık ve Karaborsacılık”, “Anarşi, Terör ve Bozgunculuk”, “Turizmin Önemi”.
Özetlersek; İslâm’a göre din, sadece ölüm ötesi ile ilgili bir mezarlık dini olmayıp, insan hayatının bütün yönlerini kapsayan, onun ruhsal olduğu kadar, sosyal ve siyasal yönlerden de Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sünnetine göre düzenlemeler öngören bir hayat anlayışı, bir dünya görüşüdür. Gerçekten dinin, yani İslâm’ın nasıl uygulanacağını öngören ve emreden Kur’an, müslümanın bütün iç ve dış dünyasını, maddî ve mânevî hayatını düzenleyecek ilkeleri de içermektedir. Bu anlamda din, Allah’ın rızâsına uygun gelecek biçimde düzenlenmiş bir toplumsal bütün ya da sistemdir ki, beşerî olan diğer sistemler içerisinde, Allah’ın kabul ettiği tek sistem olarak kabul edilmektedir. Öyleyse genel bir değerlendirmeyle İslâm’a göre din, insanın bu dünyadaki hayatını bir bütün olarak kapsaması yanında, ölüm sonrası hayatını da anlamlı kılan temel ilkeler ortaya koymaktadır. Ayrıca insanın eşyayla ilişkisini, evrene bakış tarzını kuran özü de vermektedir. 3465
Hakk’a ve hak dine inanmayan insanların bize din biçmelerine, kendi bâtıl dinlerini bize dayatmalarına, hak dini tahrif etmeye çalışmalarına, Allah’a ve Allah’ın dinine iftira etmelerine göz yumacak ve boyun eğecek değiliz. Onların ilâhlıklarını, rabliklerini reddedeceğiz; onların tuzaklarına düşmeyeceğiz. Onların (b)alıkları avlamak için oltalarına taktıkları “din”i yutmayacağız.
“Din nasihattir.” 3466
“Din güzel ahlâktır.” 3467
“Din, hayatımızın vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; hayatımızın kendisidir.”
“Din, belirli şeylere bir açıdan bakmak değil; her şeye belirli bir açıdan bakmaktır.”
“Din aklî değil; naklîdir.” 3468
“Dini olmayanın insafı olmaz.” 3469
“Dinsiz ile konuşanın eli kılıçta gerek.” 3470
“Dinsizin hakkından imansız gelir.” 3471
“Dinini paraya satan, dininden de olur, paradan da.” 3472
“Dünya için din fedâ olunmaz.”
“Hak din olmazsa, dünya bir zindan olur.”
3465] İhsan Süreyya Sırma, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, c. 1, s. 373
3466] Hadis-i şerif
3467] Hadis-i şerif
3468] Atasözü
3469] Atasözü
3470] Atasözü
3471] Atasözü
3472] Atasözü
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Dinsiz (Hak dini kabul etmeyen) insan, en bedbaht, en huzursuz mahlûktur.”
“Günümüzde dine hizmet için lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir.”
“Biz dini severiz. Dünyayı da din için severiz. Dinsiz dünyada hayır yoktur.”
“Din, hayatın hayatı,
Hem nûru hem esası.
Dini ihyâ ile olur;
Bu toplumun ihyâsı.”
“Ruhun terakkisi din sâyesindedir. Din olmasaydı, insan hayvan olarak kalırdı ve insandaki vicdanî ve ahlâkî güzellikler olmazdı.”
“Din incelir, ama yine de kopmaz. Onun sahibi Allah’tır. Bir koruyucusunu gönderir, yeniden hak dini ihyâ eder.”
“Tarih gösteriyor ki, müslümanlar ne kadar dine bağlanmışsa, o denli terakkî etmiş; ne zaman dinde gevşeklik göstermişse perişan olup alçalmışlardır.”
“Hak din, güneş gibidir; üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”
“Ey dalâlete dalmış gâfiller! Dünyadan ölümü, insandan âcizlik, muhtaçlık ve fakirliği kaldırmanın çaresi varsa, dine ve dinin hayata yansımasına gerek duymayabilirsiniz. Yoksa, susun! Zira ölüm, âcizlik, zeval, fakirlik gibi tabiî âyetler, yüksek sesleriyle dine çağırıyorlar ve Hak dinin hayata geçirilişinin lüzumunu ilân ediyorlar.”
DİN
- 841 -
Din Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Din” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (92 Yerde): 1/Fâtiha, 4; 2/Bakara, 132, 193, 217, 217, 256; 3/Âl-i İmrân, 19, 24, 73, 83, 85; 4/Nisâ, 46, 125, 146, 171; 5/Mâide, 3, 3, 3, 54, 57, 77; 6/En’âm, 70, 137, 159, 161; 7/A’râf, 29, 51; 8/Enfâl, 39, 49, 72; 9/Tevbe, 11, 12, 29, 33, 33, 36, 122; 10/Yûnus, 22, 104, 105; 12/Yûsuf, 40, 76; 15/Hicr, 35; 16/Nahl, 52; 22/Hacc, 78; 24/Nûr, 2, 25, 55; 26/Şuarâ, 82; 29/Ankebût, 65; 30/Rûm, 30, 30, 32, 43; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 5; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78; 39/Zümer, 2, 3, 11, 14; 40/Mü’min, 14, 26, 65; 42/Şûrâ, 13, 13, 21; 48/Fetih, 28, 28; 49/Hucurât, 16; 51/Zâriyât, 6, 12; 56/Vâkıa, 56; 60/Mümtehıne, 8, 9; 61/Saff, 9, 9; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/İnfitar, 9, 15, 17, 18; 83/Mütaffifîn, 11; 95/Tîn, 7; 98/Beyyine, 5, 5; 107/Mâun, 1; 109/Kâfirûn, 6, 6; 110/Nasr, 2.
B- Din, Şeriat Anlamında “Din”: 3/Âl-i İmrân, 83; 9/Tevbe, 29, 33; 24/Nûr, 2; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9; 98/Beyyine, 5; 110/Nasr, 2.
C- İtaat Anlamında “Din”: 12/Yûsuf, 76.
D- Ceza Anlamında “Din”: 1/Fâtiha, 4; 15/Hicr, 35; 24/Nûr, 25; 26/Şuarâ, 82; 37/Sâffât, 20; 38/Sâd, 78; 51/Zâriyât, 6-12; 56/Vâkıa, 56; 70/Meâric, 26; 74/Müddessir, 46; 82/İnfitâr, 15-18; 83/Mutaffifîn, 11.
E- Din, Şeriat, Yahut İnkıyad, İtaat, İbâdet: 2/Bakara, 132, 193, 217, 217256; 3/Âl-i İmrân, 19, 24, 73, 85; 4/Nisâ, 46, 125, 146, 171; 5/Mâide, 3, 3, 3, 54, 57, 77; 6/En’âm, 70, 137, 159, 161; 7/A’râf, 29, 51; 8/Enfâl, 39, 49, 72; 9/Tevbe,11, 12, 33, 122; 10/Yûnus, 22, 105; 12/Yûsuf, 40; 16/Nahl, 52; 22/Hacc, 78; 24/Nûr, 55; 29/Ankebût, 65; 30/Rûm, 30, 30, 32, 43; 31/Lokman, 32; 33/Ahzâb, 5; 39/Zümer, 2, 3, 11; 40/Mü’min, 14, 26, 65; 42/Şûrâ, 13, 13, 21; 48/Fetih, 28; 49/Hucurât, 16; 60/Mümtehine, 8, 9; 61/Saff, 9; 82/İnfitâr, 9; 95/Tîn, 7; 98/Beyyine, 5; 107/Mâun, 1; 109/Kâfirûn, 6.
F- Hak Din İslâm’dır: 3/Âl-i İmrân, 19, 83, 85; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 126, 153, 161; 9/Tevbe, 33; 22/Hacc, 67; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3; 48/Fetih, 28.
G- Her Peygambere Gönderilen Dinde İman Esasları Aynıdır: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
H- Dinde Sebat Etmek (Kararlı Olmak): 3/Âl-i İmrân, 144; 42/Şûrâ, 14; 49/Hucurât, 15.
K- Din Anlamında, “Millet”: 2/Bakara, 120, 130, 135; 3/Âl-i İmrân, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En’âm, 161; 7/A’râf, 88-89; 12/Yûsuf, 37-38; 14/İbrâhim, 13; 16/Nahl, 123; 18/Kehf, 20; 22/Hacc, 78; 38/Sâd, 7.
Din Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, İman 17, 33, 37; Tefsir sûre 3, bâb 35; Cenâiz 79, 80, 93; Zekât 1, Cihad 95; Meğâzî 77, Tefsir Mâide 2, İ’tisâm; Enbiyâ, 113; Rikak 164, 166; Fezâilu Medine 6, hadis 10.
Müslim, İman 1, hadis no: 8; İman 55, hadis no: 95; İman 65, hadis no: 232; İman 264; Hac 151; Kader 22, 23, 24, 25; Cennet 63; Tefsir 3, hadis no: 3017; Fezâil 26-32.
Tirmizî, Kıyâme 25; Tefsir sûre 38, bâb 1; İman 1, 2; İman 13, hadis no: 2765; İman 14, hadis no: 2738; İman, 118, hadis no: 186; Tefsir Mâide, hadis no: 3046; İlim, 16, hadis no: 2815; Fiten 61, hadis no: 2361.
Nesâî, İman 6, 15, 18; Bey’at 31, hadis no: 156; Zekât 3; Cihad 1; Hac 194.
İbn Mâce, Mukaddime, 6, hadis no: 43; Mukaddime 46, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64; Fiten 1; Zühd 31.
Ebû Dâvud, Sünnet, 6, hadis no: 4607; Sünnet 16, hadis no: 4695; Edeb 67, hadis no: 4944.
Dârimî, Siyer 10, 45; Mukaddime 16, hadis no: 96.
Ahmed bin Hanbel, 1/11, 78, 237; 2/233, 314, 390-391, 435; 4/127, 162; 5/318, 330.
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 91-99; c. 2, s. 329-332
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 101
3. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 78
4. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 86-205
5. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi (Günay Tümer), T.D.Vakfı Y. c. 9, s. 312-320
6. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (M. Beşir Eryarsoy), Şamil Y. c. 1, s. 393-401
7. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, (A. Ünal, Z. Yetik, M. B. Eryarsoy), Risale Y. c. 1, s. 354-365
8. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 401-419
9. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 142-150
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
10. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y. s. 122-126; Nil Y. 99-106
11. Kur’an’da Dört Terim, Mevdudi, Özgün Y. s. 99-112
12. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 42-46
13. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 161-261
14. Kelimeler Kavramlar 1, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 72-73
15. Yitirilmiş Emniyet, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 13-103
16. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 47-48
17. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 27-29
18. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 3, s. 125-159
19. Fıtratın Dirilişi, Sadık Kılıç, Nehir Y. s. 117-142
20. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 54-69
21. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücâhede Y. s. 155-171
22. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 80-90
23. Din Nedir, Salih Gürdal, Beyan Y.
24. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
25. Din Görevlisinin El Kitabı, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
26. Din Görevlisinin Hizmet Rehberi, Abduhllah Sevinç, Medrese Kitabevi Y.
27. Din İle Maddecilik Arasında Ezelî Savaş, Ebu’l-Hasan Ali el-Hasanî en-Nedvî, İslâmî Neşriyat
28. Din-İnkılâp-İrtica, Peyami Safa, Ötüken Neşriyat
29. Din-Siyaset-Laiklik, Mehmet Emin Gerger, Nehir Y.
30. Din ve Allah İnancı, M. Abdullah Draz, çev. Bekir Karlığa, Bir Y.
31. Din İslâm’dır, Seyyid Kutup, Kültür Basın Yay. Birliği
32. Din Bu, Seyyid Kutup, çev. Furkan Hocaoğlu, Özgün Y.
33. Dine Karşı Din, Ali Şeriati, çev. Hüseyin Hatemi, İşaret Y.
34. Dinin Hikmeti, Vahidüddin Han, çev. Mustafa Mücahit, Şafak Y.
35. Din ve Cemiyet, Mahir İz, Kitabevi Y.
36. Din ve İdeoloji, Şerif Mardin, İletişim Y.
37. Din ve Kimlik, Cemal Tosun, T. Diyanet Vakfı Y.
38. Din ve Modernizm, Ali Bulaç, Beyan Y./İz Y.
39. Din ve Siyaset, Barla Neşriyat
40. Din ve Siyaset, Kâzım Güleçyüz, Nesil Basım Yayın
41. Din ve Siyaset –Siyasal Davranış ve Dindarlık-, M. Emin Köktaş, Vadi Y.
42. Din ve Uygarlık, Akif İnan, Akabe Y.
43. Din ve Vicdan Hürriyeti, Heyet, Aydınlar Ocağı Y.
44. Din ve Vicdan Özgürlüğü, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
45. Din ve Hayat, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Esra Y.
46. Dindar Olmak Zorunda mıyız? Ahmet Vural, Türdav A.Ş. Y.
47. Dinde Kırk Esas, İmam Gazali, çev. Hüseyin S. Erdoğan, Hisar Y.
48. Dine Doğru, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
49. Dinimiz ve Hayatımız, Ahmet Muhtar Büyükçınar, Marifet Y.
50. Din Bürokrasisi, Yapısı, Konumu ve Gelişimi, Davut Dursun, İşaret Y.
51. Dinî Bilgiler, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Basın Yayın
52. Dinî Bilgiler, Said Köşk, Anahtar Y.
53. Dinî Bilgiler, Ahmet Şahin, Cihan Y.
54. Dinî Bilgiler Rahberi, Şükrü Özüdoğru, Hasan Bağcı, Akçağ Y.
55. Dinî Bilgiler Test Kitabı, Abdullah Sevinç, Işık Y./Altınkalem Y.
56. Dinî Suallere Cevaplar, İlyas Tekin, Alem Y.
57. Dinimi Öğreniyorum, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın/Gençlik Y.
58. Dinimi Öğreniyorum, Sait Afacan, Değişim Y.
59. Dinimizi Öğrenelim, Üryanizade Ali Vahid Efendi, Nesil Basım Yayın
DİN
- 843 -
60. Dinimizin Esaslarını Öğreniyoruz, Ali Rıza Abay, Beka Y.
61. İnsan ve Din, Ahmet Şahin, Cihan Y.
62. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
63. Laik Düzende Dini Yaşamak 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
64. Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, Ali Bulaç, İz Y.
65. Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Heyet, İlmî Neşriyat
66. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen, Marm. Ün. İl. Fak. Vkf. Y.
67. Türkiye’de Dinî Hayat, M. Emin Köktaş, İşaret Y.
68. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman, Marifet Y.
69. Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
70. Dinler ve İnsanlar, Osman Cilacı, Tekin Y.
71. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
72. Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
73. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D.İ.B. Y.
74. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirza, Sönmez Neşriyat
75. İbrahimî Dinlerin Diyalogu, İsmail Farukî, Pınar Y.
76. Semavi Dinlerde İtikad ve Amel, Mazharuddin Sıddıkî, Fikir Y.
77. Dinimiz, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
78. Dinimi Öğreniyorum, Abdullah Sevinç, M.E.B. Y.
79. Dinî ve Ahlâkî Sohbetler, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
80. Din Eğitim Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Suat Cebeci, Akçağ Y.
81. Din Eğitimi ve Öğretimi (İman-İbâdet), Hâlis Ayhan, D.İ.B. Y.
82. Din Öğretimi Özel Öğretim Yöntemleri, Beyza Bilgin, Mualla Selçuk, Akid Y.
83. Din Nedir? Lev Tolstoy, çev. Murat Çiftkaya, Furkan Basın Yayın
84. İnsan ve Din, Ayhan Songar, D.İ.B. Y.
85. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
86. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
87. Ailenin Din Klavuzu, Ekrem Keleş, Seha Neşriyat
88. Ailede ve Okulda İdeal Din Eğitimi, Mehmet Emin Ay, Mavi Y.
89. Çocuk ve Din, Kerim Yavuz, Çocuk Vakfı Y.
90. Okul Öncesi Çocuklarda Dinî Duygunun Gelişimi ve Eğitimi, Yurdagül Konuk,
T. Diyanet Vakfı Y.
91. Günümüz Din ve Fikir Hareketleri Ansiklopedisi, Komisyon, Risale Y.
92. Adamlık Dini, Cavit Yalçın, Vural Y.
93. Akıl ve Din, M. Müştehir Şebisteri, Objektif Y.
94. Modern Dünyada Din, Lord Northobourne, İnsan Y.
95. Aydınların Din Saptırması, Fehmi Huveydî, İşaret Y.
96. Türkiye’de Manevî Buhran, Din ve Laiklik, Osman Turan, Boğaziçi Y.
97. Tarihçi Açısından Din, Arnold Toynbee, Kayıhan Y.
98. Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Jean Paul Raux, İşaret Y.
99. Türkiye’de Yanlış Din Anlayışı, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
100. İlim ve Din, Adnan Adıvar, Remzi Kitabevi Y.
101. Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fâzıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
102. Türkiye’de Din Kavgası, Sadık Albayrak, Özel Y./Feyiz Y./Akçağ Y.
103. Şeriat’ten Laikliğe (Türkiye’de İslâmcılık-Batıcılık Mücadelesi), Sadık Albayrak, Sebil Y.
104. Devletin Dini Olur mu? Seyyid Ahmet Arvasi, Burak Y.
105. Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu Bildirileri, Heyet, Beyan Y.
106. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y.
107. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri (3 cilt), Hasan Hüseyin Ceylan, Rehber Y.
108. Ekonomi Bir Din midir? Zübeyir Yetik, Beyan Y.
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
109. İktisat ve Din, Mustafa Özel, İz Y.
110. Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Mümtaz Soysal, Gerçek Y.
111. Cumhuriyetin Şeref Kitabı, Hazırlayan: Abdurrahman Dilipak, İşaret Y.
112. Kemalizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
113. Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürtaş, D.İ.B. Y.
114. Hutbeler, D.İ.B. Y.1973 Ankara
115. İmam-Hatipler İçin Örnek Metinler, D.İ.B. Y. 1981 Ankara
116. Din Anlayışı ve Müslüman Sorumluluğu, İbrahim Turhan, Haksöz sayı 20, Kasım 92
117. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
118. İslamizasyon, İslâm’a Karşı İslâm (Özel Sayı) Kitap Dergisi, sayı 23, Ocak 89
119. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.

Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:10

DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)


• Tağyîr; Anlam ve Mâhiyeti
• Bireysel ve Sosyal Değişme ve Sosyal Değişimin Dinamikleri
• Kur’an ve Değişim
• Kur’ân-ı Kerim’de Değişimle İlgili Kavramlar
• Kur’ân-ı Kerim’de Tağyîr/Değişim
• Hadis-i Şeriflerde Tağyîr/Değişim
• Müslümanın Görevi: Yeryüzündeki Fesâdı Değiştirip Arzı Islah Etmek
• Hayırlı Değişimin Önündeki Engeller
• Tefsirlerden İktibaslar
“Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendindekini (kendi durumunu) değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” 2950
Tağyîr; Anlam ve Mâhiyeti
Sözlükte değiştirmek anlamına gelen “tağyîr”, bir şeyin gerçek formunu aslından başka yapmak, değiştirmek anlamında kullanılır. Ra’d sûresinin 11. âyetinde iki kez geçen tağyîr kavramı, hem kavm (toplum), hem de enfüs (nefis kelimesinin çoğulu; birey, bireyin kimliği/kendisi) kavramlarına izâfe edilmekte, böylece birindeki değişiklik, diğerinde meydana gelecek değişmeye bağlanmış olmaktadır.
Kavram olarak “değişme”; belirli bir tarihsel dönem içerisinde, tabiatta, toplumda ve insanda gözlenen başkalaşmalar ve farklılaşmaları ifâde etmek için kullanılmaktadır. Toplumsal alanda ise değişme, belirli bir toplumsal gerçekliği, değer yargılarından arınmış olarak ve özel durumların tümünü kapsayacak biçimde ifâde eder. Sosyolojik bir kavram olarak toplumsal değişme, toplumun yapısını oluşturan sosyal ilişkiler ağının ve bunları belirleyen sosyal kurumların değişmesi şeklinde tanımlanır.
Toplumsal değişme olgusunun özellikle çağdaş toplumlarda kurumsal, normal ve gündelik bir gerçeklik haline gelmesi nedeniyle hem aktüel hem de tarihsel bir meşrûiyete sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Esasen değişme konusundaki tartışmaları Herakleitos’a (M.Ö. 540-480) kadar götürmek mümkündür. Onun, “bir ırmakta iki defa yıkanılmaz” şeklindeki sözü, değişmenin mutlak bir olgu olarak değerlendirilmesi için referans gösterilir. Değişme kavramı zamanla, gelişme, ilerleme ya da yozlaşma, bozulma gibi farklı anlamları yüklenerek bir
2950] 13/Ra’d, 11
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değer yargısına dönüşmüştür.
Kur’an açısından toplumsal değişmenin ancak, aktarılan tarihî örnekler çerçevesinde ve Vahy’in aşkın (beşerüstü) niteliği gözardı edilmeksizin ele alınabileceği unutulmamalıdır. Dinin toplumsal düzenleyiciliği, emir ve yasaklarıyla toplumda önemli değişmelere sebep oluşu, onun toplumsal yapıya yönelik fonksiyonundan kaynaklanır. Ayrıca dinin diğer önemli bir fonksiyonu da, onun ferde yönelik olmasıdır. Fert ise, toplumsal yapıdan ayrı düşünülmemektedir. Bu yüzden Kur’an’da geçmiş toplumlara gönderilen peygamberlere ve toplumların değişim süreçlerine sık sık yer verilmektedir. Aslında Kur’an’ın bu toplumlara ilişkin açıklamaları tarihî bir olayı haber vermekten çok, toplumların süreklilik ve değişim konusunda tâbi oldukları sosyal ve fıtrî olguları hatırlatmaktan ibârettir.
Kur’an, vahiy olarak indirildiği toplumda kendisine toplumsal karşılık veren muhâtaplara sahipti ve tebliğ unsurlarını peygamber aracılığıyla belirli bir zaman sürecine yayılmış toplumsal pratikler üzerine aktarıyordu. Kur’an’da toplumların değişim süreçleri sadece geçmiş toplumların yaşadıkları kıssaların açıklanmasıyla sınırlı kalmayıp aynı zamanda Sünnetullah bağlamında evrensel ve sürekli bir mâhiyet de arzetmektedir.
Toplumsal Değişmenin Faktörleri: Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. Toplumsal değişme ise, bir toplumun sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve insanlar arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir.
Değişmenin kendisinde gerçekleştiği sosyal yapı, öncelikle bu yapıyı meydana getiren sosyal kurumların, insan ilişkilerinin ve bunların karşılıklı ilişkilerinden doğan sosyal değerlerin birbirini direkt olarak etkiledikleri bir bütündür. Sosyal yapı, bir toplumsal sistem içindeki ilişkilerin, toplumsal olgular ya da kurumlar ile düzenlendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sosyal yapı, sadece kalıtımla ya da doğal çevreye dayalı olarak açıklanması mümkün olmayan ortak insan davranışlarının tümünü yansıtmaktadır.
Özellikle sosyal yapının ortaya çıkışında önemli bir rolü olan sosyal olgu, genelde Durkheimci bir anlayışla “bireyin üzerine belli davranışların yapılması için oluşan dış baskı” biçiminde tanımlanır. Öte yandan Marx da (1818-1883) sosyal yapıyı altyapı-üstyapı şeklinde ikiye ayırır. Üretim ve mülkiyet alanındaki ilişkilere altyapı denilirken; din, ahlâk ve siyaset gibi üretim ve mülkiyet dışında kalan ve toplumsal bilincin varlığını gösteren öteki toplumsal ilişkilere de üstyapı denir. Altyapı, sınıfları; üstyapı, toplumsal bilinci belirler. Burada gerek Marx, gerekse de Durkheim’de görülen tanımlamalar, sosyal gerçekliği, tek nedenli bir yaklaşımla ele almaktadırlar. Günümüz sosyolojisinde ise tek nedenli yaklaşımlar, sosyal sebepliliğin karmaşıklığı nedeniyle yeterli görülmemektedir.
Değişme hiçbir doğrultuyu açıkça ifâde etmeyen bir kavramdır. İleriye doğru olabileceği gibi, geriye doğru da olabilir. Olumlu olarak değerlendirilebileceği gibi, olumsuz olarak da değerlendirilebilir. Değişme, hangi tür bir etkene bağlı olursa olsun, dinî yaşayış üzerindeki etkilerinin önemliliği asla gözardı edilemeyecektir. Bir değişme faktörü olarak din, içinde bulunduğu konuma göre kimi zaman değişim talebinde bulunan, kimi zaman da (olumsuz) değişmeye karşı
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 693 -
direnç kaynağı oluşturabilen dinamikler içerebilir. Aslında dinler, teşekküllerinde sosyal düzene karşı bir eleştiri unsuru getirmekle birlikte, kendi amaçladıkları ve oluşturdukları sosyal yapının olduğu gibi kalarak korunmasını isterler. Bütünlüklerinin bozulması, yerleştirdikleri değer hükümlerinin kaybolması, istikrar unsurlarının zayıflatılması gibi konularda dinler, değişime karşı refleks tutumlar sergiler.
Dinlerin, kurumsallaşmasından sonra oluşturduğu yapıyla statikleşip değişmeye karşı şiddetli bir muârız haline geldiğini belirten klasik yaklaşımların dışında, aslında ferdî alandan başlayıp toplumsal alana uzanan çok köklü değişmeleri gerçekleştirdiği yer yer görmezden gelinmektedir. Ferdî inançların kuşatıcılığı, parçaları birleştirici olmaya götürdüğü gibi; eksik ve yanlıştan mütemâdiyen kurtulmak da istemektedir. Böylece inanç, toplumsal alana da yansıyan bir değişme faktörü olmaktadır. İnsanın bu bilinçle mükemmele doğru yönelişi, aslında dinamik bir tutum olduğundan, bu özelliğiyle din, insanın kendisine zarar vermeyen değişmelerin muharriki de olabilmektedir.
İnsanların içinde yaşadıkları fizikî ve sosyal çevre, iktisadî faâliyetleri, onların karakter ve mizaçlarını belirli oranlarda etkilerken; kişilerin psiklojik özellikleri de sosyal ve kültürel yapıya etki etmektedir. İbn Haldun (1332-1406), coğrafî çevrenin, özellikle iklimin insan ve kültür üzerinde önemli etkileri olduğunu savunan görüşleriyle bu faktöre büyük önem vermiştir. İbn Haldun’a göre; “sünnetullah”a göre yaratılan insanı, tüm hayatı boyunca kendisini içinde bulduğu ve kısmen de seçtiği, değiştirdiği çevresel şartlar (ailesi, toplumu, fizik çevresi vd.) tekrar oluşturmaktadır. Coğrafî şartlar ise insanların huy ve tabiatlarını belirlerken, genel anlamda iklimlerin toplumsal yapıyı etkilediğini de eklemektedir.
Bununla birlikte, toplumlar karmaşıklaştıkça, coğrafya etkisini gittikçe kaybederek, yerini başka faktörlere bırakmakta, bu yüzden coğrafya faktörleriyle toplumsal olaylar arasındaki ilişkiler, her çağ ve her toplumda değil de, bazı çağlara ve bazı toplumlara uygun düşmektedir.
Toplumsal değişmeye yol açan faktörlerden bir diğeri de, teknolojideki gelişmeler olarak gösterilir. Teknoloji, ilmî bilginin pratiğe yansıması olup kaynağında modern bilimle birlikte gelen bir değerler sistemi vardır. Örneğin, “çağdaş Batı teknolojisinin temel değerleri” denirken, esas itibarıyla çağdaş düşüncenin; özel bir rasyonalite anlayışı, tabiatla uyum yerine ona tahakküm etme ve kullanma eğilimi gibi özellikleri kastedilmektedir. Bu temel değerler üzerine şekillenen teknoloji, belirli bir kültürü göz önüne almadan, teknolojiyi değerlerinden bağımsız bir olgu gibi kabul etmek ve transfer edilecek teknolojinin kültür temellerinin dışarıda kalacağını sanmak yanlış olacaktır.
Teknolojinin, onu üreten kültür unsurlarının özelliğine bağlı olarak ortaya çıktığı, bugün artık reddedilmesi zor bir gerçeklik olarak kabul edilmektedir. Modern teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen değerleri, gerçekte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin oluşturmuş olduğu değerlerdir. Bununla birlikte bir toplum, bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece kültürünü benimsemek istese bile, bunu istediği şekilde gerçekleştiremez. Bazı teknolojik değişmeler, kültürde birtakım değişimlere sebep olurken, inanç ve tutumlardaki bazı değişmeler de teknolojik değişmeleri hazırlamaktadır.
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçekten de teknolojik gelişmeler doğal olarak toplumsal değişmeye yol açan önemli bir faktör olmakla birlikte, bu değişim, teknolojinin gelişiyle meydana çıkan bir değerler topluluğuyla gerçekleşmektedir. Toplumsal değişmeye sebep olan faktörler konusunda temel tartışma konularından biri de, değişmede ekonomik (maddî) faktörlerin belirleyiciliği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu konuda Marx, insanların toplumsal üretim işinde, zorunlu ve irâdelerinden bağımsız olan birtakım ilişkilere giriştiklerini belirtir. Bu durum üretim ilişkilerini; üretim ilişkilerinin toplamı da toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İşte toplumsal bilincin belirli biçimlerini karşılayan kanun ve politik üstyapılar, hep bu gerçek temel üzerine kurulmuştur. Maddî hayattaki üretim biçiminin, politik ve mânevî bütün toplumsal oluşumların genel karakterini belirlediği düşüncesi böylece temellendirilmektedir.
Ekonomik şartların toplumsal yapıda önemli değişikliklere sebep olmakla birlikte, değişimi belirleyici tek faktör olmadığını söylemek mümkündür. Toplumsal yapıdaki bütün değişiklikler, ekonomik şartlardaki değişikliklerin bir sonucu olarak değerlendirildiği zaman, ekonomi faktörünün kendi dinamizminin nasıl izah edileceği zaman zaman eleştirilegelen bir husus olmuştur. Ekonomi faktörünün hiçbir etkiye bağlı olmadan kendi kendine hareket ettiği varsayımı ise, bu faktörün gücünü abartmaya götürecek hataların başlangıcı olabilir. Bu yüzden toplumsal hayatın ya da tarihin açıklanmasında tek belirleyici etkenin ekonomi olarak gösterilmesi, olgulara ters düştüğü kadar, mantığa da uygun düşmeyen bir durum olmaktadır.
Yeni ihtiyaçların ortaya çıkması ve bilgi artışı ile toplumsal ve kültürel yapının karmaşıklık derecesi sosyal değişmenin gerçekleşme zeminini oluşturan şartlar olarak değerlendirilebilir.
Din-Toplum İlişkileri: Dinin toplumla ilgili önemli fonksiyonlarından birisi, “toplumu düzenleyici normlar sistemi” olarak ortaya çıkmasıdır. Din, mü’minlere nasıl hareket edeceklerini gösteren davranış kalıplarını sunmaktadır. Bu itibarla mü’min, dinin kendisine sunduğu hazır bir harita ile karşı karşıya bulunmaktadır. Dinin bu anlamda toplum normu düzenleyici özelliğinin daha çok İslâm toplumlarında belirginleştiği ve geçerli olduğu da belirtilmektedir.
Toplumsal yapı üzerinde dinin değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici fonksiyonuyla; koruyucu ve sürdürücü fonksiyonu birbiriyle çelişiyor gibi görünmesine rağmen, bunlar farklı şeylerdir. Genellikle bir toplumda dinin, ilk örgütlenme ve yayılma dönemlerinde, toplumsal yapıyı değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici fonksiyonu öne çıkar. Yapı oluştuktan ve ilişkiler örgütlendikten sonra, bu yapıyı koruyucu ve sürdürücü fonksiyonu rol oynamaya başlamaktadır.
Dinin, toplumun örgütlenmesinde en önemli fonksiyonu, insanlara belli bir zihniyet yapısı, bir değerler sistemi kazandırmasıdır. Bir dine mensup olan fert, dinin dünya hakkındaki değerler manzûmesini kabul etmekte ve davranışlarını buna göre ayarlamaktadır. Dinin dünya karşısındaki tavrı, mü’minlerin zihniyet yapılarını şekillendirmekte, onlara yeni bir form kazandırmaktadır. Böylece her din, sahip bulunduğu değerler ve semboller sistemi ile bir ekonomik ahlâkın ve sosyal anlayışın oluşmasında önemli rol oynamaktadır.
Din-Değişme İlişkisi: Toplumsal yapının bir ögesi olarak dinin, toplumdaki
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 695 -
genel değişmeden bağımsız olduğunu söyleyebilmek zordur. Dinin toplumsal değişmede itici ya da engelleyici bir faktör olarak değerlendirilmesiyle birlikte, dinî değişmeyi toplumsal değişmenin bir sonucu şeklinde ele almak da söz konusudur.
Düşünce tarihinde, dinin temel karakteristik özellikleri nedeniyle, değişmeyi engelleyici muhâfazakâr rolü sürekli olarak dile getirilmiştir. Gerçekten de din, özü itibarıyla bir kalıcılığı ve sürekliliği ihtivâ etmesi nedeniyle, her çeşit zihniyet, değer; sosyal ve kültürel yapı değişikliklerine karşı bizâtihî engel teşkil etme durumunda görülmektedir (Bu, özünde devrimci özelliği barındıran, insanı takvâya doğru sürekli geliştirici emir ve tavsiyeleri olan ve bağlılarından tüm dünyaya hayra doğru değişim mesajlarının iletilmesini isteyen İslâm için pek doğru değildir. Buna rağmen çağdaş Müslüman halklar İslâm’ı Batılılar gibi anladığı için muhâfazakâr bir anlayış, dindarlık/Müslümanlık gibi görülmeye başlanmıştır).
Bir istikrar faktörü olarak, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan din, toplumları derinden etkileyen, onların istikametini tayin eden, idâmesini mümkün kılan, ayniyetin muhâfazasını sağlayan bir olgu olmaktadır. Dinin bu anlamda bazı (olumsuz) toplumsal değişmelere direnç oluşturması, kökü mukaddes âleme uzanan beşer üstü, vahiy kategorisinde bulunması ile izah edilebilir bir durumdur. Böylece inançların değişmeyen yönleri, dine bir devamlılık kazandırmaktadır. (Bunun yanında, dinin bir amacı da, bireysel ve toplumsal değişmeyi sağlamak, insanı fıtratı istikametinde olgunlaştırmak, toplumu asr-ı saâdet örneğine yaklaştırmaktır.) Gerçekten din, ilk örgütlenme dönemlerinde mevcut toplum yapısını, kendi yapısal ve fonksiyonel özellikleri ile değişikliğe uğratarak, yeni bir toplumsal yapının oluşmasını sağlamaktadır. Bu yolla din, kendi getirdiği özgün kurumları ve kazandırdığı zihniyet ile eski toplum yapısını sarsmakta ve ona yeni bir biçim vermektedir. Bu gerçeğe rağmen Marxistlere göre din, toplumsal değişmeyi önleyici, kurulu düzeni sürdürücü bir ideoloji olarak itham edilebilmektedir. (Bu iddia, belki muharref Batı dini için bir vâkıa olsa da, İslâm için kesin bir iftiradır.)
Peygamberlerin ve dinî önderlerin tebliğlerinde, temel olarak toplumda yerleşmiş bütün kurum ve gelenekleri reddettiklerini söylemek de mümkün görünmemektedir. Eleştiri konusu olup değiştirilmek istenen, tevhidî gelenek üzerine zamanla birikmiş bozucu ve yozlaştırıcı durumlar olmaktadır. O yüzden peygamberler, var olan her şeyi kökten reddeden bir yaklaşımla değil de, toplumun idealize edilebilecek geçmişinden kaynaklanan geleneksel normlara ve sembollere de (tevhide ters düşmüyorsa) dayanırlar. Bu durum, onların toplumsal değişmedeki rollerini pekiştirici ve kolaylaştırıcı bir unsur da olmuştur (Peygamberler değişim konusunda süpürücü değil, seçicidir). 2951
Bireysel ve Sosyal Değişme ve Sosyal Değişimin Dinamikleri
Bireysel Değişme
Sosyolojide genel kabul gören yaklaşımlardan biri de, “bireyin toplumsal hayat içinde şekillendiği ve yine bu ölçüde de hayatı etkilediği” yönündedir. Toplumsal dinamikte objektif veya subjektif bir kriter olarak bilinç düzeyinde
2951] Celaleddin Çelik, Kur’ân’da Toplumsal Değişim, s. 11-53
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meydana gelen değişmeler, toplumsal değişmeyi açıklamada önemli bir ayraç olarak dikkatleri çekmektedir.
Toplumsal değişme açısından bireysel değişmenin ve birey-toplum ilişkilerinin mâhiyetinin ve etkilerinin bilinmesi gerekmektedir. Her şeyden önce insan, toplumsal bir varlık olup, toplum da ihtiyaçların zorlaması sonucunda oluşan inanç, ideal ve arzuların etrafında birbirine kenetlenmiş insan gruplarının somut bir sembolü olarak nitelendirilebilir.
Kur’an’da toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiği ve yaratılışında var olduğu bildirilmiştir. Bu durum, Hucurât Sûresinde dile getirilmiştir: “Ey insanlar, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi toplumlara ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız en çok takvâ sahibi olanınız, korunanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”2952 Görüldüğü gibi âyette farklılıklar nedeniyle insanların birbirlerini tanımaları gerektiği inancından hareketle, bir toplumsal ilişkinin gerekliliği vurgulanmaktadır. Bireysel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatın vazgeçilmez şartı olup, bu tür farklılıkları bir ayrım aracı olarak kabul etmek mümkün değildir. İnsanlar kendilerine tanınan imkânlar ve beceriler açısından aynı olarak yaratılmamışlardır.2953 Eğer böyle yaratılmış olsaydılar, yani herkes aynı özelliklere sahip olsaydı, doğal olarak kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz ve karşılıklı olarak yerine getirilen sorumluluk anlamsız hale gelirdi.
Allah insanları gerek beceri bakımından, gerekse ruhsal, fiziksel ve benzeri bakımlardan farklı şekillerde yaratarak, her birine ayrı yetenek ve eğilimler vermiştir. Özel kabiliyetleri yönüyle insanlardan bazıları diğerlerine üstün kılınmış, böylece insanlar doğuştan birbirlerine muhtaç hale geldikleri için birliktelikler kurmaya başlamışlardır. Bu da kolektif ve toplumsal hayata geçiş sürecini hızlandırmıştır.
Kur’an, toplumsal yapı içerisinde fertleri bütünüyle irâdesiz varlıklar olarak görmemekte, bilakis topluma karşı bireye öncelik tanımaktadır. Toplum, bireyi çok değişik şekillerde etkileyen ve sınırlayan bir gerçeklik olmakla birlikte, münferit insanlar aracılığıyla da yönlendirilebilmektedir. Zira insanlar için kendi irâdelerinin payı olmaksızın içine doğdukları çevre gerçeğinden önce nitelikli bir fıtrat gerçeği vardır. Kur’an çevre faktörünü belirleyici özelliklerinin varlığına rağmen, “fıtrat gerçeğine” dönmeyi başarabilen insanların tarihsel örneklerini vermektedir.2954 Kur’an’da birey olarak insan içinde yaşadığı toplumun kaderini belirlemede Allah’ın mutlak otoritesinden bağımsız olmaksızın, güç sahibi kılınmış ve tarih âdetâ onun eline teslim edilmiştir.
Toplumsal çözülmeyi ve çöküşü hazırlayan faktörlerin geneli Kur’an terminolojisinde zulüm kavramıyla da ifâde edilmiştir. İnsanın “zulmü” ortaya çıkaran zaafları, öncelikle bir insan olarak kendisine, topluma ve tabiata karşı davranışlarında kendini göstermektedir. Sözkonusu bu zaaflar, “düşüncesizlik,2955
2952] 49/Hucurât, 13
2953] Bk. 43/Zuhruf, 32
2954] Bk. 66/Tahrîm, 11; 18/Kehf, 10, 26; 36/Yâsin, 20, 27
2955] 17/İsrâ, 100
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 697 -
huysuzluk,2956 acımasızlık, 2957 nankörlük, 2958azgınlık,2959 acelecilik’2960 olarak gösterilebilir. Bu zaaflardan herhangi biri insana hâkim olmaya başladığında, diğerleri de onu izleyecektir. Bu çerçevede insanda kendisini yeterli görme ve Allah’tan bağımsız hissetme (istiğnâ-tekebbür) eğiliminin varlığından söz edebiliriz.2961 Eğer bu istiğnâ ve tekebbür duygusu kontrol altına alınmazsa, bu zaaflar insanı sadece Allah’a değil, içinde yaşadığı topluma da sorumsuz bir hale getirecektir.
İnsan davranışlarının içgüdüselliğinden bahsetmemiz mümkün değildir. İnsan, ya “Allah’ın emirlerine uyarak” ya da “yoldan saparak” sürekli olarak hiç sonu gelmeyen zihnî çatışmalara yakalanma veya onlardan kurtulmaya çalışma sürecini yaşamaktadır. Yolunu seçme hakkıyla doğan birey “uyumlu” ya da “uyumsuz” rollerden birini tercih ederken her hâlukârda rolünden yana davranışlar sergilemeye çalışmaktadır.
Ancak bireyin yolunu seçme hakkının bazen gelenekler tarafından yönlendirildiği durumlar da sözkonusudur. Gelenekler, sosyal hayatın düzenli akışını sağlayan toplumsal pratikler olarak fonksiyon gördüğü gibi, bir diğer yönüyle de olumlu anlamdaki değişmelere engel teşkil edebilmektedir. Genellikle değişimin karşısında geleneklere bağlanmanın getirdiği durgunluğun çekici bir rahatlığı bulunmaktadır.
Ancak insan, özgür bir irâdeye sahip olduğu için “geleneklerle şartlandırılmış olma” mâzeretine sığınamamaktadır. İnsanı özbilinçten ve seçme yeteneğinden alıkoyan “atalarının izinden gitme” davranış kalıbı, bu yönüyle Kur’an’da olumsuz bir tutum olarak eleştirilmiştir.2962 Çünkü geleneksel etkenlerin bireyin bütün davranışlarında belirleyici olması, bireyin irâdesinin, bütünüyle geleneklerle sınırlandırılması ve yönlendirilmesine sebep olmaktadır.
Bu bakımdan peygamberlerin karşılaştıkları önemli engeller arasında, münker olarak bilinen toplumsal kesimlerin “geleneği” bir koruma aracı olarak öne sürmeleri olmuştur. Böylece “gelenek”, değişme karşısında durağanlığın elverişli bir zırhı olarak sahiplenilmektedir. Bu vesileyle de, insanlarda bireysel sorumluluklar, geleneğin ağır tahakkümü karşısında irâde dışlanmasıyla eritilmekte ve böylece de toplumsal vicdan rahatlatılmaktadır.
Kur’an açısından yaklaşıldığında, insanın iki boyutlu olduğu görülmektedir. İnsanda bu iki boyuttan hangisinin ön plana çıkacağını belirleyen faktör, yine insanın kendi hür irâdesinde somutlaşmaktadır. İnsanın tarih içerisinde çoğu zaman olumsuz rol oynaması daha çok zaaflarının güdümüne girmesi ile gerçekleşirken, olumlu rol oynaması da onun, genellikle fıtratına uyması, kendisini yabancılaştırıcı etki ve unsurlardan arınması ile gerçekleşmektedir.
Kur’an birey ve toplum ilişkilerine değinirken de, kendine has üslûbuyla
2956] 70/Meâric, 19
2957] 14/İbrâhim, 34
2958] 43/Zuhruf, 15
2959] 96/Alak, 6
2960] 17/İsrâ, 11
2961] Bk. 96/Alak, 6-7
2962] Bk. 43/Zuhruf, 23, 24
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumlar/ümmetler için de ortak bir kaderden, tarihten söz etmektedir. “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilir, ne de öne alınabilir.” 2963 Bu âyette toplumlar için tıpkı insanlarda olduğu gibi bir ölümden, toplu bir yok oluştan bahsedildiği görülmektedir. Burada sanki toplumların da yaşayan bir organizma gibi özgür irâdeleri olduğu düşüncesi ön plana çıkmaktadır. Ayrıca her ümmetin/toplumun kendi toplumsal bilincini ve düşünce biçimini belli oranlarda belirleme özgürlüğüne sahip oluşu da göz önünde bulundurulduğunda, toplumlar arasında oluşan değer farklılıklarının da bireylerin algılama şekillerine yansıması normal bir sonuç olmaktadır.
Doğal olarak bireylerin bu tür davranışlarını topluma malettiğimiz takdirde bireysel davranışlardan dolayı toplumun genel olarak sorumlu tutulması da mümkün olabilmektedir.2964 âyetlerde Semud kıssasında, Sâlih Peygamber’in devesinin kesilmesini tek bir kişi gerçekleştirdiği halde, suç bütün topluma maledilmiş ve bütün toplum bundan sorumlu tutularak sonuçta topluluğun tümü cezâlandırılmıştır. Çünkü toplum sözkonusu suç eyleminin gerçekleştirilmesine göz yummakta, engellemek için çaba göstermemekte, ya da desteklemektedir. Dolayısıyla da bu tutumun bir ürünü olarak bireysel eylemlerin sonucuna katlanmak zorunda kalmaktadır. 2965
Eğer toplumsal irâde, suçun oluşmasına zemin hazırlıyorsa, aynı zamanda bu durumu destekliyor anlamına da gelecektir. Zaten bireyin onaylaması ve karar vermesi gerçekte, toplumsal irâdenin ya da toplumsal kabullerin bir parçası olmaktadır. Burada bireysel eylemin toplumsal irâdeden kolay kolay ayrı düşünülemeyeceği dikkat çekici bir biçimde belirginleşirken, bireysel suçlar toplumsal suçların bir prototipi olarak meydana çıkabilmektedir.
Bireylerin tek tek rol, kimlik, yöneliş ve tutumlarının örgütlenmiş modeli olarak ortaya çıkan toplum, aynı zamanda insanların psikolojik ve rûhî temeli üzerinde yükselen bir yapı görüntüsü taşımaktadır. Bu temel üzerindeki üst yapı, yani toplumsal durumda meydana gelebilecek değişme ancak temelin (bireysel olanın) değişmesiyle mümkün olmaktadır. “Bir toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.”2966 âyetinde işin temeli ile onun üzerine yükseltilen yapı arasındaki belirlenmiş ilişkiden söz edilmekte, insanın psikolojik ve fikrî konumu ile sosyal durumu arasındaki bağlantı üzerinde durulmaktadır. İnsanın iç âlemiyle dış âlemi arasındaki ilişki vurgulanırken, bir topluluğu meydana getiren fertlerin psikolojik durumu değişince, sosyal konumlarının da değiştiği belirtilmektedir. Burada sözkonusu edilen iç değişiklik ahlâkî alanın en uzak noktalarına kadar uzandığı gibi, kişisel ve psikolojik yapının temellerini de kapsamaktadır. Ayrıca bu iç değişiklik, bizzat insanın kendi yapısı ve nefsiyle olan ilişkilerinde etkili olduğu gibi diğer insanlarla da (ister birey, ister toplum olarak) tarihî hareketin seyri ile de ilgili görünmektedir.
Kur’an, birey-toplum, ilişkilerine değinirken, bazen bireyin önceliğine dikkat çekmekte,2967 bazen de toplumun belirleyicilik bağlamındaki anahtar rolünü
2963] 7/A’râf, 34
2964] 91/Şems, 14 ve 26/Şuarâ, 157-158
2965] Bk. 27/Neml, 51
2966] 13/Ra’d, 11
2967] 5/Mâide, 105
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 699 -
teyit edici2968 ifâdeler kullanmaktadır. Ayrıca Kur’an kendilerini mustaz’af olarak tanımlayan2969insanların, sorumluluklarından kurtulmak için kendi “zayıflık ve ezilmişliklerini” mâzeret olarak kullanamayacaklarını, çünkü zayıflıklarının asıl sebebinin toplumsal baskılar karşısında kendi kişiliklerinin ve sorumluluklarının farkında olamayışları olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle Kur’an’da insanın sorumluluğu üzerinde durulmuş, bireyin bu sorumluluğunu canlı tutacak ve onu toplumsal yozlaşmalara karşı dirençli kılacak “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker” ilkesi yerleştirilerek bireyin korunmasına öncelik verilmiştir.
Kur’an kıssalarına genel bir göz atıldığında da, peygamberler ve tarihsel dinî önderlerin toplumlarına rehberlik ederken karşılaştıkları güçlükleri, bu ilkeye karşı gösterdikleri kararlılık ile aşmayı başardıkları görülmektedir.
Toplumsal Değişme
Din ve toplumsal değişme arasındaki ilişkiler değerlendirilirken, bir yandan toplumsal değişmenin din üzerindeki etkileri, diğer yandan da dinin toplumsal değişme süreci içerisindeki rolü üzerinde durulması gerekmektedir. Bu bağlamda din, bir yönüyle toplumsal değişmeye engel teşkil ederken, bir başka yönüyle de değişmenin temel faktörü şeklinde fonksiyon görebilmektedir.
Toplumsal değişme açısından din, insanın tutum ve davranışlarını, insanlararası ilişkileri ve toplumsal hayatı belirleyici temel özellikleri taşıması nedeniyle değişme süreçlerini, kişilik ihtiyaçlarının karşılanmasını veya engellenmesini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu etkileşimde sosyal yapıdaki değişmelerin dinî hayata yansıyan yönü de göz önünde tutulması gereken bir boyut olmaktadır. Dinin fonksiyonelliği ile toplumsal hayatta girdiği etkileşimleri, onun vahye dayanan özellikleri dışarıda bırakılarak anlaşılamayacaktır.
“Şüphesiz bir toplum kendilerinde bulunan (güzel meziyet)i değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez…” 2970 Toplumların bağımsız bir varlık olarak, genel tarihî süreçlerden farklı bir sorumluluğa sahip olduğu görülür. Toplumların tarih içerisinde yer aldığı olumlu ya da olumsuz pozisyonlar, kendi fiillerinin bir sonucu şeklinde oluşmaktadır. Böylece toplumsal değişmenin, toplumun kendi iç dinamiklerine ve insanî sorumluluklarına bağlı olduğu öne çıkmaktadır. Allah’ın toplumsal değişme ile ilgili sünnetleri, insanların hür irâdeleriyle seçtikleri eylemlerin sonuçlarıyla karşılaşmaları şeklinde gerçekleşmektedir. Allah herhangi bir toplumun durumunu (onlara verdiği nimet ve üstünlükleri ya da iyi-kötü herhangi bir durumu) onlar kendi öz benliklerindekini değiştirinceye kadar değiştirmemektedir.
Allah’ın bir toplumda meydana getirdiği değişim, insanların ve toplumun kendi irâdeleriyle gerçekleştirdikleri sosyal değişmelerden bağımsız ele alınamayacak bir ilişkiye dayanmaktadır. Bu sebeplilikte, Allah toplumsal irâdenin değişimini öncelikli şart olarak koymuştur. Bu durum birey planında geçerli olmayıp toplumsal alana ait bir özellik olarak uhrevî olmaktan çok, dünyevî bir nitelik taşımaktadır. Bu iki değişimden birinin diğerini gerektirecek biçimde nedensel bir süreci içerdiği görülmektedir. Zira Allah, belli fiillerin ardından bu sonuçları
2968] 6/En’âm, 108
2969] 4/Nisâ, 97
2970] 8/Enfâl, 43
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratmaktadır ve bu sonuçlarda âdeta Allah’ın doğal dünyada yerleştirdiği yasaların işlerlik göstermesi gibi doğrudan oluşmaktadır.
Kur’an, tarih sürecinde toplumların çeşitli yönlerde yaşadıkları değişikliklerin onların irâdelerinden bağımsız gelişen bir süreç olmadığını temel bir vurgu olarak sürekli dile getirmektedir. Her değişimin odak noktasında ise, bizzat insanın kendisi bulunmakta olup değişiminde yaratıcısı olması itibarıyla var oluşun merkezi olan Allah, değişimle ilgili yaratışını insanın hür eylemine bağlı kılmıştır.2971
Kur’an’da adı geçen “ortak kader”,2972 “toplumsal âkıbet” 2973 gibi kavramların ise tarih içerisinde toplumların değişimine etki eden bazı dinamiklerin bulunduğuna işaret ettiğini söylemek mümkündür. Fıtratından (yaratılmış insan tabiatından) sapan ve insanlığını yitiren bir birey gibi, toplumlar da aynı âkıbete uğrayabilirler.
Toplumlar arasındaki farklılıklar genellikle bireysel değerlerin bütünüyle sosyal yapıya ve kültüre yansımasıyla oluşmaktadır. Doğal olarak toplumların sosyal yapılarında ve kültürlerinde birtakım biçim ve karakter farklılıklarına rağmen, ortak insanî bir öz taşıdıklarını söylemek mümkündür. Kur’an bu özellikleri dolayısıyla toplumu, kendine özgü bir varoluşu, sorgulama ve değişim yapabilme dinamikleri olan bir varlık gibi değerlendirmektedir. Çünkü bu anlamda tarihsel süreçte toplumlar da, bireyler gibi sorumluluk sahibi olarak irâdeleriyle yönlenen bir hayatı yaşamaktadırlar.
Ancak toplumsal değişimin yönü İlâhî irâdenin belirlediği doğrultuda olmalıdır. İnsanlar, bireysel ve toplumsal irâdelerinde diledikleri gibi davranma hakkına sahip olmakla birlikte, kendilerine verilen “emanet”in2974 bir gereği olarak “fıtrat” temelinde ahlâkî amaçlara uygun değişimleri yaşamakla da sorumlu olmaktadırlar. Toplumsal sorumlulukların ve hedeflerin yerine getirilebilmesi toplumun kendi iç dinamikleriyle değişim yapabilme gücüne ve irâde serbestisine sahip olmasına bağlı olduğu için insanlara bu imkânların tanındığı söylenebilir. Bu durum neticesinde doğal olarak Allah’ın kendine özgü kıldığı değişimin, toplumun kendi irâdesiyle gerçekleştirdiği değişimden önce meydana geleceğini ummak sünnetullaha aykırı bir tutum olacaktır. Ayrıca böyle bir eğilim, insanın yerini, sorumluluğunu ve kendisine verilen emâneti yok sayma gibi olumsuz yönelişleri beraberinde getirecektir.
Kur’an, geçmiş toplumlardan örnekler verirken, onların cezâlandırılma sebeplerini de izah eder. “Onlar, sadece küfürleri -hakikate yanaşmamaları- nedeniyle değil, suçları -zulümleri- sebebiyle cezâlandırılmışlardır.”2975 Bu cezâ ve âkıbetler, toplumların kendi içlerinde zulmün ve adâletsizliğin yaygınlaşmasını önleyici denetim mekanizmalarını kurmayıp seyirci kalmalarıyla başlayan bir sürecin sonunda gerçekleşmektedir.2976 Kur’an, burada tarihsel süreci açıklama/anlamlandırma konusunda bir “bakış açısı” getirmektedir. Bu anlamda tarihsel süreç belli bir amaçlılık taşımakta olup toplumlar bu amaca uygun bir akışın içinde olmalıdır.
2971] Bk. 8/Enfâl, 43; 13/Ra’d, 11
2972] Bk. 7/A’râf, 34
2973] Bk. 27/Neml, 51; 40/Mü’min, 5
2974] Bk. 33/Ahzâb, 72
2975] Bk. 11/Hûd, 117
2976] Bk. 91/Şems, 7-10
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 701 -
Bu bakış açısına göre insan fıtratına uymayan her türlü yöneliş, bir “bozulma ve hakikatten uzaklaşma” olup bu yönde değişim sürecine giren toplumlar da tıpkı insanlar gibi “hesaba çekilecek” ve “sorgulanacaklar”dır. 2977
Kur’an, hitap ettiği toplumun yabancısı olmayan, bilinen bir tarih kültürüne işaret ederek tarihsel ve toplumsal değişmeler üzerinde durmaktadır.2978 Kur’an’da Âd kavminin belirgin bir özelliği olarak “oldukça güçlü ve gücünün fazlasıyla farkında bir toplum olduğu” belirtilir.2979 Aynı şekilde Semud toplumu da “ileri bir refah düzeyine sahiptir.”2980 Ancak bu toplumların içinde bulunduğu lüks hayat, onları adâletten uzaklaştırmış ve müfsit, haddi aşmış bir toplum haline getirmiştir. Toplumda bir kesim lüks içinde yaşarken, diğer bir kesimin sefâlet çektiği toplumsal dengesizlikler meydana gelmiştir. Sâlih Peygamber’in, halkı bilinçlendirme çabalarına rağmen, toplumu ıslah etmeye güç yetiremediğini ve sonuçta Âd kavmi gibi,2981 Semud kavminin de cezâlandırıldığı anlaşılmaktadır.2982 Diğer helâk olan kavimlerle ilgili de benzer durumlar sözkonusudur.
Kur’an’ın genel olarak, tarihsel seyir içerisinde aktarmış olduğu toplumsal değişim süreçlerinin, ahlâkî bir amaçlılık taşıdığı görülmektedir.2983 Buna göre Allah tarihsel süreçte başkalarıyla ilişkilerinde adâletin, iyi davranışın ve doğruluğun asgarî şartlarını bile yerine getirmeyen bir toplumun ilerlemesine ve bazı üstünlüklere sahip olmasına izin vermemektedir. Ahlâkî açıdan üstün olanlar, tarihin ahlâkî konumlu bir süreç olması nedeniyle zirveye çıkarken, aşağıda olanlar çöküşü ve yok oluşu yaşamaktadırlar. Her iki durumda da karşılaşılan sonuç, öncelikle toplumların kendilerinde olanı değiştirmeleriyle gerçekleşmekte, Allah onlara yöneldikleri tercih ve işledikleri fiiller sebebiyle yaptıklarının karşılığını vermektedir. 2984
Sosyal Değişimin Dinamikleri
“Sosyal değişim” kavramı, bir toplumun içinde meydana gelen değişimi ifâde ettiği gibi, toplumlar arası değişimi de ifâde etmektedir. Bir toplumun diğer bir toplumun yerini alması gibi büyük bir değişimin dinamiklerini veren Kur’an, aynı toplum içindeki değişimlerin dinamiğini de vermektedir. Bir toplumun içinde olan değişimler, toplumlar arası meydana gelecek olan değişimlerin de dinamiğini oluşturmaktadır. Toplumlar arası değişimleri Yüce Allah iyiden yana murâd ederken, aynı toplum içindeki değişimlerin hem iyi hem de kötüden yana olabileceğine de işaret etmektedir. Yüce Allah bir toplumu yıkarken, yerine kesinlikle iyisini getirir ve bu değişimi daima iyiden yana ve iyinin devamlılığı amacını güderek gerçekleştirir.
Toplumlar arası aynı toplum içindeki bu değişimin insanlık tarihi boyunca var olduğunu Kur’an bir ilke olarak koymaktadır. Değişmeyen tek şeyin bizzat değişimin kendisi olduğu kanununa dikkat çekmektedir. Diğer taraftan değişimin en
2977] Bk. 45/Câsiye, 28
2978] Bk. 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 42, 46; 25/Furkan, 40
2979] Bk. 41/Fussılet, 15; 89/Fecr, 6, 8
2980] Bk. 7/A’râf, 74
2981] Bk. 26/Şuarâ, 128, 129
2982] 27/Neml, 51, 53; 91/Şems, 11, 12
2983] Bk. 20/Tâhâ, 47, 48
2984] Celaleddin Çelik, a.g.e., s. 61-78
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük amacının kalite olduğu da ortaya çıkmaktadır. 3/Âl-i İmrân Sûresinin 140. âyeti, sürekli değişime işaret etmektedir. Âyet şöyledir: “Eğer siz bir acıya uğradınızsa, o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri Biz, insanlar arasında değiştirir dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şâhitler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.” Âyette yer alan “o günleri Biz insanlar arasında değiştiririz” ifâdesi, zaman denen şeyin, her yeniyi eskittiğini, eskiyen şeyin yerine doğal olarak yenisinin geleceğini, bu değişen şeylerin bazen insanların, yani bazı toplumların lehine, bazılarının da aleyhine cereyân edeceğini gündeme getirmektedir. Değişim olmasaydı, toplumlar kötünün çürümüşlüğünden kurtulamayacaklardı. Değişim onları yeni bir oluşuma, ufka ve aydınlığa taşımaktadır. Şimdi bu değişimin dinamiklerinin neler olduğunu açıklayabiliriz: İlâhî irâde, vahiy ve peygamberler, ilim, sâlih amel (yararlı iş yapmak), sevgi, helâl lokma, siyâset (sosyal müesseseler kurmak, toplumsal barış ve güveni temin etmek, istişâre ve eğitim). 2985
Kur’an ve Değişim
Kur’an, Hz. İsa’dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumattan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur’an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke’de değil; Medine’de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nazil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur’an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur’an’ın mücessem bir ifâdesi olmuştur.
Kur’an, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur’an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzeri yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelam olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine
2985] Bayraktar Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve kalite Kavramları, s. 204
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 703 -
yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah’ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil’in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur’an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Dünyanın Gördüğü En Köklü Değişim ve Dönüşümü Gerçekleştirerek Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır: Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kur’an’la cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adı devrim; kaçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur’an’da “cahiliyye” kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, cahiliyyenin dört özelliğini belirtir. Cahiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.2986 Cahiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.2987 Cahiliyye ahlaksızlık, hayâsızlıktır.2988 Ve cahiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: “Yoksa onlar, cahiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah’tan daha güzel kim var?” 2989 Cahiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern cahiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da
2986] bk. 3/Âl-i İmran, 154
2987] bk. 48/Fetih, 26
2988] bk. 33/Ahzâb, 33
2989] 5/Mâide, 50
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski cahiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayâtlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern cahiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayâtları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur’an gelip cahiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur’an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir. Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a sahâbe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (davet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, herşeye galip ve hamde layık olan Allah’ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik.” 2990
“O (Kur’an) sizi zulumattan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber’e) indirilmiştir.” 2991 “O bir peygamber gönderdi; Allah’ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız.” 2992
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”2993 Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur’dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zin2990]
14/İbrahim, 1
2991] 39/Zümer, 39
2992] 65/Talâk, 11
2993] 5/Mâide, 45
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 705 -
danlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır. Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayâtını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayâtı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. “Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür.” 2994 Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah’ın “gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler” 2995 dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, cahiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da “Nur” olan Allah’ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayât, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayâttır, zindan hayâtıdır, körlerin hayâtıdır. “Kim benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” 2996
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa “Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” 2997 Kitabın ne, sorusuna o gün ellerimiz “falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap’tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. “Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını
2994] 2/Bakara, 257
2995] 7/A'râf, 179
2996] 20/Tâhâ, 124-127
2997] 36/Yâsin, 65
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.
Kur’ân-ı Kerim’de Değişimle İlgili Kavramlar
Kur’ân-ı Kerim, tarihî süreç içerisinde değişmeyen fıtrî değerleri ve toplumlarda meydana gelen değişim olaylarını farklı kavramlar kullanarak zikreder. Değişme olgusuyla ilgili çok sayıda Kur’an kavramı vardır. Bunların bir kısmı bireysel değişimle, bir kısmı da toplumsal değişimle ilgilidir. Kur’ân-ı Kerim, toplumsal değişimi ele almadan önce, onun temelini oluşturan bireysel değişimi, psikolojik, yani mânevî değişimi ve onun getireceği fazileti/kaliteyi açıklar ve onun dinamiklerini belirler. Bireysel, yani psikolojik/mânevî değişimle ilgili olarak Kur’an “akıl”, “kalp” ve “nefis” kavramlarını ve bunlara yakın anlamları olan bazı kelimeleri kullanır. Toplumsal değişimle ilgili olarak da Kur’an “tağyîr”, “tebdîl”, “tahvîl”, “inkılâp”, “tedâvül”, “tahrîf”, “tasrîf” ve “sünnetullah” kavramlarını kullanır.
a) Kur’ân-ı Kerim’de Bireysel/Psikolojik Değişimle İlgili Kavramlar:
Kur’ânî mânâda “akıl”, “kalp” ve “nefis” ele alındığında, insanın insanlığını belirleyen bu üç merkezin olduğu görülecektir. Kur’an ve genel anlamda eğitim, bu merkezlere yönelik faâliyet göstermektedir. Kur’an, insanı bütüncül bir yaklaşımla ele almakta, akıl, kalp ve nefis gibi önemli merkez ve kabiliyetlerin toplandığı yerleri geliştirmeye, işlevlerini belirlemeye, insanın faziletini arttırıp olgunlaştırmaya ve kaliteli ürün üretmeye sevk etmektedir. Çünkü Kur’an, sâlih amelin, yani kaliteli eylemin kaliteli bir akıl faâliyeti, açık/selîm gönül ve disipline edilmiş bir nefis işi olduğunu öne sürmektedir. Fazilet, kalite gibi insanlığın ana hedeflerini çizerken Kur’an, gelişmeye, değişmeye açık bir akıl, gönül ve nefse sahip olmayı şart koşmaktadır. Bir bakıma Kur’an, fazilet ve kalite ağacının, insanın akıl, gönül ve nefsine kök salıp gıda aldığını insanlığa haykırmaktadır.
Akıl kelimesi, Kur’an’da hep fiil olarak kullanılır. Akıl, Kur’an’da anlamak, düşünmek, birleştirmek/bağ, kendini kritize etmek anlamlarında kullanılır. Akıl mânâsına gelen Kur’an’da başka kavramlar da vardır. Bunlar: Lubb, nuhâ, hicr, hilm, mirre kelimeleridir. Lubb, Kur’an’da düşünmek, bir şeye bağlanıp vazgeçmemek, öğüt ve ibret almak, seçmesini bilmek anlamlarında kullanılır. Akıl, Allah’ın emirlerine muhâtaptır. Kur’an’da akıl ve lubb kavramlarıyla ifâde edilen âyetlerde aklını kullanan insanların özelliği olarak şunlara vurgu yapılır: İman, düşünmek, seçmesini bilmek, öğüt ve ibret almak, namazı gereği gibi kılmak, Allah’a haşyet/saygı duymak, ahde vefâ, antlaşmayı bozmamak, Allah’ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirmek, hesaplarının kötü çıkmasından korkmak, takvâ, zikir, Allah rızâsı için sabretmek, fakirlerin elinden tutmak, kötülüğü iyilikle defetmek.
İnsanın gelişimi, değişimi ve kalitesini temin eden merkezlerden biri de kalptir. Kur’an’da kalp, farklı özelliklerle karşımıza çıkar. Bunlardan bir kısmı bazılarının olumsuzluğa doğru değişmesini ifade eden özelliktedir. Yani, kötü değişimlerin oluşturduğu kalp çeşitleridir. Bunlar: Katı kalp, taşlaşmış kalp, kilitli kalp, örtülü/kılıflı/perdeli kalp, hasta kalp, dağınık kalp, mühürlenmiş kalp, günahkâr kalp, şüpheci kalp, benzeşen kalpler, korkan kalp, gâfil kalp, münâfık/iki yüzlü kalp, kör kalp, kâfir/inkârcı kalp, câhil kalp. Bunun yanında Kur’an, iyi yöndeki değişimlerin oluşturduğu kalp çeşitlerinden de bahseder: İlâhî vahye ev
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 707 -
sahipliği yapan kalp, iman eden kalp, kaynaşan kalp, selîm kalp, sükûnet bulmuş kalp, huşû duyan kalp, münîb kalp, hidâyete eren kalp, yumuşak kalp, takvâ ile imtihan edilen kalp, titreyen kalp, akleden kalp, tatmîne/doyuma ulaşmış kalp. Kalp anlamında Kur’an’da yer alan başka kavramlar da vardır. Bunlar: “Fuâd” ve “sadr” kelimeleridir. Kalbin sorumluluk görevinin olduğu fuâd kelimesiyle vurgulanır. Fuâd kelimesiyle kalbin şu özelliklerine Kur’an’da vurgu yapılmaktadır: Tasdik etmek, hasret çekmek, bilgi ile beslenmek, insana meyletmek, kendine dönmek. Sadr kelimesiyle kalbin şu özelliklerine vurgu yapılır: Sadr/kalp şüphenin merkezidir, sırların saklandığı yerdir, gücünün sınırının farkına varır, nimete hamd eder, hakikati anlar, kibrin bulunduğu yerdir, korkunun bulunduğu yerdir, hasedin merkezidir.2998
İnsan bireyi ile ilgili değişim ve gelişimi temin eden merkezlerden biri de “nefis”dir. Nefis kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de şu anlamlara gelir: Zât (Allah’ın zâtı), kişi, cevher, can, iç, ve kalp. Nefsin olumsuz özellikleri daha çok Kur’an’da “hevâ” kavramıyla ifâde edilir, nefsin kötü arzu ve istekleri anlamında kullanılır. Nefsin gelişim ve değişim özellikleri olarak şu meşhur ifâdeler Kur’an’dan çıkarılmıştır: Emmâre nefis, levvâme, mülhime, mutmainne, râzıye, marzıyye nefis.
b) Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal/Toplumsal Değişimle İlgili Kavramlar:
Değişimin, gelişmenin ve kalitenin bir de toplumsal boyutu vardır. İnsan aklının, kalbinin ve nefsinin geçirdiği değişim, gelişme ve olgunlaşma, doğal olarak topluma yansımaktadır. Toplumsal oluşumların temelinde, insan psikolojisinin varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Kalitesiz/erdemsiz fertlerin kaliteli bir toplumu meydana getirmeleri imkânsızdır. Toplumsal kalite, psikolojik, yani bireysel kalitenin işareti olmaktadır. Sosyal değişimi, psikolojik değişimle beraber ifâde eden kavramlar “tağyîr”, “tebdîl”, “tahvîl”, “inkılâp”, “tedâvül”, “tahrîf”, “tasrîf” ve “sünnetullah”tır.
Tağyîr: Değişimle ilgili anahtar kavramlardan biri olan tağyîr kelimesi, sözlükte “değiştirmek” anlamına gelir. Bir şeyin gerçek formunu aslından başka yapmak, değiştirmek anlamları vardır. Ra’d sûresinin 11. âyetinde iki kez geçen tağyîr kavramı, hem kavm (toplum), hem de enfüs (nefis kelimesinin çoğulu; birey, bireyin kimliği/kendisi) kavramlarına izâfe edilmekte, böylece birindeki değişiklik, diğerinde meydana gelecek değişmeye bağlanmış olmaktadır.
Tağyîr, daha çok toplumsal değişmeyi sağlayan iç dinamikleri, sosyo-psikolojik etkenleri açıklayıcı bir kavram olarak kullanılmaktadır. Ra’d sûresi, 11. âyetinde geçen “mâ bi kavm” ifâdesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişimlerin de, toplumsal bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek mümkündür.2999
Tağyîr kelimesinin kökü olan ğâre kelimesinden muğîrât ifâdesi, Âdiyât sûresinin 3. âyetinde geçmektedir. Bu âyette “sabahleyin akın edenler” anlamında kullanılan muğîrât ifadesinden yola çıkılarak bu kavramın cehâletin
2998] Geniş bilgi için Bk. Bayraktar Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 45-166
2999] Celaleddin Çelik, Kur’an’da Toplumsal Değişim, s. 58
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karanlığını değiştirmek, bunun için cihad edip savaş vermek mesaj olarak tavsiye edilmektedir denilebilir.
Toplum ve Nefsin Değişimi: Toplumsal değişimin temelindeki dinamik, insan nefsinin, yani şahsiyetinin değişimidir. Bir toplumun fertleri değişmedikçe, Yüce Allah o toplumu değiştirmeyeceğini beyan etmektedir. İnsan kendi şahsiyetini kötüden yana değiştirmekle, Yüce Allah’ın toplumu değiştirmesine zemin hazırlamaktadır. Psikolojik değişim, beraberinde toplumsal değişimi getirmektedir. Böylece toplumsal oluşumların temelinde, psikolojik oluşumların yattığı ortaya çıkmaktadır. İyi toplum, iyi şahsiyetli insanların omuzlarında yükselir ve yürür. Kötü şahsiyetli insanlar, iyi toplum kuramaz ve yürütemezler. Yüce Allah Enfâl Sûresinin 53. âyetinde bunu şöyle ifâde etmektedir: “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” 3000
Yüce Allah’ın âyette bahsettiği bir kavme verilen “nimet”, ne mânâya gelmektedir? Biz bu nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Bir milletin sürü olmaktan kurtulup bir (İslâmî) devlet kurması, (İslâm’ın hâkim olduğu bir siyasi otorite oluşturması) büyük bir nimettir.
b) Bu nimet, ekonomik bir nimet de olabilir. Başkalarına boyun eğecek ve mânevî değerlerinden fedâkârlık yapacak kadar muhtaç olmayan, dünya insanlığına din ve ırk farkı gözetmeden ekonomik yardımda bulunan, insan hayatını kolaylaştıracak buluşlara yatırım yapan bir millet, büyük bir nimete sahiptir. Bize göre, bunları yapabilenler, millet olma hakkına sahiptir. Diğerleri figüran olmaktan öteye geçemezler. Millet olmak, insanlığa verdiğiyle, tarihe ne bıraktığıyla, geleceğe yönelik ne niyetler beslediğiyle ve ne projeler üreteceğiyle alâkalı bir kavramdır. Böyle bir nimeti Yüce Allah, bir toplumdan çok büyük bir bunalım olmadan almaz. Bu nimetin değişimi, yani iktidarın elden gitmesi, milletler safında önde iken geri düşmesinin sorumluluğu, toplumu meydana getiren fertlerin kendi içlerindeki, nefislerindeki, yani şahsiyetlerindeki değişime yüklemektedir. Nefis, yani şahsiyet, nasıl değişecektir? Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz:
a) Yüce Allah insana akıl ve kabiliyetler vermiştir. Nefse fücûrunu verdiği kadar, takvâsını da vermiştir. Hayatını kolaylaştıracak düşünme yeteneği de bahşetmiştir. Bu yeteneklerini kullanıp devlet olabilecek seviyeye gelen bu toplum, bu kabiyetlerini kullanmazsa, takvâdan fücûra geçecek şekilde değişirse, akla uyacak yerde nefse uyarsa, bu büyük bir değişim olur. Zâten 10/Yûnus sûresinin 100. âyetinde, aklını kullanmayanların murdâr olduğunu gündeme getirmektedir. Temizle pisin arasındaki fark, aklını kullanmakla kullanmamanın farkını temsil etmektedir.
b) İmandan imansızlığa doğru gerçekleşen bir değişim, şahsiyette büyük bir değişimi göstermektedir. 6/En’âm sûresinin 125. âyetinde de inanmayanların murdâr olduğunu beyan eden Yüce Allah, şahsiyetin değişimindeki dinamikleri vermektedir. Demek ki insanlar, aklını ve inanç duygusunu işletmeyen insanların oluşturduğu toplumun temelinden sarsılacağı ve büyük bir değişime uğrayacağını bilmelidirler. Bundan şu gerçeği çıkarıyoruz: Kendine sahip olamayan insanlar devletlerine, toplumlarına sahip olamazlar.
3000] 8/Enfâl, 53
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 709 -
c) Nefisteki değişim, hakkı ona tâbi kılmakla gerçekleşir. Nefsini hakka, gerçeğe değil de, hakkı ona tâbi kılmak, sadece toplumu değil, kâinâtı temelinden sarsacak bir değişimi meydana getirebilir. Yüce Allah bu değişimin gücünü 23/Mü’minûn sûresinin 71. âyetinde şöyle açıklamaktadır: “Eğer hak, onların hevâsına, kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, Biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler.”
Tüm kâinâtı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi, değişime uğrayınca toplumu toz-duman etmektedir. Bir insan için nefis, amaç olamaz; amaç haktır, doğruluktur, şereftir, güzelliktir, iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste olanı değiştirmek demek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmak demektir. Yüce Allah bunu şöyle anlatıyor: “Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının peşine düştü. Onun durumu, tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, varmasan da dilini çıkarıp solur.” 3001
Hevâ insanı yere doğru çeker, onu hayvanlaştırır. Şerefli bir yaratık olmaktan çıkıp köpekleşen bireylerin toplumunda, elbette değişim olacaktır. Âyette yer alan “yere saplandı kaldı” cümlesi, değişime açık olmamayı ifâde etmektedir. Yere çakılıp kalan insanı kimse yüceltemez. Bu insanların kafası statiktir, ufku dardır ve taklit içinde olduklarından, değişime ve yücelmeye açık değildirler.
Diğer taraftan hevâlarına (nefislerinin kötü arzularına) bağlı kalmaları da, onlara daima tenkitçi bir huy kazandırmaktadır. Yüce Allah, hiç değişmeyen ve her zaman bağıran bir köpekle onları anlatır. Yere çakılan insan, yani değişmeyen insan köpeğe benzer; çünkü o köpek her zaman aynı hareketi yapar, kendisini değiştiremez ve bir kültür oluşturamaz. Nefsine tâbi olan insan da köpeğe benzer, çünkü nefsinin peşinde koşan insanlar, yeni bir şey üretemezler, onlar üretilen yeni şeyleri sadece tenkit ederler. Başka bir fikir ve icat yapamayan ve yapanların kıymetini bilmeyenler, durmadan havlayan köpek gibi, sadece yıkıcı tenkit ederler. Bu yenilikler ve değişimler kendileriyle alâkalı olsa da olmasa da bu yıkıcı tenkitlerine devam ederler. Değişime açık olmayanlar ve kendilerini değiştiremeyen veya değişmeyenler yücelemezler. Köpekler gibi bir uğultu çıkarırlar ve değişimi engellemeye çalışırlar.
İşte Yüce Allah’ın âyetleriyle insanları yüceltmek istemesi, insanlık için bir nimettir. Bu nimeti nefsin uğruna kurban etmek, bir toplumun yıkımı demektir. İnsan nefsindeki takvâyı, fücûra fedâ edince, nefiste büyük bir değişim meydana gelecek ve bu değişim de İlâhî irâdeyi etkileyecek, neticede Allah da o toplumu kötüden yana değiştirecektir. Böylece Yüce Allah, psikolojik değişimin neticesi olarak, sosyolojik değişimi gündeme getirmiştir. Yukarıdaki 7/A’râf sûresinin 176. âyetinde ele aldığı konu ve benzetmeyle Yüce Allah, insanların düşünmelerini temin etmek istediğini âyetin sonunda belirtmektedir.
13/Ra’d sûresinin 10-11. âyetleri, insanların nefislerini değiştirmekle neleri değiştirdiklerini açıklamaktadır. Bu âyetler bize, Yüce Allah’ın insanın nefsindeki bütün oluşumları ve değişimleri bildiğini öğretmekte ve bu değişimlerin ardından Yüce Allah’ın toplumları değiştirdiğine dikkat çekmektedir. Nefsini değiştiren insanlar, aslında Allah Teâlâ’nın irâdesini etkilemektedirler. (Bu fiilî
3001] 7/A’râf, 176
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâlarıyla) Toplumlarının değişimini O’ndan istemektedirler. Nefsinin kötülüğünü öne çıkaranlar, toplumdaki kötü davranışlardan zevk almaya başlar ve o kötü davranışları üretenleri yüceltirler. Aslında bu tip davranışlar, iyinin kötüye fedâ edilmesi, kötünün huzûrunda kurban edilmesidir. Yüce Allah da iyinin yok olmasını istemediği için, kötüyü isteyenlere kötülüklerini verir ve bu veriş toplumu temelinden değiştirip çökertir.
8/Enfâl Sûresinin 53. âyeti ile 13/Ra’d Sûresinin 11. âyetlerinde yer alan “enfüs” kavramı; şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter mânâlarını içermektedir. Demek ki toplumları değiştiren en önemli etken, kimlik bunalımıdır. İşte âyetler, bu kimlik bunalımının nelere mal olacağına ışık tutmaktadır. Her toplum kendi kültürünü oluştururken, aynı zamanda fertlerine de bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumlarının kimliği de doğal olarak değişecektir.
Tağyîr kavramı, Nisâ sûresinin 119. âyetinde “Allah’ın yaratışını değiştirmek” anlamında kullanılmaktadır. Şeytanın insana karşı faâliyetlerinin şeytanın ağzından belirtildiği bu âyette belirtilen bu tağyîrin, bir şeye zarar ve hastalığın, yani olumsuz değişimin Fahreddin Râzî, üç yolla geldiğine işaret etmektedir. Bunlar: Karışım, noksanlaşma ve bozulmadır.3002
Tebdîl: Tağyîr kavramının “bir şeyin kendinde değişiklik yapmak” anlamındaki tanımıyla eş anlamlı olan tebdîl de, toplumsal değişmeyle ilgili bir başka Kur’an kavramıdır. “Mutlak değişim” için kullanılan “tebdil”in sözlük anlamı, bir şeyin başka bir şeyi başkalaştırması, başka kılmasıdır. Bu anlam, bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şeyi koymak veya bir şeyin kendinde değişiklik yapmak şeklinde de tarif edilebilir.
Kur’an’da 2/Bakara, 59, 181; 7/A’râf, 95. âyetlerde geçen tebdîl kavramı, “bir şeyin yerine başka bir şeyi getirip yerleştirme” anlamını taşımaktadır. Öte yandan 2/Bakara, 181. âyetinde, sadece “dinin veya Allah’ın” hükümlerinin bir başka din veya hükümlerle değiştirilmesi anlamlarına ek olarak, bizzat o din ve hükümlerde değişiklik yapmak da kastedilmektedir. Sonuçta, “tebdil” kavramını, kullanımlarında olumsuz bir anlamı taşıdığından dolayı negatif değişimleri ifâde eden bir kavram olarak değerlendirmek mümkündür.3003
Değişme, mübâdele, tağyîr, başka türlü olmak, günah ve ahlâksızlığı bırakıp iyiye dönmek, çevirmek, yüreğini değiştirmek, başka birinin yerini vekîl olarak almak, şeklini değiştirmek, sözü tahrif etmek, arkadaşını değiştirmek, fikirlerini değiştirmek mânâlarına gelen “tebdîl” kavramı, Kur’an’da önemli anlamlarıyla yer almaktadır. Şöyle ki: Küfürle imanı değiştirmek,3004 sözü değiştirmek,3005 âyetleri ve dini değiştirmek,3006 kaliteli olanı elde etmek ,3007 kötülüğün iyiliğe dönüşümü,3008 fıtrat (doğa) kanununu değiştirmek,3009 sosyal değişim3010
3002] B. Bayraklı, s. 180-186
3003] C. Çelik, s. 59
3004] 2/Bakara, 108
3005] 2/Bakara, 59
3006] 48/Fetih, 15; 10/Yûnus, 15; 40/Mü’min, 26
3007] 68/Kalem, 32; 18/Kehf, 81
3008] 5/Mâide, 100; 7/A’râf, 95; 27/Neml, 11; 25/Furkan, 70; 4/Nisâ, 2
3009] 30/Rûm, 30; 33/Ahzâb, 92; 48/Fetih, 23
3010] 9/Tevbe, 39
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 711 -
Tahvîl: Tahvîl de tebdîl gibi değişim olgusunu negatif anlamda taşıyan bir Kur’an kavramıdır.3011 Kur’an’da sadece bir yerde tebdîl ve tahvîl kavramları aynı âyet içerisinde bir arada kullanılmış olup,3012 bu kavramlar dikey ve yatay düzlemdeki (zamana ve mekâna bağlı) değişmeler anlamlarına gelmektedir.
Tahvîlin kök anlamı, bir şeyin, kendi dışındakinden değişip ayrılmasını ifâde eder. Bu bağlamda “tahvîl”in değiştirmek anlamı olup bu değiştirme, ya bizzat (pratik) ya da hükmen (teorik) olur. 3013
Tahvîl kavramı, havl kökünden türemiştir. Bir halden diğer bir hale geçmek, eski halinden değişmek, araya girmek, kâfirin İslâm olmasındaki değişim, bir şeyi bir yerden başka bir yere nakletmek, bir şeyin tamamlanması için teşebbüste bulunmak, bozulup değişmek, kuvvet, mahâret, hareket edip değişmek, ayrılmak, çabuk değişen, çok hilekâr adam, zât veya hükmü değiştirmek, senenin geçmesiyle zamanın değişmesi, âdetlerin değişmesi mânâlarına gelmektedir.
Tahvîl kavramının toplumsal sıkıntıların değişimi ile alâkalı bir anlamı da vardır. Bu mânâda hem psikolojik değişim ve hem de toplumsal değişim bir araya gelmektedir. 17/İsrâ Sûresinin 56. âyeti bu değişime dikkat çekmektedir. Âyet şöyledir: “De ki, Allah’ı bırakıp da tanrı olduğunu ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne ki, onlar sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirler ne de değiştirebilirler.” Âyette bahsedilen sıkıntı, toplumsal sıkıntıdır. İnsanların sıkıntılarını, problemlerini ve dertlerini değiştiremeyen güç, tanrı olamaz. Demek ki değişim, Allah’ın ilâhlığını ispat eden önemli bir eylemdir. Öyleyse değişimi meydana getiren toplumlar, Allah’ın bu eylemini yeryüzüne yansıtacak kadar olgun insan, yani kaliteli toplum oluşturmuşlardır. Toplumun sıkıntılarını değiştirecek biçimde proje üreten düşünen insanlar, kaliteyi yakalamışlardır. Kâmil insan, yani kaliteli insan, Yüce Allah’ın değiştirme gücünü yeryüzünde yansıtıp toplumsal sıkıntıları çözüme kavuşturandır.
Allah’ın sünnetinde değişme bulunamayacağı belirtilirken tahvîl kelimesi kullanılır.3014 Bu âyetlerden değişmeyen tek şeyin değişme olduğunu öğreniyoruz.
Psikolojik Değişim: Tahvîl mânâsındaki değişim, insanın iç âleminde de gerçekleşmektedir. Yüce Allah, 8/Enfâl Sûresinin 24. âyetinde bu değişim olgusuna işaret etmektedir. Âyet şöyledir: “Ey iman edenler, sizi size hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten sadece O’na döndürülüp toplanacaksınız.” Âyetin analizini yaparsak, buradaki değişimin boyutlarını, kalitesini ve derinliğini anlamamız mümkün olacaktır. “Size hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman”: İnsana hayat vermek demek, hayat ile ölü arasındaki fark kadar değişim meydana getirmek demektir. Dâvet edilen hayatta olan bir insan olduğna göre, nedir o hayatta olan insanın hayat bulması?
Âyette geçen “kalb” kavramı, “aklı” ifâde eder. Aklın canı, İlâhî vahiydir. Çünkü 42/Şûrâ Sûresinin 52. âyetinde Kur’an’ın ruh olduğu beyan edilmektedir. Böylece akla can veren, onu harekete geçiren, ona üretkenliğini sağlayan İlâhî
3011] Bk. 35/Fâtır, 43; 33/Ahzâb, 62; 48/Fetih, 23
3012] Bk. 35/Fâtır, 43
3013] C. Çelik, s. 59
3014] 17/İsrâ, 77; 35/Fâtır, 43
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahiy olmaktadır. İşte insana hayat veren ruh, o Kur’an’ın öğretileridir. Kur’an’ın öğretilerinde iman, barış, güven, rahmet, teslimiyet, itaat, sevgi, sadâkat, güzellik, iyilik, kibarlık, hoşgörü, sabır, iyiniyet, iyimserlik, yardımlaşma, affetme, kinini yutma, cesâret, bağımsızlık, cömertlik, adâlet, iffet gibi sosyal hayatın temel değerleri yer almaktadır. Aklını kullanmayanlar için bütün bu değerler hiçbir şey ifâde etmeyecektir. Yukarıda saydığımız değerler, hem ferdin ve hem de toplumun hayatı olmakta, ona can vermekte ve onun devamını sağlamaktadır.
Bu hayat veren çağrıya uyacak olan insanların bir şeyi bilmeleri gerekiyor; o da Allah’ın kişi ile kalbi, yani aklı arasına girmesidir. Demek ki Yüce Allah, kişinin benliği ile kalbi arasına girmektedir. Allah Teâlâ o ince çizgide insanın psikolojik âlemindeki değişimleri gerçekleştirmekte ve gerçekleşenleri gözlemektedir. Kalp ile kişi arasına girme konusunda “tahvîl” kavramını kullanmaktadır. “Araya girmeyi”, “yehûlü” kavramıyla ifâde etmektedir. Araya girmek demek, bir değişim meydana getirmek demektir. Değişim olmadan araya girilemeyeceği için, burada değişim kavramını kullanmaktadır.
Bilmeyen, düşünmeyen, anlamayan, üretmeyen kalp, yani akıl ölüdür. Ölüyü diriltmek için, hayat ile ölüm arasındaki çizgiye girmek gerekiyor. İşte çizgi, değişimin adı olmaktadır. Güzel ile çirkin, iyi ile kötü, yanlış ile doğru, hak ile bâtılın arasındaki çizgiyi yakalayıp aradaki farkı belirlediğimiz zaman, kaliteyi ve değişimi yakalamış olacağız. İşte insan aklı bunların arasına girebilmeli ve o değişim çizgisinde rolünü oynamalıdır. Yukarıdaki belirtilenlerin farkını belirlemek, onları ayırmak ve aralarına girecek eşiği yakalamak ve tespit etmek, kaliteli bir beyin ve kalp gözü ister. Bu oluşumlar, bu tespitler ve bu değişimler, fert ve toplum için can olacak ve onlara hayat bahşedecektir.3015
İnkılâp: Kur’an’da toplumsal değişme ile ilgili diğer kavram inkılâb kavramıdır. İnkılâb; dönmek, vazgeçmek, çevrilmek ve bir şeyin tersyüz olarak değişmesi anlamlarına gelmektedir. Aynı şekilde tahvîl, tağyîr (hal değiştirme, değişme) kelimeleri de bu kelimenin eşanlamları olarak değerlendirilebilir. Nitekim “…Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir.”3016 âyetinde geçen “inkılâb” kelimesi, bu kavramlarla ortak anlamları taşımaktadır. Âyette geçen zulüm ise, Kur’an’da menfî bir değer anlamına sahiptir ve bu olumsuz anlamları üç şeye taalluk ederek gerçekleşir. Bunlar:
a) Allah’a karşı yapılan zulüm. Bunun en büyüğü, şirk ve küfürdür.3017
b) Başka insanları ilgilendiren zulüm; haksızlık ve katl gibi.3018
c) Kişinin kendine yaptığı zulüm; insanın kendisine hiçbir faydası olmayan ve acı veren/verecek fiillerde bulunması.3019 Kısaca zulüm, “kişinin kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması” (hakkı olana hakkını hak ettiği oranda vermemesi) anlamında adâletsizlikte bulunmasıdır. Bu durumda zulüm, insanın insan davranışı konusunda Allah tarafından belirlenmiş sınırları aşması ile ilişkilendirilmektedir. Doğal olarak psikolojik ve sosyolojik açıdan haksızlık
3015] B. Bayraklı, s. 195-198
3016] 26/Şuarâ, 227
3017] 7/A’râf, 103; 8/Enfâl, 54
3018] Bk. 17/İsrâ, 33
3019] Bk. 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 713 -
ve adâletsizliğe yol açan fiillerin işlenmesi ile gerçekleşen zulüm, toplumda bu yönde gerçekleşecek değişmelerin de sebebi olacaktır. Toplumsal yapıda çeşitli nedenlerle oluşan haksızlık ve adâletsizliklerin birtakım sosyal tepkilere ve bunun akabinde gelecek inkılâplara yol açacağı mâlumdur. “Zulmedenler yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir”3020 âyeti de, bu toplumsal gerçekliğe işaret etmektedir.
Kur’an toplumsal değişme ile ilgili kavramları tarihsel olaylar arasındaki bağımlı ilişkilere dikkat çekmek için kullanmaktadır. Bu determine ilişkiler. Sünnetullahın değişmezliği ilkesiyle teyit edilmiş olmasıyla birlikte, yine de olayların akışı için önceden belirlenmiş bir seyir anlayışını ifâde etmemektedir. Kur’an’ın teyit ettiği, belli bir toplumsal değişme için gereken şartlar oluştuğunda, bunun sonucu olan değişmenin mutlaka gerçekleşeceğidir. Ama değişmeyi belirleyen sebeplerin fâili, hür irâde sahibi bireylerden oluşan toplum olduğu için, meydana gelen toplumsal değişmelerin önceden belirlenmişliği anlamına gelen bir sosyal determinizmden bahsedilmesi güçtür.3021
İnkılâp kavramı “kalb” kavramından türemiştir. Bu kavramın anlamını kökü olan “kalb”in mânâsından başlayarak anlatabiliriz. Kalb, bir şeyin altını üstüne getirmek, geriye döndürmek, çevirmek, bel veya kazma ile toprağı bellemek, bir şeyin içini dışına çevirmek, denemek mânâlarına gelmektedir. İnkılâb da değişmek anlamını ifâde etmektedir. Yüce Allah, kalp kavramını, hem psikolojik ve hem de sosyolojik mânâda Kur’an’da kullanmaktadır. Her iki mânâsıyla değişimi ifâde etmektedir. Toplumsal inkılâbı, yani değişimi meydana getirebilmek için, öncelikle mânevî kalpteki inkılâbı meydana getirmek gerekiyor. Böylece Yüce Allah, mânevî değişimden (inkılâptan) sosyal değişime geçişin çizgisini gündeme getirmiştir.
Kalpteki İnkılâp: Yüce Allah öncelikle inkılâbı, yani değişimi kalbin kendisinde yapmakta ve bu değişimi ad olarak kalbe vermektedir. Kalp demek, değişim demektir. 2/Bakara Sûresinin 97. âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “De ki, Cebrâil’e kim düşman ise, şunu iyi bilsin ki, Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine önce gelen kitapları doğrulayıcı bir hidâyet rehberi ve mü’minler için bir müjdeci olarak indirmiştir.” 26/Şuarâ Sûresinin 193-194. âyetleri de meal olarak şöyledir: “Onu (Kur’an’ı) Cebrâil uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir.”
Yüce Allah, Cebrâil vâsıtasıyla Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmekle, orada bir inkılâp yapmıştır. O değişimle Peygamberimiz uyarıcı olmuştur. O İlâhî ilim, kalbinde bir devrim meydana getiriyor. Bu demektir ki, kalbinde inkılâp olmayan, değişmeye gönül vermeyen, yani kalp adamı olmayan, din dâvetçisi ve dâvâ adamı olamaz. Dâvetçi dâvâ adamı, toplumda meydana getireceği inkılâbı, yani değişimi önce kendi kalbinde gerçekleştirmelidir. Değişimle kalp aynı mânâya geldiklerine göre, değişime gönül verenler, Hakka ve halka gönül vermiş olacaklarından, toplumsal değişimin öncüleri olacaklardır.
Kalben başlamayan değişim, kalıcı olamadığı gibi, kaliteyi de yakalayamayacak ve bir kültür de oluşturamayacaktır. Onun içindir ki, Allah câhiliye toplumunda bir değişim, yani inkılâp meydana getireceği zaman, peygamberinin
3020] 26/Şuarâ, 227
3021] C. Çelik, s. 60-61
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalbinden başlamıştır. Kur’an’ın toplumsal değişimdeki ilk hareketi olan rehberlik ve müjdenin meydana gelebilmesi için, ilk tecrübenin Hz. Peygamber’in gönlünde gerçekleştiğini görüyoruz. “Devlet” kavramı ile “kalp” kavramı, “dolaşmak” mânâsında bir araya gelmektedir. Bu mânâdaki âyetler şöyledir: “Veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular?...” 3022 “Secde edenlerin arasında dolaşmanı da görüyor.”3023 “İnkâr edenler müstesnâ, hiç kimse Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde gezip dolaşması seni aldatmasın.”3024
Her üç âyette yer alan fiil halindeki “kalp” kavramı, sosyal hareketliliği ifâde etmektedir. İkinci âyette yer alan “dolaşma”, Yüce Allah tarafından değerlendirilmektedir. Her hareket bir yerden bir yere geçişi, değişimi gösterir. Hareketin kaynağı ve bizzat kendisini “kalp” oluşturmaktadır. Kanın vücutta dolaşımı ne ise; ilmin, sevginin ve aklın toplumdaki dolaşımı da odur. Dolaşma, bir amaca yönelik olmalıdır ki, beklenen değişimi ve gelişimi meydana getirsin.
Kalp kavramının toplumsal ve siyâsî boyutuyla inkılâbı, yani değişimi ifâde ettiği âyetlerin başında, 26/Şuarâ Sûresinin 227. âyeti gelmektedir. Âyet şöyledir: “Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir.” Âyetteki değişimin dinamiğini “zulüm” oluşturmaktadır. Yanlış hareket, karanlık iş, haksızlık ve baskı yapmak mânâlarını ifâde eden “zulüm”, toplumsal değişimin dinamiğini teşkil etmektedir. Kalp kavramından türeyen inkılâb kavramı ile zulüm kelimesi, bu âyette bir araya gelmiştir. Devrilmek ve bunu meydana getiren inkılâbı ifâde eden bu kavram, toplumsal ve siyâsî değişimi vurgulamaktadır. Nedir buradaki zulmün mânâsı? Özellikle âyetin geçtiği 26/Şuarâ Sûresinin bu âyetle ilgili olan diğer âyetlerine bakmamız gerekiyor:
Günah ve iftiraya düşkün olanlar3025
Şeytana kulak verip yalan söyleyenler3026
Sapıklık yapanlar3027
Hayâl vâdisinde dolaşıp söylediklerini yapmayanlar3028
Bu hareketler bir zulüm yumağı oluşturmaktadır. Zamanla bu zulüm çığ gibi büyüyerek, büyük bir inkılâp yaparak, toplumsal ve siyâsî değişimi meydana getiriyor. İman edip sâlih amel işleyenler ve Allah’ı çokça düşünen insanların zaferi oluyor. Onun içindir ki âyet, “İman edip sâlih amel (yararlı işler) yapan ve Allah’ı çokça düşünenler, zulme uğradıktan sonra zafere ulaşacaklardır” ilkesini koymaktadır. Böylece bu altı âyet, hem iyiden yana inkılâbı, yani değişimi ve hem de kötüden yana değişimi gündeme getirmekte ve bunların dinamiklerini vermektedir. Bu inkılâbın gerçekleşme şeklini 26/Şuarâ Sûresinin 221. ve 222. âyetleri şöyle anlatmaktadır: “Şeytanların kimlerin tepesine indiğini bildireyim mi? Şeytanlar, her günahkâr yalancının tepesine inerler. Şeytanlar onlara duyduklarını anlatırlar ve onların
3022] 16/Nahl, 46
3023] 26/Şuarâ, 219
3024] 40/Mü’min, 4
3025] 26/Şuarâ, 222
3026] 26/Şuarâ, 223
3027] 26/Şuarâ, 224
3028] 26/Şuarâ, 225-226
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 715 -
çoğu yalancıdırlar.”
Şeytanların insanların tepesine inmesi, bu inkılâbın başlangıcını göstermektedir. Günahkâr ve yalancı olup şeytana kulak verenlerin gönlü ve beyni, şeytanın üssü olmaktadır. Tepesine inmek; şeytanlar önce insanların beynini değiştirmek sûretiyle devrimlerine başladıklarını ifâde eder. Beyin ve kalpte meydana getirecekleri en büyük değişim;
a) Allah’a şirk olacaktır; “Allah’a şirk koşma da en büyük zulümdür.” 3029 Zulüm denen bu şirkin, toplumu temelinden nasıl alt-üst ettiğini şu âyetlerde görmekteyiz: “Sonra onların ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik de, o mûcizeleri inkâr ettiler, ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu!”3030 “(Bunların durumu da) Firavun âilesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı; Biz de onları günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun âilesini boğmuştuk. Hepsi de zâlim idiler.”3031
İnanç ve sosyal yapısıyla zulüm, kötüden yana toplumsal değişimin dinamiği olmaktadır. Vücutta hareket eden kanın çıktığı ve dönüp dolaştıktan sonra döndüğü yer kalp olduğu için, bu kavramla toplumsal inkılâbın ifâde edildiğini görüyoruz.
b) İnsanları haksız yere öldürmek. İnsanlar arasındaki ilişkileri bozarken şeytan, cana kıymayı, saldırganlık içgüdüsü ile süslü gösterir. Şeytan, saldırganlık içgüdüsünü istismar ederek, psikolojiden topluma sıçrayan devrimi gerçekleştirmeye çalışır. Yüce Allah, 17/İsrâ Sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurur: “Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine yetki verdik.” Demek ki, Allah’a şirk koşmak ile kasden insan öldürme, zulüm kavramı ile ifâde edilmektedir.
c) İnsanın kendine zulmetmesi. Vicdânını rahatsız eden, kendisine acı çektiren fiiller de bu zulüm kavramının içine girmektedir. Yüce Allah’ın yasakladığı bir davranışı yaparak kendisine bir zarar veriyorsa, insan kendisine zulüm yapmış olur. “Bu ağaca yaklaşmayın; eğer yaklaşırsanız, her ikiniz de zâlim olursunuz.”3032 “Rabbimiz biz kendimize zulmettik”3033 âyetleri, insanın kendi kendine zulmünü anlatmaktadır.
Kötü mânâda toplumsal inkılâbın dinamiği olan zulümde, üç boyutlu davranışlar zinciri yer almaktadır. Allah’a şirk koşmak, haksızlık yapmak ve kendine acı çektirmek gibi fertten topluma, oradan Allah’a yükselen bu yanlış davranışlar, toplumu temelinden sarsmaktadır.3034
Tedâvül: Bir halden bir hale geçmek, değişmek, cezânın değişmesi, elbisenin eskimesi, devletleştirmek, müzâkere etmek, insanların bir yerden başka bir yere göç etmeleri, üstünlük, tâlihin dönmesi mânâlarını ifâde etmektedir. “Devlet” kelimesi bu kavramın kökünden türetilmiştir. Niçin değişme kavramından “devlet” denen “siyâsî erk” üretilmiştir? Bu sorunun cevabını kelimenin kendi anlamından çıkarmamız mümkündür. Gelişme, yenilenme ve değişme, kendi başına
3029] 31/Lokman, 13
3030] 7/A’râf, 103
3031] 8/Enfâl, 54
3032] 2/Bakara, 35
3033] 7/A’râf, 19
3034] B. Bayraklı, s. 189-192
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir güç ve erktir. Değişimi yapabilen, kendini geliştiren ve yenileyen toplumlar, siyâsî erki ele geçirirler ve devlet haline gelirler. Demek ki değişimin kendisi bir devlettir. Milletler, devlet kurmak için kendilerini durmadan değiştirme, geliştirme ve yenileme mecbûriyetindedirler. Devlet olmanın en büyük düşmanı statiklik, yani değişmemezliktir. Değişmeyen, kendini yenilemeyen toplumlar “siyâsî erk”i ellerinden kaçırmaya mahkûmdurlar. Yüce Allah bu “siyâsî erk”i, bu gücü ve üstünlüğü toplumlara ihsân ederken, yani verirken, ölçü olarak gelişmeyi, yenilenmeyi ve değişmeyi kullanmaktadır.
Onun içindir ki, 3/Âl-i İmrân Sûresinin 140. âyetinde şöyle buyrulmuştur: “Eğer siz bir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. Biz o günleri insanların arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri bilmesi, içinizden şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” Âyette yer alan “müdâvele” kavramı, bir şeyin bir kimsenin elinden çıkıp başkasına intikal etmesidir. Dünya ile beraber kullanıldığında, dünyanın bir toplumdan başka bir topluma, ondan da daha başka bir topluma geçmesi demektir. Zamanla beraber kullanıldığında da zamanın bir kimsenin veya toplumun lehine çalışması anlamına gelir. Âyetteki mânâsı şudur: Dünyanın günleri insanlar arasında dönüp dolaşır. Dünyanın sevinci de, tasası da devamlı değildir. Bir gün biri için sevinç, düşmanı için keder olur. Başka bir gün de bunun tersi olur. Dünyanın hiçbir durumu dâima aynı kalmaz. Yüce Allah dünya tarihinde hiçbir millete sürekli zafer ve dünyada siyâsî erki elinde bulundurma fırsatını vermemiştir. Yukarıdaki âyette, bunu devamlı olarak toplumlar arasında değiştirdiğini ifâde etmektedir. Bu değişimin sebeplerini, yani dinamiklerini de belirlemektedir. Bunları şu şekilde tespit edebiliriz: İman, zulüm, inkâr etmek, doğru yolu bulmak, öğüdü dinlemek, kahramanlık, sabır3035
Bunlardan iman, doğru yolu bulmak, öğüdü dinlemek, kahramanlık ve sabır gibi mânevî oluşumlar, zaferi ve erki bir topluma vermeye sebep olurken; zulüm ve inkâr, toplumların elinden onları almaya sebep olmaktadır. Demek ki, siyâsî erki elinde tutmak veya onu kazanmak, toplumun bazı değerlere olan mesâfesiyle alâkalı olan bir durumdur. Âl-i İmrân Sûresinin 139. âyetinde şu kanunu görüyoruz: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer iman ediyorsanız, en üstün olanlarsınız.” Âyette geçen “a’levn” kavramı, “en üstün” demektir. Bu da savaşta zaferi, medeniyet yarışında öne geçip dünyayı idâre etme erkini ele geçirmektir.
Doğru yolda olmayan, istişâre etmeyen, her şeyden korkan ve cesaretini yitiren toplumlar, dünyayı idâre etme gücünü nasıl muhâfaza eder ve bu erk ona nasıl verilir? İnanç yapısı perişan olan, durmadan zulüm yapan insanlara üstün olma erkini Yüce Allah nasıl verir?
İman, sabır, cesaret, istişâre ve doğruluk, insana kaliteli iş üretme insiyatifini verir. Şahsî teşebbüsçü olma, farklı şeyler üretme imkânını tanır. Bunları hayatına geçiren toplumlar, üstün olmaya hak kazanmışlar demektir. Toplumların kültürünü bu değerlere göre şekillendiren ve onlarla yoğuranlar, dünyayı idâre etme erkini elinde bulundurma bahtiyarlığına ererler. Fertlerine, kendi kendine karar verip kendi insiyatifini kullanarak bir teşebbüste bulunma özgürlüğü vermeyen toplumlar, insanların kabiliyetlerine zincir vurmaktadırlar ki, bu, zulmün en büyüğüdür. Bireylerinin kabiliyetlerini tesbit edemeyen, onlara faâliyet alanı tanımayan ve onların gelişip serpilmesi için hürriyetlerini vermeyen toplumlar,
3035] 3/Âl-i İmrân, 138-142
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 717 -
zulüm içinde olduklarından hiçbir alanda erki ellerinde tutmaya lâyık değillerdir. Tedâvül kavramı, Haşr Sûresinin 7. âyetinde devlet olarak yer almaktadır. Orada dolaşmak, elden ele geçmek mânâlarını ifâde etmektedir. Âyetin o kısmı şöyledir: “Ta ki bu malları, içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
Fahuddin Râzî, âyetteki “dûle” kavramını şöyle açıklamaktadır: Dûle kelimesi, bir topluluğun, elden ele dolaştırdıkları ve böylece bazen şöyle bazen böyle olan şeyin adıdır. Dûle kelimesini, devlet şeklinde de okumak mümkündür. O zaman sevindirici bir hâlin, durumun bir topluluktan başka bir topluluğa geçmesidir. Böylece “dûle”, elden ele intikal eden şeyin adı olurken, devlet de bir şeyin halden hale intikal eden şeyin hâli olmaktadır.3036
Değişimin kendisi bir devlettir, erktir, yani güçtür. Değişim yapamayan toplumlar, kendilerini yenileyemez ve geliştiremezler. Değişime, yeniliğe ve gelişmeye açık olmayan toplumlar, bir güç oluşturamayacaklarından dolayı, devlet olamazlar; devlet iseler, devlet olmalarını sürdüremezler. Demek ki değişim, yenilik ve gelişme, her milletin devlet kurmasının ruhu, esası ve hayatı olmaktadır. Değişmeyen, yenilenmeyen ve gelişmeyen toplumlar durağan hale geldiklerinden, çürümeye, kokuşmaya ve zamanla ölmeye mahkûmdurlur. Öyle ise devlet ve devletçilik, değişmeye ve yenilenmeye yardım eden bir müessese olmalıdır. Fertlerinin hür teşebbüsünü durduran müessesenin adı devlet olamaz.3037
Tahrîf: Tahrif kavramını fiil olarak kullanınca; yana yatmak, meyletmek, alttan alta iş görmek, çarpıtmak, alt-üst etmek, biçimini bozmak, çarpıtmak, bozmak, ters mânâ vermek, sürüklemek, bükmek, yanlış anlamak, bir şeyin sahtesini yapmak mânâlarına gelmektedir. İsim olarak da değişimi ifâde etmektedir.
Genelde bu değişim şekli, dinî hükümlerde ve hukukta olmaktadır. Kur’an’da bu değişim şekline dikkat çekilmektedir. Bakara sûresinin 75. âyetinde tahrîf şeklindeki değişimi görüyoruz. Âyet şöyledir: “Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir grup, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra bile bile onu tahrîf ederler, değiştirirlerdi.”
2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13 ve 41. âyetlerinden anlaşıldığına göre tahrîfât, dinde ve hukukta olmaktadır. Dinin hükümlerini bir tarafa atarak yanlış fetvâlar vermek bir tahrîfattır, yani kötü mânâda bir değiştirmedir. Verdiği sözü değiştirmek, dinleyip anladığı ve bildiği halde İlâhî kelimelerin yerini değiştirmek de tahrîf kavramının kapsamına girmektedir. Bu tür tahrîfât, topluma aşağılık, lânet ve azap getirmektedir. İnsanların irâdî olarak bu şekildeki değiştirmeleri, kullarına daima iyiyi takdir eden Allah’ın takdirini lânete çevirmektedir. Tahrîfât şeklindeki değişim sadece yerde kalmamakta, Allah katına yükselerek oradan toplumun sarsılmasına sebep olacak değerlendirmeleri alıp dönmektedir.3038
Tasrîf: Bir şeyi çevirmek, döndürmek, dişi birbirine sürüp gıcırdatmak, yönlendirmek, açıklamak, geri dönmek, ayrılmak, vazgeçmek, bir işte ileri geri hareket etmek, halden hale sokmak, bozmak, tevbe etmek, gece ve gündüz mânâlarına gelen tasrîf kavramının diğerleriyle müşterek olan anlamı değiştirmektir. Bu mânâlardan bazılarını alarak, özündeki değişimi açıklayabiliriz.
3036] F. Râzî, Mefâtihu’l Gayb, 20/408-409
3037] B. Bayraklı, s. 186-189
3038] B. Bayraklı, s. 198-200
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a) Açıklamak: Bilinmeyen bir şeyin üstünden bilinmemezlik örtüsünü kaldırıp bilinir hale getirmek, çok büyük bir değişimdir. Bu eylem, toplumun geneline yapıldığı zaman, büyük bir gelişme, değişme ve kalite ortaya çıkmış olacaktır. Meselelerin bilinmemezliği, toplumun kalitesini düşürmektedir. Eğitim faâliyeti, bu bilinmemezlik perdesini kaldırmalıdır. İşte, açıklamak dediğimiz “tasrîf”, bu görevi yerine getirmektedir. Tasrîf kavramının bu anlamıyla ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: 7/Arâf, 58; 17/İsrâ, 41; 25/Furkan, 50; 46/Ahkaf, 27.
b) Haktan Çevrilmek: Tasrîf kavramının diğer bir anlamı da çevrilmektir. Bu mânâsıyla âyetlerde yer alan tasrîf kavramı, toplumdaki etkileşim olgusuna dikkat çekmektedir. Kötüye dönüş, ya da iyiden çevrilip kötüye varmak gibi önemli değişimin bilinmesinde toplumlar için yarar vardır. Kendileri düşünemeyen, irâdelerini başkasına teslim edenler, her zaman etkiye açık olacaklarından çevrilmeye de mahkûm olacaklardır. Bu tip çevrilmelerin hemen hepsi, gerçek inançtan olmaktadır. Gerçeği anlamalarına ve itiraf etmelerine rağmen çevrilmeleri, çok büyük ve çok kötü bir değişimi göstermektedir. Yûnus Sûresinin 31. ve 33. âyetleri, bu çevrilme şeklini beyan etmektedir. Âyetler şöyledir: “De ki, size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim idare ediyor? ‘Allah’tır’ diyecekler. De ki, öyle ise niçin sakınmıyorsunuz?” “İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl çevriliyorsunuz?; “İşte böylece Rabbinin yolundan çıkanlar hakkındaki, ‘onlar inanmazlar’ sözü gerçekleşmiş oldu.”
Ekonomiden, duyu organlarından, ölünün diriltilmesinden, kâinâtın idâresine varıncaya kadar bir dizi sorunun arkasından, bütün bunları gerçekleştirenin Allah olduğunu itiraf etmelerine rağmen, sakınmamaları ve haktan çevrilmeleri, bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Hakikati bildikleri halde asla iman etmeyeceklerdir. Bilgiden imana geçiş denen değişimi meydana getirememelerinin nedeni, etkilenip çevrilmeleridir. Çevrilmeleri bir değişim olduğuna göre bu değişim, iman etmeleri gibi önemli bir değişimin meydana gelmesini engellemektedir. Böylece âyet, değişimin değişimi nasıl engellediğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. 39/Zümer Sûresi, 6. âyetinden yola çıkarak da diyebiliriz ki, Yüce Allah’ın insanlara göndermiş olduğu öğretilere tepki göstermek, bir anlayışsızlığın eseridir. Anlamayıp sırtını dönmek, Yüce Allah’ın gönülleri çevirmesine zemin hazırlamaktadır.3039
Sünnetullah: Sünnetullah kavramı, tarihî hareketin akışını ve dinamiklerini ifâde eden “sünnet” ve “sünnetullah” ifâdesidir. Kelime olarak sünnet; âdet, gidiş, yol ya da tâkip edilmesi âdet olan iyi veya kötü yol anlamındadır. Kur’an âyetlerinde gönderilen peygamberler ve onların milletleri hakkında Allah’ın sünnetleri olduğunu,3040 bu sünnetlerin önceden takdir edilmiş olduğunu3041 ve hiçbir şeyin O’nun sünnetini değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini,3042 geçmiş toplumların kalıntıları üzerinde yapılacak gözlemlerin bu sünnetleri açığa çıkaracağını,3043 onları bizzat (Kur’an’da) açıklayacağını3044 ve her kavmin yaşa3039]
B. Bayraklı, s. 200-204
3040] 3/Âl-i İmrân, 137; 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 38, 62; 40/Mü’min, 85
3041] 33/Ahzâb, 38
3042] 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 62; 35/Fâtır, 43; 48/Fetih, 23
3043] 3/Âl-i İmrân, 137
3044] 4/Nisâ, 26
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 719 -
dığı hâdiselerin, sosyal tavırlarının birbirine benzediğini ve bundan sonrakilerin de böyle olacağını3045 haber vermektedir. Bu âyetlerde anahtar kavram olarak kullanılan sünnet kavramının, sosyolojik açıdan bakmaya da imkân verecek bir toplumsallık ve sosyal değişme îmâsı taşıdığından söz etmemiz mümkündür.
Nihayet bireysel ve toplumsal yapıların hayatları ve yaşama biçimleri, medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışı gibi olgular da “sünnet” kavramı içerisinde değerlendirilir. Bu bağlamda Kur’an, tarihî sürece yayılmış, tarihsel ve toplumsal değişmeyi yönlendiren ilişkiler bütününü “sünnetullah” ifâdesi ile kavramlaştırmaktadır.3046 Toplumların kendi içinden gerçekleştirdikleri değişim ve dönüşüm, bir yasadan bağımsız olarak gerçekleşmemekte, bilakis sünnetullah bağlamında Allah’ın evrensel olarak geçerli kıldığı kanunları çerçevesinde oluşmaktadır.
Tarihin bir yasaya bağlı olarak işlediği yönünde bir kanaat belirtmek durumunda kaldığımızda, tarihin sünnettullah bağlamında teşekkül ettiği, gerçekleştiği, Kur’ânî bir olgu olarak öne çıkmaktadır. Kur’an’da sünnetullah, tarih içerisinde insanın başıboş bırakılmadığını ve her davranışının bir değişimle sonuçlandığını vurgulamaktadır. Takdir, kazâ-kader ve insanın hürriyeti gibi konular hatırda tutularak denilebilir ki; sünnetullah çerçevesinde tanımlanmış tarih, kötünün karşısında iyiden, yanlışın karşısında doğrudan, zorluğun karşısında kolaylıktan yana olan “seçmeci” bir özellik taşımaktadır.3047
Kur’an’da toplumsal sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
I. Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
1 İnsan, toplumsal bir varlıktır.
2 Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
3 Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
4 Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
5 Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
6 Toplumlar değişkendirler.
7 Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
8 Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
9 Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
10 Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
11 Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
12 Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
II. Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
3045] 2/Bakara, 118, 214; 6/En’âm, 148; 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13
3046] Bk. 3/Âl-i İmrân, 137; 4/Nisâ, 26; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 76-77; 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43, 44; 48/Fetih, 23
3047] C. Çelik, s. 56-58
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1 Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
2 Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
3 Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
4 Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
5 Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
6 Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
1 Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
2 Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
3 Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
4 Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
5 Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
6 Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
1 Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcısıdır.3048
2 İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.”3049
3 Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır.3050 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”3051 “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.”3052
4 Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.”3053 “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” 3054
5 Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya
3048] 48/Fetih, 22-23
3049] 13/Ra’d, 11
3050] 2/Bakara, 246-252
3051] 2/Bakara, 249
3052] 2/Bakara, 251
3053] 28/Kasas, 5
3054] 14/İbrâhim, 13
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 721 -
koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
a Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.”3055
b Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.”3056
c Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?”3057
d Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” 3058
e İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”3059
f Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır.3060
g Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.3061
h Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. 3062
i Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. 3063
Kur’ân-ı Kerim’de Tağyîr/Değişim
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez- Allah da bir kavme kötülük istedi mi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyucuları da yoktur.”3064 “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”3065
Bu âyetlerde bir toplum kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetlerini kötüye değiştirmedikçe, daha genel tâbiriyle bir millet kendi kendini bozmadıkça Allah’ın, onlara verdiği nimetleri değiştirmeyeceği vurgulanmaktadır. Bir millet ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da onlara lutfettiği nimetleri ellerinden alır, onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder,
3055] 7/A’râf, 5
3056] 17/İsrâ, 16
3057] 29/Ankebût, 28-29
3058] 6/En’âm, 44
3059] 16/Nahl, 112
3060] 2/Bakara, 85
3061] 24/Nûr, 63
3062] 11/Hûd, 116
3063] 11/Hûd, 84-86
3064] 13/Ra'd, 11
3065] 8/Enfâl, 53
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
felâketlere uğrar, küçülürler. Bu, Allah’ın sosyal yasalarındandır. Sağlam karakter sahibi milletler kuvvetli, müreffeh olmuşlar; karakterleri bozulunca zayıflamış, perişan olmuş, başka milletlerin egemenliği altına girmişlerdir. Böyle kimseler, Allah’ın cezasını hak ederler. Bu, onların mahvı, egemenliklerini kaybetmeleri demektir. Allah bir milleti cezalandırmak dilerse O’nun cezasını kimse engelleyemez.
Âyetlerde anlatılan durumun tersi de doğrudur. Yani bir toplum kötü ahlâkını düzeltmedikçe Allah onları düzeltmez. Ama millet gittiği yanlış yoldan döner, doğru yola girer, ahlâkını düzeltirse Allah da onların durumunu düzeltir, kötü hallerini iyiye, sıkıntılarını mutluluğa, refaha çevirir.
Allah’ın yasaları, toplumun davranışlarına göre kendisini gösterir. Kötülük edenler, yaptıklarının kötü sonuçlarıyla karşılaşırlar. Kuvvetleri, servetleri bir gün elden gider. Nimetleri, yurtları başkalarının eline geçer. Kendilerini düzeltip uslananların hallerini de Allah düzeltir, işlerinin iyi gitmesine yardımcı olur. Hâsılı Allah’ın yasaları, iyiye yönelenlere o yönde yardımcı olur; kötüye yönelenlere de o yönde tecellî edip onları bozar. Her ikisi de Allah’ın yasaları gereğidir.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Sizden önce Kitâb verilenlere de, size de ‘Allah’tan korkun!’ diye tavsiye ettik. Allah zengindir, övgüye lâyıktır. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Vekîl olarak Allah yeter. Ey insanlar, (Allah) dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir. Allah bunu yapabilir. Kim dünyâ sevabını isterse (bilsin ki) dünyâ ve âhiret sevabı Allah katındadır. Allah işitendir, görendir.”3066
4/Nisâ, 131-133. âyetlerde Allah’ın, bütün kâinatın hükümdarı olduğu ve bütün dinlerde takvâyı (Allah’tan korkup kötülüklerden sakınmayı) öğütlediği hatırlatılmakta, insanların küfür ve isyanlarının, Allah’a zarar veremeyeceği; Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı; bütün övgülerin O’na özgü olduğu belirtilmekte; Allah dilerse bütün insanları götürüp yeni halklar getireceği; bunun Allah’a çok kolay olduğu vurgulanmaktadır.
Allah dilerse isyan eden bir topluluğu götürür, yok eder; onun yerine yeni bir topluluk getirir. Zaten hep götürüp getirmektedir. Bazı toplumları yükseltirken bazılarını alçaltmakta; yıpranan vücutları götürüp yeni canlar, yeni bedenler yaratmakta; her an hayatı tazelemekte; her an yaratmaktadır. O, her anda başka bir şandadır. Her şeyi yapmaya gücü yeter.
Nisa sûresinin 126. âyetinden 133. âyete kadar üç defa göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah’a ait olduğu, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç bulunmadığı hatırlatılmaktadır. Bu demektir ki; her şeyi yaratan Allah, evrenin ve insanların nasıl bir düzenle mutlu olacaklarını en iyi bilendir. O’nun, sizin için indirdiği bu hükümler, sizin mutluluğunuz içindir. Eğer siz, bu hükümlere uyarsanız mutlu olur, güçlenirsiniz. Dünyada şeref ve izzet içinde yaşarsınız; Ama bu hükümlerden şaşarsanız, o zaman gücünüzü yitirirsiniz. Allah dilerse sizi mahveder, yerinize, yasalarına uyacak toplumlar getirir. Allah her şeyi yapabilir.3067
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sağlam kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman
3066] 4/Nisâ, 131-134
3067] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi Kuba Yayınları, c. 5, s. 50-52
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 723 -
kopmaz. Allah işitir ve bilir.”3068
“(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.”3069
“Eğer siz bir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. Biz o günleri insanların arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri bilmesi, içinizden şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.”3070
“(İblis:) Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını tağyîr edecekler, değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”3071
“Ey insanlar, (Allah) dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir. Allah bunu yapabilir.” 3072
“Ey iman edenler, siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlettekiler/sapıtanlar size zarar veremezler.”3073
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”3074
“Eğer gerektiğinde savaşa çıkmazsanız, sizi pek elem veren bir azapla cezâlandırır ve sizi başka bir kavim ile değiştirir (yerinize sizden başka bir kavim getirir). Siz ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.”3075
“Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.”3076
“Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendindekini (kendi durumunu) değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” 3077
“Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife (sahip ve hâkim) kıldığı gibi kendilerini de yeryüzünde halife yapıp hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar (sadece) Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfreder, inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır, büyük günahkârlardır.”3078
“Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğradıktan sonra yardım edilenler başka. Zulmetmekte olanlar nasıl bir inkılâba uğrayıp
3068] 2/Bakara, 256
3069] 3/Âl-i İmrân, 139
3070] 3/Âl-i İmrân, 140
3071] 4/Nisâ, 119
3072] 4/Nisâ, 133
3073] 5/Mâide, 105
3074] 8/Enfâl, 53
3075] 9/Tevbe, 39
3076] 11/Hûd, 117
3077] 13/Ra’d, 11
3078] 24/Nûr, 55
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”3079
“Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.”3080
Hadis-i Şeriflerde Tağyîr/Değişim
“Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöyle vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi bir ev halkı Allah’a itaat eder, sonra bu hallerinden Allah’a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevmedikleri şeyi verir.”3081
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.”3082
“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.”3083
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah (s.a.s.)’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisine: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.”3084
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden- 3085
“Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin (diliyle onun kötülüğünü söylesin). Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”3086
Zeyneb bint Cahş (r. anhâ): “Yâ Rasûlallah! Aramızda sâlihler/iyiler de olduğu halde biz felâkete uğrayıp helâk olur muyuz?” dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Evet! Fısk u fücur (kötülükler ve fenâlıklar) çoğaldığı vakit!”3087
“Nefsimi/canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Zât’a (Allah’a) yemin ederim ki; ya
3079] 26/Şuarâ, 227
3080] 42/Şûrâ, 30
3081] İbn Ebî Hatim; İbn Kesir Muhtasarı, 2/274; Safvetü’t-Tefâsir, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3082] Buhârî, Şirket 6
3083] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
3084] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
3085] Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087
3086] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
3087] Buhârî, Fiten 4, 28, Menâkıb 25, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, h. no: 2880, Tirmizî, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Fiten 9; Muvattâ, Kelâm 22; Ahmed bin Hanbel, 6/428, 429
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 725 -
iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.”3088
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: ‘Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti”. Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir.”3089 Bu âyeti okuduktan sonra peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”3090
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar işledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.”3091
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: “Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat, yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.”3092 Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazaba uğratması pek yakındır.”3093
“Bir hayırlı işe delâlet eden (vesile olan) kimse için, o hayırlı işi işleyenin sevâbı gibi mükâfat vardır.”3094
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran
3088] Tirmizi, Fiten 9, h. no: 2169; Ebû Dâvud, Melâhim 16; Ahmed bin Hanbel, V/388
3089] 5/Mâide, 78-81
3090] Ebû Dâvud, Melâhim 17
3091] Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
3092] 5/Mâide, 105
3093] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
3094] Müslim, İmâre 38; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlm 14
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”3095
“İslâm’da iyi bir çığır açan (sünnet koyan) kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”3096
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”3097
Müslümanın Görevi: Yeryüzündeki Fesâdı Değiştirip Arzı Islah Etmek
Allah, halife olarak insanı yeryüzünde yerleştirme iradesini meleklere söylediği zaman, onlar Allah’ın vahyi dışına çıkıp çıkmamada serbest olacak bir varlığın hevâsına uyup yeryüzünde fesat çıkaracağını kestirmişler ve “orada kan döküp fesat çıkaracak birini mi var edeceksin?”3098 diye sormuşlardı. Fakat, her ne kadar insanların büyük bölümü müfsid olsa bile, içlerinde öyleleri vardır ki, meleklerin de üzerine çıkar ve Allah’a en yakın olan mertebeye yükselir. Bu bakımdan, “büyük hayır için az şer terkedilemeyeceği”nden Allah insanı yeryüzünde halife yapmış ve vahyine uyanlara müfsidlerle savaşma emrini vermiştir. Müfsidler kalben korkak ve kendilerini hep huzursuz hissettiklerinden, birbirleriyle fesadda yardımlaşırlar. O halde ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve müfsidlerle savaşmaları gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesat egemen olur ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilafetindeki amaç gerçekleşmez: “Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.”3099
İnsanın fesada meyilli yapısı da, sâlih mü’mini iç fesada karşı daima uyanık olmaya zorlamalıdır. Bu, nefisle cihdaddır; nefsin fesada meyline karşı cihad. Mücâhid, fesadı salâha çevirendir. Gerçek mücahidlik, kişinin içini salâha çevirmeden ortaya çıkmaz; çıkarsa bu cihad değil, terör olur.
İfsâda Karşı Islahat
Her şeyi bir ölçü ile yaratan Rabbimiz, imkânlarını verip düzen ve yolunu gösterdiği beşerî alandaki dengenin âkıbetini, irâdeli davranışlarımıza bırakmış ve insan cinsi için imtihan sahası kılmıştır. Yaratıcımızın, doğru yolda olanları müjdelemek, sapanları uyarmak üzere elçiler gönderdiği insanlar, önce tek bir ümmet idi3100 Düzene konulmuş olan yeryüzünde ifsad/bozgunculuk yapmamalı
3095] Müslim, İlim 16, h. no: 1860; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
3096] Müslim, Zekât 69, h. no: 1859
3097] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
3098] 2/Bakara, 30
3099] 2/Bakara, 251
3100] 2/Bakara, 213
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 727 -
ve kulluklarını unutmamalıydılar.3101 Ama, insanlardan birçoğu hevâlarına uyarak Allah’ın ayetlerini unutup kendi başlarına büyüklük taslamaya, başıboş arzularını ilah ve birbirlerini veli edinmeye başladıklarında ulaşılan sonuç büyük bir fesat, bozgun ve kargaşa idi.3102 Sonsuz güç ve rahmet sahibi olan Rabbimiz, bozgunculukları sonucu kargaşa ve karanlık içine düşen Âdemoğullarına, içlerinden gönderdiği elçiler aracılığıyla hidayet yolunu tekrar tekrar göstermiş ve kendilerini ıslah edip (düzeltip) kurtuluşa ermelerini dilemiştir.3103
Fesat Karşsında Mü’minlerin Görevi
Mü’minler, müfsidlerin fesatlarına karşı tavır almalı, inkılâpçı bir düzeltme ile ıslahatçı olmalıdır. İradeli tercihlerle ulaşılacak olan iman ve sâlih amel yolunu bizlere mutluluk ve kurtuluş hedefi olarak gösteren Rabbimiz, aynı zamanda Mûsâ (a.s.)’ın, kardeşine devrettiği ıslahat görevini3104 bütün mü’min kullarının da üstlenmesini istemiş ve bozgunculuk yapanların işlerini ıslah etmeyeceğini bildirmiştir.3105 Şu ayetler de bu konuyu yeterince anlatmaktadır: “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.”3106
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “sâlih amel” ile “iman” kavramları âdeta bağımsız düşünülemeyecek kadar iç içe bir birliktelikte kullanılmıştır. Sâlih amel, açıkça imanın dışa yansıyan gerekliliğidir. Sâlih amelde bulunabilmenin şartı olarak, ıslahat çabaları söz konusu olmakta ve bu da mü’minlerin temel görev alanlarını belirlemektedir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaları yaygınlaştığı ve vahyî ölçülerden uzaklaşıldığı her dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi mü’minlerden beklenilen temel farîzalardır. Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz sâlih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara uymaları veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır.3107
Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette kimseyi ortak koşmayan,3108 Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan,3109 cehalet ve kötülükten arınmaya çalışan,3110 mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden,3111 rasûllerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan,3112 iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan 3113 Allah’a
3101] 7/A’râf, 56
3102] 8/Enfâl, 73
3103] 7/A’râf, 35
3104] 7/A’râf, 142
3105] 10/Yûnus, 81
3106] 11/Hûd, 116-117
3107] 28/Kasas, 19
3108] 18/Kehf, 110
3109] A’raf, 170
3110] 17/İsrâ, 9
3111] 49/Hucurât, 10
3112] 9/Tevbe, 120
3113] 3/Âl-i İmran, 114
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çağırıp ben müslümanlardanım diyen 3114 kimselerdir.
Gerçek Islahatçılar Aynı Zamanda İnkılâpçıdırlar
Islahat çabalarıyla verilen mücadele, egemen şirk güçlerinin hâkimiyetini hayatın bütün şubelerinden söküp atmaya çalışan aktivite kadar,3115 en az, iman ettikten sonra imanlarına zulüm karıştıran ve kötü amellere meyleden müslümanları uyandırıp ıslah etmeyi amaçlayan iç aktiviteyi de 3116 bünyesinde barındırmaktadır. İster Yüce Allah’ın ilahlığını ve rububiyetini tanımayan veya O’na ortaklar koşarak azgınlık yapan tutumlar sonucu olsun, isterse tevhid dinine girdikten sonra cahilî arzu ve anlayışların tesiriyle itikadî ve amelî yanlışlıklara ve kötülüklere bulaşma sonucunda olsun, yeryüzünde ve toplumsal hayatta baş gösteren bozulma, çözülme, tuğyan ve zulüm karşısında ortaya konabilecek olumlu çabanın Kur’an’daki tanımı ıslahat ve sâlih ameldir. “Mevcut düzenin ıslah edilmesi” gibi ifadelerle karşımıza çıkan kısmî düzeltme, uzlaşma, düzenle müslümanı bağdaştırma şeklinde anlayış, ıslahat kavramını tahrif etmektir. Islahat, günümüzde yanlış olarak inkılâpçı hareketlerin karşısında, düzen ve sistem içi hafif yumuşatma ve zalim düzenin devamı anlamlarında kullanılıyorsa, bu Kur’an’ın anlaşılmasını istediği bu kavramdan ve içeriğinden uzaklaşmadır, yanlıştır. Islahat, devrimci bir eylemdir. Bozulmuş ve sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden egemen kılma çabasıdır. Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular istikametinde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır. Hasenât ise, genelde fıtrî bir iyiliği, insanlara hizmeti ifade eder. Ancak ıslahat çabaları doğrultusunda yapılan hasenatların, anlamlı ve kalıcı olan değerinden bahsedilebilir.3117
Islahat; kesin ve muhkem olan vahyî ölçüye dayanarak cahilî bütün tutum ve davranışları, ifsad edilmiş bütün kurumları tepeden tırnağa değiştirmeyi amaçlamış devrimci bir tavırdır. Islahatçı (muslih), ilahlık taslayan egemen şirk güçlerine karşı gösterdiği tavır kadar, şirk güçlerinin saldırısı karşısında ümmet bünyesinin mukavemetini yıkan, onu hastalıklı kılan iç bozulmaya karşı da mücadele vermek zorundadır. Islahatçı, kendi ümmetinin, dış güçlerin saldırılarından önce, kendi halini bozması, olumsuz olarak değiştirmesi sonucunda gerilediğini ve Allah’ın verdiği nimetleri elinden kaçırdığını bilir.3118 Islahatçı; Allah’ın düşmanlarıyla mücadele etmek kadar, düşmanla mücadele edecek sağlıklı bir bünyeye sahip olma çabasının da taşıyıcısıdır. O, bozulma ve zilletin nedenlerini, şeytanî güçlerin aslî görevi olan saldırılarından önce, çözülmeye ve hastalanmaya müsait hale gelmiş olan kendi ümmetinin itikadî ve amelî tutumlarında arar. Islahatçı, kurtuluşa kişisel iyiliklerle ulaşılamayacağını bildiği gibi; ıslah çabalarında kendi nefsini de unutmaz. Ve o yine bilir ki, iman edip sâlih amel işleyenler, insanların en hayırlılarındandır.3119
Islah eylemi, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî
3114] 41/Fussılet, 33
3115] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 116-117
3116] 5/Mâide, 39; 3/Âl-i İmrân, 86-89
3117] 18/Kehf, 30
3118] 8/Enfâl, 53
3119] 98/Beyyine, 7
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 729 -
ilkeleri yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmayı amaçlayan soylu ve köklü bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı inkılâpçı bir öz taşır. O, Rabbimiz’in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek,3120 kendi nefsinde inkılâbı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İman edip sâlih işlerde bulunanlar, halkın en hayırlılarıdır 3121 ve onların da çok olmadığı bilinmektedir.3122
Kur’an bize, ıslah kavramının günümüzde olduğu gibi geçmiş tarihte de yanlış veya kasıtlı tutumlar nedeniyle Allah’ın rızası dışında kullanıldığını göstermektedir. Sâlih amelle kötü ameli (seyyiât) birbirine karıştıranlar3123 olduğu gibi, kendilerine bozgunculuk yapmayın diye ihtar edilenlerden “biz ıslah edicileriz”3124 diye cevap verenler de çıkmıştır. Oysa Allah, bozgunculuk edeni (müfsid), ıslah edenden (muslih) ayırır.3125 Allah’ın kitabı, sâlih kulların özelliklerini ortaya koyan en temel, muhkem ve mutlak ölçüdür.
Islah çabalarının birinci elden muhatapları, ilahî vahye kulaklarını tıkamamış, gerçekler karşısında gözlerini yummamış olanlardır. İnandıkları halde, bilmeyerek kötülük işleyenlere 3126 veya cehaletleri dolayısıyla bu duruma düşenlere,3127 cahilî anlayış ve tavırlarından sonra tevbe etme ve kendilerini düzeltme (ıslah) kapıları açık tutulmaktadır. Bu bozulma ve kötülük hali, tarihî süreç içinde toplumların bünyesinde de tezahür edebilmektedir. İslam ümmetinin bugün yaşadığı hastalıklı ve cahilî durum, buna şahitlik etmektedir.
Müslümanlar, tevhidî bilinçlerini, rıza gösterdikleri sistemler içinde yozlaştırmışlar ve büyük ölçüde yitirmişlerdir. Peygamberimiz’den bu yana ıslahat çabalarını ve tevhidî mücadelelerini sürdüren muvahhid müslümanların gayretlerine rağmen, işbaşına geçtiklerinde bozgunculuk yapanlara,3128 Allah’ın indirdiği apaçık belgeleri ve Kitap’ta açıkladığı hidayeti gizleyenler3129 İslam ümmetinin bilincini ifsad etmişler ve müslüman kitlelerin halini bozup değiştirmişlerdir. Ve İslam ümmeti, Rablerinin kendilerine verdiği arza vâris olma nimetini ellerinden kaçırmıştır. “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”3130
Fakat Allah yeryüzünü sâlih kullarına vâris kılmak;3131 insanları kurtuluş ve mutluluk yoluna eriştirmek istemektedir.3132 Bununla birlikte değişim, yine bizim ve beraber olduğumuz toplumun iradesine bağlı tutulmuştur. Bireysel ve toplumsal alanda başarılı oluşun yolu, yine ıslahat çabalarıyla oluşacaktır. “Bir toplum, kendi nefsindekini değiştirmedikçe, kuşkusuz Allah da o toplumun bulunduğu durumu
3120] 6/En’âm, 48
3121] 98/Beyyine, 7
3122] 38/Sâd, 24
3123] 9/Tevbe, 102
3124] 2/Bakara, 12
3125] 2/Bakara, 220
3126] En’am, 54
3127] 16/Nahl, 119
3128] 2/Bakara, 205
3129] 2/Bakara, 159
3130] 8/Enfâl, 53
3131] 21/Enbiyâ, 105
3132] 9/Tevbe, 20
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değiştirmeyecektir.” 3133 “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki (Allah) işlerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasülüne itaat ederse, büyük bir başarıya erişmiş olur.”3134
İlk aile kurumuyla oluşmaya başlayan toplumsal yaşam; şeytanî olanla Rabbanî olan arasındaki tartışma, çatışma ve imtihanlarla çeşitlenerek bugüne dek süregelmiştir. Tevhid-şirk kutuplaşmasında süregelen toplumsal mücadeleler tarihi, ıslah edilmiş olan yeryüzünde3135 Allah’a verilen sözden cayıp, bozgunculuk yapanlarla,3136 inanıp sâlih amellerde bulunanlar3137 arasında devam edegelen sürekli bir çatışmayı oluşturmaktadır. Tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın, ma’ruf ile münkerin, muhkem ile muharref olanın arasındaki çatışma bugün de sürüp gitmektedir.
Hidâyet nimetine nankörlük eden, Yaratıcısı yanında başka velîler edinen, kendi aczini unutarak büyüklük taslayan ve böylece yeryüzünde bozgunculuk yapan, fitne çıkaran, kötülüğü yaygınlaştıran, vahiy dinini tahrif etmeye kalkışan veya bu konuda aracı olanların söz konusu cahilî eğilimleri ve bozgunculukları, rasûllerin öncülüğünü yaptığı sâlih kulların ıslahat çabalarıyla insanlık tarihi süresince giderilmeye, düzeltilmeye çalışılmıştır. Tartışma, çatışma ve imtihan alanı dediğimiz tevhidî mücadele ortamı da bu çerçevede oluşmaktadır.3138
Özellikle mü’minlerin kâfirlere ve münâfıklara, kısaca muslihlerin müfsidlere karşı savaşı yalnız insanlar için değil; tüm varlıklar için bir rahmettir. Yeryüzünü fesada boyayan kâfirler korkaklıkları, paylaşmak istedikleri rant ve sahip oldukları hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Bunlara karşı muslihlerin/müslümanların, fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana getirmeye gayret etmeleri kulluk ve hilafet görevleridir. “Küfredenler birbirlerinin velisi, gönül dostudurlar. Eğer siz bunu yapmazsanız (iman edip hicret ederek canlarınızla ve mallarınızla Allah yolunda cihad edip yardımlaşmaz ve böylece birbirinizin velisi olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat başgösterir.”3139 Günümüzde fitne ve fesadın iktidarı, bütün kurumları ve kurallarıyla ayaktadır. Müslümanlar da birbirlerinin velâyetine râzı olmamanın ve cihadı terk etmenin ızdırabını yaşamaktadırlar.
Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve politik seçkinler, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücadele ederler. “Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutan, işbaşına geçince ortalığı fesada verip bozgunculuk yapmaya, “hars”ı (ürünü, ekini) ve nesli yok
3133] 13/Ra’d, 11
3134] 33/Ahzâb, 70-71
3135] 7/A’râf, 56
3136] 13/Ra’d, 25
3137] 98/Beyyine, 7
3138] Hak Söz, sayı, 3-4, s. 1-2
3139] 8/Enfâl, 73
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 731 -
etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.”3140 Bu ayetin metninde yer alan “hars” (ekin, ürün) kelimesi iki şekilde yorumlanır:
Hars, emek yoluyla sağlanan kazanç ve gelirdir. Çoğunlukla dünyevî malları, özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. Hars, bu bağlamda ürün olarak anlaşılırsa, bu mecazî olarak, genelde insan davranışlarına, özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir. Onun için hars, günümüzde kültür kelimesinin karşılığı olarak da kullanılmaktadır.
Bazı müfessirler ise, görüşlerini “kadınlarınız sizin hars’ınızdır” 3141 ifadesine dayandırarak, bu ayette de “hars”ın eşleri anlattığını öne sürerler. Bu durumda “harsın ve neslin yok edilmesi”, aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eşanlamlı olur.
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesâdın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah’ın oluncaya kadar hayırlı değişim ve dönüşüm için bütün gücüyle mücâhede, mücâdele ve mukatele etmektir.
Hayırlı Değişimin Önündeki Engeller
a) Atalar Dini
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumûra uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı “historizm”, yani “tarihselcilik” olarak tanımlar. Kur’ân-ı
3140] 2/Bakara, 204-205
3141] 2/Bakara, 223
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kerim’in anlatımı ile bu durum, “atalar dini”nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur’an’da anlatılan geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; “atalar dini” mâzereti, İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden “atalar dini” ile “hak din”in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde yapmışlardır. Bu noktada “atalar dini”ni tercih eden insanlar, alışılmış tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu “tarihselcilik”, İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah’a kul olarak gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller “İlâhî din”in evrensel ilkeleri değil de; temelde “atalar dini”nin önkabulleri olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir. Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve “atalar dini” yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında kavmi: “Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!” 3142 diyerek bu şekilde tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb (a.s.)’ın tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine “atalar dini”ni terci yönünde olmuştur.3143
Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak “atalar dini”nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.3144 Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte “atalar dini” mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle) karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim “atalar dini”ni mâzeret gösterenlere karşı: “... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?!” 3145 şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya
3142] 7/A'râf, 70
3143] 11/Hûd, 87
3144] 43/Zuhruf, 22, 23
3145] 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 733 -
koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.3146 Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah’a karşı iftiraya3147 ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür.3148
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir.3149
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur’ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eksiltme, artırma, bid’at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından saymış ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur’ân-ı Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin aslı” konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla “doğru kabul edilen” şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde “gerçekten doğru” 3150 olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur’an’dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur’an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. “Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 3151
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek,
3146] 21/Enbiyâ, 54
3147] 7/A'râf, 28
3148] 31/Lokman, 21
3149] 9/Tevbe, 23
3150] 5/Mâide, 48
3151] 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur’ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. “Yoksa, bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?”3152
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?”3153
Kur’ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. “İbrâhim sordu: ‘Nelere tapıyorsunuz?’ Onlar: ‘Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.’ ‘Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?’ ‘Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde bulduk.” 3154 Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah’a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberler bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü
3152] 43/Zuhruf, 21-25
3153] 7/A’râf, 173
3154] 26/Şuarâ, 70-77
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 735 -
söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm’ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir “din” olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliye devri Araplarında “din” ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.’ Yoksa onların Allah’la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler.” 3155 “(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât’ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar.”3156 “Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; ‘Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor’ derlerdi. ‘Bu Kur’an düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir’ derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.” 3157
Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur’an’da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah’ın otoritesini benimsemeye engel olur. 3158
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid’atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine
3155] 35/Fâtır, 40
3156] 53/Necm, 19-20, 23
3157] 34/Sebe', 43
3158] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur’an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış “hâlis din”e sahip çıkmak, “hak üzere”, orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
b) Taklitçilik
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”3159 buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!” 3160 buyuruluyor.
c) İctihad kapısının kapandığı anlayışı, yönetimlerin bu donukluğu teşviki
d) Mehdî ve Hz. İsa beklentisi
e) İlim ve hikmet de olsa dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmelere olumsuz tavır
Tefsirlerden İktibaslar
Seyyid Kutub diyor ki:
“Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez.” Yüce Allah’ın onları kendi emrine göre hareket eden korucularla izletmesi, onların hem şahısları hem de durumları açısından meydana getirdikleri değişiklikleri gözetlemek ve bu değişikliklere uygun olarak onlar hakkındaki hükmünü yürürlüğe koymaktır. Çünkü Yüce Allah insanlara verdiği nimeti ya da azâbı, üstünlüğü ya da alçaklığı, onurluluğu ya da ezilmişliği, onlar, düşüncelerini davranışlarını ve pratik hayatlarını değiştirmedikçe değiştirmez. Yüce Allah onların şahısları ve davranışları açısından meydana getirdikleri değişiklikler doğrultusunda onların durumlarını değiştirir. Gerçi, Yüce Allah daha olmadan ne olacağını bilir. Ne var ki, onlara ilişkin hüküm, onların davranışlarına göre olacaktır ve bu hüküm yaşanan değişiklikle aynı zamanda gerçekleşecektir.
Kuşkusuz bu, insana ağır bir sorumluluk yükleyen bir gerçektir. Yüce Allah’ın iradesi ve buna ilişkin yasası, insanlar hakkındaki iradesinin yine bu insanların davranışları yönünde gerçekleşmesi şeklindedir. Bu konudaki yasasını, onların bu yasaya karşı takındıkları tavır uyarınca yürürlüğe koyması yönündedir irâdesi... Bu konuya değinen âyet gâyet açıktır ve yoruma ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu âyet yüklediği sorumluluğun yanında, bu insana verilen değeri de göstermektedir. Yüce Allah, irâdesini yürürlüğe koymayı insanın davranışlarına bağlamakla
3159] 2/Bakara, 111
3160] 17/İsrâ, 36
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 737 -
ona büyük bir değer vermiştir.
İlke belirlendikten sonra âyetlerin akışı, Yüce Allah’ın bir toplumun durumunu kötülüğe doğru değiştirmesini gözler önüne sermektedir. Çünkü onlar âyetten anlaşıldığına göre, durumlarını kötülüğe doğru değiştirmiş, Allah da onlara kötülüğü dilemiştir.
“Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah’tan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur.” Âyet ilkenin bir yönünü açıklıyor ama, diğer yönünü açıklamıyor. Çünkü şu anda iyilikten önce kötülüğü isteyenlerin durumu ele alınmaktadır. Daha önce gafletleri iyice belirginleşsin diye azapdan önce bağışlanma sunulmuştu onlara. Burada ise, sadece kötülüğün sonucu açıklanmaktadır. Amaç onları Yüce Allah’ın karşı konulmaz azabından sakındırmaktır kuşkusuz. Çünkü Allah’ın azâbını hak ettikleri zaman, kendilerini bu azaptan koruyacak bir dost bulamazlar.3161
Yine Seyyid Kutub diyor ki:
“Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.” 3162
“Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Rabblerinin âyetlerini yalanladılar, biz de onları günahları yüzünden yokettik. Firavunoğulları’nı denizde boğduk. Bunların hepsi zâlimdi.” Yüce Allah, âyetlerini yalanladıktan sonra onları yok etmişti. Kâfir oldukları halde Yüce Allah âyetlerini göndermeden onları yok etmemişti. Çünkü O’nun belirlediği kural ve O’nun kullarına yönelik rahmeti bunu gerektirmektedir. “Biz bir peygamber göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz.”3163 Burada, Firavunoğulları ve onlardan önce Allah’ın âyetlerini yalanlayıp bu yüzden yokedilen kâfirleri hatırlatmakta, çünkü onlar “zâlimdi” denmektedir. Burada “zulüm” kelimesi, “küfür” ya da “şirk” anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur’an’da genellikle bu anlamlarda kullanılır...
Şu âyetin anlamı üzerinde biraz düşünmek gerekmektedir kuşkusuz: “Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez.”3164 Bu âyet, bir açıdan Yüce Allah’ın kullarla ilişkilerinde her zaman adil davrandığını vurgulamaktadır. İnsanlar niyetlerini bozmadıkları, davranışlarını değiştirmedikleri, konumlarını terk etmedikleri sürece Yüce Allah onlara bahşettiği nimetini geri almaz. Böyle bir durumda, imtihan ve deneme için kendilerine bahşedilen nimetin değerini bilmedikleri, bu nimete karşılık şükretmedikleri için kendilerinden nimetin geri alınmasını hak ediyorlar... Bir açıdan da bu âyet, insan denen yaratığa verilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah, kaderinin uygulanışını insanın hareketlerine ve davranışlarına göre ayarlamakla bu lütfu bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki takdiri değişikliği, onların gönüllerinde, niyetlerinde, davranışlarında, hareketlerinde ve kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen pratik değişikliğe dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da insan denen varlığa -kendi3161]
Fî Zılâli’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3162] 8/Enfâl, 53
3163] 17/İsrâ, 15
3164] 8/Enfâl, 53
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sine verilen bu büyük onura denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsan, nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece, Allah’ın kendisine verdiği bir nimeti kalıcı kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete karşılık nankörlük yaptığı zaman, şımardığı zaman, niyeti ve hayat tarzı bozulduğu zaman bu nimeti kendi eliyle giderebilir, yok edebilir.
İşte bu önemli gerçek, “insan gerçeğine ilişkin İslâmî düşüncenin” şu varlık bütününde Allah’ın kaderiyle insan ilişkisinin, insanın şu evren ve evrenin içindekilerle ilişkisinin bir yönünü temsil etmektedir. Bu yönden, insanın Allah’ın terazisindeki değeri ve bu değerle kazandığı onur ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda insanın gerek kendi âkıbeti, gerekse çevresindeki olayların âkıbeti üzerindeki etkinliği ortaya çıkmaktadır. Allah’ın izni ve kendi hareketleri, davranışları, niyet ve hayat tarzı ile birlikte hareket eden Allah’ın takdiri uyarınca sonucu üzerinde etkin rol oynayan bir varlık kimliğine bürünür insan. Bu düşünce sayesinde materyalist düşünce ekollerinin kendilerine yüklediği, aşağılayıcı ve fonksiyonsuz kimliği atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı determinizm karşısında fonksiyonsuz bir varlık olarak görürler. Ekonomik determinizm tarihi determinizm, evrim determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz ve etkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice kaçınılmazlıklar, gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği görevi yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar karşısında insan silik, zavallı ve aşağılanmış bir yaratıktır.
İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında ve çalışmasında, iş ve karşılığı arasındaki bu gerekliliği bu şekilde tasvir etmektedir. Aynı zamanda bu gerekliliği kaderi doğrultusunda yürürlüğe giren evrensel yasalarından biri haline getiren Yüce Allah’ın mutlak adaletini de dile getirmektedir. Bu yasanın uygulanışında Allah’ın kullarından herhangi birine haksızlık yapılmaz. “Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık yapmaz.” “Biz de onları günahları yüzünden yok ettik, Firavunoğulları’nı da denizde boğduk. Onların hepsi zâlimdi.” “Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez.” ... Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun...3165
Mevdûdi diyor ki:
“Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır…”3166 Yani, “Allah yalnızca her şahsın neler yaptığını gözlemekle, yaptığı şeyleri bütünüyle bilmekle kalmaz aynı zamanda o şahsa her yerde eşlik eden koruyucular (gözetleyiciler, gardiyanlar) tayin ederek amellerinin hepsini kayda geçirtir.” Bu âyet, istediklerini yapmakta serbest olduklarını ve bu dünyada yaptıklarının hesabını vermeyecekleri vehmiyle yaşayan sözkonusu insanlara uyarı olması için zikredilmiştir. Uyarı, bu kavmin kendi cezalarının kendileri tarafından davet edildiğini vurgulamaktadır.
“…Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur.”3167 Bu âyet, bir takım kutsal şahısların, azizlerin veya meleklerin kendilerini İlâhî cezâdan
3165] Fî Zılâli’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3166] 13/Ra’d, 11
3167] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 739 -
kurtaracak güce sahip olduğunu sananlara bir uyarıdır. Zira onları Allah’a karşı savunacak hiç kimse yoktur. Onlar istedikleri kadar Din Günü’nde Allah’ın tâyin edeceği cezâdan kendilerini kurtarırlar, kendilerine şefaat ederler umuduyla rab ve hâmi edindikleri kimselere kurbanlar sunsunlar, biatlar etsinler, hiç fark etmez.3168
Yine Mevdûdi diyor ki:
“Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir…”3169 Yani, “Bir topluluk davranışlarıyla verilen nimete lâyık olmadığını göstermedikçe, Allah, topluluktan lütuf ve nimetini esirgemez.”3170
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki:
Her biri için önünden ve arkasından birtakım muakkipler, tâkip edici, izleyici kuvvetler vardır ki, onu hıfzederler, her birinin sözünü ve işini kaydederler veya sürekli olarak izleyip korurlar, muhafaza ederler. Ki, onlar Allah’ın emrindendirler. Yani bu tâkip edici güçler veya bu koruyucu kuvvetler “De ki, ruh Rabbimin emrindendir” 3171 âyeti gereğince Allah’ın emrinden ibâret olan birtakım ruhlar veya meleklerdir. Bundan dolayı her birinizin bütün söyledikleri ve yaptıkları, Allah Teâlâ’nın kontrolü, gözetimi, gözlemi ve izlemesi altındadır. Bütün oluşları ve olayları ile hayat her bakımdan O’nun yönetimindedir. O halde hepsi bilinen, her yönüyle kontrol edilen ve inceden inceye izlenen bir şeyin gizlisi, açığı olur mu? Sizce gizli veya açık diye adlandırılan bütün sözleriniz ve bütün davranışlarınız karşılıksız kalır mı? Muhakkak ki, Allah, herhangi bir kavimdeki hali değiştirmez, onlara bahşettiği nimet ve ikbâli ya da iyi-kötü herhangi bir hali ve hasleti değiştirmez, tâ onlar kendi özbenliklerindekini değiştirinceye kadar. Yani, kavimler bir süre için iradelerinde serbesttirler ve sorumlulukları iradelerine göredir. Şimdiye kadar hep böyle olagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. (Enfal Sûresi’nde “Bu,onlar kendilerindekini değiştirmedikçe Allah’ın bir kavme verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden böyledir.” meâlindeki âyette bunu belirtir.3172 Bununla beraber Allah bir kavme bir fenalık murad ettiği vakit artık onu geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur, onun önlenmesine imkân yoktur. İsteseler de istemeseler de Allah’ın murad ettiği o kötülük, geçici ise geçici olarak, ebedî ise ebedî olarak mutlaka meydana gelir ve hiçbir şekilde önlenemez. Ve onların Allah’tan başka bir velîleri de yoktur ki, ona bir çare bulsun.3173
Yine Elmalılı diyor ki:
53- Bu, yani bu âdetin böyle olması, bütün bunların başlarına gelen cezaların ve ikabın böylece kendi amellerine, dayanması şu iki sebep iledir ki, Allah Teâlâ bir kavme, bir topluma ihsan ettiği nimeti durup dururken değiştirecek değildir. Ta onlar kendilerindekini değiştirinceye kadar. Yani onlar o nimete erdikleri zaman kendilerinde o nimete sebep ve vesile olan fıtrî misakı, ahlâk ve güzel
3168] Tefhîmu’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3169] 8/Enfâl, 53
3170] Tefhîmu’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3171] 17/İsrâ, 85
3172] âyetin tefsirine bkz: 8/Enfâl, 53
3173] Hak Dini Kur’an Dili, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
amelleri, kendileri bozup değiştirinceye kadar, huylarını değiştirinceye kadar Allah’ın o nimeti değiştirmesi, Allah’ın âdetlerinden değildir. İlâhî âdet kişisel sebeplere dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huyların ve davranışların değişmesi sebebine bağlamıştır. Ki insanın sorumluluğu da buna dayanır. Sebeplerin birincisi işte budur. İkincisi de Allah kesinlikle her şeyi işitir ve bilir. Çünkü Allah herkesin içyüzünü bilir, ne söylediğini de işitir. Onun gözünden hiç kimse bir şey kaçıramayacağı için, O da ona göre hesaba çeker. Şu halde akıl ve irade, küfür ve iman, ahlâk ve amel gibi kişisel sebeplere bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya alınıp verilen nimetler bu konunun dışındadır. Hiç şüphe yok ki, bu konuda bütün kişisel sebeplerin kıymeti, nimet veya nimet sayılan şeylerin gerçek yüzünü tanıtan âyetleri tanıyıp tanımamaktan ileri gelmektedir. Bir kimsenin kendi fıtratını ve fıtratla ilgili ahdini bozması ve kendisine vârid olan sezgi ve delillerin yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki nimetin değişmesine sebep olur. Yine bir kavmin kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine İlâhî ahkâmı tebliğ eden hak rehberlerinin dâvetini duymak ve tanımak istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur3174
Muhammed Esed diyor ki:
“(Böyle biri sanıyor mu ki) kendisini önünden ve ardından izleyen (ve) onu Allah her ne ki takdir etmişse ona karşı koruyup gözeten refakatçileri vardır. Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez; ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felâket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: Çünkü onların, kendilerini O’na karşı koruyabilecek kimseleri yoktur.”3175
“(Böyle biri sanıyor mu ki) kendisini önünden ve ardından izleyen…” Lafzen, “ellerinin arasından ve arkasından”. 2:255’de olduğu gibi, “ellerinin arasında” tâbiri “onun tarafından fark edilen, görülen” ya da “onun için âşikâr olan” anlamına gelirken, “onun arkasında olan” tâbiri mecâzî olarak “onun haberdar olmadığı” ya da “ondan gizli” olan şey anlamında kullanılmaktadır. Bkz. bundan sonraki not.
“…(ve) onu Allah her ne ki takdir etmişse…” Lafzen, “Allah’ın emrinden”. Yukarıdaki bölümün çevirisini büyük ölçüde mu‘akkibât (“bir şeyin hemen peşinden giden ya da gelen yahut kesintisiz olarak onu izleyen başka şey” anlamındaki mu‘akkib sözcüğünün çoğuludur) teriminin anlamı belirlemektedir. Klasik müfessirlerin çoğu mu‘akkibât sözcüğüne “melekler kafilesi” yahut “melekler ordusu” anlamını, yani, her insana refakat eden ve kesintisiz olarak birbirinin peşinden görev yapan kaydedici melekler anlamını vermişlerdir. Bunun bir sonucu olarak da min beyni yedeyhi ve min halfihî ibaresine “önünde ve arkasında sıralanan” yani, “insanı her yandan kuşatan” anlamını, min emrillâh ibaresine de “Allah’ın buyruğuyla” anlamını vermişler ve böylece mu‘akkibât sözcüğünden yola çıkarak âyeti meleklere ve onların gözcülük görevlerine işaret olarak yorumlamışlardır.
Ne var ki, bu yorum bütün müfessirler tarafından desteklenmemektedir. İlk müfessirlerden bazıları mu‘akkibât teriminin, insanın, istek ve niyetlerini Allah’ın
3174] Hak Dini Kur’an Dili, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3175] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 741 -
irâdesinden bağımsız olarak gerçekleştirmesinde kendisine yardımcı olacaklarına inandığı ve böylesine boş ve bâtıl bir inançla bağlanıp güvendiği her türlü dünyevî güçleri ve kavramları işaret ettiğini söylemiştir; Râzî’nin kaydettiğine göre bu vecîz âyeti ünlü müfessir Ebû Muslim İsfehânî de aynı yönde yorumlamıştır. Adı geçen müfessir 10. âyetle 11. âyetin baş kısmını aktarırken şöyle söylemektedir: “Allah’ın ilmine nisbetle, gizlice yapılan işlerle açıkça yapılanlar, gecenin karanlığında kendini saklayan kimseyle gün ışığında (cüretle ortalıkta) dolaşan kimse hep aynıdır... Çünkü gece(nin örtüsün)e sığınan kimse (böyle yapmakla) asla Allah’ın takdirinden (emr) kaçamaz, tıpkı yardımcılarıyla/refakatçileriyle (mu‘akkibât) çevrilmiş olarak gün ışığında dolaşan kimsenin bundan kaçamadığı gibi: Çünkü o yardımcılar, o kimseyi Allah’ın emrine/takdirine karşı hiçbir şekilde koruyamazlar.” Biz de çeviride bu doyurucu yorumu esas aldık. Günahkâr kimsenin güvenip dayandığı “koruyucu” ya da “destekleyici” güçler (zenginlik, soy-sop, zürriyet genişliği gibi) gözle görünür şeyler olabileceği gibi, (kişisel nüfûz, yüksek toplumsal itibar ya da kişinin “şans”ına inanması gibi) soyut ve görünmez şeyler de olabilir; bu husus, min beyni yedeyhi ve min halfihî ibaresinin “hem kişinin görüp farkında olduğu, hem de farkında olmadığı ya da kendisinden gizli” anlamına yorumlanması için bir dayanak oluşturmaktadır.3176
“…Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını…” Lafzen, “içlerinde olanı”. Bu ifadenin olumlu ve olumsuz olmak üzere iki anlamı vardır: yani, insanlar kendi nefislerini fesat ve yozlaşmaya terk etmedikçe Allah yardım ve esirgemesinden onları yoksun kılmaz;3177 buna karşılık, yine Allah, bilerek-isteyerek günah işleyen kimseler kendi içlerindeki eğriliği, olumsuz eğilimleri değiştirerek bunu hak etmedikçe, onlara rahmet ve inâyetini nasip etmez. En geniş anlamıyla bu ifade, hem bireysel, hem de toplumsal hayata yön ve biçim veren; taşıyıcılarının ahlakî niteliklerine ve “iç dünyalarındaki” rûhî/mânevî biçimlenmelere göre uygarlıkları yükselten ya da alçaltan ilahî sebep-sonuç ilke ya da ilişkisini, yani, sünnetullâhı dile getirmektedir.3178
Yine Muhammed Esed diyor ki:
“Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve (bilin ki) Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”3179
“…Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe…” Allah’ın, yaratılış olgusu ve yarattığı âlemler için belirlediği sebep-sonuç ilkesi (ki bu, Kur’an’ın başka yerlerinde sünnetullah, “Allah’ın hüküm ve yaratışında irâde buyurduğu yol” olarak geçmektedir) çerçevesinde olmak üzere yukarıdaki ifadenin geniş çağrışım alanı hakkında yapılmış bir açıklama için, 13:11’deki “Allah insanların durumunu değiştirmez, tâ ki onlar kendilerini değiştirinceye kadar” şeklinde geçen ifade için düştüğümüz nota bkz. “…asla değiştirmez.” Yani, nimeti ve esenliği geri almaz.3180
3176] bk. önceki not
3177] karş. 8:53
3178] Kur’an Mesajı, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3179] 8/Enfâl, 53
3180] Kur’an Mesajı, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ali Küçük diyor ki:
İnfitâr sûresinde de şöyle buyurulur: “Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır. Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler.” 3181 İşte bütün bunlar Allah’ın sizin üzerinizde hâkimiyetini, Kahhâr oluşunu, sizi kendi halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza karıştığını ve sizin her ânınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her nefesini sayan melekler vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak noktası da budur işte. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri vâsıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olan bir Allah. Yâni böyle kimilerinin iddia ettikleri gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil.
Öyleyse anlıyoruz ki insan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile O’nun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tâbîdir. Her şey Onun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey Ona boyun eğmiştir. Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler diye, sizi görüp gözetsinler, sizin amellerinizi yazıp muhafaza etsinler diye ve de sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Hadisin ifadesiyle söyleyecek olursak, bir an bile bu melekler sizin üzerinizdeki korumalarını kaldırıverse şeytanlar tarafından kapılırdınız diyor Allah’ın Rasûlü.
Âyetin bu bölümünde de Rabbimiz, bize değişimin; bireysel ve toplumsal değişimin yasasını anlatıyor. İnsanlar ve toplumlar kendi kendilerini değiştirmedikçe, kendi içlerinde olanı değiştirip kendi kendilerini iyiliğe doğru götürmedikleri sürece Allah onları değiştirecek değildir. Öyleyse eğer Rabbimizin bizi değiştirmesini, bizi iyiye, doğruya, Hakka yönlendirmesini istiyorsak, biz önce kendimizi değiştirmek, kendimiz iyiye, doğruya, Hakka, hidâyete yönelmek zorundayız. Kendimizi ıslah etmek zorundayız.
Evet Allah’ın bizim durumlarımızı değiştirmesini mi istiyoruz? İnsanların durumlarını, çevremizdekilerin, çocuklarımızın, hanımlarımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın, toplumun mevcut hayatlarını beğenmedik de Allah’ın değiştirmesini mi istiyoruz? Veya bu insanların bu toplumun hayatlarını bir kademe ileriye götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak mı istiyoruz? Kur’an ve sünnete uygun bir bireysel ve toplumsal yapıya kavuşmak mı istiyoruz? Önce kendimizin ve toplumun hayatını değiştirmeye, Allah’ın istediği bir hayata yönelmeye mecburuz. Müslümanlığımızı güzelleştirme yoluna girmeye mecburuz. Biz böyle bir adım atarsak, biz kendimizi değiştirmeye karar verirsek Allah da bizi değiştirecektir. Bir kimse kendisini değiştirmeyi istemedikçe Allah onu değiştirmiyor. Bir toplum kendisini değiştirme yoluna girmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor. Bu Allah’ın değişmez bir yasasıdır. Yattığımız yerden Allah’ın bizi değiştirmesini beklememeliyiz. Bu sünnetullaha terstir.
Mala bakışı bozuk olan, dünyayla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarlayamayan, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allah’ın istediği
3181] 82/İnfitâr, 10, 12
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 743 -
biçimde dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allah’ın istediği biçimde eğitemeyen, evinde Allah’ın, Peygamberin, kitabın, sünnetin isminin dahi geçmediği, Allah’ın kitabından ve Rasûlünün sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan bir ferdi, bir aileyi, bir toplumu Allah asla değiştirmez. İnsanlar alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından rahatsız olup mevcut hayatlarından farklı Allah ve Rasûlünün istediği bir hayat programına geçmeye karar verip bu yola girmedikçe Allah onları asla değiştirmez. Biz önce kendimiz değişikliğe talip olacağız, Allah da bizi değiştirecektir. Biz önce Allah’ın kitabıyla Rasûlünün sünnetiyle tanışacak, tüm hayatımızı onlarla yargılayarak Allah’ın istediği bir hayata gireceğiz ki Allah da bizi düzeltsin. Okudukça hayatımız değişmelidir.
İşte İslâmî değişimin yasası budur. Küfrün ve şirkin de değişim anlayışları vardır. Bakın insanlara, hep değişim istiyorlar, değişmeden yanalar değil mi? Yeterli bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar hep değişmeden ve değiştirmeden yanalar da onun için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını değiştiriyor adam, evini değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki eşyasını değiştiriyor, değiştiriyorlar. Bu da küfrün değişim modelidir.
Allah bir toplumun fenalığını dileyince, bir topluma kötülük ulaştırmayı murad edince artık onun önüne geçilmez. Hiç kimse bunu engelleyemez. Onun takdirinin önüne hiç kimse geçemez. Onun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse engelleyemez. Dünyada insanlara sınırlı bir özgürlük verir, ne yaparsanız yapın imtihan gereği size dokunmuyorum der, ama bir kere de onlara bir kötülük dokundurmayı diledi mi artık onun önüne kimse geçemez. Onlar için Allah’tan başka hâmî de bulunmaz.3182
Yine Ali Küçük diyor ki:
“Bu, bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe Allah’ın da verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden ve Allah’ın işiten bilen olmasındandır.” 3183
Evet salahla ilgili, ıslahla ilgili bir başka yasanın böylece gündeme getirildiğine şâhit oluyoruz. Herhangi bir toplum kendisini, kendi durumunu, kendi hayatını değiştirmedikçe Allah da o toplum üzerindeki nimetlerini değiştirecek değildir. Bu Rabbimizin hikmetine terstir. Evet Rabbimiz herhangi bir topluma verdiği nimetlerini değiştirmeyecektir. Bu nimet iman nimeti olabilir, hidâyet nimeti, sağlık nimeti, servet nimeti, güvenlik nimeti olabilir. Bir toplum kendisini değiştirip, Allah’a kulluğunu bozup nankörleşmedikçe onlara verdiği nimetlerini Rabbimiz asla onlardan geri almamaktadır.
Tabii bu değişim müsbet de, menfî de olabilecektir. Rabbimiz tarafından beğenilen bir durum beğenilmeyen bir durumla değiştirilebileceği gibi, bunun tamamen aksi de olabilecektir. Yâni bir toplum tavırlarıyla Rabbimizin kendilerine lutfettiği nimetlerine ehil olmadıklarını göstermedikçe onlara lütfettiği nimetlerini esirgemez, çekip onların elinden geri almaz.
Meselâ Rabbimiz Kureyş’e nimetler göndermişti. Tüm dünyaya karşı büyük bir güven duygusu vermişti. İşte onlar kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, yâni kendilerine Allah’ın Rasûlü geldikten sonra onu ortadan kaldırma
3182] Besâiru’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin Tefsiri
3183] 8/Enfâl, 53
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eylemlerinden, Allah’la savaş cüretlerinden vazgeçmedikleri sürece Allah onlara verdiği bu nimetlerini değiştirecektir. Ama insanlar iyiye doğru, Hakka doğru, kulluğa doğru bir düzelme gösterirlerse Rabbimiz onlara daha çok nimetler gönderiyor. Günahlara doğru, isyanlara doğru bir eğilim gösterdikleri zaman da Rabbimiz ellerindeki nimetlerini geri alıveriyor.
Evet bu yasa kâfirler için de, mü’minler için de geçerlidir. Kâfirlerin de mü’minlerin de bu yasayı bilmeleri gerekmektedir. Eğer her gün biraz daha güzel Müslümanlığa yönelebilirsek, durumlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek, imanlarımızı, takvâlarımızı, teslimiyetlerimizi, amellerimizi, namazlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bize daha çok nimetler gönderecektir. Ama şu anda imtihan için bize verilen nimetleri Allah’a kulluk yolunda kullanmaz, bunların birer imtihan sebebi olduğunu unutursak kesinlikle bilelim ki bu nimetler elimizden alınacaktır. Hiç şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.3184
Hayreddin Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş diyorlar ki:
Burada genel bir kural, İlâhî bir âdet açıklanıyor: Allah’ın kullarına sayısız nimetleri vardır, bunları baştan vermesinin veya esirgemesinin de ilâhî adalet ilkesiyle çelişmeyen hikmet ve sebepleri mevcuttur. Ancak Allah verdiği bir nimeti durup dururken, nimete mazhar olan kulda bir değişiklik meydana gelmeden geri almaz, zıddı İle değiştirmez. Önce insanlar, Allah’ın hoşnut olmadığı bir şekilde değişirler, öz değerlerine yabancılaşırlar, ellerindeki nimetin şükrünü yerine getirmez, onu gerektiği yerde, gerektiği gibi kullanmazlar, şımarırlar, nimetlerin Allah’ın lütfü ile ilişkisini unutur, kerameti kendilerine mal ederler; güç, servet, ilim, iktidar gibi ilâhî nimetleri zulüm için kullanırlar... İşte böyle değişen ve bozulan insanların elinden nimet, onu veren Allah tarafından alınır ve yerine zıddı (felâket, mahrumiyet, sıkıntı) verilir.
Yukarıda3185 müşriklere yönelik bir uygulamanın tarihî örneği verilmişti. Bu âyet ise genel kuralın, İlâhî âdetin, tarihte olup biten bazı örnek ve uygulamalarını hatırlatmaktadır. Âyetlerden anlaşıldığına göre sosyal değişim daima düz bir çizgide ve ileriye veya önce ileriye sonra geriye doğru seyretmez. Allah’ın sünnetine (koyduğu kanunlara) göre değişimin belirleyici âmili ne tarihtir ne de insan irâdesi dışında bir başka sebeptir. Fert ve toplum olarak insanlar kendi iradeleriyle inanç, ahlâk ve zihniyet bakımından değişirler. Bu değişme üst yapıda, kültür ve medeniyette de değişmeler meydana getirir, değişim kemale doğru da zevale doğru da olabilir, değişimin ilâhî kanunu ve kuralı budur.3186
Kurtubî diyor ki:
“Onun önünden de, arkasından da kendisini Allah’ın emriyle koruyan izleyicileri vardır. Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz. Allah, bir toplumun da kötülüğünü diledi mi, artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur. Onların, O’ndan başka bir vekilleri de olmaz.”3187 Yüce Allah’ın: “Onun... izleyicileri vardır.” Yani Yüce Allah’ın gece ve gündüz bir diğerinin yerine geçen
3184] Besâiru’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3185] 8/52. âyet
3186] Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, Enfâl, 53-54. âyetlerin tefsiri
3187] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 745 -
melekleri vardır. Gece melekleri yukarı çıktımı, onların akabinde gündüz melekleri gelir.
“Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz.” Yüce Allah bu âyet-i kerîmede bir toplum da -ya bizzat kendileri, ya kendileri için gözetlemek durumunda olanlar, nezaret edenler, yahut herhangi bir sebep dolayısıyla kendilerinden sayılan bir kimse tarafından- bir değişiklik meydana getirilmedikçe o toplumun durumunu değiştirmeyeceğini haber vermektedir. Meselâ, Uhud günü okçuların kendi nefislerindekini değiştirmeleri sebebiyle Yüce Allah bozguna uğrayanların (önceki) hallerini değiştirmişti. Buna benzer şeriatte görülebilen başka misaller de vardır. Buna göre âyet-i kerîme; herhangi bir kimse önce bir günah işlemedikçe ona hiçbir şekilde ceza gelmez anlamında değildir. Aksine başkalarının günahları dolayısıyla musibetler de gelebilir. Nitekim Peygamber (s.a.s.): Sâlih kimseler aramızda varken helâk edilir miyiz? diye sorulunca, “Eğer f’ısk ve fücur artacak olursa evet” diye cevabını vermiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.)
“Allah bir toplumun da kötülüğünü” helâk ve azâbını “diledi mi artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur.” Yüce Allah, bir toplumun hastalık ve türlü rahatsızlıklar gibi bir takım belâ ve musîbetlere uğramalarını dileyecek olursa, onun belâsını hiçbir kimse geri çeviremez.
Bir diğer açıklamaya göre Yüce Allah, bir kavim hakkında kötülüğü dileyecek olursa, onların basiretlerini köreltir ve onlar da belâ ihtiva eden şeyi tercih eder ve onu işlerler. Böylelikle kendi ayaklarıyla helâklarına doğru yürürler. O kadar ki; onlardan birisi kendi eliyle, kendisini öldürmenin yollarını araştırır, kendi ayakları ile kendi kanını akıtmaya doğru yol alır hale gelir.
“Onların O’ndan başka bir vekilleri” bir sığınakları “da olmaz.” es-Süddî’nin yaptığı açıklamanın anlamı budur. Bir diğer açıklamaya göre; Allah’ın azabına karşı onları koruyacak bir yardımcıları olmaz.3188
Yine Kurtubî diyor ki:
“Bunun sebebi şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir. Ve şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir, bilendir.”3189 Bu buyruk, (azap için) gerekçe mâhiyetindedir. Yani, bu şekilde cezalandırma, onların Allah’ın nimetini değiştirmeleri, tebdil etmeleridir. Kureyş içine Allah’ın nimeti; verimlilik ve bolluktur; güvenlik ve âfiyettir: “Görmediler mi ki Biz onlara güvenilir bir haram (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafındaki insanlarda kapılıp alınmaktadırlar...”3190 es-Süddî der ki: Allah’ın onlara nimeti Muhammed (s.a.s.)’dır. Ancak onu inkâr ettiler. O bakımdan o da Medine’ye göç etti, İlâhî ceza da müşrikleri buldu.3191
3188] El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3189] 8/Enfâl, 53
3190] 29/Ankebût, 67
3191] El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İzzet Derveze diyor ki:
Sosyal Değişim Yasası
“Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye, bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz.” Bu cümle üzerinde durup düşünmek gerekir. Çünkü Yüce Allah’ın toplumsal hayata egemen kıldığı bir sosyal yasaya dikkat çekmektedir. İnsanlık, bu yasa uyarınca nimet ve intikam, refah ve yokluk, dirlik ve bozgunculuk arasında sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadır. Ayrıca âyet-i kerimede tüm zaman ve mekânlardaki insanlara yönelik evrensel bir mesaj yer almaktadır. İnsanların sahip oldukları nimetler, zaman zaman yaşadıkları cezalandırma amaçlı musibetler, iyilikler ve inim inim inleten felâketler durduk yerde ortaya çıkmazlar. Tam tersine bu durumların, insanlığın tutum ve davranışları ile, hayat tarzı ile doğrudan ilgisi vardır. Eğer insanlar bir yerde güçlü ve onurlu bir hayat sürdürüyorlarsa, huzurlu ve başarılı bir toplum örneğini sergiliyorlarsa, bunun tek nedeni hayat biçimlerinin hak ve doğruluk esaslarına dayanıyor olmasıdır. Üzerinde bulundukları bu hayat biçimini sürdürdükleri bu dosdoğru yoldan sapmadıkları sürece, konumlarının iyi niteliği kötülükle değiştirilmez. Bir yerde herhangi bir toplum güçsüz ise, musibetlerden belini doğrultamıyorsa, zillet içinde yaşıyorsa, yoksulluk çekiyorsa, hayatına kelimenin tam anlamıyla anarşizm egemense, kuşku yok ki, bunun tek nedeni, adı geçen toplumun hayat biçiminin sapıklığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa dayanıyor olmasıdır. Bu toplum, dengeli bir hayat çizgisine dönüş yapmadıkça, doğruluk ve dirlik yolunu izlemeye başlamadıkça, içinde bulunduğu kölü durum iyilikle yer değiştirmez, olumsuz hali, olumlu hale dönüşmez. Bu realite, eşyanın hakikatine yönelik dikkatli bir bakış ile daha bir belirginlik kazanır. Cümledeki ifade mutlak oluşun, ortaya konan gerçeğin, bütün insanları, bütün ortamları, bütün sınıfları, bütün ulusları, bütün dinleri ve bütün sosyal, ekonomik ve politik durumları kapsadığını anlatmaktadır. Bu bakımdan ifadenin Kur’an-ı Kerim’de yer alan hikmetli özdeyişlerin, deyimlerin ve somut örneklerin en vurgulayıcısı, en çarpıcısı ve en etkileyicisi olarak nitelendirilmesi yerindedir. Enfal sûresinde, bir ölçüde bu ifadeyi çağrıştıran bir âyet yer almaktadır: “Bir kavim kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir.” 3192 Ne var ki, incelemekte olduğumuz cümle, hem nimet, hem de musibet halini kapsayacak şekilde mutlak olması bakımdan daha geneldir.
“Allah bir topluluğa kötülük diledimi...” ifadesini açıklarken, bir topluluk olumsuz tavırları dolayısıyla Allah’ın cezasını hakettiği zaman.... şeklinde bir değerlendirmede bulunduk. Görüldüğü gibi bu değerlendirmemiz âyetin atmosferi ile örtüşmektedir. Âyet-i kerimede şu gerçek net biçimde ortaya konmaktadır: İnsanlar, kendi iradeleri ile nefislerinde olanı değiştirme kabiliyetine ve yetkisine sahip oldukları için yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyorlar. Vardığımız bu sonuç çeşitli münasebetlerle vurguladığımız gibi, Kur’an direktifleriyle de bağdaşır niteliktedir.3193
Yine İzzet Derveze diyor ki:
Allah’ın dünya toplumları için koyduğu kanundan -burada kasıt
3192] 8/Enfal, 53
3193] et-Tefsîru’l Hadîs, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 747 -
sünnetullahtır- bahsedilmiştir. Allah, bir kavme verdiği nimeti değiştirmez. Emniyetlerini korkuya, zenginliklerini fakirliğe, izzetlerini zillete, selametlerini helaka dönüştürmez. Ama o kavim, eğer Allah’ın sağlam yolundan sapar, günahlara ve kötülüklere dalarsa o taktirde Allah verdiği nimeti değiştirir. Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir. O, her şeyi işitir, her şeyi bilir ve kullarına yaptıkları ile muamele eder.
Yukarıdaki âyetler, Bedir Savaşı’nın sonuçlarını izlemek sûretiyle önceki âyetlere bağlıdır. Kâfirlerin durumunun, dünyevi azap yönünden Firavun kavmi ve daha önceki kavimler gibi olduğunu, ahirette de onlarla aynı âkıbeti paylaşacaklarını bildiriyor. Kâfirlerin başlarına gelen felâketi edebî bir üslûpla tahlil eden âyetler, onların, bu felâketi tutumlarından ve küfürlerinden ötürü hakettiklerini ifade ediyor.
Değişimin Yasası ve İçerdiği Sosyal Öğretiler
Burada, bütün zaman ve nesilleri içine alan mutlak bir ifade kullanılmış, Ölümsüz bir sosyal gerçekliğe dikkat çekilmiştir. Gerek olumlu gerekse olumsuz yönde bir toplumun sosyal değişimi, toplumun kendini değiştirmesine bağlıdır. Allah’ın toplum tabiatına koyduğu kanun budur. Yani, bir topluluk içinde bulunduğu olumsuz yapıdan, olumlu ve daha iyi bir sosyal yapıya ulaşmak için sahip olduğu olumsuz değer yargılarını olumlu yönde değiştirmek zorundadır.
Bu âyette, nimetin değişimi yani, iyiden kötüye bir değişim sözkonusudur. Bunun sebebi âyetin nüzul sebebi ve indiği zamandır. Ra’d sûresinin 11. âyet-i kerimesinde ise, hem iyiden kötüye hem de kötüden iyiye bir değişimden bahsedilmiştir. Nitekim, âyette şöyle buyuruluyor; “Bir kavim kendinde olanı değiştirmezse Allah ta onların durumunu değiştirmez.” Bu cümlenin açıklamasını yaparken çift yönlü değişimin, toplum bireylerinin çaba ve gayretine bağlı olduğunu söylemiştik. Çünkü Allah insana bu kabiliyeti vermiş ve ona sorumluluk yüklemiştir.
Bir kısım müfessirler, Tabiin ulemasından Süddi’ye nisbet ettikleri bir kavli nakletmişlerdir. 53. âyet hakkındaki bu kavle göre, âyette geçen nimet, Allah tarafından Kureyş’e, Muhammedî risalet ile verilen nimettir. Kureyş, Muhammed (s.a.s.)’i yalanlayınca, Allah bu nimeti Medineli Ensara verdi. Ancak Muhammedi mesajın, Kureyş için büyük bir nimet ve Hz. Peygamber’in kıyâmete kadar bütün âlemlere bir rahmet olarak gönderilmesi göz önüne alınırsa, âyetin mânâsından da anlaşılacağı üzere Kur’an’ın sosyal hikmetlerinden birini en kapsamlı, en geniş bir şekilde ele aldığı görülecektir. Bunu, Kureyş’in sözkonusu risalet nimetinden ebediyyen mahrum bırakılmayışı, sadece az bir zaman bu nimetten mahrum kalması da teyid ediyor. Fetih gerçekleştikten ve Mekke halkı Allah’ın dinine girdikten sonra Kureyş de bu nimetten yararlanmaya başladı.3194
Fahreddin Râzî diyor ki:
Küfran Olmadıkça Nimet Geri Alınmaz
Cenâb-ı Hakk’ın “Bir kavim, kendinde olan durumu değiştirip bozmadıkça, hiç şüphesiz Allah da, onu değiştirip bozmaz” buyruğuna gelince, bu hususta, bütün müfessirler bundan murâdın, “Allah, onlardan isyan ve fesatların zuhur etmesi durumu hâriç, onlardan intikam almak sûretiyle içinde bulundukları nimetleri
3194] et-Tefsîru’l Hadîs, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değiştirmez” mânâsı olduğunu söylemişlerdir. Kâdi demiştir: “Âyetin zâhiri, ancak bu mânâya gelebilir. Zira Allah, dünyada olan nimeti, kullardan gelen bir sebep olmaksızın verir. Yalnız, cezalandırma böyle değildir (Ceza, ancak kuldan gelen bir duruma karşılık verilir.) Çünkü Allah Teâla, gerek uhrevî ve gerekse dünyevî nimetleri sebep olmaksızın (hak edilmeksizin) verir ve bu hususta dilediğini, dilediğinden üstün kılar. Şu halde Hak Teâlâ’nın âyette bahsettiği “değiştirme”den muradı, helâk etme ve cezâlandırmadır.”
Sonra müfessirler ihtilâf etmişler ve bazıları, “Bu söz, daha önce geçen “(Müşrikler) senden, iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler” 3195 âyeti ile ilgilidir. Binâenaleyh Allah Tealâ, o müşriklerin başına, onların küfür ve günahta ısrar edecekleri iyice belli oluncaya kadar, köklerini kazıyacak bir azab indirmeyeceği beyan etmiştir” demişlerdir. Hatta bunlar şöyle de demişlerdir: “Onların içinde, ileride iman edecek kimseler olduğu veya onların soyundan iman edecek kimselerin geleceği bilinir ise, Hak Teâlâ onların kökünü kurutacak bir azab indirmez.” Diğer bazıları “Aksine âyetteki bu ifâde, mutlak mânâsı üzere geçerlidir ve bundan murat, “alabildiğine fesada dalmış ve Allah’a kulluk etmede yollarını bozup değiştirmiş her kavimden, Allah nimetlerini giderir (geri alır) ve onların üzerine çeşit çeşit azablar indirir” mânâsıdır” derlerken, bazı alimler de şöyle demişlerdir: “Bu kavimlerin içinde yaşamakta olan mü’minler de, bazan o azaba dûçâr olurlar.” Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Eğer insanlar bir zâlimi görür ve ona engel olmazlarsa, Allah’ın herkese şâmil bir azab indirmesinden korkulur.”
Ebû Ali el-Cübbâî ve Kâdî, bu âyeti iki meselede delil getirmişlerdir:
Birinci Mesele: Allah Teâlâ, babalarının günahları yüzünden, müşriklerin (küçük iken ölen) çocuklarına azab etmez. Çünkü onlar. Allah’ın kendilerinde olan hiçbir nimetini değiştirmemişlerdir ki, Allah da onların halini, nimetten azaba değiştirsin.
İkinci Mesele: Onlar (muhtemelen ehl-i sünnet’i kastederek) şöyle demişlerdir: “Âyet, Cebriye’nin şu şekildeki: “Kul, daha bâliğ olur olmaz, ondan ileri gelen bir sebep olmaksızın, Allah onu saptırıp hidâyetten mahrum bırakabilir. Bu ise, cezalandırmaktan daha müthiştir. Üstelik kulun tağyiri (bozması) da sözkonusu değildir” görüşünün yanlışlığına delildir.
Cevap: Âyetin zahiri, Allah’ın bu “değiştirme” meselesindeki fiilinin, kulun “değiştirme” fiilinden sonra olduğunu gösterir. Ama “Siz, Allah dilemedikçe, dileyemezsiniz” 3196 âyeti, kulun fiilinin, Allah’ın fiilinden sonra olduğuna delâlet eder. Böylece sanki bir tearuz ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak, “Allah bir kavmin de fenalığını diledimi, artık onun reddine hiç bir (çare) yok” buyurmuştur. Alimlerimiz, bu âyeti kulun fiillerinde bağımsız olmadığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kul, kâfir olduğunda, Allah Teâlâ’nın, o kulun dünyada ayıplanmaya, âhirette de cezaya müstehak olduğuna hükmedeceğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh kul şâyet imanı elde etmede bağımsız olsa idi, o zaman Allah’ın, kendisi hakkında irâde ettiği şeyleri reddetmeye de kadir olurdu. Bu durumda Hak Teâlâ’nın, “Allah bir kavmin de fenalığını diledi
3195] 13/Ra’d, 6
3196] 76/İnsan, 76
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 749 -
mi, artık onun reddine hiç bir (çâre) yok” buyruğu geçersiz olmuş olurdu. Böylece önceki âyet, her nekadar Mu’tezile’nin görüşü lehine bir delil ihtivâ ediyor gibiyse de, bu âyetin de bizim (ehl-i sünnet) mezhebinin doğruluğuna delâlet eden en kuvvetli delillerden biri olduğu sâbit olur. Dahhâk, İbn Abbas (r.a.)’ın: “O mu’akkıb (takibçi melekler) hiçbirşeyi savuşturamaz” dediğini; Atâ da yine İbn Abbas (r.a.)’ın: “Allah’ın bununla, benim azâbımı geriye çevirecek olan, benim hükmümü bozacak hiç bir şey yoktur” mânâsını kastetmiştir” dediğini rivâyet etmiştir.
Cenâb-ı Hak, “Onlar için O’ndan başka bir veli de yoktur” yani, Allah’ın dışında onlara veli olacak, Allah’ın kaza ve kaderini onlardan savuşturabilecek hiç kimse yoktur” buyurmuştur. Bu, “onların işlerini deruhte edecek İlâhî azabı onlardan defedecek bir sahib ve yardımcıları yoktur” demektir.3197
Yine Fahreddin Râzî diyor ki:
8/Enfâl, 52-54. âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
Firavun İle Mekke Müşrikleri Arasında Benzerlik:
Allah Teâlâ, daha önce de açıkladığımız gibi, Bedir’de kâfirlerin ahirette başına gerek bu dünyada gerekse indirdiği ve indireceği azabları, cezaları beyan edince, bunun peşinden bunun, kâfir ve zâlim olan herkes hakkında tatbik etmiş olduğu yolu ve âdeti olduğunu da beyan ederek. “Firavun hanedanının gidişi gibi” buyurmuştur. Buna göre mânâ, “Bunların küfürleri konusundaki âdetleri, tutumları, tıpkı küfürleri hususunda Firavun hanedanının âdeti gibidir “ şeklindedir. Binaenaleyh onlar, boğulmakla cezalandırıldıkları gibi, bunlar da öldürülmek ve esir alınmakla cezalandırılırlar. Arapça’da, de’b kelimesinin asıl mânâsı, bir şeyi, işi sürdürmek anlamına gelir. Nitekim, denilir ki, yani, “Falanca, o işe devam ediyor, onu sürdürüyor ve o hususta kendisini yoruyor” demektir. İnsan, âdetlerine devam edip onu sürdürdüğü için de, bu âdet ve tutuma, de’b adı verilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Çünkü Allah, en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetin olandır” buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın bundan maksadı, onların başına gelen bu peşin, dünyevî azabtan başka, tehir edilmiş ve ertelenmiş bir başka azâblarının daha olduğuna dikkat çekmedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlara indirdiği o azabın sebebi yerine geçebilecek bir hususu zikrederek, “Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez” buyurmuştur.
Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:
Allah’ın Takdiri İle Kulun Fiili Arasındaki Münâsebet
Kâdî şöyle demektedir: “Âyetin mânâsı şudur: Allah Teâlâ onlara akıl, kudret vermek; engelleri ortadan kaldırarak yollarını kolaylaştırıp âsân etmek suretiyle in’am ve ihsanda bulunmuştur. Onun böyle yapmasının maksadı, onların. Allah’a ibadet ve şükürle meşgul olmaları, küfürden vazgeçmeleridir. Fakat onlar bu durumları fısk ve küfr cihetine sarfedince, Allah’ın onlara olan nimetlerini değiştirmiş oldular. Böylece de hiç şüphesiz onlar, nimetin gazab-ı İlahî ile: lütuf ve
3197] Mefâtihu’l Gayb -Tefsîr-i Kebir-, Ra’d 11. âyetin tefsiri
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
keremin de, mihnet ve azâb ile değiştirilmesine müstehak oldular.” Kâdî sözüne devamla şöyle demektedir: “İşte bu husus, Allah Teâlâ’nın hiç kimseye işin başında azâb ve zarar vermediğine; O’nun yaptığı şeyin, daha önce işlenmiş birtakım günahlara verdiği bir karşılık olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Binâenaleyh muarızlarımızın dediği gibi, eğer Cenâb-ı Hak o insanları ve onların bedenlerini ve akıllarını cehennem için yaratmış olsaydı, bu doğru olmazdı.”
Âlimlerimiz de, âyetin zâhirinin İmam Kâdî’nin dediği şeyi hissettirdiğini, ama âyeti bu mânâya hamlettiğimiz takdirde, Allah’ın sıfatının insanın fiiline bağlı olması gerekeceğini söylemişlerdir. Çünkü eğer Allah’ın hükmü bu değiştirme ve iradeye göre olsaydı, o zaman bu hüküm ancak insanın o fiili yapması halinde tahakkuk eder; kuldan böyle bir fiil sâdır olmadığı zaman da, Allah’ın o hükmü ve iradesi tahakkuk etmemiş olurdu. Bu durumda da insanın fiili, Allah’ın zâtında bir sıfatın meydana gelmesinde müessir olmuş olurdu ve böylece insan, Allah’ın sıfatını değiştirmiş ve onda tesirli olmuş olurdu. Hâlbuki bunun böyle olamayacağı aklın bedaheti ile sabittir. Şu halde bu âyeti zahiri mânâsına hamletmenin mümkün olmadığı; doğrusunun Allah’ın, sıfatının, yaratıkların sıfatlarına galip gelmesi olduğu anlaşılır. Dolayısıyla (o hususta) Allah’ın hükmü ve kazası olmaz ise, kulun herhangibir işi yapması veya sözü söylemesi imkânsızdır.3198
Vehbe Zuhaylî diyor ki:
“Bir millet” sahip olduğu güzel halleri bırakıp çirkin huylar edinerek, günah işlemeyi adet haline getirerek “kendini bozmadıkça Allah onların” içinde bulundukları sıhhat, afiyet ve nimetlerini “değiştirmez,” yani nimetlerini ellerinden çekip almaz. “Allah bir kavmin fenalığını” azabını dileyince “artık onun önüne geçilmez”.
Bu koruyucu meleklerin birçok görevleri vardır: Bazıları insanı Allah’ın izni ve emri ile gece ve gündüz, ona zarar verecek şeylerden ve kazalardan korurlar. Bu görevi belirli melekler üstlenmiştir. Bunlar iki tane olup, biri arkada diğeri de önde, bu vazifeyi yerine getirir. Bazı melekler, iyi ve kötü amelleri yazarlar. Bunlar da iki kişi olup, insanın sağında ve solundadırlar. Sağdaki melek iyilikleri soldaki ise kötülükleri yazar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler.” 3199 Dolayısıyla her insanın yanında gündüzleyin dört melek, geceleyin dört başka melek vardır. Bunlardan ikisi koruyucu ikisi de amelleri yazan melektir.
Buhârî’de geçen bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: “Sizi geceleyin bir gurup melek, gündüzün de bir gurup melek takip eder. Sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Sizinle beraber geceleyen melekler Allah’ın huzuruna çıkarlar. Allah, sizi en iyi şekilde bildiği halde onlara ‘Kullarımı ne halde bıraktınız?’ diye sorar. Melekler de ‘Onların yanına geldiğimizde namaz kılıyorlardı. Bıraktığımızda da aynı haldeydiler’ derler”. Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Muhakkak ki tuvalete gitmeniz ve cima yapmanız dışında sizden hiç ayrılmayanlar vardır. Onlardan çekinin ve onlara hürmet edin”.
İbn Abbâs (r.a.) 11. âyet hakkında şöyle der: “İnsanoğlunun ardında ve önünde kendisini koruyan melekler vardır. Allah’ın takdiri geldiği zaman, onu
3198] Mefâtihu’l Gayb -Tefsîr-i Kebir-, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3199] 50/Kaf, 17-18
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 751 -
terkederler. Etrafında gözcülük yapan meleklerin, amellerini kontrol ettiklerini, söz ve davranışlarını kaydettiklerini bilen bir kimse, Rabbinin emirlerine karşı gelmekten son derece sakınır ve aleyhine kaydedilip kıyamet günü aniden karşısına çıkmasın diye isyandan ve günahlardan uzak durmaya çalışır. Bu durum aynen, erginlik çağından vefata kadar kayıt yapılan bir teyp kasetine benzer.
“Allah’ın emri ve izniyle onu gözetirler.” Onlar insanı, Allah kendilerine bunu emrettiği için korurlar. Veya insan günah işlediği zaman, tevbe etmesini ve Allah’a dönmesini ümit ederek onun için dua edip, Rabbinden ona mühlet vermesini isteyerek onu Allah’ın azabından korurlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân’dan kim koruyabilir?” 3200 Allah Tealâ, burada suç yokken cezalandırmanın olmayacağını bildirerek ihsan ve adaletinin ne kadar şümullü olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bir millet”, toplum yapısını yıkan, milletin tabiatını bozan zulme, isyana, bozgunculuğa, kötülüklerin ve günahların işlenmesine bünyesinde izin vererek “kendini bozmadıkça Allah, onların içinde bulundukları” nimetleri, sıhhat ve afiyeti “değiştirerek”, bu nimetleri onlardan uzaklaştırmaz ve bu şekilde “onları cezalandırmaz”.
Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: “İnsanlar zâlimi görüp de ona mânî olmazlarsa, Allah’ın azabının o milleti kuşatması yakındır.” Şu âyet de, bu mânâyı pekiştirmektedir: “Aranızdan yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının.” 3201
İslâm tarihinin geçmiş asırlardaki olayları açık bir şekilde göstermektedir ki Allah Teâlâ, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu izzet, kuvvet, refah, istiklâl, ilim, siyaset, ekonomi ve toplum hayatındaki basarı gibi nimetleri, ancak onlar kendi hallerini değiştirip, Kur’an’dan başka sistemleri geçerli kılarak dinlerini ihmal ettikten, Peygamberlerinin (s.a.s.) sünnetini terkedip, başkalarını taklit ederek aralarındaki yardımlaşma bağları zayıfladıktan, ahlâklarında kötüleşerek aralarında büyük günahlar yayıldıktan sonra değiştirmiştir. Allah, yeryüzünü onu ıslah edip düzeltenlere vaadederek şöyle buyurmuştur: “Yeryüzüne ancak onu iyi ve doğru bir şekilde imâr eden kullarımın mirasçı olduğunu...” 3202 “Yeryüzü şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç, Allah ‘a karşı gelmekten sakınanlarındır.” 3203
Daha sonra Allah Tealâ, azap etmeye mutlaka kadir olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: “Allah, bir millete fakirlikle, hastalıkla, işgal edilmekle veya benzeri belâlarla azab etmeyi dileyince hiçkimse onlardan bu azabı uzaklaştıramaz. Onlar için Allah Tealâ’dan başka, işlerini üzerine alan, onlara fayda sağlayıp zararı uzaklaştıran bir yardımcı da yoktur. Şu ilâh oldukları iddia edilen putlar ise faydalı şeyi yapmaktan ve zarar veren bir eziyeti def etmekten âciz oldukları için ilâh olmaya asla müstehak değildirler”. Bütün bunlar göstermektedir ki Allah, ne zaman olursa olsun insanlara azab etmeye muktedirdir. Dolayısıyla azabı hemen istemek ne aklın ne de hikmetli olmanın gereğidir.
Âyetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
3200] 21/Enbiyâ, 42
3201] 8/Enfâl, 25
3202] 21/Enbiyâ, 105
3203] 7/A'râf, 128
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetler, şu hususlara işaret etmektedir:
Allah’ın tahsis etmesiyle insanın yanında gece ve gündüz dört melek vardır. Bunlardan ikisi onu korurken diğer ikisi yaptıklarını kaydederler. Bu melekler gece ve gündüz nöbetleşerek, insanın amellerini takibata alıp yazarak muhâfaza ederler. Hasan Basrî şöyle der: “İnsanı takib eden dört melek vardır ve bunlar sabah namazında bir araya gelirler.”
“Allah’ın emri ve izniyle” demektir. “Min”, ile mânâsınadır. Sıfat harfleri birbirlerinin yerine kâimdirler. Ferrâ der ki: “Âyette takdim tehir vardır. Takdiri: İnsanoğlunu, Allah’ın emriyle takibedenler vardır. Onu ardında ve önünde gözetirler, şeklindedir.”
Meleklerin bizi korumakla görevlendirilmeleri, bizi hayırlı işler yapmaya ve Allah’a itaat etmeye teşvik eder. Ayrıca bu sayede insan günahlara karşı daha çok tetikte olur. Kulların yaptıkları amellerin yazılması konusunda ise kelâmcılar şöyle demişlerdir: “Yazılan bu sayfalar, tartıldıklarında hangi kefenin ağır geldiğini anlamaya yarar. Zira Allah’a yapılan ibâdetlerin konulduğu kefe ağır basarsa sahibinin cennet ehlinden olduğu anlaşılır. Eğer aksi olursa sahibi, cehennemliklerdendir.”
Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez. Bir millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir ya da herhangi bir sebepten dolayı içlerinden biri, bozulmaya vesile olur. Meselâ: Uhud günü okçular Rasûlullah (s.a.s.)’ın emrine isyan edip kendilerini değiştirdikleri için Allah da müslümanların durumunu değiştirip, onları hezimete uğratmıştır. Müfessirlere göre âyetten maksat şudur: “İnsanlar, Allah’a isyan edip, hallerinde bozulma meydana gelmedikçe Allah Tealâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları nimetleri ellerinden almaz.”
Bu mânâ, cemaate yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işlemiş olması şart değildir.
Eğer Allah, insanlara hastalık gibi bir belâ vermek isterse artık o belânın önüne geçilmez. Denilmiştir ki: “Âyetin mânâsı şöyledir: ‘Eğer Allah, bir milletin azabını dilerse onların basiretlerini köreltir, onlar da belâya sebep olacak şeyleri seçip onu yapar, helak olmaya ayaklarıyla giderler. Dolayısıyla kötü akıbetlerini elleriyle aramış, kanlarını akıtmaya kendi ayaklarıyla gitmiş olurlar. Allah’ın dilemesi ve azabı karşısında hiç kimse ne bir sığınak ne de bir yardımcı bulabilir, diye tefsir etmek daha doğrudur: “İnsanlık için, Allah’tan başka kimse yoktur; tanrı oldukları iddia edilen put ve benzerleri ise hiç bir şey yapabilecek durumda değildirler. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile. yaratmayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen de istenen de âciz!” 3204
Yine Vehbe Zuhaylî diyor ki:
Allah Teâlâ hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adâletli olduğunu belirtmekle; o gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş’i Allah’ın
3204] Hacc, 22/73). (Tefsîru’l Münîr, Ra’d, 11. âyetinin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 753 -
kendilerine verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber vermektedir. Nitekim şu âyet de bunu ifade eder: “Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için, ondan başka bir veli de yoktur” 3205
Açıkça anlaşılıyor ki, nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve kötü ahlâk sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette: “Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.” 3206 buyurur.
Bütün insanlar, Allah’ın gözetimi altındadır. Onun için: “Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve kemaliyle bilicidir” buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir. Sonra Cenab-ı Hak, geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: “Firavun hanedanının gidişi gibi” buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte, birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci sebebinin, Allah’ın âyetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci sebebinin Rablerinin âyetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekillerini -çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır. “Rablerinin âyetleri” sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra daha çok işaret etmektedir. Kısacası bu azap edilenler, hem Allah’ın varlığını ve birliğini, hem de Allah’ın kendilerine lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak âyeti: “Hepsi de zâlimlerdi” sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de, Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem de eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Allah Teâlâ da, onlara verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri, küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha şiddetli oldu. Firavun hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi.
Âyetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Servet ve mal bolluğu içinde olsalar da, kâfirlerin hali ne kadar kötüdür. Çünkü sonuçta kötü sonla karşı karşıya kalacaklar. Şu halde meseleye yüzeysel olarak bakanların sandığı gibi mutluluk, mal ve çoluk çocukla değil, iman, kalp huzuru ve dünyayı ahirete yönelik amellerle değerlendirmekledir. Bu gibi kâfirler, her yerde her zaman bedbahttırlar. Keşke onlar, tarihte kendilerinden önce geçenlerden ibret ve öğüt alsalardı.
Müşrikler, Peygamber (s.a.s.)’e ve mü’minlere şiddetli eziyetlerde bulundular. Onlarla çok çetin savaşlar yaptılar. Mekke’deki mallarını ele geçirdiler, fakat sonuç ne oldu? Hayır mı ele geçirdiler, yoksa şer ve kötülük mü topladılar?
3205] 13/Ra'd, 11
3206] 68/Kalem, 44
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şüphesiz onlar, Bedir”de en feci şekilde öldürüldüler. Canları alınırken en şiddetli şekilde dövüldüler. Meleklerin azap ettiği sıra onların hali bize görünseydi, son derece şaşılacak bir hal görürdük. Hasan el-Basrî der ki: Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’e: “Ya Rasûlullah! Ben Ebû Cehl’in sırtının nal gibi olduğunu gördüm” deyince, Rasûlullah (s.a.s.): “O, meleklerin dövmesinden” buyurdu.
Sonra onlar, cehennemde en şiddetli azabı, hissen ve mânen tadacaklar. Onların dünya ve ahirette azabla karşı karşıya kalmaları, kendilerine zulüm yapılması değildir. Allah, asla kuluna zulmetmez. Çünkü O, yolunu açıklamış, peygamberlerini göndermiş, onlara akıl, kudret ve engelleri kaldırmakla lütfetmiş. Artık onlara düşen, küfürden vazgeçip Allah’a ibadet ve şükürle meşgul olmalarıdır. Fısk ve küfür içinde kaldıkları sürece Allah’ın kendilerine olan nimetini değiştirirler. Nimetin cezaya, lütfun sıkıntıya dönüştürülmesini hak ederler. Bu, Allah Teâlâ’nın hiç kimseye sebepsiz azap etmediğinin, zarar vermediğinin en büyük delilidir.
O, ancak kendilerinin yaptıkları masiyetlere ceza verir. Bazılarının zannettiği gibi, Allahü Teâlâ onların vücudlannı ve akıllarını, daha ilk baştan cehennem için yaratsaydı, bu, Allah’ın adaletine, hikmet ve rahmetine uygun düşmezdi. Şüphesiz onlar küfür ve masiyette, Allah’ın varlığını ve birliğini inkârda, peygamberleri yalanlamada, inkâr ve inadı, şükür gerektiren nimetle değiştirmede Firavun kavmine benzediler.
Firavun hanedanının ve Mekke müşriklerinin Allah’ın kendilerine verdiği nimeti değiştirmeleri, nimet sahibi Allah’ı inkâr ve putlara tapmaları şeklinde oldu. Bunun üzerine, Allahü Teâlâ onlara lütfettiği iyilikleri -Mısır’da çok meyveler yaratması, Mekkelilere bol rızıklar sağlaması gibi- geri aldı. İstenmeyen bu hal, daha kötü hale dönüştü. Bunun üzerine, onlara peygamberler gönderdi. Gönderilen bu peygamberleri yalanladılar, düşmanlık ettiler, öldürmek istediler. Allah da, onların halini, olandan daha kötü duruma çevirdi. Onlara verdiği mühleti, acele azaba döndürdü.3207
Bayraktar Bayraklı diyor ki:
Değişimin Dinamikleri:
“Bir (toplumu oluşturan fertler) kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez.” Âyetin bu kısmı, toplumlardaki değişim dinamiklerine dikkat çekmektedir. Bir toplumu olumsuz mânâda Yüce Allah’ın değiştirmesinin sebebi, o toplumun fertlerinin kendi iç âlemlerini değiştirmeleridir.
Kendi nefislerindekini, yani şahsiyetlerini, düşüncelerini, niyetlerini olumsuz mânâda değiştirmeleri, Yüce Allah’ın onları değiştirmesine sebep olmaktadır. Demek ki psikolojik değişim, sosyal ve siyâsî değişime sebep olmaktadır. Toplumun fertlerinde manevî değişim olmadıkça Allah onları değiştirmemektedir.
“Bu da, bir milletin (fertlerinin) kendi iç âleminde bulunanı değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır”3208 Buradaki nimet ekonomik nimet olacağı gibi siyâsî erk, yani devlet olma nimeti de olabilir. Her iki
3207] Tefsîru’l Münîr, Enfâl, 53. âyetinin tefsiri
3208] 8/Enfâl, 53
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 755 -
nimetin değişimi bu âyette de psikolojik değişime bağlanmakta ve aralarında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, bir toplum kötüden yana değişime uğruyorsa, bunun sebebini kendi şahsiyetlerindeki değişimde görmeli ve ona bağlamalıdırlar. Kendi şahsiyetini değiştirmeyen halkın meydana getirdiği toplumu Allah da değiştirmeyecektir. Demek ki toplumların bundaki değişim gücü, halkın beynindeki düşünce, niyet, iman ve kötüden sakınma denen takvâdaki değişimdir. Halk yaşadığı toplumun altına, kendindeki olumsuz değişimi dinamit olarak koymaktadır.
Yüce Allah yıkılışa doğru giden değişimin nedenini söylerken aynı zamanda olumlu mânâdaki değişime de işaret etmektedir. Halkın olumlu mânâda değişimi toplumun olumlu mânâda değişimine ve gelişmesine sebep olacaktır.
“O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık” 3209. Bu âyet de, bereketin artışını iman ve kötüden sakınma gibi manevî oluşumlara bağlamaktadır. Âyetin bu kısmında geçen ve bizim değişim olarak mana verdiğimiz yüğayyir/tağyîr kelimesi, “bir halden diğer bir hale dönmek, ayrı cinsten olmak, muhalefet etmek” anlamına gelmekte ve tebdîl kelimesine yakın mânâ taşımaktadır.
Kendini hakka değil de hakkı kendine tabi kılmak, kâinatı yıkacak kadar büyük değişime, büyük bir felâkete neden olabilmektedir. “Eğer hak, onların hevasına, kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler.” 3210
Tüm kâinatı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi değişime uğrayınca toplumun toz-duman olmasına neden olmaktadır. İnsanın amacı doğruluk, şeref, güzellik ve iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevaya tâbi olmaktır.
İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.
Nisa 119’da geçen tağyir kavramı, “Allah’ın yaratmasını, yani fıtratı değiştirmek” anlamına gelmektedir. “(İblis:) Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını tağyîr edecekler, değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”
Doğru yoldan çıkmak, boş kuruntular peşinde koşmak, Yüce Allah’ın doğa kanununu değiştirmeye kalkmak toplum için yıkımı getirecek değişimi başlatmaktadır. Bu âyetten hareket eden Râzî değişimin boyutlarını, karışım, noksanlaşma
3209] 7/A'râf, 96
3210] 23/Mü'minûn, 71
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bozulma olarak vermektedir.
İnsan kendi saf olan düşünce, niyet ve inancına sahte ve zararlı olan görüşleri katarsa iç âleminin kıvamını, saflığını ve şeklini değiştirir ve iç dengeleri bozar. Bu bozulma, bu değişim onun içinde durmaz, topluma sıçrayarak oradaki düzeni bozar ve onu çürütmeye başlar. Diğer taraftan insan, şahsiyetinin bütünlüğünü bozar, parça parça eder ve onda delikler meydana getirirse onda bir noksanlaşma meydana getirir. Beyinle gönül arasını ayırmak, onların eylemlerinde noksanlaşma meydana getirecektir. Nefsin beyin ve gönül ile olan bağlarını kesmek de bir noksanlaştırma ve bir köklü değişimdir. İnsanın iç âleminde meydana gelen bu değişim buharlaşarak İlâhî değişimi alıp gelecektir. Demek ki sosyal değişimin ana dinamiğini halkın şahsiyetinin ve kimliğinin değişimi teşkil etmektedir.
“Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilmek diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” Halk, kendi iç âlemindekileri bir daha iyiye doğru değiştirmeyecek şekilde değiştirince, kendi kaderini kendisi belirlercesine Yüce Allah’ın onlara karşılık vermesine neden olmaktadır. Halk, iç alemindeki kötüden yana gerçekleşen değişimi, iyiden yana olması gereken düzeye getirmek için çalışmazsa Yüce Allah onlara ceza vermektedir. İyiden yana değişimsizlik Allah’ın cezasını getirip devreye sokmaktadır.
Kötüden iyiye doğru değişim mutlaka olmalıdır. Eğer bu değişim olmazsa, bu değişimin bıraktığı boşluğu ilâhî ceza doldurmaktadır. Değişimsizliğin getireceği İlâhî cezayı geri çevirmek mümkün olmadığı gibi bu konuda yardım almak da olası değildir. Âyetin son kelimesi olan “vâl” velî kelimesinden türemiştir ve “dost, yardımcı” demektir. Sığınak, Allah’ın azabına karşı koruyacak bir yardımcı, bir vekil de yoktur. O zaman o toplum geri dönüşü olmayan çöküşe doğru ilerliyor demektir. İyiden yana değişime sırtını dönen topluma Yüce Allah’ın takdir ettiği çöküş cezasını hiçbir proje geri çeviremez.3211
Yine Bayraktar Bayraklı diyor ki:
“Bu böyledir, bir toplum, kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” 3212 Bu âyetin analizi bizi siyasî ve sosyal değişimlerin dinamiklerine götürecektir.
“Kendinde bulananı değiştirme”nin anlamı, toplumsal ahlâk ve meziyetlerdir Âyetteki nimet, siyasî erkin meydana getirdiği nimettir. Başka bir ifade ile bir toplumun sürü olmaktan kurtulup devlet kurması bir nimettin Nimete başka bir mânâ da verilebilir: Güzel ahlâk ve meziyetler toplum için önemli sosyal ve mânevî nimetlerdir. Bu nimetlerdeki değişimi meydana getiren sebep insanların, o toplumdaki fertlerin şahsiyetlerini, güzel ahlâk ve meziyetlerini değiştirmeleridir, İnsanların meydana getirdiği bu değişim İlâhî değişimi getirmekte ve onun sebebi olmaktadır.
Bir toplum kendi iyi hallerini bozmadıkça Allah’ın onlara bahşettiği ekonomik, siyasî ve ahlâkî nimetleri değiştirilmeyecektir Allah’ın r.imetlerini değiştirmesi, onların başına felâketlerin gelmesi demektir. Beşerî değişim ilâhî
3211] Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3212] 8/Enfâl, 53
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 757 -
değiştirmeye sebep olmaktadır. Toplumdaki değişim Allah’ın onlara bahşettiği devlet kurma nimetini değiştirmekten yana oluşuyorsa, Allah o toplumu çökertir yerine başka bir toplum getirir. Böylece İlâhî değiştirme siyasî erkin el değiştirmesi şeklinde tecelli eder.
Allah’a kul olmayanları, Allah başkalarının kölesi yapar. 50. âyette geçen “inkâr” meselesini buraya taşırsak, insanın tevhid inancından vazgeçmesi 53. âyetteki değişimi ifade etmiş olabilir. Allah’a inanmayan toplumun başkalarına köle olması mukadderdir diyebiliriz.
‘Kendilerinde bulunan” ifadesine başka bir anlam daha verilebilir: Toplum iç dinamiklerini değiştirmedikçe, dış dinamikler onları asla değiştiremeyecektir. Toplumların içten çürüyeceğini, içteki özellikler kötüden yana değişmedikçe, Allah onlara dışarıdan değiştirici bir etki yapmayacaktır.
Allah, bir devletin iç işleri düzgün yürüdükçe, iç dinamikleri bozulmadıkça onları değiştirmeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bunu biyo olgu ile açıklayabiliriz: Kanama iç organlarda ise Ölüm tehlikesi var demektir, kanama dışta ise tehlike az demektir. Bu kanunu ile Allah onların yöneticilerine iç dinamiklerdeki değişimin toplumu yıkmaya götüreceğini öğreterek, değişmeyen evrensel siyasî kanunu koymuştur.
Ra’d sûresinin âyetinde de aynı kanun gündeme getirilmekte, öncelikli iç dinamiklerin kötüden yana insan iradesiyle değiştirilmesinin ifade edilmesinden İlâhî iradenin devreye gireceği vurgulanmakta ve bu ilâhî iradenin tecelli etmesinin asla durdurulamayacağına dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah bu kanunu toplum açısından koymaktadır, ama toplumsal değişimin ferdî mânada psikolojik değişimle gerçekleştiğini belirtmektedir. Siyasal, sosyal, ekonomik ve ahlâkî değişimin temelinde insanların mânevî değişimlerinin olduğunu söylemektedir. Böylece içten dışa doğru bir değişim sürecinin olduğu gündeme getirilmektedir. Allah insanın içinde oluşan sesleri ve fırtınaları bilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah Bedir Savaşı’nı anlatırken geçmişe işarette bulunmakta, kötünün devamlılığını anlatırken olguların benzeşmesine dikkat çekmekte, o dönemin dinamiklerinin hâlâ devam ettiğini vurgulamakta, günümüzü yorumlarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini öğretmektedir Bir taraftan bize iyi ile kötüyü öğretirken diğer taraftan da kötüden caydırmaya çalışmaktadır.
Âyette kötüden yana değişimin sebepleri anlatılırken, iyiden yana değişimin sebeplerini çıkarmamız istenmektedir. Böylece kullarına doğru düşünmeyi öğretirken, bizim de aynı yollarla insanlara öğretmemiz istenmektedir, Enfâl sûresinin 49 ile 54, âyetleri arasında bu öğretim tarzını görmek mümkündür. Olgular sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatılırken, geçmişten geleceğe ışık tutulmakla Bedir Savaşı gibi bir olgunun etrafına evrensel öğretiler örülmektedir.3213
Süleyman Ateş diyor ki:
Her biri için önünden arkasından kendisini izleyen (görevli melekler vardır;
3213] Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onu Allah’ın emriyle korurlar. Bir millet (hayat kanununa uyup) kendi (ahlâk ve düzenini) değiştirmedikçe, Allah, onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez. Allah bir millete fenalık yapmayı irâde buyurduğunda, artık onu geri çevirecek yoktur ve onlar için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulunmaz.”
Her Millet Kader Çizgisini Kendisi Çizer
“Bir millet (Allah’ın koyduğu kanunlara uyup) kendi (ahlâk ve fazîlet doğrultusundaki düzenini) değiştirmedikçe, Allah onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez.” 3214 İlgili âyetle, insanlar için konulmuş zahirî ve bâtınî hayat kanunları hatırlatılıyor. Şüphesiz bu kanunlar değişmez. Çünkü bunlar bize uymazlar, biz onlara uymak zorundayız. Hepsi de insanı başıboşluktan, disiplinsizlikten, sorumsuzluktan ve sınırsız hürriyet arzusundan kurtarmaya; hayatımızı asıl gayesine yöneltmemize, fıtratımızdaki imân cevherine, ruhumuzdaki Allah duygusuna uygun bir ömür yaşamamıza yöneliktir. O bakımdan bir kavim, bir topluluk, bir millet veya bir aile, hayat kanunlarını bilir, yaratılışının hikmetini anlar, her şeyin belli bir ölçüye göre yaratıldığına inanır ve öylece izlediği yolu ve arzuladığı hedefi ilâhî hoşnutluktan yana belirlerse, mutlu olur ve her iki âlemde de Allah’ın rahmet ve yardımına lâyık görülür. Uymayanlar ve belirtilen çizgiden sapanlar ise, mutsuz olurlar. O yüzden kendilerini ilâhî azaba sürükleme basiretsizliği içinde ebedî hayatlarını da karanlığa gömerler.
Unutmayalım ki, varlık âleminde her şey yaratılışındaki plân ve programa göre, bir gaye ve hizmet için yaratılmıştır. Örneğin: Koyun süt ve yün vermek, aynı zamanda üreyip çoğalmak, her bakımdan kendisinden yararlanmak için yaratılmıştır. O halde onu ancak bu özelliği doğrultusunda kullandığımız sürece, hem yaşama şansına sahiptir, hem de hilkatindeki hikmete göre, bize faydalı olur. Onu başka bir amaca çevirdiğimiz zaman, özelliğini kaybetme bedbahtlığına uğrar ve hayat kanunu onu kasabın bıçağına teslim eder.
İşte milletler ve aileler de böyledir; var olmalarının hikmetini unutur, hayat kanunlarını dinlemez bir düzeye gelirlerse, verimsiz, hatta zararlı olmaya başlarlar. Varlık alanında yaşamalarının anlam ve hikmeti kalkar.
Kronik bir kumarbazı veya alkolik bir aile reisini düşünün: Her ikisi de fıtrat ve hılkatlarıyla bağlantılı bulunan hikmet ve gayenin dışına çıkmış ve haklarındaki ilâhî programa ters düşmüşlerdir. O nedenle yaşamalarının hikmeti kalmamış, aile reisi veya baba, ya da anne olma özelliklerini yitirmişlerdir. Faydalı olacakları yerde, hem kendilerine, hem çevrelerindekilere zararlı olmaya başlamışlardır. Pişmanlık duyup dönüş yapmaz, üzerinde bulunduğu yolun uçuruma uzandığını idrak edip geri dönmezlerse, sonları elem ve hüsran olur. Zira her şey gibi, insan da hikmetsiz, anlamsız, faydasız yaratılmamıştır. O mutlak anlamda birtakım gaye ve amaçlar için yaratılmıştır. Önüne değişmiyen hayat kanunları konulmuştur. Amacından saptığı, hayat kanunlarını aştığı takdirde ilk tokadı bu kanunlardan yemeğe mahkûmdur. İlgili âyetle bu inceliklere işaret ediliyor.
“Her birimiz birçok müşterek merkezleri bulunan dairelerle çevrilmiş bulunuyoruz. İlk merkez bizden başlayıp genişler. İçine anayı, babayı, eşi ve çocukları alır. İkinci merkezin içinde ise, akrabalar vardır. Ondan sonrakilerde vatandaşlar, sonuncusunda da bütün insan nesli yer alır. Bu dünyada Allah’a ve insanlara
3214] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 759 -
karşı olan vazifemizi yapabilmemiz için Allah’ın bize bahşetmiş olduğu kudret ve kabiliyeti geliştirmek zorundayız. O bize her şeyi vermiştir. O irademize hükmeden ve ona yol gösteren yüce varlıktır. İnsanlığa ve ondan sonra da Allah’a karşı olan sorumluluğumuzu iyilik ile kötülük ve neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkındaki bilgimiz ve inancımız tayin eder.” diyen düşünür, insanın varlıktaki yerine ve yüklendiği sorumluluğa dikkatleri çekmekte, yalnız kendimiz için yaşamadığımızı hatırlatmaktadır.
O halde iyi bir davranışta, kutsal bir harekette, faydalı bir hizmette bulunduğumuz zaman çok neşeli olmalıyız. Bilmeliyiz ki, bu hayat programımızda Allah’ın payı çok büyüktür.
Allah Kötülük Yapar mı?
“Allah bir kavime (topluma) fenalık yapmayı irâde buyurduğunda, artık onu geri çevirecek yoktur.” Allah kimseye kötülük ve haksızlık etmez. O mutlak anlamda âdildir ve merhametlidir. Kâinatın sağlam esaslara bağlı kalması, düzen ve denge içinde süresinin sonuna kadar varlığını koruması için şaşmayan kanunlar koymuş ve böylece kâinatı insanın hizmetine vermiştir. İnsanı da kendisine ibâdet etsin diye yaratmış ve bu mânayla onu çok şerefli bir düzeyde tutmuştur. Kâinatta yer alan eşyadan her biri yaratıldığı gaye doğrultusunda hizmetini verirken, insanoğlu hilkatinin anlam ve hikmetini düşünmeden ayrı bir hayat yolu seçip İlâhî düzen ve dengenin dışına taşarsa, Allah’ın koyduğu hilkat ve hayat kanunları tarafından cezalandırılır. İşte Allah’ın bir kavim ya da millete kötülük etmeyi irâde buyurmasının bir bakıma yorumu budur.
Hatırlatalım ki günahkâr insanın önünde derin uçurumlar vardır. Nefsine hâkim olmayanları, acı sonuçlar beklemektedir. Hilkat kanununun bağlı bulunduğu gaye ve amaç çizgisinden sapanın, yolunun üzerinde birçok tehlikeler pusu kurmuştur. İman ile küfür arasında bocalayıp kararsızlık içinde zikzak çizenlerin yolu, Allah’tan başkasına uzanmaktadır.3215
Yine S. Ateş diyor ki:
“Bu böyledir: Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendilerindeki (huy, yaşayış ve davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirici değildir ve şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”3216
Bu böyledir. Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendi durumlarını; huy, yaşayış ve davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirmez. Nimete ihânet edip nankörlükte bulunan bir millet hakkında, Allah, sünnetullahı gereği hükmünü değiştirir, şöyle ki :
a) Saltanat, aşağılanmaya ve hakirliğe,
b) Emir ve kumanda, esaret ve köleliğe,
c) Huzur ve sükûn, dert ve ıstıraplara,
d) Rahat ve neşe, elem ve üzüntülere,
e) Bol nimet, açlık ve sefalete,
3215] İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3216] 8/Enfâl, 53
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
f) Hürriyet ve bağımsızlık, istilâ ve boyunduruk altına girmeye,
g) Tatlı hayat, ölüm ve işkenceye dönüşür.
Bu husustaki âyetten çıkan özet şudur: “Ey insanlar! siz inkâr ve azgınlığa dönerseniz, biz de sünnetimiz gereği size azâbımızla döneriz, amelinize uygun gelen hükmümüzü harekete geçirip uygularız.” İşte, bu Allah’ın yakalayıp kahretmesi demektir. Şüphesiz ki, zâlim bir toplum veya milletin sonu hüsran ve felâkettir,
Tarihin akışı içinde bu tür olaylar sık sık meydana gelir; ambalaj bakımından farklı görünseler de esas ve mahiyet itibariyle pek değişik sayılmazlar. O halde geçen olaylardan ibret ve öğüt almak, geleceği ona göre hazırlamak için tarihi ve tarih felsefesini çok iyi bilmek gerekir. Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’de bazı milletlerin hayatından, cereyan eden önemli olaylardan söz edilip yer yer yeni olaylarla karşılaştırıp benzetmelerde bulunulurken tarih okumamız tavsiye edilmektedir.
İnsan fıtratında özü ve mayası mevcut olan din ve Allah duygusunu aksi yöne çevirip onu amaç ve hikmetinden uzaklaştırmak, Allah’ın insan hakkındaki hükmünün değişmesine sebep olur. Tarihte bunun birçok örnekleri vardır.
Mekkeli putperestlerin ve onlara benzeyen inkarcıların tutum ve gidişi, Fir’avn ve daha öncekilerin gidişine benzetilerek, ardarda iki yerde konu edilmektedir. İkincisi, önemi itibariyle birincisini te’yid etmektedir. Şöyle ki: Birincisiyle onların inkâr ve tuğyanı, ikincisiyle hakkı yalan sayıp inkârda inat etmeleri belirtilmektedir.3217
Muhammed Ali Sâbûnî diyor ki:
Şüphesiz Allah, herhangi bir kavme verdiği nimeti, onlar durumlarını çirkin durumlarla değiştirmedikçe, onlardan çekip almaz ve yok etmez. Bu, Allah’ın sosyal kanunlarındandır. O, herhangi bir kavme verdiği afiyet ve nimeti, emniyet ve izzeti, onlar bu nimetlere karşı nankörlük edip günahlara dalmadıkça değiştirmez. Hadiste şöyle buyrulmuştur: “Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöyle vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi bir ev halkı Allah’a itaat eder, sonra bu hallerinden Allah’a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevmedikleri şeyi verir.” Yüce Allah herhangi bir kavmin yok olmasını veya azaba uğramasını istediğinde hiçkimse bunu geri çeviremez. Allah’ın azabından ve belâsından onları koruyacak herhangi bir dostları yoktur.3218
Yine Sâbûnî diyor ki:
Onların başına gelen bu azap, Allah’ın, hükmünde adil oluşu sebebiyledir. O, herhangi bir kimseye verdiği nimeti, ancak işlediği günah sebebiyle değiştirir. İnsanlar, Allah’ın verdiği nimeti inkar ve isyanla değiştirmedikçe, Allah nimeti azapla değiştirmez. Meselâ Kureyş kâfirlerinin Allah’ın verdiği zenginlik, bolluk, emniyet ve âfiyet nimetini, inkâr, Allah yolunda alıkoyma ve mü’minlere karşı savaşma gibi şeylerle değiştirmeleri gibi. Süddi şöyle der: Allah’ın Kureyş’e verdiği
3217] İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3218] Safvetü’t-Tefâsir, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 761 -
nimet Muhammed (s.a.s.)’dir. Onlar onu yalanladılar ve inkar ettiler. Allah da onu Medine’ye nakletti ve müşriklere azap indi. Yüce Allah, onların söylediklerini işitici, yaptıklarını da bilicidir.3219
Mahmut Toptaş diyor ki:
“O insan için önünde ve arkasında, onu ard arda takib eden ve onu Allah’ın izni ile koruyan melekler vardır.” Amellerimizi yazan “kirâmen kâtibîn” melekleri biri iyi amelleri, diğeri de kötü amelleri günlük yazarlar. Bazı imansızlar nasıl yazıyorlar benim o kadar günahım varki bunları yazmakla camiler dolusu defter eder diyor. Ama insan bilgisayar denen bir âletin disketine bir kütüphane dolusu kitabı doldurup onu disketin içine sığdırabiliyorsa, keyfiyeti bizce bilinmeyen bir yazım da basittir, onu da Allah (c.c.) meleklerine bu görevi yaptırır. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Hâfızamızda ortalama elli senedir gördüklerimiz, duyduklarımız, yaptıklarımız yazılı ama beynimizde pek yer işgal etmiyor. İşte bu Rabbimizin ilmi ve kudretinin eseridir.
Bir de bu âyette ifade edilen Hafaza melekleri vardırki: Bu melekler de insanları çeşitli kaza ve belalara karşı insanları korur ama başımıza gelecek takdir edilmiş, kaza ve belalar hariç. însanları korurlar. Rüzgarlı bir havada karşımızdan toz geliyor doktorların ifadesine göre, göz bu toz karşısında beyinden emir alıp, göz kapak ve kirpiklerini kapatıncaya kadar hayli bir zaman geçer ve toz gözün içine girer diyorlar. Onlar buna refleks dedikleri bir olayın neticesi derler. Bu doğrudur. Bu da Allah’ın koymuş olduğu bir kanundur. Allah’ın bu kanunlarınında bir uygulayıcısı vardır oda meleklerdir.
“Zinnun-ı Mısrî” diye bir zat hakkında şöyle bir olay anlatılır: “Bir gün Nil kenarında geziyordum. Derken süratle giden bir akreb gözüme ilişti, bende onu izlemeye başladım, ben de onun peşinden gittim, suyun kenarına geldi, suyun kenarında kurbağa var, kurbağanın sırtına çıktı, kurbağada kendini Nil’in sularına bıraktı ve ikisi birden karşıya doğru yüzmeye başladılar, ben de bir sandal kiralayıp onların peşinden gittim. Karşıya geçtiler, akrep yoluna devam etti ben de peşinden; derken bir ağacın dibine vardı. Ağacın dibindede bir adam uyuyor, ona doğru da bir zehirli yılan saldırmak üzere, akrep yılanın yanına varıp, ona zehrini akıtmaya başladı, derken yılan da zehrini akrebe batırdı. İkisi birbirini zehirleyip öldürdü, ama adamın bu olaydan haberi yoktu. İşte bu Allah’ın hafaza melekleri vasıtası ile gerçekleştirdiği bir olaydır. Adam zehirlenip ölmekten, bir akrebin gelip yılanı öldürmesi ile kurtuldu.” Günlük hayatımızdada buna benzerleri vardır.
Sosyal olayları izah eden önemli bir âyettir. “Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez.” Bir takım müslüman kardeşlerimiz ellerini kaldırıp Allah’a yalvarıyorlar; “yarabbi işsizlikten, Ticaretteki istikrarsızlıktan evimizdeki, mahallemizdeki huzursuzluktan, şikâyetçiyiz, Yarabbi; bize akıllı veya eli değnekli gönder, şu hayatı, düzeni, sistemi düzeltiversin” diye duâ ederler. Ama Allah Teâlâ; “Siz kendinizi değiştirmedikçe bu değişmez” buyuruyor.
Bir devlet ki; başbakanı ile çöpçüsü arasında herhangi bir ayrım olmasa kanunlar karşısında birinin diğerine üstünlüğü yoksa, fertlerinin hepsi de insanî muâmele görüyor hepsi Kur’an’a göre amel ediyorlarsa. Ve yeraltı dünyası diye
3219] Safvetü’t-Tefâsir, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birşey yok, mafya olayı yok, milletvekillerinin dokunulmazlığı yok (ki, İslâm’da kişilere dokunulmazlık hakkı tanınmaz, dokunulmazlığı olan Allah’tır. Allah yaptığından sorumlu tutulamaz, diğerlerinin hesaba çekilebilme durumu vardır.), yani çok huzurlu bir toplum olsa, kötülüğe meyletmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.
Aynı şekilde yukarıda saydıklarımızın tam aksi şartları taşıyan bir toplum veya devlette kendi hallerini değiştirmedikçe, iyiliğe meyletmedikçe, Allah da onların durumunu kötülükten iyiliğe değiştirmez.
Bakara suresinde tefsiri geçmişti. Allah Teâlâ İbrahim’e (a.s.) “Ben seni insanlara önder kılacağım” buyuruyor. İbrahim (a.s.) da bu teklifi kabul ediyor da, “Yarabbi bu yöneticilik neslimde de devam etsin” diyor. Allah (c.c.) de “Benim bu yöneticilik makamım zâlimlere ulaşmaz” zâlimler buraya gelemezler buyurur. Buradan zâlimler devlet başkanı olamaz anlamı çıkmasın. Rabbimin tasvib ettiği yönetici olamazlar. Yoksa zâlimlerde devlet başkanı olurlar. Fakat tarih boyu “adil bir topluluğun başına zâlim bir yönetici gelmemiştir.”
Toplum zulme meyletmiş derken bir zâlim de onların ortasından sivrilip onların başına geçmiş. Bu şuna benzer; bir çınar ağacı ki yaprakları sararmaya en tepedeki bir yapraktan başlar, şimdi aşağıdaki yapraklar “biz yemyeşil iken sen oradan nasıl sararıyorsun bu ayıp değil mi?” diyebilir mi? Aslında o ağacın bütün her tarafının onayını almadan, o üstteki yaprak sararamazmış. Yani ağacın bütün bünyesinde sararmaya meyil başlarmış. Ondan sonra da ilk defa sararan da köke en uzak yerde olan, en tepedeki yapraktan başlarmış.
Bu misalde olduğu gibi “Allah da toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez.” Toplumu Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda eğitmek yoluyla değiştirmemiz lâzım, ABD’nin emirleri istekleri doğrultusunda değil.
Allah bu insanların yaptıkları bu kötülükler neticesinde onlara bir ceza bir zarar vermek istedimi, onuda kimse engelleyemez. Allah’tan başka onları koruyacak onları yönetecek hiç bir kimse yoktur.3220
Furkan Tefsiri:
Bir millet kendi ruhundaki iman, adâlet ve doğruluğu değiştirmedikçe, Allah onlardaki nimet ve korumasını değiştirmez. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Evet; her insanı Allah’ın azap ve şiddetinden korumak üzere tarafımızdan görevlendirilmiş koruyucu melekler vardır, insan da söylediği her sözün, kendisini gözetleyen melekler tarafından zapta geçirildiğini bilince; her zaman Rabbi’nin murâkabesi altında bulunduğunu anlar. O’nun hesabından korkar. Kendine çekidüzen verir. Cenâb-ı Allah, her insana, kendilerini Allah’ın emri ile koruyan melekler tahsis ettiğine göre, insana nasıl olur da kötülük ve zarar gelir? Evet, insanın kaderinde, kendisine böyle bir şeyin isabet edeceği yazılı ise, O şey kendisine mutlaka isâbet eder. Bu melekler, insanı Allah’ın emri ile korurlar. Yani Allah’ın takdir ettiği bir şeyi insandan savıp uzaklaştıramazlar. Bir millet kendi ruhlarındaki hayırlı ve sâlih ameller gibi Allah ve Rasûlünü râzı edip devletin temellerini ayakta tutan şeyleri değiştirmedikçe Allah da onlardaki nimet, âfiyet, onur ve bağımsızlık gibi şeyleri değiştirmez. Bu Kur’anî gerçeğin doğruluğunu
3220] Şifa Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 763 -
İslâm tarihi ispatlamıştır. Müslümanlar kendi benliklerinde Allah ve Rasûlünü razı edecek, nefislerindeki şeyleri sâbit kılacak olan hayırlı ve sâlih amelleri değiştirmedikçe Allah da onlardaki üstünlük, refah, ilim ve ekonomik durumu değiştirmemiştir. Çünkü Kur’an’la amel etmediler, dinlerini terkettiler. Başkalarını taklit ettiler. Aralarında kötülükler yayıldı, ahlâkları çözülüp gevşedi.
Ümidimiz kuvvetlidir. Kendimizdeki hali değiştirirsek; Allah da zaafımızı kuvvete, zilletimizi izzete, yoksulluğumuzu zenginliğe, topraklarımızdaki düşman işgalini bağımsızlığa dönüştürecektir. Cenab-ı Allah ne doğru buyurmuş: “Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez”. O’nun gücü her şeye yeter. Allah bir millete işgal, zillet, hastalık, yoksulluk gibi kendi amelleri nedeniyle meydana gelen felâket sebeplerinden birini vererek kötülük yapmak isteyince, O’nun hükmünü engelleyip durduracak kimse yoktur. Bununla da insanların, iyilikten önce kötülüğü tez elden istememeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bütün bunların mercii ve dönüş yeri, yargısı reddedilemeyen, herşeyden haberdar olan ve her şeyi bilen Allah’tır. O’ndan başka kendilerine yardım edecek biri de yoktur.3221
“Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?’ ‘O benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.’ Allah: ‘Yere at ey Mûsâ!’ dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.” 3222
Farklı bir yorumla bu âyetlerde yer alan “asâ” kavramı, “benliği” ifâde etmektedir. Yüce Allah benliğin neye yaradığını Hz. Mûsâ’ya sormuş, o da onun faydalarını sıralamıştır. Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya daha başka faydaları olabileceğini ifâde etmektedir. Allah Teâlâ, benliğinden sıyrılmayı ifâde eden yere atma emrini ona verdi. Yere atınca, bir yılana dönüştü. Böylece benliğin insanları zehirleyen bir ejderha olduğunun farkına vardı. Hz. Mûsâ ejderhadan kaçtı. Bu kaçış bize, insanlar benliklerini öne çıkarırlarsa ve benliklerine taparlarsa insanların onlardan kaçacağını ifâde etmektedir. Yüce Allah ejderhayı eline almasını ve onu eski haline dönüştüreceğini söylemiştir. Eline almak demek, benliğine sahip çıkmak, kendisini benliğinin emrine değil, benliğini kendi emrine alması ve onu disipline etmesi demektir. Disiplin ve hâkimiyet, ejderhayı asâya çevirir. Âyetlerde yer alan bütün bu değişimler, benlikten sıyrılmanın önemini göstermektedir.
Diğer taraftan elde gezen asânın, yerde sürünen yılan olması, bize şu gerçeği göstermektedir: Benliğini ele alıp disipline edersen, asân olur. Onu elinden kaçırırsan, yerde sürünen yılan olur. Benliğine taparsan yerde sürünürsün, kimse sana yaklaşmaz ve senden kaçar. Demek ki benliğinden sıyrılmazsan, yerde sürünmekten kurtulup ayağa kalkamazsın. O zaman da 67/Mülk Sûresinin 22. âyetindeki insanın haline dönersin. Âyet şöyledir: “Şimdi düşün, yüzüstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda dimdik yürüyen mi?” Nefsin hevâsı, kötü arzuları, insanı yere doğru çeker. Ondan sıyrılan ve doyuma ulaşmış nefis seviyesine ulaşan insan dimdik ayakta yürür, ona takılıp kalan da yerde sürünüp durur.
Yerde sürünen yılanı asâya dönüştürecek bir değişimi arıyoruz. Yerde
3221] Furkan Tefsiri
3222] 20/Tâhâ, 17-20
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürünen bu insanlığı ayağa kaldıracak bir ruh değişimine sevdâlıyız. İnsanların kaçtığı ejderha olmaktan çıkıp, elle tutulacak bağrına basılacak insanlar olmaya tutkunuz biz… (6)
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” 3223 Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.”3224
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 3225
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların����������������������������������������� izlerine uyarız’ derlerdi. Ben size, ba- babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz
3223] 2/Bakara, 170
3224] 10/Yûnus, 100
3225] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 765 -
de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?» 3226 “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 3227
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek, ama Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.”3228
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.”3229 Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”3230 Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği,
3226] 43/Zuhruf, 21-25
3227] 7/A'râf, 28
3228] 15/Hicr, 9
3229] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171
3230] 2/Bakara, 170
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalık vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat 3231 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına,
3231] 2/Bakara, 8-10
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 767 -
dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Allah’ın Yardımını Bekleyenler, Allah’ın Dinine Yardım Etmek Zorundadır!
İnsandan kendine doğru adım atmasını isteyen Rabbimiz, dünya imtihanını kazanması için insandan gayret ve çaba ister. Tüm âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ, insana verdiği bunca nimete şükür mü, yoksa nankörlük mü edileceğini dener. Onun için kul ile Allah arasındaki ilişkiler, kul öncelikli olmalıdır. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın değişmez kanunlarındaki icraat böyle istemektedir. Kul, Allah’a iman edip Allah ve Rasûlüne itaat edecek, Allah da onları büyük kurtuluş olan, içinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır.3232 Kul şükredecek, Allah da (nimetlerini) arttıracaktır.3233 Kul ihsân edecek, Allah da ihsân eden kulu sevecek, ihsâna ihsanla, iyilik ve güzellikle karşılık verecektir.3234 Kul, Allah uğrunda cihad edecek, Allah da kendi yollarına eriştirecektir.3235 Kul, duâ edecek, Rabbi de duâsına icâbet edecektir.3236 Kul Allah’ı zikredecek ki, Allah da kulunu zikretsin.3237 Kul Allah’a bir adım yaklaşacak, Allah da bir arşın ona doğru yaklaşacaktır. Kul yürüyerek O’na doğru giderse Allah da koşarak cevap verecektir.3238 Allah, iman edip sâlih amel işleyen kullara, daha önceki ümmetleri hâkim kıldığı gibi, yeryüzünde halife kılacak, dinlerini yerleştirip koruyacak, yani onlara devlet nimetini de ihsan edecektir. Yeter ki, kullar sadece Allah’a kulluk ve ibâdet edip, hiçbir şeyi O’na şirk koşmasınlar, O’na hiçbir şeyi eş tutmasınlar, yani zafere, devlete lâyık olsunlar.3239 Kul, Allah’a, yani O’nun dinine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin.3240
“Zahmetsiz rahmet olmaz.” Allah sebeplerin mahkûmu değildir ama, dünyayı bir sebepler kanununa bağlı kılmıştır. “Yere eken göğe bakar” Yere bir şey ekmeyen kimsenin göğe bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yani fiilî duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ) doğru olmaz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kanunları, hep sebep-sonuç ilişkilerine oturtulmuştur.
3232] 4/Nisâ, 13
3233] 14/İbrâhim, 7
3234] 2/Bakara, 195; 55/Rahmân, 60
3235] 29/Ankebût, 69
3236] 40/Mü’min, 60
3237] 2/Bakara, 152
3238] Buhârî
3239] 24/Nûr, 55
3240] 47/Muhammed, 7
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aynen böyle; müslümanlar sosyal ve siyasal hayatta Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini, İslâm’ın hâkim olduğu bir yönetimi istiyorlarsa, önce kendilerindeki olumsuz özellikleri değiştirmeli, şeriatı önce nefislerinde hâkim kılmalıdırlar. İman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği başından geçen sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın yardımı yakın” olsun. Allah’ın yardımı olmadan muvaffakiyet/başarı yoktur.3241 Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.3242 Allah dilediğine yardım edip zafer verir.3243 Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır.3244 Mü’minlere yardım etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır.3245 İman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını bağışladığı ve onları cennetlere koyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih.3246
Hadis-i Şerifte: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” buyrulmuş. “...Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” 3247 Allah âdildir, zerre kadar zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hatta, hak etmek için, liyakat kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lutfuyla muâmele eder, fazlaca nimetler ihsân eder. Önemli olan, mü’min kulların kulluk bilincidir. İnsan Allah’a doğru adım atar atmaz Allah kapılarını açacak, dünyada izzet ve devlet, âhirette sonsuz nimet ve cennet verecektir.
Bilindiği gibi “ğâlib”; yenen, üstün gelen anlamına gelir. “... Öyle ya, Allah emrine gâliptir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.” 3248 Bu âyette görüldüğü gibi, Kur’an gâlib sıfatını Allah’a izâfe etmiştir. “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.”3249 Bu âyette gâlibiyetin ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğu açıklanmış, O’nun yardımını kestiği durumda gâlibiyetin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Allah’ı gâlib sıfatıyla tanımak ve hem de gâlibiyeti Allah’tan bilmek gereği, açık ifâdelerle yer almıştır.
Gâlibiyet ve mağlûbiyetleri Allah, insanlar arasında döndürüp değiştirir.3250 Oyun ve eğlenceden ibâret bu dünya3251 tahteravallidir; yükselenler, bir gün inerler. Ülkeler de insan gibi doğar, büyür ve ölür. Her ümmet için bir ecel vardır. 3252 Allah, kullarını varlıkla da yoklukla da imtihan ettiği gibi; gâlibiyet de mağlûbiyet gibi bir sınavdır. Müslümanların Bedir’leri gibi Uhud’ları da olacaktır.
3241] 11/Hûd, 88
3242] 3/Âl-i İmrân, 126
3243] 30/Rûm, 5
3244] 3/Âl-i İmrân, 13
3245] 30/Rûm, 47
3246] 61/Saf, 10-13
3247] 13/Ra’d, 11
3248] 12/Yûsuf, 21
3249] 3/Âl-i İmrân, 160
3250] 3/Âl-i İmrân, 140
3251] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64
3252] 10/Yunus, 49
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 769 -
Gâlibiyet sonrası zafer sarhoşluğunun şımarıklığa ve gurura yol açan tehlikeleri yanında, mağlûbiyetin de insanın kendine ve dâvâsına güveni sarsan yıkıcı etkileri söz konusu olabilir. Uhud, ders alındığı müddetçe gâlibiyetin veremediği güzel dersler verir. Gâliptir bu yolda mağlûp. Bâtıl dâvâ için ve nice zulümlerle kazanılan zaferlerin aslında büyük bir mağlûbiyet olduğu gibi...
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama, amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir.3253 “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” 3254
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.”3255 O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla
3253] 30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214
3254] 61/Saff, 8-13
3255] 54/Kamer, 10
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.” 3256 Hem de, dile kolay; tam 950 sene...3257
Ama, hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için,3258 Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Başarı ve zafer Allah’ın yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimali var diye savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak olduğu için, o, hiçbir zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.”3259 Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan kimseler, kâfirlerle mü’minlerin arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin cephesinde kabul edilirler.
“Zafer sabra bağlıdır; Müslüman için kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu kolaylıktır. Zaferin büyüklüğü, belânın büyüklüğü nispetindedir. Hiç kimse, gâlibiyet ve başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Güçlükler, gâlibiyet ve başarının değerini artıran süslerdir. Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir. Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç olursa olsun onu başarırsınız. Fakat, dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna kapılırsanız, onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza aşılmaz dağlar gibi dikilir. Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı kazanmak, mücâdeleyi göze almadıkça da zaferi elde etmek mümkün değildir. Büyük başarıların ve gâlibiyetlerin sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir. Ve… Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız dünyada uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.”3260 İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Bir amacın başarı ve gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine paralel olarak ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır.
Adam ta Amerika’dan, İngiltere veya Almanya’dan her türlü rahatını terk edip muharref, hatta günümüzdeki yapısıyla şirk dinini tebliğ (propaganda demek daha doğru olur) için Anadolu’nun ücrâ kasabalarına kadar geliyor. Bâtıl dâvâsı için nice zahmetlere katlanıyor. Zulmü yaymak için Afganistan’a, Irak’a nice ölüler verme pahasına yerleşiyor. Her çeşit çirkinliği, ahlâksızlığı ve en büyük
3256] 71/Nûh, 5-9
3257] 29/Ankebût, 14
3258] 51/Zâriyât, 56
3259] 4/Nisâ, 76
3260] 3/Âl-i İmrân, 139
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 771 -
zulüm olan şirki tüm insanlığa dayatmak için ne fedâkârlıklar yapıyor. Müslümanlar olarak biz adâleti yaymak, insanlığı fitne ve fesattan uzaklaştırıp dünya ve âhirette kurtarmak için bırakın onların memleketine; kendi iş arkadaşımıza, kapı komşumuza bile hakkıyla İslâm’ı tebliğ etmekten çekiniyorsak, bizim de dünyanın da kurtuluşu mümkün değildir. Bu tavır, kişiyi mü’min tanımının dışına çıkarabilir: “Mü’minlerin Allah sevgisi, Allah’a eşler ve benzerler edinip onları Allah’ı sever gibi sevenlerin sevgisinden daha şiddetli, daha çoktur” 3261
Mü’minler, halife oldukları tüm yeryüzünden sorumludur. Tüm dünyadan fitneyi, şirki, zulüm ve sömürüyü kaldırarak dini Allah’a has kılmak için tüm imkânlarını kullanmak zorundadır. Yeryüzünün imarıyla, mü’minler görevlidir. Dünya halklarına yön verecek, onları erdemli ve anlamlı bir hayata kavuşturacak tek alternatif, İslâm’dır. İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe İslâm, herkese tebliğ edilip ulaştırılmalıdır. Bu dâvet ve tebliğin asıl gâyesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3262 âyet-i kerîmesi bu görevi bildirmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların çoğunun İslâm diye bildikleri şeylerin çoğu İslâm’dan değildir. Bu durum mutlaka düzeltilmeye çalışılıp, câhiliyye düzenlerinin ve câhilî toplumun kurbanı olan İslâm konusunda câhil olan “müslümanım” diyen halktan başlayarak bütün dünya insanlarına kurtarıcı hakikat ulaştırılmalıdır. Kulakları mühürlenmemiş kimseler tarafından canhıraş imdat çığlıkları duyulan dünyadaki bütün insanlara el uzatıp doğru istikamet gösterecek, onları her yönüyle güzelleştirecek tek seçenek İslâm’dır.
Müslümanın görevlerinden biri de, Allah’a giden yolda engel olanlara karşı cihaddır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanıyıp öğrensin ve onu kabullensin veya bilerek reddetsin. Beşerî ideolojilerin insanlara vereceği hiçbir güzellik yoktur. İki dünya savaşı, emperyalizm, köleleştirilip aç bırakılan insanlar, yağma edilen ülkeler, Afrika’nın kanının emilmesi, Ortadoğunun silâhla veya kuklalar eliyle işgali, İsrail adlı vampire destek, bunca tuğyân, Hakk’a isyan, bunca vahşet ve ahlâksızlık üzerinde yükselen (alçalan) mimsiz medeniyet uzun süre ayakta kalabilir mi? İnsanlık tarihi ve bunca acı tecrübe bunu öğretmediyse insanın hiçbir şey öğrenmesi mümkün değildir. Komünizm ve sosyalizm nasıl kısa bir sürede hızla çöktüyse, kapitalizmin bayraktarı Batı uygarlığı denen tek dişi kalmış canavarın da tarihin çöplüğüne atılması uzak değildir. Her şeye, her zillete rağmen Avrupa Birliği safına katılma isteği, gelecek açısından çok kötü bir tercihtir. Bu tavır, hak ettiği mağlûbiyet kesin olan tarafta yer almak demektir. Öncelikle bâtılla, fitneyle, zulümle, İslâm düşmanlarıyla birliktelik demektir. Yani dünyada zilleti, âhirette azâbı istemektir. Hâlbuki müslümanın tercihi câhiliyyeden değil; İslâm’dan, Kur’an’ın uygulanmasından yana olmak zorundadır.3263 Batı söyleyeceğini fazlasıyla söyledi, yapabileceğini yaptı; işte global fitne ve sefâlet, dayatılan sömürü ve vahşet bu uygarlığın, bu yaşam biçiminin eseri. Gelecek, İslâm’a gebedir. Müslümanlar kötü örnek olmasa ve tâğutların egemenliğinde Batılı tarzda yaşamak zorunda bırakılmasa, yeni bir çıkış arayan insanlığa doğru alternatifi yaşayarak gösterilebilseydi dünya çoktan
3261] 2/Bakara, 165
3262] 3/Âl-i İmrân, 104
3263] 33/Ahzâb, 36; 5/Mâide, 44
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’laşacaktı. Müslümanların bunca tembelliklerine rağmen yine de, Allah nûrunu tamamlayacak,3264 zulmetmekte olanlar nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.3265
İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, aşırı değer verdikleri şeylerden, câhiliyye düzenlerinden ve bağlanıp kaldıkları câhilî âdet ve yaşam biçimlerinden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan dosdoğru dine, en güzel dünya görüşüne ve en iyi yaşayışa ulaştırmak... İşte, İslâm budur, bütün peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. Bütün müslümanlar da söz ve eylemleriyle, dâvet ve çabalarıyla bu yolu sürdürmek zorundadırlar.
Bir anlamı “selâmet, esenlik ve barış” olan “İslâm”ın olmadığı yerde, bu değerlerin tam zıddı olacaktır. İslâm’ın diğer mânâsı, “teslim olmak”tır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslimiyet. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz.3266 İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan bilgisinin ve zannının eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
Câhiliyye; sözlükte “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Beyinsizliği ve ahmaklığı da içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere, ideolojilere ve düzenlere inanmak ve bu şekilde yaşamaktır.”
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi, hakla bâtılı birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”3267 Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muâmelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına
3264] 61/Saff, 8
3265] 26/Şuarâ, 227
3266] Bk. 6/En’âm, 162; 4/Nisâ, 65
3267] 2/Bakara, 85
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 773 -
vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma çabasındadır. Globalleşme, yenidünya düzeni, BOP bu çabanın ürünüdür. Bugün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri var ve bu câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman, ya da kendini müslüman sayan insan var! Her biri birer bâtıl din olan câhiliyye düzenlerinin ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.
İslam’ın hedefi, câhiliyyeyi ortadan kaldırarak insanları her çeşit tutsaklıktan, câhilce düşünceden ve çirkin yaşayıştan kurtarmaktır. Bunun için de yeni ve faal/aktif bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, düşünce yapısıyla, yaşama tarzıyla, sosyal düzeniyle (cemaat yapısıyla), değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, ancak böyle bir kadro, yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu övgüsüne mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.”3268 “İşte böylece sizleri mûtedil (orta, âdil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size şâhid/örnek olsun diye...”3269
Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. Kendi nefislerini devamlı hayra doğru değiştirmeye çalışan Kur’an talebeleri, ailesinden ve çevresinden başlayarak bütün dünyayı mutlak doğrunun (vahyin) ışığında değiştirmek için tüm imkânlarını seferber etmeye koşacaklardır. Evet, âhirette ihtimal olan azâbı ebedî ödüle dönüştürmek için tüm dünyayı değiştirmeye tâlip olmak; daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele doğru. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı, câhiliyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
Bu gayret ve hayırlı değişim, dönüşüm içinde olan, bunun yanında değişmeyen tevhidî çizgi üzerinde sırât-ı müstakîm üzere sâbit duran şuurlu mü’minlere selâm olsun!
Müslüman, hangi değişimin hayırlı olduğunu bilmeli, kendinde ve çevresinde sâbit kalması gereken değerlerle değişmesi gerekenleri iyi ayırabilmeli. Pergel gibi, bir ayağı sâbit ilkelerde, diğer ayağı da düzenli hareket ve değişim için serbest hareket halinde olmalı.
“Nasılsanız öyle idare olunursunuz.”3270
“Bir insanda gördüğünüz en küçük olumlu değişmeye bile değer verin.”
3268] 3/Âl-i İmrân, 110
3269] 2/Bakara, 143
3270] Hadis-i şerif
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kendi kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmeye çalışmada şansının ne kadar az olduğunu anlarsın.”
“Değiştirmeye gücünün yetmediği başkalarının yanlışlıkları ve kötülükleriyle gereksiz yere uğraşarak rûhunu karartma. Esas düzeltilmesi, değişmesi gereken insan sen kendinsin.”
“Yanlışlarımızı biliriz de, onları değiştirip düzeltmeyi çok az düşünürüz.”
“Neler değişmedi ki dünya dönerken. Kendi ekseni etrafında dönebilene ne mutlu!”
“Dünyada bir şey değişmez, değişen yalnız bizleriz.”
“İnsanlar o kadar çabuk değişirler ki, onlarda her zaman ortaya çıkarılacak bir yenilik bulabiliriz.”
“Dağların yer değiştireceğine inanın da, insanların huylarını değiştireceğine hiçbir zaman inanmayın.”
“Erkekler hiçbir zaman değişmezler; bu onların hayatlarındaki fâciadır. Kadınlar her zaman değişirler, bu da onların fâciasıdır.”
“Dünya bir kararda durmaz.”3271
“Tebdîl-i mekânda (yer değiştirmede) ferahlık vardır.”3272
3271] Atasözü
3272] Atasözü
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 775 -
Tağyîr Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Değiştirmek Anlamına Gelen Tağyîr (Ğ-yy-r) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 4/Nisâ, 119; 8/Enfâl, 53, 53; 13/Ra’d, 11, 11. (Değişmek, Başkalaşmak Anlamındaki Teğayyur Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (Toplam 1 Yerde): 47/Muhammed, 15.
Yine Değişim Anlamına Gelen “Tebdîl” (B-dd-l) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 44 Yerde): 2/Bakara, 59, 61, 108, 181, 181, 211; 4/Nisâ, 2, 20, 56; 6/En’âm, 34, 115; 7/A’râf, 95, 162; 9/Tevbe, 39; 10/Yûnus, 15, 15, 64; 14/İbrâhim, 28, 48; 16/Nahl, 101; 18/Kehf, 27, 50, 81; 24/Nûr, 55; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11; 30/Rûm, 30; 33/Ahzâb, 23, 23, 52, 62; 34/Sebe’, 16; 35/Fâtır, 43; 40/Mü’min, 26; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 15, 23; 50/Kaf, 29; 56/Vâkıa, 61; 67/İnsân, 28; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 32; 70/Meâric, 41; 76/İnsân, 28.
Benzer Anlamlara Gelen “Tahvîl” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde): 17/İsrâ, 56, 77; 35/Fâtır, 43.
Değişim Anlamına Gelen “İnkılâp” Kelimesi (i-n-k-l-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmrân, 127, 144, 144, 149, 174; 5/Mâide, 21; 7/A’râf, 119, 125; 9/Tevbe, 95; 12/Yûsuf, 62; 18/Kehf, 36; 22/Hacc, 11; 26/Şuarâ, 50, 227, 227; 43/Zuhruf, 14; 48/Fetih, 12; 67/Mülk, 4; 83/Mutaffifîn, 31; 31; 84/İnşikak, 9.
“Tedâvül” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 140.
“Tahrîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 8/Enfâl, 16.
“Tasrîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 164; 6/En’âm, 46, 65, 105; 7/A’râf, 58; 17/İsrâ, 41, 89; 18/Kehf, 54; 20/Tâhâ, 113; 25/Furkan, 50; 45/Câsiye, 5; 46/Ahkaf, 27.
“Sünnetullah” Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 33/Ahzâb, 38, 62, 62; 35/Fâtır, 43, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Fetih, 23, 23. “Sünnet” Kelimesi ve Çoğulu “Sünen” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 137; 4/Nisâ, 26; 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 77, 77; 18/Kehf, 55; 33/Ahzâb, 38, 62, 62; 35/Fâtır, 43, 43, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Fetih, 23, 23.
Psikolojik Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Akıl” (A-k-l) Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği (Tümü Fiil Şeklindeki) Âyet-i Kerimeler (Toplam 49 Yerde): 2/Bakara, 44, 73, 75, 76, 164, 170, 171, 242; 3/Âl-i İmrân, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’âm, 32, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd, 51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 28; 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Sâffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/hucurât, 4; 57/Hadîd, 17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
Yine Pskilojik/Mânevî Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Kalp” (K-l-b) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 132 Yerde): 2/Bakara, 7, 10, 74, 88, 93, 97, 118, 204, 225, 260, 283; 3/Âl-i İmrân, 7, 8, 103, 126, 151, 154, 156, 159, 167; 4/Nisâ, 63, 155; 5/Mâide, 13, 41, 41, 52, 113; 6/En’âm, 25, 43, 46; 7/A’râf, 100, 101, 179; 8/Enfâl, 2, 10, 11, 12, 24, 49, 63, 63, 70; 9/Tevbe, 8, 15, 45, 60, 64, 77, 87, 93, 110, 110, 117, 125, 127; 10/Yûnus, 74, 88; 13/Ra’d, 28, 28; 15/Hıcr, 12; 16/Nahl, 22, 106, 108; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 14, 28, 57; 21/Enbiyâ, 3; 22/Hacc, 32, 35, 46, 46, 53, 53, 54; 23/Mü’minûn, 60, 63; 24/Nûr, 37, 50; 26/Şuarâ, 89, 194, 200; 28/Kasas, 10; 30/Rûm, 59; 33/Ahzâb, 4, 5, 10, 12, 26, 32, 51, 53, 53, 60; 34/Sebe’, 23; 37/Sâffât, 84; 39/Zümer, 22, 23, 45; 40/Mü’min, 18, 35; 41/Fussılet, 5; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16, 20, 24, 29; 48/Fetih, 4, 11, 12, 18, 26; 49/Hucurât, 3, 7, 14; 50/Kaf, 33, 37; 57/Hadîd, 16, 16, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 2, 10, 14; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 11; 66/Tahrîm, 4; 74/Müddessir, 31; 79/Nâziât, 8; 83/Mutaffifîn, 14.
Benzer Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Nefis” (N-f-s) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 298 Yerde): 2/Bakara, 9, 44, 48, 48, 54, 54, 57, 72, 84, 85, 87, 90, 102, 109, 110, 123, 123, 130, 155, 187, 207, 223, 228, 231, 233, 234, 234, 235, 235, 240, 265, 272, 281, 284, 286; 3/Âl-i İmrân, 25, 28, 30, 30, 61, 61, 69, 93, 117, 117, 135, 145, 154, 154, 161, 164, 165, 168, 178, 185, 186; 4/Nisâ, 1, 4, 29, 49, 63, 64, 65, 66, 79, 84, 95, 95, 97, 107, 110, 111, 113, 128, 135; 5/Mâide, 25, 30, 32, 32, 45, 45, 52, 70, 80, 105, 116, 116; ; 6/En’âm, 12, 12, 20, 24, 26, 54, 70, 93, 98, 104, 123, 130, 130; 151, 152, 158, 164; 7/A’râf, 9, 23, 37, 42, 53, 160, 172, 177, 188, 189, 192, 197, 205; 8/Enfâl, 53, 72; 9/Tevbe, 17, 20, 35, 36, 41, 42, 44, 55, 70, 81, 85, 88, 111, 118, 120, 120, 128; 10/Yûnus, 15, 23, 30, 44, 49, 54, 100, 108; 11/Hûd, 21, 31, 101, 105; 12/Yûsuf, 18, 23, 26, 30, 32, 51, 51, 53, 53, 54, 68, 77, 83; 13/Ra’d, 11, 16, 23, 42; 14/İbrâhim, 22, 45, 51; 16/Nahl, 7, 28, 32, 72, 89, 111, 111, 111, 118; 17/İsrâ, 7, 14, 15, 25, 33; 18/Kehf, 6, 28, 35, 51, 74, 74; 20/Tâhâ, 15, 40, 41, 67, 96; 21/Enbiyâ, 35, 43, 47, 64, 102; 23/Mü’minûn, 62, 103; 24/Nûr, 6, 12, 61,
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
61; 25/Furkan, 3, 21, 68; 26/Şuarâ, 3; 27/Neml, 14, 40, 44, 92; 28/Kasas, 16, 19, 33; 29/Ankebût, 6, 40, 57; 30/Rûm, 8, 9, 21, 28, 28, 44; 31/Lokman, 12, 28, 34, 34; 32/Secde, 13, 17, 27; 33/Ahzâb, 6, 37, 50; 34/Sebe’, 19, 50; 35/Fâtır, 8, 18, 32; 36/Yâsin, 36, 54; 37/Sâffât, 13; 39/Zümer, 6, 15, 41, 42, 53, 56, 70; 40/Mü’min, 10, 17; 41/Fussılet, 31, 46, 53; 42/Şûrâ, 11, 45; 43/Zuhruf, 71, 45/Câsiye, 15, 22; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 10; 49/Hucurât, 11, 15; 50/Kaf, 16, 21; 51/Zâriyât, 21; 53/Necm, 23, 32; 57/Hadîd, 14, 22; 58/Mücâdele, 8; 59/Haşr, 9, 9, 18, 19; 61/Saff, 11; 63/Münâfıkun, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talak, 1, 7; 66/Tahrîm, 6; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 38; 75/Kıyâme, 2, 14; 79/Nâziât, 40; 81/Tekvîr, 7, 14, 18; 82/İnfitâr, 5, 19, 19; 83/Mutaffifîn, 26, 26; 86/Târık, 4; 89/Fecr, 27; 91/Şems, 7.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.
2. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
3. İslâm Düşüncesinde Değişim, Münir Şefik, Dünya Y.
4. Dönüştürme Bilinci ve İslâmî Hareket, Ali Değirmenci, Ekin Y.
5. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y.
6. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y.
7. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
8. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
9. Kur’an’ın Hayata Müdahalesi (Kur’an ve Değişim Bölümü), Ed. Abdullah Yıldız, Umran Y., s. 357-448
10. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
11. Laiklik Siyaset ve Değişim, Davut Dursun, İnsan Y.
12. Toplumsal Değişim Kuramları, Richard Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş Bankası Kültür Y.
13. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Remzi Kitabevi Y.
14. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen, MÜİFV Y.
15. İslâm Sosyolojisine Giriş, Yümni Sezen, Turan Kültür Vakfı Y.
16. Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, Baykan Sezer, İÜEF Y.
17. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, AÜEğitim Bilimleri Fak. Y.
18. Değişme Kültür ve Sosyal Çözülme, Orhan Türkdoğan, TDAV Y.
19. Sosyal Değişme Karşısında İslâm Hukuku, Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Mehmet Erdoğan, İSAV Y.
20. Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.D
21. Kur’an’ın Hayata Müdahalesi, Ed. Abdullah Yıldız, Umran Dergisi Y.
22. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
23. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
24. Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, Akabe Y.
25. İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.
26. Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi
27. Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974
28. Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
29. İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.
30. İslâm’da İhya Hareketleri, Mevdudi, Pınar Y.
31. Her Nemrud’a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
32. Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, çev. M. Beşir Eryarsoy, Bir Y.
33. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, I-II, Hayreddin Karaman, İz Y.
34. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
35. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
36. Sünnetullah, Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, Ömer Özsoy, Fecr Y.
37. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
38. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
39. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan,
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 777 -
İhtar Y.
40. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
41. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
42. Türkiye’de Dinî Hayat, Mehmet Emin Köktaş, İşaret Y.
43. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y.
44. Türkiyede Din ve Siyaset, Ahmet Yücekök, Gerçek Y.
45. Türkiye’de İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat
46. Yeniden İslâm’a, Ebul Hasen Ali Haseni en-Nedvî, İslâmî Neşriyat
47. İslâmî Topluma Doğru, Reyhan Şerif, çev. Celal Halil, Akabe Y.
48. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
49. Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme, Şerif Mardin, çev. Metin Çulhaoğlu, İletişim Y.
50. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
51. İslâm, Süreklilik ve Değişim, J. Obert Voll, çev. C. Aydın, C. Şişman, M. Demirhan, Yöneliş Y.
52. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
53. Din Psikolojisi Açısından Dinî Tutum Davranış ve Şahsiyet Özellikleri, Veysel Uysal, İFAV Y.
54. Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.
55. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
56. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.
57. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
58. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
59. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
60. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
61. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
62. Türkiye’nin Çöküşü, Hüseyin Kâzım Kadri, Hikmet Neşriyat
63. Modern Dünyaya Başkaldırı, Jius Evola, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Y.
64. el-Medinetü’l-Fâzıla, Fârâbî, çev. Naifiz Danışman, MEB Y.
65. Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.
66. İslâm’ın Tarih Yorumu, İmâdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.
67. Tarihin Yorumu, İmâdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.
68. İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.
69. İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.
70. Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.
71. İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.
72. Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.
73. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
74. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
75. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
76. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
77. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
78. Dünya İslâm Devleti ve Prensipleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
79. Teşrîî İslâm Tarihi, Abdülvehhâb Hallâf, terc. Hüseyin Algül, Şamil Y.
80. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, çev. Muhlis Canyürek, Denge Y.
81. Din Bürokrasisi, Yapısı, Konumu ve Gelişi, Davut Dursun, İşaret Y.
82. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
83. İslâm Medeniyetinin Geleceği, Ziyauddin Serdar, çev. Deniz Aydın, İnsan Y.
84. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
85. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
86. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
87. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
88. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
89. İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, Mustafa Aydın, Pınar Y.
90. Arap Dünyasında Din ve Siyaset, Nezih Ayûbî, çev. Yavuz Alogan, Cep Y.
91. Din ve Modernizm, Ali Bulaç, Endülüs Y.
92. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
93. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
94. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
95. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
96. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
97. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
98. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
99. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
100. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
101. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
102. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
103. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
104. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
105. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
106. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
107. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
108. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
109. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
110. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
111. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
112. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
113. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
114. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
115. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
116. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
117. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
118. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
119. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
120. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
121. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
122. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
123. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
124. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
125. Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
126. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
127. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
128. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
129. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
130. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
131. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
132. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
133. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
134. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
135. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
136. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
137. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
138. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 779 -
139. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
140. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
141. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
142. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
143. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
144. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
145. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
146. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
147. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
148. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. 13/417, 445, 14/340
149. Hayatın Yeniden İnşası İçin, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 198-199, 203-207
150. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşad Atalar, Anlam Y., s. 1-8
151. Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987
152. Sosyal Çözülme, Sosyal Bütünleşme ve Din, Bilgi ve Hikmet, s. 5, Kış 1994
153. Dinin Ferdî ve Sosyal Rolü Üzerine Genelleme, SÜSBED, s. 3, Konya, 1994
154. Din Din midir, Yoksa Başka Bir Şey midir?, Elizabeth Özdalga, İslâmî Araştırmalar, c. 3, s. 2, Nisan 89
155. Modernleşme ve İslâmlaşma, Mümtazer Türköne, Bilgi ve Hikmet, s. 1, Kış 1993
156. El Kirliyse Yıkanır, Ya Toplum Kirliyse, Mehmet Ali Kılıçbay, Türkiye Günlüğü, s. 30, Eyl-Ek. 94
157. İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994
158. Değişim ve Süreklilik, Nur Vergin, Türkiye Günlüğü, s. 25, Kış 1993

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:04

DÂVÛD (A.S.)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

DÂVÛD (A.S.)


• Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
• Hz. Dâvûd’un (a.s.) Özellikleri
• Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
• Ekin Sahibinin Dâvâsı
• Tâlût ve Câlût
• Zebur; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
• Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
• Hadis-i Şeriflerde Dâvûd (a.s.)
• Tefsirlerden İktibaslar
• Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
• Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
• Başarı ve Zafer “Çok” ile Birlikte Olmakta Değil; “Hak” ile Birlikte Olmaktadı
• Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası
“Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.”2738
Dâvûd (a.s.); Hayatı ve Peygamberliği
İbrânîce’de “en çok sevilen kişi, göz bebeği” anlamına gelen bu ismin Kitab-ı Mukaddes’te Dâvid (Deyvid) veya Dâvîd şeklinde geçtiği ve sadece Hz. Dâvûd’a ad olarak verildiği görülmektedir. Dâvûd (a.s.), M. Ö. 1010-970 yılları arasında hüküm sürmüş, ikinci İsrâil kralı ve peygamberidir. Kaynaklar, onun on birinci dedesi olarak Ya’kub’u (a.s.) gösterir. Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde Hz. Dâvûd’un çeşitli özellikleri belirtilmekle beraber, gerek soy kütüğü ve gerekse hayat hikâyesiyle ilgili ayrıntılı bilgi yoktur. Bu konuda diğer İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler de İsrâiliyat türünden olup Ahd-i Atîk’teki mâlumatla büyük ölçüde benzerlik göstermektedir.
Ahd-i Atîk’e (Tevrat’a) göre Dâvûd (a.s.), Yahuda sıbtının ileri gelenlerinden ve Büytülahm’de (Beytlehem) ikamet eden Yesse’nin oğludur.2739 Onun Hz. İbrâhim’e kadar varan şeceresi Kitab-ı Mukaddes’te ve İslâmî kaynaklarda şu şekilde verilmektedir: Dâvûd, Yesse, Obad, Boaz, Salmon, Nahşon, Aminadab, Ram, Hetsron, Perets, Yahuda, Ya’kub, İshak, İbrâhim.2740 Yesse’nin bir rivâyete göre
2738] 2/Bakara, 251
2739] Rut, 4/22; I. Samuel 16/13
2740] Rut, 4/18-22; Matta, 1/1-6; Luka, 3/31-35; Taberî, Tarih I/476
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yedi oğlu ve iki kızı,2741 başka bir rivâyete göre sekiz oğlu,2742 Taberî ve Sa’lebî’ye göre ise on üç oğlu vardır ve Dâvûd en küçükleridir.2743
Ahd-i Atîk’te “kızıl, kırmızı yüzlü, güzel gözlü ve hoş bakışlı”;2744 “iyi çeng çalan cesur bir yiğit, cenk eri, sözü tutarlı ve yakışıklı”2745 şeklinde nitelendirilen Dâvûd (a.s.), İslâmî kaynaklarda “bedeni ve saçı kızıl, mavi gözlü, az saçlı ve kısa boylu”;2746 “kısa boylu, sarı benizli ve mavi gözlü”;2747 “gür ve güzel sesli, iyi huylu, temiz kalpli, çok anlayışlı ve çok güçlü”2748 olarak tavsif edilir. Babasının koyunlarını otlatırken aslan yahut ayı geldiğinde bunları vurup kaptıkları kuzuyu ağızlarından kurtarmakta, onları tutup yere çalmakta,2749 sapanıyla attığı her şeyi vurmakta, rastladığı aslanın üzerine binip kulaklarından tutmakta, fakat aslan ona bir şey yapmamaktadır.2750
Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra, İsrâiloğulları, daha önceleri olduğu gibi yine isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Mûsâ’nın Allah’tan getirdiği akîde ve şeriatı terk etmeye başladılar. Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti. Hz. Mûsâ’nın vefatından sonra İsrâiloğullarının idaresi Yûşâ’ya (a.s.) kaldı. İsrâiloğulları çölden çıkarak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Ya’kub’un yaşadığı Ken’an bölgesi olup, İsrâiloğulları için mukaddes ülke sayılır. İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’dan sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrâiloğulları Amâlika ile yaptıkları bu ilk savaştan mağlûp çıktılar. İsrâiloğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu sandığa “tâbût” adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût’un (Golyat) eline geçmişti. İsrâiloğulları bunun acısını duyuyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Dâvûd’dan ilk defa Câlût’u (Golyat) öldürmesi münâsebetiyle şu şekilde bahsedilir: “Tâlût’un askerleri Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle dediler: ‘Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.’ Derken Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü.”2751
Dâvûd’un (a.s.) Câlût’u öldürmesiyle ilgili olarak gerek Ahd-i Atîk’te, gerekse tefsir ve kısas türünden İslâmî kaynaklarda oldukça ayrıntılı ve benzer bilgiler vardır. Buna göre Tâlût’un (Saul) askerleriyle Câlût’un askerleri karşılaşıp Câlût meydan okuyunca hiç kimse ona karşı çıkmaya cesâret edemez. Bunun üzerine Tâlût, peygamber Şemuyel’e/İşmoyel’e (Samuel) başvurarak Allah’a duâ edip yardım dilemesini ister. Allah, “Câlût’u öldürecek olan İşâ’nın (Yesse) oğludur. Şu yağ boynuzu kimin başına konulduğunda kaynarsa Câlût’u öldürecek odur ve o Benî İsrâil’e kral olacaktır” buyurarak Câlût’u kimin öldüreceğine işaret eder.
2741] I. Tarihler 2/13-16
2742] I. Samuel 16/10-11; 17/12
2743] Taberî, a.g.e., I/476; Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 206
2744] I. Samuel, 16/12: 17/42
2745] I. Samuel, 16/18
2746] Taberî, Tarih I, 476-477
2747] Sa’lebî, s. 206
2748] Taberî, Tarih I/246
2749] I. Samuel, 17/34-36
2750] Taberî, a.g.e. I/472; Sa’lebî, s. 206
2751] 2/Bakara, 250-251
DÂVÛD
- 635 -
Bunun üzerine Samuel İşâ’nın yanına giderek, “oğullarını bana göster. Yüce Allah oğullarından birinin Câlût’u öldüreceğini bana vahyetti” der. İşâ da her biri boylu boslu on iki oğlunu birer birer onun huzuruna çıkarır, yağ boynuzu her birinin başına konulduğu halde hiçbir değişiklik olmaz. Başka oğlu olup olmadığı sorulunca İşâ önce gerçeği saklarsa da daha sonra, “Ey Allah’ın elçisi! Benim Dâvûd adında bir oğlum daha var, fakat halkın onun kısa boyluluğunu ve çelimsizliğini görmesinden utandığım için koyunların başında bıraktım” der. Samuel Dâvûd’un bulunduğu yeri öğrenerek oraya gider ve koyunları ikişer ikişer alıp sel suyundan geçirdiğini görünce, “İşte aradığım budur. Hayvanlara böyle acıyan kişi insanlara daha çok acır” diyerek yağ boynuzunu başına koyar ve yağ kaynamağa başlar. Böylece Dâvûd, daha Câlût’u öldürmeden önce Allah tarafından kral olarak seçilir.2752 Ahd-i Atîk’e göre,2753 henüz Saul kral iken ve Golyat’la karşılaşmadan önce Rab Samuel’e, Beytlehem’li Yesse’nin oğullarından birini kral olarak hazırladığını, yağ boynuzunu yanına almasını ve onu kral olarak meshetmesini emreder. Bu şekilde henüz Saul kralken Dâvûd da kral olarak meshedilir. Bir başka rivâyete göre Câlût’un karşısına kimsenin çıkmadığını göre Tâlût, onunla çarpışacak kişiye kızını ve malının yarısını vereceğini ilân eder. Bu sırada Dâvûd’un kardeşleri savaşmak için orduya katılmışlar, Dâvûd ise koyunların başında kalmıştır. Koyunları otlatırken, “Ey Dâvûd! Câlût’u sen öldüreceksin, haydi sürünü Rabbine emânet et ve kardeşlerine katıl” diye bir ses duyar. Bunun üzerine Dâvûd babasına gider ve cephedeki kardeşleri için hazırlanan azığı alıp yola koyulur. Ordugâha vardığında Tâlût ona, “Câlût’u öldür, sana kızımı vereyim ve seni hükümdarlığıma ortak edeyim” der. Sonra da zırhını ve silâhlarını verir. Dâvûd önce zırhı giyip silâhları kuşanırsa da fikir değiştirerek onları çıkarır ve sadece sapanını alıp Câlût’un karşısına dikilir. Dâvûd’un sapanla karşısına çıktığını gören Câlût kendisini küçümsediğini düşünerek çok kızar. Ancak Dâvûd sapanına koyduğu taşla Câlût’u iki kaşının arasından vurur ve Câlût ölür. Bunun üzerine Tâlût sözünü tutarak ona kızını verir; yönetimine de ortak eder.2754 Ahd-i Atîk’e göre ise Saul başka şartlar ileri sürer ve sonunda kızını verir.2755 Fakat halkın Dâvûd’u çok sevmesini kıskanarak ona düşman olur ve onu öldürmeye karar verirse de bunu başaramaz. Buna karşılık Dâvûd’un eline fırsat geçmesine rağmen Saul’u öldürmez. Nihâyet Saul katıldığı bir savaşta ölünce yerine Dâvûd kral olur.2756
Câlût; zâlim, güçlü, zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan zâhirde büyük üstünlüğü vardı. Fakat Allah Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zâhiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla Kendisinin isteği doğrultusunda vuku bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O’nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah’ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allah’a aittir. Zafer, zâhirî gücü elinde bulunduranın değil; Allah’ın yanındadır. “Zafer yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.”.2757 Zaten O’nun dışında, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi de yoktur. “Nice az topluluk vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara
2752] Taberî, Târih I/476-478; Sa’lebî, s. 206-207
2753] I. Samuel 16/1-13
2754] Taberî, Târih I/473
2755] I. Samuel, 18/27
2756] I. Samuel 31/6; II. Samuel, 2/4; Taberî, Târih I/475; Sa’lebî, s. 209-210
2757] 3/Âl-i İmrân, 126
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”2758 İnsanlar, görevlerini yerine getirmek, Allah Teâlâ’ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler. Bundan sonra Allah’ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların yok olmasını istediği zaman küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zâlim diktatörün ölümünü, çok genç bir delikanlı iken Hz. Dâvûd’un eline verdi. Câlût, sadece güçlü fizikî cüsseye değil; aynı zamanda o devre göre çok güçlü silâhlara da sahipti. Karşısındaki Dâvûd’un ise sadece sapan taşından ibaret bir silâhı. Ve şimdi aynı topraklarda Dâvûd’un (a.s.) torunları, Câlût’un rolünü üstlenmiş, onların düşmanları konumundaki müslümanlar da Dâvûd konumunda, silâhları da taştan, sapan taşından başka bir şey değil. Savaştıkları da Câlût’un Amalika’sına bedel Amerika veya onun piyonu İsrâil. Silâhları zâhiren güçlü, müslümanlar güçsüz gözükse de tarih tekerrür edecek, Allah’ın sünneti değişmeyecektir: Dâvûd imanlı gençler çok kısa bir süre içinde zorba düşmanlarını perişan edecektir. Müslüman; insanlardan değil, sadece Allah’tan korkmalı,2759 O’nun yolunda elindeki imkânlarla cihad etmeli, gerisini Allah’a bırakmalıdır. Allah’a gönülden iman edip O’na tevekkül eden mü’minlerin zâlimleri nasıl yendiği Dâvûd ve Câlût olayında da gösterilmektedir. Mülk Allah’ındır, dilediğini ona mirasçı kılar, yerdeki ve gökteki her şey O’nun askeridir.2760 Bazen rüzgârıyla, bazen yağmuruyla, bazen ebâbil kuşları veya sivrisinekle zâlim düşmanlarını perişan eder; bazen de zayıf sanılan müslüman kullarıyla. Kendisi vâsıtasız olarak veya emrindeki tabiat güçleriyle kahredebileceği düşmanları, Allah, mü’min kullarının eliyle def etmek istiyor. Allah’ın bu arzusunu gerçekleştirmek için gayret eden mü’minler dünyada izzete ve devlete, âhirette de cennete hak kazanacaklardır.
Burada, Allah’ın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı. Allah, Tâlût’tan sonra mülkü Hz. Dâvûd’un (a.s.) almasını ve onun yerine oğlu Süleyman’ı (a.s.) vâris kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd’un gücü, Câlût’u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu. “Allah’ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti.”2761
Hz. Dâvûd’un yeryüzünde halîfeliği, hükümranlığı ve adâletle hükmetmesiyle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şu açıklamalar yer alır: “Dâvûd ile Süleyman’a da lutfettik. Hani onlara bir ekin hakkında -zarar tesbiti ve tazmini için- hüküm veriyorlardı. Bir grup insanın koyun sürüsü geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp zarar vermişti. Biz onların hükmüne şâhit idik.”2762 İslâmî kaynaklardaki rivâyete göre bu meselede Hz. Dâvûd bir çözüm yolu bulmuş, fakat oğlu Süleyman’ın getirdiği çözüm şekli daha mâkul olduğu için onu kabul etmiştir.
Hz. Dâvûd’un, halkın şikâyet ve dileklerini bizzat dinleyip çözüme kavuşturmasıyla ilgili olarak Kur’an’da verilen başka örnek de şöyledir: “(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri)
2758] 2/Bakara, 249
2759] 5/Mâide, 44
2760] 48/Fetih, 7
2761] 2/Bakara, 251
2762] 21/Enbiyâ, 78
DÂVÛD
- 637 -
‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.”2763
Bu kıssa Ahd-i Atîk’te de yer alır ve Dâvûd’un zinâ edişiyle ilgili bir misal olmak üzere zikredilir.2764 Ahd-i Atîk’e göre dokuz karısı ve pek çok câriyesi olan Dâvûd,2765 ordusu Ammonoğulları’na karşı sefere çıktığında bu savaşa iştirak etmez ve Kudüs’te kalır. Bir akşam kral evinin damında gezinirken yıkanmakta olan bir kadın görür ve kim olduğunu soruşturur. Orduda asker olan Hittî Uriya’nın karısı Bat-Şeba olduğunu öğrenip evine aldırır ve onunla zinâ eder. Daha sonra kocasını çağırtıp ordu kumandanına teslim edilmek üzere bir mektup vererek tekrar cepheye gönderir. Uriya kuşatma sırasında, Dâvûd’un mektupta yazdığı tâlimat doğrultusunda ön safa konulur ve ölür. Dâvûd da Uriya’nın karısını evine alıp eşleri arasına katar.2766 Rab Dâvûd’un bu davranışına çok öfkelenir ve peygamber Natan’ı ona gönderir. Natan Dâvûd’a gelerek şu kıssayı anlatır: Bir şehirde biri zengin, öbürü fakir iki adam yaşardı. Zengin adamın pek çok koyunu ve sığırı vardı; fakir adamın ise küçük bir dişi kuzudan başka malı yoktu. Kuzu onun yanında kendisiyle ve çocuklarıyla beraber büyümüştü. Bir gün zengin adama bir yolcu geldi. Zengin adam bu yolcuyu ağırlamak için kendi koyunlarına ve sığırlarına kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve misafirine onu hazırladı. Bu olayı duyan Dâvûd’un öfkesi alevlenip Natan’a şöyle dedi: “Hay olan Rabbin hakkı için, bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir.” Natan Dâvûd’a şöyle dedi: “O adam sensin!”.2767 Daha sonra Dâvûd Rabbe karşı suç işlediğini itiraf eder. Rab onun suçunu bağışlar, fakat yine de cezâ olmak üzere zinâ neticesi doğan çocuk ölür.2768
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvûd’un (a.s.) tevbesine böyle bir zinâ suçunun sebep olduğundan söz edilmez. Diğer İslâmî kaynaklarda ise bu kıssa ile ilgili başlıca üç görüş ve izah tarzı yer almaktadır. Bunlardan birincisi, Hz. Dâvûd’un büyük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Dâvûd (a.s.) Uriya’nın karısına âşık olmuş, hile ile kadının kocasını öldürterek onunla evlenmiştir. Bunun üzerine birbirinden dâvâcı iki insan şeklinde iki melek gönderilmiş, bunlar söz konusu kıssayı naklederek Dâvûd’un suçlu olduğunu ima etmişler, Dâvûd da suçunu anlayıp tevbe etmiştir. Ahd-i Atîk’teki yoruma benzeyen bu değerlendirme kaynaklarda şu şekilde açıklanır: Hz. Dâvûd’un doksan dokuz karısı vardı. Rivâyete göre Dâvûd okuduğu kitaplarda ataları İbrâhim, İshak ve Ya’kub’un fazîletteki üstünlüklerini görünce, “Yâ Rabbi! Görüyorum ki hayrın tamamını benden önceki atalarım almış. Onlara verdiğin gibi bana da ver, bana da onlara yaptığın gibi yap” diye duâ etmiş. Bunun üzerine Allah, “Ataların çeşitli şeylerle imtihan edildiler;
2763] 38/Sâd, 21-25
2764] II. Samuel, 12/1-6
2765] II. Samuel, 3/2-5, 13; 5/13-16; 11/27; I. Krallar, 1/3
2766] II. Samuel, 11
2767] II. Samuel, 12/1-7
2768] II. Samuel, 12/13-18
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sen o tür bir imtihan geçirmedin. İbrâhim oğlunu kurban etmekle, İshak gözlerini kaybetmekle, Ya’kub ise Yûsuf’a olan üzüntüsüyle imtihan edildi” buyurmuş. Dâvûd’un, “Beni de onlar gibi dene; onlara verdiğin gibi bana da ver” demesi üzerine, “Bekle, sen de deneneceksin” denilmiştir. Nitekim bir süre sonra şeytan altın bir güvercin şekline bürünerek namaz kılan Hz. Dâvûd’un önüne konar. Dâvûd onu tutmak istedikçe kaçar. Nihâyet güvercini kovalarken yıkanmakta olan bir kadın görür. Son derece güzel olan bu kadın Dâvûd’u farkedince saçlarıyla kendini gizlemeye çalışırsa da bu tutumu Dâvûd’un arzusunu daha da kamçılar. Kadına kim olduğunu sorar; kocasının asker olduğunu öğrenince ordu kumandanına mektup yazarak o askerin ön safa sürülmesini emreder. Adam cephede ölür, Dâvûd da bu kadınla evlenir.2769
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerin dışında tarih ve tefsir kitaplarında buna benzer pek çok rivâyet vardır ki çoğu Vehb bin Münebbih’e dayanmaktadır ve İsrâiliyattandır. Kur’an’daki kıssanın,2770 Ahd-i Atîk’te olduğu gibi Hz. Dâvûd’un kadınla evlenmek için kocasını öldürttüğünü gösterdiği iddiası ise hem gerçeklerle, hem de İslâm’daki nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan bir iftiradır. Zira peygamberlere zinâ isnâdı onların ismet sıfatlarına ters düşmektedir. Normal insan için bile haram olan, ayrıca Mûsâ şeriatında yasaklanmış bulunan bir fiilin bir peygamber tarafından işlenmesi mümkün değildir. Söz konusu kıssadan önce ve sonra Hz. Dâvûd’un birçok fazîleti zikredilmektedir. Dinî yaşayışta güçlü ve sağlam, Allah’a yönelen, O’nu çok zikreden, kendisine hikmet verilen, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma kabiliyeti gelişmiş, Allah’a yakın olan ve güzel bir gelecek kazanmış bir kimsenin2771 zinâ gibi büyük bir günahı işlemiş olması düşünülemez. Sonuç olarak bazı İslâmî eserlere de geçen buna benzer rivâyetlerin İsrâiliyattan olduğu anlaşılmaktadır.
Bu haberlerin çoğu muharref Tevrat kaynaklı olmasına rağmen, pek çok müslüman yazar, müfessir bunları eleştirmeden, Kur’an’a uyup uymadığını gözden geçirmeden kitaplarında yer vermişlerdir. Bu yanlış rivâyetler, belli ki İslâm’ın ilk dönemlerinden beri anlatılmaktadır. Nitekim rivâyete göre Hz. Ali (r.a.); “Kim Hz. Dâvûd’la ilgili bu kötü haberleri anlatırsa, ona iki celde -yüz altmış sopa- vuracağım”2772 demiştir. Biz, Hz. Dâvûd’u ve diğer mâsum peygamberleri, onlara yakışmayacak sıfatlardan tenzih ederiz. Bizim inancımızın gereği budur. Onlar hakkında Kur’an’ın verdiği sağlam haberler ve övücü sözler bizim için yeterlidir.2773
Kıssa ile ilgili diğer bir yorum da Hz. Dâvûd’un küçük günah işlediği şeklindedir. Buna göre Hz. Dâvûd, evli olan bir kadını almak için onun kocasını öldürmemiştir; zira kadın Uriya ile evli değil; nişanlı idi. Hz. Dâvûd nişanlı olan bu kadını almıştır. Onun hatası, birçok karısı olduğu halde bir mü’min kardeşinin nişanlısını elinden almasıdır. Bir başka açıklamaya göre de dönemin âdeti uyarınca Hz. Dâvûd’un Uriya’dan karısını boşamasını, onunla evlenmek istediğini söylemiş, Uriya da kralın isteğini reddetmenin uygun olmayacağını düşünerek
2769] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 213-214
2770] 38/Sâd, 21-25
2771] bk. 38/Sâd, 17-20, 25
2772] Sa’lebî, Arâisu’l-Mecâlis, s. 284; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 15/119; F. Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, 26/192
2773] H. Ece, s. 51
DÂVÛD
- 639 -
bu teklifi kabul etmek zorunda kalmıştır. Her ne kadar bu davranış o dönemdeki şer’î hükümlere uygunsa da Dâvûd’un kemâliyle bağdaşmadığı için günah sayılmış, bu sebeple de Dâvûd tevbe etmiştir.
Hz. Dâvûd’u suçlu veya kusurlu gösteren yukarıdaki açıklamaları reddeden İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ilgili âyetlerde ilk bakışta Dâvûd’un günah işlediğini düşündüren, “Dâvûd, onu imtihan ettiğimizi zannetti de Rabbinden mağfiret diledi, tevbe etti; Biz de ondan bunu affettik” şeklindeki ifadeler gerçekte onun suç işlediğini göstermez. Olay şöyle olmuştur: Hz. Dâvûd’un düşmanlarından bir grup, onu öldürmek maksadıyla beklenmedik bir zamanda ve beklenmedik bir yoldan onun bulunduğu odaya tırmanıp içeriye girmişler, Dâvûd onların asıl niyetini anlayınca nefsi kendisini onlardan intikam almaya zorlamış, ancak o bunu yapmamıştır. Zaten içeri girenler de Hz. Dâvûd’un yalnız olmadığını görünce korkarak yalan söylemişler ve söz konusu anlaşmazlığı gündeme getirmişlerdir. Dâvûd da bir an bile olsa intikam duygusuna kapıldığı için tevbe etmiş veya gerçek öyle olmadığı halde onların kendisini öldürmek için geldiklerini zannetmiş ve bu sûizan sebebiyle tevbe etmiştir.
Kıssa bu şekilde de açıklanabilir. Kurân-ı Kerim’de de belirtildiği gibi Hz. Dâvûd sadece dâvâcıyı dinleyip hüküm vermiş, dâvâlıyı dinlememiş, daha sonra bu tutumunun yanlış olduğunu düşünerek tevbe etmiştir. Olay yine Kur’an’da zikredilen, ekin tarlasına girip zarar veren sürü kıssasıyla da ilgili olabilir.2774 Zira iki kıssada da haksızlık, koyunlar ve Hz. Dâvûd’un hükmünde tam isâbet etmemesi söz konusudur. Sonuç olarak kıssa kesinlikle Hz.Dâvûd’un günah işlediğini göstermemektedir.2775
Ahd-i Atîk’e göre Hz. Dâvûd, otuz yaşında kral olmuş ve kırk yıl altı ay (yedi yıl altı ay Hebron’da, otuz üç yıl Kudüs’te) saltanat sürdükten sonra yetmiş bir yaşında vefat etmiş.2776 Dâvûd şehrine (Kudüs) defnedilmiştir.2777
Hz. Dâvûd’in (a.s.) Özellikleri
Hz. Dâvûd (a.s.) Hz. Nûh (a.s.)’un soyundandır2778 ve İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, Câlût’u öldürmesinden sonra Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği bildirilir.2779 İsrâiloğullarının tarihinde peygamberlikle hükümdarlık ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. (2780). Kur’an, Dâvûd (a.s.)’a peygamberliğin ve Zebur’un dışında bir lutuf ve mûcize olarak, diğer insanlara verilmeyen başka şeyler de verildiğini söylüyor. Hz. Dâvûd, bir Allah elçisiydi. Ona verilenler, hem onun peygamberliğinin delili, hem de gerçekten şükrün, hakkıyla kulluk yapmasının karşılığıydı. Şüphesiz Allah hakkıyla şükreden kullarını değişik şekillerde mükâfatlandırır.
2774] bk. 21/Enbiyâ, 78
2775] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb 26/188-198
2776] II. Samuel, 2/11; 5/4, 5; I. Tarihler, 29/27
2777] I. Krallar, 2/10; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 21-22; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 373-375
2778] 6/En’âm, 84
2779] 2/Bakara, 251
2780] İbn Kesir, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 248
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Dâvûd’a geniş bir hükümdarlığın yanında hikmet, ilim, anlayış, adâletle hükmetme, neyin nasıl yapılacağını bilme, yerli yerinde iş yapma, faydalı olana sarılma, güzellikler üretme gibi şeyler verildi. O, bu hikmetle hükümdarlığını süslüyor, sürekli Kur’an’ın sâlih amel dediği, güzel ve faydalı işleri yapıyordu.2781
Hz. Dâvûd’un Kur’an’da belirtilen özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Demiri işleyip zırh yapması: Allah, İsrâiloğullarını savaşın şiddetinden korumak için Hz. Dâvûd’a zırh yapmayı öğretmiş, demiri yumuşatmak sûretiyle ustaca işlenmiş geniş zırhlar yapmasını bildirmiştir.2782 İslâmî kaynaklarda, Hz. Dâvûd’un hükümdar olduktan sonra tebdîl-i kıyâfet ederek halkın arasına karıştığı, hükümdarın ve devletin icraatı hakkında onların düşüncelerini öğrendiği nakledilir. Bir defasında insan sûretine girmiş bir melek, Dâvûd (a.s.)’un hem kendisi hem de ümmeti için hayırlı bir insan olduğunu, ancak kendisinin ve ev halkının geçimini devlet hazinesinden karşıladığını söyleyince Dâvûd (a.s.) Allah’a yalvararak geçimini temin edecek bir kazanç yolu ihsan etmesini dilemiş, bunun üzerine kendisine zırh yapma sanatı öğretilmiştir. Rivâyete göre zırh yapıp giyen ilk kişi odur. Hz. Peygamber bir hadisinde, “İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”2783 demiştir.
Kur’an açıkça ifade ediyor ki, Hz. Dâvûd, demircilerin pîridir ve bu sanatını daha çok, son derece saygın olan insan kanının akıtılmasını önlemek için zırh yapımında kullanmıştır. Dâvûd (a.s.) mahâretini kılıç imalinde de kullanabilirdi. Fakat o, hücum silâhı değil; müdâfaa silâhı yapmıştır.2784 Buradaki incelik ise gâyet açıktır: Bir peygamber ancak güzel ve faydalı işlerle meşgul olur. Hz. Peygamberimiz çeşitli vesilelerle çalışmaya teşvik etmiş ve onlara peygamberler tarihinden örnekler vermiştir. Çalışmak, elinin emeğini ve alın terinin karşılığını yemek İslâm’da önemli bir yer işgal eder. Çalışmamak, gücü ve kuvveti yerinde olduğu halde tembel tembel oturmak, şuna buna el açıp dilenmek ayıp ve günahtır. Hz. Peygamberimiz, sosyal ve ekonomik önemi büyük olan bir hadisinde bunu dile getirmiştir.2785 Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Dâvûd (a.s.) kimseye yük olmadan kendi kazancı ile geçimini temin eden mâhir bir sanatkâr idi.
Dağlar ve kuşların onunla beraber Allah’ı tesbih etmesi: Allah dağları ve kuşları Hz. Dâvûd’un buyruğuna vermiş, onlar da akşam sabah onun tesbihine katılmışlardır.2786 İslâmî kaynaklarda nakledildiğine göre Hz. Dâvûd’un sesi hem çok gür hem de çok güzeldi. Dâvûd o gür ve güzel sesiyle Zebur’u okumaya başladığında kurt kuş durup onu dinler, sesinden dağlar yankılanırdı. Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde, “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”2787 Ebû Mûsa’nın naklettiği bir başka rivâyette de, “Ey Ebû Mûsâ! Sana Âl-i Dâvûd’un
2781] 2/Bakara, 251
2782] 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11
2783] Buhârî, Büyû’ 15
2784] Elmalılı, IV/3950
2785] Buhârî, Büyû’ 15
2786] 21/Enbiyâ, 79; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19
2787] Ahmed bin Hanbel, II/354
DÂVÛD
- 641 -
Mezâmir’inden bir mizmar verilmiştir.”2788 demiştir. Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”2789
Allah Teâlâ, Dâvûd’a (a.s.) eliyle demiri eritip işleme özelliği ihsân ettiği gibi, sesiyle de demir gibi kalpleri eritip yumuşatma mûcizesini mazhar kılar. Dağların Hz. Dâvûd ile birlikte tesbih etmesi Allah’ın ona fazlı ve geniş bir bağışı idi. Diğer kullardan hiçbirine böyle bir bağış yapılmamıştı.
İbâdete çok düşkün oluşu: Hz. Dâvûd’un günah işlemekten titizlikle kaçındığı, Allah’ı çok zikrettiği, ibâdete ve sâlih amele düşkün olduğu Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmektedir.2790 Hz. Peygamber de onun namazını ve orucunu şu şekilde övmüştür: “Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”.2791 Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”2792 demiştir. Öte yandan Hz. Peygamber, Dâvûd’un (a.s.) her gecenin yarısında uyuduğunu, üçte birinde namaz kıldığını, altıda birinde yine uyuduğunu haber vermiştir.2793
Dâvud Orucu: Gün aşırı oruç tutmak, yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından “savm-ı Dâvûd” olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın fazîletli olduğu ifâde edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında “En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı” demiştir. Sahâbeden Abdullah bin Amr, “Ben daha fazlasını tutabilirim” deyince, Peygamberimiz bunun fazîletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir.2794 Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en fazîletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.
Kendisine Zebûr verilmiştir: Kur’ân-ı Kerim Hz. Dâvûd’a Zebur’un verildiğini bildirip,2795 muhtevâsına kısaca temas etmekle birlikte,2796 ayrıntılı bilgi vermemektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda ise Hz. Dâvûd’a verilen Zebur’un Ramazan ayında indirildiği, içinde mev’ıza ve hikmetli sözlerin bulunduğu, Davûd’un (a.s.) onu genellikle makamla ve bir mûsikî âleti eşliğinde okuduğu nakledilmektedir.
Hz. Dâvud, yeryüzünde halîfe kılınmıştır: Dâvûd (a.s.) yeryüzünde halîfe kılınmış, onun saltanatı güçlendirilmiş, adâletle hükmetmesi emredilmiştir. “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın
2788] Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 31
2789] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6
2790] 38/Sâd, 17
2791] Buhârî, Teheccüd 7
2792] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38
2793] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38
2794] Müslim, Sıyâm 187-192
2795] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55
2796] 21/Enbiyâ, 105
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.2797 Onun döneminde İsrâiloğullarının tam anlamıyla yerleşik medeniyete geçip devleti güçlendirdikleri, Hz. Dâvûd’un gerek kendi evini, gerekse krallığın idaresini belli bir düzene koyduğu, ibâdetleri sistemleştirdiği, sürekli bir ordu kurduğu Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntılı şekilde anlatılmaktadır. Buna göre, Dâvûd (a.s.) Allah’tan aldığı görevi sadâkatle yerine getirmiş, krallığına Allah’ın İbrâhim nesline vaad ettiği genişliği kazandırmış, onun hükümranlığı Fırat sâhillerinden Kızıldeniz kıyılarına kadar yayılmıştır.2798 Hz. Dâvûd gerçek bir devlet başkanı ve ehliyetli bir yöneticiydi. Kudüs’ü başşehir yapmak sûretiyle iktidarı merkezîleştirmiş, askerî teşkilâtını geliştirmiştir. Devleti yönetirken adâleti öncelikle kendisi icrâ ediyor, dâvâlara bizzat bakıyordu.2799
Fasl-ı hitap verilmiştir: “Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve fasl-ı hitap/açık, güzel konuşma vermiştik.”2800. Hz. Dâvûd’a hikmetle beraber “fasl-ı hitap” yani, anlaşmazlıkları kesin ve âdil ölçülerle çözme, her maksadı sözle açıklama yeteneği2801 de bağışlandı. O, bu yetenekle kendisine gelen dâvâları çözüme kavuşturuyor, mülkünde adâleti sağlıyordu. Hikmet, hakka/gerçeğe uygun bilgi demektir. Fasl-ı hitap da: Hatıra gelen düşünceleri açıklama yeteneğidir. Güzel konuşma, işlerin içyüzünü anlama, dâvâları adâletle, iknâ edici bir üslûpla çözüme kavuşturma anlamları da vardır. Dâvûd’un (a.s.) özelliklerinden birinin de güzel konuşma yeteneğinin olması, insanların arasında çıkan olayları, anlaşmazlıkları güzel çözüme bağlamasıdır.
Dâvud Âilesine Verilen Nimetler ve Şükür
Hz. Dâvûd’a hem hükümdarlık hem de hikmet (nübüvvet) verildiği Kur’an’da bildirilir.2802 Bu, iki özellik, yani peygamberlikle hükümdarlık İsrâiloğullarının tarihinde ilk defa Hz. Dâvûd’un şahsında bir araya gelmiştir. Allah, Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleyman’a, diğer insanlardan hiç birine verilmeyen nimetler verdi. Onları âlemlere üstün kıldı. Sonra da onlara “Şükredin ey Dâvûd âilesi. Çünkü kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır.”2803 buyurdu. Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.), Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerden dolayı şöyle dediler: “Bizi mü’min kullarının birçoğuna göre üstün kılan Allah’a hamdolsun.”2804
Şükür, nimetin sahibini tanımaktır. Nimet verenin makamını, yüceliğini, emrini ve ölçülerini kabul ettiğini ilân etmektir. O makamdan gelen teklifleri benimsemektir. “Nankörlük” ile “küfür” Arapça’da aynı kelime ile ifade edilir. Allah’ın nimetlerini örtmek, görmezlikten gelmek demek olan nankörlük, Allah’ı örtmek, tanımazlıktan gelmek demek olan küfre basamaktır. Nankörlüğün zıddı olan şükür, öncelikli olarak imanla başlar, fiillerle ortaya konulur. Şükrün ilk yansıması Allah’ın Rabliğine teslim olmaktır. Sonra bütün bir hayatı nimet verenin
2797] 38/Sâd, 26
2798] I. Samuel 8/3; I. Tarihler 18/3
2799] II. Samuel, 8/15; 14/4-22; 15/2-6; I. Tarihler, 18/14; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 22-24
2800] 38/Sâd, 20
2801] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 15/107
2802] 2/Bakara, 251
2803] 34/Sebe’, 13
2804] 27/Neml, 14
DÂVÛD
- 643 -
ölçüleriyle yaşamaktır. Şükür, Allah’a kulluk, nimetlerine karşı teşekkürdür.
Hz. Süleyman, kendisine verilen nimetlerden sonra şöyle der: “Bu, Rabbımın fazlındandır, beni denemektedir; şükür mü edeceğim, nankörlük mü edeceğim?”.2805 Dâvûd (a.s.) ve oğlu Süleyman (a.s.) kendilerine verilen nimetlerin hep imtihan için verildiğini, buna hakkıyla şükretmeleri gerektiğini bilen ve bunu uygulayan insanlardı. Allah, Hz. Dâvûd (a.s.) ve onun ailesine bol bol nimet ve diğer kullara verilmeyen kimi üstünlükler ve lutuflar bağışladığını haber verdikten sonra buyuruyor ki: “... Bundan dolayı şükreder misiniz?”.2806 Bir başka âyette yine onlara verilen birçok nimet sayıldıktan sonra deniliyor ki: “... (Artık) Siz de (bunlara karşılık) sâlih amellerde bulunun. Gerçekten Ben, sizin yapmakta olduklarınızı görenim (diye vahyettik).”2807
Dâvûd (a.s.) bu emirlerin gereğini yerine getiren, Rabbine bunca nimetten dolayı hakkıyla şükreden bir insandı. O, nimet vereni biliyordu. Kendisine bunca üstünlüğün, mülkün ve ilmin hangi kaynaktan ve niçin geldiğinin şuurunda idi. Nimete nasıl şükredileceğini biliyordu. Çünkü Rabbinden hikmet ve ilim öğrenmişti. Bu ilim ve hikmet ona şükrü, hamdi ve tesbihi öğretmişti. Kulluğu nasıl yerine getireceğinin, kulun Rabbi karşısındaki konumunun, insan olarak bulunduğu yerin farkında idi. Bu bilinçle nimetlere şükretti. Kendisine verilen peygamberlik görevini yerine getirdi. İnsanları, kendisine tâbi olanları hidâyete çağırdı, onlara Allah’ın hükümleriyle, ölçüleriyle hükmetti. Rabbinin; “Ey Dâvûd ailesi! Şükredin, sâlih amel işleyin” emri onun rehberi idi. Emrin yüceliğini idrâk edecek seviyede idi. İmanlı, bilinçli, Rabbinin emirleri karşısında boyun bükecek, büyüklük taslamayacak edepte idi. Kur’an onun bu tavrını şöyle övüyor: “Onların (imansızların) söylemekte olduklarına karşı sabret ve Bizim güç sahibi kulumuz Dâvûd’u hatırla; Çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah’a) yönelip duran biri idi.”2808
Bu yöneliş içten ve samimi idi. Bilinçli ve iyi niyetli idi. Kimbilir belki de Allah onun bu ihlâsı sebebiyle dağların ve kuşların, gece gündüz, sabah akşam onunla birlikte tesbih etmelerini ona bir hediye olarak bağışlamıştı. Onun Allah’ı tesbihi o kadar içten idi ki, ona bu tesbihinde kuşlar ve dağlar bile eşlik ediyorlardı.
Bu onun Allah katında derecesini gösterdiği gibi, ihlâsla kulluk yapanların ulaşabileceği ödüllere bir örnektir. Allah’ın insanlara bağışı çoktur. Kul, Hz. Dâvûd örneğinde olduğu gibi şükreder, Rabbini içtenlikle tesbih ederse hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği karşılığa kavuşur. Bunun somut göstergesi, Dâvûd’a (a.s.) verilenlerdir.
Dâvûd (a.s.) ilim sahibiydi. O bu ilimle Rabbini tanıyor, O’nun nimetlerini algılıyor, nasıl şükredeceğini öğreniyordu. Bu ilimle, Rabbinin âyetlerini idrâk ediyor, bu âyetlerin ifade ettiği gerçeklere ulaşıyordu. O bu ilimle derin bir anlayışa, isâbetli bir görüşe, doğru karar verme yeteneğine kavuşmuştu. Onunla hüküm veriyor, onunla adâleti sağlıyor, onunla insanları hidâyete dâvet ediyordu.
O, aynı zamanda hikmet sahibiydi. Her işini sağlam yapıyor, sâlih amel işliyor, kulluğun en güzel örneklerini sergiliyordu. Demir onun için yumuşatılmıştı, yani
2805] 27/Neml, 40
2806] 21/Enbiyâ, 80
2807] 34/Sebe’, 11
2808] 38/Sâd, 17
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demir madeni emrine verilmişti. O, demirden savaş elbiseleri yapıyor, bunları giyen mü’min askerleriyle Allah yolunda müslümanlara saldıranlara karşı cihad ediyordu. Dâvûd (a.s.) aynı zamanda güçlü, kuvvetli, çok cesur bir kimseydi. Nitekim Tâlût’un ordusunda genç bir çoban iken, kendilerinden kat kat kalabalık düşman ordusunun komutanı Câlût’a karşı yiğitçe düelloya çıkmış ve onu öldürerek müslümanların zafer kazanmasına kapı açmıştı. Onun bu cesareti, akıllı hareketi, ilim ve hikmet sahibi oluşu, adâleti ve iyili ahlâkı İsrâiloğullarına başkan olmasını sağlamıştı.
Dâvûd (a.s.), bunun yanında takvâ sahibi bir kimse idi. Sürekli tesbih eder, Rabbini zikreder, kulluktan geri kalmazdı. Rabbine karşı bir hata yaptım zannıyla hemen tevbe istiğfar eder, Rabbine yönelirdi. O, Rabbinin huzurunda saygıyla rükûya ve secdeye varırdı. Allah da onu sâlih bir insan olarak seçti. Onun Rabbi katında bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.2809
Rivâyete göre Dâvûd’un (a.s.) çok güzel bir sesi vardı. Onun bu yakıcı sesiyle tesbih ve zikredişi o dereceye yükselmişti ki, o tesbih yaptığı zaman kendi varlığı ile kâinat varlığı arasındaki engeller ortadan kalkıyordu. Hz. Dâvûd’un hakikatiyle, dağların ve kuşların gerçeği, Rabbine olan ilgi ile birleşiyor, O’na ibâdetle tamamlanıyordu. Bundan dolayı kuşlar başına toplanıyor, dağlarla birlikte zikirlerin en güzelini terennüm ediyorlardı. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Rabbimiz dilediğini yaratmaya güç yetirendir. Sevdiği kullarına dilediği şeyi bağışlar. Yeryüzündeki her şey bir tek İlâhî gerçeğe dayanır. Hepsi de mutlak bir gerçekle birleşir. O da, her şeyi yoktan var eden Allah’ın Rabliğidir. Rabbiyle ilgisi ihlâs ve tam teslimiyet noktasına ulaşan kullar için soyut hakikatler apaçık olur. Farklı şekillerdeki varlıkların farklı biçimleri ortadan kalkar ve hepsi de aynı amaç etrafında tevhid/birlik olurlar. Güzel ve gür sesler için “dâvûdî ses” denmesi, Dâvûd’un (a.s.) sesinin güzel olmasındandır.
O, takvâsının bir eseri olarak senenin yarısını oruçlu geçirirdi. O bir gün iftar eder, bir gün oruç tutardı. Hükümdarlığa sahip olmasına rağmen elinin emeği ile geçinirdi. Demirden yaptığı zırhları satar, bununla rızkını kazanırdı.
Bütün insanlar, son nefeslerini verinceye kadar Allah’ın her çeşit ve sayılmayacak kadar nimetlerinden yararlanmaktadırlar. Bu yararlanma kimileri hakkında az veya çok olsa da farketmez. Haysiyetli kişi, velînimetini, kendine nimet vereni bilir ve ona teşekkür eder. Kulların Allah’a teşekkürü, O’na Rab olarak iman edip isyan etmemektir. Allah, şüphesiz ki şâkir (şükreden) kullarını sever, onlardan râzı olur, onlara hesapsız mükâfatlar verir. Sâdi-i Şirazî’nin dediği gibi, her bir nefes alış verişte bile insan Allah’a karşı iki defa şükretmek zorundadır. Nefes almazsa yaşayamadığı gibi, aldığı nefesi az sonra dışarı veremezse yine yaşayamaz. Eğer insanlar Allah’a şükrederlerse, Allah nimetlerini, nimetlerin bereketini arttırır, insanın mal karşısında kölelik tutkusunu, mala sahip olma izzetine döndürür. Eğer insanlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ederlerse, nimet sahibini tanımaz, inkârcı ve isyancı olurlarsa; şüphesiz Allah’ın azâbı şiddetlidir, dayanılır gibi değildir.2810
2809] 38/Sâd, 24-25
2810] 14/İbrâhim, 7; Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 194-195; 47-50
DÂVÛD
- 645 -
Ekin Sahibinin Dâvâsı
“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”2811
Hz. Dâvûd ve oğlu Hz. Süleyman (a.s.), Allah’ın onların hükmüne şâhit olduğunu açıklayarak, her ikisinin hükmünün doğru olduğunu, her ikisinin de yanlış yapmadıklarını vurgulamış oluyor. Ya da onların bu şekilde hükmetmelerine Allah izin vermişti, onlar da kendi görüşleriyle önlerindeki dâvâyı halletmeye çalışıyorlardı.
Kaynaklar bu âyetin tefsiri ile ilgili şöyle bir olay anlatıyorlar: “Anlatıldığına göre Hz. Dâvûd’a dâvâ için iki kişi geldi. Bunlardan biri ekin tarlası ya da bağ sahibi, diğeri ise sürü sahibi idi. Birisi ekin ekmiş veya bağ-bahçe yapmıştı. Tarla sahibi Hz. Dâvûd’a dedi ki: ‘Bu adamın sürüsü geceleyin benim tarlama/bağıma girdi ve hiçbir şey bırakmadı. (Aramızdaki meseleyi çözer misin?)’ Bu olayın doğru olduğunu anlayan Hz. Dâvûd (a.s.) sürünün, tarlaya verdiği zarar karşılığı tarlanın veya bağın sahibine verilmesine hükmetti. Bunun üzerine sürünün sahibi Hz. Süleyman’a gitti ve durumu anlattı. Hz. Süleyman babasının yanına gelerek: ‘Ey Allah’ın peygamberi! Hüküm senin verdiğin gibi değildir’ dedi. Hz. Dâvûd, ‘nasıldır?’ diye sorunca Hz. Süleyman şöyle dedi: ‘Sürüyü geçici olarak faydalanması, yavrularından ve sütlerinden yararlanmaları için tarla/bağ sahibine ver. Tarlayı/bağı da sürü sahibine ver. Ta ki sürü sahibi ekin tarlasını/bağı eski haline getirsin. Sonra da herkes kendine ait olanı tekrar geri alsın.’ Bunun üzerine Hz. Dâvûd; ‘isâbetli hüküm, senin dediğin gibidir’ deyip, oğlunun görüşünü karar olarak benimsedi.”
Kaynaklar Hz. Süleyman’ın o zaman on bir yaşlarında bir çocuk olduğunu da ilâve ediyorlar.2812 (En doğrusunu yalnızca Allah bilir.)
Her iki peygamberin hükmü de kendi ictihadlarına/görüşlerine göre idi. Hz. Dâvûd (a.s.) ekin/bağ sahibinin zararının büyüklüğünü göz önünde bulundurarak o zararı karşılamak istemişti. Şüphesiz bu adâletin gereği idi. Ancak Hz. Süleyman’ın görüşü ise adâletin de ötesinde daha yapıcı, daha uygun bir hüküm idi. Allah (c.c.), Hz. Dâvûd’un hükmünün yanlış olduğunu söylememekle birlikte, Hz. Süleyman’a onun hükmünü öğrettiğini haber veriyor, sonra da her ikisine de hüküm ve ilim verdiğini bizlere duyuruyor. Her iki peygamber de vahyin getirdiği ölçülerden hareket ettiler. Kendilerine bağışlanan ilim ve hükmetme yeteneğine dayanarak kendi ictihadlarıyla karar verdiler. Böyle bir hüküm, vahyi ölçü almakla beraber, bir vahiy değildi. Hz. Dâvûd’un kararı vahiy olsaydı Hz. Süleyman’ın ona karşı görüş beyan etmesi düşünülmezdi.
2811] 21/Enbiyâ, 78-80
2812] Taberî, Tarih 1/344, Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 17/38; F. Râzî, M. Gayb, 22/195; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/26; İbn Kesir, Muh. Tefsir, 2/516; Zemahşerî, el-Keşşâf, 3/125; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 11/203; Âlûsî, Rûhu’l-Beyan, 17/75; Süfyân es-Sevrî, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 160, S. Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2389
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu kararı anlatan pek çok kaynak, Hz. Dâvûd’un (a.s.) yukarıdaki kararı açıklamasından sonra dâvâcıların Hz. Süleyman’a gittiklerini, bir de onun bu dâvâya bakmasını istediklerini söylüyorlar. Onlara göre Hz. Süleyman, babasının kararını doğru bulmayarak kendisi daha uygun bir başka görüş ileri sürdü ve önceki kararın değişmesini sağladı. Buradan hareketle de peygamberlerin ictihadı, ictihad-vahiy ilişkisi, âlimlerin ictihadı ve nesih gibi konular gündeme getirilmekte ve uzun uzun açıklamalar yapılmaktadır.
Bu olayı anlatan yukarıdaki âyet, her iki peygamberin de verdikleri karara/hükme değinmiyor. Ancak “iz yahkümâni” diyerek, bir dâvâ konusunda her iki peygamberin beraberce hüküm verdiklerine veya bu konuda istişâre ettiklerine dikkat çekmektedir. Çünkü burada kullanılan fiil kalıbı tesniye, yani iki kişinin birlikte iş yaptığını ifade eden bir kalıptır. Bilinen bir şeydir ki, iki bağımsız hâkim bir olayda iki ayrı hüküm verseler, bunun bir anlamı olmaz. Âyette kast edilen anlam; her iki peygamberin de bu dâvâ konusunda istişâre etmeleri veya karşılıklı bu dâvâyı görüşmeleri olabilir. Burada “hükmettiler” değil de; “iz yahkümâni ; karşılıklı hükmettikleri zaman” gibi bir ifadenin yer alması bu görüşü güçlendirmektedir.2813 Buna göre, Hz. Dâvûd’un görüşü tamamlanmış ve uygulamaya konulmuş hukukî bir karardan çok, kesin bir çözüm aramaya yönelik bir görüş açıklama, ya da istişâre etmeye ehil görülen Hz. Süleyman’ın bu meselenin cevabını bulmaya yönelik bir ictihadı gibi görünmektedir.
Hz. Süleyman da (a.s.), babasının verdiği kesin hükme karşı çıkmamış veya babasının verdiği kararı yanlış bulmamış, konuyla ilgili olarak görüşünü açıklamış ve bu görüşü de isâbetli bir karar olarak uygulamaya konulmuş olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Kaldı ki, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre hükmetme makamında olan bir hâkim, ictihad eder (doğru kararı vermede bütün gücünü kullanır) ve isâbet ederse iki sevap alır. Hâkim bütün gücünü kullandığı halde ictihadında isâbet edemezse bir sevap/ecir alır.2814
Her iki peygambere de İlâhî bir bağış olarak uygun ve yerinde hükmetme, isâbetli karar verme yeteneği ihsan edilmiş, ancak âyetin ifadesine göre Allah (c.c.), Süleyman’a (a.s.) bazı konularda daha derin bir anlayış vermiştir. Şüphesiz Allah fazlını istediğine verir ve O’nun gücü her şeye yeter. 2815
Tâlût
Tâlût; İsrailoğullarının Dâvûd (a.s.) zamanındaki meliki/kralıdır. Esas adı Saul’dür. Kelime olarak “Tâlût” İbranice bir lakabdır. Arapça “Tûl” kelimesi ile alâkalı olup, aşırı derecede boylu ve kudretli anlamına gelir.2816
Kur’an’da iki yerde Tâlût kelimesi geçmektedir.2817 Birkaç yerde de, ona işaret eden zamirler bulunmaktadır. Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika adlı bir kavim vardı. Başlarında Câlût adında bir kral bulunuyordu. Bunlar İsrailoğullarına saldırıp onları perişan ettiler. İsrailoğulları da, kendi peygamberlerinden,
2813] M. H. Tabatabai, el-Mîzân, 14/340
2814] Ebû Dâvûd, Akdiyye 2, hadis no: 3574; Buhârî, İ’tisâm 21; Tirmizî, Ahkâm 2, hadis no: 1326; Nesâî, Kadâ 3
2815] Hüseyin K. Ece, Hz. Süleyman, s. 100-103
2816] Goldziher, Der Mythosbei den Hebraern, 162 vd.
2817] 2/Bakara, 247, 249
DÂVÛD
- 647 -
düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir kumandan tâyin etmesini istediler. Onların bu peygamberi, Mûsâ’dan (a.s.) sonraki peygamberlerden biriydi. Onların bu talebi üzerine, peygamberleri onların başına, nesli Ya’kûb (a.s.)’un oğlu Bünyâmin’e dayanan Tâlût’u hükümdar olarak tâyin etti.2818 Bu durum Kur’an’da söyle ifâde edilmiştir: “Peygamberleri onlara: ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi’ dedi. Bunun üzerine (onlar): ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. (Peygamberleri:) ‘Allah sizin üzerinize onu seçti. İlimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir’ dedi.” 2819
İsrâiloğulları onun krallığını tasvip etmek istemediler; işi zenginlik ve kısır kavmiyet noktasından ele almaya çalıştılar. Oysa âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah, Tâlût’a ilimde ve cisimde, maddî ve mânevî yönden bir üstünlük vermişti. Maddî yönden iri cüsseli, güçlü, kuvvetli ve güzel olarak yaratmıştı. Mânevî yönden de, dinî, siyasî, fen, teknik ve savaş ilimlerinde ona üstün bir başarı ve mahâret vermişti. Aynı zamanda o, fakirlere karşı merhametli ve şefkatliydi, yoksulların dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını gidermeye çalışırdı. Bir de, Yüce Allah âmirliği dilediğine verir. Komutanlık ve âmirlik için bunlar önemlidir. Yoksa verâset, soy-sop, ayrı nesepten gelme şartları geçerli ve önemli değildir.2820
Tâlût komutanlığı ele aldıktan sonra, askerleriyle Câlût’a karşı cihada çıkıyor ve önce askerlerini deniyor. Askerlerinden ihlâslı ve samimi olanlar belirlendikten sonra, düşmanlarıyla cihada devam ediyor. Yüce Allah bu hususta Kur’an’da şu açıklamada bulunmuştur: “Tâlût, ordusuyla birlikte ayrıldığında dedi ki: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç avuçlayanlar hâriç- onu tatmazsa, o bendendir.’ Onlardan az bir bölümü dışında ondan içtiler. O, kendisiyle beraber iman edenlerle onu (ırmağı) geçince, onlar (geride kalanlar): ‘Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok’ dediler. (O zaman) Allah’a kavuşacaklarına kesin gözü ile bakanlar: ‘Nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”2821
Tâlût ve askerlerinin, Câlût ve askerlerine karşı cihada hazırlandıklarında, Allah’a karşı yaptıkları niyâz ve duâları, Kur’an’da şöyle haber verilmiştir: “Onlar, (Tâlût ve ordusu) Câlût ve ordusuna karşı meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Adımlarımızı sâbit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.”2822
Tâlût ile askerlerinin zaferini ve Câlût ile askerlerinin de yıkılışını haber veren bir âyetin meâli ise, şöyledir: “Derken, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmiyla diğerlerini savmasaydı, dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”2823 Âyette de ifâde edildiği gibi,
2818] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1954, II, 595 vd.
2819] 2/Bakara, 247
2820] el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 55
2821] 2/Bakara, 249
2822] 2/Bakara, 250
2823] 2/Bakara, 251
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dâvûd (a.s.), Tâlût’un komutasında toplanmış bulunan İsrailoğullarının arasındaydı ve karşı ordunun başında bulunan Câlût’u öldürdü. Böylece İsrailoğulları bu savaşta gâlip çıktı. Filistin ordusu yenildi. Dâvûd (a.s.) bilâhare Tâlût’un kızı ile evlendi ve onun ölümünden sonra da onun yerine kral oldu.2824
Câlût
Câlût; Hz. Dâvud (a.s.) zamanında, Tâlût’un (Saul) krallığı döneminde yaşamış, “Amâlika” kralının adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Câlût olarak adlandırılan bu kişinin ismi Ahd-i Atîk’te Golyat şeklinde geçmektedir. “Amâlika” kavmi Akdeniz’in sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan bir milletti. Câlût, iri cüssesi sebebiyle âdeta dev gibi tasvir edilmekte, onun Refaîm denilen ve devâsâ cüsseleriyle meşhur olan ırkın bir bakiyesi olduğuna inanılmaktaydı.2825 Golyat’ın boyu İbrânîce Ahd-i Atîk’e göre 6 arşın 1 karış, yani 2,93 m., Ahd-i Atîk’in Yunanca tercümesine ve yahûdi tarihçisi Josephus’a göre ise 4 arşın 1 karış, yani 2.03 m.dir.2826 Kuşandığı zırhın ağırlığı 5000 şekel tunç (yaklaşık 60 kg.), mızrağının ucundaki demirin ağırlığı ise 600 şekeldir.2827
Amâlika kavminin kralı Câlut, Hz. Mûsâ’nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış, onları yenerek birçok esir ve kıymetli eşyalarını almış, ülkesine götürmüştü. Esirler içinde İsrâil krallarının birçok prensi de bulunuyordu. Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları’na da ağır vergiler koymuştu. Hatta Tevrât’larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları’nın bir peygamberi de yoktu. Bunlar Allah’a yalvararak bir peygamber göndermesini istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti.2828
Nihâyet, önceleri bir intikam duygusuyla, kendilerine peygamber olarak gönderilen Eşmuil veya Şâmuil’e başvurarak, kendilerine dirâyetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini istemişlerdi. Bu hükümdar sâyesinde çıkarıldıkları yurtlarına dönmek isteklerini dile getirmişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili, basiretli, cesâret sahibi bir zâtı hükümdarı tâyin etti. Fakat İsrailoğulları tâyin edilen bu kumandana itiraz ettiler. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle birisinin tâyinine râzı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut’un hem bilgili hem de fiziksel yapı itibarıyla bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu belirtmiştir.2829 Yine Peygamber, İsrailoğulları’na, Tâlut’un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait birtakım kutsal emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tâbutu, meleklerin getirmesi mûcizesini göstermiştir.2830
Bunlardan sonra, Tâlut, İsrailoğulları’nın başına geçip, Câlut’a saldırmak üzere Filistin veya Ürdün nehrini geçerken, ordusunun sabrını veya samimiyetini ölçmek istemişti. Hava çok sıcaktı ve ordusuna nehirden geçerken su içmemelerini söylemişti. Fakat ordusundan bu emre uyanların sayısı oldukça az miktarda
2824] Taberî, Camiu'l-Beyân, II, 627 vd.; İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut 1969, 1, 303; Nureddin Turgay, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110
2825] Tesniye, 2/11; II. Samuel, 21/19-20); I. Tarihler, 20/8
2826] I. Samuel, 17/4
2827] I. Samuel, 17/5-7
2828] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828
2829] 2/Bakara, 246-247
2830] 2/Bakara, 248
DÂVÛD
- 649 -
kalmıştı.
Fakat Tâlut bu kutsal mücâdelesinden caymamış ve Câlut ile savaşa girmiştir. Hâlbuki savaştan önce ordusundan bazıları, Câlut’un ordusunu görünce: “Bugün Câlut’un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok” demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mü’min ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût’a karşı savaşa çıkmıştır.
Kral Saul döneminde İsrail toprağını işgal eden Filistî ordusunda yer alan Golyat, zorlu bir savaşçıdır. İsrâil ordusu ile Filistî ordusu karşı karşıya geldiğinde başında tunç başlık, üzerinde pullu zırh, baldırlarında tunç zırhlar, omuzları arasında tunç kargı ve elinde mızrağı ile İsrâil ordusuna meydan okuyarak onları mübârezeye dâvet eder. Bu meydan okuma kırk gün sürer, fakat İsrâil ordusundan hiç kimse onun karşısına çıkmaya cesâret edemez. Orduya katılan büyük kardeşlerini ziyâret için karargâha gelen genç yaştaki Dâvûd bu durumu görünce Golyat’ın karşısına çıkmak ister ve sapanıyla attığı taş ile onu alnından vurur, sonra da kılıçla başını keser.2831 Tâlut’un ordusunda bulunan Hz. Dâvud’un Câlut’u öldürmesiyle büyük moral kazanan Tâlût ve askerleri, Câlût’un ordusuna karşı savaşı kazanır.
Mes’ûdî, Mürûcu’z-Zeheb’de Dâvûd’un (a.s.) Câlût ile, Ürdün’ün aşağı vâdisi Gor’daki Baysan’da dövüştüğünü anlatır. Bugün Baysan yakınlarında Aynu Câlût adını taşıyan bir yer bulunmaktadır.2832
Ahd-i Atîk’te Golyat’ın öldürülmesiyle ilgili olarak çelişkili bilgiler vardır. Bir yerde Golyat’ın Dâvûd tarafından öldürüldüğü belirtilirken,2833 başka bir yerde Gatlı Golyat’ı Elhanan’ın öldürdüğü2834 bildirilmektedir. Öte yandan Kitab-ı Mukaddes’in İbrânîce nüshası ile Batı dillerine yapılan çevirilerinde, “Beytülahm’li Elhanan Gatlı Golyat’ı vurdu” denilirken, Türkçe tercümesinde, “Beytülahmli Elhanan Gatlı Golyat’ın kardeşini vurdu” denilmektedir. Bu son ifade, Ahd-i Atîk’in başka bir bölümünde de yer almaktadır.2835
Ahd-i Atîk Golyat’ı Filistî (peliştî-peliştîm) diye takdim ederken; İslâmî kaynaklarda Bâbilli2836 veya Âd ya da Semûd kavimlerinin ahfâdından bir kişi olarak gösterilmekte,2837 hatta Berberîlerin kralı olduğu da nakledilmektedir.2838 Tarih ve tefsir kitaplarında Câlût’un kimliği ve Dâvûd’la mücâdelesine dâir İsrâiliyat türünde çeşitli rivâyetler yer almaktadır ki bunlar Ahd-i Atîk’teki kıssaya benzer mâhiyettedir.
Hz. Dâvud (a.s.), Tâlut ve Eşmuil’in (a.s.) vefatından sonra İsrailoğulları’nın başına geçmiş ve kendisine peygamberlik de verilmişti.2839 Aynı kıssa biraz daha geniş olarak Kitab-ı Mukaddes, 1. ve 2. Samuel bölümünde geçmektedir.
2831] I. Samuel, 17
2832] Bk. Meydan Larousse, 2/739
2833] I. Samuel, 17/50-51
2834] II. Samuel, 21/19
2835] I. Tarihler, 20/51
2836] Mes’ûdî, I/54
2837] Taberî, I/467
2838] Mes’ûdî, I/56-58
2839] 2/Bakara, 249-252
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’ın anlattığı bu hâdise, samimiyet ve iman gücünün nelere kadir olacağını ve İsrailoğulları’nın azgınlığını gözler önüne sermektedir. 2840
Zebûr; Dâvûd’a (a.s.) Verilen İlâhî Kitab
Zebûr; Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s.)’a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitabın ismidir. Lügatte Mezmur, “Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud’a inen Zebur’un sûrelerinin her biri” anlamlarına gelir. Aynı zamanda Mezmur “yazılmış” mânâsına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur’un “Hikmetli kitap” mânâsına geldiğini; 3/Âl-i İmran, 184 âyetindeki “Zebûr” kelimesinin “men etmek” manasına gelen “Zebr” kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da Hakkın hilâfına olan hususlardan halkı meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır.2841
İlâhî kitapların ikincisi olan Zebur, Kur’ân-ı Kerîm’in üç ayrı âyetinde2842 geçmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Nûh’a, O’ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yakub’a, İsa’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârun’a ve Süleyman’a vahy eylediğimiz ve Dâvûd’a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik Biz”2843; “Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun ki, Biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Dâvûd’a da Zebur verdik”2844; son olarak Enbiyâ sûresinde de Cenâb-ı Hak: “Andolsun, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yazmışızdır ki, arza ancak sâlih kullarım mirasçı olur”2845 buyurmaktadır.
Bu âyet meâllerinden ilk ikisi, dört İlâhî kitaptan biri olan Zebur’un Hz. Dâvud (a.s.)’a verildiğini açıklamakta, üçüncü âyet de Zebur’un Tevrat’tan sonra nâzil olduğunu, yeryüzüne ancak sâlih kişilerin mirasçı olacaklarını bildirmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i şeriflerinde, ehl-i kitaptan bir fırkanın Zebur okuduklarını beyan buyurmuşlardır.2846
İmanın şartlarından olan “Allah’ın kitaplarına iman” ilkesi bir müslümanın, diğer İlâhî kitaplarla birlikte Zebur’a da inanmasını gerekli kılar. Ancak yine İslâm, bugün eldeki mevcut Zebur’un tahrife uğradığını da özellikle belirtir.
Kitab-ı Mukaddes külliyatında ve Ahd-i Atik bölümü içinde yer alan “Mezmurlar” diye zikredilen kitabın içinde 150 Mezmur vardır. İlk Mezmur “Ne mutludur o adama ki, kötülerin öğüdü ile yürümez ve günahkârların yolunda durmaz” cümleleriyle başlamakta, 150. Mezmur da, “Bütün nefes sahipleri Rabbe hamdetsin, Rabbe hamdedin” sözleriyle son bulmaktadır.2847
Hz. Dâvud’a indirilmiş olan Zebur’da genellikle, O’nun Allah’a yakarışları ve ilâhîleri yer almaktadır. Zebur’un İbranice asıl metni manzumdur. Allah’ın birliği (tevhid) temeline dayanan dinler döneminin ilk İlâhî kitaplarından olan Zebur, doğruluğu terkeden, ahlâkî kaideleri tanımayan, kötülük ve günah içinde yüzen
2840] Talat Sakallı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 271; Abdurrahman Küçük, TDV İslâm Ans., c. 7, s. 38
2841] Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417
2842] 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105
2843] 4/Nisâ, 163
2844] 17/İsrâ, 55
2845] 21/Enbiyâ, 105
2846] Buharî, Teyemmüm, 6
2847] Kitab-t Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul, 1954
DÂVÛD
- 651 -
Yahûdi kavmine Allah’ın yolunu göstermek için nâzil olmuştur. Bütün bunlardan ayrı olarak Yahûdilerin, “Tevrat’tan sonra kitap gelmeyecektir” yolundaki iddiaları Hz. Dâvûd’a Zebur verilmesiyle nakzedilmiş bulunmaktadır.2848
Günümüzde Zebur hemen bütün dünya dillerine tercüme edilmiştir. Zebur’da geçen konular, daha sonraları Batılı ressam, şâir ve heykeltıraşlara ilham kaynağı olmuş ve sanatkârların eserlerinde çeşitli şekillerde işlenmiştir. Bilindiği üzere Zebur’la müstakil bir şeriat vazedilmemiş, Hz. Dâvûd Hz. Mûsâ’nın şeriatı ile amel etmiştir. Hz. Dâvûd sesinin güzelliği ile de bilinmektedir. O, Mezmur denilen Zebur sûrelerini güzel sesi ile okurdu. Nitekim kalın, gür, pek hoş ve tesirli sesler için “Dâvûdî” tâbiri kullanılır.2849 Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde de2850 çeşitli vesilelerle Hz. Dâvud’un adı geçmektedir.
Zebur önceleri İbrânîce idi ve İbrânî-Ârâmî alfabesiyle yazılmıştı. Hristiyanlığın yayılmasından sonra da Lâtinceye çevrilmiştir. Ancak günümüzde orijinal bir Zebur nüshasının mevcut olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün yeryüzünde Zebur’a tâbi bir millet bulunmamakla beraber, gerek yahûdiler, gerek hristiyanlar ibâdet ve âyinlerinde duâ niyetiyle Zebur’dan parçalar okumaktadırlar. Özellikle hristiyanların pazar âyinlerinde Mezmur’dan seçilmiş parçalar okumayı ihmal etmedikleri bilinen bir husustur. 2851
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.)
“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar?! Kendileri için gönderilmiş bir peygambere ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.
Peygamberleri onlara ‘Bilin ki Allah, Tâlût’u size hükümdar gönderdi’ dedi. Bunun üzerine ‘Biz hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur?’ dediler. ‘Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eder ve her şeyi bilendir’ dedi.
Peygamberleri onlara, ‘Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut’un size gelmesidir. Onun içinde Rabbinizden size bir sekîne/ferahlık ve sükûnet, meleklerin taşıdığı, âl-i Mûsâ ve âl-i Hârun’un bıraktıklarından bir miktar bakıyye vardır. Eğer inanmış kimseler iseniz sizin için onlarda mutlaka bir âyet ve alâmet vardır’ dedi.
Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az
2848] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1938, IV/3081
2849] M. Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, II, 179 vd.
2850] 2/Bakara, 251; 5/Mâide, 78; 6/En'âm, 84; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10-13; 38/Sâd, 17
2851] Osman Cilacı; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 439-440
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.
Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Bize cesâret ver ki tutunalım. Kâfir kavme karşı bize yardım et’ dediler.
Allah’ın izniyle onları yendiler. Dâvûd Câlût’u öldürdü. Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti. Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi/savıp hizaya getirmeseydi, elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.
O söylenenler, Allah’ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz sen Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerden birisin.” 2852
“Biz Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Ya’kub’a, torunlara, İsa’ya, Eyyûb’a, Yunus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a vahyettik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” 2853
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyanları/söz dinlememeleri ve haddi aşmalarıdır.”2854
“Biz ona (İbrâhim’e) İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Ya’kub’u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Nitekim daha önce de Nûh’u ve onun soyundan Dâvûd’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yı ve Hârûn’u doğru yola iletmiştik; Biz muhsinleri/iyi ve güzel davrananları işte böyle mükâfatlandırırız.”2855
“Rabbin göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten Biz, peygamberlerin bazısını bazısından üstün kıldık; Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.” 2856
“Bir zaman Dâvûd ve Süleyman, bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içine dağılıp ziyan vermişti. Biz, onların hükmünü görüp bilmekte idik. Böylece bunu (bu fetvâyı) Süleyman’a Biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Tesbih eden dağları ve kuşları da Dâvûd’a boyun eğdirdik. (Bunları) Biz yaparız. Ona, savaş sıkıntılarınızdan sizi koruması için zırh sanatını/zırh yapmayı öğrettik. Artık şükredecek misiniz?”2857
“Andolsun ki Biz, Dâvûd’a ve Süleyman’a ilim vermişizdir. Onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun’ dediler. Süleyman Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: ‘Ey insanlar! Bize kuşdili öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.” 2858
“Andolsun, Dâvûd’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin’ dedik. Ona demiri yumuşattık. “Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvûd hânedânı!) Sâlih ameller/iyi işler yapın. Çünkü Ben, yaptıklarınızı görmekteyim’
2852] 2/Bakara, 246-252
2853] 4/Nisâ, 163
2854] 5/Mâide, 78
2855] 6/En’âm, 84
2856] 17/İsrâ, 55
2857] 21/Enbiyâ, 78-80
2858] 27/Neml, 15-16
DÂVÛD
- 653 -
diye (vahyettik).” 2859
“... Ey Dâvûd âilesi! Şükredin. Kullarımdan şükreden azdır.” 2860
“Onların söylediklerine sabret, kulumuz Dâvûd’u, o kuvvet sahibi zâtı hatırla. Çünkü o, daima Allah’a yönelendi. Doğrusu Biz akşam sabah onunla beraber tesbih eden dağları, toplu halde kuşları onun emri altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi. Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve açık, güzel konuşma vermiştik. (Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Ma’bedin duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de Dâvûd onlardan ürkmüştü. ‘Korkma; Biz birbirine hasım iki dâvâcıyız, aramızda adâletle hükmet, haksızlık etme; bizi doğru yolun ortasına götür’ dediler. (İçlerinden biri) ‘Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi.’ Dâvûd, ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih ameller/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Dâvûd, kendisini denediğimizi sandı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi. Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri Biz boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Bu yüzden inkâr edenlere ateşten bir helâk vardır. Yoksa Biz, iman edip de sâlih ameller yapanları, yeryüzünde fesatçılar/bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya müttakîleri/Allah’tan korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız? (Ey Muhammed!) Sana bu mübârek Kitab’ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik. Biz Dâvud’a Süleyman’ı verdik. Süleyman ne güzel bir kuldu! Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi.” 2861
Hadis-i Şeriflerde Dâvud (a.s.)
“İnsanın yediğinin en güzeli kendi kazandığıdır. Hiçbir kişi asla kendi elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın nebîsi Dâvûd kendi elinin emeğinden başkasını yemezdi”2862
Hz. Peygamber (s.a.s.) geceleyin geçerken Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin Kur’an okuduğunu duyar. Okuyuşunu, güzel sesini beğenir, durup Kur’an’ı dinler ve: “Bu adama, Dâvûd âilesine verilen mizmarlardan bir mizmâr verilmiş” der. Ebû Mûsâ: ‘Yâ Rasûlallah, eğer senin dinlediğini bilseydim, daha güzel okurdum’ der.2863
Hz. Âişe ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin sesini işittiğinde şöyle der: “Ebû Mûsâ’ya Dâvûd’un Mezâmir’inden verilmiştir.”2864
2859] 34/Sebe’, 10-11
2860] 34/Sebe’, 13
2861] 38/Sâd, 17-30
2862] Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ, 37; İbn Mâce, Ticâret 1; Ahmed bin Hanbel, II/314, III/466; Muvattâ, Sadaka 1; Dârimî, Büyû’ 6
2863] Buhârî, Fezâilu'l-Kur'an 31; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 34, hadis no: 236; Tirmizî, Menâkıb 55; Nesâî, İftitah 83; İbn Mâce, İkame 176
2864] Ahmed bin Hanbel, II/354
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Dâvûd, sesinin güzelliği yanında süratli okuyuşuyla da tanınmıştı. Ebû Hüreyre’den nakledilen bir hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Dâvûd’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O bineğinin hazırlanmasını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebûr’u okurdu. Ayrıca o, yalnız kendi el emeğini yerdi.”2865
“Allah’ın en sevdiği namaz Dâvûd’un namazı, en sevdiği oruç, yine Dâvûd’un orucudur.”2866
Yaşadığı sürece gündüzleri oruç tutacağını, geceleri namaz kılacağını ifâde eden Abdullah bin Amr’a Rasûl-i Ekrem, her ay üç gün oruç tutmasını söylemiş, bunu az görmesi üzerine bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etmiş, bunu da kabul etmeyince, “Bir gün tut, bir gün tutma. Bu Dâvûd’un orucudur ve oruçların en fazîletlisidir; ondan daha fazîletli oruç yoktur”2867 demiştir.
“En fazîletli oruç, Dâvud’un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.”2868
“Allah Teâlâ’ya en sevimli oruç, Dâvûd’un orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah’a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur, üçte birinde (nâfile) namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.”2869
Ebû’d-Derdâ (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Hz. Dâvud’un (a.s.) duâları arasında şu da vardır: “Allahım! Senden sevgini ve Seni sevenlerin sevgisini ve Senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.” Ebû’d-Derdâ der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Dâvud’u zikredince, onu “insanların en âbidi (yani çok ve en ihlâslı ibâdet yapanı)” olarak tavsif ederdi.”2870
Berâ bin Âzib’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: “Biz Muhammed (s.a.s.) ashâbı olarak derdik ki: Bedir ashâbı (Bedir Savaşına katılan) ashâbın sayısı; Tâlût’la beraber nehri geçenlerin sayısı kadardır, o nehri sadece 310 küsür mü’min geçmişti.”2871
Tefsirlerden İktibaslar
2/Bakara, 246:
Mele’: Bakara sûresi, 246. âyetinde geçen ve çeşitli vesilelerle Kur’an’da çok yerde tekrarlanan Mele’ kelimesi; Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir ki, toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet anlamıyla insanların eşrâfına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi olan, işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip bulunan heyete denir. İbn Atiyye demiştir ki; Mele’ kelimesinin asıl kullanılışı, kavmin tamamınadır.
İleri gelenlere mele’ denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere,
2865] Buhârî, Enbiyâ 37; Tefsîr 17/6
2866] Buhârî, Teheccüd 7
2867] Buhârî, Savm 55-57, 59, Enbiyâ 37, Fezâilu’l-Kur’an 34, Edeb 84, İsti’zân 38; Müslim, Sıyâm 187-192
2868] Müslim, Sıyâm 187-192
2869] Buhârî, Teheccüd 7, Enbiyâ 38; Müslim, Sıyâm 183, 189, 190; Nesâî, Sıyâm 69; Ebû Dâvud, Savm 66; İbn Mâce, Sıyam 31
2870] Tirmizî, Da'avât 74, hadis no: 3485
2871] Buhârî, Meğâzî, 5; İbn Mâce, Cihad 25
DÂVÛD
- 655 -
bütün bir kavmi temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele’ denir. Onun için ileride göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle beraber, sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük çoğunluğu demektir. Ferrâ açıklıyor ki, Kur’an’daki bütün mele’ kelimeleri erkekler için kullanılmaktadır, bu anlamın içinde kadın yoktur.
“Ey görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa’dan sonra İsrail oğullarından o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine bize kumanda edecek bir emîr (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O peygamber, ‘size savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz’ dedi, damarlarına bastı, gerçeği gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, ‘biz niye Allah yolunda savaş etmeyelim? Hâlbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan olduk’ dediler.”2872
İntikam duygusu ve Allah’tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla mevcut olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş bulunan Amalika’nın başında Imlîk oğullarından Câlût adında zorba bir hükümdar bulunuyordu. Bunlar İsrâiloğullarına gâlip gelmişler, vatanlarının birçoğunu zaptederek çocuklarını, hatta şehzâdelerinden dört yüz kırk kişiyi esir edip götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile almışlardı. Bu sırada İsrâiloğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihâyet Allah’a yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber sülâlesinden kalma tek bir kadından bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sâyede ümitlenmişler, bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer ümidiyle savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulunmuşlar ve böyle söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada der ki, fakat iyi niyetlerine mal ve evlat endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam bir samimiyetle İlâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe coşturmak için ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla rahata alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla yiğitlik göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine uymamıştır.
Gerçek şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı, geri döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre riâyet etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden birazı müstesnâ bir makam kazandılar ki, yakında görüleceği üzere bunlar, bir avuç su ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer oldular.
Bir hadis-i şerife göre bu azınlıkta olanlar, “Bedir” ashâbının sayısı kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve başarıya ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta halkı harbe coşturdular da savaş alanında bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zâlimleri bilir, dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilâve) cümlesi, sözlerinde durmayan ve özellikle savaşa tâlip olup da sonradan dönenler hakkında büyük bir uyarıyı içermektedir. Burada “Benim ahdim (vaadim) zâlimlere ulaşmaz.”2873 İlâhî sözünü hatırlamak gerekir.2874
2872] 2/Bakara, 246
2873] 2/Bakara, 124
2874] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı H. Yazır
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu olay burada mü’minlere cihadın zorluklarını anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalika’lılar İsrailoğulları’na saldırdılar ve Filistin’in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğulları’nın işlerine bakan Peygamber Samuel (a.s.) çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğulları’nın büyükleri Samuel’e gittiler ve “Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral) tayin et” dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral istiyorlardı.
Böyle bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin etkisi ile İlâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu istek “Samuel’i kızdırdı” ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada Samuel I’in 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: “Ve Samuel bütün hayatı boyunca İsrail’e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları toplandı, Rama’ya, Samuel’in yanına geldiler ve şöyle dediler: ‘Bak, sen yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize hükmedecek bir kral tâyin et.’ Fakat onlar ‘bize hükmedecek bir kral tâyin et’ deyince, bu söz Samuel’in hoşuna gitmedi. Ve Samuel Rabb’a dua etti. Rabb Samuel’e seslendi: ‘Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar...’ Daha sonra Samuel Rabbin söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: ‘Sizin oğullarınızı alacak ve kendi atları, arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak, onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek, savaş araçlarını, arabalarını yaptıracak. Ve kızlarınızı terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak. Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak. İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab sizi duymayacak.’ Buna rağmen kimse Samuel’in sözlerine aldırmadı. ‘Hayır, dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak.’ Ve Rabb Samuel’e onları dinle ve onlara bir kral tâyin et dedi...”
“Ve Samuel tüm İsrail’e şöyle dedi: ‘Sizin sözünüzü dinledim... ve size bir kral tâyin ettim... Siz Beni Amun soyundan gelenlerin kralı Nahash’ın üzerinize saldırdığını gördüğünüzde, Rabbiniz olan Allah sizin melikiniz iken, bize bir kral gerek dediniz. O halde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Rabb’ın seçtiği kral. Eğer Rabb’dan korkar, O’na hizmet eder, O’nun sözüne itaat eder ve O’nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral Rabbiniz olan Allah’ın yolundan gitmeye devam edersiniz. Fakat, Rabbin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Allah’ın kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Allah sizin için duâ etmeyi terketme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman siz ve kralınız mahvolursunuz.”2875
Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığına göre Allah ve Peygamberi onların bir kral (melik) isteyişlerini hoş karşılamamıştır. “Allah Kur’an’da neden kral tâyin etmeyi yasaklamamıştır?” sorusunun cevabı ise basittir. Burada bu hikâye sadece
2875] Ahd-i Atîk, Samuel I/7, 8, 12
DÂVÛD
- 657 -
müslümanların ders alması için ele alınmıştır. Bu nedenle krallığın yasaklanması veya desteklenmesi gibi bir mesele söz konusu değildir ve bu isteğin haklı mı, haksız mı olduğu konusuna değinmek anlamsız olacaktır. Burada tek amaç İsrailoğulları’nın dejenerasyonuna neden olan şeyleri, onların korkaklıklarını, nefse tapınmalarını ve disiplinsizliklerini ortaya koymaktır. Böylece mü’minler, bu tip zayıflıklara karşı uyanık olabileceklerdir.2876
2/Bakara, 247:
Harbin nasıl kesinlik kazandığına gelince: Onlar öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Tâlût’u emir (hükümdar) olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden hükümdar olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Hâlbuki biz, hükümdarlığa ondan daha lâyığız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim hakkımız, ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler. Cevap olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin bir şekilde tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi birçok gelişmeler ve güç verdi. Vücutça iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da din ilmi, siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen hükümdarlık ve kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy, asıl şart değildir.
Deniliyor ki İbrâni olan “Tâlût” ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve vücut kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden ibaret olsa da Kur’ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural hâlinde tarif ve tesbit etmiştir. Tâlût’un ismi Süryanice Sayil ve İbranice Savil bin Kays imiş. Demek ki Tâlût lakaptır.
Şimdi, biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü dilediğine verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O’nundur. Hükümranlığa kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekâleten kavuşurlar. Allah’ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar. Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze mülk verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir, bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup olmayanları, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, “Biz dururken mülkünü Tâlût’a niye verdi?” denemez. Ancak habere itimat edemeyecek kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğrâ) olan seçme meselesini (kaziyye), “ne mâlûm?” diye reddedip, delil isteyebilirler. Bunu tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:
2/Bakara, 248:
Tâlût’un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.
Tâbût: Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan “tevb” maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp gelinecek olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan maksat da Tevrat sandığıdır ki Hz. Mûsâ’dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla ellerinden çıkmış, (Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler demişlerdir ki: “Allah
2876] Mevdudi, Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Teâlâ, Hz. Âdem’e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından gelecek peygamberlerin sûretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu üç iki (3x2) kadarmış. Âdem’in (a.s.) vefatına kadar yanında kalmış, ondan sonra birer evladı miras yoluyla devralmışlar, nihâyet Yakub’a (a.s.) intikal etmiş. Sonra İsrail oğullarının elinde kalmış, Musa’ya (a.s.) kadar gelmiş. Hz. Mûsâ, Tevrat’ı buna kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının gönülleri bununla huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra İsrail oğulları arasında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları zaman buna müracaat ederler, aralarında hâkim olurdu. Savaşa gittiklerinde önlerinde götürürler ve bununla teberrük ederek (bereket umarak) düşmanlarına karşı zafer ümit ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler, sonra tabuttan bir ses işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi edinirlerdi. Ne zaman ki İsrail oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler, işleri çığırından çıkmış; Allah, başlarına Amalika’yı musallat etmiş, bunlar galip gelmişler, tabutlarını da almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir tuvalete bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Tâlût’u hükümdar yapmak isteyince Amalika’ya bir bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest bozanlar basura tutulur olmuş, diğer taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze yükletip koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş, sürmüşler, Tâlût’un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Tâlût’un hükümdarlığına delil istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin, tabutun gelmesi olduğunu söylemiş...”
Demek oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup Hıristiyanlıktaki “haç” gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti. Tabutun ta Hz. Âdem’den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun insanların babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın haberleri düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet olunduğu üzere bunun zayi olmuş “Tevrat sandığı” olmasıyla yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Mûsâ yaptırmış olmayıp, daha eski tarihi bir sandık olduğunu da kabul etmek uygun olacaktır. Bununla beraber Ragıb’ın naklettiği gibi, “Tabut, kalp; sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir.” de denilmiş. Çünkü kalbe: “İlmin düşüp biriktiği yer”, “hikmet evi”, “ilim tabutu”, “ilim kabı”, “ilim sandığı” isimleri de verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere aykırı görünürse de onun gereği olan önemli iş’arî (işaret yoluyla çıkarılan) bir mânâ olduğu da inkâr edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun hükümdarlığının gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete ermenizdir. Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk düşüncesiyle zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi (uydunuz mu) mesele biter. Aksi halde Allah’ın ona verdiği kudret ve vereceği başarı, size hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve bâtınî (gizli) tabutun gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekîne, Mûsâ ailesiyle Hârun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
Sekîne: Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül rahatlığı demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir
DÂVÛD
- 659 -
işarete, bir alâmete “sekine” denir. Meselâ bir ordu için sancak bir sekinedir. Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır ki bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgâr, konuşan ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin kalpleri yıkanır, rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca şöyle toplanmıştır:
1- Sekîne, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve kedi gibi başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe tabutu alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.
2- Hz. Ali: İnsan yüzüne benzer yüzü olan bir “rîh-i haffâfe; hoş, hafif bir rüzgâr.”
3- Sekine, Hz. Mûsâ ve Hârun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah’ın, Tâlût ve askerlerine yardım ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.
4- Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
Bakiyye: Bakıyyeye gelince; Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Mûsâ’nın asası ve Tevrat’tan bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut’un, bir sakinlik sebebi olduğu da rivâyet edilmiştir.
Mânânın özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül rahatlığı ve Musa ailesiyle Hârun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı vardır ki siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi amel edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir sekinedir (rahatlıktır). “Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras bırakmamış, ancak ilim miras bırakmışlardır.”2877 hadis-i şerifi gereğince peygamberlerden kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.
Fakat bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu melekler, Allah’ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir, nasıl getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Tâlut hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti, ilâhî bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman şanınızdan ise bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan, hafiflik değil, vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır. Bunda da peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu inkâr edilmemelidir.2878
2/Bakara, 248: “Peygamberi, onlara (şöyle) dedi: “Onun hükümdarlığının belgesi, size Tabut’un gelmesi (olacaktır)...” Kitab-ı Mukaddes Tabut’un ayrıntıları konusunda Kur’an’dan farklıdır, fakat buna rağmen ondan çok şeyler öğrenmemiz mümkündür.
İsrailoğulları Tabut’u, yani Tabut ahdini çok kutsal sayıyorlardı. Onlar bu Tabut sayesinde “Allah’ın gelip kendilerini düşman güçlerinden kurtaracağına” inanıyorlardı. Bu nedenle onun geri gelmesi İsrailoğulları’nı bu denli sevindiriyor ve cesaretlendiriyordu.
2877] Ebû Dâvud İlim 1; Tirmîzî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 17; Dârimî, Mukaddime, 32
2878] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tabut, Hz. Mûsâ (a.s.) ve Hz. Hârun’un (a.s.) evinin kutsal emanetlerini ihtiva ediyordu. Bunlar Hz. Mûsâ’ya (a.s.) Sina dağında verilen levhalardı. Bunun yanısıra Hz. Mûsâ’nın (a.s.) rehberliğinde yazılan ve Levilere verilen Tevrat’ın orijinal bir nüshası da vardı.
Tabut’ta, gelecek İsrail nesillerinin atalarına çölde lütfettiği nimetler için Allah’a şükretmelerini sağlamak üzere bir şişe de (kudret helvası) vardı. Büyük bir ihtimalle Allah’ın bir mucizesi olan Hz. Mûsâ’nın (a.s.) asası da bunlarla birlikteydi.
“Onu (tâbûtu) melekler taşımaktadır...” Burada Kur’an, muhtemelen I Samuel’in 4, 5, 6. bölümlerinde ele alınan olaya değinmektedir.
Rabbin Tabut’u İsrailoğulları’nın yaptığı bir savaşta Filistîlilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: “Tabut’un elden çıkmasıyla İsrailoğulları’nın şerefi kayboldu” diye bağırıyorlardı. Tabut yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat “Allah onlara büyük bir yük yüklediği” için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: “İsrail Tanrısı’nın Tabut’u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız” diye bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut’u İsrail’e geri göndermeye karar verdiler. “İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Ve sığırlar Beyt-Şemes yönüne doğru yol aldı.”
Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail’e doğru götürülüyordu.
2/Bakara, 249:
“... Pek azı hâriç, hepsi o nehirden içtiler...” Bu nehir, Tâlût’un İsrail ordusu ile geçmek zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Tâlût toplulukta disiplin eksikliği olduğunu bildiği için, korkağı cesurdan, yetenekliyi yeteneksizden ayırtetmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır. Aynı sınamayı Tâlût’tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada (249. âyet) Saul (Tâlût) ile Gideon’un karıştırılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Bununla, aslında Kur’an’ın vahyî bir kitap değil Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. Eğer iki benzer olaydan sadece biri Kitab-ı Mukaddes’te yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Kitab-ı Mukaddes’in İsrailoğulları’nın tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Kitab-ı Mukaddes’te değinilmeyen birçok olayın Talmud’da yer alması bunu ispatlamaktadır.
“Bugün Câlût’a ve askerlerine karşı gücümüz yok’ dediler.” Bu sözü söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi.2879
2/Bakara, 249: Ne zaman ki bunlar tamam olup, Tâlût askerleriyle hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir ırmakla imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil ve her kim ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç içenler müstesna, bu kadarına ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Tâlût bir hükümdar sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken
2879] Tefhîmu’l Kur’an, Mevdûdi
DÂVÛD
- 661 -
ırmağa gelince askerlerin birazı hâriç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivâyet olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş, fakat saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan onlar ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Tâlût ile iman eden beraberindeki kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Câlût ve askerleriyle savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan mü’minlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp birbirlerine böyle söylediler. Çünkü mü’minlerin de imanda dereceleri farklıdır. Söylediler de ne oldu? Her halde Allah’a kavuşacaklarını bilen ve bunu bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta ölmezse diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihâyet Allah’ın huzuruna varacaklarını bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya gâzi olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük, birçok bölüklere Allah’ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat edenlerle beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.
2/Bakara, 250:
Ne zaman ki Tâlut ve beraberindeki bu mü’minler, Câlut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu ve hazırlığını gördüler, hepsi birden kalp kuvvetiyle Allah’a yalvarıp şöyle dediler: Ey Rabbimiz! Bize sabır yağdır, bizi sâbit kıl, ayaklarımızı denk ve yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsân et.
2/Bakara, 251:
Bunun üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah’ın izniyle bozdular ve Dâvud, Câlût’u öldürdü ve Allah ona -yani Dâvud’a- hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Tâlût kendisine kızını vermiş ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Dâvud’dan önce hiçbir hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha dilediği bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuşdilini, güzel nağmeleri ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir azınlığın azim ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük başarılar ihsan etti.
Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücahitlerle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkâr ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihâyet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenâb-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün bir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah’ın istediği düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden, akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk’ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşrû kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışanları korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdasıyla yeryüzüne bozgunluk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, “Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın”2880 hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene ve İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.
2/Bakara, 252: Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Dâvud kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah’ın ibret alınacak âyetleridir. Biz bunları sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan uzak, sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir şekilde okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o büyük peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.2881
2/Bakara, 251:
“Dâvud Câlût’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.” Kitab-ı Mukaddes’e göre Dâvud o zaman genç bir delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistîlerin şampiyonu olan Câlut İsrailoğulları’nı tehdit ettiğinde Tâlût’un ordusu içindeydi. Câlût şöyle diyordu. “İsrail kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim.” Bunu duyan İsrailoğulları’nın cesareti kırılmıştı; fakat Dâvud, Tâlut’a: “Onun böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve Filistînlilerle savaşsın” dedi. Tâlût izin vermedi, fakat Dâvud ısrar edince kabul etti. Câlut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: “Gel de senin etini gökteki kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim” dedi. Buna cevap olarak Dâvud şöyle dedi: “Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail’in bir Allah’ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah’ın kılıç ve mızrakla korunmadığını öğrenecekler... Savaş O’nun
2880] 2/Bakara, 195
2881] Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır
DÂVÛD
- 663 -
elindedir; O, seni bize teslim edecek.” Daha sonra Dâvud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur oldu. Tâlut kendi kızını onunla evlendirdi. Ve Dâvûd Tâlût’tan sonra İsrail’in meliki (kral) oldu.2882
“Eğer Allah’ın, insanların bir kısmı ile bir kısmını def’i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.” Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Eğer Allah bir milletin veya bir grubun sonsuza dek hâkimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman Allah’ın arzı karışıklık ve düzensizliklerle dolardı.2883
Dilleriyle Savaş İstedikleri Halde, Savaştan Kaçanlar
“Görmedin mi?...”2884 Sanki şu anda olmakta olan bir olaydan ve gözler önünde cereyan eden bir manzaradan söz ediliyor. Yahudi ileri gelenlerinden ve sözü geçenlerinden bir grup aralarında toplanıp peygamberlerinden birine başvuruyorlar. Bu peygamberlerin adı belli değil. Çünkü kıssanın amacı, konusu o peygamber değil. Onun adının söylenmesi kıssanın vermek istediği mesaja hiçbir şey katmıyor. İsrâiloğulları’na uzun tarihleri boyunca birbirinin peşi sıra çok sayıda peygamber geldi. İşte sözünü ettiğimiz seçkin yahûdi önderleri, aralarında toplanıp bu peygamberlerinden birine başvurdular ve ondan komutası altında “Allah yolunda” savaşacakları bir hükümdar belirleyip başlarına getirmesini istediler.
Onların ağzından çıkan bu savaşın karakterini tanımlayıcı “Allah yolunda” sözü kalplerindeki inanç coşkunluğunu, vicdanlarındaki iman uyanıklığını, kendilerinin haklı bir inancın savunucuları, düşmanlarının ise batıl yanlısı, sapık kâfirler olduklarının bilincinde olduklarını, Allah yolunda cihad etmek için önlerindeki yolun kafalarında belirgin olduğunu kanıtlar.
Bu algı belirginliği, bu idrak kesinliği zafere giden yolun yarısıdır. Buna göre kendisinin hak yolda, buna karşılık düşmanın batıl yanlısı olduğu, mü’minin zihninde belirgin bir biçimde yer etmesi; hedefin, yani Allah yolunda olduğu gerçeğinin kafasında mutlaka soyutlanıp kavramlaşması gerekir. Düşünceleri nereye gittïğini bilmesini engelleyecek bir kavram kargaşasının egemenliği altında olmamalıdır.
Peygamberleri de onların azimlerinin gerçekliğinden, niyetlerinin sağlamlığından, bu ağır görevi yerine getirmekte kararlı, önüne getirdikleri teklifte ciddi olup olmadıklarından emin olmak istemişti: “Peygamberleri onlara; ‘Ya eğer size savaşmak farz kılındığında bu emre karşı gelirseniz?’ diye sordu.” Acaba savaşmak size farz kılınırsa bundan kaçma ihtimaliniz yok mu? Şimdi bu bakımdan serbest ve rahatsınız. Ama eğer isteğiniz kabul edilir de savaşmanız karara bağlanırsa, o zaman savaş, hesabınıza yazılmış bir farz olur ve artık bu karardan dönemezsiniz.
Bu, peygambere yaraşacak bir konuşma tarzıdır; bu üsteleme, ısrarlı vurgulama peygamberlere lâyık bir vurgulamadır. Peygamberlerin sözlerinin ve
2882] Daha ayrıntılı bilgi için bk. I Samuel, 17-18 bölümü
2883] Tefhîmu’l-Kur’an, Mevdûdi
2884] 2/Bakara, 246
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emirlerinin tereddüt, oyalanma ve erteleme konusu olması câiz değildir.
Bu noktada ayaklanma coşkusunun derecesi yükseliyor. Çünkü Peygamber ile görüşmeye gelen heyetin mensupları kendilerini savaşmaya sürükleyen sebepler arasında savaşmayı tereddüt edilmez, kesin bir zaruret haline getiren gerekçeler bulunduğunu belirtiyorlar: “Yurdumuzdan ve çocuklarımızdan ayrı düşürüldüğümüze göre niye savaşmayalım ki?” dediler.
Meselenin zihinlerinde belirgin olduğunu, vicdanlarında karara bağlandığını görüyoruz. Düşmanlar, Allah’ın ve O’nun dininin düşmanlarıdır, bu düşman onları yurtlarından çıkarıp evlâtlarını tutsak yapmıştır. Buna göre bu düşmana karşı savaşmak gereklidir. Önlerinde tek yol vardır ki, o da savaşmaktır. Bu karardan ve bu mücadeleden geri dönmeyi gerektirecek hiçbir sebep yoktur.
Fakat düşmanın ortada görünmediği tehlikesiz dönemde verdikleri bu kararda uzun süre sebat edemediler, zira savaşla yüz yüzeydiler artık; “Fakat savaşmak kendilerine farz kılınınca az bir kısmı hâriç, çoğu sözlerinden döndüler.” Gerçi burada yahûdilerin öteden beri bilinen köklü bir huyu ile karşılaşıyoruz. Onlar sık sık sözleşmelerini tek taraflı olarak bozarlar, verdikleri sözlerden cayarlar, liderlerine itaat etmezler, düzen tanımazlar, yükümlülüklerinden kaçarlar herhangi bir konuda ortak bir karara varamazlar ve apaçık gerçeklerden yüz çevirirler. Fakat bu tutum imana dayalı eğitimde olgunluk düzeyine yükselmemiş bütün toplumların, hatta bütün insanlığın ortak özelliğidir. Bu huy ancak imana dayalı, yüksek düzeyli, uzun vadeli, köklü ve etkin bir eğitimle değiştirilebilir. Bundan dolayı çetin bir yola girmeye azmedenler bu konuda son derece dikkatli olmalı, sarp yollara girecekleri sırada bu faktörü hesaba katmalıdırlar. Yoksa insan mayasındaki zorluk anında kaçma huyu sürpriz olarak karşılarına çıkarsa işlerini daha da zorlaştırır. Özellikle içgüdülerinin tutsaklığından kurtulamamış, herhangi bir potada pişerek bu zararlı unsurlardan arınamamış toplumlarda bu olumsuz tepki, beklenen bir tutumdur. Ancak hakkı ortada bırakıp geri dönenler Allah’ın şu uyarı ve tehdidini de göze almadılar: “Hiç kuşkusuz Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir.”
Bu cümle savaşmayı istedikten sonra ve daha bilfiil savaşa girişmeden önce bu görevden kaçan çoğunluğu azarlar ve onları zalimlikle suçlar niteliktedir. Bu çoğunluk, hem kendilerine hem peygamberlerine ve hem de gerçek olduğunu bile bile onun batıl yanlarının boyunduruğu altında kalmasına göz yumdukları hakka karşı zâlimlik etmiştir.
Bir grup insan düşünelim ki, bunlar kendilerinin hak yolda ve düşmanlarının batıl, eğri yolda olduğunu biliyorlar. Tıpkı burada sözkonusu olan yahudi heyeti gibi. Arkasından bunlar peygamberlerinden “Allah yolunda” savaşmak amacıyla başlarına bir komutan görevlendirmesini istiyorlar. Sonra da cihaddan kaçarak gerçek olduğuna iman ettikleri hakkın batıl karşısında kendilerine yüklediği savaşma görevini yerine getirmiyorlar. Bunlar zulümlerinin cezasına çarpılmaları kaçınılmaz olan zalimlerdir. “Allah zâlimlerin kimler olduğunu bilir.”
“Peygamberleri onlara; Allah size hükümdar olarak Tâlût’u gönderdi’ deyince, ‘O bize nasıl hükümdar olabilir? Hükümdarlık bize ondan daha çok yakışır. Çünkü ona bol servet verilmiş, değildir’ dediler. Peygamberleri onlara; Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, Ona bilgi ve vücut gücü bakımından üstünlük bağışladı’ dedi.
DÂVÛD
- 665 -
Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir, Allah’ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.”2885
Burada görülen ısrarlı karşı koyma, İsrâiloğulları’nın bu sûrede sık sık değinilen bir özelliğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onlar, sancağı altında savaşacakları bir hükümdarları olsun istemişlerdi. Yine bilindiği gibi açıkça “Allah yolunda” savaşmak istediklerini belirtmişlerdi.
Fakat aynı kişiler hararetle istedikleri ve onayladıkları Allah’ın kendileri için uygun gördüğü ve Peygamberleri aracılığıyla bilgilerine sunduğu tercihe karşı çıkıyorlar, bizzat yüce Allah tarafından başlarına getirilen Tâlût’un hükümdar olmasını içlerine sindiremeyerek ona itiraz ediyorlar. Niçin? Çünkü onların düşüncelerine veraset gerekçesiyle hükümdarlığa kendileri daha layıktır. Çünkü Tâlût eski yahudi hükümdarların soyundan gelmiyordu! Üstelik serveti de yoktu ki kendisine verilen liyakat önceliğine göz yumsunlardı. Bütün bunlar, yahûdilerin tarih boyunca vazgeçmedikleri bilinen karakteristik huyları olduğu gibi aynı zamanda sapık düşüncelerini ve kavram kargaşası içinde olduklarını da açığa vurucu özelliklerdir.
Peygamberleri onlara, Tâlut’un liyakat önceliğine sahip olduğunu ve Allah’ın ne hikmetle onu tercih ettiğini açıklıyor: “Peygamberleri onlara; ‘Allah onu hükümdar seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağladı’ dedi. Allah mülkünü (egemenlik yetkisini) dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir ve O, her şeyi bilir.” Tâlut, doğrudan doğruya Allah’ın seçtiği bir kişidir. Bu onun için bir liyakat gerekçesidir. Bunun yanı sıra Allah ona bilgi ve beden gücü bakımından üstünlük sağlamıştır. Bu da onun için bir başka liyakat gerekçesidir. Ayrıca Allah “Mülkünü, egemenlik yetkisini dilediğine verir.” Çünkü mülk, O’nundur, onu dilediği gibi kullanma yetkisi kendisine aittir, buna göre kulları arasından kimi isterse onu seçer. Yine Allah “engin kerem sahibi ve her şeyi bilen”dir. Ne hazinesinin bekçisi ve ne de bağışlayıcılığının sınırı vardır. Bunun yanında O, neyin hayırlı olduğunu ve işleri nasıl düzenleyeceğini herkesten iyi bilir.
Bu uyarılar ve öğütler, aslında insan kafasındaki kavram kargaşasını düzene koyduracak ve düşüncelerdeki yanılgıyı ortadan kaldıracak nitelikte ve yeterliliktedirler. Fakat önemli bir savaşın eşiğinde olan yahûdilerin karakter yapılarındaki olumsuzlukları bu yüce gerçekler tek başına düzeltmeye yetmez. Onların karakter yapısındaki bu olumsuzlukları peygamberleri de biliyor. Onlara, kalplerini sarsarak, güvene ve kesin kanaate vardıracak açık bir mucize göstermek gerekir:
“Peygamberleri onlara dedi ki; ‘Tâlût’un hükümdarlığının belirtisi, size meleklerin taşıdığı bir sandığın gelmesidir. Bu sandıkta Rabbinizden size yönelik bir huzur ile birlikte Musa ve Hârun ailelerinin geride bıraktıkları bazı önemli eşyalar vardır. Eğer mü’min kimseler iseniz, bu sizin için kesin bir belirtidir.”2886
Yahudiler, çöldeki perişanlık dönemlerinden ve Hz. Mûsâ’nın ölümünden sonra peygamberleri Hz. Yuşa’nın (Allah’ın selâmı her ikisi üzerine olsun) liderliği altında mukaddes topraklara egemen olmuşlardı. Fakat bir süre sonra düşmanları kendilerini bu topraklardan sürüp çıkarmış ve bu arada Hz. Mûsâ ve Hz.
2885] 2/Bakara, 247
2886] 2/Bakara, 248
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hârun’un oğullarından gelen peygamberlerinin geride bıraktıkları değerli eşyaları içeren bir sandıkta somutlaşan kutsal emanetlerine de el koymuşlardı. Bir rivâyete göre bu sandıkta yüce Allah’ın Tur dağında Hz. Mûsâ’ya vermiş olduğu levhaların kopyaları saklı idi. Peygamberleri onlara, belirti olarak Allah’tan kaynaklanan ve gözleri ile görecekleri bir mucize göstermeyi ve bu amaçla sandukanın, üstelik “melekler tarafından taşınarak” önlerine getirilmesini uygun gördü; bu sandukanın bu şekilde önlerine getirilmesi onların kalplerini huzur ve güvenle dolduracaktı. Arkasından da onlara “Eğer mü’min kimseler iseniz, bu mucize, Tâlût’un Allah tarafından seçilmiş olduğunu kanıtlamaya yeterli bir delildir” diyecekti.
Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu olağanüstü olay, gerçekten meydana gelmiş ve yahûdi ileri gelenlerinin kuşkularını dağıtarak peygamberlerinin sözlerine kesinlikle inanmalarını sağlamıştı.
Daha sonra Tâlut, cihad farzını terk etmeyen daha yolun başında peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi çiğnememiş olanlardan ordusunu oluşturdu. Kur’an-ı Kerim, kıssa anlatımında kullandığı her zamanki üslubu uyarınca burada iki tablo arasında bir boşluk bırakıyor ve doğrudan doğruya aşağıdaki tabloyu sunuyor. Bu tabloda Tâlût, ordusu ile sefere çıkmıştır: “Tâlut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki; Allah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir. Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minlerle birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı “Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok.” dediler. Fakat Allah’ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar “Allah’ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır.”dediler. “Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir.”2887
Burada yüce Allah’ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak. O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa irâdede bulunabilir. Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı.
O halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir. İlk önce, ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden rivâyetlerin verdikleri bilgiye göre Tâlût, askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı: “Askerlerinin az bir kısmı hâriç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler.”
2887] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 667 -
Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar. Çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüz yüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı. Orduların gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür.
Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanı sıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı.
Gerçi bu tecrübe, Tâlût’un ordusunu faydadan çok zararı olacak askerlerden arındırmıştı, ancak aşılması gereken tecrübeler henüz sona ermiş değildi: “Bir süre sonra Tâlût, yanında kalan mü’minler ile birlikte o ırmağı geçince askerlerin bir kısmı; ‘Bugün bizim Câlût ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok’ dedi.”
Sayıları çok azalmıştı. Üstelik Câlût komutasındaki düşmanlarının güçlü ve sayıca kalabalık olduğunu biliyorlardı. Yukarıdaki sözü söyleyenler mü’mindi, peygamberleri ile yaptıkları sözleşmeyi bozmamışlardı. Fakat burada gözleri ile gördükleri somut realite ile karşı karşıya idiler ve bu realiteye karşı koyacak güçleri olmadığını algılıyorlardı. İşte şimdi belirleyici tecrübeye, nihai sınava sıra gelmişti. Bu tecrübe gözle görünen somut realiteden daha büyük bir gücü üstün tutmaktı. Bu sınavı ancak eksiksiz imana sahip olarak kalpleri ile Allah arasında sıkı ilişki olanlar, insanların somut durumlarından edindikleri ölçüleri bir yana bırakarak imanlarının realitesi sayesinde edinilmiş yeni ölçüleri olanlar başarı ile aşabilirdi!
İşte bu denemede bir avuç mü’min grup ortaya çıktı. Sayıca az, fakat seçkin grup. İlâhî ölçülere sahip olan küçücük grup: “Fakat Allah’ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar; ‘Allah’ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır. Allah sabırlılarla beraberdir.’ dediler.” İşte böyle... “Nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır.” Dikkat edilirse çokluk ifade eden bir üslup ile karşı karşıyayız; başka bir deyimle tek-tük görülen, istisnai bir durum değil söz konusu olan. İşte Allah’a kavuşacaklarından kuşku duymayanların algıladıkları kural budur. Kural bu mü’min grubun az sayılı olmasıdır. Çünkü bu küçük grup, sıkıntı merdiveninin basamaklarından bir bir çıkarak seçilme ve kalburüstünde kalma mertebesine ulaşmış kimselerden oluşur. Fakat galip gelecek olan da bu gruptur. Çünkü o merkezi güç kaynağı ile sıkı ilişki halindedir; çünkü üstün ve galip gücü, Allah’ın gücünü temsil ediyor. O Allah-ki, iradesi tartışmasız, kulları üzerinde kesin egemenliğe sahip, zorbaların belini kıran, zalimlerin burnunu yere sürten ve kendini beğenmişleri kahredendir.
Onlar “Allah’ın izni ile” derken elde edecekleri bu zaferi Allah’a dayandırıyorlar ve “Allah sabırlılar ile beraberdir” derken de bu zaferi gerçek sebebine
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlıyorlar. Böylece de hak ile batılı birbirinden kesinlikle ayıracak hak savaşının Allah tarafından seçilmiş erleri olduklarını kanıtlamış oluyorlar.
Kendimizi hikâyenin akışına bırakıyoruz. Ve... Allah’a kavuşacağına kesinlikle inanan, tüm sabırlılığını bu buluşmanın kesinliğine dair beslediği imandan alan, tüm gücünü Allah’ın izninden alan, tüm inanç kesinliğini Allah’a güveninden ve Allah’ın sabırlıların yanında olduğu gerçeğinden alan bu bir avuç grup...
İşte az sayılı ve zayıf olmasına rağmen, düşmanın sayılı üstünlüğünün ve gücünün kalbindeki güveni sarsamadığı bu güvenle, sabırlı, kararlı küçücük grup, savaşın sonucunu belirleyen etkin güç oluyor. Bu inanılmaz başarıya, yüce Allah ile arasındaki taahhüdü yenileştirdikten, kalbi ile O’nun dergâhına yöneldikten, savaşın korkunç dehşeti karşısındayken zaferi sırf O’ndan dilemesinden sonra ulaşıyor:
“Tâlût ve askerleri, Câlût ve ordusu ile karşılaştıklarında; ‘Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle’ dediler. Derken, Allah’ın izni ile onları bozguna uğrattılar ve Dâvud, Câlût’u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi; kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti. Eğer Allah, bazı insanların şerrini diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı. Ama Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir.”2888
İşte böyle... “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır.” Bu ifade sabır tablosunu Allah’tan gelen feyze benzeterek tasvir ediyor. Allah, bu feyzini o kahramanların üzerine yağmur gibi yağdırarak kendilerini onunla çepeçevre kuşatıyor, bu feyiz yağmuru onların kalplerini huzur, güven, dehşete ve sakıntıya tahammül gücü ile dolduruyor “Ayaklarımızı sâbit kıl.” Bu, Allah’ın elinde olan bir şey. Dilerse onların yere basan ayaklarını sabit tutar, onları titretmez, kaydırmaz ve sarsmaz. “Kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle.” Artık durum iyice aydınlandı, belirginleşti. Ortada küfrün karşısına çıkmış bir iman, batılın önüne dikilmiş bir hak; mü’min dostlarına, düşmanı olan kâfirler karşısında yardım etsin, zafer nasip etsin diye Allah’a yöneltilen bir dua var. Vicdanlarda tereddüt; düşüncelerde karmaşıklık, amacın sağlıklılığından ve yolun belirginliğinden şüphe yok.
Savaş, bu kahramanların bekledikleri ve inandıkları gibi sonuçlandı. “Derken, Allah’ın izni ile onları bozguna uğrattılar.” Âyet “Allah’ın izni ile” diyerek bu cümleciğin ifade ettiği gerçeği vurguluyor, pekiştiriyor. Bu gerçeği mü’minlere öğretmek, ya da buna ilişkin bilgilerini güçlendirmek istiyor. Şu evrende meydana gelen tüm gelişmelerin mahiyetine ve bu gelişmeleri meydana getiren gücün kimliğine ilişkin eksiksiz düşünceyi iyice belirginleştirmeyi amaçlıyor.
Mü’minler bu gücün önündeki perdedirler. Allah onlar aracılığı ile dilediğini yapıyor, tercihini yürürlüğe koyuyor. “O’nun izni ile”; olup bitenlerde aslında onların bir rolü yok. Kullandıkları güç ve enerji aslında onlara ait değil. Allah onları meramını yürütmek için seçiyor, aslında O’nun dilediği, O’nun izni ile onların eli ile oluyor. Bu gerçek, mü’minin kalbini barış, güven ve kesin imanla dolduracak nitelikte bir ilkedir. Zira o, Allah’ın kuludur. Onun, Allah’ın seçtiği rolü oynaması, Allah’ın karşı durulmaz takdirini uygulama alanına geçirmesi, Allah’ın ona yönelik bir keremi, bir bağışıdır. Sonra da onu -istediğini yapabilme şerefinin arkasından- sevaplandırma, ödüllendirme payesi ile onurlandırıyor. Eğer Allah’ın
2888] 2/Bakara, 250-251
DÂVÛD
- 669 -
lütfu olmasaydı o bir şey yapamazdı, eğer Allah’ın keremi olmasaydı sevap elde edemezdi, ödül kazanamazdı. Bunun yanı sıra o gayesinin soyluluğundan, amacının arılığından ve yolunun temizliğinden emindir. Çünkü bütün bu olup-bitenlerde hiçbir art maksadı yoktur; o sadece meramını mutlaka gerçekleştiren Allah’ın hayırdan ibaret olan dileğinin yürürlüğe koyucusudur. O bütün bunları iyi niyeti ile, itaat etmeye yönelik kararlılığı ve samimi olarak Allah’a yönelişi ile hak etmiştir.
Âyetin devamında Hz. Dâvud’un (a.s.) rolü belirtiliyor: “Dâvud, Câlût’u öldürdü.” Dâvud, İsrailoğulları’ndan genç bir delikanlı, buna karşılık Câlût, güçlü bir hükümdar, herkesin yüreğine korku salan bir komutan idi. Fakat o sırada yüce Allah istedi ki, İsrailoğulları olayların, dış görünüşlerine göre değil, asıl mahiyetlerine göre geliştiklerini, yakından görsünler. Olayların asıl mahiyetlerini yalnız Allah biliyordu, bunların akibetlerini belirlemek sadece O’nun elinde idi. Buna göre kullara sadece görevlerini yerine getirmek, Allah’a verdikleri sözleri tutmak düşüyordu. Sonra Allah neyi diledi ise O’nun dilediği biçimde oluyordu.
Nitekim Yüce Allah Câlut adındaki kan içici zorbanın ölümünün -ileride Hz. Dâvud olacak- bu genç delikanlının eliyle olmasını dilemiş, böylece yüreklere korku salan zalimlerin, Allah öldürülmelerini dileyince genç delikanlılar tarafından yere serilecek derecede zayıf kimseler olduklarını insanlara göstermek istemişti.
Bu olayın arkasında Allah tarafından amaçlanan, murad edilen bir başka gizli hikmet daha vardı: Yüce Allah Hz. Dâvud’un, Tâlût’tan sonra hükümdar olmasını, arkasından da yerine oğlu Hz. Süleyman’ın geçmesini ve Hz. Süleyman döneminin, yahudilerin uzun tarihleri içinde “Altın dönem”leri olmasını takdir etmişti. Bu altın dönem, uzun bir sapıklık, Allah’a karşı verilen taahhütleri çiğneme ve perişanlık döneminin arkasından yahudilerin vicdanlarında parıldayan inanç ateşlenmesinin, inanç gerekçeli ayaklanmalarının mükâfatı olarak kendilerine sunulmuştu: “Arkasından Allah, Dâvud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hikmet) verdi, kendisine dilediği bazı bilgileri öğretti.”
Hz. Dâvud aynı zamanda peygamber olan bir hükümdardı. Kur’an-ı Kerim’in başka sûrelerinde verilen ayrıntılı bilgilere göre yüce Allah ona başta zırh olmak üzere çeşitli savaş araçları yapmayı öğretmişti. Burada ise âyetlerin akışı, yukardaki kıssanın tümünde güdülen bir başka amaca yöneliyor. Hikâyenin bu şekilde son bulduğu, yani nihaî zaferin maddi güç yerine Allah’a güvenen inanç tarafından, sayı çokluğunun oluşturduğu kuru kalabalık yerine özüne saygı besleyen irade tarafından kazanıldığı ilân edilince, tam bunun arkasından bu kuvvetler arasındaki çatışmanın yüce amacı açıklanıyor. Bu yüce gaye savaş ganimetleri, yağmalar, ünvanlar ve görkemli törenler değildir. Bu yüce gaye, yeryüzünde dirlik ve huzur sağlamak, kötülüğe karşı kavga vererek iyiliği, hayırlıyı egemen kılmak, iktidara getirmektir: “Eğer Allah bazı insanların şerlerini, diğerleri aracılığı ile savmasaydı, yeryüzünü kargaşa kaplardı.”
Âyetin bu kısacık bölümünde yeryüzünde hüküm süren kuvvetler çatışmasının, güç odakları arasındaki yarışın; insan çabasının coşkun, dalgalı ve çağıltılı hayat selinin akıntısına kapılarak sürüklenişinin gerisindeki ilâhi hikmetin iyice belirgin hale gelmesi için kişiler ve olaylar sahneden çekiliyor, gözlerden kayboluyor. Burada üzerinde karınca sürüleri gibi insan kaynayan uçsuz-bucaksız
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayat alanı gözler önüne seriliyor. Bu insan kalabalıkları kesintisiz bir karşılıklı savunma, yarışma ve aralarında itişerek hedefleri peşinde koşuşma halindedirler. Bütün bu olup bitenler süreci içinde o yüce, hikmet sahibi ve önceden tasarlayıcı (mudebbir) el, bu kalabalıkların tümünün iplerini elinde tutarak aralarında çatışan, yarışan, itişen insan yığınlarını son aşamada hayra, dirliğe, yapıcılığa ve gelişmeye doğru yönlendiriyor.
Eğer Allah kötü insanların kötülüğünü, başka birtakım insanlar aracılığıyla savıp önlemeseydi hayat bozulur ve yaşanmaz hale gelirdi. Bunun yanı sıra eğer insanlar arasında Allah tarafından öyle yaratılan fıtrî yapılarının gereği olarak menfaat ve kısa vadeli, yüzeysel amaçlar çatışması olmasaydı, bütün enerji birimleri özgür biçimde yarışmaya, yenişmeye ve karşılıklı meşru savunmaya girişir, böylece insanlar tembelliği ve aylaklığı üzerinden silkeleyip atar, potansiyel enerji kaynaklarım tam kapasite ile harekete geçirir, sürekli biçimde uyanık, faal, yeryüzünün üstündeki ve altındaki kaynakları ortaya çıkarma, onun çeşitli güçlerini ve gizli hazinelerini keşfedip kullanma çabasını harcar durumda olurdu.
Gerçi son aşamada dirlik, huzur, hayır ve gelişme gerçekleşir. Fakat bu olumlu gelişmelerin görülebilmesi için iyilik yanlısı, doğru yol yolcusu ve fedakâr bir cemaatin, sıkı dayanışmalı bir insan topluluğunun ortaya çıkması gerekir. Bu cemaat, yüce Allah’ın kendisine açık açık anlattığı hakkı, kendisini Allah’a ulaştıracak yolu kesin bir şekilde bilir. Yine bu cemaat batılı ortadan kaldırarak yeryüzünde hakkı egemen kılmakla yükümlü olduğunu, bu soylu görevi yerine getirmedikçe, bu uğurda sırf Allah’ın emrini yerine getirmek ve O’nun hoşnutluğunu elde etmek amacı ile dünyada önüne çıkacak her sıkıntıya katlanmadıkça yüce Allah’ın azabından asla kurtulamayacağını da bilir.
Bu çatışmalı hengâmede yüce Allah hükmünü yürütür, takdirini pratiğe uygular; hakka, hayra, dirliğe ve huzura söz üstünlüğü kazandırır; bu çatışmanın, bu yarışın ve bu karşılıklı savunmanın olumlu birikimini, hayır yanlısı ve yapıcı olan gücün avucuna koyar, kazanç hanesine yazar. O hayır yanlısı ve yapıcı güç ki, giriştiği bu çatışma sırasında içindeki en soylu, en onurlu, kendisini hayatta erişebileceği en yüce kemal düzeyine yükseltecek itici yetenekler harekete geçmiş, ortaya çıkmıştır.
“Bunlar Allah’ın âyetleridir. Bunları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.”2889 Bu yüksek düzeyli, geniş amaçlı âyetleri “sana okuyoruz.” Yani bu âyetleri okuyan, bizzat Yüce Allah’ın kendisidir. Eğer insan bu olayın, bu açıklamanın içerdiği derin ve dehşet verici mahiyeti yeterince düşünebilse bunun ne kadar korkunç ve büyük bir şey olduğunu kavrardı. “Bu âyetleri sana hakka bağlı olarak okuyoruz.” Yani bu âyetler beraberlerinde “hakkı” taşıyorlar ve onları okuma ve indirme yetkisini elinde bulunduran yüce Allah’tır bu âyetleri okuyan. Bu yetki Allah’tan başka hiç kimsenin elinde değil.
O halde Yüce Allah dışında kullar için sistem düzenlemeye yeltenen herkes haddini aşarak Allah’ın yetki alanına dalan bir mütecaviz, kendine ve kullara zulmeden bir zorba, gerçekte sahip olmadığı bir şeye sahip olduğunu iddia eden bir sahtekâr, itaat görmeyi beklemeye hakkı olmayan bir batıl yolun yolcusudur. Kul, sadece Allah’ın buyruklarına ve bir de Allah’ın gösterdiği yoldan ayrılmayan
2889] 2/Bakara, 252
DÂVÛD
- 671 -
hak kılavuzlarının emirlerine itaat eder, başkasının söylediklerine değil.
“Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.” Onun için sana bu âyetleri okuyoruz. Onun için seni bütün geçmiş yüzyıllarda yaşanmış insanlık tecrübeleri ile, iman kervanının deneyim birikiminin bütün aşamaları ile donatıyor ve bütün peygamberlerden kalan mirası sana aktarıyoruz.
Ve tecrübe hazineleri ile dolu olan bu bölüm burada sona eriyor. Böylece müslüman cemaati çeşitli alanlarda çeşitli yönlerde gezintiye çıkaran ve bu gezintilerin izlenimleri aracılığı ile onu eğiterek son derece önemli görevine hazırlayan bu cüz de burada noktalandı. O önemli görev ki, Allah onu müslüman cemaatin üstlenmesini takdir etti, onu bu görevin başına dikti, yine onu zamanın bitimine, dünyanın son anına kadar bu ilâhi sistem uyarınca insanları yönlendirecek bir örnek ümmet olarak ortaya çıkardı.
Genel Bir Değerlendirme: Bu cüz iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümü, Bakara sûresinin geride kalan kısmı, ikinci bölümü ise Âl-i İmran sûresinin ilk yarısıdır. Şimdi burada bu cüzün ilk bölümü hakkında özet niteliği taşıyan birkaç söz söyleyecek, bu Cüzün ikinci bölümüne ilişkin söyleyeceklerimizi ise inşallah, Âl-i İmran sûresinin giriş yazısında dile getireceğiz.
Bakara sûresinin bu kalan bölümü, birinci cüzün başında açıkladığımız ve ikinci cüzün sonuna kadar incelemeyi sürdürdüğümüz sûrenin tümüne ilişkin ana konunun devamı niteliğindedir. Bu ana konu, müslüman toplumu, Medine’de, İslâm ümmetinin yükümlülüklerini omuzlamaya hazırlamaktır. Bu toplum, sözkonusu emaneti taşıyabilsin diye daha önce şu ön hazırlıklardan geçirilmişti: İmana ilişkin doğru düşünceye kavuşturuldu, daha önceki peygamberlerin mü’min ümmetlerinin yaşadıkları tecrübeler ile donatıldı, kendisine bu yolda karşılaşacağı engeller ve gerekli olan ihtiyaçları tanıtıldı, aynı zamanda hakkın ve imanın düşmanı olan kâfirlerin hileleri, tuzakları konusunda uyarıldı, böylece yolunun her aşamasında düşmanlarını iyi tanıması amaçlandı.
Bütün araçları, azığı, tarihî tecrübeleri ve amaçları ile bu hazırlık süreci, Kur’ân-ı Kerim’in tarih boyunca ilk müslüman kuşaktan sonra gelen bütün müslüman kuşaklara aynen uyguladığı bir eğitim programıdır. Bu program, bu ümmetin her kuşağında müslüman bir cemaat oluşturmak ve İslâmî hareketi yönetmek için uygulanması gereken değişmez, belirgin ve istikrarlı bir programdır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, canlı, hareketli ve etkin bir eğitim aracı, her dönemde uygulanabilir, geniş kapsamlı bir ilkeler bütünüdür. Başka bir deyimle Kur’ân-ı Kerim, olgunlaşmayı, kılavuzluğu ve nasihati âyetlerinde arayan herkes için, her durumda her adımda ve her kuşakta fonksiyonunu yerine getiren ideal bir kılavuzdur.
Bakara sûresinin bu son kısmı, ikinci cüzün sonunda yer alan Yüce Allah’ın Peygamberimize yönelik “Bunlar Allah’ın âyetleridir. Onları sana hakka bağlı olarak okuyoruz. Hiç kuşkusuz sen de peygamberlerden birisin.” şeklindeki seslenişinin arkasından geliyor.2890 Bu sesleniş de “Hani onlar, Peygamberlerine; ‘Başımıza bir hükümdar getir de, onun emri altında Allah yolunda savaşalım’’ diye başlayıp2891 “Ve Dâvud, Câlût’u öldürdü. Arkasından Allah, Dâvud’a hükümdarlık (egemenlik) ve bilgelik (hik2890]
2/Bakara, 253
2891] 2/Bakara, 246
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
met) verdi, ona dilediği bazı bilgileri-öğretti.” diye noktalanan”2892 Hz. Mûsâ’dan sonra yaşamış bir yahudi heyetine ilişkin kıssayı izliyor. Başka bir deyimle ikinci cüz, Hz. Mûsâ’nın kavmi olan yahudilerden ve Hz. Dâvud’dan söz ederek, bu konuda Peygamberimizin de peygamberlerden biri olduğuna ve kendisinin “daha önceki peygamberler”in tecrübeleri ile donatıldığına işaret ederek noktalanmıştı.
İşte bundan dolayı bu cüz, bir önceki cüzün sonu ile bütünlüğü ve devamlılığı gözetip peygamberlerden, onlardan bazılarının diğerlerine üstün kılınışından, bazılarına bağışlanan özel imtiyazlardan, bazılarının derece bakımından yükseltilişinden, bunların yanısıra bu peygamberlerden sonra gelen bir kısım bağlıları arasında anlaşmazlık çıkmasından ve bu bağlılardan bazılarının birbirlerini öldürmelerinden sözederek başlıyor: “İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya açık mucizeler verdik, O’nu Ruh-ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar.”
İkinci cüzün sonu ile incelemekte olduğumuz üçüncü cüzün baş tarafı arasında konu bakımından belirgin bir uyum, açık bir bütünlük vardır. Çünkü her iki yerde de peygamberlerden söz ediliyor. Bunun yanında sûrenin geride kalan âyetleri arasında da yine açık bir konu uyumu, bir bütünlük göze çarpar. Bu bölümün ağırlık noktasını Medine’de yeni yeni gelişmekte olan müslüman cemaat ile yahudiler arasındaki mücadele oluşturur. Nitekim ilk iki cüzde de bu konu bütünlüğü vardır.
Bundan dolayı burada, peygamberlerin ölümünden sonra bağlıları arasında baş gösteren görüş ayrılıklarından, bu bağlıların bir kısmı mü’min ve diğer bir kısmı kâfir olduktan sonra aralarında çıkan savaşlardan sözediliyor. Bu görüş ayrılıklarının ve inanç kökenli savaşların gündeme getirilmesi gâyet yerindedir. Böylece müslüman cemaatin yoluna devam ederek gerek yahudilere ve gerekse yahudi olmayanlara eski peygamberlerin bağlıları arasında hüküm süren gerçek durumu gözönüne alarak, yani bunların doğru yolda olanları ile sapıtmışlarını birbirinden ayırarak karşı koyması ve bu ümmetin sapıklara karşı sürekli mücadele vermesi gereken doğru yol yolcusu bir cemaat sıfatı ile yükümlülüklerini yerine getirmesi kolaylaştırılmış oluyor, amaç budur.
Tabiat Kanunları Karşısında Peygamberlerin Durumu: Bu bölümde karşımıza çıkan ilk incelik peygamberlere ilişkin şu özel ifade tarzıdır: “Şu peygamberler...” Dikkat edersek “Bu peygamberler..” denmiyor, bunun yerine güçlü ve belirgin bir mesaj içeren yukarıdaki ifade tarzı ile peygamberlerden sözetmeye giriyor. Bu kısmın âyetlerini incelemeye geçmeden önce bu incelik hakkında birkaç söz söylememiz yerinde olur.
Evet, “Şu peygamberler...” Gerçekten “bunlar” karakteristik özelliği olan, kendine özgü bir grup, orjinal bir topluluk oluştururlar. Her ne kadar onlar da teker teker bir insan iseler de bu böyledir. Peki, kimdir bunlar? Peygamberlik (Risâlet) nedir? Nasıl bir karakteristik özellik taşır? Nasıl gerçekleşir? Niçin sadece “bunlar”
2892] 2/Bakara, 251
DÂVÛD
- 673 -
peygamber oldular ve neyin sayesinde peygamberlik mertebesine ulaştılar?
Bunlar uzun süre kendilerine cevap bulmaya çalıştığım sorulardır. Bu konuda için için algı alanım öyle duygular ve anlamlar ile dolu ki, bunları ifade edecek kelime bulmakta güçlük çekiyorum. Fakat bu duyguları ve anlamları mümkün olduğu oranda kelimelere ve cümlelere yüklemek gerekir!
İçinde yaşadığımız ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğumuz bu evrenin dayandığı birtakım köklü ilkeler vardır. Bu ilkeler yüce Allah’ın bu kâinata sunduğu evrensel kanunlardır. Evren sistemi bu kanunlar uyarınca gelişimini sürdürür, bu kanunlar gereğince hareket eder ve bu kanunlara göre çalışır.
İnsan bilgi merdiveninin basamaklarını çıktıkça bu kanunların bir kısmını keşfeder. İnsanoğlu bu kanunların sınırlı idrak kapasitesine sığacak kadarını belirli bir süre zarfında keşfeder -ya da bu kadarı kendisine keşfettirilir.- İdrâk kapasitesi ise yeryüzü halifeliği görevinin üstesinden gelmesine yetecek oranda yaratılmıştır.
İnsan evrensel kanunların bu sınırlı bölümünü öğrenirken şu iki -kendi açısından- temel araca, şu iki bilgi edinme yöntemine dayanır: a) Akıl yürütme b) Deney. Bunlar öz nitelikleri itibarı ile göreli (izafî, relatif) yöntemlerdir; nihaî, kesin ve mutlak sonuçlar verecek yetenekte değildirler. Bununla birlikte uzun bir zaman sürecinde kimi zaman insana, genel geçerli (küllî) evrensel kanunların bir kısmını keşfettirirler. Ama başarılan bu keşifler de göreli olma niteliklerini sürdürürler, nihaî ve mutlak olamazlar. Çünkü bütün evrensel kanunlar arasında uyum sağlayan, bu kanunların tümüne ahenkli bir bütünlük kazandıran ana ilke niteliğindeki sır, gizli ve çözümsüz kalır; ne kadar uzun zaman geçerse geçsin göreli (izâfî) ve göreceli (nisbî) insan aklı, insanın akıl yürütme gücü, bu sırrın özüne yol bulamaz. Çünkü zaman bu alanda nihaî bir unsur, kesin belirleyici bir faktör değildir. Zaman, insanın yapısı ve varlık bütünü içindeki rolü gereğince insanın kendisi için konmuş bir sınırlama, bir ölçü birimidir. İnsanın evren içindeki rolü de göreli ve görecelidir. Sonra yeryüzü üzerinde yaşayan bütün insan soyuna sunulmuş olan zamanın göreliliğine sıra gelir, o da göreli ve sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı bütün bilgi edinme araçları, insanın bu araçlar yolu ile elde ettiği bütün bilimsel sonuçlar sözünü ettiğimiz görelilik (izâfîlik) ve görecelik (nisbîlik) dairesinin sınırları içinde kalır.
İşte bu noktada peygamberliğin, yani Allah tarafından bağışlanan, ledünnî (Allah’ın kalbe ilham ettiği bilgi) bir yetenek sayesinde tüm evrenin dayandığı genel geçerli ana ilke ile derinliklerinde -sonuçlarını kavramakla birlikte mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir yolla- iletişim kurabilen özel ve karakteristik yapının rolü, fonksiyonu gündeme gelir.
İşte vahyi alan, almaya güç yetiren harika cihaz, bu özel ve karakteristik yapıdır. Çünkü bu karakteristik yapı vahyi karşılamaya hazırlıklıdır. Bu yapı evren bütününün aldığı ilahi işaretin aynısını alır, çünkü bu evren bütünü yönlendiren ana evrensel ilke ile dolaysız biçimde ilişkilidir. Acaba bu karakteristik yapı bu ilâhî işareti nasıl alıyor, onu hangi cihazla karşılıyor, algılıyor? Bu soruya cevap verebilmek için Allah’ın (c.c.) sadece seçkin kullarına bağışladığı bu karakteristik yapıya bizim de sahip olmamız gerekir. Oysa “Allah, peygamberliği kime vereceğini
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok iyi bilir.”2893 Bu mesele, aklımızın ucundan geçebilecek büyük evrensel sırların tümünden daha büyük ve ölçüler üstü derecede önemli bir meseledir.
Bütün peygamberler “Tevhid” gerçeğini kavramışlar ve hepsi de bu gerçeği insanlara duyurmak için gönderilmişlerdir. Çünkü hepsinin yapısında varolan aynı ana ilkenin ilhamı, onları bu ilhamın tek olan, birden fazlası söz konusu olmayan kaynağına iletmiştir. Bu ilhamın kaynağı birden fazla olamaz, çünkü aksi halde gerek evrensel ana ilkenin ve gerekse peygamberlerin bu ana ilkeden aldıkları ilhamın da birden fazla olması gerekirdi. Bu idrak, insanlık tarihinin alacakaranlıklı başlangıcında, akıl yürütme ve deneye dayalı nesnel bilgiler henüz ortada yokken, bu birlik (Tevhid) ilkesine işaret eden evrensel kanunların henüz hiçbiri keşfedilmemişken de vardı.
Bütün peygamberler insanları bir olan Allah’a kulluk etmeye, ilâhi kaynaktan aldıkları ve duyurmakla görevlendirildikleri bu gerçeğe çağırmışlardır. Onlar bu ilkeyi, aynı evrensel ana ilkenin, evrenle bütünleşmiş fıtrata yönelik ilhamının doğal mantığı gereği olarak kavramışlardı. Bu ilkeyi insanlara duyurma görevini üstlenmeleri de onun gerçek olduğuna, kendilerine tek olan Allah tarafından iletildiğine ilişkin mutlak imanlarının sonucu idi. Onlar, fıtratlarında yer eden güçlü, kuşku götürmeyen ve zorlayıcı ilhama göre birden fazla ilahın olamayacağını kavrıyorlar, bilinçaltında hissediyorlardı.
Peygamberlerin fıtratlarının bilincinde yer eden bu ısrarlı zorlama, zaman zaman onların Kur’ân-ı Kerim’de nakledilen sözlerinde ya da kimi âyetlerde onları tanıtmak için kullanılan ifadelerde ortaya çıkar.
Biz bu içten gelen bilinci, meselâ Hz. Nuh’un (a.s.) kavmine yönelik sözlerini nakleden şu âyetlerde buluyoruz: “Nuh dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ve siz de bunun farkında değilseniz, siz istemediğiniz halde biz size onu zorla mı benimseteceğiz? Ey kavmim, ben buna karşı sizden bir mal istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah’tır. İman edenleri yanımdan kovmam söz konusu değildir, onlar Rabb’leri ile buluşacaklardır. Fakat görüyorum ki, siz cahilce davranan bir topluluksunuz. Ey kavmim, eğer ben iman edenleri yanımdan kovarsam Allah’a karşı beni kim savunabilir? Bunu hiç düşünmüyor musunuz?”2894 Aynı ısrarlı içten gelen bilinci Hz. Salih’in (a.s.) sözlerini nakleden âyette de görebiliriz:
“Salih onlara dedi ki; ‘Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana katından bir rahmet bağışlamış ise, Allah’a karşı geldiğim takdirde O’na karşı beni kim savunabilir? Sizin bana, yıkımımı artırmaktan başka hiçbir katkınız olamaz.”2895 Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunu Hz. İbrahim’in (a.s.) hayatını anlatan şu âyetlerde de bulabiliriz:
“Kavmi onunla (İbrahim’le) tartışmaya girişince onlara dedi ki; ‘Beni doğru yola iletmiş olan Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam, Rabbim ne dilerse o olur. Rabbimin bilgisi herşeyi kaplamıştır. Acaba ders almaz mısınız? Allah’ın size, ilâh olduklarına ilişkin hiçbir delil indirmemiş olduğu şeyleri siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan
2893] 6/En’âm, 124
2894] 11/Hûd, 28-30
2895] 11/Hûd, 63
DÂVÛD
- 675 -
niye korkayım? Biliyorsanız, söyleyin bakalım; sırf Allah’a inananlar ile O’na ortak koşan iki gruptan hangisi korkmamakta daha haklıdır?”2896
Bu ısrarlı zorlanmışlık duygusunun aynısına Hz. Şuayb kıssasında da rastlıyoruz: “Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen açık bir mesajın izinde isem, ya O bana kendi katından güzel bir nasip bağışlamış ise? Size yasakladığım şeyi kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Benim istediğim şey, gücümün yettiği kadar eğrilikleri düzeltmektir. Başarım sadece Allah’a bağlıdır. Sırf O’na dayanır, O’na yönelirim.”2897
Aynı ısrarlı zorlanmışlık bilinci Hz. Yakub’un oğullarına söylediği şu sözlere de yansımıştır: “Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah’a açarım. Allah ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyler biliyorum.”2898
Gerek bunlarda ve gerekse bunlara benzer nice örneklerde peygamberlerin fıtratlarına yönelik bu derin ve ısrarlı mesajın izlerini, onların sözlerinde ve tanıtıcı niteliklerinde görürüz. Onların sözleri, bu zorlayıcı mesajın vicdanlarının derinliklerinde bıraktığı etki hakkında bize ipucu veriyor.
Gün geçtikçe insanoğlu nesnel bilgiler alanında şu evrendeki birlik ilkesine uzaktan işaret eden birçok bulgular keşfediyor. Bilim adamları şu uçsuz-bucaksız evrende yaratılış (yapı) ve hareket birliği olduğunun farkına varmışlardır. İnsanoğlunun bilgi edinme kapasitesinin sınırları içinde bütün evren yapısının temel taşının atom olduğu ve atomun da aslında enerjiden başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Böylece, evrende varolan madde ile enerjinin atomun yapısında bütünleştiği ve uzun yüzyıllar boyunca madde ile enerji arasında varolduğu sanılan ikiliğin gerçek olmadığı ortaya çıktı. Görüldü ki, atomlar yığınından oluşmuş olan madde aynı zamanda enerjidir, yapısındaki atomlar parçalanınca enerji türlerinden birine dönüşmektedir.
Yine insanın bilme kapasitesinin elverdiği ölçüde ortaya çıktı ki, atom, içyapısında sürekli hareket halindedir, kalbini oluşturan (merkezinde yer alan) çekirdekten ya da çekirdeklerin çevresindeki yörüngelerinde dönen elektronlardan meydana gelmiştir. Bu hareket süreklidir ve her atomda aynıdır ve her atom, vaktiyle ünlü müslüman şâir Feridüddin Attar’ın dediği gibi, çevresinde yıldızların döndüğü bir güneştir; tıpkı sürekli biçimde yıldızların çevresinde döndüğü şu bizim güneşimiz gibi.
Evrendeki yapı ve hareket birliği insanoğlunun farkına vardığı, bilgi birikimine eklediği iki evrensel kanundur. Bu iki kanun kapsamlı ve büyük birlik ilkesine uzaktan birer işarettir. İnsan bilgisi, akıl yürütmenin ve deneyin sağladığı imkân oranında bu ilkeleri keşfetti. Oysa peygamberlerin kendine has ve Allah vergisi karakteristik yapısı, göz açıp kapayıncaya kadar o geniş kapsamlı ve büyük birlik kanununu kavrayıverdi. Çünkü bu yapı, o ilkenin mesajını direkt olarak alıyor, bu mesajı alabilen yalnız odur.
Peygamberler bu evrensel birliğe ilişkin belgeleri ve kanıtları bilimsel deneyler yolu ile toplamadılar. Fakat onlara mükemmel ve dolaysız iletişim kurabilen bir cihaz bağışlandığı için aynı ilkenin mesajını iç iletişim yolu ile direkt olarak
2896] 6/Enâm, 80-81
2897] 11/Hûd, 88
2898] 12/Yusuf, 86
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
almışlar ve bu tek tip mesajın mutlaka aynı kapsamlı ilkeden gelmiş olması ve aynı kaynaktan çıkmış olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramışlardır. O özel ve karakteristik yapılara bağışlanmış olan bu ledünnî (Allah vergisi) cihaz, son derece duyarlı, mükemmel ve geniş kapasiteli idi. Çünkü söz konusu mesaj birliğinin arkasındaki kaynak birliğini, şu evrene egemen olan irade ve etkinlik birliğini anında fark ederek şu evreni çekip çeviren yüce Allah’ın “birliği”ni iman olarak belirlemiştir.
Şu noktayı hemen vurgulayalım ki, modern bilim, evrensel birliğin kanıtlarından birini ya da ikisini kavradığını görüyor diye bu sözleri söylüyor değilim. Çünkü bilim, kendi alanında bazı şeyleri kimi zaman ispatlar, kimi zaman da reddeder. Onun ulaştığı “gerçekler”in tümü göreli (izâfî), göreceli (nisbî) ve kayıtlıdır, o hiçbir zaman tek, nihaî ve mutlak bir gerçeğe varamaz. Üstelik bilimsel teoriler, değişkendir, birbirini yalanlar ve değiştirirler.
Ben evrenin yapı ve hareket birliği hakkında anlattıklarımı, peygamberlerin algısına yansıyan evrensel birliğe ilişkin mesajın doğruluğuna katkıda bulunmak amacı ile anlatmış değilim. Asla. Benim amacım başka. Ben bu anlattıklarımla evrenin mahiyetine ilişkin eksiksiz, geniş kapsamlı ve doğru düşünce oluştururken dayanılacak algı kaynağını belirlemeyi hedefliyorum.
Bilimsel keşifler, büyük evrensel birliğin özüne ilişkin bazı kanıtların bilgisine yol bulabilir, ulaşabilirler. Oysa peygamberlerin algılama gücü bu birliği çok daha önce geniş, kapsamlı bir düzeyde ve direkt bir şekilde somutluğa kavuşturmuş, onların ledünni fıtratı bu ilkeyi mükemmel, yaygın ve dolaysız biçimde kavramıştır. Modern bilimsel nazariyeler, bu ilkeye ilişkin bazı belgeleri ortaya koymuş olsa da olmasa da peygamberlere bahşedilen ledünni ilim kesindir, nihaî doğrulardır. Çünkü bilimsel teoriler, bizzat bilimin araştırma ve gözden geçirme girişimlerine açıktırlar. Onlar işin başında değişmez şeyler değildirler, sonra da nihaî ve mutlak değildirler. O halde bunlar peygamberliğin doğru olup olmadığını belirleyecek kriterler olmaya elverişli değildirler. Çünkü ölçülerin, kriterlerin değişmez ve mutlak doğrular olmaları gerekir. Bundan dolayı peygamberlik kurumu, değişmez ve mutlak tek kriterdir.
Bu gerçekten, son derece önemli bir başka gerçek çıkar ki, o da şudur: İnsanlığa geniş kapsamlı biçimde yön verebilecek olanlar, ona evrenin yaratılışı ile, değişmez kanunları ile ve sürekli geçerliliğe sahip ilkeler sistemiyle uyumlu olarak yön verebilecek olan, sadece varlık âleminin ilkeler sistemi ile direkt biçimde bütünleşmiş olan bu özel karakteristik yapılardır. Dolaysız biçimde Allah’tan vahiy alanlar onlardır. Bu gerekçe ile onlar yanılmazlar, sapıtmazlar, yalan söylemezler, gerçeği saklamazlar, zaman ve mekan faktörleri kendileri ile gerçek arasında perde ve engel oluşturmaz. Çünkü bu gerçeği zamandan ve mekândan münezzeh olan yüce Allah’tan alırlar.
Yüce irade, zaman aralıkları içinde peygamber göndermeyi diledi. Amaç, insanlığa mutlak gerçeği iletmektir. O mutlak gerçek ki, insanlar akıl yürütme ve deney yolu ile bunun bir kısmını ancak yüzlerce asır sonra kavrayabilmişler ve gelecekteki çağlar boyunca bu araçlarla bu gerçeğin tümünü hiçbir zaman kavrayamayacaklardır. İnsanlar hesabına bu ilişkinin değeri, attıkları adımları evren ile paralel hale getirmek, evrenin hareketi ile kendi hareketleri arasında yön birliği sağlamak, evrenin yaratılışı ile kendi fıtrî yapıları arasında uyum temin
DÂVÛD
- 677 -
etmektir.
İşte bundan dolayı insanın gerek tüm varlıklar âlemine gerekse kendi öz varlığına gerek tüm varlık âleminin ve gerekse öz varlığının amacına ilişkin eksiksiz, doğru ve geniş kapsamlı düşünce sistemini alabileceği tek kaynak vardır. Evrenin kararı, hareketi ve doğrultusu ile uyumlu, insanları topyekün varlıkları ile “barış”a kavuşturabilecek tek doğru ve dengeli hayat sistemi, ancak bu düşünce sisteminden kaynaklanabilir. Bu hayat sistemi ïnsan ile evren arasında, insanla evrenin yaratılışının doğal uzantısı olan kendi öz fıtratı arasında; dünyada insan soyu için imkânları hazırlanmış çalışma, girişim, büyüme, gelişme ve ilerleme alanlarında insanların kendileri arasında “barış” sağlar.
Tek kaynak, yani peygamber kaynağı. Bunun dışındaki kaynaklar sapık ve batıldır. Çünkü bu diğer kaynaklar, sözünü ettiğimiz bütünleşmiş tek kaynakla iletişim halinde değildirler, ondan mesaj almamaktadırlar. İnsana sunulan diğer bilgi edinme araçları, evrenin bazı görüntülerini, bazı kanunlarını, bazı güçlerini yeryüzündeki halifelik görevinin üstesinden gelmesine, hayatı geliştirip evrimleştirmesine yetecek derecede sınırlı olarak keşfedebilmesi için kendisine kısıtlı olarak verilmiştir. İnsan bu alanda gerçekten ileri adımlar atabilir. Fakat bu adımlar ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, insanı hiçbir zaman mutlak gerçeğin düzeyine ulaştıramazlar. O mutlak gerçek ki, insanın, hayatını sırf geçici ve değişken durumlar ve şartlar uyarınca değil, varlık âleminin dayandığı değişmez ve sürekli evrensel kanunlar ve topyekün insan varoluşunun büyük amacı uyarınca düzenlemek için ona muhtaçtır. Bu büyük amacı zaman ve mekân şartlarından münezzeh olan yüce Allah görür, ama zaman ve mekân şartları ile bağımlı ve sınırlı olan insan bunu göremez.
Ancak bir yolu baştan sona kadar kavramış olan bir merci bu yolun tümüne ilişkin bir yolculuk plânı yapabilir. Oysa insanın önünde bu yolun bütününü görmesini engelleyen perde var. Hatta bir saniye sonrasını bile görmesi engellenmiştir. İnsanın önünde ve içinde yaşadığı anın önünde, arkasını görmesine imkân tanımayan yere kadar uzanan bir perde gerilmiştir. Buna göre insan, kendisi için meçhul olan bir yolu aşmak üzere nasıl plân yapabilir?
Ya çarpıklık, sapıklık ve başıboşluk ya da evrenin yaratıcısından alınmış yaşama sistemine, peygamberliklerin ve peygamberlerin sistemine, varlıklar âlemi ve bu âlemin yaratıcı ile ilişki halinde olan fıtratın sistemine dönüş...
Ard arda gelen peygamberler insanlığın elinden tutup onu hidâyete ulaştıran aydınlık yolda ileriye doğru yürütüyor. Oysa insanlık bu yol boyunca ikide bir kervandan ayrılıyor, rotadan sapıyor, kılavuzun yol gösterici çağrısını umursamıyor, yeni bir kılavuzun gelişine kadar sapıtmışlığını sürdürüyor. Her defasında biricik gerçek, yenilenen tecrübeleri ile uyumlu bir şekilde daha olgunlaşmış olarak zihninde belirginleşiyor.
Böylece son peygamberlik dönemine sıra gelince insan aklı olgunluk çağına eriyor. Bu gerekçe ile son peygamber, insan aklına genel geçerli (küllî) gerçeklerin tümü ile sesleniyor. İnsanların bu nihaî ve geniş hatların, çizgilerin kılavuzluğunda sürekli adımlarla ilerlemesini istiyor. Büyük gerçeğin çizgileri artık yeni bir peygamberin gelmesini gerektirmeyecek derecede belirginleşmiştir. Sadece yüzyıllar boyunca ortaya çıkacak yenileyici yorumcular yeterlidir.
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bundan sonra insanlık ya her zaman gerek kendisine gerekse ilerici ve yenileyici atılımlarına yetecek genişlikte olan bu şeridin içinde kalarak ilerleyecek ve bu yoldan, başka hiçbir yolla ulaşamayacağı mutlak gerçeğe erecek ya da yolunun işaretlerinden uzak düşerek belirsizlik çölünde şaşkın, sapıtmış ve başıboş bir biçimde taban tepecektir!2899
Tâlût ve Câlût Kıssasından Çıkarılabilecek Hisseler
Kur’an’daki tüm kıssalar, tarihî bilgi vermekten ve geçmişte yaşanmış ve bir daha yaşanmayacak bir olayı anlatmaktan çok öte bir hikmete dayanır. Kur’anî kıssaların tümü, her devirde ve her yerde yaşayacak insanlara mesajlar ve pratik örnekler taşır. Bu kıssalarda esas mesele, ayrıntılarla uğraşmak, Kur’an’da anlatılmayan olayları İsrâiliyattan devşirmek değil; söz konusu kıssanın verdiği fikir, gösterdiği hedef ve ulaştırmak istediği mesajdır. Örnek insanı, örnek olay ve davranışı yakalamaya çalışmak, kötü örneklere karşı tedbirli olmak Kur’an’ı ve dolayısıyla bu kıssayı okuyan insanın gâyesi olmalıdır. Bu kıssada da, insanın pratik hayatındaki eğilimleri eğitilmek istenmektedir. Hayatta Allah’a kulluk ve O’na dâvet yolunda bu Kur’ânî kıssadan çıkaracağımız yararlı hisselerin önemlileri şunlar olmalıdır:
1) İsrâiloğullarının risâletlerinde bu aşamada ve bundan önceki aşamalarda roller peygamberlik ile hükümdarlık ve kumandanlık arasında (bu toplumun isteği doğrultusunda) paylaştırılmıştır. Bundan dolayı âyetlerde zikri geçen bu kavim, peygamberlerinden savaşta kendilerine savaş için bir hükümdar ve kumandan tâyin etmesini istemişlerdir. Hâlbuki İslâm’da büyük savaşlarda peygamber veya Onun vârisi imam bizzat ordunun başına geçerek savaşır.
2) Allah yolunda çalışanlar, savaş sloganları atanlara ve “başımıza bir komutan geçse, topyekün savaşırız” diye hamâsî nutuklar çekenlere karşı dikkatli olmak durumundadırlar. Çünkü böyle insanların birçoğu bu beklenen kumandanın gelmeyeceği düşüncesiyle ileri geri konuşabilirler. Bunun için Allah yolunda çalışanlar, bu iddiâlarla ortaya çıkan insanları deneyip ciddî ve samimi olup olmadıklarını, bunların şahsî etkenlerle mi, yoksa inanca dayanan kalbî güdülerle mi böyle iddiâları ortaya attıklarını belirgin bir şekilde ortaya koymak durumundadırlar.
3) Zafer ve hezimet meselesi, azlık veya çokluk ile ilgili değildir. Aksine bu mesele, tamamıyla iman, teşkilat, program, eğitim ve itaatle ilgilidir. Çünkü teşkilatlı mü’min bir azınlık, imanını ve teşkilatını yitirmiş kâfir bir çoğunluğa karşı kahredici bir zafer elde edebilir. “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir.”2900
4) Bu âyetlerde anlatılan geçmiş bir kavmin hikâyesi, kesinlikle sonradan yaşayan müslümanların ibret alması içindir. Yani bu, geçtiği yer ve zamanla sınırlı bir tarihî hikâye değildir. Bu âyetlerde bizden, kıssada karşılıklı olarak anlatılan iki insan örneğinden sağlam olanına yapışmamız istenmektedir.
5) Mücâhid mü’min zayıf da olsa, çok büyük güçlere de sahip olsa, Allah’tan yardım istemek ve O’na muhtaç olduğu şuurunu yaşamak konumundadır. Çünkü
2899] Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub
2900] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 679 -
onun, elinde bulundurduğu maddî güçlerden çok, savaşın zorlu şartlarında sabra ve sebâta ihtiyacı vardır. Zafer de eninde sonunda Allah’ın tarafındadır. Bu itibarla, sahip olduğu güçler veya güçlü olduğu yolundaki hisleri, kendisini Allah’ı unutturacak bir gurura kapılmak gibi bir yanlışa götürmemelidir. Yine, zayıflık hissi de onu Allah’ın sonsuz gücüne bağlayıp O’na dayanmaktan alıkoymamalıdır. Savaşta mü’min ile kâfir arasındaki fark, mü’minin gücünü yeryüzünden göklere uzanan ve hiçbir sınır tanımayan mânevî, rûhî, İlâhî kuvvetten alması; kâfirin ise gücünü yeryüzünden ve onun sınırlı maddî kuvvetlerinden almasıdır.
6) Âyette anılan “Allah’ın mülkü dilediğine vermesi”2901 yeryüzünde çeşitli çevrelerin ellerinde bulundurdukları otoritelerin meşrûluğu anlamına gelmemektedir. Yoksa, bu sultaların, yöneticilerin kâfiri de vardır, zâlimi de, sapığı da. Aksine, bunun anlamı; yerde ve gökte her şeyin Allah’ın dilemesiyle meydana geldiğini ve O’nun idaresinde olduğudur. Allah dilerse tekvinî idaresi ile eşyayı ve olayları doğrudan doğruya yaratır, kâinatı yarattığı gibi. Dilediğinde de onları kendi İlâhî sünnetleri olan tabiî kanunlarla dolaylı olarak yaratır. Süregelen tabiat olayları, toplumsal olaylar ve tarihin seyrinde olduğu gibi. Hayatı ve olayları olumlu ve olumsuz yönlerde sürükleyen insan irâdesi de Allah’ın kevnî kanunlarındandır ve O’nun küllî irâdesinin hâkimiyeti altında işler.
7) Âyet-i kerîmenin te’kid ettiğine göre; İnsanların diğer insanlar veya topluluklar tarafından yurtlarından çıkarılması, mallarından mülklerinden ve çocuklarından uzaklaştırılması bu haksız eylemleri yapanlara karşı bir saldırı ve savaş sebebidir. Bu durumdaki insanın saldırmak ve savaşmak hakkı vardır. Bu itibarla böyle bir savaş müdafaa savaşıdır, meşrûdur. Yani savaşın meşrûiyeti için doğrudan imanlarına karşı bir saldırı bulunması şart değildir. Hem zaten daha önce geçen âyet-i kerimelerde bildirildiği üzere, bu insanlar yalnızca “Rabbimiz Allah’tır ve biz yalnız O’na kulluk ederiz” demekten başka suçları olmadan yurtlarından çıkarılmış, mallarından mülklerinden, çoluk çocuklarından ve yakınlarından uzaklaştırılmışlardır.
8) “Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmese/savmasaydı, yeryüzü bozguna uğrardı. Fakat Allah (bütün) âlemlere karşı lütuf ve ikram sahibidir.”2902 Âyet-i kerîmenin bu cümlesinden şunu anlıyoruz: İnsanların yaşadıkları toplumsal hayatın hareketinde Allah’ın koyduğu tabiî ve fıtrî bir kanun (sünnetullah) vardır. Bütün insanlar sevdiği, istediği ve inandığı şeylere karşı müsbet; sevmeyip istemediği, red ve inkâr ettiği şeylere karşı da menfî bir eğilim taşırlar. Bu gerçek üzere hayatta karşı fikirler ve tavırlar oluşur ve bunlar hayat içerisinde yerlerini alırlar.
İşte Allah Teâlâ bu âyette, hayatın onun üzerine kurulu olduğu ve üzerinde yürüdüğü bu tabiî kanuna, bunun insanların hayatındaki önemine ve hayatın ıslahatındaki rolüne işaret etmekte, bu sünnetullah olmasaydı, yeryüzünün bozguna uğramış olacağını bildirmekte ve bunun Allah’ın âlemlere bir lutfu olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü insanlardan biri veya bir kısmı büyük güçlere sahip olduğunda diğer insanlara, onları kendi irâdeleri altında toplamak yolunda baskı yaparlar. Diğer insanlar da buna karşı çıkmazlarsa bu baskıcı insanların baskıları son derece artar ve yeryüzünü fesâda uğratır, yeryüzünde hakka ve iyiliğe yer
2901] 2/Bakara, 247
2902] 2/Bakara, 251
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakmaz. Bunun için hayatın hak, iyilik ve adâlet üzere kaim olmasını ve gelişip ilerlemesini isteyen Allah, bu tabiî kanunu sebebiyle kötülüğün iyilik üzerindeki, bâtılın hak ve zulmün adâlet üzerindeki baskılarını, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savarak kaldırmak ve yeryüzü halkına insanca yaşama fırsatını bağışlamak istemiştir. Bu da Allah’ın âlemlere olan bir lütfu ve ikrâmıdır. 2903
Başarı ve Zafer “Çok” ile Birlikte Olmakta Değil; “Hak” ile Birlikte Olmaktadır
Amalika kavminin kralı olan Câlût (Golyat) İsrâiloğullarını defalarca bozguna uğratır. İsrâiloğulları, içlerinde bulunan Samuel peygamberden kendilerine ille de bir kral tâyin etmesini isterler. O güne kadar, saltanat ve istibdat idâresiyle değil, meşverete dayalı nübüvvet idâresiyle yönetilmekteydiler. Samuel peygamber, Allah’ın emriyle onlara Tâlût’u (Saul) kral atadı. İlginçtir ki Tevrat, İsrâiloğullarının bu isteğini Allah’ın hoş karşılamadığını ihsas ederek, kral atamayı âdeta bu talebe verilmiş bir cezâ olarak takdim etmektedir.2904 Tevrat’ın bu bölümündeki ifadeler, saltanatla nübüvvet arasındaki farkı güzel bir şekilde açıklıyor. Aslında gerek monarşik, gerek teokratik ve demokratik, gerek dikta ve cunta, tüm saltanat çeşitleri Allah’ın nübüvvet yolundan ayrılan toplumlara verdiği bir belâdır. Bu kral istemelerini ve bunun ardında yatan anlayışı, “yahûdileşme temâyülü” bağlamında değerlendirirsek, saltanat, bir “yahûdileşme alâmeti”dir. Peygamberleri, onları saltanattan sakındırıp onun getireceği zulüm ve sefâhati bir bir saydığı2905 halde, onlar yine de ısrarla kendilerine bir kral seçmesini istemişler, istişâreye dayalı sivil yönetime, zorbalığa dayalı monarşiyi tercih etmişlerdir.
İşte bu istek üzerine Samuel Peygamberin atadığı Tâlût ile Amalika kralı Câlût arasında geçen savaşta olanlardan bir kesit Kur’an’da şöyle verilir: “Tâlût askerlerle beraber (cihad için) ayrılınca, ‘Biliniz ki Allah sizi bir ırmakla imtihan edecek. Kim ondan içerse benden değildir. Kim ondan hiç tatmazsa bendendir (benimledir), ancak eliyle bir avuç içen de istisnâ edilmiştir (o da benimledir)’ dedi. İçlerinden pek azı müstesnâ hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, ‘bu gün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur’ dediler. Kendilerinin, sonunda Allah’ın huzuruna varacaklarını bilenler, kendi aralarında ‘nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”2906
Burada iki grup var: a) Allah’a hüsnüzan edenler, b) Allah’a sûizan edenler. Allah’a hüsnüzan edenler, komutanlarına itaat ediyorlar. Başarıyı kelle sayısında değil; öncelikle Allah’ın izninde, sonra da disiplin ve itaatte görüyorlar. Allah’a hüsnüzan edenler, O’na kavuşacaklarını biliyorlar. Bu nedenle de ölümden korkmuyorlar. Şehâdetin bir bayram olacağının farkındalar. Allah’a sûizan edenler ise, hem itaat ve disiplinden yoksunlar, hem de başarıyı kelle sayısında, çoklukta arıyorlar. Onların derdi “hak” ile birlikte olmak değil; “çok” ile birlikte olmak. Çünkü “ekseru’n-nâs/insanların çoğu” böyledir. Onun için de Allah’ı hakkıyla takdir edemiyorlar.
2903] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l-Kur’an, c. 4, s. 209-212
2904] Bk. I. Samuel, 8/7-17
2905] Bk. I. Samuel, 8/7-17
2906] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 681 -
Allah’a hüsnüzan edenler diyorlar ki: “Ey Rabbimiz, üzerimize sabır dök! Ayaklarımızı sağlam tut ve o kâfir millete karşı bize yardım et.”2907 Ve sonunda bilinçli, inançlı, disiplinli ve itaatli azınlığın, çoğunluğa gâlip geldiğini yine Kur’an’dan öğreniyoruz.
Günümüz müslümanlarının düştüğü bu çokluk ve güç tuzağı, temelde bir Allah’a itimatsızlık ve sûizan olayıdır. İnsanlık tarihini doğru okuyanlar iyi bilirler ki, insanlığın kaderini değiştiren büyük devrimler, şuursuz kalabalıklar sâyesinde değil; iyi eğitilmiş bir avuç şuurlu kadrolar sâyesinde gerçekleşmiştir. Bunun en canlı örneği yeryüzünün en büyük inkılâbı olan Saâdet Asrı inkılâbıdır. Bu inkılâp şuursuz kitlelerin, câhil kalabalıkların elleriyle değil; inandığı değerler uğruna ölmeyi bilen bir avuç iyi yetiştirilmiş insan eliyle gerçekleştirilmiştir.
Günümüzdeki hareketlerin en büyük zaafı kitleleri şuurlandırmaya çalışmaktır. Kitleler tarihin hiçbir döneminde şuurlandırılamamış, ancak şartlandırılmıştır. Şuurlandırılması elzem olan çekirdek kadrolardır. Çağdaş İslâmî yapılanmalar ise bunun tam tersini yapmaya çabalıyorlar: Kitleleri şuurlandırmak, kadroları şartlandırmak... Çünkü, eğer kadrolar şuurlandırılırsa belki elden kaçabilir. Bu korkuyla onları şuurlandırma yerine, şartlandırma mantığı güdülmektedir. 2908
Çoklukla Övünenler: “(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri.”2909 İlk âyette geçen ve aynı zamanda sûrenin de adı olan “tekâsür”, çokluk yarışı yapmak, çoklukla övünmek anlamındadır. Kur’an’da bu deyim, insanın niteliğe karşılık niceliği öne çıkarışını kınamak için kullanılmaktadır. Seviyesiz, onuru düşük bir hayatın temsilcileri mal ve evlât çokluğu ile böbürlenmeyi ve hayatı böyle bir çoklukta öne geçmenin bir yarış arenası haline getirmeyi esas alırlar. İnsanoğlunun bu yarışı, mezarlıkları ve ölüleri sayacak kadar ileri götürdüğünü söyleyen Kur’an, bunun en büyük aldanışlardan biri olduğuna dikkat çeker.
Tekâsür, çokluk anlamına gelen “kesret” teriminden türetilmiştir. Onun üç anlamı vardır: Birincisi, insanın en fazla kesret/çokluk elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbiri üzerine çıkmaya çabalamasıdır. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır. Tekâsür, yani “çoklukla yarış” insanların yaşamını öylesine derinden etkilemiştir ki, onlar, daha önemli şeylerden gâfil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah’ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felâketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünmezler. Kısaca “tekâsür”, insanları ve toplumları içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık gece gündüz dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.
İkinci âyette geçen “sonunda kabirleri ziyâret ettiniz” deyiminde üç anlam
2907] 2/Bakara, 250
2908] Mustafa İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 367-369
2909] 102/Tekâsür, 1-2
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muhtemeldir: İlkine göre, “siz ölünceye kadar mal ve evlât çoğaltmakla meşgul oldunuz” demektir. Kabirleri ziyâret etmek, ölüp kabre gömülmek anlamındadır. İkincisine göre, “kabirleri ziyâret etmek”, kabirlerdeki ölüleri anmaktır, kabirlerde olan ölülerle övünmek, onları ziyâret etmek şeklinde ifade edilmiştir. Bazı kimseler ölen atalarıyla övünürler. Âyetin anlamı, çokluk övünme sizi o kadar oyaladı ki, ölüleri anacak, onlarla övünecek kadar ileri gittiniz. Üçüncüsüne göre, “kabirleri ziyâret ettiniz” deyimi, fiilen kabirlere gittiniz, demektir. Bazı kimseler övünmek için kabirlere gider, adamlarının kabirlerini göstererek “işte şu, şu bizim kabirdir” demek sûretiyle oradaki ölülerle övünürlerdi. Bir rivâyete göre Ensar kabilelerinden Hârise oğullarıyla, Hâris oğulları birbirine karşı övünmüşler, biri diğerine: “Sizin içinizde falan, falan gibisi var mı?” demiş, ötekiler de böyle söyleyip her kabile, ötekine karşı sağ olan adamlarıyla övündükten sonra sıra mezarlıktaki ölüleri saymaya kadar gelmiş: “Haydi kabristana gidelim” demişler. Mezarlıktaki ölüleri göstererek: “Sizde falan, falan gibi var mı?” diye birbirlerine karşı övünmüşler, Allah bu âyeti indirmiş.
Âyette gerçekten kabirleri ziyâret kast edilmiş olsa da, burada kötülenen ziyâret, ölülerle övünmek için yapılan ziyârettir. Ölüleri rahmetle anma ve âhireti düşünmek için kabirleri ziyâret kötü değil; tam aksine, sünnettir. Çünkü kınanan kabir ziyâreti, kişiyi âhiretten gaflete düşüren ziyârettir. Özetle, âyetlerde insanların mal ve evlât çoğaltmak için birbirleriyle yarışa girmeleri ve ölünceye kadar ömürlerini bu tutku ile geçirmeleri kınanmakta ve yakında, kendilerine haber verilen âhiret sorumluluğunun gerçek olduğunu kesin olarak bilecekleri ve o gün, kendilerine verilmiş olan dünya nimetlerinin hesabının sorulacağı vurgulanmaktadır.
Sanki bir uyarış çığlığı, yüksek bir yerden olanca sesiyle ve sesinin keskinliğiyle bağırmaktadır: “Ey uykuya dalmış olan mahmur gözlüler, ey mallarıyla çocuklarıyla ve dünya hayatıyla aldananlar, ey bulundukları duruma kapılıp kalanlar, ey böbürlenip gururlandıkları şeyleri her ikisinin de bulunmadığı dar bir çukura atıp gidenler... Uyanın, kendinize gelin!” 2910
Çokluk, Çoğunluk: İnsanların çoğunun bilmediğini, şükretmediğini, akletmediğini, akıllarını kullanmadığını, yoldan çıkmışlığını, günah ve haram peşinde koştuklarını, insanların mallarını haksız yere yediklerini, çokluğu ve çoğunluğu ile şişindiğini, bu yüzden mallarının ve evlâtlarının çokluğu ile övündüklerini, daha çok ve daha zengin oldukları halde, kendilerinden önce nice toplulukların yok edildiğini, bütün bunlardan ders almayan insanların yine pek çoğunun yoldan çıktığını, âyetler sıralanamayacak kadar çoklukta ve ısrarla söz etmektedir. Çokluğun ancak Allah’ı zikirde, şükretmede, zikretmede, kulluk etmede işe yarayan bir şey olduğu da yine Kur’an’da üzerinde durulan gerçek olarak belirtilmektedir. “Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, gerçekten hiçbir şey ifade etmez.”2911 Evet, gerçekten/haktan bir şeyin ifadesi bulunmayan zanna uyanlar ister çoğunluk, ister azınlık olsun, haktan bir şeyin ifadesi olmayana uyduklarına göre akletmiyorlar demektir. Gerek çokluğun, gerek çoğunluğun, gerekse çoğulculuğun temelinde kendini bile bilmeyen insan ve onun zanna uyan aklı yatmaktadır.
2910] Necmettin Şahinler, Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, s. 339-342
2911] 10/Yûnus, 36
DÂVÛD
- 683 -
Çokluğu da, çoğunluğu da, çoğulculuğu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaşamının sağlamasını yapmakla varacağı nokta insana, kendinin farkına varmasına yardımcı olacaktır. Teslim olmadan yapamadığı görülen insanın, teslim olmaması değil; kime ve neye teslim olacağı ile ilgili tercihleri söz konusudur. İnsan kendi hevâsına mı, başkalarının (çoğunluğun) hevâsına mı, yoksa Allah’a mı teslim olmalıdır, sorusuna verilecek isâbetli cevap insanın önünü açacaktır. Açılan ufku insanın bütünü görmesini, kendinin farkına varmasını sağlayacaktır. Önü açılan insanın görebildiği bütün karşısında yapacağı seçim, elbette daha isâbetli olacaktır. Hayat, ona hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktır. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilire teslim olmakla ancak tatmin olabilir. 2912
Kur’an’da Ekseriyet/Çokluk:
“...Nice az kişiler vardır ki, sayıca kendilerinden çok olan topluluklara Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”2913
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”2914
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz.”2915
“Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”2916
“Onların (insanların) çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.”2917
“İnsanların çoğu şükretmez.”2918
“İnsanların çoğu fâsıktır.”2919
“İnsanların çoğu bilmezler.”2920
“İnsanların çoğu iman etmezler.”2921
“Onlardan çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!”2922
“Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür; Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.”2923
2912] Ercüment Özkan, İnanmak ve Yaşamak, c. 2, s. 149-150
2913] 2/Bakara, 249
2914] 6/En'âm, 116
2915] 9/Tevbe, 25
2916] 12/Yûsuf, 103
2917] 12/Yûsuf, 106
2918] 2/Bakara, 243
2919] 5/Mâide, 59
2920] 7/A'râf, 187
2921] 11/Hûd, 17
2922] 5/Mâide, 62
2923] 5/Mâide, 80
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İblis dedi ki: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!”2924
“Andolsun Biz cinler ve insanlardan çoğunu cehennem için yaratmışızdır...”2925
“Onların (insanların) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilir.”2926
“İnsanların çoğu, âyetlerimizden ğâfildir.”2927
“Onlar (insanlar) Allah’ın nimetini bilirler (itiraf ederler). Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir.”2928
“Yoksa O’ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: ‘Haydi delillerinizi getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab’ı ve benden öncekilerin Kitab’ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüzçevirirler.”2929
“... İnsanlardan birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur.”2930
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha sapıktırlar.” 2931
“Şüphesiz bunlarda (Allah’ın kudretine) bir alâmet vardır; ama çoğu iman etmezler.”2932
“Şüphesiz bunda bir ibret vardır; ama çokları iman etmiş değillerdir.”2933
“Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”2934
“Doğrusu bunda büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.”2935
“Doğrusu bunda büyük bir ibret vardır; ama çokları iman etmezler.”2936
“Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar.”2937
“Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”2938
“Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüzçevirdi. Artık dinlemezler.”2939
“(Cehennem bekçisi Mâlik, cehennemliklere şöyle der:) Andolsun Biz size hakkı
2924] 7/A'râf, 17
2925] 7/A'râf, 179
2926] 10/Yûnus, 36
2927] 10/Yûnus, 92
2928] 16/Nahl, 83
2929] 21/Enbiyâ, 24
2930] 22/Hacc, 18
2931] 25/Furkan, 44
2932] 26/Şuarâ, 8
2933] 26/Şuarâ, 67
2934] 26/Şuarâ, 103
2935] 26/Şuarâ, 121
2936] 26/Şuarâ, 139
2937] 26/Şuarâ, 223
2938] 36/Yâsin, 62
2939] 41/Fussılet, 4
DÂVÛD
- 685 -
getirdik, fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyorsunuz.”2940
Tâbûtu Getiren Adam ve Nehrin Öte Yakası
Hz. Mûsâ ve Hârun (a.s.), İsrâiloğullarına hakkı tebliğ vazifelerini ifa eder ve her fâni gibi, bir gün bu dünyadan ayrılırlar. Onlardan sonra, Benî İsrâil’e Yûşa (a.s.) gibi başkaca peygamberler gönderilir. Onlar da vazifelerini yapar ve bu dünyadan ayrılırlar. Bu arada, İsrâiloğulları gün gün nebevî aslı nefsânî tevillerle saptırırlar. Yalanla doğruyu, hakla bâtılı birbirine karıştırırlar. Bunun âcil bir cezâsı olarak Rableri onları zillet ve esârete dûçar kılar. Gün be gün bu kötü durumdan kurtulma çaresi ararlar. En sonunda, o an peygamber olarak kendilerine hakkı tebliğle görevlendirilmiş kişiye giderler. Bu zilletten kurtulmak için, Rablerinin içlerinden ehil birini melik ve komutan olarak seçmesini isterler. Rableri, bu mürâcaatı yapanların ummadığı birini, Tâlût’u seçer. Ama bu tercih, İsrâiloğullarının kahir ekseriyetini memnun etmez. Önde gelenleri, bu İlâhî tercihe açık açık dil uzatma küstahlığını sergilerler. Bu küstahlığa cür’et ederken dayandıkları iki gerekçe vardır:
1- “Biz melik olmaya ondan daha lâyık iken...” 2941
2- “...Ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken.”2942 Vaziyet bu iken krallık makamı nasıl Tâlût’a verilir, bir türlü anlamazlar.
İtirazın her iki gerekçesi de mânidardır. Bu gerekçeler, İsrâiloğullarının düştüğü nefisperestliğin (hevâya tapınmanın) ve esbâbperestliğin (sebepleri putlaştırmanın) açık bir habercisidir. En başta”Biz daha lâyık iken” sözü, açık bir nefsânîliği yansıtır. Kendini hep temize çıkarır nefis; âdeta Mâbûd’a lâyık bir sûrette kendini över. Kendini kusursuz ve mükemmel görür. Akıl adlı vericisini nefis istasyonundan gelen mesajı dinler şekilde ayarlayan birinin, kendisini daha lâyık görmesi, kendini en üstün bilmesi kaçınılmaz bir durumdur. Bu liyâkat için öne sürülen ikinci delil ise, “zenginlik”tir. Kim zenginse, melik olmaya o daha lâyıktır, tavrı mevcuttur. Bu tavırda da, Karun gibi kişilerden miras kalan bir esbabperestliğin izini sürmek kesinlikle mümkündür.
Oysa, peygamberleri onlara, “üstünlük” ölçüsü olarak, şu doğru adresi göstermiştir: “Allah onu üstünüze beğenip seçmiştir.”2943 O Allah ki, Hakîmdir, abes iş yapmaz. Tâlût’u da, hâşâ, lâf olsun diye beğenip seçmiş değildir. Onda, komutan ve melik olma noktasında, iki özelliği görüp gözetmiştir: “İlm” ve “cism.” Bu iki özelliğin ilki, Tâlût’un mânevî kemâline, diğeri de maddî kemâline işaret eder. Bu iki özellik, onun gerek mânevî cihadı, gerek maddî cihadı Rabbi adına liyâkatle ifa edebilme ehliyetini göstermektedir. Rableri, Tâlût’un melik oluşunun hakkaniyetini tasdik için, bir alâmet de göndermiştir: “Tâbût.”2944 Bu, sıradan bir sanduka değildir. İçinde, Hz. Mûsâ ve Hârun’dan kalan Tevrat levhaları bulunmaktadır. Tâlût’un melik oluşuna bir hüccet olarak, bu tâbût hiçbir sürücünün gütmediği iki öküz tarafından, Benî İsrâilin bulunduğu yere sâlimen getirilmiştir. Bu tâbûtun yitip gitmesi nasıl İsrâiloğullarındaki bozulmanın, Hz. Mûsâ’nın
2940] 43/Zuhruf, 78
2941] 2/Bakara, 247
2942] 2/Bakara, 247
2943] 2/Bakara, 247
2944] 2/Bakara, 248
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tebliğ ettiği istikametten sapmanın bir alâmetiyse, Tâlût’un melik oluşuna hüccet olarak geri gelişi de, Tâlût’un iman ve ubûdiyet yolunda bir çığır açarak kavmini Mûsâ ve Hârun’la gelen vahye yeniden muhâtap kılacağının alâmetidir. Bu olay, Tâlût’un Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği vahye aynıyla teslim olduğunun, ona nefsânîlikler ve dünyevîlikler bulaştırmadığının da tescilidir.
Tâlût kıssası, Tâbûtun gelişiyle bitmiyor. Ama devamına geçmeden, bir ara verip biraz düşünmemiz gerekiyor. Kur’an bu kıssayı elbette “şu yahûdiler de ne adamlarmış!” dememiz için anlatmıyor. Bu kıssa, diğer tüm kıssalar gibi, doğrudan bize bakan, doğrudan şu asra konuşan, doğrudan bizim iç dünyamıza hitap eden mesajlar da taşıyor. Tâlût zamanının insanları örneğinde, hepimize, düşebileceğimiz ama düşmememiz gereken çukurlar gösteriliyor.
Nitekim dönüp kendimize ve şu güne baktığımızda, o günkü Benî İsrâilin sergilediği tavrın bir benzerini, belki farkına bile varmaksızın, bizim de sergilediğimiz maalesef kolaylıkla görülüyor. Bırakalım ehl-i dünyayı, ehl-i dinin dünyası dahi, buna benzer bir manzara ve düşünce tarzı sunabiliyor. Meselâ, hepimizin gözünde zenginlik bir değer ölçüsü olmuş ki, eğer zengin isek öne çıkmamız gerektiğini düşünüyoruz. Uhrevî hizmet alanlarında bile, bize öyle davranılmasını istiyoruz. Eğer zengin değilsek, zenginlere o şekilde davranıyor ve aynı hale biz de ulaşalım diye, bütün hayatımızı zenginleşme projelerine göre kuruyoruz. Kezâ hepimizin içinde “sen daha iyisin, sen daha akıllısın, sen daha lâyıksın, senden iyisi yok” diye durmaksızın fısıldayan biri bulunuyor. Çoğu davranışımızı bu üflemelerine göre yönlendirmeyi pekâlâ beceriyor. Öte yandan, gerek “zenginlik” ölçüsünün habercisi olduğu esbabperestlik, gerek “ben daha lâyıkım” anlayışının açıkça belgelediği nefisperestlik, hayatımızın başka birçok noktasında da hükmünü icrâ ediyor. Oysa, Tâlût’un yanında yer almak için, bu hallerden sıyrılmak, bu asılsız düşüncelerin yerini imanî asıllarla doldurmak gerekiyor.
Nehrin Öte Yakası: Tâlût kıssası, bunları anlatmakla bitmez. Takip eden âyetlerde, nazarını imanî ölçülerden sıyırıp nefsânî ve dünyevî ölçülere yönelten İsrâiloğulları değerini anlamasa; özellikle o makama kendilerini lâyık gören “önde gelenler” hiç beğenmese de, Tâlût, Rabbinin emri gereği, başlarına melik olur. Ve, İsrâiloğullarını tâciz eden zâlim ve müşrik hükümdar Câlût’un ordusuna karşı cihad etmekle görevlendirilir. Benî İsrâilden bir ordu toplar. Yola koyulurlar.
Tâlût, bu arada, ordusuna, Rablerinin onları bir nehir ile imtihan edeceğini söyler. Yolda, karşılarına bir nehir çıkacaktır: “Kim ondan içerse, benden değildir. Kim de ondan içmezse o bendendir. Ancak eli ile alıp (azıcık) içenler müstesnâ.”2945 Bir müddet sonra, nehrin yanına varılır. Az bir kısmı hâriç, kana kana içerler. Tâlût ve sudan içmeyen diğer mü’minler, nehrin öte yakasına geçer. Sudan kana kana içen güruh ise, beri tarafta kalır. Gerekçeleri şudur: “Bugün bizim Câlût’a ve ordusuna karşı koyacak tâkatimiz yoktur.” 2946
Tâlût’la beraber nehrin öte yakasına geçen mü’minler ise, Allah’ın huzurunda âciz, O’nun mağrur kulları karşısında aziz insanlar olarak, dergâh-ı İlâhîye yönelirler. Nice az bir topluluğun, Allah’ın izniyle nice çoklara galebe çaldığını hatırlatırlar birbirlerine. Duâ ederler: Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır yağdır.
2945] 2/Bakara, 249
2946] 2/Bakara, 249
DÂVÛD
- 687 -
Ayaklarımıza sebat ver, kâfirlere karşı bize yardım et.”2947 Sonuç, Tâlût ve az sayıdaki askerinin, Câlût’un güçlü ve donanımlı ordusuna karşı zafer kazanmasıdır. Üstelik, Câlût da öldürülmüştür. Hem de Dâvûd isimli bir çocuk tarafından ve de, sapan taşıyla!
Rabbimizin Benî İsrâili imtihan ettiği nehrin, her gün bizim de önümüzden akıp durduğu düşünülmelidir. Evet, maddî anlamda, kimi rivâyetlerden Ürdün nehri olduğu anlaşılan nehirle hemhâl değiliz, onun yanında yaşamıyoruz, belki onu hiç görmedik ve görmeyeceğiz. Ama bir yönden, “sebepler ırmağı”dır o nehrin adı. Ne zaman bir hakikate râm olmaya kalksak, nefis (hevâ) ve şeytan ikilisi, önümüze o nehri sürer. Ne zaman sebeplere mürâcaatı yalnız “fiilî bir duâ” olarak bilip sonuç Allah’tandır diyecek olsak, o sebepler ırmağından kana kana içip kandırılmamızı; sonucu âciz, kör ve sağır sebeplerden bilmemizi ister. Önümüze maddiyatı getirir; dünya malını, şöhreti, iktidarı, parayı, makamı getirir. Bunları en başta mânevî cihad, gereğinde maddî cihad için bir engele dönüştürür.
Benî İsrâilin çoğunluğu, “susuzluktan ölecek durumda iken, düşmanla nasıl harbederiz?” diye düşünmüştür. O sebeple, kuvvetli olmayı sudan bilerek, İlâhî yasağa rağmen o suyu kana kana içmişlerdir. İnsanı düşmana karşı muzaffer kılan sanki su imiş gibi davranmışlardır. Aynı şekilde, her ne zaman imanî bir cehde girip ubûdiyete uygun bir tavırla donanmak isteyelim, karşımıza “sudan sebepler”in durmaksızın akıp durduğu bir “sebepler ırmağı” çıkarılır: “Bizde o imkânlar olsa...” “Evet, yapacak çok şey var, ama para yok.” “ Bunu yapmak isterdim, ama maddiyat gerekiyor...”
Sonuç, bu gerekçelerle, sebepler ırmağının suyunu kana kana içmektir. İçtikçe, insan, umduğunun aksine güçlenmez ve gayreti artmaz; bilakis, Rabbinin esmâ ve sıfatını, rahmet ve kudretini görmekten bir adım daha uzaklaşır, en sonunda hiç mi hiç savaşım veremez, hiç mi hiç cihad cehdini kuşanamaz hale gelir. Artık, olsa olsa, sebepler ırmağının gerisinde, o ırmağı aşamamış bir vaziyette, bir zamanlar bizi hakikat yolculuğuna ve hakikat yolunda enfüsî ve âfâkî engellerle cihada çağıran öncülerle çıktığımız ama yarı yolda döndüğümüz seferin hâtıralarıyla avunuruz. Serzenişler eder, ama hemen peşi sıra, sebepler karşısındaki yılgınlığımızı ele veren cümleler sarfeder; bir adım ötede, durumumuzu mâzur göstermeye yönelik “maslahat” izahları geliştiririz.
Kezâ bu anlayışa göre nicelik de önemlidir. Sayı önemlidir. Bakışlar keyfiyete değil, kemmiyete; niteliğe değil, niceliğe dönüktür. Çünkü nehrin bu tarafında, nicelik geçerlidir. Nehrin öte yakasına geçilmediği sürece, niceliğin egemenliği yakamızı bırakmayacaktır. Oysa, melekûtî bir nazarla bakan, eşyanın hakikatine nazar eden, sebeplere değil, Müsebbibu’l-Esbâb olan Allah’a yapışan için, niteliktir önemli olan. O bilir ki, herşey Rabbimizin izin, havl ve kudretine bağlıdır. O isterse ve hikmeti iktizâ ederse, küçük bir sinek Nemrud’u gebertir, küçücük karıncalar Firavun’un sarayını yıkar, elektron mikroskobuyla dahi görülemeyen bir hepatit virüsü kendini dünyaya bedel sayan bir müstekbiri alteder. Ve bir çocuk, donanımlı ordusunun başındaki heybetli Câlût’u tek bir sapan taşıyla cehenneme gönderir. Esbâb ırmağının öte yakasına geçebilenler, Tâlût’u terk etmeyen az sayıda mü’min gibi, görürler ki, “Allah’ın izniyle, nice azlar, nice çokları yenmiştir.
2947] 2/Bakara, 250
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah sabredenlerle beraberdir.” 2948
Yeter ki, bizi daima sebepler batağına çekmeye çalışan hevâ ve şeytan ikilisine karşı Allah’a iman ve emrine itaatle sabır gösterilsin. Ayaklarımız iman üzere olsun ve bu halde sebat bulsun. Sonucu Allah’tan değil; sebeplerden bilme gibi tavırlara kaymasın. Bugün ehl-i dünyanın maddî başarıları ve niceliğin egemenliği karşısında yılgın ve ezik olan ehl-i din için, Rabbimizin zikrettiği bu mânidar kıssa öyle şifâlı, öylesine nûrânî bir reçete sunuyor ki... 2949
2948] 2/Bakara, 249
2949] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, s. 72-78
DÂVÛD
- 689 -
Kur’ân-ı Kerim’de Dâvud (a.s.) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Dâvud (a.s.)’ın İsminin Geçtiği Âyetler (16 Yerde): 2/Bakara, 251; 4/Nisâ, 163; 5/Mâide, 78; 6/En’âm, 84; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 78, 79; 27/Neml, 15, 16; 34/Sebe’, 10, 13; 38/Sâd, 17, 22, 24, 26, 30.
Dâvud (a.s.) ile İlgili Konular:
Dâvud (a.s.)’a Allah, Peygamberlik ve Saltanat Vermiştir: 2/Bakara, 251; 6/En’âm, 84; 21/Enbiyâ, 78-79; 27/Neml, 15; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 20.
Dâvud (a.s.)’a Zebur Verilmiştir: 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55.
Dâvud (a.s.)’ın Mûcizeleri: 21/Enbiyâ, 79; 27/Neml, 15; 34/Seber’, 10; 38/Sâd, 18.
Dâvud (a.s.) Hüküm ve Hikmet Sahibidir: 38/Sâd, 20-26
Dâvud (a.s.)’ın İbâdeti: 38/Sâd, 17-18.
Dâvud (a.s.)’ın Bazı Özellikleri: 21/Enbiyâ, 78-80; 34/Sebe’, 10; 38/Sâd, 18-19.
Dâvud (a.s.)’ın Zırh Sanatını Bilmesi: 21/Enbiyâ, 80; 34/Sebe’, 10-11.
Dâvud (a.s.)’ın, Tâlut’un Ordusunda İken Câlut’u Öldürmesi: 2/Bakara, 251.
Tâlut’un İsminin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 2/Bakara, 247, 249.
Câlût’un İsminin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 2/Bakara, 249, 250, 251.
Zebûr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (3 Yerde): 4/Nisâ, 163; 17/İsrâ, 55; 21/Enbiyâ, 105
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 545-554
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 164-171
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 137-146; Eser Y. c. 2, s. 825-838
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 495-501
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 976-988
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 443-456
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 333-375
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 475-518
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 444-468
10. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 435-438
11. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 277-282
12. El-Esâs Fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y. c. 2, s. 110-125
13. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 74-76
14. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 288-294
15. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 205-212
16. Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 254-262
17. Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y. c. 1, s. 195-199
18. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. 303-321
19. Ruhu’l Furkan, M. Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 751-792
20. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Ömer Faruk Harman,) T.D.V. Y. c.9, s. 21-24; c. 7, s. 38 (Câlût: Abdurrahman Küçük)
21. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 373-375; Câlût: c. 1, s. 271 (Talat Sakallı); Tâlût: c. 6, s. 110 (Nureddin Turgay), Zebur: Osman Cilacı, c. 6, s. 439-440)
22. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 25-35; Tâlut: c. 20, s. 11-14
23. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 72-78
24. Tefsirde İsrâiliyyât, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 179-215
25. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 367-369
26. Nebîler Silsilesi, Osman Nuri Topbaş, Erkam Y. c. 3, s. 7-44
27. Hz. Süleyman, Hüseyin K. Ece, H. Ece Y. s. 43-51, 100-103, 194-195
28. Hz. Dâvud (a.s.), Abdullah Aydemir, Diyanet Dergisi XIV/6, 1975, s. 342-360; XV/1, 1976, s. 24-39
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
29. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 2, s. 143-150
30. Kur’an’da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 339-342
31. Peygamberler ve Halifeler Tarihi, Ahmet Cevdet Paşa, Akit Gazetesi Y. c. 1, s. 29-30
32. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş-Mehmet Dikmen, Yeni Asya Y. 463-479
33. İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Abdullah Aydemir, T. D. Vakfı Y. s. 151-185
34. Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 225-230
35. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, Akçağ Y.
36. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
37. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
38. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
39. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
40. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayın
41. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
42. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
43. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
44. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
45. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
46. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
47. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslamoğlu Y.
48. Peygamberlerin Hayatı, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
49. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu’l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
50. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
51. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
52. Kur’an’da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.
53. Kur’an’da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
54. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
55. Kur’an’ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
56. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
57. Âdem’den Hâteme Kişilik, A. Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
58. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 12, s. 353-354
59. Müşriklerin Vahye ve Rasûllere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:01

CUM’A NAMAZI

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

CUM’A NAMAZI


• Cum’a; Anlam ve Mâhiyeti
• Cuma Namazı
• Hanefî Fıkhına Göre Cuma Namazının Sahih Olması İçin Şartlar ve Hanefîlerin Delilleri
• Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığı Görüşü ve Delilleri
• Kur’ân-ı Kerim’de Cum’a Namazı
• Hadis-i Şeriflerde Cum’a Namazı
• Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?
• Cuma Namazı Etrafındaki Bazı Konular:
• (Arûbe Gününe Cuma İsminin Verilişi, Cuma Sûresi ve Cuma Âyetinin Nüzûlü, Cuma Âyetindeki Nidâdan Kasıt Nedir?, Cuma Âyetindeki “Sa’y”in Mânâsı, Cuma Âyetinde Geçen Zikrullah Kavramı, Cuma Âyetinde Geçen Alış-Veriş Kavramı, Cuma Gününün Fazileti ve Bugündeki İcâbet Saati)
• Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığını Söyleyenlere Cevaplar
• Cuma Namazının Şartları
• A- Farziyetinin Şartları
• B- Sıhhatinin Şartları (Vakit, Cemaat, Hutbe, Hutbe Siyasî Bir Konuşma mıdır? Cuma Kılınacak Yerin Şehir Olması, Bir Beldede Bir’den Fazla Yerde Cuma Namazı, Cuma Namazını Devlet Başkanı veya Nâibinin Kıldırması Meselesi)
• Câbir Hadisinin Râvîleri ve Hadis İmamlarının Onlar Hakkındaki Tesbitleri
• Câbir Hadisi ile İlgili Diğer Görüşler
• Cuma Namazı Etrafındaki Bazı Şüpheler:
• (Dâru’I-Harpte Cuma Namazı, Kûfelilerin Mektubu ve Siyasî Tavırla Cuma Namazı Kılmama İddiası, Mescid-i Dırar İddiası, Cuma Günü ve Hafta Tatili Meselesi, Cuma Namazını Edâdan Sonra Zuhr-i Âhir Adıyla Kılınan Namazın Dindeki Yeri ve Hükmü
• Cuma Namazını Terk Etmenin Günahı
• Müctehid İmamların Sünnete Uyulması ve Sünnete Muhâlif olan Görüşlerinin Terkedilmesi Hususundaki Vasiyetleri
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz. Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.”2027
Cum’a; Anlam ve Mâhiyeti
Cuma; İslâmîyet’te büyük değer verilen haftalık toplu ibâdetin yapıldığı gün ve o gün îfâ edilen ibâdete verilen addır.
Cum’a (Cum’a, cumaa) “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem’ kökünden isimdir. Cem’ masdarı ve birçok türevi muhtelif âyetlerde, cum’a ise kendi adıyla anılan sûrede geçmektedir.2028 Cum’a çeşitli hükümleri bakımından birçok hadiste de yer almaktadır. İslâm’dan Önceki dönemde haftanın altıncı gününe arûbe denirdi. Sözlükler bu kelimenin Arapça olmadığını belirtmiş, araştırmacılar da Ârâmî kökenli olduğunu tesbit etmişlerdir. Ârâmî dilinde “arefe günü’ anlamına gelen arûbe, yahûdilerin cumartesiye hazırlık yaptıkları ve bunun için Medine’de sabahtan öğleye kadar pazar kurdukları bir gündü. Bu güne cuma adının verilmesini, Kureyş’in atalarından olup bu günde kavmini toplayan, kendilerine öğüt veren ve Harem’e saygı göstermelerini emreden Kâ’b b. Lüeyy’e kadar götürenler olduğu gibi, hicretten önce Medine’de ensar tarafından toplantı ve ibâdet günü olarak seçilmesine bağlayanlar ve ismi bu tarihten itibaren başlatanlar da vardır.2029 Bu günün cuma adını alması bilhassa toplantı günü olmasından kaynaklanmaktadır. Aynı adı taşıyan sûrede, “Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında hemen namaza gidin ve alışverişi bırakın”2030 mealindeki âyet, cuma namazının farz kılınmasından önce de günün bu adla anıldığına ve bir toplantı günü olduğuna işaret etmektedir.
Çeşitli hadislerden anlaşıldığına göre cuma, haftalık ibâdet günü olarak daha önce yahûdi ve hıristiyanlar için tayin ve takdir edilmiş, fakat onlar bu konuda ihtilâfa düşerek yahûdiler cumartesiyi, hıristiyanlar pazarı haftalık toplantı ve ibâdet günü olarak benimsemişler, Allah da cuma gününü müslümanlara nasip etmiş, onları bu konuda hakka ulaşmaya muvaffak kılmıştır.2031 Böylece İslâm’da haftalık toplu ibâdet günü olarak cuma seçilmiş, bu günün bir bayram olduğu birçok rivâyette açıkça belirtilmiştir.2032 Hz. Peygamber, “Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır.” 2033 sözüyle bu günün özelliğini dile getirmiştir. Allah’ın Cennette cuma gününe tekabül eden ve “yevmü’l-mezîd” denilen günde kullarına kendisini ziyaret fırsatı vereceğini, bunun için onlara
2027] 62/Cum’a, 9-11
2028] 62/Cum'a, 9
2029] İbn'1-Cevzî, V3, 264; İbn Hacer, V, 3-4
2030] 62/Cum'a, 9
2031] Müslim, Cum'a 19-23
2032] Beyhakî, 3/243; İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/369
2033] Müslim, Cum'a 18
CUM’A NAMAZI
- 435 -
tecelli edeceğini bildirmiş,2034 başka bir hadiste de bu günde yapılan duâların kabul edileceği bir ânın (icâbet saati) bulunduğunu haber vermiştir. İcâbet saatinin zevalden itibaren namazın başlamasına, İmamın minbere çıkmasından namazın başlamasına veya bitimine ya da ezandan itibaren namazın edâ edilmesine kadar devam ettiği, ayrıca fecir ile güneşin doğuşu, ikindi namazı ile güneşin batışı arasında olduğu şeklinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber’in, “Ben onu biliyordum, ancak Kadir gecesi gibi o da bana sonradan unutturuldu.”2035 mealindeki hadisine dayanarak esmâ-i hüsnâ arasında ism-i a’zamın, Ramazanın son on günü içinde Kadir gecesinin gizli tutulması gibi, icâbet saatinin de insanların bütün gün boyunca Allah’a yönelmeleri için gizli tutulduğu ifade edilmiştir. Cuma günü gerekli temizliği yaptıktan sonra câmiye gidip hutbe dinleyen ve namazı kılan kimsenin o gün ile daha önceki cuma arasında işlemiş olduğu günahların affedileceği belirtilmiş,2036 bu günü önemsemeden üç cuma namazını terkeden kimsenin kalbinin mühürleneceği bildirilmiştir.2037 İslâm dünyasının her tarafından müslümanların bir araya geldiği en büyük toplu ibâdet olan hac, arefe gününün cumaya rastlaması halinde “hacc-ı ekber” (büyük hac) olarak anılır. Bütün bu özelliklerinden dolayı gerek fert gerekse toplum olarak müslümanlar açısından büyük önem taşıyan cuma gününde farz olan cuma namazından başka şu hususların yapılması sünnet kabul edilmiştir: Boy abdesti almak (bazı âlimlere göre farzdır), bıyıkları kısaltma, tırnak kesme vb. bedenî temizlikleri yapmak, misvak veya fırça ile dişleri temizlemek, güzel elbise giymek, güzel koku sürünmek, câmiye erkenden gitmek, Kehf sûresini okumak, câmileri temizleyip kokulandırmak, sabah namazında Secde ve Dehr sûrelerini, cuma namazında ise Cum’a ve Münâfikun veya A’lâ ve Gâşiye sûrelerini okumak, çokça duâ ve zikir yapmak, Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirmek.
Cuma günü yapılması sakıncalı olan belli başlı hususlara gelince, İmam minbere çıkıp iç ezanın okunmasından itibaren namaz kılınıncaya kadar alışveriş ve benzeri bir dünya işiyle meşgul olmak Hanefîler’e göre tahrîmen mekruh, çoğunluğu oluşturan diğer fukahâya göre ise haramdır. Hanefî ve Şâfiîler’e göre bu zaman zarfında yapılan alışverişin dinî hükmü böyle olmakla birlikte akid hukuken geçerlidir. Mâlikî ve Hanbelîler ise akdin geçerli olmadığı görüşündedirler. Cuma günü namaz vakti girdikten sonra namazı kılmadan yolculuğa çıkmak Hanefiler’e göre mekruh, Mâlikîler’e göre haramdır. Vakit girmeden önce çıkmak ise câizdir. Şâfiîlerle Hanbelîler, ister vakit girsin ister girmesin, cuma namazını kılmadan yolculuğa çıkmanın haram olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak sabah fecirden önce yolculuğa çıkmak câiz olduğu gibi yolda kılma imkânının bulunması veya hac yolculuğu gibi dinî bir gerekliliğin bulunması halinde de yolculuğa çıkılabilir.
Cuma birçok İslâm ülkesinde halen tatil günüdür. Osmanlı Türkiyesi’nde Tanzimat’tan 1935 yılına kadar hafta tatili cuma günü iken bu tarihte pazara alınmıştır. Cuma günü iş ve ticaretle meşguliyetin haram olduğu vakitten sonra câmiden çıkıp işiyle gücüyle meşgul olmak mubahtır.2038 Ancak cuma gününün
2034] İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/369-372, 408-410
2035] Hâkim, 1/279
2036] Buhârî, Cum’a 6, 19; Müslim, Cum'a 26
2037] Ebû Dâvüd, Salât 204
2038] bk. 62/Cum'a, 10
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özellikleri göz önüne alındığında -eğer haftanın bir günü tatil yapılacaksa- bunun cuma olması uygundur. Nitekim yahûdilerle hıristiyanlar cumartesi ve pazarı tatil günü olarak seçmişlerdir.
Cuma Namazı
Cuma gününün özellikleri içinde en başta geleni cuma namazıdır. Bu namaz Kur’ân-ı Kerîm’de özellikle zikredildiği ve teşvike mazhar olduğu gibi, hadis ve fıkıh kitaplarında da ayrı bölümlerde ele alınmıştır. Hz. Peygamber henüz Medine’ye hicret etmeden önce oradaki müslümanlar, sayıları artmaya başlayınca Ehl-i kitabın haftalık toplantı ve ibâdet günlerinin bulunduğunu göz önüne alıp yaptıkları müzâkereler sonunda kendileri için de böyle bir gün olarak arûbe gününü seçmişlerdir. Bundan sonra Es’ad b. Zürâre kendilerine cuma namazını kıldırmaya başlamıştır. Kaynaklar bu kararın ictihada dayandığını ve kılınan namazın da nâfile ibâdet türünden olduğunu kaydetmektedir.2039 Cuma namazının hangi tarihte farz kılındığı konusunda iki rivâyet vardır. Birinci rivâyete göre Mekke’de farz kılınmış, ancak müşriklerin engellemesi yüzünden fiilen edâsı hicrete kadar ertelenmiştir. İkinci rivâyete göre ise cuma namazı hicret sırasında farz kılınmıştır. Şöyle ki: Rasûlullah Medine’ye bir saat mesafede bulunan Küba’ya ulaşınca orada konaklamış, pazartesiden perşembeye kadar ashâbı ile beraber çalışarak İslâm’ın ilk mescidini inşâ etmiştir. Cuma günü Küba’dan hareket edip Rânûnâ vadisine gitmiş ve Sâlim b. Avf kabilesine misafir olmuştur. Bu sırada cuma vakti girdiğinden vadideki namazgâhta İlk cuma namazını kıldırmıştır.2040 Hz. Peygamber’in daha önce müslümanların serbest oldukları bölgelerde cuma namazı kılmalarını emretmesi, fiilen edâsının farz kılınmasının hicret yılında vuku bulduğunu teyit etmektedir. Cuma namazı Hz. Peygamber ve daha sonra Hulefâ-yi Râşidin tarafından bizzat kıldırılmış, Emevîler’den başlayarak çeşitli İslâm devletlerinde birçok halife ve yönetici de bu uygulamayı sürdürmüştür. Öte yandan cuma hutbeleri de baştan beri sadece dinî öğüt vermekten ibaret kalmamış; önemli olayların, siyasî, askerî ve idarî kararların halka duyurulmasına vasıta olmuştur. Sonraları halife ve hükümdarlar hâkimiyet ve istiklâllerinin ifadesi olarak kendi adlarına hutbe okutmaya başlamışlar, cuma namazı ve hutbeler zamanla siyasî bir anlam ve ağırlık kazanmıştır.
Cuma namazının belli şartların gerçekleşmesi halinde farz olduğu konusunda ittifak (icmâ) vardır. Bu şartlar vücûb ve sıhhat şartları olmak üzere ikiye ayrılır. Vücûb şartları cuma ile yükümlü olmak için, sıhhat şartları ise namazın mûteber ve geçerli olması için gereklidir. Vücûb şartları üzerinde mezhepler arasında önemli bir görüş ayrılığı yoktur. Bir müslümanın cuma namazı ile yükümlü olabilmesi için erkek, hür, mukim (dinen yolcu sayılmayan) ve mazeretsiz olması şarttır. Cuma namazı kadına farz olmamakla beraber câmiye gidip namaza iştirak ettiği takdirde ayrıca öğle namazını kılması gerekmez. Yolculuk halinde bulunanlara cuma namazı farz değildir, kıldıkları takdirde namazları geçerli olup ayrıca öğle namazı kılmazlar. Cuma namazı yükümlülüğünü düşüren mazeretler de şunlardır: Hastalık, hasta bakıcılık, kişiyi bitkin hale getiren yaşlılık, sağlığa zarar verecek ölçüde sıcak veya soğuk, aşırı derecede yağmur ve çamur, mal veya can bakımından güvenliğin bulunmaması.
2039] İbn Hacer, 56
2040] İbn Hişâm, 1/494
CUM’A NAMAZI
- 437 -
Cumanın sıhhat şartlarında mezhepler arasında önemli görüş ayrılıkları vardır. Kılınan cuma namazının mûteber ve geçerli olabilmesi için gerekli şartlar şu şekilde sıralanabilir:
1. Şehir. Cuma namazının şehir ve civarında kılınması şartını getiren Hanefîler’e göre şehir, “en büyük câmii, cuma kılması gereken kişileri almayacak kadar kalabalık bir nüfusu barındıran mahal”, “bir yöneticisi, bir de hâkimi olan belde”, “devletin şehir saydığı yer” şeklinde tanımlanmıştır. “Şehir civarının ölçüsü normal şartlarda ezan sesinin duyulacağı sahadır. Şâfiîler, cumanın halkın devamlı oturduğu köy ve şehirlerde kılınması gerektiği, meselâ sürekli veya geçici olarak kurulan çadır kentlerde kılınamayacağı görüşünü benimserken; Mâlikîler insanların devamlı oturdukları şehir, köy vb. yerleşim merkezleriyle buralarda okunan ezanın duyulacağı civar bölgelerde kılınması şartını getirmişlerdir. Hanbelîler de ancak cuma namazı ile mükellef en az kırk kişinin oturduğu bir yerleşim bölgesinde kılınabileceğini söylemişlerdir.
2. Câmi. Hanefîler’e göre cumanın devlet başkanının tahsis ettiği halka açık câmilerde kılınması şarttır. Şâfiîler bir yerleşim merkezinde (şehir, kasaba, köy) yalnız bir câmide kılınabileceği görüşünü benimserler. Cemaatin tamamını alacak büyüklükte bir câmi varken birden fazla câmide kılınması halinde önce veya devlet başkanı ile birlikte kılanların namazları sahih olup diğerlerinin ayrıca öğle namazını kılmaları farzdır. Bu ikinci grubun, cemaatin tamamını alacak büyüklükte bir câmi bulunmaması sebebiyle cumayı başka câmide kılmaları halinde ise ayrıca öğle namazını kılmaları menduptur. Cuma namazı, tek bir câmide edâsı mümkün iken birden fazla câmide kılınmışsa hangi cemaatin daha önce kıldığının tesbit edilemediği durumlarda bütün cuma namazları geçersiz sayılır, buna bağlı olarak da öğle namazının kılınması gerekir. Mâlikîler izdiham vb. bir zarûret bulunmadıkça tek câmide kılınması gerektiği, ancak devlet başkanının izin vermesi halinde birden fazla câmide kılınmasının da câiz olduğu görüşündedirler. Bununla birlikte câminin, yerleşim bölgesinin yapılarında kullanılandan daha aşağı olmayan malzeme ile inşa edilmiş olması şartını da ararlar. Hanbelîler’e göre bir câmi bütün cemaati alıyorsa bir başkasında kılınmaması gerekir. Ancak ikinci bir câmide kılınmışsa devlet başkanının bulunduğu veya kılınmasına izin verdiği câmideki namaz sahihtir, diğerleri ise sahih değildir.
3. Cemaat. Bütün mezhepler cemaat şartı üzerinde ittifak etmekle birlikte cemaatin sayısı hususunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Ebû Hanîfe’ye göre cemaat İmam dışında üç, Ebû Yûsuf’a göre ise iki yükümlüden aşağı olamaz. Şâfiîler namazın en az kırk kişiyle kılınması gerektiğini söylerken, Hanbelîler hutbede de aynı sayının bulunması şartını ileri sürerler. Mâlikîler, İmamdan başka en az on iki kişiden oluşan cemaatle kılınabileceği görüşünü benimsemekle birlikte, mezhepte meşhur olan kanaat, cemaatin sayı ile değil; asgarî bir köy nüfusuna göre belirlenmesidir.
4. Vakit. Hanbelîler dışındaki fakîhlere göre cumanın vakti öğle namazının vaktidir. Hanbelîler’e göre ise güneşin bir mızrak boyu yükselmesiyle başlar, gölgenin kendi aslına eşit olduğu zamana kadar devam eder.
5. İmam. Hanefîler cuma namazını devlet başkanı veya onun yetki verdiği kimsenin kıldırmasını şart koşmuşlardır. Mâlikî mezhebinin bu hususta aradığı şart ise devlet başkanının izin vermesi halinde mukim veya en az dört gün
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalmaya niyetli seferî bir İmamın kıldırması şeklindedir.
6. Hutbe. Dört mezhebin fakîhleri hutbe okunmasının gerekli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Kendilerine cuma namazı farz olmayan kimseler bu namaza iştirak ettikleri takdirde ibâdetleri sahih olmakta ve öğle namazının yerine geçmektedir. Bu bakımdan cuma namazının vücûb şartları, uygulamada kılınmasını engelleyen şartlar değildir. Buna karşılık sıhhat şartları namazın geçerliliğiyle ilgili olduğundan bunlardan birinin bulunmaması namazın kılınmasına engel teşkil ettiği için önem arzetmektedir. Cuma namazının kılınması Kur’ân-ı Kerîm’de ve sahih hadislerde tekitli ifadelerle emredilmiş, bu namazı kılanlar için büyük mükâfatlar vaad edilmiştir. Böylesine önemli bir ibâdetin, çoğu âyet ve hadise dayanmayan sıhhat şartlarının bulunmaması halinde terkedilmesinin veya kılınsa da geçersiz sayılıp yerine öğle namazı kılınmasının dinin özüne uygun olup olmadığı konusunda iki farklı yaklaşım vardır. Çoğu taklit derecesinde olan bir kısım fakîhlere göre sıhhat şartları bulunmadığı yahut bu konuda bir şüphe mevcut olduğu takdirde de cuma kılınmalı, ancak arkasından bir de öğle namazının yerine geçecek dört rekâtlık bir başka namaz edâ edilmelidir. Delilleri inceleyecek ve şâriin maksadını anlayacak kadar ilmî gücü bulunan fıkıh âlimlerine göre ise söz konusu şartlar naslara değil uygulamaya dayanmaktadır. Cuma namazının yerleşim merkezlerinde, belli sayıda cemaatle, devlet başkanı veya onun izin verdiği İmam tarafından tek bir câmide kılınageldiği görülmüş ve bütün bunların sıhhat şartı olduğu kanaatine varılmıştır. Söz konusu hususlar cumanın sıhhat şartları olsaydı Hz. Peygamber’in bunu açıkça ifade etmesi gerekirdi. Farz oluşu ve fazileti kesinlikle bilinen bir ibâdetin şart olup olmadığı kesinlik ifade etmeyen bazı uygulama örnekleri sebebiyle terk edilmesi yahut onu geçersiz kılacak davranışlarda bulunulması uygun değildir. Buna göre cuma namazının, az veya çok bir cemaat ve arkasında namaz kılmaya rızâ gösterilecek bir İmamın küçük ya da büyük bir yerleşim merkezinde bulunması halinde kılınması gerekir.2041
Muhakkik âlimlerin benimsediği bu ikinci görüşün, asr-ı saâdet’ten itibaren sürdürülen bazı uygulamalar ve muhtelif mezheplere bağlı fakîhlerin farklı kanaatleri çerçevesinde değerlendirildiği takdirde daha isâbetli olduğu görülür.
1. Cemaat. Şevkânî’nin tesbit ve nakline göre cemaatin sayısı ve keyfiyeti üzerinde on beş kadar farklı ictihad vardır. Sayıyı bir kişi olarak kabul eden fakîhler yanında; seksene, hatta sayı ile sınırlanmayan bir kalabalığa kadar çıkaranlar vardır.2042
2. Şehir. Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk cumadan sonra Medine dışında ilk cuma namazı Bahreyn sınırları içindeki Cüvâsâ köyünde kılınmıştır.2043 Bu uygulamaya göre bazı rivâyetlerde geçen şehir (mısr) kelimesini “büyük-küçük yerleşim merkezi” olarak anlamak gerekir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1933 yılında bu konudaki bir izin talebine verdiği cevapta, cumanın sıhhati için ileri sürülen bazı şartların delillerinin kati olmayıp müctehidler arasında tartışma konusu teşkil ettiği, şehir ve devlet başkanının izni gibi şartların bulunup
2041] İbn Rüşd, 1/125; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, 2/478; Sıddık Hasan Han, 1/134-136
2042] Neylü'l-evtâr, 3/246-248
2043] Buhârî, Cum’a 11; Azîmâbâdî, 3/397
CUM’A NAMAZI
- 439 -
bulunmayışının farz olan cumanın sıhhatini etkileyemeyeceği belirtilmiş ve ufak bir köyde bile bu farzı edâ edecek cemaat bulunur ve müsaade için müracaat vuku bulursa onlara izin verilmesinin iktiza edeceği kaydedilmiştir.2044
3. Tek Câmide Kılınması. Bu şartı ileri süren Şâfiî ve Hanbelî fakîhleri, câminin cemaati almaması durumunda birden fazla câmide kılınmasını tasvip etmişlerdir. Hanefî mezhebinde câmi sayısı için bir, iki ve daha fazla şeklinde üç ictihad vardır. Birden fazla yerde kılınabileceği ictihadı İmam Muhammed’e ait olup Ebû Hanîfe’den de nakledilmiş, Şemsüleimme es-Serahsî ve İbnu’l-Hümâm gibi ünlü fakîhler bu ictihadın mezhebin sahih görüşü olduğunu ifade etmiş ve tercihlerini bu yönde kullanmışlardır.2045
4. Devlet Başkanının İzni. Bu şart üzerinde ısrar eden Hanefî fakîhleri delil olarak bir hadis, bir de aklî gerekçe ileri sürmüşlerdir. Onlar tarafından delil gösterilen, “İyi veya kötü bir devlet başkanı (İmam) olduğu halde cumayı terkeden kimseye Allah dirlik düzenlik vermesin” mealindeki hadis, sened yönünden zayıf bulunmuştur.2046 Söz konusu hadis sahih kabul edilse bile devlet başkanı bulunmadığı yahut bulunup da izin vermediği takdirde kılınan cumanın sahih olmadığına delâlet etmez. Hadisten çıkarılabilecek sonuç, bu durumda cumayı kılmayanların sorumlu olmayacaklarından ibarettir. Nitekim Hanefî fakîhleri de ihtilâl vb. sebeplerle devlet başkanının veya izninin bulunmadığı hallerde cemaatin rızâ göstereceği bir İmamın arkasında cumanın kılınabileceğini ifade etmiş, başkanın kötü niyetle izin vermemesi durumunda da cumanın kılınmasının câiz olduğunu söylemişlerdir.2047
Devlet başkanının veya izninin bulunması ile ilgili aklî gerekçe ise cuma toplantısı gibi sosyal yönü de bulunan bir faâliyetin güven içinde yürütülebilmesini sağlayacak kamu düzeninin kurulması ve korunmasından ibarettir. Bu noktada cuma toplantısı ve hutbesinin siyasî ve sosyal yönü göz önüne alınmış, bu yüzden kamu düzeninin bozulabileceği düşünülmüş ve cumayı kıldırma yetkisi konusunda öncelikler belirlenmiştir. Normal durumlarda bu önceliklere riâyet edilmesinde fayda hatta zarûret olabilir; ancak bu şart bulunmadığı takdirde cumanın sahih olmayacağına dair herhangi bir delil yoktur.
5. Hutbe. Cumanın sıhhati için hutbenin şart olduğunda ittifak vardır. Hutbenin şekli ve şartları konusunda ise müctehidler arasında bazı farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Cuma vaktinde kılınacak namazların hükmü ve miktarı konusunda da bazı farklı görüş ve uygulamalar tesbit edilmiştir.
A) Cumanın farzından önce kılınacak namaz. Cumanın farzından önce iki türlü namazdan söz edilmiştir:
a) Tahiyyetü’l-mescid. İlgili hadislerden2048 hareket eden Hasan-ı Basrî, Mekhûl b. Ebû Müslim, Şâfiî, Ebû Sevr gibi müctehidlere göre hutbe okunurken bile mescide gelen kimsenin kısa tutarak iki rekât namaz kılması sünnettir. Ebû
2044] Akseki, s. 172
2045] el-Mebsût, 2/120 vd.; Fethu'l-Kadîr, 1/411
2046] Heysemî, 2/169-170; Sindî, 1/335
2047] İbn'1-Hümâm, 1/409, 412; İbn Âbidin, 1/589
2048] meselâ bk. Müslim, Cum’a 5459
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanîfe, İmam Mâlik ve Süfyân es-Sevrî gibi müctehidlere göre ise hatibin minbere çıkmasından sonra namaz kılmak mekruhtur; çünkü böyle bir zamanda gelen bir kişiye Hz. Peygamber oturmasını emretmiştir.2049 Şevkânî, tarafların delillerini inceledikten sonra bu iki rekât namazın hatip hutbede iken dahi kılınması gerektiğini bildiren hadislerin daha güçlü olduğu sonucuna varmıştır.2050
b) Cumanın ilk sünneti. Cumanın farzından önce tahiyyetü’l-mescidden başka sünnet namazın bulunup bulunmadığı konusunda ihtilâf vardır. Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî fakîhlerine göre böyle bir namaz vardır. Hanefî âlimleri bu namazın dört rekât olduğunu söylerken diğer bazı fakîhler namazın kılınmasının teşvik edildiğini, fakat sayı bildirilmediğini, buna göre imkân ölçüsünde kılınmasının uygun olduğunu belirtmişlerdir. İbn Kayyim el-Cevziyye gibi müctehidlere göre ise böyle bir namaz yoktur; çünkü Hz. Peygamber’in mescide geldiğinde doğruca minbere çıkıp ezanı dinlediği bilinmektedir; ayrıca onun böyle bir namaz kıldığı da sâbit değildir. Sahâbîlerin kıldığı ise nâfile namazdan ibarettir.2051
B) Cumanın farzı. Cumanın farzının İki rekât olup cemaatle kılınacağı konusunda ittifak vardır.
C) Cumadan sonra sünnet. Bu konuda birbirinden farklı rivâyetler bulunduğu için bunları değerlendirme ve uzlaştırma konusunda da çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Hanbelîler iki, dört ve altı rekâtla ilgili hadislere bakarak namazın câiz olduğuna, hiç kılınmaması halinde de bir sorumluluk bulunmadığına kanaat getirmişlerdir. Ebû Hanîfe dört, Ebû Yûsuf ve Muhammed dördü bir, ikisi de bir selâmla kılınmak üzere toplam altı rekâtı tercih etmişlerdir. İmam Şâfiî ise iki selâmda dört rekâtı benimsemiştir. İbn Kayyim ve Şevkânî gibi bazı müctehidler, bütün rivâyetleri bir arada değerlendirdikten sonra câmide kılınırsa dört, evde kılınırsa iki rekât sünnetin bulunduğu sonucuna varmışlardır. İlgili naslarla bunların müctehidler tarafından yapılan yorum ve açıklamalarının ortak noktası alındığı takdirde cuma namazının şu kısımlardan oluştuğu söylenebilir: Cumadan önce vakit uygun ise bir miktar nâfile namaz, câmiye girince iki rekât tahiyyetü’l-mescid, İmamın okuduğu ve cemaatin dinlediği hutbe, cemaatle kılınan iki rekât farz, bundan sonra câmide dört veya başka yerde iki rekât sünnet.
D) Zuhr-i âhir. Cumanın sıhhat şartları ve özellikle bir yerde tek câmide kılınması şartı üzerindeki ihtilâf, Hz. Peygamber ile sahâbe zamanında olmayan bir namazın kılınması sonucunu doğurmuştur. Şâfiîler’e göre bu namaz o günün öğle namazıdır. İmam Şâfiî’nin el-Üm’deki açık ifadesine göre cuma namazı bir yerleşim yerinde ve ancak tek câmide kılınır. Birden fazla câmide kılınmış olursa ilk kılanların İmamları kim olursa olsun cumaları sahihtir, diğerlerininki sahih olmadığı için yeniden öğle namazı kılmaları gerekir. Hangi câmide cuma namazının daha önce kılındığı bilinmiyorsa cemaatin tamamı yeniden öğle namazı kılar. İmam Şâfiî’den sonra yetişen mezhep âlimleri, bir câminin cemaati almaması durumunda ikinci câmide de cuma namazını kılmanın câiz ve sahih olduğu görüşünü benimsemiş, fakat bu takdirde öğle namazını edâ etmenin uygun olacağını ileri sürmüşlerdir. İzdiham bulunmadığı halde birden fazla câmide cuma kılınırsa
2049] İbn Mâce, Cum'a, 10, 11
2050] Neylü'l-Evtâr, 3/272-275
2051] İbn Kudâme, 2/269; İbn Kayyim el-Cevziyye, 1/431-440; İbnu’l-Hümâm, 1/422; Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, s. 445-447
CUM’A NAMAZI
- 441 -
ayrıca öğleyi kılmak farz, izdiham sebebiyle kılınmışsa öğleyi kılmak menduptur. Aslında Şâfiî’nin ictihadında kendi içinde tutarlılık vardır; çünkü ona göre cumanın tek câmide kılınması şarttır. Bu şart gerçekleşmeyince cuma namazı sahih değildir ve dolayısıyla öğle namazı borç olarak durmaktadır, bu durumda öğlenin kılınması tabiidir. Hanbelîler de bu konuda Şâfiîler gibi düşünmektedir. Hanefî fakîhleri ise birden fazla câmide kılınan cumanın sıhhati konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak Ebû Hanîfe’ye de atfedilen İmam Muhammed’in görüşü, izdiham bulunsun bulunmasın birden fazla câmide kılınan namazın sahih olduğudur. Serahsî ve İbnu’l-Hümâm gibi mezhebin müctehid âlimleri de bu görüşün sahih olduğunu açıklamış ve tercihlerini bu yönde kullanmışlardır.
Buna rağmen bazı Hanefî âlimleri ihtiyat gerekçesiyle zuhr-i âhir diye bir namazın kılınmasını uygun görmüşler, şüphe bulunursa bu namazın farz, bulunmazsa mendup olduğunu söylemişlerdir. Zuhr-i âhir “son öğle namazı” demek olup bu namaza, “Vaktine yetiştiğim halde henüz edâ etmediğim yahut henüz üzerimden düşmeyen son öğle namazını kılmaya” şeklinde niyet edilir.2052
Bu namazın kılınmaması gerektiğini, İslâm’da böyle bir namazın bulunmadığını savunanlar da iki gruba ayrılmaktadır:
a) Cuma namazını korumak gerekçesiyle zuhr-i âhire karşı çıkanlara göre cuma namazı çok önemli bir ibâdettir. İfa edilen bir ibâdetle ilgili şüphe ise onu hükümsüz kılar. Yukarıda kaydedilen niyette “öğle namazının kılınmamış veya borçtan düşmemiş olduğu” açıkça zikredilmek sûretiyle kılınmış bulunan cuma namazının geçersizliği ifade edilmiş olmaktadır. Böyle bir niyet ve ifade, sonuç olarak cuma namazının iptali anlamına gelir. Ayrıca bu namazın kılındığını gören halk cumanın değil öğle namazının farz olduğunu yahut aynı vakitte biri cuma, diğeri öğle olmak üzere iki namazın farz kılındığını zanneder; böylece dinde olmayan bir ibâdeti farz telakki etmiş olur. Bu sebeplerle zuhr-i âhir namazını kılmak mekruhtur.2053
b) Bid’at ve abesle iştigal gerekçesine dayanan Şevkânî, Azîmâbâdî, Şebrâmellisî, Mustafa el-Galâyînî, Cemâleddin el-Kâsımî, Reşîd Rızâ gibi âlimlere göre ise sıhhat şartları bulunmadığı takdirde bâtıl olan bir namazı (cumayı) kılmak câiz değildir. Tercih edilen ictihada göre cuma namazının sıhhat şartları bulunuyorsa bu namaz sahih olup öğle namazının yerine geçmiştir, yeniden bir namaz kılmaya gerek yoktur. Nitekim Rasûlullah, sahâbe, tabiîn ve müctehid imamlar devrinde böyle bir namaz kılınmamıştır; dinde olmayan bir ibâdeti âdet haline getirip ona katmak ve halkın uygulamasını sağlamak tasvip edilmeyen bir bid’at, hatta bir haram olup bunu yapanlar günah işlemiş olurlar.2054
İhtiyat gerekçesiyle sonradan ortaya konmuş bulunan zuhr-i âhir namazının kılınmaması gerektiğini savunanların delilleri daha güçlü ve tutarlı görünmektedir. Gerek ibâdetlerde gerekse dinin diğer hükümlerinde mezhepler arasında, bazan bir mezhebin kendi içinde birçok ihtilâflar, farklı görüşler ve değerlendirmeler mevcuttur. Uygulamada ise müslümanlar ibâdet ve işlemlerini her mezhep ve görüşe göre ayrı ayrı tekrarlayarak yapmazlar. Bir mezhebi veya
2052] İbn Âbidin, 1/595; Yûsuf en-Nebhânî, s. 6 vd.; Muhammed Bahît, s. 14, 22
2053] İbn Nüceym, 2/154-155; Haskefî, 1/595; Mehmed Zihni, 2/535-536; Cemâleddin el-Kâsımî, s. 50
2054] Şevkânî, 3/299; Azîmâbâdî, 3/406; Cemâleddin el-Kâsımî, s. 49-51; Reşîd Rızâ, 1/199-200, 301-305, 3/941; 4/1551, 1591; V1/2521
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müctehidi tercih eder, onun ictihadına göre dinî hayatlarını sürdürür, bunun geçerli, sahih ve makbul olduğuna inanırlar. İctihad ve ihtilâfa açık bırakılan konularda müctehidlerin vardıkları sonuçlara göre hareket eden halkın amelleri dinen makbul sayılmış, mükelleflerden bundan fazlası istenmemiştir. Cuma namazını da bu genel kuralın dışında tutmaya gerek yoktur. Bir yerde herhangi bir mezhep, müctehid veya fetvaya göre cumanın vücûb ve sıhhat şartlarının gerçekleştiğine inanılıyorsa orada cuma namazı kılınır, inanılmıyorsa öğle namazı kılınır. Olmayan namazları icat ederek farz namazları geçersiz kılmak veya şüpheli göstermek müslümanları güçlüğe mâruz bırakıp sünnetten ayrılmaya yönlendirmek anlamına gelir ki bu kesinlikle câiz değildir. 2055
Cum’a Arapça bir isim olup, “toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk” anlamlarına gelir. Sözlükte Cum’a ve cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün öğle vaktinde kılınan iki rekât farz namazın da adıdır. Cum’a gününe, müslümanların ibâdet için mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir.2056
Hafta günlerine İslâm’dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum’a gününe “yevmu’l-arube” denirdi.2057 Süheylî’ye göre bu isim süryânîce olup “rahmet” manasına gelmektedir. Cum’a’dan sonraki günler de “şeyar: cumartesi”, “evvel: pazar”, “ehven: pazartesi”, “cebar: salı”, “debar: çarşamba”, “mûnes: perşembe” idi. Araplar’da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum’a adını veren, bir rivâyete göre Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dedelerinden Kâ’b İbn Lüeyy’dir. İbn Sîrîn’den gelen bir başka rivâyete göre de bu ad cum’a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine’de bulunan müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn’in rivâyeti şöyledir: “Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret etmeden ve cum’a âyeti nâzil olmadan önce Medineliler cum’a namazı kılmışlardı.” Ensâr: “Yahûdilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah’ı zikredelim; şükredelim.” dediler. Bunun üzerine: “sebt: cumartesi günü yahûdilerin, ahad: pazar günü hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapâlim.” demişlerdi. Bu sûretle Es’ad İbn Zürâre’nin yanında toplandılar, Es’ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekât namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları âna “cum’a” adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum’a âyeti nâzil oldu.2058
İbn Hazm da: “Cum’a ismi, İslâmî olup, İslâm’dan evvelki günlerde kullanılmazdı. Câhiliyye devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün namaz için toplanıldığından “cum’a” ismi verilmiştir.” der. İbn Huzeyme’nin Selmân-ı Fârisî’den yaptığı bir rivâyete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.) Selmân’a: “Selmân, sen Cum’ayı ne zannediyorsun?” diye sorunca o da: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) “Senin atan Âdem (a.s.)’in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi.” buyurmuştur. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen başka bir hadiste de: “Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum’a günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün Cennet’e girdi, yine o gün Cennet’ten çıkarıldı. Bir de kıyâmet Cum’a günü kopacaktır.”
2055] Hayreddin Karaman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 85-89
2056] Zebidî, Tâcu'l-Arûs, 5306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/97, 98
2057] Kurtubî, Tefsir, 18/99
2058] 62/Cum'a, 9
CUM’A NAMAZI
- 443 -
buyurulmuştur.2059 Diğer bir rivâyette de, yukarıdaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: “...O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin’den başka hiçbir mahlûk yoktur ki, Cum’a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah’tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O’na vermesin. “
İbn Hacer’e göre Cum’a Mekke’de farz olmuştur. Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke’de Cum’a kılmak mümkün olmamıştır. Ancak şartlar tahakkuk etmeden Cum’anın farz kılınması garip görünmektedir. Bu nedenle diğer âlimler, Mekke’de Cum’a için sadece izin verilmiş olabileceği kanaatindedirler. İbn Abbas’ın şu rivâyeti de bu görüşü desteklemektedir: “Rasûlullah (s.a.s.), hicret etmeden önce Cum’a namazının kılınması için izin verilmiştir. Fakat Mekke’de Cum’a kıldırmaya gücü olmadı. Onun için, daha önce Medine’deki müslümanlara İslâm’ı öğretmek için gönderilmiş olan Mus’ab İbn Umeyr’e mektup yazarak: “Yahûdilerin açıktan Zebûr okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra Allah’a iki rekât (namaz) ile takarrub edin.” Bu emir üzerine Mus’ab, Medine’de ilk Cum’a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi Peygamber Medine’ye gelinceye kadar sürdürmüştür.”2060 Mus’ab’ın (r.a.) Cum’a namazı kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, on iki idi.
İbn Hacer’in Cum’a namazının Mekke’de farz kılındığı halde, orada kılınmayışını sayı azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi ihtimali uzaktır. Çünkü Cum’a namazının kılınabilmesi için kırk kişinin varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi. Ancak Cum’a namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir. Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da değerlendirilemez. Çünkü Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir. Özellikle bu konu ibâdetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda cihada izin veren2061 âyetini gözönünde bulundurabiliriz.
Diğer taraftan Cum’a namazının farziyetini bildiren âyet2062 bilindiği gibi Medine’de ve Hicret’ten sonraki yıllarda nâzil olmuştur. Bu durum ise bizlere abdestin farziyeti ile ilgili âyetin nüzulünü hatırlatmaktadır. Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları Medine’de nâzil olmuştur. Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzul için gerektirici bir münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması hikmetine de dayalı olabilir.
Cum’a’yı ilk kıldıranların Es’ad İbn Zürâre ile Mus’ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse; Mus’ab’ın, Medine’nin merkezinde ve Peygamber’in (s.a.s.) emri üzerine Cum’a namazı kıldırdığı; Es’ad’ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber’in (s.a.s.) emri gelmeden kıldırdığı
2059] Müslim, Cum’a, 5
2060] Suyütî, ed-Dürru'l-Mensûr, V1/218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd, Tabakat, 3/118
2061] 22/Hacc, 39
2062] 62/Cum’a, 9-11
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylenebilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı ilk Cum’a namazı, Rânûna’ denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba’da Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidinin temelini attı; sonra Cum’a günü Medine’ye gitmek için yola çıktı. Benû Sâlim yurduna gelince Cum’a namazı vakti girmişti. Orada hutbe okuyup ilk defa Cum’a namazını kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cum’a namazıdır. Cum’a’yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur. Medine hâricinde ilk Cum’a namazı kılınan yer de Bahreyn’de “Cevâsa”da Abdi Kays Mescidi’dir.
İslâm’da Cum’a gününün dünyanın başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve değeri vardır. Diğer semâvî dinlerde de Cum’a gününe dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere yönelmişlerdir. Ebû Hüreyre’den Allah Rasûlû’nün şöyle dediği nakledilmiştir: “Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah’ın kendilerine farz kıldığı bu Cum’a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır.”2063
Yine Ebû Hüreyre’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah’a (s.a.s.) Cum’a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: “Babanız Âdem’in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum’a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul olunur.” 2064
“Her kim Cum’a günü, cenâbetten gusül eder gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur. Dördüncü saatte yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş (sadaka vermiş) gibi olur. Beşinci saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam Cum’a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler hazır olur, okunan Kur’ân’ı dinlerler. “ 2065
Cum’a namazını terk edenler için de hadis-i şeriflerde şu tehditler vârid olmuştur: “Birtakım insanlar ya Cum’a namazını terk etmeyi bırakırlar, yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden olurlar.” 2066
“Her kim önemsemediği için üç Cum’a yı terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. “ 2067
“Bir kimse Cum’a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider, bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum’a’dan o Cum’a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur.” 2068
Cum’a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve icmâ-i ümmet ile sâbittir. Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler, Cum’a günü namaz için çağrıldığınız zaman, Allah’ı anmağa koşun; alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha
2063] Buhârî, Cum'a 1; Müslim, Cum'a hadis no: 856. Müslim'in lafzı az farklıdır
2064] Ahmed bin Hanbel, 2/311
2065] Müslim, Cum’a 2, hadis no: 850
2066] Müslim, Cum’a 12, hadis no: 865
2067] Ebû Davûd, Salât 210
2068] Buhârî, Cum’a 6
CUM’A NAMAZI
- 445 -
hayırlıdır.” 2069
İbn Mâce’de mevcut Hz. Câbir’den (r.a.) rivâyet edilen şu hadis, Cum’a’nın farziyyetinin sünnetle delilidir: “Ey insanlar, ölmeden önce Allah’a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah’ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız, hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu bilin ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum’a’yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli veya zâlim bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut da inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübârek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği. Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul etsin. Şunu da bilin ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhâcirin önüne geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü’min bir kimseye imam olmasın.” 2070
Hz. Peygamber’in Benû Sâlim yurdunda kıldırdığı ilk Cum’a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi olduğu söylenir. Bu mescide sonradan “Mescid-i Cum’a” adı verilmiştir. Cum’a âyetinin Mekke’de nâzil olduğu da ihtimal dâhilindedir. Peygamber (s.a.s.) Cum’a hutbesi için bir hurma kütüğü edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz olan kölesinin ılgın ağacından yaptığı üçayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum’a hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (s.a.s.) hutbe için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini üzerine koyunca susmuştur. Bu hâdise Hz. Peygamber’in bir mûcizesi olarak “Ciz’u’n-nahle” adıyla meşhur olmuştur.
Peygamber (s.a.s.) câmiye girince, cemaata selâm verir; minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selâmdan sonra otururdu. Bu oturuşa “Celsetu’l-istirâha” denir. Bilâl ezan okumaya başlar; bitirince, Peygamber (s.a.s.) kalkarak hamd ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı içeren bir hutbe okurdu. Bir müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp ikinci hutbeyi de okur ve minberden inerdi. Kamet getirildikten sonra iki rekât olarak Cum’a namazını kıldırırdı. Cum’a namazının ilk rekâtında ekseriyetle Cum’a sûresini ve ikinci rekâtta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat en fazla Cum’a namazında toplandığı için, Cum’a sûresini okumakla, onlara Cuma’nın âdâb ve erkânını öğretmiş ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu. Sonraları ilk rekâtta A’lâ ve ikincide de Ğâşiye sûrelerini okuduğu rivâyet edilmiştir.
Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında bu şekilde Cum’a namazı kılındı ise de; Halife Hz. Osman (r.a.) zamanında şehrin nüfusunun arttığı ve halkın câmiden uzak yerlerde ikamet ettiği gözönünde tutularak, namaz
2069] 62/Cum’a, 9
2070] İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, 1/343, Hadis no: 1081. İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdının zayıf olduğunu belirtir.
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında bir ezan okutturulmaya başlandı. Bu ezan Zavra’da okunuyordu. Hz. Osman’ın okuttuğu bu ezan (dış ezan) diğer memleketlerde de okunmaya başlandı. Kendisinden seksen sene sonra Hişam b. Abdu’l-Melik de bu dış ezanın hâriçte, meselâ Medine’nin Zavra’sı gibi şehrin ortasında okunacak yerde, câmiin minaresinde okunmasını emretti.
Böylece kitap, sünnet ve icma-i ümmet ile sâbit olan Cum’a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki rekât olan Cum’a namazını herhangi bir sebepten kılamamış olanlar, öğle namazını dört rekât olarak kılarlar. Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret şartlarından başka Cum’a namazının farziyet ve edâsının şartları vardır.
Cum’a Namazının Farz Olmasının Şartları
Cum’a namazı; namaz, oruç, hac, zekât kelimeleri gibi, fıkıh usulü açısından “kapalı anlatım (mücmel)” özelliği olan bir terimdir. Bu yüzden onun kılınış şekil ve şartları âyet, hadis ve sahâbe açıklamalarına ihtiyaç gösterir. Çünkü Allah elçisi “Namazı benim kıldığım gibi kılınız” 2071 buyurmuştur.
Câbir b. Abdullah’ın naklettiği bir hadiste şartlar şöyle belirlenmişti:
“Allah’a ve âhiret gününe inananlara Cum’a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır” 2072 Bu istisnâların dışında kalan her müslüman erkek bu namazla yükümlü demektir. Buna göre şartlar şöyledir:
A) Erkek olmak: Cum’a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup öğle namazını kılmaları gerekmez.2073
B) Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum’a günü öğle namazını kılmaları yeterlidir, Cum’a namazı farz değildir. Ancak anlaşmalı (mükâteb) kölelerle, kısmen âzad edilmiş kölelere farzdır. Kendisine Cum’a namazı farz olmayan köle esir veya mahkûmlar her ne sûretle olursa olsun, Cum’a’yı kılmış olsalar, sahih olur.
C) Mukîm olmak: Yolcuya Cum’a namazı farz değildir. Çünkü o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle karşılaşır. Eşyasını koyacak yer bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir. Bu sebeple ona bazı kolaylıklar getirilmiştir.
D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak: Namaza gidince hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimselere Cum’a farz olmaz. Yine, hasta bakıcı, âciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm ve müslümanlar Cum’a’yı kılarken onların güvenliğini sağlamakla görevli olan emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar, vakit bulunca öğle namazı kılmakla yetinirler. Ancak bu kimseler cemaatle Cum’a namazına katılırlarsa yeterli olur.2074
Ayrıca, düşman korkusu, şiddetli yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de Cum’a namazını kılmamayı mübah kılan özürlerdir. Körün, elinden tutup câmiye götürecek kimsesi olursa, Cum’a’yı kılması İmam Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre farz olur. Üzerlerine Cum’a namazı kılması farz olmayan
2071] Buhârî, Ezan 18; Edeb 27
2072] Ebû Dâvud, 1/644, h. no: 1067; Dârakutnî, 2/3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, 1/225
2073] es-Serahsî, 2/22, 23; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, 1/591, 851-852
2074] es-Serahsî, 2/22, 23; İbnu’l-Humam, Fethu'l-Kadir, 1/417
CUM’A NAMAZI
- 447 -
müslüman kimseler, Cum’a’yı kılmaya imkân bularak kılsalar, vaktin farzını edâ etmiş olurlar, artık o günün öğle namazını kılmaları gerekmez. Cum’a namazı kılmaları farz olmayan kimseler, bulundukları bölgede Cum’a namazı kılınıyor ise, öğle namazını cemaatle değil, yalnız başlarına kılarlar. Bulundukları bölgede Cum’a namazı kılınmıyor ise, öğle namazlarını cemaatle kılabilirler.2075
Hanefî Fıkhına Göre Cuma Namazının Sahih Olması İçin Şartlar ve Hanefîlerin Delilleri
Cum’a namazının sahih olması için gerekli şartlar (edâsının şartları)
Kılınan bir Cum’a namazının geçerli olması için aşağıdaki şartların bulunması gerekir:
A) Cum’a Kılınacak Yerin Şehir veya Şehir Hükmünde Olması
Bu şart, bazı nakillere ve sahâbe uygulamalarına dayanır. Hz. Ali’den şöyle dediği nakledilmiştir: “Cum’a namazı, teşrik tekbirleri, Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık şehir veya kasabalarda edâ edilir.” İbn Hazm (ö. 456/1063) bu naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş, Abdurrezzak aynı hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz. Ali’den rivâyet etmiştir. Hz. Ali’nin sözü İslâm hukukçularınca bu konuda yeterli bir delil sayılmıştır.2076
Bu konuda rivâyet edilen nakillerde geçen “kalabalık şehir” sözü İslâm hukukçularınca şöyle tarif edilmiştir:
Ebû Hanife (ö. 150/767)’ye göre valisi, hâkimi, sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri “kalabalık şehir” niteliğindedir. Ebû Yusuf, (ö. 182/798) halkı en büyük mescide sığmayacak kadar kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed, (ö. 189/805) yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri şehir kabul eder.
İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve Ahmed İbn Hanbel (ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir. Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin yaz-kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum’a namazı farz olur.2077
İmam Mâlik (ö. 179/795)’e göre, mescidi ve çarşısı olan her yerleşim merkezi şehir sayılır. Köy ve şehir kelimeleri eş anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok olsun hüküm değişmez. Cum’a namazının küçük yerleşim merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı deliller şunlardır:
1) Ebû Hüreyre, (ö. 58/677) Bahreyn’de görevli iken Hz. Ömer’e Cum’a namazının durumunu sormuş, Hz. Ömer kendisine; “Nerede olursanız olunuz, Cum’a namazını kılınız” şeklinde cevap vermiştir.
2) Ömer b. Abdülazîz, (ö. 101/720) komutanı Adiy b. Adiy’e yazdığı mektupta, (ahâlisi) “çadırda yaşamayan herhangi bir köye gelince: orasının halkına
2075] Hamdi Döndüren, M. Beşir Eryarsoy, Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ans., c. 1, s. 323-326
2076] Abdurrezzak, el-Musannef, 3/167-168, h. no: 5175, 5177; İbn Ebî Şeybe bunu Abbad b. el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu’l-Hümam, a.g.e., 1/409
2077] es-Serahsî, a.g.e. 2/24, 25; el-Kâsânî, 1/259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır (t.y.) 1/378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kâhire (t.y.) 1/81
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cum’a namazı kıldıracak bir görevli tayin et” demiştir.
3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke ile Medine arasında su başlarında Cum’a namazını kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir şehir bulunmadığını belirtir.2078
4) İbn Abbas, Medine’deki Peygamber mescidinden sonra ilk Cum’a namazının Bahreyn’de “Cuvâsâ” denilen bir köy (karye)de kılındığını söylemiştir.2079
Cum’a namazının büyük yerleşim merkezlerinde kılınacağı görüşünde olan İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle değerlendirmişlerdir:
1) Hz. Ömer’in sözü, ashâb-ı kirâm arasında çöllerde ve sahralarda Cum’a namazı kılınamayacağı bilindiği için, “hangi şehirde bulunursanız bulunun, Cum’a namazı kılın” şeklinde anlaşılmıştır.
2) Ömer b. Abdülaziz’in sözü, kişisel bir görüş olduğu için delil sayılmamıştır.
3) Kendilerinde Cum’a kılındığı bildirilen “Eyle”, Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli bir iskele, “Cuvasâ” da Bahreyn’de Abdulkays’a ait bir kaledir. Buraları “köy (karye)” olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta kuvvetleri bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar.2080 İbn Abbas’ın sözünde, Cüvâsâ için, “köy” denilmesi, o devirlerde buranın “şehir” sayılmasına engel değildir. Çünkü onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında da kullanılıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu anlamda kullanılmıştır. “Bu Kur’ân, iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?”.2081 Âyetteki “iki köy (karye)” den maksat Mekke ile Tâif’dir. Diğer yandan Mekke şehrine “Ümmü’l-Kura (köylerin anası)” adı verilmiştir.2082 Mekke’nin şehir olduğunda şüphe yoktur. Cuvâsa da bir kale olduğuna göre; hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır. Bu yüzden es-Serahsî, (ö. 490/1097) Cuvâsâ için eş anlamlısı olan “şehir (mısr)” kelimesini kullanır.2083 Abdurrezzak, Hz. Ali’nin Basra, Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki Yemen’le Yemâme’yi şehir (mısr) kabul ettiğini belirtir.2084
Ebû Bekir el-Cassâs, (ö. 370/980) “Eğer Cum’a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu gibi, insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevâtüren nakledilirdi” der ve Hasan’dan, Haccac’ın şehirlerde Cum’a’yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder.2085
İbn Ömer, (ö. 74/693) “Şehire yakın olan yerler, şehir hükmündedir” derken, Enes b. Mâlik, (ö. 91/717) Irak’ta bulunduğu sırada Basra’ya dört fersah uzaklıktaki bir yerde ikamet eder ve Cum’a namazına kimi zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi. Bu durum onların Cum’a’yı yalnız şehir merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder.2086
2078] es-Serahsî, a.g.e., II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, 3/45, 46
2079] Buhârî, Cum'a, 2/1, s. 215); Bağavî, a.g.e., 4/218; İbnu’l-Hümâm, a.g.e., 1/409
2080] Ahmed Naim, a.g.e., 3/46
2081] 43/Zuhruf, 31
2082] 42/Şûrâ, 7
2083] es-Serahsî, a.g.e, 2/23
2084] Abdurrezzak, a.g.e., 3/167
2085] el-Cassâs, Akhâmu'l-Kur'ân 5237, 238
2086] el-Cassâs, aynı yer
CUM’A NAMAZI
- 449 -
Uygulama örnekleri:
a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum’a namazı yalnız Medine şehir merkezinde kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze gelmişlerdir. Hz. Âişe (ö. 57/676)’den, şöyle dediği nakledilmiştir: “Müslümanlar Hz. Peygamber devrinde Medine’ye Cum’a namazı için yakın menzil ve avâlilerden nöbetleşe gelirlerdi.” Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi demektir. Avali ise, Medine civarında, Necid tarafında, Medine’ye yaklaşık 2-8 mil uzaklıktaki küçük yerleşim merkezleridir. Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe Cum’a namazına geldiklerine göre kendilerine Cum’a namazı farz değildi. Aksi halde kendi yörelerinde Cum’a namazını cemaatle kılmaları veya hepsinin Medine’ye gelmesi gerekirdi. Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar’a, Medine’de Cum’a namazında hazır bulunmalarını emrettiği nakledilir. Kuba, o devirde Medine’ye iki mil uzaklıktadır.
b) Hulefâ-i râşidin döneminde birtakım ülkeler fethedilince, Cum’a’lar yalnız şehir merkezlerinde kılınmıştır. Bu uygulama, onların “şehir (büyük yerleşim merkezi)” olmayı Cum’a’nın sıhhat şartı saydıklarını gösterir. Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum’a namazı sebebiyle terkedilmesi kesin bir nass (âyet-hadis) ile mümkün olabilir. Kesin nass ise, Cum’a’nın şehir merkezlerinde kılınması şeklinde gelmiştir. Cum’a İslâmî prensip ve emrin en büyüklerindendir. Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir.2087
Kaynaklarda verilen bu bilgiler ışığında konuyu aşağıdaki şekilde netleştirmek mümkündür:
a) Şehir ve kasabalar: Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra edecek ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (kadı) ile güvenliği sağlayacak zabıtası bulunan her yerleşim merkezi “şehir”dir. Sonraki İslâm hukukçularının eserlerinde “yolları, köyleri, çarşı ve pazarları bulunma” özelliği üzerinde durulmamıştır. Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır. Böyle bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse “Mûsâllâ (namazgâh)” denen yerlerinde Cum’a namazı kılınabilir. Bunda görüş birliği vardır.2088 Bu tarife göre, vilâyet ve kaza merkezleri şehir sayılır. Bunların durumu, şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine’nin durumuna benzer.
b) Şehir hükmünde olan yerler: En büyük mescidi, Cum’a namazı ile yükümlü olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri de “şehir” hükmündedir. Bu, Ebû Yûsuf’un şehir tarifine uygundur. Sonraki İslâm hukukçularının çoğu, bu görüşü izlemişlerdir. Bu yerler resmî bir görevli bulununca, İmam Muhammed’in şehir tarifine de uygun düşer.2089 Bu ölçüye göre, nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler de şehir hükmünde olur.
B) Devletin İzninin Bulunması
Cum’a namazının sahih olması için “devlet temsilcisinin izni” problemi de İslâm hukukçularınca tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini
2087] es-Serahsî, a.g.e., 2/23; el-Kâsânî, a.g.e., 1/259; İbnu’l-Hümâm, a.g.e., 2/51
2088] İbn Âbidin, a.g.e., 1/546, 547 vd.
2089] es-Serahsî, a.g.e., 2/23, 24; el-Kâsânî, a.g.e., 259, 260; el-Mavsılî, a.g.e., 1/81; el-Cezirî, a.g.e., 1/378, 379
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.
1) Hanefîlerin görüşü: Hanefî hukukçularına göre, Cum’a namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve İbn Ömer’den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir şekilde kaydettiğimiz şu hadistir: “Kim Cum’a namazını ben hayatta iken veya benden sonra adâletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi) varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terk ederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin.”2090 İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat’ında nakletmiştir. Oradaki senedde Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O’nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir.2091 Bu hadiste, Cum’a’nın farzolması için adâletli veya adâletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür. Cum’a namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cum’a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Câmide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, Cum’a’dan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da Cum’a’nın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir.
Ancak yöneticiler Cum’a’ya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir İmamın arkasında toplanarak Cum’a namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz. Osman, Medine’de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahâbîler Hz. Ali’nin arkasında toplanmış ve o da Cum’a namazını kıldırmıştır.2092 Bilmen, bunun dâru’l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir.2093
Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum’a namazı kıldırmaları gerekli midir? İbnu’l-Münzir şöyle der: “Öteden beri Cum’a namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar”.2094
Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten İmam ya da müslümanların halifesi yoksa, Cum’a namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, “ister âdil, isterse de zâlim olsun bir İmamın varlığına rağmen” Cum’a terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, “İmam yoksa Cum’a namazı kılamazsınız” demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor. İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.
İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, Cum’a namazının kılınması için şart kabul edilen ve edâ şartları arasında sayılan İmamın varlığı
2090] İbn Mâce, İkâme 78
2091] Mecmau'z-Zevâid, 2/169, 170
2092] el-Kâsânî, a.g.e., 1/261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, 1/146; İbn Âbidin, a.g.e., 1/540
2093] Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 162
2094] Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, 3/48
CUM’A NAMAZI
- 451 -
şartının naklî bir delili yoktur. Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen birtakım tehditlere mâruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: “Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad’dan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekât’ın toplanması, hudut (şer’i cezaların tatbiki) ve Cum’a’ları kıldırmak” ifadeleri ise hadis değildir. Fethu’l-Kadir’de2095 bunun İmam Hasan el-Basrî’ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır âlimlerinden Seyyid Sâbık da “Fıkhu’s-Sünne” adlı eserinde2096 bunun aynı şekilde Hasan’ü’l Basrî’ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek naklî bir delil elde mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.
Veliyyü’l-Emr yoksa
Veliyyü’l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, müslümanların başında -en azından zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm’ı kabul etmesi ise onun, müslümanların veliyyü’l-emr’i olarak görülmesinin asgarî şartıdır. Yani müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı olamaz. Bu durum, günümüzün müslümanlarına; “İslâm’ın öngördüğü mânâsıyla bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız Cum’a namazının hükmü nedir?” diye başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer birtakım soruları daha sordurmaktadır.
Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir vâkıa olarak yaşıyan bizleri, İslâm fakîhleri de düşünmüş ve böyle bir durum halinde müslümanların ne şekilde davranabileceklerini, daha doğrusu davranması gerektiğini belirtmişlerdir. Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine kısaca bir göz atalım:
Bu konuda İbn Nüceym der ki: “Şâyet hiç bir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (Cum’a namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zarûret dolayısıyla câizdir”.2097
Buradaki: “zarûret dolayısıyla câizdir” ifadesi üzerinde kısaca duralım: Anlaşılıyor ki, Cum’a namazı, herhangi bir şartının eksik olması dolayısıyla terk edilmesi tavsiye edilen bir durum değildir. Aksine bu gibi durumlarda -bu şartların gerçekleşme imkânı bulunmadığından- zarûret hükümleri ile amel etmek söz konusudur. İşte halifesiz ve İslâm hükümlerini tatbik eden mahkemelerin varolmaması hallerinde de bu zarûretlerle amel etmeyi engelleyecek herhangi bir durum yoktur. Çünkü bilindiği gibi kadı (yani İslâm hükümlerini tatbik eden hâkim) ile halifenin varlığı, İslâmî hükümlerin yürürlükte olmasının en belirgin gerekleri ve dışa yansıyan yönleridir. Bunların varolmamaları halinde, İslâmî hükümlerin devlet düzeyinde uygulanabilmeleri sözkonusu değildir. Şâyet bu durum, Cum’a namazını kılmamayı gerektirecek bir hal olsaydı, İbn Nüceym gibi
2095] 2/412
2096] 1/306
2097] İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, 2/155
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eşsiz fıkıh çalışmaları olan bir âlim: “Zarûret dolayısıyla câizdir” gibi bir ifade kullanmaz, “Cum’a namazı sâkıt olur” demesi gerekirdi. O zaman da konunun gereğinden, İslâmî olmayan yönetimlerin çatısı altında bulunulan hallerde söz edilmezdi.
Elmalılı da tefsirinde Hindiyye’den şu ifadeleri aktarır: “Eğer İmamdan isti’zan (izin almak), müteazzir olur (mümkün olmaz) ve nas intihab ettikleri (seçtikleri) bir adamın başına toplanır da o kıldırırsa câiz olur.”2098
İmamdan izin almak imkânını, yalnızca İmamın bulunduğu durumda çeşitli nedenlerle ondan izin alamamak haline hasretmek sözkonusu olamaz. Bulunmadığı halleri de bu ifadelerin kapsamı içerisinde düşünmek gerekir. Gerek İbn Nüceym’den, gerekse Elmalılı’nın Hindiyye’den aktardığı ifadelerin benzerini Hanefî fıkıh kitaplarının tümünde bulmak mümkündür. Ancak konu ile ilgili olarak, hem ifadelerinin son derece açık olması, hem de Hanefî mezhebi fakîhleri arasında son muhakkik olarak tanınması nedeniyle İbn Abidin’in konu ile ilgili verdiği bilgileri aktarmadan geçmek istemiyoruz:
“Eğer (bölgedeki) vali ölür ya da herhangi bir fitne (karışıklık) dolayısıyla hazır bulunmaz yahut Cum’a namazını kıldırmak hakkı olan hiç bir kimse bulunmayacak olursa, zarûret dolayısıyla ve ne emir ne de hiç bir şekilde kadı bulunmamasına rağmen, müslümanlar kendilerine hutbe okuyacak (dolayısıyla da namaz kıldıracak) bir kimse tayin eder. Böylelikle, “fitne günlerinde” Cum’a namazı sahih olmaz diyen kimselerin bilgisizliği ortaya çıkmış oluyor. Üstelik, Cum’a namazı, kâfirlerin istilası altındaki ülkelerde bile sahihtir.”
Burada İbn Abidin’in kullandığı ifadelerin bu konudaki tartışmalara büyük ölçüde açıklık getireceği kanaatindeyiz. Çünkü mademki konu Hanefî mezhebinin görüşlerinden hareket edilerek tartışılmaktadır, o halde aynı konuda Hanefî mezhebinde yer alan diğer görüşleri de gözönünde bulundurmak gerekmektedir. Fakat tüm bunlara rağmen denilebilir ki: “Bütün bu aktarmalarda, müslümanların kendilerine bir İmam seçip onu öne geçirmesinden söz edilmektedir. Bizim ise şu anda böyle istediğimizi öne geçirip bize Cum’a’yı kıldırmasını sağlamak imkânımız yoktur.” Hatta daha da ileriye gidilerek: “Câmilerde görev yapanlar arasında İslâm’a ters düşünce ve tutumlar içerisinde olanlar ve dolayısıyla bu düşünce ve tutumları nedeniyle İslâm’ın dışında kalanlar vardır.” denilebilir.
Bu tür itirazlar ve endişeler yerindedir; haklılık payı taşıdığını inkâr etmek ya da görmezlikten gelmek yanlıştır. Fakat bu iş için özel olarak araştırma yapmak imkânımız yoktur da denilemez. Araştırma da şundan ibaret olarak kalmalıdır: Küfrüne delil olabilecek bir tutumu, söz ve davranışı tesbit edilemedikçe câmilerde görev yapan bir kişi hakkında, müslüman kabul ederek hüsn-i zan beslemekle mükellefiz. Kanaatimizce bu şartlar altında bu kadar bir araştırma, fıkıh kitaplarında sözü edilen “birisini seçip öne geçirmek” hususunu gerçekleştirebilmek için yeterlidir.
Bugün son derece dar bir alan dışında, dünyanın dört bir yanında bulunan müslümanların kesinlikle İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamakta oldukları şuurunda bulunarak ve bu hususu hatırdan çıkartmadığımızı da özellikle belirterek, diyoruz ki: Cuma namazı günümüzün şartları içerisinde
2098] Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 7/4384
CUM’A NAMAZI
- 453 -
akidesinden şüphe edilmeyen İmamlar araştırılarak onların İmâmet ettikleri yerlerde kılınabilir. Hatta bir ruhsat olarak değil de bir gereklilik olarak kılınmalı ve terk edilmemelidir. Çünkü bu namaz her şeyden önce bu dinin şiarından, yani en belirgin özelliklerindendir. Bu namazı, İslâm’ın ruhundan uzaklaşmış olan haliyle de olsa kılmak, kesinlikle kılmamakla kıyasla evladır. Hatta elzemdir.
Diğer taraftan, Hanefî mezhebine göre kılmak, İmam bulunmadığı gerekçesiyle, terkedilse bile diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyarak kılınabilir ve onlar da taklit edilebilirler.
Zira İmam Şafii, Mâlik ve Ahmed bin Hanbel’e göre, Cum’a’nın geçerli olması için yöneticinin izninin bulunması bir şart değil müstehap, yani güzel bir davranıştır. Dayandıkları delil “kıyas”dır. Onlar Cum’a namazını beş vakit namaza kıyas etmişlerdir. Nasıl ki, farz olan vakit namazlarını cemaatle kılmak için izin gerekmezse, Cum’a için de gerekmez. Diğer bir delil de Hz. Osman kuşatma altında iken, Hz. Ali’nin, O’ndan izinsiz Cum’a namazını kıldırmasıdır.
3) Cemaat Sayısı:
Cuma namazının sahih olması için gerekli olan en az cemaat sayısında da görüş ayrılığı vardır:
1) Ebû Hanife’ye göre, İmam dışında en az üç; Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise iki erkeğin bulunması şarttır. Delilleri, “Allah’ın zikrine (Cuma namazına) koşunuz”2099 âyetinde çoğul sıygasının kullanılmasıdır. Ebû Hanife üç, diğerleri iki kişiyi çoğul kabul etmişlerdir.
2) İmam Şafii ve Ahmed bin Hanbel’in meşhur görüşüne göre; akıllı, hür, ergin ve mukim (yerleşik) kırk erkeğin bulunması gerekir. Bu kadar yerleşik nufusu olmayan yerlerde Cum’a namazı kılınamaz. Delilleri Esad b. Zürare’nin Medine’de Beydaoğulları Harresinde kıldırdığı ilk Cum’a namazında kırk kişinin bulunmasıdır.2100
3) İmam Mâlik belli bir sayı vermez. Kırktan az cemaatle, mesela on kişi ile de Cum’a namazı kılınabilir. Delil şudur: Hz. Peygamber Medine’de bir Cum’a hutbesinde iken, kıtlık hüküm sürdüğü bir sırada kervan gelmiş bunu duyan cemaat dağılmış ve mescidde on iki kişi kalmıştır.2101 Cum’a âyeti bu sırada inmiştir.
Hz. Peygamber ve sahâbe uygulamalarında çeşitli sayıda cemaatle Cum’a namazı kılındığına göre, bunu bir sayı ile sınırlandırmak yerine, Hanefîlerin dediği gibi “topluluk (cemaat)” ifade eden en az sayı ile yetinmek daha uygun görünmektedir. Çünkü uygulamada karşılaşılan sayılar bir rastlantı olabilir.
4) Bir Şehirde Birden Fazla Yerde Cum’a Namazı Kılmak:
Hz. Peygamber ve sahâbe devrinde Cum’a namazı yalnız şehir merkezlerinde ve bir mescidde kılındığı için bu konuda da görüş ayrılığı olmuştur:
1) Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre, bir beldede birden çok yerde Cum’a namazı kılınabilir. “el-Hindiyye”, Hanefîler de sağlam görüşün bu
2099] 62/Cum’a, 9
2100] Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, 3/46
2101] Buhârî, Cum’a 38; Müslim, Cum’a 36; Beğavî, a.g.e., 4/220; 62/Cum’a, 11
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu belirtir. Ebû Hanife’den aksi görüş de nakledilmiştir. Ebû Yusuf, zorunlu hallerde bir beldede yalnız iki mescidde Cum’a kılınabileceği görüşündedir.
2) İmam Şafii, önceleri bir beldede, tek mescidde Cum’a kılınabilir görüşünde iken, Bağdat’da çeşitli mescidlerde Cum’a kılındığını gördüğü halde susmuştur.
Bir şehirde birden çok yerde Cum’a kılınabilir diyenlerin delilleri şunlardır: Hz. Ali Medine’de, Hz. Osman kuşatma altında iken dışarıda Cum’a kıldırdığı gibi, bayram namazlarını Medine dışında sahrada kıldırmış, oraya gidemeyen yaşlı ve güçsüz kimseler de namazı şehir merkezinde kıldırmışlardır. Bayram namazı, cemaatle kılınma bakımından Cum’a namazı gibidir. Diğer yandan “Cum’a namazı ancak kalabalık şehirde kılınır” hadisinde mutlak ifade kullanılmış; böyle bir şehirde tek mescidde kılınacağı belirtilmiştir. Şehir büyük olunca cemaatin tek mescidde toplanması güçlük arzeder.
Âyetlerde şöyle buyrulur: “Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.” 2102 “O, size dinde bir güçlük kılmadı.”2103
5) Vakit:
Cum’a’nın vakti öğle namazının vaktidir. Enes b. Mâlik’ten şöyle dediği nakledilmiştir: “Allah’ın elçisi, Cum’a namazını, güneş batıya meylettiği zaman kılardı.” 2104
Hz. Peygamber, Mus’ab b. Umeyr’i Hicret’ten önce muallim olarak Medine’ye gönderirken, kendisine güneş batıya meyledince Cum’a namazı kıldırmasını bildirmiştir. Cum’a namazı, vaktinde kılınamazsa, o günkü öğle namazı kaza edilir. Ahmed bin Hanbel Cum’a’nın öğle vaktinden önce de kılınabileceğini söylerken, İmam Mâlik, vakit çıktıktan sonra da kılınabileceğini belirtir.
6) Hutbe:
Cum’a namazından evvel hutbe okunması da Cum’a’nın şartıdır. Hutbesiz cum’a namazı sahih olmadığı gibi, vakitten önce veya namazdan sonra hutbe okumakla da Cum’a namazı sahih olmaz. Hutbenin, vakit girdikten sonra ve namazdan evvel okunması gerekir. Farzolan bu hutbenin de, vaktinde okunması ve Allah’ı zikretmekten ibaret olan iki farzı vardır. Yapılan zikir, hamd ve tesbih; hutbe niyetiyle yapılmalıdır. Hatibin, cemaatsiz olarak okuduğu hutbe sahih değildir. Ancak bir erkek dinleyicisinin hazır olmasıyla hutbe sahih olur. Fakat namaz için üç erkeğin bulunması şarttır.
Hutbenin minber üzerinde okunması, minberin de mihrabın sağında bulunması sünnettir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) minberi, “mustarah” denilen basamakla diğer üç basamaktan ibaret idi. Muaviye zamanında Mervan b. Hakem, bu üç basamağın altına altı basamak ilave ederek, minberi dokuz basamağa çıkardı. Halifeler yedinci basamakta durur ve böylece ilk minberin birinci basamağında durur ve böylece ilk minberin birinci basamağında bulunmuş olurlardı. Hutbe okunurken, işitebilenin söz söylemesi haram ise de, işitemiyenin konuşması, Ebû Hanife’ye göre yine haram olduğu halde; İmam Mâlik’e göre, dinlenmesi vâcip,
2102] 2/Bakara, 286
2103] 22/Hacc, 78
2104] Buhârî, Cum’a: 16; Ebû Dâvud, Salât 216, 217; İbn Mâce, İkame 84; Tirmizî, Cum’a
CUM’A NAMAZI
- 455 -
Şafii ve Ahmed bin Hanbel’e göre ise müstehaptır. 2105
Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığı Görüşü ve Delilleri
Yusuf Kerimoğlu’nun meşhur eseri, ”Kelimeler ve Kavramlar” isimli eserinden:Tarih boyunca mü’minlerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan birisi de, cum’a namazıdır. İran da şahlık rejiminin yıkılıp, yerine İslâm cumhuriyetinin kurulmasından sonra, “Dünya Cum’a İmamları Kongresi” adı altında toplantılar düzenlemeye başlanmıştır. Bu arada; Tahran’da milyonluk cum’a cemaatinin toplanması herkesin ilgisini çekmiştir. Bu ilgi; cum’a namazının edâsının şartlarını gündeme getirmiş ve ilmi seviyede tartışmalar başlamıştır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.
Cahiliye döneminde, haftanın günleri arasında “cum’ a” diye bir gün yoktur. Araplarının arûbe adını verdikleri günün ismi (cum’ a ile ilgili âyet-i kerime nâzil olduktan sonra) “cum’a” ismiyle anılmaya başlanmıştır.2106 Cum’a kelimesi; ictimadan alınma bir isimdir. İctima, bir araya toplanmak mânâsınadır. Gerçi cemaatle kılınan her namazda toplanma vardır. Fakat cum’a namazı; içlerinde cum’a kılınmayan mescidlerin (Maalesef bugün böyle bir durum yok) cemaatlerini de bir araya topladığı için, adetâ cemaatlerin cemaatidir.2107 Nitekim İbn Âbidin: “Cuma günü büyük câmiden başka şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara cemaat toplanmasın. Bunu Sirâc’dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük câminin (cum’a câmii) açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cum’adan sonra büyük câmi bile kapanır. Meğerki şöyle denile; “âdet, cemaatın vaktinden evvelinde toplanmasıdır. Dolayısıyla cum’a kılınmayan sair mescidlerin kapanması, cemaat bu câmiye gelmeye mecbur olsun diyedir bu izaha göre mescidler cum’a namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cum’adan sonra açmaya bir sebeb kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler cum’âdan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir”2108 diyerek, önemli bir noktaya işaret eder. Esasen cum’a namazı, bir şehirde, tek bir câmide kılındığı zaman, asr-ı saâdetteki tatbikat gerçekleşmiş olur.
Cum’a namazı, kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahâ ile sübit bulmuş muhkem bir farizadır. Aynı zamanda mü’minlerin itaat şuurunu ayakta tutan ve onları kâfirlerle uzlaşmaz bir noktaya getiren bir ibâdettir. Ehl-i Sünnet’in akaid kitaplarında, İmâmetin niçin zarûri olduğu izah edilirken, bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Cum’a namazının edâsının şartları, mükellefin dışında arandığı için, bütün mü’minler bu konuda hassas olmak durumundadırlar. O şartlardan herhangi birisi ortadan kalkarsa, bütün mü’minler o şartın tahakkuku için gayret sarf ederler. Kâfirlerin ve mürtedlerin istilâsı altında iken: “Efendim, ülü’lemr’in izni ihtilâflı bir konudur...” diye söze girip mü’minleri küfür ahkâmına râzı etmeye çalışmak, büyük bir cinettir. Hiçbir ilim ehli, bu yola tevessül edemez. Günümüzde bu yola tevessül eden ve müslümanların “İslâm
2105] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 326-330
2106] Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, Diyarbakır, 1339 M. İslâmî Yay. c. I, s. 529, "Cum'a namazı" bahsinin girişi; Ayrıca İslâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. 3, s. 227, "Cum'a" Mad.
2107] Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, İst.1977, c. 4, s. 2347 -459-, Cum'a bahsinin girişi
2108] İbn Âbidin, Reddü'l Muhtar ale'd Dürri'l Muhtar, İst, 1983, c. 3, s. 325
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cemaatini kurmaları” hakkını savunmayan kimselere rastlanmaktadır. Cum’a (cemaat) namazı, cihad şuurunu ayakta tutan bir ibâdettir. Hepimizin hatırladığı gibi; Fransızlar’ın Maraş’ı istilâsı sırasında “Cum’a şuuru” gündeme girmiş ve küfre karşı büyük bir kıyam gerçekleşmiştir. Cum’a günü; Maraş’ın ulu câmisinde (ki ulu câmiler, cum’a câmidir) toplanan müslümanlara Rıdvan Hoca (rha) şöyle haykırmıştır: “Müslümanlar!.. Bu akşam Maraş kalesinden bayrağımız indirilmiş yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Cum’a namazının bir insana farz olması için onun hür olması gerekir. Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği müddetçe, bu beldede gayrı Cum’a kılınmaz.”2109 Rıdvan Hoca’nın bu açık ve yiğit tavrı; Maraşlı müslümanları, kanları ve canları pahasına da olsa, İslâm topraklarının müşriklerden temizlenmesi gerektiği şuuruna erdirmiştir. Sütçü İmam’ın tavrı da, hepimizce mâlumdur. Cum’a namazının dârû’l-İslâm ve cihad şuurunu ayakta tuttuğunun en yakın misâllerinden birisi de; Cezayir müftüsünün, müstevli kâfirlerin izniyle cum’a kılınamayacağına dair fetvasıdır. Nitekim Cezayirli müslümanlar, binlerce şehid vererek, müstevli kâfirleri hezimete uğratmışlardır. Tabii bunlar hep güzel misaller!.. Afganistan’da; müstevli kâfirlerin maşası Babrak Karmal gibi bir komünisti, ulû’l-emr ilân eden Şeyh Bahaüddin Ağa gibi tiplerin varlığını da biliyoruz. Allah Teâlâ’nın (c.c.) muhkem âyetlerini bir kenara itip, hevâ ve heveslerini esas alarak, kâfirlerin velâyetini kabul eden bu tiplerin sayısı hızla çoğalmıştır. İdeolojik eğitimlerin sonucunda, ibâdet ile âdeti birbirine karıştıran, geniş bir kitlenin varlığı da malûmdur. Müşrik düzenlere midelerinden bağlı olan ve rızık endişesiyle kıvranan kimselerden, İslâm’ın temel hedeflerine hizmet etmelerini beklemek gülünç olur. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Cihad kıyâmet gününe kadar devam edecektir”2110 buyurduğu malûmdur. Mü’minler; başta kötülüğü emreden nefisleri olmak üzere, yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihad etmekle memurdurlar. Şimdi cum’a namazının mâhiyeti üzerinde duralım:
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler!.. Cum’a günü namaz için çağrıldığınız vakit, hemen Allah’ı zikretmeye gidin alış-verişi bırakın. Bu bilirseniz sizin için çok hayırlıdır.”2111 hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime mücmeldir. Şöyle ki:
(a) Âyette cum’a namazı zikredilmemiş, mutlak olarak namaz zikredilmiştir.
(b) Cum’a günü; şer’i bir gün olduğuna göre, fecir vaktinden güneşin kavuşma zamanına kadar olan süre söz konusudur. Hangi vakitte çağrılacağımız da zikredilmemiştir.
(c) Âyetin başında yer alan “ey iman edenler” hükmü, Arapça gramer kaidelerine göre umumi bir beyandır. Hâlbuki cum’a namazının kadınlara ve kölelere farz olmadığı hususunda icma vardır. Nitekim İmam Münzir: “Kadınlara cum’a namazı farz değildir”2112 hükmünde müctehid imamların ittifak ettiğini, hiçbir ihtilâfın olmadığını zikretmektedir. Dolayısıyle her mücmel emirde olduğu gibi, bu âyet-i kerimeyi de Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) tefsir etmiştir. Müctehid İmamlar; Rasûl-i Ekrem’den (s.a.s.) gelen emirleri esas olanlara, cum’a namazının vücûbunun ve edâsının şartlarını açıklamışlardır. Hz. Câbir’den (r.a.) rivâyet
2109] Kurtuluş Dergisi, Şubat 1977 Yıl: 3, s. 24 (Maraş Yüksek Tahsil Gençliği tarafından, Maraş'ın kurtuluş gününde çıkarılan dergi
2110] İmam Merğınânî, el-Hidâye Şerhu Bidâyetü'l Mübtedî, Kahire, 1965, c. II, s. 135
2111] 62/Cuma, 9
2112] İbn Münzir, Kitabû'l-İcma, Ankara, 1983, s. 29
CUM’A NAMAZI
- 457 -
edilen bir hadiste Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ (c.c.)’ya ve âhiret gününe iman eden bir kimseye cum’a namazı farzdır. Ancak seferi halde bulunan kimseye, kadına, çocuğa, köleye ve hasta olana farz değildir. Kim birtakım eğlence veya ticarî işlerinden dolayı cum’a namazına gitmeyip, ondan kendini müstağni sayarsa, Allah (c.c.) da rahmetini ve mağfiretini ondan uzak tutar. Zira Allah (c.c.) kimseye muhtaç değildir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) her şeyden müstağnîdir, hep övülmeye lâyıktır.”2113
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) bu emirlerini esas alan Hanefî fukahâsı, bir kimseye cum’a namazının farz olması için, şu şartların bulunması gerektiğinde ittifak etmiştir:
1. Hür olmak
2. Erkek olmak,
3. Mûkim olmak,
4. Sıhhatli bulunmak. Bu dört şart Kâfi’de zikredilmiştir.
5. Yürümeye gücü yetmek. Bu şart Bahru’r-Raik’te zikredilmiştir.2114 Bir kimse: “Efendim, cum’a namazını emreden âyette ‘Ey iman edenler’ diye başlanılmıştır. Dolayısıyle ben bu şartları kabul etmem” derse, kendisine “Cum’a namazının kaç rekât olduğunu ve nasıl kılınacağını âyetle isbat et... Ayrıca âyette vakit tasrih olunmadığına göre hangi vakitte kılacaksın?” sualini sorarız!.. Bu bizim en tabii hakkımızdır. Maalesef son yıllarda, müctehid İmamların hukukuna tecavüz hareketi büyük bir hız kazandı. Bunun değişik sebepleri vardır.
Cum’a namazının vücûbunun şartları, namaz kılanda aranır. Ancak edâ edilmesiyle ilgili şartlar (yani edâsının şartları) mükellefte değil, onun dışında aranan şartlardır. Nitekim İbn Âbidin: “Cum’a namazının sahih olması için yedi şart vardır. Bu hususta Nehir’de şöyle denilmiştir. “Cum’anın vücup ve edâsı için birtakım şartlar vardır. Bunların bazısı namaz kılanda, bazısı başkasında aranır. Şartları (edâsının) bulunmazsa edâ sahih olmaz. Fakat vücûbunun şartları bulunmazsa edâ sahih olur”2115 diyerek bu inceliği işaret etmiştir.
Cuma Namazının Edâsının Şartları
Şimdi cum’a namazının edâsı için geçerli şartlar üzerinde duralım:
Birinci Şart: Cum’a namazını kıldıracak kimse; mü’minlerin ulû’l-emri (sultanı, İmamı, vs.) veya onun izin verdiği kimse olmalıdır. Hz. Câbir’den (r.a.) rivâyet edilen hutbede Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Her kim benim hayatımda veya benden sonra, âdil veya câir bir imamı (ulû’l-emri) olduğu halde cum’a namazını, hafife alarak veya vücûbunu inkâr ederek terk ederse, Allah (c.c.) onun dağınık işlerini toplamasın, iki yakasını bir araya getirmesin”2116 buyurduğu malûmdur.2117 Akaid kitaplarında, halife ile cuma namazı arasındaki münasebet izah edilmiştir. Bütün akaid kitapları
2113] İmam-ı Kâsâni, el-Bedâiu's Sanai, Beyrut, 1974, c. I, s. 258-259
2114] Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Fetevâ-yı Hindiyye, Beyrut, 1400, c. I, s. 144
2115] İbn Âbidin, a.g.e., c. 3, s. 283
2116] Sünen-i İbn Mâce, İst. 1401, Çağrı Yay. c. I, s. 343, had. no: 1801
2117] Geniş bilgi için Bk. Sadrüddin Taftazani, Şerhû'l-Akaid, İst, 1980, s. 326-327; Ayrıca Muslihuddin Mustafa Kesteli, Şerhu Akaidi'l-Kesteli, İst, 1973, Salâh Bilici Yay., s. 181-182; Metn-i Akaid'il Ömer Nesefi, s.12 -Kesteli'nin sonunda-
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanefî fukahâsı tarafından kaleme alınmadığına göre, bunun mezhebi bir tavır olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Kaldı ki “Dört şey imâmın (ulû’l-emr’in) hakkıdır: Hadd cezalarını tatbik etmek, ganimetleri mücahidler arasında taksim etmek, cum’a namazını kıldırmak ve zekâtı toplamak”2118 hadisinde de aynı muhtevâ mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi isimli eserde: “İmam Azam Ebû Hanife’nin (rha) kavline göre devletin (Ulû’lemr’in) izni olmadıkça cum’a namazı sahih olmaz. İmam Mâlik ve Şafi ve Ahmed’e göre, izinsiz kılmamak müstehap ise de kılmakta sıhhate mâni bir şey yoktur...”2119 denilerek, konunun bütün müctehidlerce gündeme getirildiğini kaydetmektedir.
Bahsin devamında da ûlû’lemr’in izni konusunun sünnete dayandığı izah edilmiştir. Şimdi âdil ve câir İmam kavramlarını izah edelim: Âdil İmam; hem kendi nefsinde, hem de insanlar arasında, İslâmî hükümleri tatbik eden, bey’at sonucu müslümanlar üzerinde tasarrufu ammeye hak kazanan kimsedir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Allah kendilerinden râzı olsun) âdil imama misâldir. Câir imam ise; gerek kendi nefsinde İslâmî yaşamaması, gerekse bey’at sonucu olmadan (kuvvet kullanarak) iktidara gelmesiyle tanınır. Zulmü ile meşhur olan sultanların hepsi câir imam durumundadır. Âdil ve câir bir İmam yoksa durum ne olur? Mezâhib-i Erbaa’da bu sualin cevabı şöyle verilmiş: “Eğer ulü’l-emrin izni olmazsa, cum’a münâkid olmaz. İnsanlara öğle namazı farz olur.”2120 Tabii bu hüküm, Hanefî fukahasına tahsis edilen bölümde yer almıştır. Şimdi “Türkiye’de cum’a namazının edâsı için ulû’lemrin izni mevcut mudur?” sualine cevap arayalım. Birinci Büyük Millet Meclisinde cum’a namazının edâsı konusu; hilâfetin ilgası sırasında gündeme gelmiştir. Seyyid Bey; bu konu ile ilgili bir kitap kaleme almış ve Hz. Ali (r.a.)’nin hilâfetinden sonra, krallığın gündeme girdiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla krallıklar döneminde, cum’a namazının kılındığını hilafetle cum’anın ilgisi olmadığını, kendi uslûbuna göre izah etmiştir. Bu tartışmalar; 16 Şubat 1933 tarihli; Mustafa Kemal’in emri ile; izin talebinde bulunan bütün cemaatlere (köy veya şehir) cum’a için müsaade edileceğinin tamim edilmesi üzerine kesilmiştir. O tarihten sonra 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 askerî müdahaleleri (ki hepsi de cum’a gününe rastlamış ve sokağa çıkma yasağı yüzünden cum’a namazı kılınamamıştır) sonucunda; Mustafa Kemal’in vermiş olduğu izin kaldırılmamıştır. Şu anda milyonlarca cum’a cemaati, Mustafa Kemal’in izni ve onu takip eden yönetimlerin tasvibiyle toplanmaktadır.2121 Bazı çevreler ısrarla Mustafa Kemal’in: “Hilâfeti ilga ettiği ve şer’i kanunları kaldırıp, moderm kanunları getirdiği için” İslâm’a inanmadığını (tabiî gizli olarak) savunmaktadırlar. Ancak aynı çevreler; 16 Şubat 1933 tarihinde Mûstafa Kemal Atatürk’ün emri ile verilen izinle cum’a namazını edâ etmektedirler. Firaset sahibi her insan kabul eder ki; bu çevrelerin iddiaları ile amelleri arasında korkunç bir tezat vardır. Eğer iddialarında samimi iseler, kendileri gibi
2118] Siracüddin Ebû Hafs Ömer el-Gaznevi, el-Gurreti'l Münife, Kahire, l950, s. 68; Ayrıca İbn Hümam, Fethû'l Kadir, Beyrut, 1316, c. 4, s. 129
2119] Abdüllâtif Zebidî, Sahih-i Bnhari Muhtasarı, Teerid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. ty. Diyanet Yay., c. 3, s. 47 vd.
2120] Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü'I-Fıkh ale'I-Mezâhibi'I-Erbaa, Beyrut, 1969, 3. bsm., c. I, s. 388 -Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, çev. Hasan Ege, Bahar Yayınları, Ankara, 1971 baskısında bu hüküm yer almamaktadır. Zuhül eseri atlanmış olsa gerek...
2121] Bu iznin metni için bk: A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ank, 1973, 27. baskı, s. 173
CUM’A NAMAZI
- 459 -
düşünenler arasından “Cum’a İmamı” seçerek, namazlarını edâ etmek zorundadırlar!.. Ancak tezatlarını iftira, dedikodu, yaygara ve imzasız (teksir edilmiş) ilmî(!) mütalaalarla gizleme yolunu seçmektedirler.
İkinci Şart: Cum’a namazının edâsı için; mısr (şehir) veya civarında mûkim olmak!.. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Bir mükellefe ne cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne ramazan bayramı namazı, ne kurban bayramı namazı vardır. Bunlar ancak toplayan şehirde (mûkim olanlara) vardır.”2122 hadisini esas alan Hanefî fukahâsı: “Cum’a namazı ancak şehirde (mısr) edâ edilir. Köylerde sahih olmaz” hükmünde müttefiktir. İmam Merğınanî: “Şehir öyle bir mevzidir ki, içinde haddleri ikâme eden ve hükümleri infaz eden bir emîri ve kadısı bulunur.”2123 hükmünü zikreder. Bahsin devamında da; Kerhî’den ve Selcî’den gelen rivâyetleri kaydeder. Feteva-ı Hindiyye’de “Zahirü’r rivâyede şehir; kendisinde kadı ve müfti bulunup haddlerin ikâme edildiği ve binalarının da Mina binaları kadar olduğu yerdir. Feteva-ı Kadıhan’da da böyledir. Hülasa’da ise; “İtimad bu kavil üzeredir” denilmiştir. Tatarhaniye’de de böyledir. Haddleri ikame etmenin mânâsı, bunu yapmaya gücün yetmesi, yetki ve selâhiyetin bulunmasıdır. Giyasiye’de de böyledir”2124 hükmü kayıtlıdır. Zayıf bir rivâyet olarak, Selci’den gelen; nüfusla ilgili tarif (mukallid) bazıları tarafından “İslâmî hükümleri tatbikte gevşeklik zuhur etmiştir” gerekçesiyle tercih edilmiştir. Bazı fukahâ ise nüfus üzerinde durulmasını, haddlerin ikamesi için, belirli bir insan cemaatinin bir arada olmasına bağlamıştır. Usûl ûleması: “Zayıf kaville amel edilemiyeceği gibi, fetva da verilemez” hükmünde müttefiktir. Selâhiyetli bir ûlema heyeti tarafından hazırlanan Feteva-ı Hindiyye’deki hükümler, zayıf kavil sebebiyle terkedilmez. (Not: Bunu zikretmemizin sebebi; imzasız [iftira teksirinde] ilmî mütalaa (!) sahibinin vehimlerini ortadan kaldırmaktır.)
Üçüncü Şart: Cum’a namazının edâsı için, cemaat şarttır. Ferdî olarak edâ edilemez. Hz. Abdullah b. Amr (r.a.)’dan rivâyet edilen hadisi şerif’te: “Cum’a namazı her müslüman üzerine, cemaat halinde kılınmak üzere vacip olan bir haktır.” hükmü beyan buyurulmuştur. Bu hadisi şerif; Beyhakî, Ebû Dâvud ve Hâkim’de yer almıştır. İmam Merğinani: “Cum’anın şartlarından birisi de cemaattir. Zira, cum’a kelimesi, ictima’dan (toplanmaktan) türemiştir. Cemaatin en azı İmam Âzam Ebû Hanife (rha) katında; İmâmette bulunan kimsenin dışında üç kişidir. İmameyn’e göre İmamdan başka iki kişidir”2125 hükmünü zikreder. İmam Şafii, cum’a cemaatinin en az kırk kişi olması gerektiğini beyan etmiştir. Otuz dokuz kişi olsa cum’a sahih olmaz. Buradaki ihtilâf, cemaat kavramına dayanır. İmam Şafii (rha) ilk cum’a namazının kırk kişiyle kılındığını esas almıştır. Hanefî fukahâsı ise, sayının değil, cemaatin önemli olduğu üzerinde durur. Fakat bütün müctehid İmamlar (sayıda ihtilâf etmiş olsa da) cum’a namazının cemaatle edâ edileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Yani ferdî olarak kılınamaz. (Not: İmzasız iftira teksirinde; ilmî mütalaa(!) sahibi, Hanefîlerin bu konuda da yanıldıkları iddiasındadır. Diyor ki: “Hem bunca şart ileri sürülür, hem üç kişiyle olur mu?”
2122] İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. II, s.121. Aynca İmam-ı Merğınânî, el-Hidâye Şerhû Bidâyetü'I Mühtedi, Kahire, 1965, c. I, s. 82; İbn Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut, 1315, c. I, s. 409
2123] İmam-ı Merğınânî, a.g.e., c. I, s. 83
2124] Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s. 145
2125] İmam-ı Merğınânî, a.g.e., c. I, s. 83
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hâlbuki fetih sonucu bir belde ele geçirildiği zaman; o beldedeki zimmîler (gayri müslimler) kılıçtan geçirilmez. Orada İslâmî hükümler tatbik edilince darû’l-İslâm vasfı ortaya çıkar. Velev ki mü’minlerin İmamının görevlendirdiği üç kişiden başka, bütün ahali gayri müslim olsun!.. İşte o üç kişi; fethedilen bu yeni beldede cum’a namazını edâ eder. Demek ki, yanılan Hanefî fukahâsı değil, iftira sahibidir.)
Dördüncü Şart: Cum’a namazının edâsının şartlarından birisi de, öğle vaktinde kılınmasıdır. Cum’a namazının delili olan âyet-i kerime’de, “Cum’a günü” tâbiri umumi bir beyandır. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.): “Güneş meylettiği zaman insanlara cum’a namazını kıldırınız”2126 hadisi mücmel olan zamanın tefsiri hükmündedir.
Beşinci Şart: Cum’a namazının edâsının şartlarından birisi de izn-i âm’dır. İzn-i âm; mü’minlerin emirinin (ulû’l-emrin) insanlar için umumi müsaade vermesidir.2127 Cum’a namazının edâ edildiği câminin kapısının herkese açık olması esastır. Feteva-ı Hindiyye’de: “Cemaat câmiye toplanmış olsa ve câminin kapılarını üzerlerine kapatarak cum’a namazı kılmış olsalar, bu cum’a câiz olmaz”2128 hükmü kayıtlıdır.
Altıncı Şart: Cum’a namazının şartlarından birisi de mü’minlerin emirinin veya görevlendirdiği kimsenin hutbe okumasıdır. Bir kimse mü’minlerin emirinin izni olmadan hutbe okursa ve cum’a namazını kıldırsa “âsi ve bağy” hükmünde olur.2129 Çünkü bu fiilde, ümmetin velâyetine tecavüz vardır. Cum’a namazı için ulû’l-emr’in vermiş olduğu izin, aynı zamanda hutbe okuması için de izin sayılır. İbn Abidin: “İzin ancak mescid yapılırken şarttır: Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak işin başında bir defa şarttır. O cum’ayı kıldırmak için bır şahsa izin verdi mi, o şahıs da başkasına, o da başkasına izin verebilir maksad sultan (ulu’l emr) bir câmide cum’a kılınmasına izin verdi mi, artık orada her şahıs ve her hâtib cum’a kıldırmaya mezûndur., (Sultanın yahut sultan tarafından mezûn olan kimsenin iznine hacet yoktur) demek değildir Buna İbn Çürubaş’ın Bahır’da nakledilen şu ibaresi de delâlet etmektedir: ‘Bunu öğrendikten sonra anlarsınız ki, zamanımızdâ yapılanlar, bir câmi de cuma kıldırmak için sultanın izni aranır. Ve sultanın câmi sahibine orada cum’a kıldırmak için izin vermesi, câmi sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih kılar. Artık bu hatib de icabında yerine başkasını geçirmeye mezûndur. Bunun hülâsası şudur Cum’a kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan (ulû’l-emr) tarafından me’zûn kimseye câizdir izin yoksa câiz değildir.”2130 Bu metinde geçen hatıb ıstılâhı unutulmaya terkedilmiştir. “Hatıb”, ıstılâhı; “Cum’a İmamı” mânâsındadır. Hutbeden kinayedir meselenin kavranması için Şafi’ fukahâsından İmam Ebû’l Hasan el Maverdî’nin Ahkâmû’s-Sultaniye isimli eserindeki şu hükümleri zikredelim. “Cum’a namazına imam tayin edilen kimse, beş vakit namazı kıldıramaz. Beş vakit namaza İmam tayin edilen kimsenin cum’a namazını kıldırıp kıldıramıyacağı hakkında görüş ayrılığı vardır. Yalnız cum’a namazını başlıbaşına bir ibâdet kabul edenlere göre, beş vakit namaza İmam tayin edilen, cum’a namazına İmam
2126] İbn Hümam, a.g.e., c. I, s. 413; Ayrıca İmam-ı Merğınânî, a.g.e., c. I, s. 83
2127] Molla Hüsrev, Dürerîr'l-Hükkâm fi Şerhû Gureri'l Ahkâm, İst. 1307, c. I, s. 138
2128] Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s. 148
2129] Şeyhülislâm Ali b. Muhammed (Zenbilli Ali Efendi) el-Feteva, İst: 1324, s. ll, Fetva no: 32. Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s. 145
2130] İbn Âbidin, a.g.e., c. 3, s. 290
CUM’A NAMAZI
- 461 -
olamaz Cum’a namazını, o günün öğle namazına sayanlar, beş vakit namâz için tayin edilen İmamın, cum’a İmamlıği câizdir, derler.”2131 Hanefî fukahâsına göre: Cum’a namazı başlı başına bir ibâdettir, öğle namazının bedeli değildir. Bu sebeple Osmanlı döneminde, “mescid İmamları” ile “hatipler” (cum’a imamları) ayrı ayrı tayin edilmişlerdir. Günümüzdeki “Hâtiboğulları” tâbiri de, bu maziyi hatırlatır!.. Cumhuriyet döneminde ise, bu iki görev birleştirilerek “imam-hatip” denilmiştir: Şimdi “filân câminin imam-hatibi” denilir.
Cum’a namazının edâsının şartları; meselenin ehemmiyeti sebebiyle, tarih boyunca titizlikle tartışılmıştır. Bir şehirde “tek bir yerde mi, yoksa müteaddid yerlerde mi kılınacağı” konusunda ihtilâf sebebiyle âhir-i zuhur (son öğle namazı) gündeme girmiştir.2132 Bazı fukahâ; ‘bir şehirde tek bir câmide kılınacağını esas almış’ ve: “Müteaddid yerlerde cum’a namazını kılmanın câiz olduğunu sahâbeden ve tabiundan hiç kimse söylememiştir” diyerek konunun ehemmiyetini işaret etmiştir: Hanefî fukahâsı; istilâ altında dahi mü’minlerin kendi içlerinden bir emir seçerek cemaat haline gelmelerini, seçtikleri emîrin kadı ve cum’a İmamı tayin sûretiyle İslâm’ın hükümlerini yaşamalarını tavsiye etmiştir.2133 Fakat hiçbir fakîh; “müstevli kâfirlerin reislerine itaat ederek, küfür ahkâmına râzı olun ve rahatınıza bakın” dememiştir!.. Esasen böyle demesi de düşünülemez. Afganistan’ın istilâsından sonra, firaset sahibi mü’minlerin: “Babrak Karmal’ın ve onun gibî olanların izniyle cum’a namazı kılınmaz” demeleri, bazı çevreleri rahatsız etmiştir. Bu hiçbir zaman, o beldelerde ikamet eden müslümanların, cum’a namazını terketmelerini, teklif değildir. Aksine kendi içlerinden emir seçerek, müstevlilere karşı cihad etmelerinin gerektiğini hatırlatmaktır. “Azimet” ve “ruhsat” hududlarını dikkate almayarak, aklî sebeplerle keyfî gerekçeler bulmak (dinde bid’at çıkarmak) büyük bir tehlikedir. Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan bir mü’min; sırf ilmî kudreti olmadığı için, bir müctehide ittiba eder: Bu onun üzerine vaciptir. Mükellefi, ittiba ettiği müctehid hususunda (ilmî bir delile dayanmadan) şüpheye düşürmek, İslâm’a hizmet değildir. Hele hele: “Efendim, ulû’l-emr’in izni meselesi sadece Hanefîlerde var, diğerlerinde yok!.. Dolayısıyle cumhurun görüşü geçerlidir” gibi; usûl-i fıkıh açısından kabul edilemeyecek iddialar gülünçtür. Kaldı ki bu uslûp, ilmî kudrete haiz olmayan mukallid mü’minler tarafından benimsenirse, Kur’ân-ı Kerîm’in dışındaki bütün eserler (hadis mecmuaları da dâhil) reddedilir. Bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçlar, biraz ilmi olan ihlâslı mü’minler tarafından kolayca tahmin edilebilir. 2134
Kur’ân-ı Kerim’de Cuma Namazı
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye (Onu anmak için namaz kılmaya) gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lutfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.
2131] İmam Ebû'1-Hasen el-Mâverdi, el-Ahkâmu's Sultaniye, Müt. Ali Şafak, İst, 1976, Bedir Yay. s. 113
2132] Geniş bilgi için Bk. İbn Âbidin, a.g.e., c. 3, s. 300
2133] Geniş bilgi için Bk. İbn Nüceym, el-Bahrü'r-Râik Kahire: 1311 c. 4, s. 298. İbn Hümam, a:g.e., c. VI, s. 365. Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, s.146, İbn Âbidin, a.g.e., c. XII, s. 145
2134] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., s. 91-103
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır/faydalıdır. Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” 2135
Hadis-i Şeriflerde Cuma Namazı ve Terkinin Günahı
“Bazı insanlar ya Cum’a namazını terk etmekten vazgeçerler yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.” 2136
“Kim önemsemeyerek üç Cuma namazını (peş peşe) terkedecek olursa Allah onun kalbini mühürler.” 2137
“Kim Cuma ezanını işitir de icâbet etmezse artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesna.” 2138
“İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimselerin evlerini (kendileri içlerinde iken) yaktırayım.” 2139
İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmış olur.” 2140
Bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse artık o kimse münâfıktır.” 2141
“Allah’a ve âhiret gününe inananlara Cum’a namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır.” 2142
“Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnadır. Ve her kim bir oyun yahut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.” 2143
“Cuma namazını özürsüz olarak kim terkedecek olursa bir dinâr para tasadduk etsin, (bu kadar) bulamazsa, yarım dinâr tasadduk etsin.” 2144
“Ezanı her işitene cuma farzdır.” 2145
2135] 62/Cum’a, 9-11
2136] Müslim, Cumua, 12, 40, hadis no 865; Nesâî, Cumua 2; Ahmed bin Hanbel, 1/239, 254, 335, 2/84; Abdurrazzak, el- Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/61; Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 3/171
2137] Ebû Dâvud, Salât 204, 210, hadis no 1052; Tirmizî, Salât 359, hadis no 500, Cumua 7; Nesâî, Cuma 2, hadis no 3, 88; İbn Mâce, İkamet 93; Dârimî, Salât 205; İmam Mâlik, Muvatta, 1/111; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/172; Taberâni, Cumua 20; Ahmed bin Hanbel, 58
2138] Abdürrazzak, el-Musannef, 3/165; Beyhakî, Sünen, 3/185
2139] Müslim, Mesâcid 251, 254; Ahmed bin Hanbel, 2/531, 539; Abdurrazzak b. Hemmam, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/62; Hâkim Ebû Abdillah, el-Müstedrek, 1/430; Beyhakî, Sünen'ül-Kübra, 3/172
2140] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165-166
2141] Mevârid'iz-Zeman ilâ Zevâid-i İbn Hibban, s. 146
2142] Ebû Dâvud, Salât 215, hadis no 1067, hadis no 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Dâvud
2143] Beyhakî, Sünen'ül-Kübra, 3/184
2144] Ebû Dâvud, Salât 211, hadis no 1053-1054); Nesâî, Keffâret 3, hadis no 3, 89; İbn Mâce, İkamet 93, hadis no 1128
2145] Ebû Dâvud, Salât 212, hadis no 1056
CUM’A NAMAZI
- 463 -
“Her ihtilâm olan erkeğe cumaya gitmek vâcibtir. Cumaya her gidene de gusül vâcibtir.”2146
“Cum’a, geceleyin ailesine dönebilen herkese farzdır.” (Kelimeye bağlı tercümesi: “Gece, kimi âilesine sığındırırsa Cuma ona farzdır.”) 2147
“Cuma günü olunca şeytan çarşı ve pazara erkenden bayraklarıyla gider, insanlara binbir engel çıkararak mâni olmaya, onları cumadan (hiç olsun) geciktirmeye çalışır. Melekler de erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri birinci saatte gelenler, ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu hâl İmam (hutbeye) çıkıncaya kadar devam eder. Kişi mescidde, İmamı görüp, dinleyebileceği bir yere oturup, can kulağıyla dinledi ve konuşmadı mı, kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve İmamı dinleyemeyeceği bir yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir hisse sevap alır. Eğer, İmamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki hisse vebal yazılır. Eğer, dileme ve görme imkânı olmayan bir yere oturur ve boş konuşur ve sessiz kalmazsa, ona bir hisse vebal vardır. Kimde yanındaki arkadaşına cuma günü ‘sus!’ derse ‘boş konuşmuş’ olur. Kim de boş konuşur ise, o cumadaki sevaptan nasibsiz kalır.” 2148
“Ey insanlar, ölmeden önce Allah’a tevbe ediniz. (Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye çalışınız. Allah’ı çokça zikretmek ve gizli ve açık olarak çokça sadaka vermek sûretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem rızıklanırsınız, hem de (Allah tarafından) hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu ayımda ve şu yılımda sizlere Cum’a’yı farz kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adâletli yahutta zâlim bir İmamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tevbe edinceye kadar. Artık kim tevbe ederse, Allah, onun tevbesini kabul etsin. Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe İmam olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir muhacirin önüne geçip İmam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması hali dışında da mü’min bir kimseye İmam olmasın.” 2149
“Bizler, bizden önce kitap verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz. Onlar, Allah’ın kendilerine farz kıldığı bu Cum’a gününde ihtilâfa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahûdilerin, daha ertesi gün ise hristiyanlarındır.” 2150
“Rasûlullah’a (s.a.s.) Cum’a gününe niçin bu adın verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: “Babanız Âdem’in yaratılışı o günde oldu. Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için yakalanması o günde olacaktır. Cum’a gününün üç saatinin sonunda öyle bir an vardır ki, o anda duâ edenin duâsı kabul
2146] Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 342; Nesâî, Cum’a 2, hadis no 3, 89
2147] Tirmizî, Salât 360, hadis no 502
2148] Ebû Dâvud, Salât 209, hadis no 1051
2149] İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no 1081; İbn Mâce hadisin isnâdının zayıf olduğunu belirtir. Çok sayıda hadis âlimleri de bu hadisi zayıf kabul ederler. Hanefî fıkhına göre cumanın şartı sayılan devlet başkanının kıldırması konusunda tek delil bu zayıf hadistir. Kaldı ki, bu hadisten cumanın devlet başkanı yokken kılınmaması gerektiğini çıkarmak çok zordur.
2150] Buhârî, Cum'a, 1; Müslim, Cum'a hadis no 856. Müslim'in lafzı az farklıdır.
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olunur.” 2151
“Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır; Âdem o gün yaratılmış, o gün Cennete girmiş ve o gün Cennetten çıkarılmıştır; kıyâmet de cuma günü kopacaktır.” 2152
“Âdem’in (a.s.) yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi. O gün tevbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyâmet de o gün kopacaktır. İns ve Cin’den başka hiçbir mahluk yoktur ki, Cum’a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyâmet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul o esnâda namaz kılıp Allah’tan bir hâcetini dilemez ki, onu Allah O’na vermesin.” 2153
“Bir kimse Cum’a günü gusleder, elinden geldiği kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen Cum’a’dan o Cum’a ya kadar işlemiş olduğu günahları affolunur.” 2154
“Kim cuma günü Cenâbet guslü ile gusül yapar, sonra cumaya giderse sanki bir deve kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim ikinci saatte giderse bir sığır kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim üçüncü saat giderse boynuzlu bir davar kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim dördüncü saat giderse bir tavuk kurban etmiş gibi (sevaba nâil) olur. Kim beşinci saatte giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi (sevaba nâil) olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri dinlerler.” 2155
“Cuma günü olunca, mescidin her bir kapısında melekler vardır. İlk gelenleri sırayla yazarlar. İmam (minbere) oturunca defterleri kapatıp, zikri dinlemeye giderler.” 2156
“Kim (cuma günü) yıkar ve yıkanırsa, kim erkenden (mescide) gider ve hutbenin başına yetişirse, yürür ve binmezse, İmama yakın durur, dinler, mâlâyâni söz etmezse ona her bir adım için bir yıllık amelin oruçları ve namazlarıyla sevabı yazılır.” 2157
“Cuma namazına üç (grup) insan katılır:
1) Kişi vardır, namaza katılır, boş konuşma yapar. Bunun namazdan hissesi, o konuşmasıdır.
2) Kişi var namaza gelir, duâ eder. Bu kimse Allah’a duâda bulunmuştur, Allah dilerse onun istediğini hemen verir, dilerse vermez.
3) Kişi vardır, namaza gelir, sadece dinler ve sükût eder, mü’minlerin arasından yararak geçmez, kimseye eza vermez. Onun bu namazı, daha önce geçen cumaya ve fazladan da üç güne kadar (günahlarına) keffârettir. Bu hal Cenâb-ı Hakk’ın şu sözüne binaendir: “Kim bir hayır yaparsa bu kendisinden on misliyle kabul edilir.” 2158
2151] Ahmed bin Hanbel, 2/311
2152] Müslim, Cum’a 5, 18
2153] Müslim, Cumua 5. Hadisin baş tarafındaki ifade Müslim’de, diğer bölümü farklı hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.
2154] Buhârî, Cumua, 6
2155] Buhârî Cum’a 4, 19; Müslim, Cum’a 10, hadis no 850; Muvatta, Cum’a 1, hadis no 1, 101; Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 351; Tirmizî, Salât 358, hadis no 499; Nesâî, Cum’a 14, hadis no 3, 99; İbn Mâce, İkamet 82, hadis no 1092
2156] Müslim, Cuma 24, hadis no 850
2157] Ebû Dâvud, Tahâret 129, hadis no 345, 346; Tirmizî, Salât 356, hadis no 496; Nesâî, Cuma 12, hadis no 3, 97; İbn Mâce, İkamet 80, hadis no 1027; Buhârî, Cuma 6
2158] Ebû Dâvud, Salât 235, hadis no 1113; 6/En'âm, 160
CUM’A NAMAZI
- 465 -
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) mescidinde kılınan cumadan sonra ilk kılınan cuma namazı, Bahreyn köylerinden olan Cuvâsâ’daki Abdü’l-Kays mescidinde kılınan namazdı.” 2159
Cumanın farzından sonra kılınan namaz
Abdullah b. Ömer r.a. şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.s.) Cuma namazından sonra mescidden ayrılıncaya kadar namaz kılmaz, ayrılınca evinde iki rekât kılardı. 2160
Nafi’in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Ömer Cumadan önce namazı uzatır, Cumadan sonra da evinde iki rekât namaz kılar ve şöyle söylerdi: Rasûlüllah (s.a.s.) de böyle yapardı.2161
Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Sizden biri Cumayı kıldıktan sonra dört rekât namaz kılsın” 2162
Ebu Hureyre (r.a.) Rasûlüllah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Cumadan sonra namaz kılacak olursanız dört rekât kılın.” 2163
Namazın ve hutbenin uzatılmaması
Ammar b. Yasir dedi ki, “Rasûlüllah (s.a.s.) bize hutbeleri kısa okumayı emretmişti.”2164
Cabir b. Semüre (r.a.) şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.s.) Cuma günü hutbesini uzatmazdı, söyledikleri birkaç kelimeden ibaretti. 2165
Cabir b. Semüre (r.a.) şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraber çok namaz kıldım. Namazı da orta halli, hutbesi de orta halli idi. Kur’an’dan âyetler okur, insanlara görevlerini hatırlatırdı. 2166
Ebu Vail diyor ki, Ammar (r.a.) bize hitabetti, kısa ve güzel bir konuşma yaptı. Aşağı inince dedik ki, “Ebu’l-Yakzân, güzel ve öz bir hutbe okudun, biraz daha nefes sarfetseydin ya!” Dedi ki: “Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini işittim: “Kişinin namazının uzun, hutbesinin kısa olması dini anladığının işaretidir. Öyleyse namazınızı uzatın, hutbeyi kısa tutun. Çünkü bazı konuşmalar büyüleyicidir.” 2167
Cumadan sonra ikram
Sehl b. Sa’d (r.a.) anlatıyor: Tarlasında karıklar açıp çögender otu yetiştiren bir kadın vardı. Cuma günü olunca bu otun saplarını ayırır, onu bir tencereye koyar, onun üzerine değirmende öğüttüğü bir avuç arpayı atar, pişirirdi. Çögender otunun sapları yemeğin eti, kemiği olurdu. Cumadan döner, ona selâm verirdik. O da bu yemeği önümüze kor, biz de onu yerdik. O kadının bu yemeğini
2159] Buhârî, Cuma 11; Ebû Dâvud, Salât 216, hadis no 1068
2160] Buhârî Cuma 39, Müslim Cuma 71
2161] Ebû Dâvud, Cuma l128
2162] Müslim, Cuma 67; Ebû Dâvud, Cuma l131
2163] Müslim, Cuma 68; Ebû Dâvud, Cuma l131, Tirmizî, Cuma 523
2164] Ebû Dâvud, Cuma 1106
2165] Ebû Dâvud. Cuma 1107
2166] Müslim, Cuma 41; Ebû Dâvud, Cuma 1101
2167] Müslim, Cuma 47
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yiyebilmek için Cuma gününün gelmesini arzulardık. 2168
Cuma Namazını Kim Emrediyor, Kim Yasaklıyor?
1. Kur’an, Cuma namazını kesin şekilde emretmektedir. Müslüman da, Kur’anın hükümlerini uygulamak zorundadır. Allah, insanlara “niye falan müctehidi, filan fetvâyı uygulamadın?” diye sormayacak, ama mutlaka Kur’an’ın emrini uygulayıp uygulamadığından soracaktır. Kur’an Cuma namazını çok net bir şekilde emretmekte, bu konuda herhangi bir şart ileri sürmemekte, herhangi bir durum sözkonusu olduğunda Cuma namazının kılınmayacağından, işaret yönüyle bile olsa bahsetmemektedir. Müslümanların, Kur’an’ın herhangi bir hükmüne karşı nasıl davranmaları gerektiği de Kur’an’da çok net şekilde açıklanır.
Kur’an, Cuma namazına öyle bir önem vermiştir ki, özel olarak Cuma namazından bahsetmiş, hatta Kur’an’ın bir sûresi 2169 bu isimle adlandırılmıştır. Cuma namazına öyle önem vermiştir ki, helâl olan alışverişi Cuma vakti yasaklamış, müslümanların ezanla birlikte Cuma namazına gitmelerini emretmiş ve gerçeği anlayan, bilen insanlar için en hayırlı şeyin bu olduğunu belirtmiştir: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı zikretmeye gidin ve alış-verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan/bilen kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.”2170
Müslüman, her şeyden önce Kur’an’a kulak vermeli, onun emirlerini hayata geçirmelidir. Ona ters düşen yorum, te’vil, anlayış ve uygulamalardan kaçınmalıdır. “Sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayan ve müslümanlara bir rehber, bir rahmet ve bir müjde olarak gönderdik.”2171; “...Bu Kur’an, her şeyin açıklanması ve mü’minler için bir kılavuz ve rahmettir.”2172 Müslümanlar, herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde, onu Allah’a ve Rasûlü’ne arzetmekle mükelleftirler.2173 “Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve iman eden bir kavim için yol gösterici ve rahmet olsun.”2174; “İnsanlar için hidâyet rehberi olan Kur’an, yol gösterici ve hakkı bâtıldan ayırıcı (furkan), apaçık belgeler (beyyinât) olarak Ramazan ayında indirildi.”2175; “De ki: ‘en üstün delil (hüccetü’l-bâliğa) Allah’ındır. Allah dileseydi, elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.”2176 Allah, Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.2177 Bir müslüman, Kur’an varken, başka hakem arayamaz: “Allah size hakikati apaçık ve ayrıntılı olarak açıklayan Kitab’ı indirmiş iken, ben (neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) ondan başka bir hakem mi arayayım?”2178; “Rabbiniz katından size indirilene uyun. O’ndan başka önderlerin ardından gitmeyin. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?”2179 İnsanlar, falan kişinin ictihad, fetvâ ve yorumuna uymaktan de2168]
Buhârî, Cuma 40
2169] 62. sûre
2170] 62/Cum'a, 9-10
2171] 16/Nahl, 89
2172] 12/Yusuf, 111
2173] 4/Nisâ, 59
2174] 16/Nahl, 64
2175] 2/Bakara, 185
2176] 6/En'âm, 147
2177] 6/En'âm, 38
2178] 6/En'âm, 114
2179] 7/A'râf, 3
CUM’A NAMAZI
- 467 -
ğil; Kur’an’a uyup uymadıklarından hesaba çekileceklerdir: “Muhakkak ki o Kur’an, hem senin hem de ümmetin için bir şeref ve öğüttür. İleride ona uyup uymadığınızdan sorguya çekileceksiniz.”2180
Kur’an, anlaşılması zor bir kitap değildir. Onun emirleri arasına kimse giremez. O, “apaçık” ve “anlaşılır” bir kitaptır.2181; “İşte bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir. Anlayasınız diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”2182 Allah, kullarına “kaldıramayacakları bir yük yüklememiş”,2183 Kur’an’ı herkesin ve her seviyeden insanın anlayabileceği bir dil ve basit, sade, anlaşılır bir üslûpla göndermiş, anlaşılsın ve uygulansın diye kolaylaştırmıştır. “Tâ-hâ. Bu Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, Allah’tan korkanlara bir uyarı olsun diye indirdik.”2184; “Yemin olsun! Bu Kur’an’ı öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?” 2185 Allah Teâlâ, kullarına, “ancak kaldıracakları kadar sorumluluk yükler.”2186 Allah “dinde bir zorluk kılmamıştır.”2187 Kur’an’a muhâtap olan mü’minlerin özelliği, Kur’an’daki her İlâhî fermanı işittiklerinde “semi’nâ ve eta’nâ: İşittik ve itaat ettik” demeleridir.2188 “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, iman edenlerin sözü, ancak: ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar!”2189 Dünya ve âhiret felâketlerinin en büyük nedeni, Kur’an’ın emirlerini (önemsemeyerek, te’vil ederek veya herhangi bir gerekçe ile) uygulamayıp arkaya, geri plana atmaktır. “O gün, haksızlığı kendisine yol edinmiş olan kişi ellerini kemirip ‘ah, ne olurdu, Rasûl’ün gösterdiği yolu tutmuş olsaydım! Vah, yazıklar bana, ne olurdu filanı da kendime dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana uyarıcı, hatırlatıcı mesaj geldikten sonra beni ondan (Kur’an’dan) saptırmış oldu. Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.’ Ve Peygamber dedi ki: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur’an’ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktılar.”2190
Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfir, zâlim ve fâsık olarak nitelendirilir.2191 Devamındaki âyetlerde de, başta Peygamber olmak üzere müslümanların Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi emredilir: “Sana da, önceki kitapların bir kısmını doğrulayan ve onları düzelten bu Kitab’ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana da hak geldikten sonra, onların hevâlarına uyma... De ki: ‘Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum.”2192 Kitaptan pay sahibi olanların, bildikleri ve inandıkları Kitabın hükümlerini uygulamaları, yolların ayrılış noktasıdır: “Kendilerine Kitab’dan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah’ın Kitab’ı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir.”2193; “...Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin’ denildiğinde, o münâfıkların senden
2180] 43/Zuhruf, 44
2181] 11/Hûd, 1-2; 15Hıcr, 1; 26/Şuarâ, 2; 28/Kasas, 2; 42/Şûrâ, 2; 43/Zuhruf, 2
2182] 12/Yusuf, 1-2
2183] 2/Bakara, 286
2184] 20/Tâhâ, 1-3
2185] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40
2186] 2/Bakara, 285
2187] 22/Hacc, 78
2188] 2/Bakara, 285
2189] 24/Nûr, 51
2190] 25Furkan, 27-30
2191] 5Mâide, 44, 45, 47
2192] 5Maide, 48-49
2193] 3/Âl-i İmrân, 23
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçabildiklerince kaçtıklarını görürsün.”2194
Kimsenin Kur’an’ı devre dışı bırakma hakkı yoktur. Hangi niyetle olursa olsun Kur’an’la sâbit bir hükmü, bir ibâdeti kimse yasaklayamaz. Bazı kimseler, Kur’an’da ve sahih hadislerde hiç geçmeyen ve mezhepler arasında da tartışma konusu olan “dâru’l-harp” yaklaşımını sebep göstererek fâizi helâl kabul edebiliyor, bazıları da Cuma namazı gibi farîzaları yasaklayabiliyor. Birincisi, kolaylaştırma adına ruhsat, ikincisi de cihad adına azîmet diye takdim edilebiliyor. Biri, Kur’an’la sâbit bir haramı helâl, diğeri de Kur’an’la sâbit bir farzı haram ilân edebiliyor. Bu örneklerin her ikisi arasında pek bir fark yoktur. Dini tahrif eden yaklaşım, daha çok bu tür atmalar veya katmalarla olur. Kur’an’ı ve sahih sünneti devre dışı bırakan hiçbir yaklaşım, sırât-ı müstakîm olamaz. İmanından ve samimiyetinden şüphe etmediğimiz bazı müslümanların, Kur’an’daki çok net bir emri yasaklamalarına şaşmamak mümkün değildir. Kur’an’ın emrine uyup Cuma namazı kılanlar değil, bunu yasaklayanlar suçlanmalıdır. Ve Kur’an’ın ve Sünnetin kesin emrine rağmen Cuma namazını kılmamakta hâlâ ısrar etmekle kalmayıp başkalarına da yasaklayanların bu tavırlarıyla taban tabana zıt sloganı: “Temel kaynağımız Kur’an ve Sünnettir. Referansımız bu ikisidir. Biz Kur’an ve Sünnet’e bağlıyız!” Ya bu sözü söylemesinler, ya da Kur’an ve Sünnetin emrini suç saymasınlar, deme hakkımız olmalı değil mi?
2. Müslümanın ikinci kaynağı Sünnettir. Sünnet, hiçbir zaman Kur’an’a ters uygulama içermez. Peygamberimiz de kendisine vahyedilen Kur’an’a uymak zorundadır. O, yaşayışıyla, canlı Kur’an olmuş, Kur’an’ın mücmel âyetlerini açıklamıştır. Peygamberimiz’in Cuma namazının faziletiyle ilgili onlarca hadisi hadis kitaplarını doldurduğu halde, Rasûlullah’tan zayıf bile olsa, herhangi bir durumda Cuma namazı kılınmaması gerektiğine dair bir rivâyet sözkonusu değildir. Yani, o, Cumanın şartlarıyla ilgili kesin bir şey söylememiş, hele hele “şu şu şartlar yoksa, Cuma namazı kılmayın!” gibi bir söz onun ağzından kesinlikle çıkmamıştır.
Şu hadisin kapsamına girilip girilmediği bütün müslümanlar tarafından muhâsebe edilmelidir: “Allah bir toplumdan ilmi çekip almak sûretiyle kaldırmaz. Toplumlar, gerçek âlimlerin tükenmesiyle âlimsiz kalırlar. Gerçek âlimlerin tükendiği bu toplumda, insanlar câhil önderler edinirler. Bu câhil önderler ilimsiz fetvâ verirler. Bu sûretle kendileri de sapar, peşindekileri de saptırırlar.”2195
Sahih-i Müslim’de “Cuma’yı Terk Edenler Hakkında Gösterilen Şiddet Bâbı” adlı bölümde birçok hadis vardır. Onlardan biri olan şu hadis-i şerif çok önemli bir uyarıdır: “Birtakım kimseler, Cuma namazlarını terk etmekten ya vazgeçerler yahut Allah, onların kalplerine muhakkak sûrette mühür vurur da artık gâfillerden olurlar.”2196
Cuma namazının fazîletini belirten; terkedenleri, hafife alanları tenkit ve ihtar eden çok miktarda hadis bulunmasına rağmen, Cuma namazının kılınamayacağı ve kılanların sorumlu tutulacakları bazı şartlara dâir zayıf da olsa tek bir hadis rivâyeti yoktur. Aksi görüşte olanlar, Hanefî mezhebinin bu konudaki şartları için de ileri sürdüğü tek delil olarak İbn Mâce’nin kendisinin de “zayıf” dediği
2194] 4/Nisâ, 61
2195] Buhârî, İlim, 34, Müslim, İlim 13, Tirmizî, İlim 5; İbn Mâce, Mukaddime 8
2196] Müslim, Cuma 40, hadis no 865, c. 4, s. 2412-2413
CUM’A NAMAZI
- 469 -
ve aslında hiç de Cuma’nın kılınmaması için bir çıkarım yapılamayacak olan ve Cuma namazı kılmayanları tehdit eden şu zayıf hadisi delil olarak kullanıyorlar:
“Bilmiş olun ki, Allah Teâlâ Cum’ayı, benim şu durduğum yerde ve bu yılımın bu ayındaki bu günümde; size kıyâmet gününe kadar farz kılmıştır. Her kim hayatımda olsun, benden sonra olsun, âdil yahut câir (zâlim) bir devlet reisi varken onu istihfaf ederek (önemsemeyerek, hafife alarak) veya inkâr ederek terkedecek olursa Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve kendisine ait hiçbir hususu mübârek kılmasın (işini rast getirmesin). Haberiniz olsun ki, böylesi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de başka bir hayrının sevabı vardır. Her kim de tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder (etsin).”2197
Tekrar ifâde edelim ki, bu hadisten Cuma’nın bazı şartlarının çıkartılması ve Peygamberimiz’e “şu şartlar varsa ancak Cuma’yı kılabilirsiniz, yoksa Cuma namazı kılmayın” şeklinde bir ifâdede bulunduğunu ileri sürmek, Cumanın şartları için delil kabul etmek birçok yönden kesinlikle doğru ve mümkün değildir. Bu hadis rivâyetinin meşhur hadis âlimlerince zayıf kabul edildiği için delil olarak kullanılamayacağını da ifade etmek zorundayız.
Cuma namazının bu ülkede câiz ve sahih olmadığını iddiâ edenler, Cuma konusundaki âyetin mücmel olduğundan dolayı bu çıkarımlara vardıklarını söylüyorlar. Mücmel olan bir âyeti Peygamberimiz tafsîl eder, açıklar, uygulamasıyla izah eder. Peygamberimiz’in (s.a.s.) hadislerinde kesinlikle “sultanın izni şarttır, halife bizzat kendisi veya tâyin ettiği kişi Cuma’yı kıldırmalıdır, yoksa sahih olmaz” veya benzeri zayıf bir rivâyet bile yoktur. O yüzden mücmel âyeti Peygamberimiz sözleriyle ve uygulamasıyla nasıl anlayıp anlattıysa o hükmü Kur’an ve Sünneti esas kabul eden kimseler -tüm âlimler farklı şey ileri sürseler bile-, Allah’ın emrini ve Rasûlü’nün kavlî ve fiilî açıklamasını tercih etmek zorundadırlar.
Sultanın/halifenin izni gibi şartlar, Kur’an’ın ve Sünnetin tâyin ve tesbit ettiği şartlar değildir; ictihâdî, dolayısıyla zannî bir yorumdur, o zamanın şartları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Hiçbir ictihad, âyet ve hadisle sâbit olan bir farzı iptal edemez. “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki size rahmet edilsin.”2198
3. Temel kaynaklar Kur’an ve Sünnet olmakla birlikte, onlara ters düşmemek şartıyla, hatta bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasına hizmet ettiği müddetçe, delilleri sağlam, inandırıcı ve iknâ edici kabul edilince fıkhî ictihadlar, mezhebî görüşler de müslümanların ibâdetleri için istifade edilebilecek ikinci derecede kaynaktır. Müslümanlar, kendileri Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkarabilecek ilmî yetenekte değilse Kur’an’ın ve sünnetin kesin hükme bağlamadığı konularda delili sağlam olan müctehidin Kur’an ve Sünnete uygun hükmüne uyabilir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken şeyler: Bağnaz olmamak, diğer fıkhî görüş ve ictihadları görmezden gelmemek, “benim mezhebim veya müctehidim mutlak doğrudur, diğer mezhep veya müctehidlerin hükmü kesin yanlıştır” dememek, farklı mezhepleri veya ictihadları taklit edenleri kınamamak şarttır. Unutulmamalıdır ki, mezhep imamları ve müctehidler de birer beşerdir, hatâdan
2197] İbn Mâce, Kitâbu İkameti's-Salât 78, hadis no 1081; Râvîler arasında cerh edilen isimler olduğu için isnâdının zayıf olduğu belirtilir; Bk. İbn Mâce, adı geçen yer.
2198] 3/Âl-i İmrân, 132
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ma’sûm/korunmuş değildir. Onların ictihadları da zannîdir, mutlak doğru değil; göreceli doğrulardır, şüphe sözkonusudur. O yüzden delillerinin kuvvetli olmadığını, ya da bir âyet ve sahih hadise ters düştüğünü gördüğünde, hiçbir müslüman buna rağmen ictihadı öne çıkaramaz. Zaten “Kur’an ve sünnet” vurgusunu öne çıkaranlar, fıkıh bağnazlığının farkına varan, 1200-1300 sene önce yaşamış insanların günümüz şartlarını bilmelerini, kıyâmete kadar geçerli hükümleri hiç yanılmadan ve aşılamayacak şekilde en isâbetli ictihadlarla tesbit ettiklerini iddia etmeyen (etmemesi gereken) bilinçtedir. Önceki müctehidler, kendilerine ulaşan deliller ve kendilerini çevreleyen tarihî şartlarla, o günkü problemlere çözüm getirmeye çalışmışlardır. Ve bütün şuurlu müslümanların ittifak ettikleri tek bir mezhep veya müctehid yoktur. Yani, kimine göre bir konuda Hanefî mezhebi veya onun müctehidleri doğruyu yakaladıkları ve kuvvetli delillere sahip olduğu halde, kimine göre farklı bir mezhep ve müctehidler o konuda veya başka bir konuda daha doğru ve kuvvetli delillere sahip olabilir. O yüzden bir mezhebin veya müctehidin hükmünü tüm müslümanların uygulamalarını istemeye kimsenin hakkı yoktur. Bir müslüman, falan mezhebin hükmünü tercih edebilir, ama başkalarına dayatamaz, başkası da farklı bir mezhebin görüşünü tercih edebilir. Yoksa mezhepler din edinilmiş olur. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.”2199
Cuma namazı muhkem bir farîzadır. Farziyeti Kitab, Sünnet ve icmâ ile sâbittir. Kitab ve Sünnet gibi ana deliller mevcut iken, ictihâdî ve tâlî bir şartın yokluğu öne sürülerek, beşer sözü ile Cuma farîzası ortadan kaldırılamaz. “Şek/şüphe ile yakîn zâil olmaz.” Hanefî mezhebinin dışındaki İslâm mezheplerinin tümü (cumhûr-ı ulemâ), Cuma namazını halifenin kıldırma şartını ileri sürmezler, bu namazın dâru’l-harple ilişkisi olduğunu da iddia etmezler. Elbette hiçbir mezhep ve âlim, Cuma namazının devlet namazı olduğunu da ileri sürmez. Mezhep bağnazı olmayan “Kur’an ve Sünnet, Kur’an ve Sünnet!” diyen müslümanlar, Kur’an ve Sünnetin kesin emri konusunda, gerekirse başka bir mezhebin görüşüyle amel eder, Kur’an ve Sünnetin emrini çiğneme ihtimalini ortadan uzaklaştırır.
Kaldı ki, bu insanlar, kraldan fazla kralcı kesildiklerini fark etmiyorlar mı? Hanefî mezhebi adına Cuma namazının şartları oluşmadığı için Cuma namazının kılınmayacağını iddia edenler, Hanefî mezhebine ait “şu şartlar yerine gelmeyince Cuma namazı kılınmaz, kılmayın!” diye net bir fetvâdan bile bahsedemezler. Nice müslümanın kanını döktüğü gibi, kendisini de zindanlara atıp orada şehid eden zâlim bir yöneticinin hâkim olduğu şartlar altında Ebû Hanife’nin Cuma namazı kılmadığını veya kılınmasını câiz görmediğini kimse iddia ve isbat edememektedir. Onun zamanında da, ondan sonra da hanefî müctehidler, kendi çıkarımlarıyla tesbit ettikleri cumanın sıhhat şartları yoksa Cuma namazı kılmayın demedikleri ve tarihte Cuma namazı kılmayan cemaatlerden bahsedilmediği gibi, daha sonra gelen bazı hanefî müctehidleri, bu şartlardan bazıları yerine gelmediği için, Cuma namazı terk edilmez, belki sahih olmamıştır diye, öğle namazı yerine geçmek üzere “zuhr-ı âhir” adı verilen Peygamberimiz zamanında hiç bilinmeyen namazı tavsiye etmiştir. Başka hiçbir mezhebin bilmediği bu namazın tek bir gerekçesi vardır: Bir mezhebe göre şartların yerine gelmediğinde
2199] 42/Şûrâ, 31
CUM’A NAMAZI
- 471 -
Cuma namazının terk edilmemesi, ama aynı zamanda Cuma namazı sahih olmayabilir endişesinden dolayı, öğle namazı yerine geçecek dört rekâtlık bu namazın da kılınması.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de hiçbir ülkede Cuma namazını protesto etme ve Cuma namazının kılınmaması gerektiğini (belki bir-iki istisnâ dışında) âlimler gündeme getirmemiştir. Bu konuda yüzlerce âlimden kimler Cuma namazı kılınmasına karşıdır? “Bugünkü şartlarda Cuma namazı kılınmaz” diyen ne kadar âlim gösterilebilir? Çağımızda dünya çapında kabul gören Mevdûdi mi, Seyyid Kutub mu, kardeşi Muhammed Kutub mu, Hasan el-Bennâ mı, Muhammed Ali Sâbûnî mi, Ebû Ğudde mi, el-Âlbânî mi, Muhammed Gazâlî mi, Yusuf el-Karadavî mi, bunlardan veya bunlara benzer âlimlerden herhangi birinin Cuma namazının kılınmaması gerektiğiyle ilgili bir fetvâ, görüş veya uygulama iddiâ edilebiliyor mu? Bu konuyu Türkiye’de ilk ortaya atanlar bile bu görüşlerinden vazgeçmiş, Cuma namazının kılınması için yine Hanefî fıkıhçıların görüşleri istikametinde çözümler önermeye ve (Cuma imamı olarak seçtikleri kişilerin arkasında) Cuma namazını kılmaya ve kılınmasını istemeye başlamıştır. Dâru’l-harp durumunda olduğu ve tâğûtî düzeni protesto ve Diyanete tepki için bugünkü şartlarda Türkiye’de Cuma namazı kılınmamalıdır diye ilk kamuoyu oluşturan zâtın, hatasından dönmüş olması sevindiricidir. Bu konuları ondan öğrenen bazı kişilerin hâlâ kraldan fazla kralcılığı ise düşündürücüdür. Bu konuda şâz kalan rahmetli Sadreddin Yüksel Hoca’dan başka Türkiye’de veya diğer ülkelerde “Cuma namazı kılınmamalıdır” diyen meşhur hiçbir âlim gösterilememektedir. İhvân-ı Müslimin’den tutun, ülkeleri işgal altındaki (dâru’l-harp kavramı için gerçek bir örnek, yani savaş ülkesi olan) Kudüs’te, Filistin topraklarında da Cuma namazı terkedilmemiştir ve hâlâ büyük katılımlarla kılınmaktadır.
Bu konu, tekfir konusuyla da (mevcut câmi imamlarının kâfir olduğu değerlendirmesi ile) ele alınmaktadır. Tâğutlara gönülden bağlı olmayan resmî görevlilerin, sırf memur diye Allah’ın değil, tâğûtî devletin emrinde olduğunu ve küfrü imana tercih eden kâfirler olduğunu iddiâ etmek, insanı vebal altına sokabilir. Bu konu, Müslümanlar arasında tartışılmaktadır. Sadece Cuma değil, beş vakit farz namazlar da tabii ki Kur’an’ın istediği gibi şirksiz şekilde iman eden müslümanların arkasında kılınabilir. Akaidinin sağlam olduğunu zannettiğimiz, yani küfre girdiğine dair kesin delillerimizin olmadığı, ağzından elfâz-ı küfür, davranışlarından ef’âl-i küfür sâdır olmayan her kıble ehlini müslüman kabul ederiz. Hutbesinde tâğutun dostu olduğunu (te’vil edilemeyecek açıklıkta) ifâde eden bir imama (daha doğrusu hakka bâtılı karıştıran devlet memuruna) rastladığında müslümanlar câmiyi terketmeli, alenen tevbe etmediği müddetçe bir daha da o şahsın arkasında hiçbir namazı kılmamalıdır. Tâğutu seven, bunu görüşleriyle ya da okuduğu hutbeyle gösteren bir kimsenin arkasında sadece Cuma değil, hiçbir namaz kılınamaz. Bu konuda diğer namazlarla Cuma namazı arasında fark yoktur. Yani, arkalarında beş vakit namaz kılınması câiz olan kimsenin Cuma imamı olmasında, günümüz şartlarında bir sakınca yoktur. Okul diplomalarının, resmî nikâh işlemlerinin küfre ait birer vesika kabul edilmeyip düzenin dayattığı birer formaliteden ibâret kabul edildiği gibi, resmî görevlerin de birer formalite kabul edilmesi gerektiğini ileri süren çok sayıda kişi vardır. Bununla birlikte en azından bu konuda şüphe olduğundan ihtiyatlı davranarak beş vakit namaz ve Cuma namazı gibi çok önemli bir ibâdeti, kabul olmama ihtimalinden dolayı diyanet
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görevlilerinin arkasında kılmayan kimseleri de haksız görme hakkımız yoktur. Resmî görevlileri namaz ve Cuma imamı kabul etmeyen, ama bunlar yüzünden cumayı da terk etmek istemeyip formül arayan çok sayıda muvahhid mü’min bulunmaktadır.
Cuma namazını resmî imamların arkasında kılmak zorunda değiliz; devlet memuru durumundaki resmî görevlilerin arkasında kılmaya gönlümüz yatmıyorsa, kendi aramızda cemaat teşkil ederek herhangi bir yerde Cuma namazı kılmalıyız. Cuma namazlarının ille de bir camide kılınmasının şart olmadığını belirtelim. Özellikle günümüz ortamında câmilerden daha özgür alternatifler oluşturabiliriz. Müslümanlar, diyanete bağlı bir câmi imamının (namaz kıldırma memurunun) arkasında namaz kılmaya gönülleri elvermiyorsa, toplanıp kendi aralarında bir dernekte, vakıfta, hatta bir işyerinde veya uygun bir evde Cuma namazı kılabilirler, kılmalıdırlar.
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.”2200
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Bugünkü cemaat evleri, bağımsız dernek ve vakıf durumundaydı. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini, ders yaptıkları ve cemaat olarak toplandıkları yerleri ihyâ etmeleri, ev ve benzeri yerlerin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
O yüzden câmilerde Cuma kılmayı uygun görmeyen Müslümanların cumayı bu sebepten terk etmeleri de doğru olmaz. Kendilerine alternatif mescidler, yani cemaatle namaz ve Cuma kılabilecekleri mekânlar rahatlıkla bulabilirler, bulmalıdırlar.
20. y.y.ın ilk çeyreğindeki işgal ve savaş zamanlarında Maraş’taki bir imamı,
2200] 10/Yûnus, 87
CUM’A NAMAZI
- 473 -
o günkü özel şartlar nedeniyle farklı değerlendirdiğimizde, Cuma namazının Türkiye şartlarında kılınmaması gerektiği, Türkiye’de ilk defa 1970’lerin sonlarına doğru ortaya atıldı. Osmanlı devletinde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilânından sonra da Cuma namazının kılınmaması gerektiği gündeme gelmemiştir. Şeyh Said, Said Nursi, Atıf Hoca ve benzeri düzene belirli oranlarda karşı çıkan hiçbir âlim böyle bir fetvâ vermemiştir. Arap ülkelerinde de aynı şey geçerlidir. Bu konuyu Türkiye’de gündeme getiren kişiler, bununla aslında müslümanların şuurlanmasını, siyasî bilince ulaşmasını, devlet ve tâğut konusunun bu şekilde anlaşılabileceğini düşünmüşlerdir. Ama, hiçbir zaman böyle olmamıştır. Cuma namazı kılmayanların bu görüşünden devletin etkilenip geri adım attığı söylenemeyeceği gibi, halkın da Cuma namazını kılmayanlara tavrı beklentilerin tam aksine olmuştur. Cuma’yı terk, halkı şuurlandıracağına; terkeden gençlerin câmi cemaatinin gözünden tümüyle düşmesine sebep olmuştur. Cuma, terkedilerek değil; sahiplenilerek aslî hüviyetine kavuşturulabilir. Haccı (gidişleri Diyanet ve dolayısıyla T.C. düzenliyor ve hac paraları önceden bankaya yatırılıyor diye) câiz görmeyip terketmeye, cemaate katılmamaya, Cuma namazını protestoya hiçbir müslümanın hakkı yoktur. Bu tavırlar, ilhâmını Kur’an ve Sünnetten alan davranışlar olmadığı gibi, tebliğe de zarar veren yanlışlardır.
Cuma namazı kılmayanların da hemen hepsi, Cuma vaktinde vicdânen rahat olmadıklarını, bir ibâdeti terk etmenin vebalini düşündüklerinden dolayı kalplerinin huzura kavuşmadığını -en azından yakın çevrelerine- dillendirirler. Yine bunlardan bazıları, alternatif de oluşturamamakta, bazen de farklı şekilde Cuma namazı kılmak için özel bir yer bulduklarında kendi ictihadlarıyla çelişen tavırlara girebilmektedirler.
Kur’an’dan başka kutsal ve yanlışsız kitap, Peygamberimiz’den başka da mâsum insan yoktur. Müctehidlerin görüşleri de herkesi bağlamaz. Kaldı ki, hiçbir mezhepten hiçbir müctehid, hangi şartlar eksik olursa olsun, Cuma namazının kılınmaması gerektiğini net bir şekilde fetvâya bağlayıp şartlar eksik olunca Cuma’nın kılınmasını yasaklamamıştır. Çünkü Kur’an’ın emrini yasaklamak çok büyük bir cür’ettir. “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan şerikleri/ortakları mı var?”2201
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır; mezhepli olmak değil, mezhepçilik yapmaktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber’le (s.a.s.) birlikte, sözü eleştirilemeyecek başka insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin ihtilâflı yorumları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, bundan yüzlerce sene önceye ait ve o günkü şartlarla ilgili fetvâlar ve kelâmî değerlendirmeler, hatta yer yer Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte, bazı şahıs ve cemaatler Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur’ânî bir emrin, Cuma namazının terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu
2201] 42/Şûrâ, 21
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektedir. Kimine göre İslâm, sanki cihad nutukları atmaktan veya Cuma kılmamak, câmileri boykot etmekten, İslâm’ın sadece siyâsî taraflarını öne çıkarmaktan ibârettir. Dâvet edilen din, altı çizilen esaslar bu tür beşerî yorumlardır.
Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”2202 Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir, tapınmadır.”2203
Din anlayışımız; özellikle akîdeye, haram-helâl ölçüsüne ve ibâdet hükmündeki ahkâma, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan İmamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun, İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını Din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil etmektedir.
Meşhur hadis-i şerifte, bir kötülük görüldüğünde el, dil veya kalple onun (daha iyisiyle) değiştirilmesi emredilir.2204 Bu hadis, aynı zamanda alternatif göstermeyi emretmektedir. Kur’an’da Mescid-i takvâ alternatifi gösterilerek mescid-i dırardan bahsedilmesi2205 konuya örnektir. İctihad, ilgili nassla yaşanan olay arasında bağ kurabilmektir. Yaşanan hayatı yeterince tanımayan, tahlil edemeyen kimselerden doğru ictihad beklemek, elma ağacından armut beklemek gibidir. Allah için bir bakın, dünyadaki şuurlu müslümanlar bu konularla mı uğraşıyor dersiniz?!
Bekri Mustafa’nın imam olmasıyla ilgili fıkrayı konumuza adapte edebiliriz: Öteki âlemdeki ruhlar sorarlarsa, onlara buralardaki müslümanların pireye kızıp yorgan yaktıklarını, tâğutlara kızıp bazı farzları terk ettiklerini söylersin, onlar gerisini anlarlar...
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”2206; “Bazı insanlar ya Cum’a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.”2207 Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler
2202] 9/Tevbe, 31
2203] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no 3292
2204] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
2205] 9/Tevbe, 107-109
2206] 3/Âl-i İmrân, 105
2207] Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865
CUM’A NAMAZI
- 475 -
(bahâneler) aramak yerine; bu Kur’ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama, kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.
İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma İmamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir. Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur: Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler. Radikal gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler. Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar. Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir.
Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir ve Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıtsız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.
Cuma Namazı Etrafındaki Bazı Konular
Arûbe Gününe Cuma İsminin Verilişi
Bütün kaynaklar, İslâm’dan önce Câhiliyye devri Arapları arasında Cuma gününün, Yevmü’l-Arûbe (Rahmet Günü) diye isimlendirildiği hususunda birleşmesine rağmen, bugüne Cuma isminin, ilk kez ne zaman, hangi nedenle ve kim tarafından verildiği konusunda farklı görüşler nakletmektedirler.
Bir görüşe göre Arûbe gününe Cuma ismini ilk defa veren Mekke lideri Kâ’b b. Lüey olmuştur. Zira Kâ’b, Arûbe gününde kavmini bir araya toplar, onlara öğüt verir, Harem-i Şerîfi ta’zîm etmelerini emreder ve buradan bir Nebî gönderileceğini haber verirdi. Dolayısıyla insanlar kendisinin etrafında toplandıkları için bugüne Cuma ismini verenlerin ilki o olmuştur. Bu görüşü ez-Zübeyr, “Kitâbü’n-Neseb” adlı eserinde Ebû Seleme b. Abdirrahman b. Avf’tan maktu bir haber olarak rivâyet etmiştir.2208
Rivâyete göre Ebû Seleme demiş ki; “Emmâ ba’dü” diyerek söze başlayanların ilki Kâ’b b. Lüey’dir. O, Cuma gününe Cuma ismini verenlerin de ilki olmuştur.
2208] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahih-i Buhârî, 2/411; İbnu’l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 4/1804; Zemahşerî, Keşşaf, 4/97
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hâlbuki o güne Arûbe günü denilirdi.2209 Bu görüşü el-Ferrâ ve daha başkaları kesin bir dille ifâde etmişlerdir. Kezâ Kureyşi “Dâru’n-Nedve”de etrafında toplayıp onlara va’z u nasihatta bulunan ve bu güne Cuma adını verenin bizatihi Kusay b. Kilâb olduğu da iddia edilmiştir. Bu görüşü de es-Sa’leb, Emâlî adlı eserinde ileri sürmüştür.2210
Tâbiûn ve daha sonraki nesilden bir kişinin hiçbir belgeye dayanmadan İslâm öncesi devirle ilgili olarak ortaya attığı bu görüşler tarihî bir rivâyet olmaktan öte hiç bir kıymeti hâiz değildir. Dolayısıyla olayı bu çerçevede düşünmek mümkün olamaz.
Nitekim bir kısım âlimler bu iddiayı reddederek Arûbe gününe Cuma isminin verilişinin Câhiliyye devrinde olmayıp İslâmiyyet devrine ait olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Onlara göre Arûbe gününe Cuma ismi verilmesinin nedeni insanların bugünde namaz için bir araya toplanmalarıdır. Bu görüşü savunanların başında İmam Nevevî,2211 Râgıb el-Isfahânî,2212 İbn Hazm ve daha başkaları gelir. İbn Hazm bu hususta şöyle der: “Cuma ismi İslâmî bir isim olup, İslâm’dan evvel câhiliyye devrinde bu isim kullanılmıyordu. Câhiliyye döneminde Araplar bu güne sadece “Yevmü’l-Arûbe” diyorlardı. İslâmiyyet devrinde o gün insanlar namaz için bir araya toplandıklarından bu güne Cuma ismi verilmiştir.”2213
Bir görüşe göre de bu güne Cuma ismini verenler, bizatihi Medineli müslümanlardır. Nitekim Abdürrezzak b. Hemâm es-San’ânî ve daha başkalarının sahih bir senedle İbn Sîrin’den rivâyet ettikleri şu haber, bu görüşü teyit etmektedir. İbn Sîrin demiştir ki; “Medine halkı, Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret ederek gelmezden ve Cuma âyeti nâzil olmazdan önce Cuma namazı kılıyorlardı. Bugüne Cuma ismini verenler de, işte bu Medine’li ensardır. Ensar dediler ki; ‘Yahûdilerin her yedi günde bir toplanıp ibâdet ettikleri husûsî bir günleri vardır. Hıristiyanların da öyle. Haydi biz de kendimize, toplanıp Allah’ı zikretmek, namaz kılmak ve Allah’a şükretmek için bir gün tahsis edelim.’ Sonra şöyle dediler: ‘Cumartesi günü yahûdilerin, pazar günü hıristiyanlarındır. Öyleyse siz bunu Arûbe günü yapın’. Onlar Cuma gününe, ‘Yevmü’l-Arûbe’ diyorlardı. Nihâyet Ensar Es’ad b. Zürâre’nin etrafında toplandılar. O da, o gün onlara iki rekât namaz kıldırdı ve kendilerine va’z u nasihatta bulundu.
Onun başında toplandıkları bu günün ismini Cuma koydular.2214 İbn Sîrin’den gelen bu mürsel haberi sahih bir senedle mevkuf olarak İbn Ebî Hatim de tahriç etmiştir.
Bu görüş esas kabul edildiği takdirde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hicret esnâsında Küba’dan ayrıldıktan sonra Ranûna denilen yerde ilk Cuma namazını kılmaları ve daha sonra vahyin bu mâhiyete uygun olarak gelmesi, Medineli müslümanların
2209] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/379; İmam Şâfiî, el-Ümm, 1/189; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi'l-Kur'an, 18/64; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, 28/100; Mecmûatün Minettefâsir, 6/260 ; M. A. Sâbunî, Revâiu'l- Beyân, 2/570
2210] İbn Hacer, A.g.e., 2/411; Kurtubî, A.g.e., 18/97; Âlûsî, A.g.e., 28/99
2211] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/379
2212] Râgıb el-Isfahânî, Müfredâtü Elfâzil-Kur'an, II. Baskı, 1992, Beyrut, s. 202
2213] İbn Hazm, el-Muhallâ, Darulfikr, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. yok, 550
2214] Abdürrezzak b. Hemâm es-San'ânî, el-Musannef, 3/159-160; İbn Hacer, A.g.e., 2/414; İbn Hacer, et-Telhisü'l-Habîr, 4/517
CUM’A NAMAZI
- 477 -
hem bu haftalık ibâdetlerini, hem de bu ibâdet için Cuma gününü seçmedeki ictihadlarını tasvip etmiş olması anlamına gelir.
İbn Hacer: “Bu haber, her ne kadar mürsel olsa da onun, Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvûd ve İbn Mâce’nin tahriç ettiği; İbn Huzeyme ve birçoklarının sahih saydığı güzel bir isnadla rivâyet olunan şahidi vardır. İbn Şîrînin mürseli, bu sahâbîlerin Cuma gününü ictihadla seçtiklerine delâlet ediyor. Fakat bu durum, o günü Rasûlullah’ın (s.a.s.) vahiy yoluyla bilmesine ve onlara bildirmiş olmasına engel teşkil etmez2215 diyerek, İbn Şîrînin yukarıdaki haberine son derece mâkul bir bakış açısı getirmekte ve haklı olarak bu görüşü fazla isâbetli görmemektedir. Nasıl isâbetli olsun ki, ensarın kendi kafalarına göre daha önce farz olan öğle namazını terkedip onu iki rekât Cuma namazıyla değiştirmelerine şeriat müsaade eder mi?
Birkısım ulemâ ise, bugüne Cuma isminin verilmesinin insanların o günü toplantı ve ibâdet günü olarak seçmeleri nedeniyle olmayıp mahlûkatın yaratılışı bugünde kemâle erdiği için, Şârî’ tarafından bu şekilde isimlendirildiği görüşüne sahip olmuştur. Bu görüşü Ebû Huzeyfe en-Neccârî, “el- Mübtedâ” adlı eserinde zayıf bir senedle İbn Abbas’dan nakletmiştir.2216 İbn Kesîr de bu görüşü müdâfaa ederek: “Eski dilde Cuma gününe ‘Yevmü’l-Arûbe’ denirdi. Bizden önceki ümmetlerin bugünde ibâdetle emrolunup da daha sonra o günü unutarak zâyî ettikleri sâbittir. Yahûdiler hiçbir yaratılışın vuku bulmadığı Cumartesi gününü, Hıristiyanlar kendisinde yaratılışın başladığı pazar gününü seçtiler. Allah Teâlâ bu ümmet için, kendisinde yaratılışın kemâle erdiği Cuma gününü seçti2217 demektedir.
Bir başka görüşe göre de, bugüne Cuma denilmesinin nedeni Hz. Âdem’in hilkatinin o günde tamamlanmış olmasıdır. Selmân-ı Fârisî’den (r.a.) gelen şu hadis bu görüşü teyid etmektedir. Selmân (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ey Selmân! Cuma gününün ne olduğunu bilirmisin?” diye sordular. Ben: ‘Allah ve Rasûlü bilir’ dedim. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Cuma gününe ancak, Allah, Âdem’in hilkatini o günde cem ettiği için Cuma adı verilmiştir” buyurdular.2218
Bu hadisi, Ahmed bin Hanbel, İbn Huzeyme ve daha başkaları rivâyet etmiştir. Bu hadisin İbn Abbas (r.a.) ve Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyet edilen şâhidleri de bulunmaktadır. Onu da İbn Ebî Hâtim kuvvetli bir senedle mevkuf olarak rivâyet etmiştir.2219 İbn Abbas (r.a.) demiştir ki: “Bu güne Cuma isminin verilmesi, Allah Teâlâ’nın, Âdem’in bütün âzâsını bu günde halk edip bir araya getirdiği içindir.” Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyet olunduğuna göre de Hz. Peygamber’e Cuma gününe bu ismin niçin verildiği sorulmuş, Rasûlullah (s.a.s.) de: “Çünkü babanız Âdem’in hamuruna bugün şekil verildi. Kıyâmet bugün kopacak, diriliş bugün vuku bulacak, büyük yakalanış bugünde olacaktır.”2220 buyurmuştur.
Bu haberlerin işaret ettiği görüş, bu husustaki görüşlerin en sahîhidir.
2215] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 2/414
2216] İbn Hacer, A.g.e., 2/411
2217] İbn Kesir, Tefsiru Kur'ani'l-Azîm, Kahraman Yay. İstanbul, 1984, 8/145
2218] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/311; Suyûtî’nin beyânına göre bu hadisi Saîd b. Mansûr, Nesâî, Taberânî ve İbn Mürdeveyh de rivâyet etmiştir. Bk. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 6 /216
2219] İbn Hacer, A.g.e., 2/411
2220] Ahmed bin Hanbel, A.g.e., 2/311
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dolayısıyla İbn Sîrîn’in bildirdiği şekilde Medine’li müslümanların Cuma gününe mahsûsen kıldıkları Cuma namazı ve bugüne Cuma ismini vermeleri kendi ictihadlarıyla değil, bizzat Rasûlullah’ın (s.a.s.) beyân ve işaretiyle olmuştur. İbn Sîrîn’in, bu güne Cuma ismini verenler Medineli müslümanlardır, şeklindeki haberi sahih olmakla beraber, onların bu isimlendirmeleri sadece ma’lûmu îlâmdan ibarettir. Yani onlar, Rasûlullah’tan öğrendiklerini îlan etmişlerdir. Nitekim Dârakutnî’nin Muğîre b. Abdirrahman’dan rivâyetine göre İbn Abbas’ın şu ifâdeleri bunu teyit etmektedir: “Peygamber (s.a.s.) hicret etmeden önce Cuma namazına izin verdi. Fakat kendisi Mekke’de iken Cuma kılmaya muktedir değildi. Bu sebeple Mus’ab b. Umeyr’e mektup yazarak: ‘Yahûdilerin Zebur’u aşikâre okudukları güne bakın! Siz de kadınlarınızı ve çocuklarınızı toplayın. Cuma günü zeval vaktinde gün yarıdan meyledince iki rekât namazla Allah’a yaklaşın.’ buyurdu”.2221 Görüldüğü gibi, bu hadisde Cuma günü açıkça zikredilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu güne Cuma isminin verilmesi sahâbenin kendi ictihadı ya da başkalarının isimlendirmesiyle değil, Rasûlullah’ın (s.a.s.) tâlimiyle olmuştur. Zâten vahiy nâzil olup dururken ve Rasûlullah (s.a.s.) aralarında iken sahâbenin kendiliklerinden böyle bir işe teşebbüs etmeyecekleri açık bir şeydir. Bizden önceki ümmetler de Cuma gününde ibâdetle memur olup onu zâyî ettiklerinden Rasûlullah (s.a.s.) vahy-i İlâhî ile bu günü biliyordu. Dolayısıyla onu ashâbına bildirdi ve kendisi Mekke’de olduğu halde Medine’li müslümanlara, durumları buna müsait olduğu için o günde Cuma kılmalarını emretti. Onlar da bunu îlan ettiler.
Nitekim Müslim bu hususu Abdurrezzak tarîkiyle Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivâyet etmiştir. “Bizler en son gelenleriz, ama kıyâmet gününde herkesi geçenler de biz olacağız. Şu kadar var ki, onlara bizden önce, bize ise onlardan sonra kitap verildi. İşte bugün onlara farz kılınıp da, hakkında ihtilâfa düştükleri gündür. Allah bizi bugüne hidâyet buyurdu. Dolayısıyla bu hususta onlar bize tâbidir.”2222
Bu hadisten de anlaşılıyor ki, Cuma gününü ta’zîm etmek bize emredildiği gibi, yahûdî ve hıristiyanlara da emredilmiştir. Müslim şârihlerinden Übbî’nin (ö.827) beyânına göre Mûsâ (a.s.), yahûdilere ibâdet günü olarak Cuma gününü tâyîn etmiş ve onun son derece fazîletli bir gün olduğunu kendilerine haber vermiştir. Fakat yahûdîler: “Cumartesi günü daha faziletlidir.” diye itirazda bulunmuşlar, bunun üzerine Allah Teâlâ da Hz. Mûsâ’ya, onları tercih ettikleri günle başbaşa bırak diye vahyetmiştir. İbn Ebî Hatim, Süddî’den bu mânâda bir de hadis nakletmiştir.2223
Kastallânî bu hususta şunları kaydetmektedir: “Zâhire bakılırsa, Hz. Mûsâ Cuma gününü yahûdilere ibâdet günü tâyin etmiştir. Çünkü hadisin siyakı (söz dizimi) o günü bıraktıkları için yahûdilerin zemmedildiğine delâlet ediyor. Dolayısıyla o günü onlara tâyin etmiş olması icap eder. Zira tâyin etmeyerek ibâdet gününü seçmeyi onların ictihadına bırakmış olsaydı, yahûdilere muayyen olmayan bir günü ta’zîm etmeleri lâzım gelirdi, ictihadları ile onlar da bu günün Cumartesi yahut pazar olduğunu tâyin edince, o günde ibâdet etmeleri günah olmamak lâzım gelirdi. Çünkü müctehidin ictihadı sâyesinde ulaştığı netice ile amel etmesi gerekir. Nitekim hadiste “İşte onlara farz kılınan gün budur! Onlar bu
2221] Dârâkutnî’den naklen İbn Hacer, et-Telhis, Daru’l-fikr, tarihsiz, 4/517
2222] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî., 2/412; Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/392
2223] Bu konuda Bk. Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, 1980, İstanbul, 4/501 vd.
CUM’A NAMAZI
- 479 -
gün hakkında ihtilâfa düştüler.” buyurulmuş olması buna şâhittir. Bundan anlaşılıyor ki Cuma gününü topluca ta’zîm ve bu güne mahsûsen kılınan namaz bize emredildiği gibi, bizden öncekilere de emredilmiştir.2224
Netice itibariyle Arûbe Günü’nün Cuma günü’ne tebdîl edilmesi, ne insanlar bu günde etrafında toplandıkları için Kâ’ab b. Lüey veya Kusay b. Kilâb’ın isimlendirmelerine ve ne de bu günde namaz için bir araya gelmeleri sebebiyle Medineli Ensârın ictihadına dayalıdır. Bilâkis bu isimledirme Peygamber’in (s.a.s.) vahye müstenid olan ictihâdıyla sâbut olmuş, Medineliler de Rasûlullah’tan (s.a.s.) öğrenerek bu ismi îlan etmişlerdir. Zira Cuma namazının farz kılınması, Medineliler toplanıp bu namazı kıldıkları için değil, aksine onlar bu namaz kendilerine emredildiği için bu emir gereği toplanmışlardır. Medineli Ensarın aralarında geçen “yahûdilerin her yedi günde bir toplanıp ibâdet ettikleri husûsî bir günleri vardır. Hıristiyanların da öyle. Haydi biz de kendimize, toplanıp Allah’ı zikretmek, namaz kılmak ve Allah’a şükretmek için bir gün tahsis edelim” şeklindeki konuşma, belki tamamının raslantı olarak gündeme getirdikleri bir konuşma şekli olmayıp, tersine meselenin şuuruna vâkıf olanların, Medine gibi henüz toplu ve alenî ibâdetlere âşinâ olmayan bir toplumda böyle bir ibâdete hazır olmayanları bu aksiyona hazırlamak için stratejik bir tavır olsa gerektir. Zira ne de olsa Medine o sırada henüz bir küfür diyârı idi ve bu dine yeni girenler toplumdan gelebilecek şiddetli tepkileri dikkate alarak böyle bir hareketten çekinebilirlerdi. Dolayısıyla Ensâr, aralarında bu dine yeni giren Medinelilerin rekabet duygusunu harekete geçirerek Rasûlullah’tan (s.a.s.) aldıkları bu emri onlara bu şekilde uygun bir lisanla anlatıp tatbîkata koyma yoluna da gitmiş olabilir. Yoksa İslâm’ın bu derece evrensel ve hayatî öneme hâiz bir ibâdetinin menşeini, ensârın tamamen raslantı sonucu ortaya atıp aksiyona dönüştürdükleri bir düşüncede aramak mümkün değildir.
Cuma sûresi için “Toplantı sûresi” Cuma namazı için de “Toplantı namazı” hatta “Toplantı günü namazı2225 diyenler vardır. Bu tabirler hem yanlış, hem de İslâmî teşrî’in rûhuna tamamen aykırıdır. Zira sunduğumuz belgelerden de anlaşılacağı üzere, bu çevrelerin indî ve yüzeysel mütâlaalara dayanarak iddia ettikleri gibi, Cuma namazı toplantı namazı veya toplantı günü namazı değil; bilâkis Cuma günü, bu güne mahsûsen farz olan namaz sebebiyle insanların kendisinde toplanmak mecbûriyyetinde oldukları bir gündür. Dikkat edilirse bu ikisi arasındaki fark gâyet açıktır. Zira birincide hikmet, namaza vesîle olan toplantı veya toplantı gününe, diğerinde ise, toplantıya veya toplantı gününe vâsıta olan namaza atfedilmektedir. Başka bir tâbirle birinde insanlar toplandıkları için namaz emrediliyor, diğerinde ise namaz emredildiği için insanlar toplanıyorlar. Akıl ve şerîat böyle bir namazın, insanlar toplandığı için farz kılındığını değil, namaz farz kılındığı ve bu namaza çağrıldıkları için insanların toplandığını söylüyor. Çünkü Cuma namazı, öğle namazından müstakil olarak ilk defa o andan itibaren farz kılınan bir namaz olmayıp aksine daha önce mevcut olan öğle namazının, hutbe sebebiyle kısaltılmış şeklinden ibarettir. Nitekim Hz. Âişe ile Hz. Ömer’in: “Cuma namazı hutbe sebebiyle kısaltılmış (öğle namazı)dır.” şeklindeki mevkuf haberi, Saîd b. Müseyyeb, Mekhûl, Tâvüs, Hasan Basrî ve daha başka
2224] Ahmed Davudoğlu, A.g.e., 4/501 vd.
2225] E. Özkan, Tasavvuf ve İslâm, 1993, Anlam Y., Ankara, s. 360 vd.
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
selef âlimlerinin “Cuma namazı dört rekât idi, hutbe sebebiyle kısaltıldı.”2226 tarzındaki maktu haberleri bu hususu teyid etmektedir.
Hanefî âlimlerinden Kâsânî’nin açıklamasına göre, “İmam Şâfiî, ‘Cuma namazı nâkıs bir öğle namazıdır’ derken, seleften gelen bu haberleri delil getirmiştir.2227 Kezâ İmam Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf da bu konuyla ilgili olarak: “Cuma günü vaktin farzı, bizatihî öğle namazıdır. Lâkin imkân nisbetinde bu iki delille amel etmiş olmak için Cuma namazı sebebiyle öğlenin terkedilmesi emredilir. Bundan ötürü Cuma namazının fevt edilmesinden ve vaktin çıkmasından sonra öğle namazını kaza etmek vâcib olur. Kaza ise edâdan bedeldir. Bu da vaktin farzı hususunda öğle namazının bizatihî asıl olduğunu gösterir. Yoksa dört rekâtin, iki rekâttan bedel olması imkânsızdır2228 demişlerdir. Nitekim Cumhûr-ı ulemânın görüşü de budur.2229
Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki bu namaz, insanların bir araya gelerek kendi arzularına göre Cuma namazı kılmalarından veya o günde toplanmış olmalarından ötürü meşrû kılınmış bir namaz değildir. Aksine hutbe sebebiyle üzerinde ta’dilat yapılarak kısaltılmış bir öğle namazıdır. Her iki namazın vakitlerinin aynı olması bunun en açık delilidir. Kur’an sûrelerin isimlendinlmesindeki teâmüle riâyet edilerek sûre’ye de kendisinde bu namazdan bahsedildiği için “Cuma sûresi” ismi verilmiştir.
Cuma Sûresi ve Cuma Âyetinin Nüzûlü
Cuma sûresinin dokuzuncu âyetini teşkil eden “Ey iman edenler! Cuma günü namaza nidâ edildiği (ezan okunduğu) zaman hemen Allah’ı zikre/anmaya gidin. Alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”2230 mealindeki âyet, yukarıda işaret edildiği gibi Cuma namazı ile ilgili hükümleri beyân ettiğinden ötürü Cuma âyeti diye meşhur olmuştur. Bu âyetin içerisinde yer aldığı sûreye de âyette geçen Cuma lafzından dolayı Cuma sûresi ismi verilmiştir. İbn Yesâr hâriç bütün âlimlere göre sûrenin tamâmı Medine’de nâzil olmuştur. İbn Yesâr, sûrenin Mekke’de nâzil olduğunu iddia etmişse de, Buhârî ve daha başka muhaddislerin rivâyetlerinde sâbit olduğu gibi, sahih olan görüş Medine’de nâzil olduğu görüşüdür.
Sûrenin ilk sekiz âyeti hicretin 7. yılında muhtemelen Hayber fethi esnâsında yahut ondan bir müddet sonra nâzil olmuştur. Buhârî, Müslim, Tirmîzî, Nesâî ve İbn Cerîr’in Ebû Hureyre’den (r.a.) rivâyetlerine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: “Cuma Sûresi nâzil olduğu zaman biz Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında oturuyorduk. Sûre inince Peygamber (s.a.s.) onu okudu. Nihâyet: “ve onlara katılmamış olanlar” kavline gelince bir adam kendisine “Bize katılmayanlar kimlerdir yâ Rasûlallah?” dedi.2231 Buhârî’nin rivâyetinde ise Ebû Hureyre “Ben: ‘Bize katılmayanlar kimlerdir yâ Rasûlullah?’ dedim’ diyerek suâli soranın kendisi olduğunu belirtiyor.2232
2226] Abdürrezzak, Musannef, 3/171, 230; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/31; Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 3/446; Kâsânî, Bedâyi, 1/266
2227] Kâsânî, A.g.e, 1/257
2228] Kâsânî, A.g.e., 1/2
2229] Cassas, Ahkâmu’l-Kur'an, 3/446; Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, 1/266
2230] 62/Cuma, 9
2231] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 8/510; Tirmîzî, Sünen-i Tirmîzî, 5385-386
2232] İbn Hacer, A.g,e., 8/510
CUM’A NAMAZI
- 481 -
Ebû Hureyre, Hudeybiye Müsâlehasından sonra ve Hayber’in fethinden önce müslüman olmuştur. Hayber ise İbn Hişâm’a göre Hicrî 7. senenin Muharrem, İbn Sa’d’a göre cemâziyelevvel ayında fetholunmuştur. Böylece sûrenin ilk sekiz âyetinin hicretin 7. yılında nâzil olduğu kesinlik kazanmış oluyor.
Bu sekiz âyeti tâkibeden son üç âyet ise, hicretten kısa bir süre sonra nâzil olmuştur. Zira Rasûlullah (s.a.s.) Medine’ye gelişinin beşinci günü Cuma namazı kılmış ve Cuma namazı için hutbe okunurken meydana gelen bir olay üzerine bu âyetler nâzil olmuştur. Câbir b. Abdillah’dan (r.a.) rivâyete göre bu olay şu şekilde cereyan etmiştir. Câbir der ki: “Bir Cuma günü peygamber (s.a.s.) ayakta hutbe îrâd ederken Medine’ye bir kervan geliverdi. Rasûlullah’ın ashâbı, hemen ona doğru sökün ettiler. Neticede yanında on iki kişiden başka kimse kalmadı. Kalanlar içerisinde Ebû Bekir ile Ömer de vardı. Bunun üzerine Cuma sûresindeki şu âyetler nâzil oldu: “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için nidâ edildiği zaman hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından (rızık) arayın. Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz. Onlar bir ticâret ve eğlence gördükleri vakit seni ayakta bırakarak ona koşuştular. De ki, Allah katında olan, eğlenceden de ticâretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin hayırlısıdır.” 2233
Buhârî, Müslim ve daha başka muhaddislerin muhtelif sahâbîlerden rivâyet ettikleri bu haber, söz konusu âyetlerin Medine’de nâzil olduğunun açık delilidir. Bu rivâyetler yukarıda geçen Ebû Hureyre hadisiyle birlikte mütâlâa edildiğinde, Cuma sûresinin tamamının Medine’de nâzil olduğunda hiç bir şüphe kalmamış olur. Zira bunların aksini gösteren sahih bir haber muvcut değildir.
Bu hususu bu şekilde beyân ettikten sonra, sırası gelmişken Cuma âyetinin içerdiği hüküm ve kavramlardan da kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. Zira Cuma âyeti sadece Cuma namazını farz kılmakla kalmayıp aynı zamanda nidâ, zikrullah, sa’y ve bey’ gibi taşıdığı birkısım kavramlarla namazla alâkalı veya namazın dışında kalan bazı hususlara da temas etmektedir. Şimdi âyet-i kerîme’deki tertîbe uygun olarak sırasıyla bu kavramlarla ne kastedildiği ve hangi hukukî sonuçları ihtivâ ettiğini görmeye çalışalım:
a) Cuma Âyetindeki Nidâ’dan Kasıt Nedir?
Nidâ kelimesi sözlükte; çağırmak, dâvet etmek, seslenmek, ses vermek ve daha başka mânâlara gelir. Istılahta ise mâlum lafızlarla okunan ezan kastedilir. Tabiî burada bizi ilgilendiren bu kelime ve kavramın etimolojik yapısı ya da lügat mânâsı değil, bu kavramın ifade ettiği çağrının tatbikatına ilişkin keyfiyettir. Zira Türkiye gibi İslâm dünyasının birçok beldelerinde, geleneksel olarak uygulanageldiği şekliyle, Cuma günleri, Cuma namazı için biri minarelerde, diğeri hatip minbere çıkıp oturduğu zaman onun huzurunda olmak üzere iki ayrı ezan okunmaktadır. İslâm’ı, Kur’ân ve sünnete uygun olarak yaşamaktan daha ziyade, Kur’ân ve sünnete uyup uymadığına bakmadan geleneksel kültür mîrasına bağlı kalarak yaşamaya çalışan avam halk da bunun, Kur’ân ve sünnetin kesin talimatı olduğunu zannetmektedir.
Aslında hemen hemen dinin her alanında kendini hissettiren bu geleneksel İslâm anlayışı, sadece avam halk kitlelerini tesiri altına almakla kalmayıp müftü,
2233] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Nevevî, A.g.e., 6/399 vd. Tirmîzî, A.g.e, 5386; 62/Cum’a, 9-11
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vâiz, imam ve hattâ kimi ilâhiyatçılar gibi aydın veya yarı aydın kitle üzerinde dahi hayli etkili olmuştur. Meselâ, diğerleri bir yana, belli çevrelerce çağdaş, aydın ve gerçek din âlimi olarak kabul gören, rastladığım bazı televizyon programlarında “ben, dini bilirim” diyerek bu alanda oldukça iddialı görünen Y. Nuri Öztürk gibi birisi bile, ısrarla Kur’an’daki İslâm’ı savunmasına rağmen, gördüğüm kadarıyla henüz bu geleneksel din anlayışından kurtulabilmiş değildir. Evet, sürekli olarak Kur’an’daki İslâm temasını işleyen ve bu maksatla “Kur’an’daki İslâm” adıyla bir de eser kaleme alan Yaşar Nuri Öztürk, bu geleneksel din kültürünün ne kadar tesirinde kaldığını hem de adı geçen eserinde şu cümleleriyle ortaya koyar: “Muhammedî Cuma şöyle icrâ edilir: Ezan okunur, hazırlanmış olan mü’minler mâbedi doldurur. Çeşitli sebeplerle gecikebileceklerin yetişmesine imkân vermek için 4 rekâtlik bir tatavvu kılınabilir. Tüm tatavvu namazları mescid dışında kılan Hz. Peygamber’in yalnız Cuma vaktinde farzdan önce 4 rekât tatavvuu câmide kıldığını görmekteyiz.(!) Bunun hikmeti mutlaka toplu halde kılınacak olan Cuma namazına herkesin rahatça yetişmesine imkân sağlamaktır. Hutbeden önce iç ezan okunur. Bu ezan, normal ezanla kamet arası bir uzunlukta ve ses tonunda olmalıdır. Sahrada ezan okur gibi iç ezan okumak sünnete aykırıdır. Mâbed, ses gösterisi yeri değildir.2234
Bir önceki sayfada: “Farzın doğmasını geleneksel fıkıh kitaplarının sıraladığı kayıtlara bağlamanın Kur’anla bir ilgisi yoktur. Bunlar siyasal perspektiflerin ürünüdür.” diyen sayın yazar, bu tesbitleri neye dayanarak yaptı acaba!? Şâyet oturup çağdaş kafayla ictihad yaparak birtakım istinbatlarda bulunduysa, bu istinbatları hangi âyetlerden çıkardı? Sünnetten ve hadisle ilgili rivâyetlerden istinbat ettiyse, bunun delilleri nerede, doğrusu merak ediyoruz. Maalesef birkaç cümle ile ortaya koyduğu bu bir yığın tesbitin, sözünü ettiği geleneksel fıkıh kitaplarından başka yerde hiçbir mesnedi yoktur. Zira ne Kur’an’da, ne Hz. Peygamber’in etrafında toplanan rivâyetlerde ve ne de Hz. Osman hâriç, ilk üç halifeye ait uygulamalarda yazarın ifade ettiği şekilde “Muhammedî bir Cuma namazı”na rastlamak mümkün değildir. İleride delilleriyle isbat edileceği üzere Rasûlullah’ın (s.a.s.) hutbeden ve Cuma namazından önce mescidin içinde tatavvu olarak bir namaz kıldığı sâbit değildir. Peygamber (s.a.s.) Cuma günü, Cuma namazını kıldırmak üzere mescide girdiği zaman hiçbir amelle meşgul olmadan doğruca minbere çıkar otururdu. Müezzin ezanı bitirince de hutbeye başlardı. Ayrıca Peygamber zamanında hutbeden önce iç ezan diye bir ezan mevzû bahis değildi. O halde ses tonunu bile tanımladığı bu iç ezan Peygamber’in hangi sünneti oluyor? Diğer bir ifadeyle, bu tarifin dışında kalan ezan kimin hangi sünnetine aykırı düşüyor?
Görülüyor ki, avam halk şöyle dursun, fıkıh kitaplarında nakledilen söz konusu geleneksel din anlayışına karşı özellikle “Kur’an’daki İslâm”ı savunan bu çağdaş yazarımız bile, bu menfî anlayışın tesirinden kurtulabilmiş değildir.
O halde Allahu Teâlâ’mn “Ey iman edenler! Cuma günü namaza nidâ edildiği zaman hemen Allah’ı zikre/anmaya gidin. Alış-verişi bırakın”2235 âyetiyle kasdettiği ve Cuma namazının farzına muhâtap olan kimselerin işittikleri zaman alış-verişi bırakarak Allah’ı anmaya koşmalarını farz kılan ezan, gelenek olarak okunmakta
2234] Y. Nuri Öztürk, Kur'an’daki İslâm, Yeni Boyut Y., V. Baskı, 1993, İstanbul, s. 516
2235] 62/Cum’a, 9
CUM’A NAMAZI
- 483 -
olan bu iki ezandan hangisidir? Yani, mezkûr âyete göre, Allah’ı anmaya koşulması ve alış-verişin terkedilmesi minarede okunan ilk ezanla mı, yoksa hatibin huzurunda okunan ikinci ezanla mı farz olacaktır? Diğer bir soru şekliyle okunan bu ezanların her ikisi de sayın Y. Nuri Öztürk’ün ifade ettiği ve avam halkın bildiği gibi meşrû bir sünnet midir?
Kuşkusuz, bu sorunun cevabını Kur’ân-ı Kerîm’de bulmamız mümkün değildir. Zira, Kur’ân-ı Kerîm, tıpkı namazda olduğu gibi, ezandan da mücmel olarak bahsetmekte ve bu hususta hiç bir ayrıntıya yer vermemektedir. Dolayısıyla bu sorunun cevabını, Peygamber’in (s.a.s.) ve râşit halîfelerinin uygulamasında aramamız îcâbeder. Zira, Allah Teâlâ mücmel olarak indirdiği hükümlerin beyân ve tatbikini Rasûlüne havâle etmiştir. Tebliğ ve beyânla mükellef olan Rasûlullah (s.a.s.) de, söz konusu bu hükümleri hem sözlü, hem de fiilî olarak beyân ve tatbik etmiş, bizden de, kendisinden aynen alıp kabul etmemizi istemiştir. Nitekim “Beni nasıl namaz kılar halde gördünüzse siz de öylece kılınız ve kıldırınız.”2236 buyurması buna delildir. Ezan, namaz vaktini îlân ve ona dâvet olması münâsebetiyle Rasûlullah’ın (s.a.s.) namaza dâhil bir sünnetidir. Dolayısıyla da bu hadisin muhtevâsı dışında kalamaz. O halde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cuma namazı için tatbik ettiği ezan şekli ne ise, Allah Teâlâ’nın Cuma âyetindeki nidâden kastı da o olacaktır. Zira Allah’ın maksadını, vahyine muhâtap olan Peygamber’den (s.a.s.) başkasının lâyıkıyla bilip uygulaması mümkün değildir.
Aslında bu mevzûda, önce âyet-i kerîmenin nâzil olup, sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) onu beyanından değil, Peygamber’in (s.a.s.) meşrû kılıp âyetin onu tasvîb ve tasdikinden bahsedilmesi daha doğru olur. Zira Cuma namazı da dâhil tüm namazlar için ezan, hakkında herhangi bir vahiy nâzil olmadan önce ashâbıyla istişâre ettikten sonra Rasûlullah tarafından meşrû kılınmış, daha sonra buna işaret eden âyet nâzil olmuştur.
Şu halde Cuma âyetinde kastedilen ve okunduğu zaman alış-verişi bırakıp namaza koşulması farz olan ezan, Peygamber’in (s.a.s.) Cuma namazı için meşrû kıldığı ezandır. Bu durumda Peygamber’in (s.a.s.) Cuma namazı için meşrû kıldığı ve kendisi hayatta iken Cuma günleri okunan ezanın tatbîk şeklini tesbit ettiğimiz zaman, âyette kastedilen ezanı da, sünnet olan ezanı da tesbit etmiş oluruz.
Sahîh ve güvenilir kaynakların beyânına göre, Peygamber (s.a.s.) ile, ilk iki halîfe zamanında Cuma günü namaz vaktini îlân ve ona dâvet için bir tek ezan okunuyordu. Bu ezan ise, imam minbere çıkıp oturduğu zaman, mescidin kapısında okunurdu.2237 Nihâyet Osman (r.a.) halîfe olunca, ikinci ezanı ilâve etmiştir.
Buhârî ve daha başkalarının kendisinden rivâyetlerine göre, Sâib b. Yezîd (r.a.) şöyle demiştir: “Cuma günü okunan ezanın ilki, Peygamber ile Ebû Bekir ve Ömer zamanlarında, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunurdu. Nihâyet Osman halîfe olup Medine’de insanlar çoğaldığı zaman, zevrâ üzerinde okunan üçüncü nidâyı ilâve etti.2238
2236] Buhârî, Ezan 18; Dârimî, Sünen-i Dârimî, Salât 43; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 553
2237] Abdürrezzak, Musannef, 3/205; İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/457; Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebî Dâvûd, 1/285
2238] İbn Hacer, A.g.e., 2/457; Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebî Dâvûd, 1/285; Nesâî, Sünen, 1/207; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3/450; İbn Mâce, Sünen, 1/180; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, 3/129
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ebû Dâvud’un rivâyetine göre ise, Sâib şunları söylemiştir: “Cuma günü okunan ezan, Rasûlullah, Ebû Bekr ve Ömer zamanlarında, onlar minbere çıkıp oturdukları zaman mescidin kapısında okunuyordu.”2239 Hadiste üçüncü ezan denilmesi, kamet de ezan sayıldığı içindir.
Kezâ Abdürrazzâk b. Hemmâm’ın Mekhul ve Ata b. Ebî Rabâh’tan mürsel olarak naklettiği haberler de bu iki rivâyeti teyit etmektedir.2240
Bu haberler açıkça gösteriyor ki, Paygamber’in (s.a.s.) sünnetinde, Cuma namazına dâvet amacıyla bir tek ezan okunuyordu. Bu ezan, hatip minbere çıkıp oturduğu zaman, mescidin kapısı önünde okunurdu. O halde Allah Teâlâ’nın, Cuma âyetinde kasdettiği ve işitildiği andan itibaren Allah’ı anmaya koşulması ve alış-verişin terkedilmesi farz olan ezan, Peygamber (s.a.s.) ile ilk iki halîfe zamanlarında okunan bu ezandır.
Allah’ın dini tamam olup Peygamber (s.a.s.) vefat ettikten ve vahiy kesildikten sonra, Hz. Osman tarafından ihdas edilen bu ikinci ve pratikte ilk okunan ezanın vahyin muhâtabı olması; buna tâbî olarak da birtakım hükümlerin sâbit olması, aklen de dinen de mümkün değildir.
Sahâbî dahi olsa, Peygamber’in (s.a.s.) dışında hiçbir kimsenin Allah’ın dininde herhangi bir ameli meşrû kılma veya mevcut bir hükmü kaldırma selâhiyyeti yoktur. Rasûlullah (s.a.s.); “Her kim bizim bu dinimizde olmayan bir şey ihdas ederse o şey merduttur.”2241 buyurmuştur. Hadisdeki “her kim” lafzı genel bir lafız olup sahâbî de dâhil herkese şâmildir. Ve Rasûlullah (s.a.s.) bu sözü söylerken o anda muhâtabı sahabîler idi.
O halde, Hz. Osman’ın, Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinde mevcut olmayan bu uygulamasının hükmü nedir?
Cassâs’ın ‘Ahkâmü’l Kur’ân’ adlı eserinde naklettiğine göre, selef âlimlerinden bir cemaat; imam minbere çıkmadan önce okunan ve Hz. Osman (r.a.) tarafından ihdas edilen bu ilk ezanı reddetmişlerdir.2242 Nitekim Vekî’ İbnu’l-Cerrâh, Hişâm b. el-Gâr’dan şöyle dediğini haber vermiştir: “Abdullah İbn Ömer: “Bu bir bid’attir. Her bid’at de dalâlettir. Velev ki, insanlar onu güzel görseler bile.”2243 derdi. Abdullah İbn Ömer’den (r.a.) gelen diğer bir rivâyete göre de o, şöyle demiştir: “Cuma günü meşrû olan ezan, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunan ezandır. Bundan önce okunan ezan ise, sonradan uydurulmuş bir bid’attir.”2244
Müfessir Âlûsî, Hz. Osman’ın bu uygulamasından bahsederken, hiçbir kaynak göstermeden, “insanlar bunu ayıplamazdı”2245 ifâdesini kullanmakta ise de bu rivâyetler ışığında ona hak vermek mümkün gözükmüyor. Bilindiği gibi, sahâbe Hz. Osman’ın bazı uygulamalarından ciddî şekilde rahatsız oluyor, ama İslâm toplumunun dirlik ve düzeninin bozulmaması için seslerini yükseltmiyorlardı. Dolayısıyla şâyet Hz. Osman’ın bu uygulamasına geniş tabanlı bir tepki meydana
2239] Ebû Dâvûd, A.g.e. 1/285
2240] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205-206
2241] Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdıye 17; Ahmed bin Hanbel, A.g.e., 6/270
2242] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 3/444
2243] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/48; Cassâs, A.g.e., 3/444
2244] İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/48
2245] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 14/98
CUM’A NAMAZI
- 485 -
gelmemiş ise, bunun birinci nedenini onların bu düşüncelerinde aramak gerekir. Yoksa Âlûsî’nin dediği gibi, “ayıplamadıklarından” ve bu uygulamanın devamını meşrû saydıklarından değildir. Nitekim Abdullah İbn Ömer’in (r.a.) bu açık tavrını bir istisnâ saysak bile, Hz. Osman’dan sonra iş başına gelen Hz. Ali (r.a.) ve daha sonrakilerin Cuma günü okunan ezan konusunda, Peygamber’in sünnetine dönüp Osman’ın (r.a.) icraatını terk etmeleri, bu işi diğer sahâbîlerin de tasvîp etmediklerini gösterir.
Ebû Bekir İbnu’l-Arabî, ‘Ahkâmü’l-Kur’ân’ında bu hususa işaret ederek şöyle der: “Peygamber zamanında, Peygamber (s.a.s.) minbere çıkıp oturduğu zaman bir kişi ezan okurdu. Ebû Bekir, Ömer ve Kûfe’de Ali de böyle yapardı. Osman ise, zevrâ’da okunan ezanı ilâve etti.”2246
Kezâ Emevîler’e karşı kıyam ederek Mekke’de hilâfetini îlân eden İbnu’z-Zübeyr (r.a.) da, kısa süren hilâfeti boyunca, Hz. Osman’ın bu geleneğine uymamıştır. Abdurrezzak’ın Amr b. Dinâr’dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: Ben İbnü’z-Zübeyr’i (Cuma kıldırırken) gördüm. O minber üzerine çıkıp oturuncaya kadar ezan okunmuyordu. Onun zamanında bir tek ezan okunurdu.2247
Aynı şekilde tâbiûn neslinin de, Hz. Osman’ın bu uygulamasını tasvîp etmediklerini görüyoruz. Nitekim Mansur’dan rivâyet edildiğine göre, tâbiûn fakîhlerinden Hasan-ı Basrî (r.a.) şöyle demiştir: “Cuma günü okunan ilk ezan, imam minbere çıkıp oturduğu zaman okunan ezandır. Bundan önce okunan ezan, sonradan ihdas edilmiş bir bid’attir.”2248
Atâ b. Ebî Rabah’tan gelen bir habere göre, o da şöyle demiştir. “Geçmişte Cuma günü okunan ezan, bir taneydi, sonra da ikamet edilirdi. Bugün imam minbere çıkıp oturmadan önce okunan ilk ezan bâtıl bir şeydir.”2249 Kezâ benzer bir haberin Mekhul’den de nakledildiğini görüyoruz.2250
Bütün bu haberler gösteriyor ki Cuma günü okunan ilk ezan, selef âlimleri tarafından meşrû kabul edilmeyip açıkça bid’at sayılmıştır. Ancak bu son iki haberle öncekiler arasında dikkat edilmesi gereken ince bir nokta vardır. O da, tâbiûn ulemâsının bid’at saydığı bu uygulama ile İbn Ömer’in bid’at saydığı uygulama özde aynı olsa da vâkıada birbirinden farklı şeylerdir. Zira tâbiûn neslinin bid’at saydığı uygulamanın fâili bu defa Hz. Osman değil, uzun bir aradan sonra bunu ikinci kez ihdas edenlerdir. Bunlar ise saltanatçı Emevî sultanları ve valileridir. Nitekim Abdürrezzak ve daha başkalarının Amr b. Dinar’dan rivâyetine göre o, bu hususu beyân ederek şöyle demiştir: “Cuma günü okunan ilk ezanı ihdas eden Hz. Osman’dı. Osman (r.a.), Medine’de insanlar çoğalınca, bu ezanı ilâve etmişti. Bu ezan ise, zevrâ üzerinde okunurdu. Ama onu bizim beldelerimizde ilk defa ihdas eden Haccâc b. Yusuf olmuştur.”2251
Atâ da bu hususu teyid ederek şöyle der: “İmam minbere çıkıp oturmadan
2246] Ebû Bekir İbnu'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'ân, 4/1803
2247] Abdürrezzak, el-Musannef, 3/205
2248] İbn Ebî Şeybe, A.g-e., 2/48
2249] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205
2250] Abdürrezzak, A.g.e, 3/206
2251] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önce okunan ezan bâtıl bir şeydir. Onu ilk ihdas eden de Haccâc b. Yusuf tur.2252 Aynı şekilde İmam Fâkihânî kesin bir dille bu ezanı ilk ihdas edenin Mekke’de Haccâc, Basra’da ise Ziyâd b. Ebîhi olduğunu ifâde etmiştir.2253 İbn Hacer’in beyânına göre bu hususta en doğru tesbiti yapan Dâvûdî olmuştur. Ona göre, Hz. Osman ilâve ettiği ikinci ezanı, mescidden ayrı bir yerde “zevrâ” üzerinde okutmuştur. Nihâyet Emevî halîfelerinden Hişâm b. Abdilmelik zamanına gelindiği vakit Hişâm, imam minbere çıktığı zaman, huzurunda ezan okumak üzere bir müezzin tâyîn etmiş, böylece Cuma günü okunan ezan, bu günkü şekliyle ikametle beraber üçe çıkarılmıştır. Bu olay ise Hz. Osman’dan seksen sene sonra meydana gelmiştir.2254
Bu hususta Dâvûdî’ye ve onu destekleyen İbn Hacer’e katılmamak elde değildir. Zira Hz. Osman’ın başlattığı uygulama yukarıda da belirtildiği gibi, sadece kendi zamanına münhasır bir uygulama olarak kalmış, kendisinden sonra devam etmemiştir. Diğer taraftan Hz. Osman, ilâve ettiği bu ezanı, zevrâ denilen evinin üzerinde okutmuştur. Zevrâ ise Buhârî’nin Ebû Zerr’den ve İbn Huzeyme ile İbn Mâce’nin Zührî’den rivâyetlerine göre Medine çarşısında mescidden ayrı bir yerdir.2255 Nitekim Zührî’den rivâyete göre Sâib b. Yezîd şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’in sadece bir tek müezzini vardı. Bu müezzin Peygamber minbere çıktığı zaman (Mescidin kapısı önünde) ezan okur, indiği zaman da ikamet ederdi. Ebû Bekir ve Ömer zamanında da öyle idi. Osman halîfe olup insanlar çoğalınca Medine çarşısında zevrâ denilen bir evin üzerinde okunan üçüncü ezanı ilâve etti.2256
Şüphesiz Hz. Osman’ın bu ezanı ilâve etmedeki amacı, kendisi minbere çıkmadan önce çarşı ahâlîsine vaktin girdiğini haber vermekti. Bu da önemli olayları îlân etme hususunda Rasûlullah (s.a.s.)’in ezan okutma sünnetine uygun bir amel sayılır. Aynca Hz. Osman döneminde, mesciddeki uygulama peygamber ve ilk iki halîfenin zamanlarında olduğu şekliyle aynen devam etmiştir. Biri mescidin hâricinde, diğeri hatibin huzurunda ayrıca iki ezan okunduğu rivâyet edilmemiştir. Sadece Hz. Osman minbere çıkıp oturunca mescidin kapısında ezan okunmuştur. İkinci bir ihtimal olarak sahâbenin büyük çoğunluğu, Hz. Osman’a belki de bu sebeple karşı çıkmamışlardır.
Sonuç olarak bugün biri hatîbin huzurunda, diğeri mescidin dışında (minare vb. yerlerde) okunan ezan şeklinin Peygamber ve râşit halîfeler döneminde benzerini görmemiz mümkün değildir. Bu uygulama, bugünkü şekliyle Emevî sultanı Hişâm b. Abdülmelik ve diğer Emevî valilerine ait bir sünnettir(!) Naklettiğimiz haberlerden de anlaşılacağı gibi, Cuma günü ezan okuyan müezzinin makamının hatîbin karşısı olduğu anlayışı buradan geliyor.
Ezanın gayesi halkı namaza çağırmak ve vaktin girdiğini bildirmektir. Oysa ki mescidin içinde hazır olan cemaatin ve hatîbin huzurunda okunan ezanın, halkı namaza dâvet etmek ve vaktini bildirme hususunda hiç bir mânâsı yoktur. Dolayısıyla bu, Y. Nuri Öztürk’ün iddia ettiği gibi, sünnet olmak şöyle dursun hiç bir anlamı olmayan kuru bir taklitten ibarettir. Hem de zâlim Emevî sultanlarını!
2252] Abdürrezzak, A.g.e, 3/205
2253] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/459
2254] İbn Hacer, A.g.e, 2/458
2255] İbn Hacer, A.g.e, 2/458
2256] İbn Hacer, A.g.e, 2/458; İbn Mâce, Sünen, 1/359
CUM’A NAMAZI
- 487 -
Hâl böyle olunca günümüzde böyle bir uygulamaya dindenmiş gibi devam edilmesi ve sünnette aslı varmış gibi mescidin içinde okunan bu ezan için sünnete uygun(!) tanımlar yapılması mânâsız bir şeydir. Sünnet olan; hatîp minbere çıkınca sadece bir tek ezanın mescidin önünde, tabiatıyla bu günkü şartlarda minare gibi yüksek bir yerden (Hoperlör vb. malzemeler yardımıyla) okunmasıdır. Tâ ki namaza henüz gelmemiş olanlar işitip gelsinler... Aksi halde hem bir taklîdin, insanlar tarafından din zannedilmesine, hem de ibâdetlerin kuru bir âdet haline gelmesine seyirci kalınmış olur.
Burada, halkın namaza yetişemeyeceğini iddia edenler çıkabilirse, bunlara sorarız: Hazır olan cemaatin ve hatibin huzurunda okunan ezanın buna faydası ne oluyor? Günümüzde mescidler çoğalmış, buralara minareler dikilip hoperlörler yerleştirilmiştir. Zaten saat yardımıyla vakti insanlar rahatlıkla tesbit edebilirler. Sonra Peygamber (s.a.s.) tarafından Cuma günü câmiye erken gelinmesi teşvik edilmiştir. Bu sebeple birinci ezanla yetinilmesi, bunun da hatip hutbe için minbere çıktığı zaman minare ve benzeri gibi yüksekçe yerlerde okunması Peygamber (s.a.s.) ile Râşit Halîfelerinin terkedilen bir sünnetini ihyâ edecektir. Aksi halde hiçbir faydası da bulunmayan bir bid’atin devamına -ve yukarıda olduğu gibi meselelerin temeline inmeyi âdet edinemeyen çağdaş âlimlerin bile onu sünnet(!) diye savunmalarına- izin verilmiş olur. Bu meselenin sorumluları ise, Enes b. Mâlik’in rivâyet ettiği “Kim bizim bu işimize muhâlif olarak bir iş yaparsa, o iş merduttur.”2257 hadisi ile, “Kim de benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.”2258 hadislerindeki ikaza muhâtap olurlar.2259
b) Cuma Âyetindeki “Sa’y”in Mânâsı
Cuma âyetindeki teklifî hüküm taşıyan kavramlardan biri de “Fe’s’av ilâ zikrillâh” cümlesinde ifâdesini bulan “sa’y” masdarıdır. Zira “fe’s’av” ifâdesi “sa’y” masdarından türetilmiş bir emir kipidir. Arap dilinde “sa’y” masdarı ise; çalışmak, kasdetmek, niyet etmek, süratle gitmek, koşmak ve yürümek mânâlarına gelir. Kavramları değiştirmeden orijinal şekilleriyle aktardığımızda cümlenin anlamı “Zikrullah’a sa’yedin” demek olur. O zaman bu cümlede tahlil edilmesi ve açıklığa kavuşturulması gereken iki mücmel kavramla karşı karşıya bulunuyoruz, demektir: ‘Zikrullah’ ve ‘sa’y’ kavramları… Bu durumda zikrullah terkibinden ve sa’y masdarından maksat nedir? Yani bu hitapla nelerle mükellef oluyoruz? Zira bu ifâde emir sigasıyla kullanıldığı için üzerimize bir teklif yüklenmiş oluyor. “Sa’y” masdarı: Çalışmak, kasdetmek, niyet etmek, süratle gitmek, koşmak ve yürümek mânâlarına geldiğine göre, bu kavramı bundan sonra tahlil edeceğimiz “zikrullah” (A1lah’ı zikretme) kavramıyla birlikte düşündüğümüz zaman, Allah’ı zikre çalışmakla mı, Allah’ı zikre niyet veya kasdetmekle mi, yoksa ona koşarak veya yürüyerek gitmekle mi mükellef kılınıyoruz? Bu emir cümlesinde ne ile mükellef kılındığımızı doğru olarak tesbit edebilmemiz, bu kavramların cümlede hangi anlamlarıyla kullanıldığını doğru olarak tesbit etmemize bağlıdır. Bunu tesbit ettiğimiz zaman, âyetin mânâsını doğru olarak anlamış ve üzerimize terettüp eden emri eksiksiz bir şekilde yapmış oluruz. Burada meseleyi bu kadar irdelemeye gerek var mıdır? Kur’an tercemelerinde “koşun, diye
2257] Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdıye, 17; İbn Mâce, Mukaddime 3
2258] Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4
2259] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 128-138
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çevrilmiş ya”; şeklinde bir itiraz gelebilir. Ama mesele o kadar basit değildir. Zira zikrullah’ı, ister namaz, isterse hutbe olarak düşünelim, ikisi de aynı zamanda ve aynı mahalde îfâ edilmekte ve namaza koşarak gitmek, şârî tarafından men edilmektedir. Dolayısıyla yapılan çeviriler bu amele gidiş şeklinin muhtevâsına aykırı düşmektedir. Sonra bizden önce geçen selef ulemâsı da, Kur’an ve sünnetin ruhuna bizden daha ziyâde vâkıf oldukları halde bu mesele üzerinde ciddî şekilde kafa yormuşlardır. Öyleyse bu itiraz şekli geçerli değildir. O zaman “Zikrullah” kavramının tahlilini biraz sonraya bırakıp selef âlimlerinin görüşlerinden hareket ederek “sa’y” masdarının cümle içerisinde yukarıdaki anlamlarından hangisiyle birlikte kullanıldığını tahlil etmeye çalışalım:
Sahâbe ve tâbiûn âlimleri bu kavramın hangi mânâda kullanıldığı hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin en önemlileri şu dört noktada toplanmaktadır:
Birinci görüşe göre âyetteki “sa’y”dan maksat niyet etmektir. Buna göre âyetin mânâsı: “Namaza nidâ edildiği zaman hemen kalple niyet ederek Allah’ı anmaya gidiniz” olur. Bu görüş, Hasan-ı Basrî’den rivâyet edilmiştir. Nitekim o şöyle demiştir: “Vallahi bu sa’y ayaklar üzerinde koşmak değildir. Zira müslümanlar, namaza sadece sekînet ve vakar içinde gelmekle emrolundular. Fakat bu, kalple niyet ederek, sebat ve huşû içinde gitmektir.”2260 Zeyd b. Eslem, Muhammed b. Kâ’b el- Kurazî, Katâde ve daha başka selef âlimlerinden de bu şekilde rivâyet edilmiştir.2261 Gerçekte niyet sa’yın başlangıcı ve gayelerin en büyüğüdür. Dolayısıyla onun bu mânâsı hakkında muhâlefet söz konusu olamaz.
İkinci görüşe göre; “Her kim âhireti ister ve onun için çalışırsa...” ve “şüphesiz sizin amelleriniz farklı farklıdır” âyetlerinde olduğu gibi âyetteki sa’yın mânâsı amel (çalışma)dır. Bu görüş, cumhûr-ı ulemânın görüşüdür. Buna göre âyetin mânâsı; “hemen Allah’ı zikre çalışınız” olur.2262
Üçüncü görüşe göre, buradaki “sa’y”dan maksat yürümektir. Bu görüş sahâbî âlimlerin ve önceki fakîhlerin görüşüdür. Bunlar arasında Ömer İbnu’l-Hattâb ve Abdulllah İbn Mes’ud da vardır. Nitekim İbrahim en-Nehâî’den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Abdullah b. Mesud (r.a.): “Fe’s’av ilâ zikrillâh” âyetini “Fe’mdav ilâ zikrillâh” (Allah’ı zikre gidiniz) şeklinde okur ve şâyet ben onu: “Fe’s’av” (koşunuz) şeklinde okumuş olsaydım, omuzumdan ridâm düşünceye kadar koşardım.” derdi.2263 Kezâ Ömer İbnu’l Hattab (r.a.) da âyeti hep böyle okumuştur. Abdullah İbn Ömer (r.a.): “Ömer İbnu’1-Hattab, Allah’ın içerisinde Cuma namazından bahsettiği bu âyeti sadece: “fe’mdav” (gidiniz) şeklinde okurdu.” demiştir.” Tâbiûn neslinin ileri gelen âlimlerinden İbn Şihâb ez-Zührî de bunların yoluna uyarak âyet-i kerîmeyi bu şekilde okumuştur.2264
2260] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/64; İbn Kesîr, Tefsiru Kur'ani'l-Azîm, 8/146; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, 18/66; İbnu'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 4/1804; Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 5227; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtihu'1-Gayb, 30/8
2261] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, 12/94; İbn Kesîr, a.g.e., 8/146; Kurtubî, A.g.e., 18/66; Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl, 6/261
2262] Abdürrezzak, A.g.e, 3/207; İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e, 12/94-95; Kurtubî, A.g.e, 18/67
2263] İmam Mâlik, A.g.e., 1/106-107; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/64; İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e., 12/94; İbn Kesîr, A.g.e., 8/146
2264] Kurtubî, A.g.e., 18/66-67; İbnu'l- Arabî, A.g.e., 4/1805
CUM’A NAMAZI
- 489 -
Âyetin zahirî mânâsı dördüncü bir mânâyı da muhtemil olup o da koşmak ve süratle gitmektir. Ancak bu husus, Rasûlullah (s.a.s.)’in nehyettigi bir şeydir. Zira Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cemaat namaza başladığında namaza sekînet ve vakar içerisinde gelin. Koşmayın. Namaza yetiştiğinizde hemen cemaate katılın ve sonra namazı tamamlayın.”2265
Kezâ ‘Kütüb-i Sitte’ müellifleri Ebû Katâde el-Ensârî’den de şöyle rivâyet etmişlerdir: “Ebû Katâde diyor ki; ‘Bir defasında biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte namaz kılıyorduk. Birden birtakım ayak sesleri duyduk. Namazı bitirince Peygamber (s.a.s.): ‘size ne oluyor ?’ dedi. Ashâb: ‘Namaza yetişmek için acele ettik’ dediler. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Bir daha böyle yapmayınız! Namaza geldiğiniz vakit sükûnet ve vakarı iltizam ederek yürüyünüz. Yetişebildiğiniz kadarını (cemaatle) kılınız. Yetişemediğinizi de kendi başınıza tamamlayınız ‘ buyurdular.2266
Şu halde Cuma âyetinde geçen “hemen Allah’ı zikre gidin” ifâdesi mü’minlerin Cuma namazına canlı, zinde ve azimli bir şekilde gideceklerini göstermektedir. Buna göre âyetteki sa’yın mânâsı koşmak değil, kasdetmek, ciddiyet ve vakar içerisinde yürümek demektir. Yukarıda nakledilen rivâyetler de bunu göstermektedir. Bu durumda âyetin mânâsı: “Hemen Allah’ı zikre koşun” değil; “Ciddiyet ve vakar içerisinde hemen Allah’ı zikre gidin” demek olur.
Sonuç olarak mü’minlerin tüm namazlara olduğu gibi, Cuma namazına da koşarak gitmeleri mekruhtur. Şer’-i şerife uygun olan, vakar içinde ve Peygamber’in bu konudaki teşviklerine uyarak zamanında câmiye gitmektir.2267
c) Cuma Âyetinde Geçen Zikrullah Kavramı
Cuma âyetinin taşıdığı kavram ve hükümlerden biri de en fazla vurgunun üzerinde toplandığı “zikrullah” kavramıdır. O derece ki, sanki âyet yalnızca bu kavramın muhtevâsına dikkatleri çekmek için nâzil olmuş gibidir. Cuma âyetlerinin indirilmesine sebep teşkil eden yukarıda naklettiğimiz hâdise ve âyetin devamındaki ifadeler dikkate alındığı zaman, kavram üzerindeki bu yoğun vurgu açık bir şekilde farkedilir. Zira emir, zikrullaha gidilmesi için yapılıyor ve “Bir ticâret veya eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni (hutbe îrâd ederken) ayakta bırakırlar. De ki: ‘Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden de ticâretten de hayırlıdır...” şeklindeki kınama bu zikrullah’dan ayrılma sebebiyle vâki oluyor. O halde dikkatlerin, üzerine en fazla çekildiği bu kavram ile ne kasdediliyor? Ulemâ Kur’an’da “tekrar” olmadığı konusunda görüş birliği içerisindedir. O halde âyette Cuma namazı karşılığında salât kavramı kullanıldığından, tekrardan kaçınmak için zikrullah kavramı namaza karşılık olarak mı kullanılıyor, yoksa bununla namazdan ayrı bir şey mi kastediliyor?
İslâm âlimleri bu hususta da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Onlardan bir kısmı âyette geçen zikrullah’dan kasıt namazdır, demişlerdir. Fakat bu görüş ekseri âlimler arasında fazla rağbet görmemiştir. Âyetin siyâki (söz dizimi) de bu görüşün kabulüne engeldir.
Bu sebeple âlimlerin büyük çoğunluğuna göre âyette geçen zikrullah
2265] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/138 vd.
2266] İbn Hacer, A.g,e, 2/137
2267] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 138-141
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kavramından mûrad edilen sadece hutbedir.2268 Selef âlimlerinden İkrime, Saîd b. Müseyyeb, Saîd b. Cübeyr, ve İbn Cerîr et-Taberî de bu görüştedirler.2269 Mûsâ b. Ebî Kesîr’den rivâyete göre şöyle demiştir: “Ben Saîd b. Müseyyeb’i; “Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidiniz” âyetindeki zikrullahtan maksat, imam’ın mev’izesi (hutbesi)dir” derken işittim.2270
Sahâbe âlimlerinden Ömer İbnu’l-Hattâb ve Hz. Âişe (r.a.) da bu görüştedirler. Nitekim Hz. Ömer ve Hz. Âişe (r.a.): “Cuma namazı sadece hutbe sebebiyle kısaltılmıştır”2271 diyerek namaz gibi hutbenin de zikir olduğunu belirtmişlerdir.
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyet ettikleri sahih bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur. “Cuma günü oldumu mescidin kapılarından her birinde bir melek bulunur. Onlar peyderpey ilk geleni kaydederler. İmam, hutbe için minbere çıktığı zaman sayfalar durulur ve hutbeyi dinlerler.”2272 Cassâs der ki; “Bu hadis, bu âyetteki “zikir”den kasdedilen şeyin, bizzat hutbe olduğuna delâlet eder. Çünkü hutbe, nidâ’dan hemen sonra geliyor ve ona sa’yedilmesi emrediliyor. Bu da zikrullahtan mûrad edilen şeyin hutbe olduğuna delildir. Nitekim selef âlimlerinden bir cemaatten “İmam, hutbe okumadığı zaman Cuma namazını dört rekât kılar” dedikleri rivâyet edilmektedir. Hasan-ı Basrî, İbn Sîrin, Tâvus, Mekhûl, Mücâhid b. Cebr ve daha birçokları bunlardandır. (Mekke, Medine, Bağdat, Basra ve Kûfe gibi) Büyük şehirlerin fakîhlerinin görüşü de budur.2273
İmam Ebû Hanîfe de bu görüştedir. Nitekim o: “Hatip ‘el-hamdu lillâh’ dediği zaman hutbe olarak kâfîdir” görüşüne bu âyeti delil getirerek2274 zikrullahtan kasdın hutbe olduğunu belirtmiş, “el-hamdu lillâh” lafzını söylemek de zikr olduğundan hutbe olarak bunu yeterli saymıştır.
Esasen Cuma âyeti, “Cuma namazını ilk kez farz kılarak değil, hicretten Önce, Allahu Teâlâ’nın tâyin ettiği bir şârî olarak, Rasûlullah (s.a.s.) tarafından meşrû kılınan bu uygulamanın farziyyetini tasdîk ve teyit edici olarak gelmiştir. Âyetlerin iniş sebebi de Cuma ezanı okunduğu zaman sahâbeden bazı kimselerin ticâret ve benzeri işlerle meşgul olarak hutbeye gitmekte ağır davranmaları; hattâ bizzat Cuma âyetinin işaretiyle sâbit olduğu gibi hutbe esnasında dağılıp gitmeleri olmuştur.” Zira yukarıda geçen haberlerde de ifâde edildiği gibi Peygamber (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicret etmeden ve henüz Cuma âyetleri nâzil olmadan önce kendisinin yazılı emirleriyle sahâbe Medine’de Cuma namazını kılıyorlardı. Ancak ilim ve idrâk bakımından hepsi aynı seviyede olmadıkları için meselenin ehemmiyyetini kavrayamayan kimi sahâbîler, hakkında henüz âyet inmediğinden farz olmadığını zannederek, kimileri de şiddetli ihtiyacın şevkiyle alış-verişle meşgul olarak Cuma hutbesine gitmekte ağır hareket ediyorlardı.
2268] Fîruzâbâdî, Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsîr-i İbn Abbâs, 6/261; Nesefî, Medârikü't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl, 6/261 -Bu iki eser Mecmuâtün mine’t-Tefâsir içindedir-; Fahreddîn er-Râzî, Mefâtihu'l- Gayb, 30/8
2269] İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîl'il-Kur'ân, 12/96; Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 3/446; Hâzin, A.g.e, 6/261
2270] Taberî, A. g. e., 12/96; Cassâs, A. g. e, 3/446; Hâzin, A. g. e., 6/261; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/36; Abdürrezzak, Musannef, 3/237
2271] Cassâs, A g.e., 3/446
2272] Abdürrezzak, A.g.e, 3/238; İbn Mâce, Sünen, 1/347
2273] Cassâs, A.g.e, 3/446; Abdürrezzak, A.g.e, 3/171; İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/36- 37
2274] Fîruzâbâdî, A.g.e, 6/261; Nesefî, A.g.e, 6/261
CUM’A NAMAZI
- 491 -
Aksi halde, bu konuda daha önce âyet inmiş olsaydı, sahâbenin böyle davranmaları ve Rasûlullah (s.a.s.) hutbe îrâd ederken mescidden dağılıp gitmeleri zâten düşünülemezdi. Dolayısıyla Cuma âyetleri nâzil olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) namaz ve hutbeye ilişkin bu uygulamasının meşrûiyetini tasdik etmiş ve tıpkı namaz gibi hutbeyi dinlemenin de farz olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Nitekim Mevdûdî’nin de belirttiği gibi Cuma âyetleri üzerinde biraz düşünülecek olursa, bu konuda ipucu olacak nitelikte üç husus dikkati çekmektedir: “Birincisi, o gün namaz için ezan okunmaktadır. İkincisi, Cuma gününe mahsûsen bir namaz kılınmaktadır. Üçüncüsü ve en önemlisi Cuma günü namaza çağrı yapılmasıyla ilgili olarak ilk kez emir veriliyormuş gibi bir ifâde kullanılmamıştır. Bilakis siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır ki, namaza çağrı ve Cuma gününe mahsûsen namaz daha önceden îfâ edilegelmektedir. Ancak, yanlış olan: Müslümanların, Cuma günü namaza çağrıldıkları zaman gevşek davranmaları ve alış-verişlerine devam etmeleriydi. Bu sebeple Allah Teâlâ bu âyeti, müslümanların Cuma namazı ve Cuma hutbesinin önemini kavramaları ve bunun farz olduğunu idrâk ederek ezan okunurken vaktinde câmiye gitmeleri için inzal etmiştir. Bu üç husus üzerinde derinlemesine düşünüldüğü zaman Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emirlerinin Kur’an’da belirtilmemiş olsa bile, Kur’an’da belirtilmiş gibi itaati gerektirdiği gerçeğini ortaya koyar. Zira bu âyet, sadece Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamasının önemini vurgulamakta ve özellikle hutbe üzerine dikkatleri tevcih etmektedir. Bu gerçek, ‘şer’î hükümler sadece Kur’an’da beyân edilmiştir’ diyen câhillerin yalnızca sünneti değil, aynı zamanda Kur’ân’ı da inkâr etmiş olduğunun açık bir delilidir.2275
Bazı âlimler ise, âyette geçen zikrullahtan maksat hem hutbe hem de namazdır, demişlerdir. Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân adlı eserinde bu görüşü benimseyerek şöyle der: “Sahîh ve râcih olan; âyette geçen zikrullahtan maksat namaz ile hutbedir. Çünkü bunların her ikisi de Allah’ı zikri içine alır.”2276 Muhtevâ olarak bu görüşü saygıyla karşılarız. Ancak vâkıa olan, âyetteki zikrullah ile hutbenin kasdedilişidir. Şâyet zikrullah ile namaz kasdedilmiş olsaydı, “Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, hemen ona gidin” denilir ve Kur’an’ın belâgatına uygun olarak namaz kelimesine dönen bir (işaret) zamiri kullanılırdı. Hâlbuki böyle denilmeyip “hemen Allah’ı zikre gidin” denilerek namaz lafzından farklı bir kavram kullanılmıştır. Burada zikrullah’ı, hutbe olarak değil de namaz olarak anladığımız zaman bu kavram, ondan önce geçen “salât” kavramının tefsiri sayılır, bu durumda âyette hutbeden de söz edilmemiş olurdu. Hâlbuki âyetin devamında hutbeden dağılanlar kınanmakta ve âyetin baş taraflarına atıfta bulunulmaktadır. Yani hutbeden söz edilmektedir. Bu sebepledir ki bütün âlimler, Cuma namazı için hutbenin şart olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Sonra ne ilk müslümanlardan ne de sonradan gelen müfessirlerden, bu kavramın âyette geçen ‘salât’ kelimesinin tefsiri veya atf-ı beyânı yahut da ondan bedel olduğunu söyleyen hiçbir kimse olmamıştır. Sonra günde beş vakit namazın farz olduğu zâten herkesçe bilinen bir şeydir. Buna diğer günlerde olduğu gibi Cuma günü kılınan öğle namazı da dâhildir. Bu namazı diğer günlerin öğle namazından ayıran yegâne özellik hutbe okunuyor olmasıdır. İşte âyette de bu hutbede hazır bulunulmasının ve ezanla birlikte derhal onu dinlemeye
2275] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur'ân, 6/272-273
2276] M. Ali es-Sâbûnî, Revâiu'l-Beyân Tefsîr-i Âyâti’l-Ahkâm, 2/571
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gidilmesinin önemine dikkat çekilmektedir. Yani âyet hutbeye gidilmesini farz kılmaktadır. Yoksa namazı ifâde etmek üzere hem salât, hem de zikrullah kavramının kullanmasına ihtiyaç duyulmazdı. Diğer taraftan bir kelimenin aynı zaman ve mahalde iki ayrı anlamda kullanılmış olması herhalde düşünülemez. İşte bu gerçeğe binâen selef âlimleri: “İmam hutbe okumadığı zaman Cuma namazını dört rekât kılar”2277 demişlerdir. Bu da gösteriyor ki bu âyette geçen “zikrullah” kavramından maksat imamın îrâd ettiği (okuduğu) hutbedir.2278
d) Cuma Âyetinde Geçen Alış-Veriş Kavramı
Allah Teâlâ “Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın” buyurarak Cuma ezanı okunduğu andan itibaren alış-veriş yapılmasını yasaklamıştır. Buna göre Cuma ezanıyla birlikte hertürlü alış-verişi bırakıp namaza gidilmesi farz; ezanın okunmaya başlamasından itibaren yapılan her türlü alış-veriş haram hükmüne dâhil olur. Ancak âyette sadece alış-veriş kavramının zikredilmesinden diğer muâmelelerin mubah olduğu mânâsı çıkarılamaz. Çünkü bu ifâde sadece alış-verişi değil, tüm meşguliyetleri bırakarak namaz için harekete geçmeyi tazammun eder. Burada alış-veriş kelimesinin zikredilme nedeni, civardaki yerleşim bölgelerinden Medine’ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirdiklerinden ve herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alış-verişle meşgul olduklarından Cuma günü ticâretin yoğun olması dolayısıyladır. Bu sebeple âyetteki yasaklama sadece alış-veriş ile sınırlı olmayıp namaza gitmeye engel olan tüm meşguliyetleri içine alır.
Allah Teâlâ’nın âyette alış-verişi açıkça zikretmiş olması sebebiyle Cuma ezanından sonra her türlü alış-verişin haram olduğu hususunda görüş birliğine varan fakîhler, bu yasağın ne zamandan itibaren başlayacağı ve başka akidleri içine alıp almayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir.
İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Atâ ve İbn Şihâb ez-Zührî gibi selef âlimlerinden bazıları bu yasağın ezanla birlikte başlayacağını söylerken bazıları da güneş zevâle girdikten itibaren her türlü alış-veriş yasaklanmış olur, demektedirler.
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre o: “Cuma namazı için nidâ edildiği zaman alış-veriş akidleri haram olur” demiştir. Bundan, onun ticaret kapsamına giren her türlü alış-verişin haram olduğu görüşüne sahip olduğu anlaşılıyor. İbn Abbâs’ın talebelerinden Atâ b. Ebî Rabah ise “Ezanla birlikte bütün sınaî hareketlerin devamı haram olur” demiştir. Atâ’nın bu sözünü Abd İbn Humeyd tefsirinde mevsûlen şu şekilde rivâyet etmiştir: “Cuma günü ezan okunduğu vakit her türlü oyun, eğlence, alış-veriş ve her türlü sınaî hareketlerin devamı, uyku, kişinin ehline yaklaşması ve kitap yazması haram olur.” Hâfız İbn Hacer âlimlerin büyük çoğunluğunun da bu görüşte olduğunu ifâde etmektedir.2279 Buna göre “alış-verişi bırakın” tarzındaki nehyin, Cumaya gitmeye engel olacak her nevî sınaî, ticarî, iktisadî, hukukî akit ve faâliyetlere şâmil olduğu açıkça anlaşılmış olur.
Dahhâk ise, alış-veriş yasağının Cuma ezanı ile değil güneşin zevâle girmesiyle başladığı kanaatine sahip olmuştur. Cüveybir’den rivâyete göre Dahhâk şöyle demiştir: “Güneş batıya doğru meylettiği zaman alış-veriş yapılması haram
2277] Abdürrezzak, A.g.e., 3/171-172; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/5
2278] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 142-146
2279] Abdürrezzak, Musannef, 3/177; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/36; İbn Hacer, A.g,e., 2/454
CUM’A NAMAZI
- 493 -
olur.”2280 Dahhâk’tan gelen diğer bir rivâyette de, onun “Alış-verişi bırakın” âyetini tefsir ederken şöyle dediği haber veriliyor: “Hutbe esnâsında namaz için nidâ edildiği zaman alış-veriş haram olur.” Bu durumda ondan iki farklı kanaat gelmiş oluyor.
Bu hususta en katı görüş zâhirîlere aittir. İbn Hazm, Muhallâ adlı eserinde bu konudaki görüşünü şu şekilde ifâde eder: “Zeval vaktinde alış-veriş meydana gelmişse, kat’î olarak feshedilir. Vaktin çıkmış olması onu sahih hâle getirmez. Alış-verişi yapan taraflar ister müslüman olsun, ister biri müslüman diğeri kâfir yâhut isterse her ikisi de kâfir olsun farketmez.”2281 İbn Hazm âyette geçen “alış-veriş” lafzının zâhirî mânâsından hareket ederek alış-verişin dışında kalan muâmelelerin haram olmayacağını belirtir ve “bu esnâda yapılan nikâh, icâre, selem akdi ve alış-veriş sayılmayan şeylerin hiçbiri haram olmaz. İmam Mâlik, kendisinde müslüman bulunan alış-veriş, nikâh, icâre ve selem akdi’nin haram olduğu görüşünü benimsemiş, hibe, borç ve sadaka verilmesini de mubah saymıştır. İmam Ebû Hanîfe ile Şâfiî ise zeval vaktinde alış-veriş, nikâh, icâre ve selem akidlerinin tamamının câiz olduğu görüşündedirler.” der.2282
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Şâfiî bu hususta birleşirlerken alış-veriş yasağının hangi ezan’la birlikte başlayacağı konusunda ayrılmışlardır. İmam Şâfiî bu konudaki kanaatini el-Ümm adlı meşhur eserinde şu şekilde beyân eder: “Cuma namazı üzerine farz olan kimsenin, okunduğu sırada alış-verişi bırakmasını vâcib kılan ezan Rasûlullah (s.a.s.) zamanında mevcut olan ezandır. Bu ezan ise, zeval’den ve imâmın hutbe için minbere çıkıp oturmasından sonra okunan ezandır. Şâyet müezzin, imam minbere çıkıp oturmadan evvel ve zevalden sonra ezan okursa, imam minberde iken okunduğunda nehyedildiği gibi, alış-veriş haram olmaz. Ve alış-veriş sadece imamın minbere çıkmasıyla zevalden sonra ezanın okunması birleştiği zaman haram olur.”2283 Bundan anlaşılıyor ki, şâfıîlere göre alış-veriş yasağı ve namaza gelmenin mecbûriyeti imam minbere çıktığı andan itibaren başlar; İmam minbere çıkmadan önce alış-veriş yapılmışsa câiz olur. Ayrıca bu yasak sadece Cuma ile mükellef olanlara aittir.
Hanefîlere göre ise, alış-veriş yasağı imamın minbere çıktığı sırada okunan ikinci ezandan itibaren değil, minareden okunan birinci ezandan itibaren başlar. Dolayısıyla ilk ezan okunduğu zaman alış-veriş ve benzeri akidlerin yapılması haram olur.2284
Bu durumda bizim kanaatimize göre en tutarlı görüş İmam Şâfiî’nin görüşüdür. Zira bu âyette sözü edilen ezan, daha önce izah edildiği gibi, Rasûlullah zamanında mevcut olan ezandır. Dolayısıyla “Namaza nidâ edildiği zaman alış-verişi bırakın” emrinin muhâtabı bu ezandır. Birinci ezan ise sonradan ihdas edilmiştir. Allah’ın dini tamam olup Peygamber dünyadan göçtükten ve vahiy yeryüzünden kesildikten sonra ihdas edilen bir ezanın, vahyin muhâtabı olması ve ona göre birtakım şer’î hükümlerin tecellî etmesi mümkün değildir. Ayrıca bu ezanla birlikte namaza gitmekten alıkoyan her şeyin haram olması gerekir. Zira burada
2280] İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e., 12/96
2281] İbn Hazm, el-Muhallâ, 579
2282] İbn Hazm, A.g.e., 579
2283] İmam Şâfiî, el-Ümm, 1/195
2284] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur'an, 6/278
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alış-verişin haram kılınmasının illeti, bizatihî onun alış-veriş olması değil, namaza gitmekten alıkoymasıdır. Yoksa bizatihî alış-verişin kendisi mubah ve meşrûdur. Alış-verişin haram kılınmasındaki illet, namaza gitmeye engel teşkil etmesi olunca, aynı illete sahip olan şeylerin de haram olması icab eder. Bundan da namaz saatinde yapılacak bütün muâmelelerin haram olacağı sonucu ortaya çıkar.2285
Cuma Gününün Fazileti ve Bugündeki İcâbet Saati
Cuma günü taşıdığı meziyetler ve hususiyetler itibariyle haftanın en hayırlı ve en faziletli günüdür. Bu Husus bizzat Rasûlü Ekrem(s.a.s.)’in ifadeleriyle sâbittir.
Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün Cuma günüdür. (Zira babanız) Âdem Cuma gününde yaratıldı. O gün cennete konuldu ve o günde cennetten çıkarıldı. Kıyâmet de ancak Cuma günü kopacaktır.”2286 Hadisin zâhirî mânâsına göre, Cuma gününün, haftanın diğer günlerine karşı fazileti, Hz. Âdem’in yaratılışı ve cennete konulması bu günde vuku bulduğu ve kıyâmetin kopuşu bu günde meydana geleceği içindir. İlk bakışta Hz. Âdem’in yaratılışıyla kıyâmetin kopuşu arasında bir tezat olduğu görülmektedir. Bu ise üstünlük sebebinin kendisine bağlanışını anlaşılmaz hâle getirmektedir. Kezâ Hz. Âdem’in cennetten Cuma günü çıkarılması da bu güne bir fazilet kazandırmaması gerekir. Nitekim Kaadî Iyâz bu hususa işaret ederek “Zâhire göre sayılan bu meziyyetler bu günün faziletini beyan için değildir. Zira Hz. Âdem’in cenneten çıkarılması ve kıyâmetin Cuma günü kopması fazîlet sayılmaz. Bunlar, o gün vâkî olacak büyük hâdiselerdir. Tâ ki kul sâlih ameller işleyerek, Allah’ın rahmetine nâil olmaya ve gazabını defe hazırlansın.2287 Ancak, Ebû Bekir el-İzzî birbiriyle çelişkili gibi görünen bu hususu te’lîf ederek şöyle demektedir: “Bütün bu faziletler ve Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması, zürriyetinin ve bu büyük neslin nebiler, peygamberler, sâlîhler ve velîlerin varlığına bir sebeptir. Sonra Hz. Âdem cennetten kovularak çıkarılmış değil, bilâkis bazı vazifeleri îfâ ettikten sonra tekrar oraya dönmek için çıkarılmıştır. Kıyâmetin kopması ise nebîlerin, peygamberlerin, sıddîkların ve velîlerin şeref ve kulluklarını göstermek ve mükâfatlarını acele vermek için bir vesiledir. Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması ihânet için değil, halifelik makamına yükseltmek içindir. Zira cennetten cezalandırılarak çıkarılsaydı, peygamberlik ve halifelik makamıyla nimetlendirilmemesi icap ederdi. Bu makamlar ise, nâkısa değil, rütbelerin en yücesidir. Bu hadisten çıkarılacak bir diğer netice de Hz. Âdem’in Cennette değil, dışarıda yaratılarak sonra cennete konulmuş olmasıdır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “O günde yaratıldı ve o günde cennete kondu” ifâdesi bunu göstermektedir.2288
Cuma gününün diğer günlere karşı faziletinin bir diğer nedeni de duâların kabul edildiği icâbet saatinin, bu günde gizlenmiş olmasıdır. İmam Mâlik ve daha başka hadis otoriteleri Rasûlullah’tan (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: “Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, Cuma günüdür. Zira Âdem o günde yaratıldı, o günde cenetten çıkarıldı. Tevbesi o günde kabul edildi. Ve o gün vefat etti. Kıyâmet de ancak o günde kopacaktır. Yeryüzünde insan ve cinlerin dışında bütün canlılar, Cuma günü fecirden güneş doğuncaya kadar kıyâmetin kopacağı
2285] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 146-149
2286] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Muslim, 6/390
2287] İmam Nevevî, A.g.e., 6/391
2288] İmam Nevevî, A.g.e., 6/391
CUM’A NAMAZI
- 495 -
korkusuyla onun gürültüsünü bekler dururlar. Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, namaz kılan bir müslüman o saatte Allah’tan ne dilerse Allah onu kendisine mutlaka verir.”2289
Kezâ Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.): “Güneş Cuma gününden daha faziletli bir gün üzerine doğmamıştır. Cuma gününde öyle bir saat vardır ki, bir müslüman Allah’tan hayırlı bir şey istemesi bu zamana denk gelirse mutlaka dileği kabul edilir. Herhangi bir kötülükten de Allah’a sığınırsa Allah, mutlaka onu bu kötülükten korur” buyurmuş ve bu saatin kısa bir an olduğunu anlatmak için eliyle işaret etmiştir.2290 Sünnet kitaplarında bu konuda birbirini teyit eder mâhiyette pekçok sahih hadis nakledilmiştir.
Hadis-i şeriflerin delâlet ettiği şekilde Cuma gününde duâların kabul edileceği böyle mümtaz bir saat olduğuna göre, bu saat zamanımıza kadar tekrar eden her Cuma günü varlığını sürdürüyor mu, yoksa Peygamber zamanına mahsus olup ondan sonra kaldırılmış mıdır? Âlimler, Rasûlullah’tan (s.a.s.) gelen haberlere dayanarak Cuma gününde duâların kabul edildiği böyle bir saatin mevcûdiyeti hususunda görüş birliği etmesine karşın söz konusu saatin zamanımıza (dolayısıyla kıyâmete) kadar devam edip etmeyeceği konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Birkısım ulemâ bu saatin kaldırıldığını iddia ederken birkısmı da kaldırılmayıp devam etmekte olduğunu söylemişlerdir. Kezâ bu görüşü savunan âlimler de bu vaktin günün hangi saatinde olduğu konusunda kendi aralarında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu ihtilâfların sebebi ise bu hususta gelen hadislerin farklı farklı zaman dilimlerini işaret ediyor olmasıdır. Selef âlimlerinden bu hususta birbirinden az-çok farklı kırka yakın görüş nakledilmektedir. Ancak bu görüşlerin en önemlileri, kuvvetli ya da zayıf bir delile dayananları şu üç noktada toplanmaktadır:
Birincisi; ikindi namazı ile güneşin batması arasında kalan zaman dilimidir. Bu görüşün delili, Rasûlullah’tan (s.a.s.) nakledilen şu hadisdir: Enes b. Mâlik’ten rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.): “Cuma günü duâların kabul edileceği umulan saati ikindi vaktinden güneşin batışına kadar geçen zaman içinde arayın”2291 buyurmuştur. Ancak bu hadis, senedinde geçen Muhammed b. Ebî Humeyd metruk2292 olduğundan zayıf bulunmaktadır. Bununla beraber onun, Ebû Mûsâ el-Eş’ârî ve Câbir tarikiyle Ebû Dâvud, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel tarafından rivâyet edilen şâhidleri de yok değildir. Nitekim Câbir’den rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.): “Cuma günü, on iki saattir. (O günde bir saat vardır ki, o saatte) bir müslüman Allah’tan bir şey dilerse muhakkak Allah, onun dileğini yerine getirir. O saati, ikindiden sonraki en son saatte arayınız.”2293 buyurmuştur. Bu görüş mevkuf bir haber olarak Abdullah b. Selâm ve Ebû Hüreyre’den de (r.a.) nakledilmektedir. Nitekim Abdurrezzak’ın Atâ tarikiyle Ebû Hüreyre’den rivâyetine göre o, şöyle demiştir: “Cuma günü duâların kabul edileceği umulan saat ikindi namazı ile güneşin batması arasında kalan zaman dilimidir.” Atâ’ya ikindiden sonra namaz yoktur denilince, o: “Evet
2289] Abdürrezzak, A.g.e., 3/255; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/59; İmam Mâlik, Muvattâ', h. no: 16; Nesâî, Sünen, 3/114; Tirmizî, Sünen, 2/362; Ebû Dâvud, Sünen, 1/274
2290] Abdürrezzak, Musannef, 3/260; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/57; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi şerhi Sâhîh-i Buhârî, 2/482; İmam Nevevî, A.g.e., 6/388-389
2291] Tirmîzî, A.g.e., 2/360; Beğavî, Şerhu's-Sünne, 4/208
2292] bu konuda Bk. Tirmîzî, A.g.e., 2/360
2293] Ebû Dâvud, Sünen, 1/275; Nesâî, Sünen, 3/115-116
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoktur, fakat namaz kılan bir kimse yerinden kalkmayıp Mûsâllâsında bulunduğu müddetçe namazdadır” cevabını vermiştir.2294
İkincisi; Bu saat Cuma namazına ikamet edildiği andan itibaren başlar, namaz tamam oluncaya kadar devam eder. Bu görüş de merfû olarak Rasûlullah (s.a.s.)’e isnad edilmiştir. Nitekim İbn Ebî Şeybe, Tirmîzî ve İbn Mâce’nin, Kesîr b. Abdillâh el-Müzenî tarîkıyla rivâyet ettikleri bir habere göre sahâbe-i kiram Peygamber’e (s.a.s.) “duâların kabul olması umulan bu saat ne zamandır, yâ Rasûlullah?” diye sormuşlar. Rasûlullah (s.a.s.) “namaza ikamet olunduğu zamandan başlayarak (Cuma) namazı kılınıp ondan ayrılıncaya kadar devam eder”2295 buyurmuştur.
Üçüncüsü; İmamın minbere çıkıp oturmasından itibaren başlayıp Cuma namazı bitinceye kadar geçen zaman dilimidir. Bu görüşü müdâfa eden âlimler, Müslim’in, Sahîh’inde Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’nin oğlu Ebû Bürde’den’rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler: Ebû Bürde şöyle demiştir: “Bana Abdullah İbn Ömer: ‘Babanın Cuma saati hakkında Rasûlullah’tan (s.a.s.) hadis rivâyet ettiğini işittin mi?’ dedi. Ben: ‘Evet, babamı şöyle derken işittim’ dedim. Rasûlullah’ı (s.a.s.): ‘İcâbet saati, imamın minber üzerinde oturması ile namazın edâ edilmesi arasındadır’ buyururken işittim.” Ancak bazı muhaddisler bu hadisi munkatı’ ve muzdarib bularak illetli saymışlar ve bu hususta İmam Müslim’i eleştirmişlerdir. Meselâ Dârakutnî şöyle demiştir: “Bu hadisi, Mahreme’nin babasından, o da Ebû Bürde’den, Mahreme’den başkası, müsned olarak rivâyet etmemiştir. Onu bir cemaat Ebû Bürde’den kendi sözü olarak rivâyet etmişlerdir. Bazıları senedi Ebû Mûsâ’ya kadar götürmüş, fakat hadisi Rasûlullah’a (s.a.s.) isnad etmemiştir. Doğrusu, hadisin Ebû Bürde’nin kendi sözü olduğudur. Onu Yahya b. Saîd el-Kattân dahi Sevrî’den, o da Ebû İshak’tan, o da Ebû Bürde’den naklen bu şekilde rivâyet etmişdir. Vâsıl-ı Ahdeb ile Muhallid dahi Yahya’ya tâbî olarak onu Ebû Bürde’nin sözü olmak üzere rivâyet etmişlerdir. Numan b. Abdisselâm Sevrî’den, o da Ebû îshak’dan naklen: “Ebû Bürde’nin babasından rivâyeti mevkuftur, ‘babasından sözü’ sâbit değildir” demiştir. Ahmed b. Hanbel, Hammad b. Hâlid’den: “Mahreme’ye ‘sen babandan bir şey işittin mi?’ dedim. ‘Hayır’ cevabını verdi” dediğini rivâyet etmiştir.
Nevevî, hadisle ilgili bu itirazları serdettikten sonra diyor ki: “Dârakutnî’nin yaptığı bu tenkit kendince ve ekserî muhaddislerce ma’ruf olan bir kaideye binâendir. Mezkûr kaideye göre bir hadisin iki rivâyeti birbirine teâruz eder, meselâ biri merfû, biri mevkuf yahut biri mürsel, biri muttasıl olursa, muhaddisler o hadisin mevkuf ve mürsel olduğuna hükmederler. Ancak bu kaide zayıf ve merduttur. Sahîh olan, usûl âlimlerinin, fakîhlerin, Buhârî ile Müslim’in ve muhakkik hadis âlimlerinin metodudur. Bu metoda göre böyle bir hadisin merfû ve muttasıl olduğuna hükmedilir. Çünkü hadiste sika olan râvînin ziyâdesi söz konusudur.
Beyhâkî’nin Sünen’inde Ahmed b. Seleme’nin şöyle dediği rivâyet olunuyor: “Mahreme’nin rivâyet ettiği bu hadisi Müslim b. Haccâc ile müzâkere ettim. Müslim bu hadis Cuma saatini beyan hususunda en güzel ve en sahih bir hadistir2296
2294] Abdürrezzak, Musannef, 3/261-265
2295] İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/51; Tirmizî, Sünen-i Tirmizî, 2/361; İbn Mâce, Sünen-i İbn Mâce, 1/36
2296] İmam Nevevî, A.g.e., 6/389-390
CUM’A NAMAZI
- 497 -
dedi.
Görüldüğü üzere hadisin mevkuf mu, merfû mu olduğu muhaddisler arasında ihtilâf konusu olmuştur. Dolayısıyla bu hadise dayanan görüşün sıhhati, hadisin durumuna bağlıdır.
Hadis sahih ve merfû ise dayandığı görüş de sahih, aksi halde sahâbî veya tabiî’ye ait bir görüş olarak kalacaktır. Ancak İmam Müslim, Beyhâkî, İbnu’l Arabî ve daha birçok hadis âlimlerine göre bu mevzûda gelen en sahih ve en doğru hadis, Ebû Mûsâ el-Eş’ârî tarîkıyla rivâyet edilen bu Abdullah İbn Ömer hadisidir. İmam Kurtubî; “İhtilâf halinde bu hadis nass’tır. Başkasına itibar olunmaz” demiştir. Aynı hadis için Nevevî, “sahîh, hattâ doğru olan hadis budur2297 demektedir.
Sahâbeden Hz. Âişe ile Abdullah İbn Abbas ve tâbiûn âlimlerinden Şa’bî’nin görüşleri de bu merkezdedir. Meselâ İbn Ebî Şeybe’nin Hz. Âişe’den rivâyetine göre o, “Duâların kabul edileceği umulan saat, müezzin Cuma ezanını okuduğu zamandır”2298 demiştir. İbn Abbas’tan (r.a.) nakledildiğine göre, o da: “Cuma günündeki bu saat, Cuma ezanından başlar, namaz bitinceye kadar devam eder” demiştir. Kezâ Saîd b. Mansur ile İbn Münzir’in rivâyetlerine göre Şa’bî de “Bu saat alış-verişin haram olduğu saatten başlayarak helâl kılındığı saate kadar devam eder”2299 demiştir. Bu görüşler netice itibariyle birbiriyle aynı paraleldedir. Zira Cuma günü alış-verişin haram olduğu an, Cuma ezanından başlar, namazın edâ edildiği âna kadar devam eder. O gün okunan ezan ise daha önce de temas edildiği gibi, Rasûlullah (s.a.s.) minbere çıkıp oturduğu zaman okunurdu. O halde Cuma günü duâların kabul edileceği icâbet saati hususunda en doğru ve akla en yatkın görüş kanaatimize göre bu hadis ve haberlerin delâlet ettiği görüş olsa gerektir.2300
Cuma Gününün Fazîleti
Cuma gününü, Rasûlullah (s.a.s.) “mü’minlerin bayramı” olarak tavsif buyurur. Bayram, bir kısım imtiyazları ve hususiyetleri sebebiyle bir günün diğer günlerde olmayan, o güne has bazı umumi merasimlerle kutlanmasıdır. Her bayramda mutlaka bir kutlama ve merasim ve bunun da bir sebebi vardır. O halde, cum’a gününü kutlamaya sevkeden hususiyetleri nelerdir? Şeriat kitapları, bu günün hususiyetleri üzerine otuzdan fazla kerâmet ve fazilet zikrederler. Bazılarını şöylece kaydediyoruz:
• Bayram günüdür, münferid oruç tutulmaz.
• O günün sabahında eliflâmmîm tenzîl ile Hel Etâ sûreleri, gündüz de Cuma ve Münâfikîn sûreleri okunur.
• Cuma günü gusledilir, koku sürülür, misvak kullanılır, en güzel elbiseler giyilir.
• Mescidler buhurlanır.
2297] İmam Nevevî, A.g.e., 6/389
2298] İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/51-52
2299] A. Davudoğlu, Sahih-i müslim Terceme ve Şerhi, 4/491
2300] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 150-155
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
• Mescide erken gidilir.
• Hatip hutbeye çıkıncaya kadar ibâdetle meşgul olunur.
• Sessiz durulur, hutbe dinlenir.
• Kehf sûresi okunur.
• İstilâ vaktinde nâfile kılma kerâheti kalkar.
• Namazdan önce yola çıkmak mekruhtur.
• Cuma namazına gidenin her adımına bir yıllık sevap katlanmıştır.
• Cehennem o gün kabarmaktan yasaklanmıştır.
• Duâların kabul edildiği icâbet saati vardır.
• Günahlar o gün örtülür.
• Bu, ümmet için hayrı artırılmış bir gündür.
• Haftanın en hayırlı günüdür.
• Hayır o günde sâbitleşir, yüce ruhlar o gün toplanır. 2301
Günümüzde Cuma Namazının Sahih Olmadığını Söyleyenlere Cevaplar
Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse muhakkak doğru yol üzerindedir. Kim de Allah ve Rasûlüne itaatten yüz çevirirse, muhakkak sapıklıktadır. Artık onun için âhirette ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır. “Deki: Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”2302
Allah’a yapılan itaatlerin ve insanoğlunun âhirette hesaba çekileceği amellerin başında namaz gelir. Namaz dinin direği, İslâm’ın kalesi, kâfirle mü’minin alâmet-i fârikası, imanla küfrün kesişme noktası, mü’minin mîrâcı ve Allah’a karşı hamd ve şükran ifâdelerinin en belirgin göstergesidir. Kılınan her namaz, “elest” makamında yapılan rubûbiyyet ve ubûdiyyet sözleşmesinin yenilenmesi, yapılan her secde kulun bu sözleşmeyi alnıyla imzalaması ve cemaatin fertleri de sanki bu sözleşmenin hazır şâhidleri gibidir.
Yüce Rabbimiz ikamet halinde ve seferde, emniyet ve korkuda, savaşta ve barışta, her halükârda namaza devam edilmesini emretmiş, onu zâyi’ edenleri; “Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zâyi’ ettiler. Şehvetlerine uydular. İşte onlar kötülükle karşılaşacaklardır.”2303 “Vay o namaz kılanların hâline ki; onlar kıldıkları namazlardan gâfildirler, onlar gösteriş yaparlar.”2304 buyruğuyla tehdit ve îkaz etmiştir.
Rasûlullah da (s.a.s.); “Bizimle kâfirler arasındaki fark namazdır. Her kim namazı terk ederse, artık kâfir olmuştur.”2305 buyurarak namazın dindeki yerini ortaya koy2301]
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, c. 9, s. 176-177
2302] 3/Âl-i İmrân, 32
2303] 19/Meryem, 4-5
2304] 107/Mâun, 4-5
2305] Tirmizî, 515; Nesâî, 1/231-232; İbn Mâce, 1/342; Ahmed bin Hanbel, 5/346, 1/342
CUM’A NAMAZI
- 499 -
muştur. Ashâb-ı Kiram da namazı bu çerçevede ele almışlardır. Nitekim Abdullah b. Şakîk el-Ukaylî “Muhammed’in ashâbı namazdan başka hiçbir amelin terkini küfür saymazlardı”2306 diyerek bu hususu ifâde etmiştir. Bu cümleden olarak Ömer İbnu’l-Hattâb, Abdullah İbn Mes’ûd, Abdullah İbn Abbâs ve Muaz b. Cebel gibi sahâbîler namazı terk eden kimseyi, -ister inkâr ederek, isterse inkâr etmeksizin terk etmiş olsun-, mutlak sûrette kâfir sayarlardı. Ahmed bin Hanbel de bu görüştedir.2307 Hadis kitaplarının namaz bahislerine müracaat edildiği zaman namazı terk eden kimsenin kâfir olduğunu ifâde eden birçok sahîh hadise rastlamak mümkündür.
Mezhep İmamlarının bu husustaki görüşlerine de kısaca değinmek gerekirse, onlardan İmam Şâfiî ile İmam Mâlik söz konusu hadisleri te’vîl yoluna giderek inkâr etmeden ve hafife almadan namazı terkeden kimseyi tekfir etmekten kaçınmışlar ve şöyle demişlerdir: “Böyle bir kimse tekfir edilmez. Fakat fâsık sayılır ve tevbe etmesi istenir. Şâyet tevbe edip namaza başlamazsa, küfrüne hükmetmeden, hadden (ceza olarak) öldürülür.” İmam Ebû Hanîfe ise; “öldürülmez, fakat ta’zîr olunur ve namazı kılıncaya kadar hapsedilir”2308 demiştir. İslâm’ın böylesine hassâsiyetle üzerinde durduğu namaz ibâdeti içerisinde en müstesna yere sahip olanı ise, hiç şüphesiz Cuma namazıdır. O, normal bir ibâdet olma hüviyetinin yanında, mü’minin haftalık bayramıdır. Mü’minlerin aralarındaki sevgi, kardeşlik, ülfet ve muhabbet duygularını kuvvetlendirecek, gönüllerindeki şefkat ve rahmet hislerini canlandıracak, kin ve düşmanlık âmillerini öldürecek en önemli vâsıtalardan biridir. Öyle ki, bu namaz sayesinde bütün müslümanlar haftada bir kez bir araya gelirler. Bu sayede birbirlerine sevgi ve kardeşlik nazarlarıyla bakarlar. Kuvvetli olanları, zayıflarına; zengin olanları fakirlerine yardım elini uzatma imkânı bulur. Büyükleri, küçüklerine karşı şefkat hisleriyle dolar; küçükleri de büyüklerine saygı besler. Bütün mü’minler bir tek Allah’ın kulları olduklarını hissederler ve böylece tevhîd akideleri tazelenme imkânı bulur.
Diğer taraftan Cuma namazları her asırda önemini koruyan, en önemli kamuoyu oluşturma vâsıtasıdır. Okunan hutbeler; dinî, ilmî, siyâsî, askerî, içtimaî, ahlâkî, ailevî, kültürel, kısaca her hususta hazırlanan gündem maddeleri; minberler de bu gündem maddelerinin görüşüldüğü canlı “ekran”lar niteliğindedir. Bu yönüyle “minberler İslâm’ın medyasıdır” denilse, abartılmış sayılamaz. Câmilerin, İslâm’ın idare merkezleri olduğu ise, zâten herkesçe mâlûm olan birşeydir. Bu yüzden tarih boyunca hep câmiler ve minberler kimin elinde ise, iktidar da onun elinde olmuştur.
Cuma namazlarının diğer bir yönü de, dinin şiarını izhâr eden ve kâfirlere korku salan en güzel gövde gösterisi niteliğini taşıyor olmasıdır. Ama bütün bunlardan önce o bir ibâdettir. Diğer namazlar gibi Rabbimizin bize teklif ettiği bir farîzasıdır. Bu ifâde ettiklerimiz, bu farzın sadece tâlî unsurlarıdır. Hattâ bir an için onun azametine bakarak içimizden taşan coşku hisleridir. Aksi halde kimse ondaki bu tezâhürlere bakarak ona ibâdet olma özelliğinin dışında bir husûsiyyet veya vasıf yükleyemez. Bu coşku hislerine kapılarak, Allahu Teâlâ’nın ondan “namaz ve zikr” olarak bahsettiğini unutup, bunların, onun gayesi ya da
2306] Tirmizî, 515; Bu haberi Hâkim Müstedrek'inde rivâyet ederek Buhârî ve Müslimin şartlarına göre sahih saymıştır.
2307] Faysal Mevlevi, Teysîru Fıkhi'l-İbâdât, 3. Baskı. 1990, Beyrut. s. 64
2308] Faysal Mevlevî, A. g. e, s. 64-65
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hikmet-i farizası olduğunu söyleyemez. Allah Azze ve celle: “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağırıldığı (nız) zaman hemen Allah’ı zikre koşun!”2309 buyurarak onun mâhiyetini de, maksadını da en güzel şekilde ortaya koymuştur.
Cuma namazının karşısında durup tercüman olmasını istediğimiz veya tatmin etmesini beklediğimiz bu hislerimize bakarak Allah’ın tarif ettiği “zikir ve ibâdet” boyutunun dışında ona herhangi bir hedef tâyîn etmemiz, gâye-i İlâhî’ye müdâhele etmek olur. Onun özüne zarar verir. Bu ise bizim haddimizi aşar. Ama ne var ki bugün birtakım çevreler çıkıp hiçbir delile dayanmayan, yüzeysel fikrî mütâlâalara veya aslının ne olduğunu araştırma ihtiyacı dahi duymadıkları bir kısım şahsî ictihadlara tutunarak bu namaza ibâdet olmasının ötesinde çeşitli hedef ve gayeler tâyin edebilmektedirler. Bu hedef ve gayelere hizmet etmediği gerekçesiyle de böylesine büyük bir ibâdete kıymakta ve onu terk etmektedirler.
Bu çevrelerin kimine göre Cuma namazı bir devlet namazı, (Cuma kelimesinin mücerred mânâsından hareket etmekten başka hiçbir dayanağı olmayan) kimilerine göre de o bir “toplantı günü namazı”dır. Hutbe de “siyâsî bir konuşma”dır. Bu sebeple ancak İslâm devletinin sınırları içerisinde İslâm devlet başkanı veya onun izin verdiği kimseler tarafından kıldırıldığı zaman kılınabilir. Aksi halde farz olmadığı için kılınamaz.” Şüphesiz bu düşünceler Kur’an ve sünnetin sarîh ve sahîh naslarının tasvîb ettiği düşünceler olmayıp temelleri son derece zayıf ve tartışmalı rivâyetlere dayanan bir kısım mezhebî görüşlerden ibarettir. Hâlbuki Cuma namazı tartışmasız bir farzdır.
Uzun zamandır münâkaşa mevzûu olan bu mesele önceki yıllara nisbetle canlılığını yitirmiş gibi gözükse de, bugün binlerce müslümanın bu namazı kılmadığı gözönüne alındığında, hâlen ciddî bir sorun olarak karşımızda durduğu bir vâkıadır. Bugün ilim ehli olmayan birçok kimse kendinden emin bir şekilde Cuma meselesini hallettiğini ve içini bir şüphenin kemirmediğini iddia edemez. Zira Cuma namazını kılanlar muhakkak kılmaları gerektiğinden, kılmayanlar da mutlaka kılmamaları gerektiğinden emin değillerdir. Ortada bir belirsizlik ve şüphe hâkimdir. O halde bu mesele müslümanlar arasında hâlâ çözüme muhtaç bir mesele olarak gündemdeki yerini korumaktadır.
Ma’lûm olduğu üzere Kur’ân-ı Kerîm diğer namazlarda olduğu gibi, Cuma namazı hususunda da herhangi bir ayrıntıya yer vermemekte, onu mutlak ve umûmî olarak farz kılmaktadır. Bu sebeple Cuma namazının hangi hallerde kılınıp hangi hallerde kılınamayacağına dâir mezhep imamlarınca ortaya konan şartların temelini genel olarak Peygamber’e (s.a.s.) isnad edilen haberler teşkil etmektedir. Dolayısıyla Cuma namazı konusunda söylenecek son söz, Peygamber’e (s.a.s.) nisbet edilen bu haberlerin sahîh olup olmadıklarına bağlıdır. Bu da, cumhûr-ı fukahâ’ya göre böyledir. Zira cumhur, Kur’an’ın böyle bir hükmünü tahsis edebilmek için, dayandığı delilin sahîh olmasını yeterli görür.
Hanefîlere gelince, böyle bir hükmü takyîd ve tahsis edecek hadis’in, sadece sahîh olması da yeterli değildir. Onlara göre Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü takyîd veya tahsis etmek nesih’le eşanlamlı olduğundan, böyle bir şeyi âhad haber yoluyla gelen sahîh hadis’le yapmak; asla câiz değildir. Hanefîler, Kur’an’ın bu şekilde mutlak ve umûmî olan bir hükmünü takyîd ve tahsîs edecek
2309] 62/Cum’a, 9
CUM’A NAMAZI
- 501 -
hadisin mutlak sûrette meşhur veya mütevâtir olmasını şart koşarlar. Aksi halde bu, mümkün değildir. O halde Hanefî imamları tarafından ileri sürülen ve Kur’an’ın Cuma namazıyla ilgili bu mutlak hükmünü tahsîs eden, sözkonusu şartların dayandığı hadislerin aslını bilmeden onlara uymak, son derece yanlış bir şeydir. Bu durumda, konuyla ilgili sağlıklı bir sonuca ulaşabilmek için herşeyden önce bu hadislerin aslını ve mâhiyetini tesbit etmemiz gerekir. Zira kaynaklarda Peygamber’e (s.a.s.) nisbet edilen her hadis; sahîh, meşhur veya mütevâtirdir diye bir kural olmadığı gibi, mezhep imamları tarafından delil olarak kullanılan bütün hadisler sahîh veya meşhur olacak diye de peşin bir kanâate sahip olunamaz. Ancak on beş asır sonra bizim de oturup; “şu hadis sahîh, şu meşhur, şu mütevâtir, şu zayıf, şu da uydurmadır” şeklinde keyfî bir tasnife gitmemiz ve delilleri bu şekilde eleştirmemiz de düşünülemez.
Fakat İslâm’ın erken devirlerinden itibaren muhaddis ulemâ, her türlü rahatlarını bir kenara bırakarak, hiç bir fedâkârlıktan kaçınmadan, gerektiğinde at sırtında, günlerce, belde belde dolaşarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) hadislerini bir taraftan tedvin ve tasnif etmeye, diğer taraftan da, bu hadislerin sahîhini sahîh olmayanından ayırmaya çalışmışlardır. Böylece onlar, bir yandan Peygamber’den (s.a.s.) gelen sahîh hadisleri belli başlı kaynaklarda bir araya getirirken, bir yandan da zayıf ve uydurma olanları bir araya toplayan kıymetli eserler vücûda getirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu münâsebetle, nihâî mânâda olmasa bile, önemli ölçüde, hangi hadisin sahîh, hangi hadisin zayıf ya da mevzû (uydurma) olduğunu ilk anda bu kaynaklara müracaat ederek tesbit etmemiz mümkündür. Ancak her hadis türünün kendi nev’ine mahsus kitaplarda istisnâsız ve noksansız bir biçimde tasnif edilmediğini de unutmamak gerekir. O halde az da olsa, zayıf hadislere tahsis edilen eserler içerisinde hasen ve sahîh derecesine yükselebilecek hadisler çıkabileceği gibi; sahîh hadislere tahsis edilen eserler içerisinde de zayıf, münker hattâ uydurma hadisler bulunabileceği ihtimal dâhilindedir.
Cuma Namazının Şartları
Müctehid imamlar, Cuma namazı için biri farziyyetinin, diğeri sahih ve mûteber olmasının şartları olmak üzere iki grup şarttan sözetmektedirler. Bunlardan, birinci grup şartlar üzerinde tamamıyla ittifak edilirken, ikinci grup şartların bir kısmı üzerinde ittifak, diğer bir kısmı üzerinde de ihtilâf edilmiştir. Biz bu başlık altında, dayandıkları delilleriyle beraber bu iki gurup şartları ayrı ayrı incelemeye çalışacağız. Ancak bu kısımda daha ziyade tartışmalı bulunan şartlara ağırlık verilecektir.
A- Farziyetinin Şartları
Bir kimseye Cuma namazının farz olması için müctehid imamlar tarafından ileri sürülen şartlar şu şekilde sıralanmaktadır:
1- Müslüman Olmak
Müslüman olmayan kimseler hiçbir ibâdetle sorumlu olmadıkları gibi, Cuma namazını kılmakla da yükümlü değillerdir. Bunlar ibâdetten önce, iman edilmesi gereken esaslara iman etmekle mükelleftirler. Zira İslâm’a göre teklifin birinci basamağı imandır. Temelinde sahih ve sağlam bir itikat olmadıkça yapılan hiçbir amel sahih değildir. Nitekim Yüce Allah, “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı anmaya gidin”2310 âyet-i kerîmesiyle sadece mü’minlere hitâb etmektedir. Aynı şekilde Rasûlullah (s.a.s.): “Cuma namazı, cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır”2311 buyurarak bu hususa dikkat çekmişlerdir.
2- Erkek Olmak
Her ne kadar Cuma âyetindeki hitap umûmî ise de, kadınlara Cuma namazı farz değildir. Zira âyetin bu umûmî hükmü Târik b. Şihâb’dan rivâyet edilen: “Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan, başkasının mülkiyeti altında bulunan köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesnâdır”2312 hadisiyle tahsis edilmiştir.
Hanefî ulemâsı kadınların Cuma namazından muaf tutulmalarının sebeb-i hikmetini, meşakkat veya zarar görme ihtimali olarak îzah etmişlerdir. Nitekim İmam Serahsî bu hususa işaret ederek: “Çünkü kadın, kocasının ve evinin hizmetiyle meşguldür. Ayrıca erkek toplulukları arasına çıkmasından hem birtakım güçlükler hem de fitne meydana gelebilir”2313 demektedir. Bu îzah tarzı mâkul olmakla birlikte yine de en doğrusunu Allah ve Rasûlü bilir, diyoruz. Fakat kesin olan bir şey varsa, o da Sayrafî’nin de ifade ettiği gibi, fukahânın bu hususta gelen sahih delillere dayanarak kadınlara Cuma namazının farz olmadığı hususunda icmâ etmiş olduklarıdır.2314
Ancak üzerlerine Cuma namazı farz olmamasına rağmen, kadınların bu namaza iştirak etmeleri şer’an men edilmemiştir. Şâyet mescide gelerek imamla birlikte bu namazı edâ ederlerse, câiz olup üzerlerinden öğle namazının farzı sâkıt olur. Zira kendilerine Cuma namazının farz olmaması, onu edâ etmelerinin haram olması mânâsına gelmez. Bir şeyin farz olmaması ayrı bir şey, haram olması ayrı bir şeydir. Burada sadece teklif kaldırılmıştır. Daha doğrusu kadınlar bu teklifin dışında tutulmuşlardır. Fakat isteyerek katılmalarına herhangi bir yasak getirilmemiştir. Nitekim Şâfiî ulemâsından İmam Nevevî, İbnu’l Münzir ve daha başka âlimler: “Kadınların, mescide giderek imamla beraber Cuma namazını kıldıkları takdirde bunun câiz olduğuna dâir icmâ bulunduğunu nakletmektedirler. Zira Rasûlullah (s.a.s.)’in mescidinde kadınların erkek saflarının gerisinde durarak Peygamber’in arkasında Cuma namazı kıldıklarını ifâde eden birçok sahîh ve meşhur haber sâbittir.”demektedirler.2315 Kezâ hanefî âlimlerinden İmam Serahsî bu hususta şöyle der: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber Cuma namazı kılarlardı. Kendilerine ‘sadece koku sürünmemiş olmadıkça çıkmayınız’ denilirdi” şeklinde rivâyet edilen Hasan-ı Basrî hadisine binâen yolcu, kadın, köle ve hastalar Cuma namazına gelir de onu edâ ederlerse câiz olur. Zira namaza gelme farzının kendilerinden kaldırılmış olması, namazdaki bir husûsîlikten dolayı değil, bir zarar veya meşakkat (ihtimalin)den ötürüdür. Bu münâsebetle söz konusu
2310] 62/Cum’a, 9
2311] İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/18; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2312] İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/18; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2313] Serahsî, Mebsut, 2/22-23
2314] İmam Nevevî, el-Mecmu' Şerhu'l-Mühezzeb, 4/484; Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, s. 273-274; Hattâbî, Meâlimü’s-Sünen, 1/210
2315] İmam Nevevî, A.g.e., 4/484
CUM’A NAMAZI
- 503 -
zarar veya meşakkati üstlenirlerse onlar da erkeklerle beraber edâsına iştirak ederler.2316
Günümüzde Cuma kılmayan ve aynı zamanda kendi aklî ölçülerine uymayan hadisleri reddeden bazı çevreler, hitabının umûmî oluşuna bakarak Cuma âyetinin kadın-erkek herkese Cuma namazını farz kıldığı ve bu farzı erkeklere tahsis edecek herhangi bir delil bulunmadığı iddiasını gündeme getirmektedirler. Meselenin aslını araştırdığımız zaman bu iddianın kaynağının, hadislerin kabul ve reddi konusunda tamamen keyfî bir tavır içinde olan Yaşar Nuri Öztürk’ün “Kur’andaki İslâm” adlı eseri olduğunu görüyoruz. İşine geldiği zaman en zayıf rivâyetleri dahi delil olarak kullanmaktan çekinmeyen bu yazar, âdetâ bu husustaki sahih hadisleri görmezlikten gelerek adı geçen eserinde aynen şöyle diyor: “Hitap bütün mü’minlere olduğuna göre kadınların da Cuma namazı kılmaları farzdır. Elbetleki zorlayıcı sebeplerin vücut vereceği istisnâî durumlar olabilir. Ancak kadınların Cuma kılmamalarını prensip haline getirip Allah’ın emrini erkeklere özgüleyerek kadınları bu hayatî ve İlahî aktivitenin dışına itmek Kur’ânın ruhuna aykırıdır. Kadınların Cumaya iştirakleri diğer namazları kılmalarından çok daha önemli nimet ve bereketlerin doğmasına yol açacaktır.”2317
Bu, tamamen asılsız bir iddiadır. Yukarıda adı geçen ve bütün hadis imamları tarafından sahîh kabul edilen Târik b. Şihâb hadisi ile bu hadisin söylemleştirdiği Peygamber ve râşid halifeler devrindeki teâmül, bu iddianın ne kadar tutarsız ve mesnedsiz olduğunun açık delilidir.
Peygamberin vazifesi; Kur’an’ı tebliğ, umûmî hükmünü tahsis, mutlakını takyîd ve mücmel olan âyetlerini heyân etmektir. Bu çerçevede Rasûlullah (s.a.s.): “Mülk edinilmiş köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesnâ” buyurarak Cuma âyetinin bu umûmî hükmünü sınırlandırmıştır. Peygamber ve râşid halifeler devrindeki teâmül (uygulama) ile bu teâmülü destekleyerek söylem haline getiren Târik b. Şihâb hadisi olmasaydı, o zaman böyle bir iddiaya belki hak verebilirdik. Ancak bu durumda onların iddia ettiği gibi sadece kadınlar değil, âyetin umûmî hitabına göre kadın olsun, erkek olsun, hür olsun, köle olsun, hasta olsun, sağlıklı olsun, iman vasfını taşıyan herkese Cuma namazının farz olması gerekirdi. Bu ise inananlara altından kalkamayacakları bir teklif olurdu. Hâlbuki şeriatta “teklîf-i mâ lâ yutak” yani insanlara güçlerinin yetmeyeceği şeylerin teklif edilmesi câiz değildir. Görüldüğü gibi sünneti ve sahih hadisleri dikkate almadığınız zaman, Kur’ân’ı doğru olarak anlamak ve onun özüne uygun olarak amel etmek mümkün olamaz.
Cadde ve kaldırımları dolduran, çağdaş geçinen, başıboş ve sorumsuz kadınlar dışında dinine bağlı, eşine ve çocuklarına sâdık, namazında niyazında olan kadınların kaçta kaçı bu günkü şartlarda her Cuma günü çoluk çocuğunu ve evinin işlerini bir kenara bırakarak câmiye koşup gönül rahatlığı içerisinde ve geride bıraktıklarından emin bir halde baştan sona kadar hutbeyi dinlemeye ve cemaatle beraber bu namazı edâ etmeye tahammül edebilir? Evet, böyle bir uygulama pratikte ne derece mümkün olabilir acaba? Allah’ın kolaylaştırdığı bir işi, feminist yaklaşımlarla zorlaştırmanın mânâsı nedir? Sonra Müslüman hanımlar bu hususta kendi hallerinden tamamen memnundurlar. Kur’an’ın hükümleri
2316] Serahsî, Mebsut, 2/22-23; Kâsânî, Bedâyî u's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî'
2317] Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an’daki İslâm, s. 515
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşısında erkeklerle eşitleme çabasına düşülen papatya hanımların kaç tanesinin namaz veya Cuma namazı diye bir sorunu bulunuyor ki?!
Diyelim ki, yazarın iddia ettiği gibi, Cuma namazı kadınlara farzdır ama “zorlayıcı sebeplerin vücut verdiği istisnâî durumlarda” onların bu namaza gitmemelerine müsaade edilebilir. Bu istisnâî durumların sınırını kime ve hangi ölçüye göre tesbit edeceğiz? Kur’an ve sünnette böyle bir kıstas olmadığına göre, bunun şer’î dayanağı ne olacak? Toplumsal hayatın imkân ve ihtiyaçları, buna bağlı olarak da zorlayıcı faktörler farklı farklı olacağına göre a’zamî ve asgarî sınırı nasıl tesbit edeceğiz? Acaba dindeki bu denli bir keyfîliğe ne zamandan beri müsaade ediliyor?
Kur’an’ın gayesini herkesten daha ziyâde bilen, onu kendisinin ve ashâbının şahsında hayata aktaran Allah Rasûlü, kadınları bu namazdan istisnâ etmiş, onları cuma namazına katılmaya mecbur etmemiş, ancak bu namaza katılan kadınları da ondan men etmemiştir. Daha açık bir ifadeyle âyetin umûmî hitabının, mükellefiyet planında kadınları içine almadığını, ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, gücü yeten ve kendiliğinden bu namaza katılma imkânına sahip olan kadınların ise bu namaza katılmalarının yasak olmadığını beyan etmiştir. Asr-ı saâdette yaşayan sahâbî kadınlar da Cuma namazına katılıp katılmama konusunda bu serbesti içerisinde hareket etmişlerdir. Buna göre Cuma namazına katılmak, tamamen imkân ve fırsatlar dâhilinde kadınların tercihine bırakılmış bir uygulamadır. Değilse, kadınları Allah tarafından farz kılınmış bir ibâdet olmadığı halde, bayram namazlarına katılmaya zorlayan Peygamber, onları, âyetle farz kılınan Cuma namazına da mecbur eder, bu da tıpkı diğeri gibi ümmetin tamamından gizli kalamazdı. Nitekim bütün hadis kitapları Peygamber’in (s.a.s.), hayızlı kadınlar da dâhil sahâbî kadınların tamamını bayram namazlarına katılmaya çağırdığını rivâyet ederler.
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ümmü Atıyye (r.a.)’dan rivâyet ettiği şu haber bunun en açık delilidir: Ümmü Atıyye şöyle demiştir: “Bize, Rasûlullah Ramazan ve Kurban bayramlarında genç kızlarla hayızlı kadınları ve evinin bir köşesine çekilerek perdesi altında gizlenen hanımları namazgâha çıkarmamızı emretti.” ‘Ama hayızlı kadınlar namazgâhtan biraz uzak durur, hayırda ve müslümanların duâlarında hazır bulunurlar’ dedi. Ben: ‘Ya Rasûlallah! Bazan birimizin örtüsü bulunmuyor’ dedim. Rasûlullah: ‘Ona din kardeşi kendi cilbablarından birini giydiriversin’ buyurdu.2318
Haberin diğer tarîklerinde Ümmü Atıyye bu durumu istimrar (devamlılık) sigasıyla “emrolunurduk” şeklinde rivâyet etmektedir. Şâyet Y. Nuri Öztürk ve ondan etkilenen çevrelerin iddia ettikleri gibi, âyetin umûmî hitabından kadınlar çıkarılmamış olsaydı, hayızlı kadınlara ve evinin köşesinde perdesi altında gizlenen bâkire kızlara varıncaya kadar bütün kadınları Bayram namazlarına katılmaya mecbur eden Peygamber, onları Cuma namazına çıkmaya mecbur etmez miydi? Yoksa Peygamber onları Cuma namazına çıkmakla sorumlu tuttu da, diğerinin aksine bu durum, âliiyle, ümmisiyle ümmetin tamamından gizli mi kaldı? Herhalde böyle bir iddia akıllara durgunluk verir.
2318] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, 2/537-544; İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/428-30; Ayrıca bu konuda Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin namaz bahislerine bakınız
CUM’A NAMAZI
- 505 -
3- Hür Olmak
Yukarıda zikredilen Târik b. Şihâb hadisine binâen mülk edinilmiş kölelere ve hürriyeti elinde bulunmayan kimselere Cuma namazı farz değildir. Mülk edinilmiş köleye Cuma namazının farz olmamasının sebebi, birinci derecede efendisinin hizmeti ile sorumlu bulunmasıdır. Zira Cuma namazına gidip sonuna kadar imamı beklemesi emredilecek olursa, buna imkân bulamayabilir. Bundan dolayı da kendisine herhangi bir zarar dokunabilir. Bilhassa köleliğin yürürlükte olduğu dönemlerde müslüman olan bir kölenin, müslüman olmayan bir kimsenin mülkiyeti altında bulunduğu düşünülecek olursa, buradaki espriyi daha iyi kavramak mümkün olur. Bu sebeple Cumhûr-ı ulemâ’ya göre, köleye Cuma namazı farz değildir. Ancak kadınlar için geçerli olan husus köleler için de aynen geçerli olup, imkân bulup Cuma namazına katılmaları halinde cemaatle beraber bu namazı kılmaları câiz ve sahihdir. Bu durumda kendilerinden, öğle namazının farziyeti kalkmış olur.
Fakat bazı selef âlimlerine göre, tıpkı hür olana farz olduğu gibi, köleye de Cuma namazı farzdır. Şâyet efendisi onu, Cumaya gitmekten men ederse, ancak o zaman Cuma namazına gitmemesi câiz olur. Hasan-ı Basrî, Katâde ve İmam Evzâî bu görüştedirler. Dâvud ez-Zâhirî ise mutlak olarak köleye Cuma namazının farz olduğu görüşüne kail olmuştur. Bu görüş İmam Ahmed bin Hanbel’den de rivâyet edilmiştir.
Buna mukabil, âlimlerin büyük çoğunluğuna göre Cuma namazının farz olabilmesi için, hürriyet şart sayılmıştır. Ancak burada sözü edilen hürriyet, meselenin aslını idrâk edemeyen bazı müslümanların zannettiği gibi, mecazî mânâdaki fikir ve eylem hürriyeti olmayıp, mülk sayılan köleliğin karşıtı olan hakîki mânâdaki hürriyettir.
Ehlince bilindiği üzere Arap dilinde mutlak olarak zikredilen hürriyet kavramı, biri hakîki diğeri mecazî olmak üzere iki ayrı mânâda kullanılır. Birinci ve hakîki anlamıyla kullanıldığı zaman,2319 “kölelik” kavramının zıddı olarak kullanılır ki, bu mânâdaki hürriyet; “akıllı bir şahsın kendi işleri hakkındaki asâleten yaptığı tasarruflarının, kendinden başka birinin rızâsına bağlı olmaması demektir.2320
İşte bu anlamdaki “hürriyet”in tam karşısında kölelik bulunmaktadır. “Bir kimsenin asâleten tasarruf yapamaması ve tasarruflarının ancak efendisinin iznine bağlı olması” anlamını ifade eden bu statü, yani kölelik, kuvvetin egemen kılındığı dönemelerde zorbalık ve güç sonucunda ortaya çıkmış, savaş ve baskınlarda ele geçirilen esirler de bu müessesenin ortaya çıkmasının en büyük sebeplerinden biri olmuştur. Bu kurumun işlediği dönemlerde esirler, esâret müddeti içerisinde zelîl bir durumdaydılar. Onları esir edenler, eğer yaşamasını isterlerse, onları kendilerine hizmet eden ve ancak irâdeleri doğrultusunda tasarruf edebilen köle yaparlardı. Ayrıca esirlere mâlik olan efendiler, bu kölelik statüsüne, elden ele nakli mümkün olan bir işleyiş daha kazandırmışlardı. Bazen esîr alan kavmin, ellerindeki esîri aralarında kin ve düşmanlık bulunan kimselere, öldürmeleri veya ağır hizmette bulundurmak sûretiyle işkence etmeleri için teslim ettikleri de olurdu. Bazan da satarlar, bedelinden faydalanırlardı. Satılan esîr de artık satın alanın kölesi olurdu.
2319] İbn Hacer, Telhîs'ül-Habîr, 4/485; Hattâbî, A.g.e., 1/210
2320] M. Tahir b. Aşur, İslâm Hukuk Felsefesi, s. l15
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hürriyet kelimesinin ikinci anlamı ise, mecaz yoluyla birinci anlamdan doğan mecazî hürriyettir. Bu mânâda hürriyet, kişinin kendi nefsi ve işleri hakkında herhangi bir karşı çıkan olmaksızın istediği gibi tasarrufta bulunabilmesi demektir. Bu anlamdaki hürriyetin karşıtı, tasarruftan alıkonulma ve kısıtlılıktır. Bu kısıtlılığın gözüktüğü yerler, insanların inançlarında, sözlerinde ve hareketlerindeki esaslarla ilgilidir.2321
İşte İslâm hukukunda hem bazı ibâdetlerin sıhhatine temel teşkil eden ve hem de Cuma namazının sahih olabilmesi için şart koşulan hürriyet, kavramın birinci ve hakîki anlamıyla “kölelik” teriminin karşıtı olan hürriyettir. Yani fukahânın aradığı özellik, mükellefin, hürriyetin bu mânâsından yoksun edilip köle olarak kullanılıyor olmamasıdır. Çünkü Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cuma âyetinin umûmî hükmünden istisnâ ettiği köle, her türlü hürriyet hakkı elinden alınan ve başkaları tarafından mülk edinilen köledir. Nitekim Târik b. Şihab tarafından rivâyet edilen hadisde “mülk edinilmiş köle” mânâsına gelen ifadesiyle bu husus hiçbir şüpheye mahal olmayacak tarzda açıkça beyan edilmiştir. Dolayısıyla bunun, fikir ve eylem hürriyetine kısıtlama getirilen kimse şeklinde anlaşılmasına imkân yoktur. Nitekim ne geçmişte, ne de günümüzde bunu bu şekilde anlayan hiçbir âlime rastlamak mümkün değildir. Zira bu ikisi birbirinden tamamen farklı şeylerdir.
Hâl böyle iken bir kısım müslümanlar bazı hususlarda fikir ve eylem hürriyetinin kısıtlı olmasını, hadiste beyan edilen kölelikle eşit sayarak, bu hususu Cuma namazını terketmeye ma’zeret saymaktadırlar. Hâlbuki hadiste istisnâ edilen ve İslâm hukukunda bazı ibâdetlerden muaf tutulan hakîkî mânâdaki kölenin, efendisi izin vermedikçe alış-veriş, borç alıp verme ve rehin bırakma gibi yaptığı ya da yapacağı hiçbir akit sahih değildir.2322 Aynı şekilde İslâm hukukuna göre böyle bir kölenin nikâhının geçerli olması, efendisinin vereceği izne bağlıdır. Dolayısıyla efendisi izin vermediği müddetçe kölenin yapacağı nikâh akdi dinen geçersiz sayılmıştır. Dolayısıyla herhangi bir köle, efendisinin izni olmadan nikâh akdi yapar da zifafa girerse, bu durumda zina yapmış sayılır.2323 Bu husus Rasûlullah’dan (s.a.s.) gelen sahih hadislerle sâbittir. Nitekim Câbir b. Abdiilah’dan (r.a) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) “Herhangi bir köle, efendisinin izni olmadan nikâh akdi yaparsa, o köle zina edicidir”2324 buyurmuştur.
Hz. Ömer (r.a.) da “Köle, efendisinin izni olmaksızın nikâh akdi yaparsa, nikâhı haramdır. Efendisinin izniyle nikâhlanırsa, bu durumda boşama hakkı, ferci helâl kılan (nikâhı akdeden) kimseye aittir2325 demiştir. Rivâyete göre Nâfî’ de şöyle demiştir: “Abdullah İbn Ömer, efendisinin izni olmadan kölenin nikâhını zina sayar, nikâhladığı kadınla zifafa girdiği takdirde, kendisine ve köle olduğunu bildiği halde kendisiyle nikâhlanan kadına had vurulmasını vâcib sayardı.2326 Benzeri haberler Atâ, Katâde, Hasan, Sevrî ve İbrahim en-Nehâî’den de rivâyet edilmiştir.2327
2321] Bk. Prof. M. Tahir b. Aşur, A.g.e., s. 115 vd.
2322] Ö. N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/332
2323] Bk. Mehmed Zihni Efendi, Nimetü'l-İslâm, s. 808
2324] Abdürrezzak, Musannef, 7/243; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 2/228
2325] Abdürrezzak, A.g.e., 7/242
2326] Abdürrezzak, A.g.e., 7/243; Ebû Dâvud, A.g.e., 2/228
2327] Bk. Abdürrezzak, A.g.e., 7/242-245
CUM’A NAMAZI
- 507 -
Aynı şekilde köle ile ilgili her türlü tasarruf hakkı efendiye ait olduğu için, evli olan köle ve câriye’yi efendisi kendi hizmetinde kullanabileceği gibi, âzâd da edebilir, satılıp hibe olunabilecekleri için satıp hibe de edebilir.2328 Bütün bu hususlar göz önüne alındığında fikir ve eylem planındaki bazı hakların kısıtlanması nerede, bu mânâdaki hakîkî kölelik nerededir?
Cuma namazını niçin kılmıyorsunuz? sorusuna; biz “hür müyüz?” şeklinde karşılık veren ve kendilerinin köle durumunda olduğunu zanneden bazı müslümanların, İslâm hukukundaki köleliğin ne anlama geldiğini bildiklerini sanmıyoruz. Zira, eğer bilmiş olsalardı, dinî, siyâsî ve fikrî konularda bazı hakların kısıtlı olmasına bakarak bu şekide düşünmeleri mümkün olmazdı.
Dinî, siyâsî ve fikrî plandaki bazı hürriyetlerin sınırlı olmasını veya müslümanların bazı çevrelerce dışlanmalarını veya yok sayılmalarını hakîkî anlamdaki kölelikle aynı mânâya alacak olursak, bu durumda, söz konusu kısıtlamalarla muhâtap olan müslümanların, kadın ve kızlarının câriye sayılması gibi bir yanlışı kabul etmiş oluruz. Köle ve câriyelerin nikâhı efendilerinin iznine tâbî olduğuna ve efendisinin izni olmadan nikâh akdi yaparak zifafa giren köleler dinen zina etmiş olacaklarına göre, bu fikrin mimarları tahmin bile edemedikleri bu yanlışı nasıl bertaraf edecekler acaba? Öte yandan iddia edildiği gibi, bütün müslümanlar köle olsalardı, bir kısmı çok zengin olan bu müslümanların hiçbir mülk ve servetlerinin bulunmaması, ticâret, alış-veriş, borç alıp verme, bir yerden bir yere göç etme, ev bark sahibi olma, (kimi samimî müslümanların(!) yaptıkları gibi) faizli bankaların çek ve senetlerini rahatlıkla kullanma(!), diledikleri zaman diledikleri şekilde seyahat etme, televizyon, radyo, vakıf, dernek, şirket ve yayınevi kurma, kitap, dergi ve gazete çıkarma ve daha başka hürriyetlerinin bulunmaması gerekmez miydi?
Müslümanlar bütün bu tasarrufları asâleten, yani kendi adlarına özgürce yapabildiklerine göre demek ki köle hükmüne girebilecek bir kısıtlama ile karşı karşıya değiller. Aksine hür insanların sahip olduğu haklara sahip durumdadırlar. Zira İslâm hukukuna göre kölelerin kendileri sahiplenilmiş mal hükmünde oldukları için bu nevî mal ve mülke sahip olma ve asâleten kendi adlarına tasarrufta bulunma hakları yoktur.2329 Kaldı ki bu güne kadar gayri İslâmî sistemlerle idare olunan hiç bir ülkede, hiç bir otoritenin, müslümanların köle olduğunu iddia ettiği ve böyle bir muâmeleye teşebbüs ettiği görülmüş bir şey değildir. Aksine bütün müslümanlar, hürriyetin yukarıdaki tanımına göre her zaman hür yaşamış ve hür kabul edilmişlerdir.
Dinî, siyâsî ve fikrî hususlarda birtakım kısıtlamaların mevcûdiyeti tartışmasız bir gerçek olmakla beraber, bu, İslâm dinindeki hakîkî kölelik mânâsına gelmez. Nitekim bugüne kadar ne geçmişte ne de günümüzde İslâm dünyasının hiçbir yerinde, hiçbir ilim ehli müslumanlara getirilen bu kısıtlamaları esas olarak müslümanlann köle hükmüne girdiğini iddia etmemiştir. Zira, müslümanlar avâmıyla havâssıyla bu konulardaki kısıtlamalarla ilk defa bugün mevcut olan tağûtî sistemlerde tanışmış değillerdir. Aksine Emevîler ve Abbâsîler devrinde de birçok âlim ve fakîh inandıkları düşünceleri açıkladıkları için mihne (işkence)ye mâruz kalmış, hatta birkısmı işkenceler altında zindanlarda can vermiştir. İşte İmam Ebû
2328] M.Zihni Efendi, A.g.e., s. 812
2329] M. Zihni Efendi, A.g.e., s. 808
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Ahmed bin Hanbel’in hayat hikâyeleri ortadadır. Bu büyük âlim ve fakîhlerin, dinî nokta-i nazardan mevcut sistemi eleştirdikleri ve inandıklarını ifâde etmeye kalkıştıkları için Emevî ve Abbâsî sultanları elinde çektikleri işkenceler, siyâsî ve fikrî hususlardaki kısıtlamaların en açık misâlidir.
İmam Ebû Hanîfe mevcut sistemi dinî yönden meşrû görmediği ve bazı konularda fikrini beyan ettiği için önce, merkeb lakabıyla meşhur, zâlim Emevî sultanı Mervan b. Muhammed zamanında, daha sonra da Abbâsî hükümdarı Mansur zamanında işkenceye tâbî tutulmuş, ikincisinde işkencelere tahammül edemeyerek zindanda can vemişti. Aynı şekilde devlet erkânı tarafından rivâyet edilmesi yasaklanan bir hadisi, yine aynı mercîlerin provakatörleri tarafından sorulması üzerine rivâyet ettiği için İmam Mâlik de benzeri işkencelere maruz kalan fukahâ arasında bulunuyordu. İmam Ahmed ise, Me’mun, Mu’tasım ve Vâsık zamanlarında Abbâsî devletinin resmî mezhebi haline gelen Mutezîlî düşünceyi ve halkul-Kur’an fikrini kabul etmeyip, kendi inancını savunduğu için işkence gören yüzlerce muhaddisten biriydi. Evet, bu büyük imam, Kur’an’ın mahlûk olmayıp kelâmullah olduğu düşüncesini benimsediğinden, sorguya çekilmek üzere ağır zincirler altında Bağdat’tan Tarsus’a getirilerek hapsedilmiş, günlerce işkenceye tabi tutulmuş ve Mu’tasım’ın adamlarının ayakları altında mafsal kemikleri çıkıncaya kadar çiğnenebilmiştir. Dahası, “mihne” diye meşhur olan bu sorgulamaların yaşandığı devrede yüzlerce hadis imamı, resmî ideolojiyi benimsemeyip kendi kanaatini muhâfaza ettiği için işkenceler altında can vermişti. Bütün bu kısıtlamalara ilâveten Emevîlerin, müslüman olsalar bile, aslen Arap olmayanları mevâlî (köle) kabul ettikleri ve köle muâmelesine tâbî tuttukları da unutulmamalıdır.
Dört mezhep imamı da dâhil bunca âlim ve fakîh dinî düşünce ve kanaatlerinden dolayı bu derece işkence görmelerine ve bu kadar şiddetli kısıtlamalara muhâtap olmalarına rağmen hiçbiri kendi şahıslarını ve Emevîler’in mevâlî (köle) muâmelesine tâbî tuttuğu acemleri, yani Arap asıllı olmayan müslümanları köle saymamış ve bu dönemde Cuma namazının kılınamayacağını ileri sürmemişlerdir. Kezâ ne Ebû Hanîfe, ne Ahmed b. Hanbel ve ne de öteki fakîhlerin bu kısıtlamalar sebebiyle bir kez olsun Cuma namazını terk ettikleri rivâyet edilmemiştir. O halde nasıl oluyor da müslümanlar sanki dinî, fikrî ve siyâsî mânâdaki bu tür kısıtlamalara ilk kez gayri İslâmî düzenlerde muhâtap oluyorlarmış gibi, bu kısıtlamalar sebebiyle onların köle konumunda olduğu, dolayısıyla da bu statülerinden ötürü Cuma ile mükellef olmayacakları iddia edilebiliyor? Meseleyi enine boyuna tetkik etmeden böylesine yüzeysel ve sığ mütâlaalarla İslâm adına fetvâ vermeye cüret ederken Allah’tan korkmazlar mı bu insanlar?!
Bu düşüncenin yanlışlığını bu şekilde izah ettikten sonra konuyla ilgili olarak ileri sürülen bir başka teze temas edilmesi yerinde olur. Zira yukarıda değindiğimiz düşünce, nüvelerini bu tezden alarak zamanla değişik boyutlar kazanmış, daha doğrusu söz konusu siyasî ve fikrî hususlardaki kısıtlamalarla kendisini temellendirme yoluna gitmiştir. Bilindiği üzere İslâm devletinden başka yerlerde Cuma namazının kılınamayacağı görüşünü ilk defa gündeme getiren günümüz yazarlarından bazıları müslümanların içinden bir grubun, irtidat ederek itkidarı ele geçirmeleri veya önceden müslümanken iktidarı ele geçirdikten sonra irtidat ederek küfür ahkâmını icrâ etmeye başlamaları ile ülkeleri kâfirlerin orduları tarafından silâh zoruyla istîlâ edilen müslümanların siyâsî ve fıkhî konumlarını
CUM’A NAMAZI
- 509 -
aynı görmekte ve bu duruma mâruz kalan müslümanların hür olamayacakları için Cuma namazını kılamayacağını iddia etmektedirler. Bu iddialarına da Fransızların K. Maraş’ı istilâsı esnasında halka hitap eden Rıdvan Hoca’nın ifâdelerini delil göstererek şöyle demektedirler: “Fransızların K. Maraş’ı istîlâsı sırasında Cuma günü K. Maraşın Ulu Câmiinde toplanan müslümanlara Rıdvan Hoca şöyle haykırmıştır: “Müslümanlar! Bu akşam Maraş kalesinden bayrağımız indirilmiş, yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Cuma namazının bir insana farz olması için onun hür olması gerekir. Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği müddetçe bu beldede gayrı Cuma kılınamaz.2330
Şüphesiz Rıdvan Hoca’nın bu hareketi gâyet isâbetli ve yerinde bir harekettir. Ancak, aralarında hiçbir fark gözetmeksizin bunun, beşerî idarelerle yönetilen bütün beldelere kıyas yapılması son derece isâbetsiz ve yanlış bir hareket olsa gerekir. Zira müslümanların içinden bir grubun gerek irtidat ederek iktidarı ele geçirmesi, gerekse önceden müslüman iken iktidarı ele geçirdikten sonra irtidat ederek küfür ahkâmını icraya başlaması ile müslümanların ülkelerinin bu şekilde küffâr askerleri tarafından silah ve savaş zoruyla ele geçirilmiş olması her bakımdan aynı neticeyi doğuran şeyler değildir. Zira istiklâl savaşında olduğu gibi, bir belde halkını silah zoruyla ele geçiren kâfirler, dilerlerse oradaki insanların tamamını veya büyük bir kısmını katledebilecekleri gibi, isterlerse esir alarak kölelere mahsus olan her türlü muâmeleyi de yapabilirler. Tarih buna pek çok defa şâhitlik yapmıştır. Dolayısıyla böyle bir musibete dûçâr olan müslümanlar, her türlü hürriyet haklarını kaybetmiş olduğu gibi, ülkeleri de “Dâr’ul-İslâm” olmaktan çıkıp “Dâru’l-harbe” dönüşmüş olur. Böyle bir durumda müslümanlar üzerine Cuma namazından önce hürriyetlerini elde etmek ve beldelerini istilâdan kurtarmak için, müstevlî kâfirlere karşı topyekün cihad etmeleri farz olur. Rıdvan Hoca ve Maraşlı müslümanlar da böyle yapmışlardır. Kezâ Fransızlar tarafından işgal edilen Cezayir’in durumu da bunun gibidir. Nitekim Cezayir’in işgaliyle birlikte haklı olarak Cezayir müftüsü de Fransız işgali kaldırılmadıkça Cuma kılanamayacağına dâir fetvâ vermiştir.
Müslümanların içinden bir grubun iktidarı ele geçirdikten sonra irtidat ederek veya irtidat ettikten sonra iktidara gelerek küfür ahkâmıyla hükmetmeye başlamasına gelince, bunu diğeriyle aynı kefeye koymak hiçbir bakımdan doğru bir kıyas sayılamaz. Zira Cumhûr-ı ulemâ’ya göre, tıpkı birincisinde olduğu gibi bu durumda da müslümanların ülkesi, “Dâru’l-İslâm” olmaktan çıkarak “Dâru’l-harb”e dönüşmekle beraber, bu defa müslümanlar esir ya da köle hükmüne tâbî olmazlar. Bu gün bu ikinci hâl’e mâruz kalan yeryüzünde pek çok müslümanların yaşadığı ülke bulunmasına rağmen hiçbir İslâm âlimi çıkıp, “Müslümanlar hürriyetlerini kaybedip köle konumuna girmiştir. Dolayısıyla onlara Cuma namazı kılmaları artık farz değildir” dememiştir. Zira bu iki husus, “Dâru’l-İslâm” olan ülkelerin konumunu “Dâru’l-harb”e dönüştürmesi bakımından aynı sonucu doğursa da, müslümanların hürriyet vasfını değiştirmesi yönünden aynı neticeyi doğurmaz. Bu iki şeyi her hususta aynı saymak yanlış olur. Dolayısıyla her iki halde de küfrün hâkimiyetine son verip, müslümanların başlarına âdil bir imamı tâyin etmek ve İslâm’ı hâkim kılmak için cihad ve tebliğ vazifesini sürdürmek bütün mü’minlere farz olmakla beraber, birinci durumda kendilerine Cuma farz
2330] Y. Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 61; Hüsnü Aktaş (Y. Kerimoğlu), Medenî Vahşet, s. 199
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadığı halde, ikinci durumda Cuma kılmaları farz olur. Ancak Cuma kılmalarına müsâade edilmiyorsa, bu durum müstesnâ!
Şu halde “Dâru’l-harb”de yaşamak başka, köle sayılmak daha başka bir şeydir. Nitekim küfrün bütün şiddetiyle hâkim olduğu Mekke devrinde müslümanlar en şidetli işkence ve zulümlere mâruz kaldıkları halde, ne Rasûlullah (s.a.s.) ve ne de Sahâbe-i Kiram kendilerini köle olarak tasvir etmemişlerdir. Aksine Mekke toplumunda mevcut olan kölelerden köle olarak, kendilerinden ise hür olarak bahsetmişlerdir.
Daha önce sahih naslara dayanılarak ortaya konulduğu gibi, küfrün bütün şiddetiyle hâkim olduğu Mekke devrinde henüz bir “Dâru’l-harb” olan Medine’de Peygamber’in (s.a.s.) emriyle müslümanlar Cuma namazı kılmaktaydı. Hâlbuki Mus’ab b. Umeyr bir dâvetçi sıfatıyla Medine’ye geldiği zaman Hazrec kabilesi reislerinden Useyd b. Hudayr ve Sa’d b. Muaz gibi isimlerin keskin kılıçlarıyla karşılaşmıştı. Buna rağmen o, müslümanları Sa’d İbn Hayseme’nin evinde gizlice bir araya toplayarak onlara Cuma namazı kıldırmaktaydı. Şâyet beşer kanunlarının yürürlükte olduğu veya İslâm kanunlarının tatbik edilmediği her ülkede yaşayan Müslümanlar köle sayılsaydı, başta Peygamber (s.a.s.) olmak üzere bütün sahâbenin Mekke devrinde kendilerinden köle diye bahsetmeleri, buna paralel olarak da Medineli müslümanların Cuma kılmamaları icab ederdi.
Şu halde müslümanlara cihad şuurunu aşılamak adına Fransızların istilâsına muhâtap olan müslümanlarla, İslâm dışı idareler altında yaşayan müslümanları aynı konumda görmek doğru değildir. Müslümanlara İslâm anlatılacaksa, bu vazife, farzları terk ettirerek değil, aksine onları hakkıyla yerine getirmeye teşvik ederek yerine getirilmelidir. Aksi halde Cuma meselesinde olduğu gibi, daha sonra kendimizin de telafi edemeyeceği birtakım yanlışlıklara sebebiyet verebiliriz. Şâyet böyle yapılması yanlış bir haraket olsaydı, Allah ve Rasûlü ibâdetlerden önce cihadı ve İslâm devletini tesis etmeyi farz kılmakla işe başlardı. Hâlbuki Kur’an ve sünnetin metodu böyle olmamıştır. Kur’an çizgisinde yürüyen Allah Rasûlü, herşeyden önce müslümanları tek bir akîde üzerinde birleştirmeye, aralarında sevgi ve kardeşlik duygularını pekiştirmeye yönelmiş ve on üç yıllık Mekke hayatında bu hususlara ağırlık vermiştir. Zira akîdeleri farklı farklı olan, birbirlerine muhabbet ve kardeşlik duyguları beslemeyen bir toplum, parçalanmaya mahkûm bir cemiyyettir. Afganistan örneğinde görüldüğü gibi, böyle bir toplum, düşmana gâlip olsa bile, aralarındaki tefrika tohumlarını söküp atamaz. Muhtemel bir ihtilâfta silahlarını kendi saflarına yöneltirler. Öyleyse cihad şuurunu tesis etme adına, farklı farklı itikadlara sahip olan, birbirlerine karşı en ufak bir muhabbet ve tahammülleri bulunmayan ve kardeşlik anlayışları edebiyattan öteye geçemeyen günümüz müslümanlarını içi boş sloganlarla seraptan seraba koşturmanın ve zaten yıkık dökük olan ibâdetlerinin bir kısmını terkettirmenîn İslâmî bilinç ve siyâsetle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olamaz.
Böyle bir harekete kalkışmamız boş yere müslümanların enerjilerini heder etmek olur. Neticede, müslümanlar hedefe yürüyecek güçlerini yitirmiş ve ilim ehline güvenlerini kaybederek ye’se düşmüş olurlar. Doğru olan ve her kim olursa olsun, ilim ehline yakışan fıkhî meseleleri ortaya koyarken delilleriyle birlikte enine boyuna tahkîk ettikten ve neticesini hesap ettikten sonra makaslamadan, olduğu gibi sunmaktır. Hangi maksat ve niyetle yapılırsa yapılsın, duygusal ve
CUM’A NAMAZI
- 511 -
izafî yaklaşımlarla hakikatleri gizlemek ve kamuoyunu yanıltmak büyük bir tehlikedir. Mâlum olduğu üzere bir işi yaparken sadece niyetin güzel olması yeterli değildir. Yapılan işin de İslâm’a göre güzel olması gerekir. İçinde yaşadığımız zaman, fıkıh kaynaklarında nakledilen kültür mirasına mutlak hakikat nazarıyla bakma ve mutlak bir teslimiyyetle yaklaşma zamanı değildir. Bu yaklaşım, ilmin ve ilim ehlinin mantığına aykırı düşer. İlme ve ilim ehline yakışan asrının imkân ve ihtiyaçlarını da dikkate alarak bu kültür mirasını Kur’an ve sünnetin süzgecinden geçirerek insanların idrâkine sunmaktır. Aksi halde ilme de ilim adamına da ihtiyaç kalmaz.
Bilgisayar çağı olan asrımızda bu kuru nakilcilik vazifesini bilgisayarlar da yapabilir. Tarihten günümüze kadar intikal eden bu kültürel mirasımızı insanlara intikal ettirirken onu Kur’an ve sünnete arzetme misyonunu üstlenmek istemiyorsak hiç değilse olduğu gibi objektif olarak nakletmemiz de bir ilim namusu olsa gerektir. Zira prensip olarak Cuma namazının devlet başkanı tarafından kıldırılmasının şart olduğu fikrini savunmalarına rağmen, ileride kaynaklarıyla birlikte ortaya koyacağımız gibi, bütün Hanefî âlimleri kâfirlerin istilâsı altında dahi müslümanların bu namazı terk edemeyeceklerini ve mutlaka kılmaları gerektiği görüşünü müdâfa etmektedirler. Diğer bir ifadeyle İmam Ebû Hanîfe hâriç, bütün Hanefî âlimleri bu şartı sadece İslâm devletinin fiilen mevcut olduğu dönemler için geçerli sayıp, İslâm devletinin mevcud olmadığı zaman ve zeminler için bu şartı kabul etmezler. Hal böyle iken tek yönlü olarak ve cümlenin aşağısını görmezden gelerek nakiller yapmaya kalkışırsak büyük bir vebal altında kalırız. Başkalarını kurtarmaya yönelik iyi niyetimiz, kendimizi dahi kurtarmaya yetmeyebilir.
Müslümanların birlik ve beraberlik, sevgi ve kardeşlik tohumlarını yeşertecek, dinî, ilmî, siyâsî, fikrî, ahlâkî, ibâdî ve kültürel konularda bilinçlenmelerini ve eksikliklerini gidermelerini temin edecek, soğuk savaşın hâkim olduğu asrımızda müslümanların boy gösterisi sayılabilecek ve kamuoyu oluşturmalarına zemin hazırlayacak dinî bir kongre ve mitingleri mâhiyetinde olan böylesine büyük bir ibâdeti sağlam bir delilleri olmadan İslâm dâvâsı adına terk etmek büyük bir gaflet olur. Câmileri, câmî cemaatini ve müslüman halkın desteğini yok sayarak ve onları kendi hâline terkederek İslâm dâvasında hiç kimsenin başarı şansının olacağını zannetmiyoruz.2331
4- Sıhhatli Olmak
Cuma namazı ile mükellef olmak için sıhhatli/sağlıklı olmak şarttır. Dolayısıyla Cuma namazına gidemeyecek kadar hasta olanlar veya Cuma namazına gitmesi halinde hastalıklarının artmasından endişe edilen kimselere Cuma namazı farz değildir. Böyleleri Cuma namazı yerine, güçlerinin yettiği şekilde öğle namazını kılmakla yükümlüdür. Zira “Allah, kimseye gücünün üstünde birşey teklif etmez”2332 âyeti mûcibince bir kimse gücünün yetmeyeceği şeylerle sorumlu tutulmaz. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) hastaları Cuma âyetinin umûmî hükmünden istisnâ etmiştir.
2331] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 166-177
2332] 2/Bakara, 90
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Târik Hadisi Hakkındaki Görüşler
Buraya kadar izah edilen bu dört sınıfın Cuma namazından istisnâ edilmesi başta da belirtildiği gibi Târik b. Şihâb’dan rivâyet edilen “Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan kadın, köle, çocuk ve hastalar müstesnâdır” hadisine dayanmaktadır.
Bu hadisi İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef’inde, Ebû Dâvud, Dârakutnî ve Beyhâkî Sünenlerinde, Hâkim de Müstedrek’inde rivâyet etmişlerdir.2333
İbn Hacer hadisin senedinin sahîh, ravîlerinin sîka (güvenilir) olduğunu söylemiştir.2334 Beyhâkî, “hadis her ne kadar mürsel olsa da iyi bir mürseldir. Târik ise Tâbiûn’un hayırlılarındandır. Peygamber’den bir şey işitmemiş olsa da, onu görenlerdendir. Hadisinin birçok şâhidi vardır” demiştir.2335 Nevevî Hulâsa’sında ve ondan naklen Zeylaî, Nasburrâye adlı eserinde şöyle demişlerdir: “Târik b. Şihab’ın Peygamber (s.a.s.)’i görüp de ondan bir şey işitmemesi, hadisin sıhhatine zarar vermez. Zira bu durumda hadis, sahâbî mürseli sayılır. Sahâbî mürseli ise hüccettir. Hadis, Buhârî ve Müslim’in şartlarına göre sahihdir.
Bu sebeple İbn Hacer’in Telhis’inde belirttiği gibi, birçok kimse onu sahih saymıştır. Hâkim de bunlar arasındadır. Nitekim o bu hadisi Ubeyd b. Muhammed el-Iclî tarîkiyle muttasıl bir senedle de rivâyet etmiştir.2336 Nitekim Hâfız İbn Hacer, bu hususta der ki; Ebû Dâvud’un “Târık, Peygamber’den (s.a.s.) işitmemiştir” sözü, hadisin sıhhatine zarar vermez. Zira, şâyet Tarık’ın Peygamber’i (s.a.s.) işitmediği sâbit ise, hadis sahâbî mürseli olur: Sahâbî mürseli ise bizim ashâbımız ve bütün âlimler nazarında hüccettir. Ancak Ebû İshak el-İsferâînî bundan müstesnâdır.2337
5- Âkıl ve Bâliğ Olmak
İlâhî emir ve yasaklarla mükellef olabilmek için akıl ve buluğ şarttır. Akıllı olmayanlarla erginlik çağına girmemiş olan kimseler hiçbir ibâdetle yükümlü olamadıklarından Cuma namazı ile de yükümlü değildirler. Bu sebeple deliler ve çocuklara Cuma namazı farz değildir. Bunun delili de Târik b. Şihab hadisi yanında: “Cuma namazı her bâliğ olana farzdır”2338 hadisidir. Teklifte ehliyetin akıl ve buluğ olduğu hususunda ihtilâf söz konusu değildir.
6- Mukim Olmak
Cumhûr-ı fukahâya göre bir mükellefe Cuma namazının farz olabilmesi için bir yerde ikamet halinde olması şarttır. Bu münâsebetle yolculuk halinde bulunan kimseye Cuma namazı farz değildir. Cumhûr-ı fukahânın bu husustaki delilleri, Câbir b. Abdillah (r.a.)’ın Rasûlullah’dan (s.a.s.) rivâyet ettiği şu hadisdir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimseye Cuma gününde Cuma namazı farzdır. Ancak hasta, yolcu, kadın, çocuk ve köle bundan müstesnâdır.”2339 Bu
2333] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/18; Ebû Dâvud, Sünen, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünen'ul-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2334] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/436
2335] Beyhâkî, A.g.e., 3/183; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 3/258
2336] Zeylaî, Nasburrâye, 2/199; İbn Hacer, Telhîs, 4/483; Hâkim, A.g.e., 1/228; Nâsıruddîn el-Albânî, İrvau'1-Ğalil, 3/54-55
2337] Zeylaî, A.g.e, 2/199; İbn hacer, A.g.e, 4/483
2338] Beyhâkî, A.g.e., 3/184; Nesâî, Sünen, 1/153
2339] Dârakutnî, Sünen, 2/3
CUM’A NAMAZI
- 513 -
hadis, senedinde geçen İbn Lehia ve Muaz b. Muhammed el-Ensârî’nin rivâyet ehliyeti bakımından zayıflığı sebebiyle muhaddislerce zayıf addedilmiştir.2340 Ancak, Ebû Dâvud’un Târık b. Şihab’dan rivâyet ettiği yukarıda zikredilen hadisle Beyhâkı’nin değişik kanallarla rivâyet ettiği birçok şâhidi bulunmaktadır.2341 Bu itibarla âlimlerin ekserisi tarafından istidlâl edilecek güçte sayılmıştır.
Bu hususta dört mezheb imamı ittifak halinde olmasına rağmen, el-Hadi, el-Kasim, Ebu’l-Abbas, İbn Şihâb ez-Zührî ve İbrahim en-Nehâî yolcu, ezanı işitirse, Cuma namazına gitmesi lâzım olur demişlerdir.2342
Zikredilen bu altı şartın dışında Cuma namazına gitmeye engel teşkil edecek herhangi bir sebep ortaya çıkarsa bir müslüman bu sebebten dolayı Cuma namazını kılmakla sorumlu tutulamaz. Düşman veya yırtıcı hayvandan korkulması vb. hususlar bu sebepler arasında sayılabilir. Zira teklif imkânlar ölçüsündedir. Buraya kadar Kitap ve sünnete dayalı olarak üzerinde ittifak edilen farziyyet şartlarını beyan etmiş olduk. Buna göre Cuma namazının farziyyet şartlarını hâiz olan bir mü’minin Cuma ezanını işittiği zaman Cuma namazına gitmesi gerekir. Aksi halde Yüce Allah’ın “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı(nız) zaman, hemen Allah’ı zikre gidin”2343 emri ile Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bazı kimseler ya Cuma namazına gitmemeye son verirler ya da Allah onların kalplerini mühürler”2344 tehdidine muhâtap olurlar.2345
B- Sıhhatinin Şartları
Cuma Namazının Sahih ve Mûteber Olmasının Şartları
Daha önce incelenen ve ittifakla benimsenen, farz olma şartlarına ilâveten, edâ edilen Cuma namazının sahih ve mûteber olup öğle namazının yerine geçebilmesi için mezheb imamları tarafından bazı şartlar daha ileri sürülmüştür. Bu şartların başlıcaları vakit, cemaat, hutbe, şehir, bir şehirde bir tek câmide Cuma kılınması, devlet başkanı veya nâibinin kıldırması ve genel izin meselesi olmak üzere yedi maddede toplanmaktadır.
Teferruat üzerindeki görüş ayrılıkları bir kenara bırakılacak olursa, bu şartlardan ilk üç tanesi üzerinde ittifak edilirken, geriye kalan dört şart hususunda mezhepler arasında ihtilâf edilmiştir. Daha açık bir ifadeyle bir şehirde bir tek câmî’de Cuma kılınması meselesi hâriç, geriye kalan üç şart ulemânın hilâfına sadece Hanefî’ler tarafından ileri sürülmüştür.
İşte günümüzde Cuma namazını terkeden çevrelerin hareket noktasını, üzerinde tartışma bulunun ve sadece Hanefî imamları tarafından ileri sürülen bu şartlardan bazıları teşkil etmektedir.
Şunu burada hemen belirtelim ki, vakit ve hutbe dışında ileri sürülen şartların hiç birisine Kur’ân-ı Kerimden direkt veya dolaylı olarak herhangi bir
2340] Dârakutni, Sünen, 2/4
2341] Bk. Beyhâkî, A.g.e., 3/184
2342] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 3/327
2343] 62/Cum’a, 9
2344] Müslim, Sahih-i Mülim, 1/586; Muhammed b. Süleyman, Cem'ul-Fevâid min Câmü'l-Usûl ve Mecmâi'z-Zevâid, Dâru'l-Isfahânî, Cidde, 1393, 1/98
2345] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 179-180
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
delil göstermek mümkün değildir. Nitekim ne Hanefîler’in, ne de diğer mezhep imamlarının böyle bir iddiaları söz konusu değildir. Onlar, bu şartları ileri sürerken, ya şahsî ictihadlarına ya da kendilerine ulaşan bazı haberlere dayanarak ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla bu şartların müslümanları bağlayıp bağlamayacağı, bunların dayandıkları delilin kuvvetine, diğer bir ifadeyle Kur’an ve sünnete uygun olup olmadıklarına bağlıdır.
Şâyet bu şartların dayandığı deliller sahih olup Kur’an ve sünnete muhâlif bulunmazsa, bağlayıcı olur ve uygulanması gerekir. Dolayısıyla bu şartlar tahakkuk etmediği zaman, Cuma namazını terkedenler bu hareketlerinde mâzur sayılır. Aksi halde, imamı ictihadında yanıldığı için bir ecir sahihi olurken, hatalı ya da Kur’an ve sünnete aykırı olduğunu bile bile ona tâbî olanlar günahkâr olurlar. Asla mâzur sayılmazlar. Zira onlar bu durumda imamının ictihadından daha kuvvetli olan Kur’an ve sünneti terkettikleri için Allah ve Rasûlüne muhâlefet etmektedirler.
Hakikatte böyle hatalı bir ictihad mezhep imamından sâdır olsa bile, aslında bu ictihad imamının görüşü sayılmaz. Zira müctehid imamların tamamı, ilke olarak sünnete ve sahih hadislere muhâlif olan görüşlerini hayatta iken de, öldükten sonra da mûteber saymamış ve benzeri görüşlerinin terkedilmesini vasiyet etmişlerdir.
Biz burada imamlarımızın bu vasiyetlerine uyarak ve şahsî kanaatlerimizi haklı çıkarma taassubundan kaçınarak her mezheb imamının ortaya koyduğu şartları ve bu hususta dayandıkları delilleri ilmî ölçüler içerisinde ele alarak bu şartların ne derece geçerli olup olmadıklarını incelemeye çalışacağız.
Daha önce de belirtildiği gibi, Kur’an’dan bir asla dayanmayan şartların geçerliliği, dayandıkları hadislerin sıhhatine bağlıdır. Dayandıkları hadis sahihse, cumhûra göre şart da sahih, hadis sahih değilse, şart da sahih değildir. Şâyet söz konusu hadis Kur’ân’ın umûmî bir hükmünü tahsis edici nitelikte ise, İmam Şâfiî ile Ahmed bin Hanbel’e göre sahih olması yeterli iken Hanefîlere göre böyle bir durumda hadisin sadece sahih olması kâfî değildir. Aksine ya meşhur ya da mütevâtir olması gerekir. Zira Hanefîler, cumhûr’un aksine, Kur’ânın umûmî hükmünün tahsisini nesih sayar ve meşhur veya mütevâtir hadisden başkasıyla bunu asla câiz görmezler. İmam Mâlik, Kur’ân’ın umûmî ifadelerinin delâletini zannî kabul etmekte ise de, her zaman haber-i âhad ile tahsis edilemeyeceği görüşündedir. Ona göre haber-i âhad’ın Kur’ân’ı tahsis edebilmesi için kıyas veya Medinelilerin ameliyle desteklenmesi gerekir. Aksi halde hadis zayıf sayılır ve Kur’ân’ı tahsis edemez.
Daha önce de işaret edildiği gibi herhangi bir hadisin sahih olup olmadığını tesbit etmek için genel geçer sayılan başlıca iki metot vardır. Bunlardan biri; hadis râvîlerinin hal ve meşreplerini, adâlet ve zapt bakımından güvenilir olup olmadıklarını araştırmaktan ibaret olan ‘senet tenkidi metodu’ diğeri ise, rivâyet edilen hadisin Kur’ân’ın genel esaslarına, akla, ilmî tecrübeye, tarihî gerçeklere ve itimada şâyan olmuş diğer sahih hadislere uyup uymadığını tetkikten ibaret olan ‘metin tenkit’ metodudur ki bunlardan birincisine ‘dış tenkit’, ikincisine de ‘iç tenkit’ metodu adı verilir.
Mâlum olduğu üzere büyük hadis imamları, hadislerin sahihini sakîminden
CUM’A NAMAZI
- 515 -
ayırmak için, İslâm’ın ilk devirlerinden itibâren hadis rivâyetiyle tanınan tüm râvîlerin hayatını, sîretini, hâl ve gidişini en ince ayrıntılarına kadar araştırarak sîka (güvenilir) olup olmadıklarını, onlarla hem aynı devirde, hem de daha sonraki devirlerde yaşayan sîka ve otorite ağızlara dayanarak tesbit eden özel ve genel nitelikli rical (biyografi) kitapları adı verilen dev eserler meydana getirmişler ve bu râvîlerin hayatına, sonradan gelen araştırmacılar için ayna tutmuşlardır. Hadis edebiyatının müstesna bir türünü teşkil eden bu kitaplar, ‘Kütüb-i Sitte’ başta olmak üzere, diğer tüm hadis kitaplarında rivâyeti bulunan bütün râvîlerin, hangisinin sîka, hangisinin sîka olmadığını dolayısıyla rivâyet ettikleri hadislerin sıhhatini tesbit etmede başvuracağımız mihenk taşları durumundadır. Şu halde herhangi bir hadisin sahih, zayıf ya da uydurma olduğunu sağlıklı bir şekilde tesbit etmek için takip etmemiz gereken birinci metot; bu kaynaklar yardımıyla “dış tenkit” tabir edilen senet tenkidi metodu, diğeri ise, söz konusu hadis metinlerini aklın, tarihî gerçeklerin, ilmî tecrübe ve Kur’ân’ın genel prensiplerinin süzgecinden geçirmek anlamına gelen “iç tenkit/metin tenkit” metodu olacaktır.
Nitekim muhaddisler gibi mezhep imamları da herhangi bir râvî’nin rivâyetini kabul etmek için bir taraftan söz konusu râvînin adâlet ve zapt bakımından sağlam ve rivâyet yönünden sîka olup olmadığına bakarken, diğer taraftan rivâyet ettiği hadisin Kur’ân’ın genel esasları yanında, akla, ilmî tecrübeye, tarihî hakikatlere ve diğer sîka râvîler tarafından rivâyet edilen itimada şâyan olmuş sahih hadislere muhâlif olup olmadığına bakmışlardır. Şâyet râvî, adâlet ve zapt bakımından sağlam ve güvenilir bir kimse ise ve rivâyet ettiği hadis bahsi geçen esaslara aykırı değilse, bu râvînin rivâyetini hüccet olarak kabul etmişler, aksi halde reddedip hüccet saymamışlardır. Bilhassa hadis rivâyetinde yalancılık ve hadis vaz’ı (uydurma) ile tanınmış kimselerin rivâyetlerine asla itibar etmemişlerdir.
Hadis dilinde adâlet; râvînin din işlerinde tam bir istikamet üzere bulunması, yalancılıkla meşhur olmaması ve fısk-ı fücurdan uzak bulunması ile ifade edilmiştir. Böyle bir râvî dinî farizayı gereği gibi yerine getirir, emrolunanı yapar, nehyedilenden kaçınırsa, adâlet sıfatıyla tavsif edilir. Bu, bâzan adâleti sâbit olan kimselerin, o râvî’nin adâletli olduğuna şehâdet etmeleriyle, bâzan adâletinin ilim ehli arasında şöhret kazanmasıyla ve sîka (güvenilir) kimselerin kendisinden senâ ile bahsetmeleriyle bilinir.2346
Zabt ise, bir râvî’nin işitmiş olduğu hadisi, başkasına rivâyet edinceye kadar herhangi bir değişikliğe mâruz bırakmadan işittiği şekilde hâfızasında tutması ve lüzumu halinde aynen tekrarlayabilmesidir.2347
İşte bu iki şartı lâyıkıyla şahsında birleştiren râvîlerin hadisleri sahih sayılıp dinde hüccet kabul edilirken; fâsık, yalancı, zındık, sefîh, ihtilâfa mâruz kalan, rivâyetinde fazla hata yapan ve telkine maruz kalan kimselerin hadislerine îtibar edilmez ve dinde hüccet kabul edilmezler. Zira hadis literatüründe bu gibi vasıflar râvînin adâletini yok edici hallerdendir.
Biz hadis usûlünü ilgilendiren bu kısa açıklamadan sonra müctehid imamların Cuma namazı için ileri sürdüğü sıhhat şartlarının dayandığı delilleri bu esaslar
2346] Geniş bilgi için Bk. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi'r-R4âye, Dâru’l-Kütübi'l-Arabi, Beyrut, II. Baskı. 1986, -Tah. A. Ömer Haşim- s. lOl vd. M. Ebû Zehra, Usûlü’l-Fıkh, Daru'1-Fikr'il-Arabi, 1958. B. Sy. Yok. s. 109 vd; Talat Koçyiğit, Hadis usûlü, A.Ü. B. E. Ankara. 1975, s. 44
2347] Talat Koçyiğit, a.g.e. s. 46
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dâhilinde inceleyerek sahih olup olmadıklarını gözler önüne sermeye çalışacağız. Ancak râvîlerin tenkidinde haset, kıskançlık, rekabet, düşmanlık ve benzeri gibi insanî temayüllerin, haksız ve tarafgir tenkitlerin şu veya bu şekilde rol oynayabileceğini dikkate alarak, mümkün olduğu kadar farklı kaynaklara müracaat etmeye çalışacağız. Bundan kastımız, hadislerin sıhhati ve râvîlerinin güvenilirliği hususunda farklı âlimlerin görüşüne başvurarak muhtemel olabilecek yanlışlıkları asgarîye indirmek ve kul hakkından kurtulmaya elimizden geldiği kadar gayret etmektir. Bu da delilleri tetkik ederken tarafsızlık ilkesine gösterdiğimiz sadâkatin bir delili sayılır. Zira bir iki hadis imamının bir râvî hakkında taraflfl ı hüküm vermesi mümkün olsa bile, farklı devir ve beldelerde yaşamış birçok âlimin aynı şahıs hakkında taraflı olarak aynı isnadda birleşmesi mümkün değildir.
Bu kaygıları göz önüne alarak imamların dayandıkları delilleri ve bu delilleri nakleden râvîlerin halleriyle ilgili nakilleri, her âlimin görüşünü kendi kitabından olduğu gibi aktarmaya çalışacağız. Böylece okuyucu, söz konusu delillerin, Cuma âyetinin mutlak ve umûmî hükmünü takyid ve tahsis edecek güçte olup olmadıklarını değerlendirme imkânı bulacaktır.
Amacımız Cuma namazını terk eden müslümanlara, davranışlarının yanlış olduğunu gösterip bu hatalarından kurtulmalarını sağlamak olduğu için, bu teferruata sadece Hanefîlerin delilleri konusunda yer verecek, diğer mezhep imamlarının şartları fazla ağır olmadığı için, onların delillerine konunun akışı içerisinde yer vermeye çalışacağız.
1- Vakit Şartı
Beş vakit namazda olduğu gibi, edâ edilen Cuma namazının sahih olabilmesi için de vaktinin girmiş olması şarttır. Bu hususta bütün ulemâ ittifak halindedirler. Zira Allah Teâlâ “Şüphesiz namaz mü’minler üzerine vakitle belirlenmiş olarak farz kılındı”2348 buyurmuştur. Âyetteki salât (namaz) lafzı umûmî bir lafız olduğu için diğer namazlara olduğu gibi Cuma namazına da şâmildir. Ancak ulemâ bu âyete dayanarak Cuma namazı için vaktin farz olduğunda ittifak etmesine rağmen, bu vaktin tâyini hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Kadı Iyaz, ishak b. Râhaveyh ve Hanbelîler “Cuma namazının vakti, bayram namazının ilk vaktinden başlayarak öğlenin son vaktine kadardır.”2349 demişler, delil olarak da Ahmed bin Hanbel, Müslim ve Nesâî’nin, Câbir b. Abdillâh’tan rivâyet ettikleri şu hadisi zikretmişlerdir: Câbir şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazını kıldırdıktan sonra gider, güneş zevâle erdiği vakit develerimizi ağıllarına koyardık.”2350 Bu hadiste Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cuma namazını zevalden önce kıldığına açıkça işaret edilmektedir. Bu görüşte olan âlimler ikinci delil olarak Abdullah b. Seydân es-Sülemî’den rivâyet edilen şu hadisi zikrederler: Abdullah b. Seydân es-Sülemî şöyle demiştir: “Hz. Ebû Bekr (r.a.) ile beraber Cuma namazında bulundum. Hutbe ve namazı gün ortasından önceydi. Sonra Hz. Ömer ile beraber Cuma namazı kıldım. Namazı ve hutbesi, gün tam yarılandı diyebileceğim zamandaydı. Sonra Hz. Osman ile beraber Cuma namazında bulundum. Hutbe ve namazı, gün tam zevalden döndü dediğim zamandaydı. Bu durumu
2348] 4/Nisâ, 103
2349] İbn Kudâme el-Makdîsî, el-Kâfî, 1/216-217
2350] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/396; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, 3/231; Nesâî, Sünen-i Nesâî, 3/100; Beyhâkî, Sünenu’l-Kübrâ, 3/191
CUM’A NAMAZI
- 517 -
ayıplayan ve kınayan kimseyi görmedim.2351
Şevkânî, “Neylü’l-Evtâr” adlı eserinde bu hadisle ilgili olarak şunları kaydeder: “Bu haberi aynı şekilde “Kitabü’s-Salât”ta Buhârî’nin Şeyhi Ebû Nuaym ve İbn Ebî Şeybe de rivâyet etmişlerdir. Hâfız İbn Hacer: “Bu haberin râvîleri sîka’dır. Ancak Abdullah b. Seydân hâriç. Çünkü o büyük bir tâbiî olup adâleti ile tanınmamış bir kişidir” derken İbn Adiy: “Sülemî, meçhul (tanınmayan râvî’y)e benzemektedir” demiştir. Buhârî ise; “hadisinde mütâbî’i yoktur. Kendisinden daha kuvvetli olan râvîlerin hadisiyle onun bu hadisi çelişmektedir” demiştir.2352 Şevkânî devamla: “İbn Ebî Şeybe, Süveyd b. Gafele’den: ‘Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer ile beraber güneş zevalde iken Cuma namazı kıldım,’ dediğini rivâyet etmiştir ki, bu haberin senedi kuvvetlidir”2353 demektedir.
Zehebî ise, Mîzânü’l-İ’tidal’de onun hakkında Buhârî’nin sözlerini tekrar ederek Laelkâî: “Sülemî meçhuldür, bu hadisinde hüccet yoktur” dedi2354 kaydını koymuştur. Şu halde Hanbelîlerin dayandıkları bu haber zayıf görünüyor. Ancak Hanbelî kaynakların beyânından anlaşıldığına göre, Ahmed bin Hanbel bu hadisten daha ziyâde, Cumanın, Bayram namazına benzediği fikrinden hareketle bu görüşe sahip olmuştur.2355 Bununla beraber bazı Hanbelî âlimleri, imamlarının bu görüşünü fazla isâbetli bulmamışlardır. Meselâ, İbn Kudâme, el-Kâfî fî Fıkh-ı Ahmed bin Hanbel adlı eserinde bu hususta imamına muhâlefet ederek: “Efdâl olan, yaz ve kışın güneş zevale erdikten sonra kılmaktır”2356 demektedir.
Sahâbe ve Tâbiûn’un büyük çoğunluğu ile Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre ise, Cuma namazının vakti öğle namazının vaktidir. Bu görüşün sünnetten pek çok delilleri vardır. Bu delillerden bazıları şunlardır:
a- Enes b. Mâlik’ten rivâyete göre o: “Hz. Peygamber Cuma namazını güneş batıya meylettiği zaman kıldırırdı.”2357 demiştir
b- Câbir b. Abdillâh’a (r.a.) Hz. Peygamber’in Cuma namazını ne zaman kıldığı sorulmuş, o da, şöyle cevap vermiştir: “Hz. Peygamber Cuma namazını kıldırdıktan sonra gidip sakalık yapan develerimizi serbest bırakırdık.” Bunun vaktinin ne zaman olduğunu soranlara da; “zeval vakti idi” cevabını vermiştir.2358
c- İyas b. Seleme b. Ekvâ’dan, onun da babasından rivâyetine göre şöyle demiştir: “Güneşin zevalinde Peygamber (s.a.s.) ile beraber Cuma namazı kılardık. Sonra dönünce güneşin gölgesinin yerini araştırırdık.” Hadisin “Ebû Dâvud’daki şekliyle “duvarların gölgelenilecek bir gölgesi olmazdı”2359 demiştir.
d- İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Rasûlullah Mekke’den Medine’ye hicret ederek gelmeden önce müslümanların Cuma namazı
2351] Dârakutnî, Sünen-i Dârakutnî, 2/17
2352] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Dâru'l-Hadis, Kahire, Tarihsiz. B. Sy. Yok, 3/260
2353] Şevkânî, A.g.e, 3/260-261
2354] Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidal, Dâru'l-Fikr. Tarihsiz. B. Sy. Yok, 2/437
2355] İbn Kudâme, el-Kâfî fi fıkh-ı Ahmed bin Hanbel b. Hanbel, 1/216-217
2356] İbn Kudâme, A.g.e., 1/217
2357] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî bi Şerh-i Sahîh-i Buhârî, 2/449; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/284; Tirmîzî, Sünen-i Tirmizî, 2/377
2358] Nevevî, A.g.e, 6/396; Beyhâkî, A.g.e, 3/191
2359] Dârimî, Sünen-i Dârimî, Darulfikr, Beyrut, Tarihsiz, 1/363; Ebû Dâvud, A.g.e., 1/285
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılmalarına izin verdi. Zira kendisi Mekke’de Cuma kılma imkânına sahip değildi. Bu sebeple Mus’ab b. Umeyr’e bir mektup yazarak şöyle buyurdu: “Yahûdilerin Zebur’u âşikâre okudukları güne bakın. Siz de Cuma günü zeval vaktinde gün yarıdan meyledince iki rekât namaz kılmak sûretiyle Allah’a yaklaşın.”2360
Bu rivâyetler Cuma namazının vaktinin öğle namazının vakti olduğunu ve Kadı Iyaz, İshak b. Râhaveyh ve Ahmed bin Hanbel’in benimsedikleri görüşün pek isâbetli olmadığını isbâta kâfidir.
Aslında ileride delilleriyle izah edileceği üzere, Cuma namazı hutbe sebebiyle kısaltılmış öğle namazıdır. Dolayısıyla öğlenin vakti ne ise, Cumanın vakti de o olacağından ayrıca vakit aramak yersizdir.
2- Cemaat Şartı
Fukahâ, Rasûlullah (s.a.s.)’in: “Cuma namazı cemaat içinde bulunan her müslüman üzerine Allah’ın bir hakkı olup farzdır. Ancak bundan; başkasının mülkiyeti altında bulunan köle, kadın, çocuk ve hastalar müstesnâ”2361 kavline dayanarak Cuma namazının sahih olabilmesi için cemaatin şart olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Ancak bununla beraber, cemaatin en az kaç kişiden ibaret olacağı hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Bu sebeple cemaatin asgarî sınırı hususunda, “imamdan başka bir kişi yeterlidir” diyenlerle, “seksen kişiden aşağısıyla Cuma sahih olmaz” diyenler arasında değişen birbirinden farklı birçok görüş bulunmaktadır. Hâfız İbn Hacer ve ondan naklen Şevkânî bu konudaki görüşleri on beş grupta toplamıştır.2362 Bu görüşlerin kayda değer olanları şunlardır:
İmam Rebîa, İkrime ve Mekhul, cemaatin asgarî sınırı yedi kişidir, daha azıyla Cuma kılınmaz demişlerdir. İmam Rebîa’dan bu hususta dokuz ve on iki kişiden azıyla olmaz, şeklinde iki ayrı görüş daha nakledilmiştir.2363
Mâverdî’nin beyanına göre Muhammed b. Hasan, Zührî ve Evzaî, Cuma cemaatinin en azı on iki kişidir, derken,2364 İshak b. Râhaveyh, imamdan başka on iki kişidir, görüşünü benimsemiştir.2365
Ömer İbn Abdülazîz ise elli ve daha fazla erkekle kılınacağı kanaatine sahip olmuştur.2366 Mâzirî ile Mâverdî’den nakledildiğine göre onlar da cemaatin asgarî sınırı en az sekiz kişi olmalıdır2367 demişlerdir.
Cemaatin asgarîsinin bu şekilde farklı statülerdeki âlimler arasında ihtilâf mevzûu olduğu gibi, bazan aynı mezhebe mensup imamlar arasında da tartışma
2360] Abdurrezzak, Musannef, 3/160; İbn Hacer el-Askalânî, Telhis'ül-Habir, 4/51
2361] İbn Ebî Şeybe, El-Musannef, 2/18; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/3; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/283; Hâkim, Müstedrek, 1/425
2362] Bk. İbn Hacer, Fethu’1-Bârî bi Şerh-i Sahîh-i Buhârî, 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232; Nevevî, el-Mecmû’ Şerhu’l-Mühezzeb, Tarihsiz, B. yeri ve sayısı yok, 4/504
2363] İbn Hazm, Muhallâ, Tarihsiz. B. yeri ve sayısı yok, 546; Alûsî, Rûhu'l-Meânî, 28/2; Şevkânî, A.g.e, 3/232
2364] Nevevî, A.g.e., 4/504; Begavî, Şerhu's-Sünne, Mektebetü'l-İslâmî, Beyrut, 1983, 4/220; Şevkânî, A.g.e, 3/232
2365] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232
2366] İmam Mâlik, el-Müdevvene, 1/153; İbn Hazm, A.g.e, 546
2367] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232
CUM’A NAMAZI
- 519 -
konusu olabilmiştir. Meselâ, Hanefî müctehidleri bunun en çarpıcı misalini teşkil eder. Ebû Hanîfe cemaatin en az miktarı imamdan başka üç kişidir, derken Ebû Yusuf imamdan başka iki kişidir, demiştir. Hanefî imamları arasında meydana gelen bu ihtilâfın nedeni iki veya üç kişiye lügat yönünden cemaat denilip denilmeyeceği düşüncesine dayanır. Bu sebeple Ebû Hanife’ye göre üç kişiden azına cemaat denilemezken, Ebû Yusuf’a göre iki kişi de cemaat hükmündedir. Zira cemaat kelimesinde toplanma mânâsı vardır. Bu ise iki kişiyle de tahakkuk eder.2368 Hanefî ulemâsının bazılarına göre İmam Muhammed Ebû Hanîfe ile; bazılarına göre de Ebû Yusuf ile aynı görüşü paylaşmaktadır.2369 El-İhtiyar’da; “en sahih olan görüşe göre İmam Muhammed Ebû Hanîfe ile beraberdir2370 denilmektedir.
Süfyân-ı Sevrî ve Leys b. Sa’d, Cuma namazı için şart olan cemaatin en az miktarı, içlerinden biri imam olmak üzere dört kişiden oluşur, demek sûretiyle Ebû Hanîfe ile aynı çizgide birleşirler. İbn’l-Münzir bu görüşü İmam Evzaî ile Ebû Sevr’den de nakletmiş, kendisi de bunu tercih etmiştir.2371 Ancak İbn Hazm’ın beyanına göre İmam Ebû Sevr diğer namazlara benzetmek sûretiyle cemaatin hâsıl olmasında iki kişinin yeterli olduğunu söyleyerek bu hususta İmam Ebû Yusuf’la birleşmektedir. Hasan-ı Basrî’nin görüşü de budur. Rivâyete göre o: “İmam üçüncüleri olduğu halde, iki kişi bir araya geldikleri zaman bir hutbe ve iki rekât namazla Cuma namazını kılarlar” demiştir. Süfyan-ı Sevrî’nin iki kavlinden biri de budur.2372
İbrahim en-Nehâî, Hasan b. Salih ve Dâvud ez-Zâhirî; “İmamla beraber bir kişi bulunduğu zaman bir hutbe ve iki rekât namazla Cumayı eda ederler” demişlerdir. Hasan b. Hayy, Ebû Süleyman ve İbn Hazm’ın görüşü de budur.2373 Nevevî, İb-nü’1-Münzir’in Mekhul’den naklettiği sözün mânâsı da budur, demektedir.2374
İmam Mâlik’ten bu hususta birbirinden farklı dört ayrı görüş nakledilmektedir. Nevevî’nin rivâyetine göre İmam Mâlik; “kendisiyle Cuma namazının sahih olacağı cemaatin miktarı konusunda muayyen bir sayı şart koşulmaz. Belki bir beldede meskûn bulunan ve aralarında alış-veriş yapılan bir cemaat şart koşulur. Ama üç dört ve benzeri sayıda insanla cemaat hâsıl olmaz”2375 demiştir.
Bazı rivâyetlere göre İmam Mâlik cemaatin asgarî sınırını yirmi, bazılarına göre de otuz olarak tesbit etmiştir.2376 Ancak, Mâlikîlerce mûteber olan görüşe göre; belde halkından olmak ve hutbenin başlangıcından selâm verinceye kadar imamla beraber kalmak şartıyla namaz ve hutbe için en az on iki kişinin hazır bulunması şarttır.2377 İmam Mâlik’in bu husustaki delili Buhârî ve Müslim’in, Câbir’den (r.a.) rivâyet ettikleri şu hadistir: Câbir demiştir ki: “Bir Cuma günü Peygamber ayakta (hutbe okumakta) iken Medine’ye bir kervan geldi. Rasûlullah’ın
2368] Serahsî, el-Mebsut, 2/24; Kâsânî, Bedâî, 1/268
2369] Serahsî, A.g.e, 2/24; Mergınânî, el-Hidâye, Halebî Neşri, Sonbaskı, tarihsiz, 1/83
2370] Mevsılî, el-İhtiyar, Mektebetü'l-İslâmî, İstanbul, Tarihsiz, 1/83
2371] Nevevî, A.g.e, 4/504; Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, Dâru'l-Kütüb'il-Arabi, Beyrut, 1986, 3/448
2372] İbn Hazm, A.g.e, 546; Begavî, A.g.e, 4/221
2373] İbn Hazm, Muhallâ, 546; Nevevî, el-Mecmu', 4/504; Şevkânî, Neylii'l-Evtâr, 3/260-261
2374] Nevevî, A.g.e., 4/504
2375] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/490; Nevevî, A.g.e., 4/504
2376] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Şevkânî, A.g.e, 3/232; Alûsî, Rûhu'l-Meânî, 28/2
2377] Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/398; Vehbe Zuhaylî, Tefsîru'l-Münîr, Dârulfîkr Neşri, Dımeşk, Tarihsiz, 28/206; Ali Nasıf, et-Tac el-Câmiu'l-Usûl, Mektebetü Pamuk, İstanbul, 1961
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ashâbı hemen ona doğru akın ettiler. Nihâyet yanında on iki kişiden başka kimse kalmadı. Kalanların İçinde Ebû Bekr ile Ömer de vardı. Bunun üzerine “Onlar bir ticaret yahut eğlence gördükleri vakit ona doğru sökün ettiler.” âyeti nâzil oldu.”2378
İmam Mâlik’in bu hadise dayanarak cemaatin sınırını on iki ile kayıtlaması pek isâbetli gözükmüyor. Zira dikkat edilirse bu hadiste onun lehine bir hüccet söz konusu değildir. Çünkü hadiste Cuma namazının on iki kişi ile sahih olup bundan daha azıyla sahih olmayacağına delâlet eden herhangi bir ifade mevcut değildir. Hadise göre Câbir (r.a.) sadece o anda meydana gelen hâdiseyi ve hâdiseden sonra mescidde kaç kişinin kaldığını haber vermektedir. Bu hâdisede sadece on iki kişinin kalması bir hesabın ya da on iki kişiden aşağı olursa Cuma sahih olmayacağı düşüncesinin sonucu değil, tamamen kalan insanların fazîleti ile alâkalıdır. Zira sahâbenin tamamı her bakımdan aynı seviyede olmayıp ilim, amel ve fazilet bakımından, birbirlerinden farklı yapıda idiler. İşte bu olayda da bu fark kendini ortaya koymuştur. Bu hâdiseden çıkarılacak sonuç budur. Sonra bu hâdise üzerine inen âyetlerde de herhangi bir sayı şart olarak gösterilmeksizin sadece dağılan sahâbîlerin bu davranışlarının çirkinliği yüzlerine vurularak kınanmışlardır. Kezâ aynı olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.) sahâbîlerin bu davranışlarını kınamasına rağmen sayı konusunda herhangi bir açıklama yapmamıştır. Şâyet herhangi bir adet şart olsaydı, tam yeri gelmişken Rasûlullah’ın bu hususta susması mümkün olmazdı. Dolayısıyla Mâlikîlerin bu hadise dayanarak cemaatin asgarî sınırını on iki kişiyle kayıtlamaları isâbetli bir yaklaşım tarzı değildir.
İmam Şâfiî ise cemaatin asgarî sınırını köy halkından olmak, evleri toplu halde bir arada bulunmak, yaz ve kış göç etmemek şartıyla mükellef, hür ve bâliğ olmak üzere kırk kişi ile kayıtlamıştır. Ona göre bir beldede bu şartları hâiz olan kırk kişi bulunsa bile, evleri toplu halde ve bir arada değilse aynı köy halkı sayılmadıklan için Cuma namazı kılamazlar. Hattâ içerisinde gayri müslimlerin veya müslümanların köleleri olan müşriklerin ve bunların kadınlarının yaşadığı büyük bir şehirde olsalar ve oradaki hür, bâliğ ve mükellef olan müslümanların sayısı kırk kişiye ulaşmasa, bu şehre çok sayıda müslüman tüccar veya yolcu uğruyor olsa bile, oradaki müslümanlara Cuma namazı kılmaları İmam Şâfiî’ye göre vâcib sayılmaz. Ona göre sayının kırka ulaşması ve köyde yaşıyorlarsa evlerinin bir arada olması şarttır.2379
İmam Şâfiî’nin bu husustaki delili Câbir’den (r.a.) rivâyet edilen şu haberdir: Câbir (r.a.) demiş ki: “Her üç kişide bir imam ve her kırk kişi ve daha yukarısında Cuma ve bayram namazları gerekli olduğuna dâir sünnet sâbit olmuştur.”2380
Eğer şâfiî’nin bu delili sahih olsaydı, bu hususta bütün nizâları kesecek bir kıstas olacaktı. Ne var ki, bu hadis, kendisiyle amel edilemeyecek şekilde zayıftır. Nitekim Şâfiî âlimlerinden İmam Nevevî, bu hadisle ilgili olarak şöyle der: “Câbir’den rivâyet edilen bu haber zayıftır. Beyhakî ve daha başkaları, bunu zayıf bir sened ile rivâyet edip zayıflığını ifâde etmişlerdir. Hattâ Beyhakî bu hadis, emsâliyle ihticac edilemeyecek derecede zayıf bir hadisdir, demiştir. Bizim âlimlerimiz bu mânâdaki birtakım hadislerle ihticac etmişlerse de, hepsi zayıftır. Bu konuda amel edilen hadisler arasında delil getirmeye en uygun olanı Beyhakî
2378] İbn Hacer, A.g.e., 2/490
2379] Bk. İmam Şâfiî, el-Ümm, Dâru’l-ma'rife, Beyrut, Tarihsiz, 1/190-191
2380] Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/177
CUM’A NAMAZI
- 521 -
ve bizim imamlarımızın delil getirdikleri Kâ’b b. Mâlik’in babasından rivâyet ettiği şu hadistir: Kâ’b (r.a.) demiştir ki: “Babam gözlerini kaybettikten sonra onu gideceği yere ben götürürdüm. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman Cuma ezanını işitse, Ebû Ümâme Esad b. Zürâre için rahmet dilerdi... Babama: ‘Ey babacığım! Her zaman Cuma ezanını işittiğinde Esad b. Zürâreye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi nedir?’ diye sordum. Babam: ‘Ey yavrucuğum! Çünkü Esad b. Zürâre ‘Nakîu’l-hadâmad’ denilen Medine’nin bir kara taşlığında, Beyâdâ oğullarının köyünde, ‘Hezmü’n-Nebît’ denilen semtte, Hz. Peygamber Medine’ye hicret ederek gelmeden önce Medine’de bize ilk Cuma namazını kıldıran kişidir,’ dedi. ‘O gün kaç kişi idiniz?’ dedim. Babam, ‘kırk kişiydik’ cevabını verdi.2381
Bu hadis sahih olmakla beraber, İmam Nevevî’nin beyan ettiği şekilde onda Şâfiîler’in görüşünü haklı çıkaracak herhangi bir delil mevcut değildir. Çünkü hadis herhangi bir sayının şart oluşundan değil, muayyen bir olaydan bahsetmektedir. Bu olayda ise 40 kişi bulunmuştur. Bunun bir tevafuk eseri olması da mümkündür. Usûl ulemâsına göre muayyen olaylar umûmî hükümler için delil teşkil etmezler. Zira şâyet Esad b. Zürâre 40 kişi ile kılmışsa, Peygamber’in (s.a.s.) emriyle Mus’ab b. Umeyr de aynı dönemde on iki kişiyle Cuma kıldırmıştır. Dolayısıyla Şâfiîler’in kırk kişiyi şart saymaları bununla bâtıl olur. Şâfiîler’in tutarsızlığını gösteren en kuvvetli delil ise, Cuma âyetlerinin nüzulüne sebep teşkil eden hâdisenin meydana geldiği gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) on iki kişi ile Cuma namazı kıldırmış olmasıdır. Şâyet Cuma namazı kırk kişiden aşağısıyla kılınamayacak olsaydı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) o gün tam yeri gelmişken, bu şartı ileri sürerek Cuma namazını kıldırmaması icab ederdi. Böylece cemaat için şart olan asgarî sayı da tesbit edilmiş olurdu.
Kezâ Mus’ab b. Umeyr’in hicretten önce yahûdî ve hıristiyanların hâkimiyeti altında bulunan Medine’de Peygamber’in emriyle on iki kişilik cemaatine Cuma namazı kıldırmış olması, Şâfiî’nin, müşriklerin yaşadığı büyük bir şehirde hür ve bâliğ olan müslümanların sayısı kırk kişiden aşağı olursa, Cuma kılamazlar şeklindeki hiçbir mesnedi olmayan görüşünü de çürütmektedir. Zira Medine ve Mekke o zamanlar “Dâru’l-harb” idiler. Şâyet böyle yerlerde kırk kişiden azıyla Cuma kılınamayacak olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) yazılı olarak Mus’ab’a Cuma kıldırmasını emretmez, Mus’ab da bu namazı kıldıramazdı. Bu husus aynı zamanda Cumanın “Dâru’l-harb”de kılınamayacağını zannedenlerin isâbetsizliğini de ortaya koymuş oluyor.
Şâfiî ulemâsından İbn Hacer, mezhebinin bu görüşünü zayıf bularak “Kırktan daha aşağısıyla Cuma kılınacağını gösteren pekçok hadis vârid olmuştur” derken, Beyhakî, Hilâfıyât’ında “Esad b. Zürâre ile ilgili hadisin râvîlerinin tamamı sîka’dır. Fakat bu hadis, kırk kişinin şart koşulacağına delâlet etmez. Bilâkis onda o gün kırk kişi olduklarına dâir bir vâkıanın beyânı söz konusudur, demiştir.2382 Kezâ, Şâfiîler’den İmam Müzenî de, adet meselesinde İmam Şâfiî’nin görüşünü kabul etmemiştir.2383
İmam Ahmed bin Hanbel’e gelince; ondan bu hususta beş ayrı görüş
2381] Nevevî, el-Mecmû' Şerhu'l-Mühezzeb, 4/504; Hadis için Bk. İbn Mâce, Sünen-i İbni Mâce, 1/345; Hâkim, Müstedrek, 1/417
2382] Dârakutnî, Sünen, 2/4-5
2383] Ahmed Naim-Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 3/47
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nakledilmiştir. İbn Habîb’in Ahmed b. Hanbel’den bir rivâyetine göre, cemaatin asgarî sınırı yirmi, diğer bir rivâyetine göre de otuz kişidir.2384 Ahmed bin Hanbel’den gelen diğer bir rivâyete göre de o, cemaatin en az miktarı elli kişidir, demiştir.2385 İbn Kudâme: “Ahmed bin Hanbel’den cemaatin üç kişiyle de hâsıl olacağı rivâyet edilmiştir. Zira o, ‘üç kişi de cemaat olup kendileriyle cemaat mânâsı hâsıl olur’ demiştir. Ancak sahih ve mûteber olan rivâyette, onun mezhebine göre Cuma namazının gerçekleşebilmesi için mükellef olan 40 kişinin bir araya gelmesi şarttır. Çünkü o, Câbir (r.a.) “Her kırk kişi ve daha yukarısında Cuma olduğuna dair sünnet sâbit olmuştur.” demiştir.” Bu hadisle ilgili görüşleri az önce zikrettiğimizden burada ayrıca onun üzerinde durmuyoruz.
Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle der: “Babama; ‘Câbir (r.a.)’dan rivâyete göre ‘Peygamber (s.a.s.) hutbe îrâd ederken Medine’ye bir kervan gelivermiş. Bunun üzerine on iki kişi hâriç bütün insanlar Peygamberi minber üzerinde bırak(ıp kervana doğru koş)muşlar. Bu hadisde peygamber’in (s.a.s.) on iki kişiye Cuma kıldırdığına dâir delil yok mudur?’ diye sordum. Bunun üzerine babam cevap olarak: “Allah Teâlâ; ‘Onlar bir ticâret yahut eğlence gördükleri vakit ona doğru sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar’2386 âyetini indirmedi mi?’ dedi ve devam ederek ‘Cemaatin kırk kişi olması benim daha ziyâde hoşuma gidiyor’ cevabını verdi.2387
Görüldüğü gibi İmam Ahmed, hem bu âyetle delil getirirken, hem de yukarıdaki Câbir hadisine dayanırken açıkça yanılmıştır. Zira Câbir hadisinin delil getirilemeyecek derecede zayıf olduğunu az önce beyan etmiştik. Mezkûr âyetle istidlâline gelince bu fâsit bir istidlâldir. Çünkü Allah Teâlâ bu âyetle o gün kılınan Cumanın sıhhatini reddetmemiş, sadece Sahâbenin davranışının çirkinliğini yüzlerine vurmuştur. Açıktır ki âyette 40 kişiden aşağısıyla Cumanın sahih olamayacağına dâir herhangi bir ifade veya işaret söz konusu değildir. Dolayısıyla Şâfiîler’in bu husustaki yanılgılarını İmam Ahmed de tekrar etmiştir. Şâfiîler için söylenenler İmam Ahmed hakkında da aynen geçerli olacağından onun görüşü hakkında sözü daha fazla uzatmıyoruz.
Buraya kadar naklettiğimiz görüşler içerisinde kanaatimize göre en doğru olanı, iki kişiyle Cumanın sahih olacağını benimseyen ulemânın görüşüdür. Onlar arasında en garib olanı ise, İmam Gâşânî ile Hasan b. Salih’in görüşüdür. Zira Dârimî’nin rivâyetine göre Gâşânî, Ebû Hayyan el-Endülûsî’nin rivâyetine göre de Hasan b. Salih “Cuma namazı tek başına bir kişinin kılmasıyla sahih olur” demişlerdir.2388 Bu, tamamen bâtıl bir görüştür. Zira bu görüş, hem bu mevzûda gelen sahih hadislere, hem de ulemânın icmâına aykırıdır. Çünkü cemaatin şart olduğu hadis ve icmâ ile sâbittir. Tek kişi ise cemaat değildir. Fakat sanırız, İbn Hazm’ın da naklettiği gibi, onlar imamdan başka bir kişi demek istemişlerdir. Aksi halde bu konudaki naslardan gâfil olmalarını düşünmek bana güç geliyor.
Bu mevzûyu noktalarken Şevkânî’nin şu nefis açıklamasını aktarmadan
2384] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, 2/490; Nevevî, el-Mecmu’, 4/504; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 3/232
2385] İbn Kudâme, el-Kâfî, 1/217; İbn Hacer, A.g.e, 2/490; Nevevî, A.g.e., 4/504
2386] 62/Cum’a, 10
2387] Abdullah b. Ahmed bin Hanbel, Mesâilu İmam Ahmed bin Hanbel, Tah: Züheyr eş- Şâviş, Beyrut, 1988, s. 126-127
2388] İbn Hacer, A.g.e., 2/490; Nevevî, A.g.e., 4/504; Şevkânî, A.g.e., 3/232
CUM’A NAMAZI
- 523 -
geçemeyeceğiz. Şevkânî bu hususta şöyle der: “Kişinin tek başına kılmasıyla Cumanın sahih olacağı şeklindeki görüşün hiç bir mesnedi olmadığı gibi, cemaatin 80, 50, 30, 20, 9 veya 7 kişi olacağının şart koşulmasının da hiç bir mesnedi yoktur. Fakat Cuma namazı iki kişiyle sahih olur diyenler sayının, hadis ve icmâ ile vâcib oluşunu delil getirmekte ve cuma cemaati için hususî bir sayının şart koşulacağına dâir hiçbir delilin sâbit olmayıp diğer namazlarda cemaatin iki kişi ile sahih olduğu, diğer namazlardaki cemaat ile cuma cemaati arasında hiçbir fark bulunmadığı ve Rasûlullah (s.a.s.)’den de cumanın şu kadardan aşağı kişiyle kılınamayacağına ait herhangi bir nassın gelmediği görüşünden yola çıkmaktadırlar. Benim nazarımda da tercihe şâyân olan görüş budur... Zira iki kişinin birbirine katılmasıyla cemaat (mânâsı) hâsıl olur. Nitekim şârî iki kişi hakkında cemaat ismini kullanarak “iki kişi ve daha yukarısı cemaattir” buyurmuştur. Diğer namazlar icmâ ile iki kişiyle cemaat halinde kılınır. Cuma namazı da bir namazdır. Dolayısıyla herhangi bir delil olmadıkça başka namazlara muhâlif bir hükümle tahsis edilemez. Öteki namazlarda mûteber olan adetten fazla bir sayının geçerli olacağına dâir ise, hiç bir delil mevcut değildir. Nitekim Abdulhak Ahkâmında: “Cuma cemaatinin sayısı hakkında herhangi bir hadis sâbit değildir”, derken aynı şekilde Suyûtî de: “Muayyen bir sayı gösteren hiçbir hadis” sâbit olmamıştır” demektedir.”
İmamla beraber üç kişi olmalıdır diyen Ebû Yusuf’un görüşüne sahip olan âlimlere gelince; onlar Ebû Saîd el-Hudrî’nin (r.a.) Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet ettiği “üç kişi oldukları zaman içlerinden biri onlara imam olsun. Onların imâmete en lâyık olanı Kur’ân’ı en iyi bilenleridir” hadisiyle ihticâc ederler. Bu hadis sahih bir hadistir. Fakat bunda onların lehine bir hüccet yoktur. Zira Rasûlullah (s.a.s.) böyle demekle “üç kişiden daha aşağısıyla cemaat de Cuma da olmaz” dememiştir.
Bizim delilimiz ise Mâlik b. Huveyris’den (r.a.) rivâyet edilen hadistir. Mâlik’ten rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) ona şöyle demiştir: “İkiniz sefere çıktınızmı ezan okuyun, ikamet edin ve en büyük olanınız diğerine imam olsun.” Rasûlullah (s.a.s.) bu sözüyle iki kişi için namazda cemaat olma hükmünü kabul etmiştir. Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiş olup kendisinin görüşü de budur.2389
İmamdan başka üç kişidir, diyenler ise Muâviye b. Yahya tarîkıyla Ümmü Abdillâh ed-Devsiyye hadisine dayanırlar. Rivâyete göre adı geçen râvî, “ben, Rasûlullah’ı ‘her köyde Cuma namazı vâcibtir. İsterse dört kişiden fazla olmasın.’ derken işittim,” demiştir. Bu haberle istidlâl câiz değildir. Çünkü Muâviye b. Yahya Metruktür. Senette daha başka metruk ve meçhul olan kimseler de vardır. Aynı şekilde bu habere muhâlefet edenlerin ilki Ebû Hanîfe olmuştur. Zira o köylerde Cuma namazını kabul etmez. Bu haberi Dârakutnî rivâyet etmiş ve onun bütün tariklerini zayıf saymıştır.2390
Sonuç olarak cemaat şart olmakla beraber iki kişiden yukarı muayyen bir sayıyı şart koşanların hiçbir delilleri yoktur. Doğru olanı, nasları zâhirleri üzere bırakıp kayıtsız şartsız onlarla amel etmektir. Zira mesele ne kadar irdelenirse o kadar güçlük doğar. Allah’ın dini ise kolaylıktan ibarettir.2391
2389] Şevkânî, A.g.e., 3/232-233; Seyyid, Sâbık, Fıkhu's-Sünne, 1/304-305
2390] Dârakutnî, Sünen, 2/5; Nevevî, A.g.e., 4/504; Şevkânî, A.g.e., 3/232
2391] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 191-201
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Hutbe Okumak
Kılınan Cuma namazının sahîh ve mûteber olabilmesi için namazdan önce, mescidde hazır olan cemaate hitâben vaaz ve nasihat maksadıyla kendisine hutbe adı verilebilecek muayyen bir konuşmanın yapılması şarttır. Bu konuşma rastgele seçilmiş bir konuşma olmayıp Allah’a hamd, Rasûlüne salât, mü’minlere duâ, nasihat ve Kur’ân’dan en az bir âyeti içeren belirli bir konuşmadır. Teferruatta bazı görüş ayrılıkları olsa da, fukahânın büyük çoğunluğunun görüşü bu merkezdedir. Dolayısıyla bu şart yerine getirilmediği yani, hutbe îrâd edilmediği takdirde kılınan Cuma namazı sahîh ve mûteber değildir.
Ancak Hasan Basrî, Dâvud ez-Zâhirî ve Cüveynî Cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek hutbenin, sadece mendup olduğu görüşünü ileri sürerler. Son devir âlimlerinden Şevkânî de hutbenin farz olduğu görüşünü benimseyen cumhûrun delillerini eleştirerek ısrarla bu görüşü müdâfa edenler arasındadır.2392 Kezâ, Abdülmelik b. Mâcişûn da hutbe müstehab bir sünnettir, farz değildir, demiştir.2393
Onların bu iddialarını kabul etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Zira gerek Kur’an’da, gerek sünnette ve gerekse seleften nakledilen haberlerde hutbenin farz olduğunu gösteren hem sarîh hem de karîneli olarak birçok delil mevcuttur. Bu delillerden bazıları şunlardır:
a- Allah Teâlâ “Ey İman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın.”2394 buyurmuştur. Daha önce ayrıntılarıyla ortaya koyduğumuz gibi, ulemânın büyük çoğunluğuna göre Allah Teâlâlâ’nın mü’min kullarına, kendisine gitmekle emrettiği zikrullah, imamın hutbe maksadıyla minber üzerinde yaptığı konuşma (mev’ize)dir. Allahu Teâlâ’nın ona gitmeyi emretmesi ise hutbenin vâcib/gerekli olduğuna delâlet eder.
Bu âyet-i kerîmede, hutbenin vâcib olduğuna delâlet eden diğer bir karîne de hutbe için okunan ezanla birlikte alım-satımın haram kılınmış olmasıdır. Şâyet hutbe vâcib olmasaydı, onun için alım-satım haram kılınmazdı. Zira alım-satım (ticâret) İslâm’a göre mubah olan bir şeydir. Müstehab olan bir amel ise, mubah olan bir ameli haram kılmaz. Mubah olan bir amelin haram kılınması için ya bir harama sebebiyet vermesi, ya da bir farzın işlenmesine engel olması gerekir. Âyet-i kerîme’de hutbe sebebiyle mubah olan alış-verişin terkedilmesinin emredilmesi onun farz olduğuna açık bir delildir.
Hutbenin farz olduğu görüşünü kabul etmeyen Şevkânî, buradaki emrin namazla hutbe arasında mütereddid olduğunu belirterek bunun, hutbenin vücûbu konusunda delil olamayacağını ifade etmiştir. Onun bu görüşünü kabul etmek mümkün delildir. Zira Cuma âyetinin nüzûlünden bahsederken ayrıntılı olarak beyan ettiğimiz gibi, âyetin nüzûlüne sebep teşkil eden hâdiseler âyetteki “zikrullah”tan kasdın hutbe olduğuna açıkça delâlet etmektedir.
b- Cumhûr-ı ulemânın haklılığını teyîd eden bir delil de Rasûlullah’ın (s.a.s.) ayakta hutbe îrâd ettiği bir sırada Medine’ye gelen kervana doğru sökün eden
2392] Kurtûbî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'ân, 18/74; İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur'ân, 4/1805; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, 3/365-366; Vehbe Zühaylî, Tefsîru'l-Münîr, 28/208; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, 1/317 vd.
2393] Kurtûbî, A.g.e., 18/74; Vehbe Zuhaylî, A.g.e., 28/208
2394] 62/Cum’a, 9
CUM’A NAMAZI
- 525 -
Sahâbîleri zemmederek Allahu Teâlâ’nın: “Bir ticâret veya eğlence gördükleri vakit seni ayakta bıraktılar.”2395 buyurmasıdır. Bu ifâde hutbeyi dinlemeyerek mescidden ayrılan sahâbenin bu davranışını açıkça zemmetmektedir. Terk edenin şer’ân zemmedildiği şey ise, farzdır.2396 Cuma âyetlerinin iniş sebeplerini ve bu iki âyet arasındaki münâsebeti dikkate aldığımızda birinci âyetteki çağrının, namazı da kapsayan umûmî bir çağrı olmakla beraber öncelikle hutbe için yapıldığında hiçbir şüphe kalmaz. Şevkânî, Cumhûrun dayandığı delilleri tek tek eleştirmesine rağmen bu noktadan hiç söz etmemiştir. Belki de cumhûru eleştirmesinin nedeni, onun bu noktayı gözden kaçırmasından kaynaklanmış olabilir.
c- Sünnetten deliline gelince; Rasûlullah (s.a.s.)’in kıldığı bütün Cuma namazlarında hutbe okumuş olması ve: “Beni nasıl namaz kılarken gördünüzse, siz de öylece kılın ve kıldırın.”2397 buyurmasıdır. Şâyet Cuma hutbesi iddia edildiği gibi, müstehap olsaydı, Rasûlullah (s.a.s.) bunu tâlim etmek için bir kez olsun, hutbesiz olarak Cuma kıldırırdı.
Hutbenin müstehap bir sünnet olduğu görüşünü savunanlar Peygamber’in (s.a.s.) fiilinin vücûba delâlet etmeyeceğini ileri sürerler. Bu doğrudur. Ancak onun fiilî sünneti, emir ya da nehiy ifade eden sözlü sünnetiyle desteklendiği zaman bunun da farza delâletinde şüphe yoktur. İşte burada da böyle olmuştur. Zira Peygamber (s.a.s.) hem istisnâsız olarak Cuma namazlarında hutbe îrâd etmiş, hem de “Beni nasıl namaz kılarken gördünüzse siz de öylece kılınız ve kıldırınız.” buyurmuştur. Bu iki husus bir önceki âyetin muhtevâsıyla birleşince hutbenin müstehap bir sünnet olmayıp farz olduğunu apaçık ortaya koyar.
Seleften rivâyet edilen haberler de hutbenin namaz gibi farz bir amel olduğunu göstermektedir. Bu haberlerden bazıları ise şunlardır:
d- Abdürrezzak ile İbn Ebî Şeybe’nin Mûsânneflerinde Ömer İbn Hattab (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre o, bu hususta şöyle demiştir: “Cuma namazı dört rekât idi. Hutbe sebebiyle kısaltılarak iki rekât kılındı. Dolayısıyla her kim hutbeye yetişemezse namazı dört rekât kılsın.”2398
Hz. Ömer, “Cuma namazı dört rekât idi”derken şüphesiz aslı olan öğle namazını kasdetmektedir. Başka bir rivâyette ise Hz. Ömer şöyle demiştir: “Hutbe ancak (öğle namazının) iki rekâti yerine meşrû kılındı. Dolayısıyla bir kimse hutbeye yetişemezse namazı dört rekât kılsın.”2399
e- Diğer taraftan, İbn Sîrîn, Tâvus, Mekhul, Mücâhid, Atâ b. Yezîd el-Leysî, İbrâhim, Katâde, Saîd b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Müseyyeb, Dahhâk ve bir rivâyete göre de Hasan-ı Basrî gibi selef âlimlerinden bir cemaatten, imam hutbe okumadığı zaman namazı dört rekât kılar dedikleri rivâyet edilmiştir. Cassâs: (Mekke, Medine, Bağdat, Basra ve Kûfe gibi ilim merkezleri olan) Büyük şehirlerin fakîhlerinin görüşü de budur, demektedir.2400
2395] 62/Cum’a, 11
2396] Kurtûbî, A.g.e., 18/74; İbn Arabî, A.g.e., 4/1805; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/208
2397] Buhârî, Sahih-i Buhârî, 1/345; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 553; Dârimî, Sünen, Salât 43
2398] Abdürrezzak, Musannef, 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/31-37
2399] Adürrezzak, A.g.e., 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/31-37
2400] Abdürrezzak, A.g.e., 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/31-37; Taberî, Câmiu'l-Beyân fî Te'vîli'l-Kur'an, 12/96; Cassâs, Ahkâmu’l-Kur'ân, 3/446
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muhtelif senetlerle sahâbe ve tâbiûndan gelen bu haberler cumhûr-ı ulemânın, hutbenin farz olduğu şeklindeki kanaatinin haklı olduğunu gösteren başka bir delildir. Zira öğle namazı farz olduğuna göre, bu namazın iki rekâti yerine konan şeyin de farz olması gerekir. Çünkü bir farz ancak aynı kuvvette başka bir farz ile değiştirilir. Bu da hutbenin okunmaması halinde Cuma namazının sahih olmayacağını, dolayısıyla da onun yerine aslı olan öğle namazının tam olarak edâ edileceğini ifade eder. Bu konuda mezhep imamları arasında görüş ayrılığı yoktur.2401
Hutbenin Keyfiyeti ve Miktarı
Cumhûr-ı ulemâ, Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için namazdan önce hutbe irad edilmesinin şart olduğu ve aksi halde Cuma namazının geçersiz olacağı konusunda görüş birliğine varmalarına rağmen hutbenin keyfiyyeti ve asgarî ölçüsünü tesbit noktasında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Yukarıda teferruatta bazı görüş ayrılıkları olsa da fukahânın büyük çoğunluğunun görüşü bu merkezdedir, derken kastettiğimiz görüş ayrılıkları işte bu noktada düğümlenmektedir. Ancak bu defa cumhura muhâlefet edenlerin başında Hanefî mezhebinin kurucusu İmam Ebû Hanîfe bulunuyor.
İmam Ebû Hanîfe, kılınan Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için namazdan önce hutbe îrâd edilmesinin şart olduğu konusunda Cumhurla aynı kanaatte birleşirken, hutbenin keyfiyyeti ve miktarı noktasında onlardan ayrılarak: “İmam, Allah’a hamdetmek, Allah’ı teşbih etmek veya tekbir getirmekle yetinse, hutbe olarak kifâyet eder,” demiş2402 ve bu görüşünü teyid etmek üzere de aşağıdaki delilleri ileri sürmüştür:
a- Allah Teâlâ: “Cuma günü namaz için ezan okunduğu vakit hemen Allah’ı zikre gidin. Alış-verişi bırakın” buyurmuştur. Buna göre hutbede, örfen hutbe ismi verilecek bir konuşmayı ihtivâ etmesi şart koşulmaz. Zira âyette zikr lafzı hutbenin uzun olmasıyla kısa olması arasında herhangi bir ayırım yapmadan ve herhangi bir şeyle sınırlamadan mutlak olarak gelmiştir. Dolayısıyla şart olan mutlak zikirdir. Hutbenin keyfiyetini beyânı içeren eserlere gelince, sünnete veya vücûba delâlet eder. Fakat hutbe (nâmıyla muayyen bir konuşma) olmaksızın namazın câiz olmayacağı hususunda delil olmaya yeterli olmazlar. Şu halde zikr sayılabilecek her şey hutbedir. Tesbih, tehlil, tekbir ve hamdetmek de zikr olduğundan hutbe olarak kâfidir.2403
b- Hz. Osman’dan (r.a.) rivâyete göre, halîfe seçildiği zaman kıldırdığı ilk Cuma namazında hutbe îrâd etmek üzere minbere çıktığında “El-hamdülillah” dedikten sonra dili tutuldu. Bu sebeple devam edemeyerek : “Ebû Bekir ile Ömer bu makam (da sizlere söylemek) için birtakım güzel sözler hazırlıyorlardı. Şüphesiz sizin güzel konuşma yapan bir imamdan daha ziyâde, faal bir imama
2401] Abdürrezzak, A.g.e., 3/171, 3/237; İbn Ebî Şeybe, A.g.e., 2/31-37; Taberî, Câmiu'l-Beyân fi Te'vîli'l-Kur'an, 12/96; Cassâs, Ahkâmu’l-Kur'ân, 3/446
2402] Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Mebsut (el-Asl), I. Baskı, 1990, Beyrut, 1/318-319; Kurtûbî, el-Câmî li Ahkâmi'l-Kur'ân, 18/75; Vehbe Zühaylî, Tefsîru'l-Münîr, 28/209; Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/388-389
2403] Serahsî, Mebsut, 2/30; Kâsânî, Bedâî, 1/262 vd.; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/205; Nesefî, Medârik, 6/261; Fîruzâbâdî, Tenvîru'l-Mikbâs min Tefsiri İbn Abbâs, 6/261 (Son iki eser Mecmuâtün minettefasir içindedir. Daru İhya-it-Türas'il- Arabi, Matbaatü’l-âmire, I. Baskı, 1320
CUM’A NAMAZI
- 527 -
ihtiyacınız vardır. Ama yakında size güzel konuşma yapan hatipler gelecektir. Allah’tan kendim için de, sizin için de mağfiret dilerim.” dedikten sonra minberden inerek halka Cuma namazını kıldırdı. Bu olay ensâr ve muhâcirîn’in huzurunda vuku buldu. Fakat onlar (Allah tarafından) “emr-i bi’1-ma’rûf nehy-i an’il-münker” yapmakla tavsif edilmiş olmalarına rağmen, Hz. Osman’ın bu hareketine karşı çıkmadılar. Dolayısıyla bu, hutbede şart olanın; mutlak olarak Allah’ı zikretmek olduğuna ve mutlak olarak Allah’ı zikre, her ne kadar örfen hutbe ismi verilmese bile, lügat yönünden hutbe ismi verileceğine dâir sahâbe icmâ’ı olmuştur.2404
İmam Ebû Hanîfe’nin bu delillerden yola çıkarak vardığı sonuçlara katılmak mümkün değildir. Zira her hususta olduğu oibi bu hususta da ölçü, Rasûlullah (s.a.s.)’dir. Âyetteki “zikrullah” ifadesi, ister Rasûlullah’ın (s.a.s.), bu husustaki uygulamasını muhâtap alarak gelmiş olsun, isterse âyet-i kerîme mutlak olarak nâzil olup, Peygamber onu fiilen beyan etmiş olsun, her iki halde de uyulması ve delil alınması gereken Peygamber’in (s.a.s.) mevcut beyan ve tatbîkatıdır. Zira İmam Şâfiî’nin de belirttiği gibi, âyet mücmel olup Peygamber (s.a.s.) onu fiili ile beyan etmiştir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu fiilî beyanlarında, bu şekilde bir zikir veya tesbih lafzıyla yetindiği ise görülmemiştir. Dolayısıyla bu hususta delil aranacaksa o, Hz. Osman’ın gayri ihtiyarî olarak yaşadığı münferid bir olayda değil, Rasûlullah’ın (s.a.s.) umûmî tatbikatında mevcuttur.
Nitekim, bizzat haberin kendisinde de belirtildiği gibi sahâbenin ve Hz. Osman’ın başından geçen bu olay, mûtad birşey olmayıp ânî bir rahatsızlık veya heyecandan kaynaklanan istisnâî bir durumdur. İstisnâ kaide olamayacağı gibi, münferit hâdiseler umûmî olaylar için delil teşkil edemez. Buna ilâve olarak da İslâm âlimleri “Zarûretler memnû olan şeyleri mubah kılar.”2405 kaidesinde birleşirler. Hz. Osman’ın bu hareketinin bir zarûretten kaynaklandığı ise ortadadır. İmam Ebû Hanîfe bu görüşü benimsemekle kendi usûlleriyle bâriz bir şekilde çelişkiye düşmüştür. Zira o, devlet başkanı, genel izin meselesi ve şehir şartını ileri sürerken âyetin mutlak oluşunu dikkate almadığı halde, bu hususta âyetin mutlak oluşuna itibar ederek, zikr sayılabilecek herhangi bir kelimeyi hutbe olarak câiz görmektedir. Kezâ Hz. Osman’ın muhâsara edildiği sırada sahâbenin tamamının, devlet başkanı ve ondan izin isteme şartı ileri sürmeden, ihtilalcilerin muhâsaraya devam ettiği süre boyunca Cuma kılmalarını, devlet başkanı ve izninin gerekmediğine delil saymazken, buradaki geçici bir hâdiseyi delil göstermiştir. Şâyet Hz. Osman’ın bu kadarcık bir hutbesine sahâbenin karşı çıkmamış olması, onların hutbenin bu kadarını câiz gördüğüne delil oluyorsa, aynı durum diğerinde de mevcut olduğuna göre, bu durumun da Cuma namazı için devlet başkanı ve izninin gerekmediğine dâir delil olması gerekir. Üstelik ikincisi irâdeli ve ihtiyârî olarak defalarca tekrar ederken, diğeri zarûretten doğan bir tek hâdise ile sınırlı kalmıştır.
2404] Kurtûbî, A. g. e., 18/75; Zemahşerî, el-Keşşaf, Dâru'1-Ma'rife, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. yok (İbn Hacer'in "el-Kâfi'ş-Şâfî Tahrîc-i Ahâdîs'i-Keşşâf ve İskenderî'nin "el-İntîsâf fî mâ Tezammenehu'l-Keşşâf min'el-İ'tizâl" adlı eserleriyle birlikte basılı), 4/98; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/209
2405] A. Ahmed bin Hanbel, en-Nedvî, Kavâidü'l-Fıkhiyye, Dâru'l-Kalem, Dımeşk, 1991, II. Baskı, s. 270; Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, Hikmet Yay., 3. Baskı, 1982, (Kontrol eden: A. Himmet Berki), s. 21
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burada İmam Ebû Hanîfe’nin devlet başkanı ve şehir şartını ileri sürerken âyetin mutlak oluşunu dikkate aldığını, ancak onu takyid eden birkısım hadislerden hareket ederek bu şartları ileri sürdüğünü söyleyerek İmamın bu görüşlerinde haklılığını müdâfa edenler çıkacak olursa, onlar, ileride ilgili şartlardan bahsederken bu hususta dayandığı delillerin de kendi usûl kaideleriyle ne kadar çelişmekte olduğunu göreceklerdir. Biz bu konunun teferruatını ilgili bahislere bırakarak sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz.
Ancak yanlış izlenimlere meydanı boş bırakmamak için bir noktanın altını çizmeden de geçemeyeceğiz. Buraya kadar sergilediğimiz veya bundan sonra sergileyeceğimiz tavır sebebiyle, bizim illâ da İmam Ebû Hanîfe’yi tenkit etmek istediğimiz ve bundan da hoşnut olduğumuz düşünülebilir. Ancak kesinlikle böyle bir niyetimizin olmadığını belirtmek isteriz. Zira bizim o büyük İmama karşı asla bir ard niyetimiz söz konusu değildir. Biz İmam Ebû Hanîfe’ye karşı eleştirici bir üslub takınıyorsak, bu sadece dayandığı delillerin zayıflığının bizi buna mecbur edişinden dolayıdır. Yoksa bunun dışında bir maksadımız kesinlikle söz konusu değildir. Bundan Allah’a sığınırız. Ancak din şahıslarla kaim değildir. Şahıslar fânîdir, Allah’ın dini ise kıyâmete kadar bakîdir. Bu sebeple İslâmî kurallar ve dinî deliller bir şahsı tenkid etmeyi gerektiyorsa, İslâmî edeb ölçüleri içerisinde kalarak bunda bir sakınca olmaması gerekir. Zira İslâm’ın izzeti şahıslarınkinden öncedir. Ama ömrünü İslâm’a hizmete adayan büyük şahsiyetlerin de incitilmemesi İslâmî edebimizin gereğidir. Bu itibarla biz, elimizden geldiği ölçüde buna hassâsiyet gösterdiğimize inanıyoruz. Şâyet bu ölçüyü aşmaktan kurtulamadığımız ifadelerimiz olduysa, bundan dolayı Allah’tan bağışlanmamızı ve İmamımızın mükâfatını artırmasını dileriz.
Aslında İmam Ebû Hanîfe’nin hutbe ile ilgili bu görüşünün isâbetli ve delillerinin kuvvetli olmasını, dolayısıyla da kendisini müdâfa etmeyi herkesten daha ziyâde biz isterdik. Çünkü birtakım çevreler Ebû Hanîfe mezhebini arkalarına alarak hutbeye ne bu, ne de başka mezheblerle ilgisi olmayan birtakım hedefler tâyin ediyorlar. Şâyet İmam Ebû Hanîfe’nin bu hususla ilgili görüşleri kuvvetli delillere dayanan isâbetli görüşler olsaydı, o zaman bu çevrelere, kuvvetli delillerden hareket eden bir Ebû Hanîfe’nin lisanıyla cevap verme imkânı bulmuş olurduk ki, bu da bize, bu iftiracıların suratına, zayıf delillerden hareket ederek böyle düşünen bir İmamın tokadını indirmek yerine, daha kuvvetli delillerden hareket eden bir İmamın tokadını indirme fırsatı vermiş olurdu. Sanırız bu tokadın zevki daha bir başka olurdu. Ne çâre ki ilmî tarafsızlık ilkesi bizi, o büyük zâtı savunan değil, tenkid eden bir konumda bulunmaya ve bu iftiracıların suratına da onun böylesine delilleri zayıf bir tokadını atmaya mecbur kılmıştır. İşte bizim Ebû Hanîfe’nin yanında olamama şanssızlığımız bundan kaynaklanmıştır. Ama her ne kadar biz onun sadece bu görüşlerinin yanında olamasak bile, inandığı değerlerden hiçbir zaman tâviz vermeyen, fazîlet dolu ve baştan sona örnek olan ilmî şahsiyetinin her zaman yanındayız.
Nitekim İmam Ebû Hanîfe’nin bu hususta isâbetli karar verememesi sebebiyledir ki mezhebinin önde gelen müctehidlerinden İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed hutbenin miktarı ve keyfiyeti husûsunda: “Vâcib olan; hatibin örf cihetinden hutbe adı verilecek bir konuşma yapmasıdır.2406 “Hutbe adı verilecek
2406] Kâsânî, A. g.e., 1/262
CUM’A NAMAZI
- 529 -
bir konuşma olmadıkça bu ona kifâyet etmez”2407 diyerek hocalarının bu görüşünü reddetmişler ve hutbenin içeriğini; “Allah’a hamd ü senâ, Rasûlüne salât, mü’minlere duâ, vaaz ve onlara öğüt vermek” şeklinde tesbit etmişlerdir.2408 İbn Abdilber bu konuda söylenenlerin en doğrusu da budur, diyerek İmâmeyn’i (yani, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’i) tasdik etmiştir.2409
Diğer mezhep ulemâsına gelince, arada hutbenin şekliyle alâkalı kısmî anlayış farkları olsa da hutbenin keyfiyeti ve miktarı konusunda temelde onların görüşü de bu merkezdedir. Meselâ, Mâlikîler’e göre hutbede şart olan; mü’minlere müjdeleyici veya sakındırıcı dinî bir söz söylemektir. Bir rivâyette İmam Mâlik: “Kendisine hutbe adı verilecek bir konuşma hutbe olarak kâfidir”2410 diyerek İmâmeyn’le ayni kanaati ifade etmiştir.
İmam Şâfiî ise: “Her iki hutbe de Allah’a hamd, Rasûlüne salât ve mü’miniere va’z u nasihat edilmediği müddetçe sahih olmaz. Bu üç husus her iki hutbede de vâcibtir. En sahih şekle göre bu iki hutbenin birinde Kur’an’dan bir âyet okunması, ikinci hutbede de mü’miniere duâ edilmesi gerekir2411 demiştir. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere İmam Şâfiî, hutbenin mâhiyeti ve içeriği konusunda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’le aşağı yukarı aynı çizgide birleşmektedir. İmam Şâfiî, onlardan, sadece arada bir celse (oturuş) ile iki ayrı hutbe yapılması görüşünü benimseyerek hutbenin şekli hususunda ayrılmıştır. Aralarındaki kayda değer yegâne fark bu noktadadır. Şâfiî: “Hutbede şart olan, hatîbin, aralarında bir tek oturuşla iki ayrı hutbe îrâd etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ; “Hemen Allah’ı zikre gidiniz” buyurmuştur. Bu zikir, mücmel bir zikirdir. Dolayısıyla Peygamber (s.a.s.) onu, fiili ile beyan etmiş ve Allah’ın iki ayrı hutbe emrettiği açığa çıkmıştır,2412 diyerek İmâmeyn’le aralarındaki anlayış farkını ortaya koymuştur. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, İmam Şâfiî’ye göre hem aradaki oturuş ve hem de bu oturuşla birbirinden ayrılan iki hutbe şart sayılmaktadır.
Hâlbuki İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve hatta bütün Hanefî ulemâsı yalnızca birinci hutbeyi şart saymışlardır. Daha doğrusu onlara göre hutbe bir tanedir. Aradaki oturuş sadece itirahat içindir. Şâfiî ise, hem aradaki oturuşu ve hem de bu oturuşla birbirinden ayrılan her iki hutbeyi şart sayıyor. Bu ise teferruat kabilinden sadece sınırlı bir ayrılıktan ibarettir.
Hanbelîlere gelince, İbn Kudâme’nin beyânına göre, Ahmed bin Hanbel de duâ edilmesi şartı hâriç, her hususta İmam Şâfiî ile aynı kanaati paylaşmaktadır.2413
Kezâ şianın imamiye fırkası da: “Her bir hutbede, Allah’a hamd-ü sena etmek, Peygamber’e ve âline salât okumak, mü’minlere va’z u nasihat etmek, Kur’an’dan herhangi bir âyet okumak ve ikinci hutbede mü’minlere istiğfar ve
2407] İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el-Mebsut, 1/318
2408] Serahsî, A.g.e., 2/30; Kâsânî, A.g.e., 1/262
2409] Kurtubî, A.g.e., 18/75
2410] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/389; H. Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Nesil Y., İstanbul, 1988, B. sy. Yok, 1/33
2411] Nevevî, A.g.e., 6/389
2412] Kâsânî, A.g.e., 1/262
2413] İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/151
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâ etmeyi ilave etmek vâcibtir2414 demek sûretiyle İmam Şâfiî ile aynı noktada birleşirler.
Nitekim İmâmiyye’den Muhakkık Ebu’l-Kasım Necmüddin Ca’fer b. el-Hasen el-Hullî, Şerâiu’1-İslâm fî Mesâi1’il-Helâl ve’1-Haram’ adlı eserinde bu konuda şunları kaydeder: “İki hutbenin her birinde, Allah’a hamd, Peygamber’e ve âline salât, mü’minlere vaaz ve Kur’an’dan hafif bir sûre okumak vâcibtir.” Hullî: “Kendisiyle hutbe mânâsı hâsıl olacak bir âyet bile olsa, hutbe olarak kifâyet edeceği de söylenilmiştir” dedikten sonra şunu ilâve eder: “Semâ yoluyla gelen bir rivâyette ise; imam Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra Allah’tan korkmayı tavsiye eder ve Kur’an’dan hafif bir sûre okur.”2415
Şu halde sadece İmam Şâfiî’nin şekille ilgili muhâlefetini içeren aradaki bu kısmî anlayış farklılıkları bir kenara bırakılacak olursa, İbn Abdilber ve İbn Kudâme’nin de belirttikleri gibi İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şâfiî, Ahmed bin Hanbel ve şia-imâmiye fırkası, hutbenin keyfiyeti ve içeriği konusunda temelde aynı kanaate sahiptirler. Bu görüş aynı zamanda Ebû Hanîfe dışında kalan büyük bir ekseriyetin görüşünü de temsil etmektedir. Nitekim Mâlikî âlimlerden Kurtubî ve çağdaş âlimlerden Vehbe Zuhaylî: “Fukahânın büyük çoğunluğuna göre hutbede kifâyet edecek miktarın en azı, Allah’a hamd, Rasûlüne salât, Allah’tan korkmayı tavsiye ve Kur’ân’dan bir âyet okumak sûretiyle halkı uyarmaktır. Birinci hutbede olduğu gibi ikincide de bu dört şey vâcibtir. Ancak ikinci hutbede birincide okunan âyetin yerine mü’minlere duâ etmek gerekir2416 demek sûretiyle Cumhûr-ı ulemânın çizgilerinin de bu olduğunu belirtmektedirler.
Bazı kaynaklarda İmam Ebû Hanîfe’nin, talebeleri İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve cumhurla aynı görüşü paylaşarak; “kendisine hutbe ismi verilecek bir konuşma hutbe olarak kâfîdir” dediği; diğer taraftan İmam Ebû Yusuf’un da İmam Ebû Hanîfe gibi düşünerek: “Hatîbin hutbe olarak elhamdü lillâh, sübhânallah veya lâ ilahe illâllah” demesini yeterli gördüğü nakledilirse de aşağıda görüleceği gibi, mûteber hanefî kaynaklarına müracaat edildiği zaman bunun böyle olmadığı ortaya çıkar.2417
Hanefîlere Göre Hutbe Siyâsî Bir Konuşma mıdır?
Aslında asrımızın güncel bir problemi olması sebebiyle burada bizi birinci derecede ilgilendiren husus, her şeyden önce bu soruya cevap bulmaktır. Zira günümüzde birtakım yan aydın tipler ve Cuma kılmayan müslümanlar bu davranışlarını haklı çıkarmak için, hutbenin siyâsî bir konuşma olduğunu iddia etmekte ve bu iddialarını da açık veya üstü kapalı olarak Cuma namazı konusunda; “Günah Keçisi” hâline getirdikleri Hanefî mezhebine bina etmektedirler.
Meselâ, bunlardan yazılı ifadelerine rastlayabildiğimiz sadece bir tanesi Hanefî mezhebini arkasına alarak bu hususta aynen şu tesbitlere yer vermektedir:
2414] Muhammed Cevad, Muğniye el-Fıkhu ale'1-Mezâhib'il-Hamse: Ca'feriyye, Hanefîyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye, Hanbeliyye; VI. Baskı, Beyrut, 1982, s. 122
2415] Muhakkık Ebu'l-Kasım Necmüddin Ca'fer b. el-Hasen el-Hulî, Şerâiu'l- İslâm fî Mesâili’l-Helâl ve'1-Haram, İntisârâtü'l-İstidlâl, Tahran, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 1/7
2416] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâm'il-Kur'ân, 18/75; Vehbe Zühaylî, A.g.e., 28/209
2417] Nevevi, A,g,e., 6/389; Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y., 205-213
CUM’A NAMAZI
- 531 -
“ İslâm’da toplantı (cuma) günü irad edilen hutbe ise, çok yanlı ve çok yönlüdür. Başta gelen vasfı hutbenin resmî bir beyanât niteliğini taşıyor oluşudur... Cuma günü kılınan iki rekât farz namazın imamı mutlaka resmî sıfatı olan birisi olmalıdır. Zira bu toplantıda devleti temsil etmektedir. Devlet adına konuşacaktır. Resmî bir beyanâtın güven vericiliğinin ilk şartı ise, bu beyânatı verenin resmî kişiliğidir. Bu konuşmayı yapacak kişinin rastgele bir imam olmayıp devleti temsil eden imam (devletin başı) olması gerekmektedir. Veya onun tevkil ettiği fakat kendi yerine kaim bir resmî yetkili. Vilâyetlerde devleti vali temsil ettiğinden mutlaka vali tarafından, valinin fevkalâde bir meşguliyeti var ise yerine vekil ittihaz ettiği kişinin kıldırması ve bilhassa resmî beyânat anlamındaki hutbe’yi okuması gerekmektedir. Zira Cuma’daki hutbe devletin sesi, tebeasının duyması gereken sesi demektir... Bu vasıflarıyla Cum’a, kılınan namaz; hutbe ise bir siyâsî konuşmadır. Ki İslâm devletinin ne dediği anlaşılır bu konuşmadan.2418
“Kur’andaki İslâm” fırkasına mahsus orijinal ictihadlar değilse bunlar, yazar, tıpkı Cuma kılmayan öteki çevreler gibi, Hanefîler’in Cuma namazı husûsundaki ifadelerini maksatlarının dışına taşıyarak yorumluyor demektir. Doğrusu da budur. Zira gerek bu ifadelerden, gerekse konuyla ilgili diğer ifadelerinden anlaşılan, yazarın açıkça Hanefîlerin bu husustaki görüşlerini kendine göre yonttuğunu ve daha açık bir şekilde hedef saptırdığını ortaya koyuyor. Eğer bu tesbitimizi reddetmeyecekse, yine de mevcut ifâdelerin sahibini Cuma kılmayan diğer çevrelerden ayırarak takdir ettiğimizi belirtmek isteriz. Zira hiç değilse neyi, nereden aldığını diğerleri gibi gizleme yönüne gitmemiş.
Hâlbuki Cuma kılmayan diğer çevreler, aslında aynı şeyi söylemelerine rağmen, kopye çektiklerini gizleyerek; “biz, fıkıh kitaplarındaki fetvalarla amel etmiyoruz, bu bizim kendi siyâsî görüşümüzdür” demek sûretiyle yeni bir ictihadda(!) bulunduklarını îmâ ediyorlar. Ama gerçekte, hepsi de kaynaklara vukûfiyetleri olmadığından ağızdan veya ilmihal kitaplarından ya da bazı tercüme fıkıh kitaplarından veyahut da ilmî disipline tamamen lâ-kayd kalarak belli maksatlarla yazılmış kitaplardan öğrendiklerini, biraz da kendilerine göre yorumlayarak yeni yeni kılıflar içerisinde sunmaya çalışıyorlar.
Bu itibarla Hanefîlerin bir bütün halinde hutbeye hangi nazarla baktıkları tam olarak ortaya konduğu zaman, bunların hepsi de gereken cevabı kendi üstadlarından almış olacaklar ve birazcık ilme saygıları ve “ilim namusları” varsa, bu tür yalan-yanlış nakillerle kendilerini ve kendilerine inanan insanları kandırmaktan vazgeçeceklerdir. Çünkü hiçbir Hanefî âlimi ne açık ne de kinâyeli bir şekilde hutbenin siyâsî bir konuşma ya da devlete ait resmî bir beyânat olduğu tarzında herhangi bir iddia ortaya atmamış, daha doğrusu onlar gibi, Allah ve Rasûlü’ne İftirada bulunmamıştır. Bu tamamen söz konusu iddiayı ortaya atanların kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan bir iftiradır.
Aslında bu noktaya gelinceye kadar tamamen Hanefî kaynaklara dayanarak yaptığımız bütün nakil ve açıklamalarla, Hanefî imamlarının kendilerine isnâd edilen veya bu mezhebe yamanan bu tür iddiaların hiç birisinin uzaktan yakından onlarla ilgisinin bulunmadığını, dolayısıyla da başlıktaki sorumuzun cevabını açıkça ortaya koymuş olduk.
2418] Ercüment Özkan, İslâm ve Tasavvuf, Anlam Yay. I. Baskı, 1993, Ankara, s. 369-370
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ancak, Hanefîlerin hutbeye siyâsî bir hedef tâyin etmediklerine dâir buraya kadar yaptığımız açıklamaları bir kez daha teyid etmek gerekirse, en mûteber ve en güvenilir Hanefî âlimlerinden İmam Kâsânî’nin şu açıklamaları bizi teyid, onları tatmin için kâfî gelir, sanırız. Bakınız bu Hanefî âlimi, Hanefî müctehidlerinin bu husustaki görüşlerini net biçimde ortaya koyarak bu iddiaların sahiplerine nasıl cevap veriyor: “Ebû Hanife, ‘hutbede şart olan; hatîbin hutbe maksadıyla Allah’ı zikretmesidir, demiştir.” Kezâ Emâlî’de İmam Ebû Hanîfe’den açık bir şekilde: “Bu zikir az olsun, çok olsun kâfidir. Hattâ hatip hutbe maksadıyla sübhânallah, lâ ilâhe illâllah veya elhamdü lillâh, dese kifâyet eder” dediği nakledilmektedir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed, hutbede şart olan hatîbin örf cihetinden hutbe adı verilecek bir konuşma yapmasıdır, demişlerdir. İmam Şâfiî ise: “Hutbede şart olan, hatîbin, aralarında bir tek oturuşla iki ayrı hutbe îrâd etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ “Hemen Allah’ı zikre gidiniz” buyurmuştur. Bu zikir, mücmel bir zikirdir. Dolayısıyla peygamber (s.a.s.) onu, fiili ile beyan etmiş ve Allah’ın iki ayrı hutbe emrettiği açığa çıkmıştır” demektedir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e göre, şart olan bizâtihî hutbedir. Hutbe ise, örf cihetinden Allah’a hamd ve senâ, Rasûlüne salât, mü’minlere duâ, vaaz ve onlara öğüt vermeyi ihtivâ edecek bir konuşmanın adıdır. Buna göre mutlak olan hüküm, müteâraf olana (yani örf ile bilinene) hamledilir.
Ebû Hanîfe’ye göre ise, iki yol vardır. Birincisi: Hutbede vâcib olan “Allah’ı zikre gidiniz” kavline binâen, mutlak zikirdir. Allah’ı zikr ise mâlum olup bu hususta cehâlet söz konusu değildir. Bu durumda âyet de mücmel değildir. Çünkü zikr, kendisiyle birlikte bulunacak herhangi bir açıklama olmaksızın nâfile bir ameldir. Bu sebeple, onu kendine hutbe adı verilecek bir zikr veya uzun bir zikirle kayıtlamak herhangi bir delil olmadığı müddetçe câiz değildir. İkincisi: Zikrullah’ın, hutbe ismi verilecek bir konuşma ile kayıtlanmasıdır. Fakat lügatte lafzın hakîkati bakımından, hutbe ismi, bizim söylediğimiz şeye de kullanılır. Zira Hz. Osman (r.a.)’dan rivâyete göre, kendisi halîfe seçildiği zaman, kıldırdığı ilk Cuma namazında hutbe irâd etmek üzere minbere çıktığında “Elhamdülillah” dedikten sonra dili tutularak sözü karıştırdı. Bu sebeple devam edemeyerek: “Ebû Bekir ile Ömer bu makam (da sizlere söylemek) için birtakım güzel sözler hazırlıyorlardı. Şüphesiz sizin güzel konuşma yapan bir İmamdan daha ziyade, faal bir İmama ihtiyacınız vardır. Ama yakında size güzel konuşma yapan hatipler gelecektir. Allah’tan kendim için de, sizin için de mağfiret dilerim” dedikten sonra minberden inerek halka Cuma namazını kıldırdı. Bu olay ensâr ve muhâcirînin huzurunda vuku buldu. Fakat onlar (Allah tarafından) “emr-i bi’1-ma’ruf nehy-i an’il-münker” yapmakla tavsif edilmiş olmalarına rağmen, Hz. Osman’ın bu hareketine karşı çıkmadılar. Dolayısıyla bu, hutbede şart olanın, mutlak olarak Allah’ı zikretmek olduğuna; ve mutlak olarak Allah’ı zikre, her ne kadar örfen hutbe ismi verilmese bile, lügat yönünden hutbe ismi verileceğine dâir sahâbe icmâ’ı olmuştur. Bu sûretle hutbede vâcib olanın, lügat ve örf cihetinden bizâtihî zikir olduğu ve bunun da (elhamdü lillâh sözünde) mevcut olduğu veya zikir, her ne kadar örf cihetinden hutbe diye isimlendirilmese bile, lügat yönünden bizatihî hutbe olup, bunun da (elhamdü lillâh demekle) yerine getirilmiş olduğu tebeyyün etmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü örfe sadece insanların birbirileriyle ilişkileri konusunda itibar olunur ve onların maksatlarına delâlet eder. Kul ile Rabbi arasındaki bir şeye gelince, bu hususta lügat yönünden lafzın hakîkatine îtibar edilir. Lafzın hakikati ise, (bu sözlerde de) mevcuttur. Şu halde sözün bu
CUM’A NAMAZI
- 533 -
kadarı da örf cihetinden hutbe olarak isimlendirilir. Rasûlullah (s.a.s.)’den rivâyet edilen şu hadisi görmüyor musun? Zira O; ‘Her kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse, muhakkak doğru yolu bulmuştur. Onlara isyan eden ise muhakkak sapmıştır.” diyen adama: “Sen ne fena hatipsin”2419 diyerek bu kadar bir konuşma ile onu hatip olarak isimlendirmiştir.2420
Hutbe ile ilgili olarak Hanefî kaynaklardan buraya kadar yaptığımız bütün nakillerden de açıkça anlaşılacağı üzere, ne İmam Ebû Hanîfe’nin, ne talebeleri İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in ve ne de diğer ashâbının hutbeyi siyâsî bir konuşma olarak kabul ettiğini söylemek katiyyen mümkün değildir. Hatta yukarıda konuyla ilgili görüşlerine temas ettiğimiz İmamiyye şiası dahi böyle bir düşünceye prim vermez.
Bilhassa İmam Ebû Hanîfe, hiçbir te’vîle mahal bırakmayacak şekilde hutbeyi kayıtsız şartsız mutlak olarak zikir sayıyor ve bunu isbat için bir dizi çaba harcıyor. Şu halde Ebû Hanîfe’nin bu tavrını görmezlikten gelip hutbeyi siyâsî bir konuşma olarak gördüğü iddiası, sadece bu insanlar tarafından ona karşı yapılmış bir iftira olsa gerek. İmam Ebû Yusuf ile Muhammed’in ve diğer Hanefî âlimlerinin ifadeleri de apaçık ortada olup onların da siyâsete yorumlanabilecek tek bir cümle ya da kelimeleri söz konusu değildir. Zira İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed hutbenin muhtevâsını; “Allah’a hamd ve senâda bulunmak, Rasûlü’ne salât, mü’minlere duâ, vaaz ve nasihat etmek” şeklinde beyan ediyorlar. Bu sözlere bakıldığında onların hutbeyi başlı başına siyâsî bir konuşma olarak gördüklerini söylemek mümkün müdür?
Hanefîlerin hutbeyi siyâsî bir konuşma olarak görmeyip aksine mutlak mânâda zikr saydıklarını gösteren belgelerden biri de hutbede tahâretin (abdestin) şart olup olmayacağı ile ilgili açıklamalarıdır. Bütün Hanefî kaynakları bu hususta ittifakla şu açıklamayı yaparlar: “Bize göre hutbe esnâsında tahâret sünnettir. Fakat şart değildir. Hattâ İmam cünüp olarak hutbe okuyup sonra guslederek veya abdestsiz olarak hutbe îrâd edip sonra abdest alarak Cuma namazını kıldırsa, mûteber olur. Zira bize göre hutbe mutlak zikirdir. Abdestsiz ve cünüp olan kimse ise, Allah’ı zikirden men edilemez.2421
Bu kadar açık gerçekler karşısında, Hanefilere göre hutbenin siyasî bir konuşma olduğunu iddia eden bu insanlar hakkında fazla söze hâcet görmüyor, onlar hakkındaki değerlendirmeyi okuyucunun insaf ve sağduyularına havâle ediyoruz!
Haddi zâtında hutbeden kimin ne anladığından daha mühimi, Kur’ân’ın bu hususta ne buyurduğu ve Rasûlullah (s.a.s.)’in hutbeyi nasıl beyan ve tatbik ettiğidir. Nitekim gerek Hanefîler’ in gerekse diğer bütün âlimlerin hareket noktası da bu olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu hususu beyan eder nitelikte sadece bir tek âyet bulunmakta olup bu âyette “Cuma günü namaza nidâ edildiği zaman hemen Allah’ı zikre gidiniz”2422 buyurulmaktadır.
2419] Metinde geçen hadis için Bk. Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/407
2420] Serahsî, el-Mebsut, 2/26-31; Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, 1/262-263
2421] İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, el- Mebsut (El-Asl), 1/314; Serahsî, A.g.e., 2/26; Kâsânî, A.g.e., 1/262 263; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'ân, 18/75
2422] 62/Cum’a, 9
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerîm’den bir konuda hüküm çıkarılacağı zaman o konudaki tüm âyetler bir araya toplanarak nüzul tarihlerine göre sıraya konulur. Birbirleriyle çelişkili gibi gözüken âyetler varsa nüzul tarihleri dikkate alınarak nâsih ve mensuh beyan edilir. Birbirini tahsis ve takyid eden âyetler tesbit edilerek ortak noktaları bulunur. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)’in söz konusu âyetlerle ilgili beyan ve uygulamaları araştırılarak Rasûlullah (s.a.s.)’in bunları hangi şekilde anlayıp beyan ve tatbik ettiği tesbit edilir. Âyetin teklif ettiği hüküm ve kasdettiği mânâdan daha ziyâde emin olabilmek için bundan sonra sahâbenin anlayış ve uygulamalarıyla müctehid imamların görüşlerine de müracaat edilir. İşte Kur’ân-ı Kerim’den hüküm çıkarmak için ehil olan kimsenin takip edeceği sağlıklı ve geçerli metod budur.
Bütün bu hususları bir kenara atarak, Kur’an’dan önüne gelen bir âyeti ele alıp mücerred mânâsına bakarak “Kur’an’ın bu husustaki görüşü budur” demek, büyük hatalara sebep olacak son derece tehlikeli bir yoldur. Delilsiz ve ilimsiz olarak Kur’an hakkında görüş beyan etmektir. Kur’an hakkında delilsiz ve ilimsiz görüş beyan eden kimse ise, isâbet etse bile hata işlemiş olur. Zira Rasûlullah (s.a.s.): “Her kim, delilsiz olarak Kur’an hakkında kendi re’yi ile görüş beyan ederse, isâbet etmiş olsa da hatadadır.”2423 buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise; “Her kim Kur’an hakkında (delilsiz olarak) kendi re’yi ile söz söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”2424 buyurmuştur.
Bu hadisler, Kur’an hakkında ehil olmayan kimselerin ulu orta delilsiz olarak görüş serdetmelerinin haram olduğuna kesin delil teşkil eder. “Şâyet bilmiyorsanız ilim ehline sorunuz”2425 âyeti de bu hususu teyid eden bir başka delildir.
Cuma namazı ve Cuma hutbesine işaret eden yukarıda naklettiğimiz Cuma âyetlerinden başka herhangi bir âyet bulunmadığına göre, bu konuda yapılacak işlem âyetlerin zahirine, Rasûlullah (s.a.s.)’in beyan ve tatbikatına ve sahâbe-i kiram ile müctehid âlimlerin bunlardan ne anladığına bakmak olacaktır.
Cuma ile ilgili âyet-i kerîmelerin ilki, açık ve net bir biçimde “Allah’ı zikre gidin” buyuruyor. Allah’ı zikir ise, genel anlamıyla İmam Ebû Hanîfe’nin de belirttiği şekilde “Elhamdü lillâh, sübhânallah, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illâllah” vb. lafızlarla olabileceği gibi, yarattığı şeylerin mükemmelliğine ve verdiği nimetlere bakarak, ilim tahsil ederek ve eşya âlemini tefekküre dalarak Allah’ı hatırlamakla da olabilir. Fakîhlerin büyük çogunluğunun kabul ettiği gibi hutbe îrâd etmek sûretiyle de olabilir. Ki Rasûlullah’ın (s.a.s.) husûsî beyan ve açıklamalarının delâletiyle bu âyette kastedilen de zikrin bu örfî anlamıdır. Bunun dışındaki husûsî bir vasfa, meselâ iddia edildiği gibi ‘siyâsî bir konuşma’ya tahsis etmek için tartışmasız kuvvetli bir delile ihtiyaç duyulur. Böyle bir delil ise, ne Kur’an’da, ne de sünnette asla gösterilemez.
İkinci âyet ise, sadece hutbeyi terkedip gidenleri yermekle yetiniyor ve bu hususta başka bir açıklama yapılmıyor. Rasûlullah’a (s.a.s.) gelince, O’nun hutbe ile ilgili tanımlayıcı mâhiyette herhangi bir açıklaması bulunmamakla beraber, îrâd ettiği Cuma hutbelerine bakıldığı zaman dinî tebliğin yerine getirildiği
2423] Tirmîzî, Sünen-i Tirmîzî, 5183; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 3/320
2424] Tirmîzî, A.g.e., 5183
2425] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7
CUM’A NAMAZI
- 535 -
hitabelerin dışında siyâsete veya devleti temsil eden resmî bir beyanâta hamledilebilecek herhangi bir konuşmaya rastlayamayız. “Zira Hz. Peygamber bir siyâset adamı olmayıp Allah tarafından tüm insanlığı doğru yola iletmek için gönderilmiş bir peygamberdir. Onun hedefi İslâm dinini yaymak, sapık yolda olanları doğru yola ulaştırmak, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah’a kul yapmak, kısaca Allah’tan aldığı vahiyleri Allah’ın kullarına tebliğ etmekti. Rasûlullah (s.a.s.) için bundan başka bir hedefin düşünülmesi ona olan imanı sarsmaktan başka bir gayeye hizmet etmez. Şâyet onun siyâsî bir gayesi bulunsaydı, Mekke’de ilk tebliğini yaptığı sırada kendisine teklif edilen Mekke liderliğini kabul eder, dâvâsı da orada biterdi. Onun gayesi siyâset ve saltanat değildir. Bilakis peygamberlik görevini yerine getirmek ve bunun için mücâdele etmekti. Bu sebeple onun hutbeleri siyâsî birer konuşma olmayıp dinî tebliğin yerine getirildiği birer konuşmadan ibâret idi.2426
Hz. Peygamber’in hutbelerinden günümüze kadar muhâfaza edilenlere baktığımız zaman, onun hutbelerinde daha çok Kur’an ve bilhassa Kaf sûresini okuduğunu görürüz. Haris b. Nu’mân’ın kızı Ümmü Hişam diyor ki; “Ben Kaf sûresini ezberlediysem, yalnızca Hz. Peygamber (s.a.s.) minber üzerinde hutbe okurken onun mübarek ağzından ezberlemişimdir.”2427
Câbir b. Abdillâh (r.a.)’dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) hutbe okudumu gözleri kızarır; sesi yükselir ve hiddeti artardı. Hatta bir orduyu tehditte bulunarak: (düşman) akşam sabah size baskın yapacak diyen (ordu kumandanı) gibi olur ve şehâdet parmağı ile orta parmağını yanyana getirerek: “Ben kıyâmete, şunların birbirine olan yakınlığı gibi yakın bir zamanda gönderildim” der ve şöyle devam ederdi: “Emmâ ba’dü: Şüphesiz ki, sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolun en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en fenası sonradan uydurulup dine katılanlarıdır. Her bid’at sapıklıktır.” Sonra: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha yakınımdır. Kim ölür de geride mal bırakırsa o mal onun yakınlarına aittir. Kim de vefat ederek geride borç veya çoluk-çocuk bırakırsa bana aittir, benim borcumdur.” buyururdu.2428
Hutbesine, Allah’a hamd u senâ ve şehâdet ile başlar, hutbeyi kısa yapar, namazı uzatır, Allah’ı çok zikreder/anar ve kelimesi az, mânâsı geniş sözler seçerdi. “Kişinin namazının uzun, hutbesinin kısa olması, özü anlayışının bir işaretidir” buyururdu.2429
Hutbede ashâbına İslâm’ın prensiplerini ve şer’î kanunları öğretir, gerektiğinde onlara bazı şeyleri emreder, bazı şeyleri de nehyederdi. Nitekim hutbe okurken câmîye giren adama iki rekât namaz kılmasını emretmiş, halkın omuzlarına basarak ilerleyen adama da: “Böyle yapma, otur!” demiştir.2430
Bir sual sorulduğunda veya bir ihtiyaç ortaya çıktığında hutbesini keser, soruya cevap verir, sonra kaldığı yerden hutbesine devam ederdi.2431
Bazan gerek duyarsa minberden iner, sonra geri dönerek hutbesini
2426] Y. Vehbi Yavuz, Cuma namazı, s. 49
2427] Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 6/409-410; Ebû Dâvud, A.g.e., 1/288; Nesâî, Sünen, 3/107
2428] Nevevî, A.g.e., 6/403; Nesâî, A.g.e., 3/188-189
2429] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/263; Nevevî, A.g.e., V1/407
2430] Nevevî, A.g.e., V1/411; Ebû Dâvud, A.g.e., 1/291-292; Nesâî, Sünen, 3/103
2431] Nevevî, A.g.e., V1/414
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tamamladığı da olurdu. Nitekim bir defasında torunları Hasan ile Hüseyn’i almak için minberden inmiş, onları kucaklayıp minbere çıkartmış, hutbesini tamamlamıştır.2432
Hutbe esnâsında icâbında bir adama, “ey falan, gel otur! Ey filan, namaz kıl!” diye seslenirdi. Duruma göre hutbede emirler verirdi. Aralarında sıkıntı içinde ihtiyaç sahibi birini görünce ashâbına o kişiye sadaka vermelerini emreder, yardıma çağırır ve buna teşvik ederdi.2433
Hutbe esnâsında, Allah’ı her zikredip andıkça ve O’na duâ ederken işaret parmağı ile işaret ederdi.2434 Yağmur yağmadığı için kuraklık baş gösterince hutbede ellerini kaldırıp yağmur duâsı ederdi.2435
İbn Hişâm’ın nakline göre Rasûlullah’ın (s.a.s.) ilk hutbesi şöyledir: (Allah’a hamd ü senâdan sonra:) “Ey insanlar! Kendiniz için hazırlık yapın. Şüphesiz biliyorsunuz ki herbiriniz ummadığı bir anda ölecek, sürüsünü çobansız bırakacak, sonra Rabbi -arada tercüman ve kapıcı olmaksızın- ona şöyle diyecektir: ‘Sana elçim gelip dini tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı? Sen kendin için buraya ne hazırladın?’ Kul sağına soluna bakar, hiç bir şey göremez. Sonra önüne bakar cehennemi görür. Kim yarım hurma ile de olsa bu ateşten kendisini koruma gücüne sahipse, hayır işlesin. Bunu da bulamazsa güzel söz söylesin. Çünkü bu bir hayır, on mislinden yedi yüz misline kadar katlanarak mükâfatlandırılır. Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”2436
Peygamber (s.a.s.) bir sonraki hutbesinde ise şöyle buyurmuşlardır: “Şüphesiz hamd Allah’a mahsustur. Ona hamdeder, ondan yardım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidâyet ettiğini, doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz. Saptırdığını da hiç kimse doğru yola erdiremez. Şehâdet ederim ki Allah’tan başka tapılacak (ilâh) yoktur. O tektir, ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır. Allah, kimin kalbini Kur’ân’la süsler ve onu küfürden sonra İslâmiyet’e erdirir, o da Kur’ân’ı insanların sözlerinden üstün tutarsa, işte o kimse kurtuluşa ermiştir. Şüphesiz Kur’ân sözlerin en güzelidir ve en belâğatlısıdır. Allah’ın sevdiğini seviniz! Allah’ı bütün kalbinizle seviniz. Allah’ın kelâmını okumaktan ve Allah’ı zikretmekten/anmaktan usanmayınız. Allah’ın kelâmına karşı kalpleriniz katı kalmasın. Çünkü o, Allah’ın yarattığı her şeyin en hayırlısını ayırıp seçer. Allah, Kitabında, amellerin hayırlısını, kulların seçkinlerini, sözlerin iyisini ve insanlar için helâl-haram ne varsa hepsini zikreder. Allah’a kulluk ediniz. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Ona yaraşır şekilde ondan sakınınız. Kendi ağızlarınızla Allah’a verdiğiniz güzel sözleri tutunuz. Allah’ın aranıza ihsan ettiği tek bir ruhla birbirinizi seviniz. Şunu bilesiniz ki, Allah kendisine verilen sözün yerine getirilmemesine gazap eder. Selâm size. Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.”2437
İşte Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hutbelerinde takip ettiği yol ve öğrettiği hususlar
2432] Ebû Dâvud, A.g.e., 1/290; Nesâî, A.g.e., 3/108
2433] Nevevî, A.g.e., 7/10
2434] Nevevî, A.g.e., 6/410
2435] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 2/479; Nevevî, A.g.e., V1/443
2436] İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nebeviyye, II. Baskı, l955, Kahire, 1/500 -501
2437] İbn Hişâm, A.g.e., 1/500-501; İbn Hişâm, bu iki hutbeyi senedlerini zikretmeksizin rivâyet etmiştir. İbn İshak ise, onları Ebû Seleme b. Abdirrahman'dan nakletmiştir. Ebû Seleme ise, Peygamber’e yetişmemiş, ancak sahâbeden rivâyette bulunmuştur. Dolayısıyla bu hutbe, mürsel haber niteliği taşıyor.
CUM’A NAMAZI
- 537 -
bu minval üzereydi. Kendisinden sonraki halîfeler döneminde de durum bu minval üzere devam etmiştir. Şu halde bu hutbelerin hangisi siyâsî bir konuşmaya ve hangisi devleti temsil eden resmî beyanatlara benziyor? Ne bunlarda, ne de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öteki hutbelerinde kavramın bugünkü mânâsıyla siyâsî bir muhtevâ mevcuttur. Onun bütün hutbeleri tamamen dinî ve sosyal hayatın ihtiyaçlarını temine, Allah’ı sevdirmeye ve Allah’a karşı takvâ sahibi olmaya dâvet eden konuşmalardan ibarettir.
Bu konuda herhangi bir kimseye cevap vermek gibi bir problemi olmayan, daha doğrusu bu gibi polemiklerden tamamen habersiz olan İbn Kayyım bu hakikati tarafsız bir dille şu şekilde ifade ediyor: “Hz. Peygamber ve ashâbının hutbelerini düşünen kişi görür ki bu hutbeler hidâyet ve tevhidi açıklamaya, Allah’ın sıfatlarını ve temel iman esaslarını anlatmaya; Allah’a dâvet etmeye, Allah’ı kullarına sevdiren nimetleri ile O’nun gazabından korkutan günlerini anlatmaya, onlara kendisini sevdiren Allah’ı anma ve ona şükretme emri vermeye yeterliydiler. Peygamber ve onun ashâbı hutbelerinde Allah’ı kullarına sevdiren, O’nun isimlerini, sıfatlarını ve O’nun azametini zikrederler; kulları Allah’a sevdiren ibâdet, şükür ve zikir gibi hususları emrederlerdi. Dinleyenler onu sevmiş olarak dönerlerdi. Sonra uzun zaman geçti. Nübüvvet nuru kayboldu. Şer’î kanunlar ve emirler, hakikatleri ve maksatları gözetilmeksizin yapılan merasimler halini aldı. Bu şer’î kanun ve emirlere merasim şeklini verdiler. Ardından bu merasim ve törenleri terk edilmez âdetler hâline getirdiler; asıl terk edilmemesi gereken maksatları terkettiler. Hutbeleri, kafiyeli sözlerle, şiirlerle, nüktelerle ve edebiyatın süsleme sanatlarıyla süsler oldular. Böylece kalplerin hutbeden alacakları nasip noksanlaştı, hattâ yok oldu, hutbenin maksadı yitirildi.2438
İbn Kayyım el-Cevziyye’nin zamanında ne genel anlamıyla hutbe, ne de özel olarak Peygamber’in hutbelerinin mâhiyeti konusunda bugün olduğu gibi herhangi bir spekülasyon bulunmadığına göre, onun bu tasvirlerinde herhangi bir maksadın aranması düşünülemez. Bu da siyâsî maksatla yapılan bu tür spekülasyonlardan uzak bir ortamda âlimlerin hutbeyi nasıl anladıklarına dair sağlıklı bir değerlerdirmeye örnek teşkil eder. Ancak, zamanla saltanatçı devlet başkanlarının hutbeleri siyasî hâkimiyetin birer sembolü haline getirdikleri ve tahta her geçen padişahın, kendi adına hutbe okutmayı âdet haline getirdiği bilinen bir gerçektir. Fakat bu gibi uygulamalar, sözkonusu padişahların sırf kendi tasarrufları olup sadece onları bağlar. Sultanların bu uygulamalarına bakarak Cuma hutbelerini siyâsî bir konuşma olarak telakkî etmek en hafif üslûpla dini bilmemektir. Dinin çerçevesini Allah ve Rasûlü’nün koyduğu kurallar tesbit eder. Bu kurallar ise, Kur’an ve sünnette beyan edilmiştir. Hiçbir kimsenin bunlara ilâve yapma veya noksanlaştırma yetkisi mevcut değildir. Dolayısıyla sultanların bu şahsî uygulamaları dine dâhil edilemez. Şâyet aksi iddia edilecek olursa, bu kişilerin hatalarını da dine dâhil etmek gibi bir çıkmazla karşı karşıya kalınmış olur. Bu da, dinin altını üstüne getirir.
Siyasî liderler, Emevîlerle başlayan ve Abbâsîlerle devam eden süreç içinde kardeş katline varıncaya kadar sayısız cürüm ve cinâyetlerin faili olmuşlardır. Bilhassa Emevî sultanları minberleri Hz. Ali ve soyuna küfredilen intikam kürsüleri haline getirmişler ve Cuma hutbelerini bu nevî çirkinliklerle bezemişlerdir.
2438] İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdü'1-Meâd, çev: Şükrü Özen, İklim Y. 1988, Ankara, 1/396
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunlar hutbeleri, tamamen siyasî maksatlarla kullandıkları gibi, resmî beyânatlar halinde halkın duymak istediği dehşet ve ölüm tehditleriyle dolu devletin sesi hâline de getirmişlerdir. Eğer hutbenin siyasî bir konuşma veya devletin resmî beyânâtı olduğunu iddia edenler, hutbeyi bunların yaptıklarını esas alarak tarif ediyorlarsa bu doğrudur! Ancak onlar bilsinler ki, bu uygulamalar ne İslâm’ın ne de Peygamber’in hutbe anlayışını temsil ederler. Yok, eğer başka bir delilleri varsa, o başka. Meselâ siyasî bir konuşma ya da devletin resmî beyânâtı niteliği taşıyan Peygamber’e ait bir tek Cuma hutbesi göstersinler. Zira din, delillerle konuşulması gereken bir kurumdur. Bu kurumda “ben böyle diyorsam, bu böyledir” mantığı işlemez.
Şüphesiz İslâm dini siyâsetten, siyâset de ondan ayrı düşünülemez. Ama hiçbir delile dayanmadan şu ibâdet başlı başına siyâsî bir ibâdettir de denemez. Fakat Cuma namazı ve hutbeleri müslümanların haftada bir kez bir araya gelmelerine ve topluca aydınlanmalarına vesîle olan son derece mümtaz bir ibâdettir. Bu yönüyle dinen mubah sayılan ve müslümanların dünya ve âhirettlerini ilgilendiren hususlar başta olmak üzere her konuda müslümanların bilinçlenmelerine vâsıta olabilecek dinî bir kongreleri gibidir. Ama dinî bir kongreleri değildir. Bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Dolayısıyla böylesine önemli bir günde bir araya gelen müslümanlara günümüzde hemen hemen bütün hatiplerin yaptığı şekilde, hatîbin günah savmak ve zevâhiri kurtarmak için kupkuru, şekilci bir konuşma yapması da savunulamaz. Hatîbin vazifesi müslümanların imamı, önderi sıfatıyla, onları ilgilendiren ve eksik oldukları hususları tesbit ederek bu hususlarda onları aydınlatmasıdır. Bu hususlar, yerine ve zamanına göre dinî, ilmî, ahlâkî, ibâdî, idarî, ailevî, kültürel, askerî, içtimaî ve benzeri konular olabileceği gibi; terimin hakîkî mânâsıyla siyasî konular da olabilir. Ama ne bu, ne de öbürü, tek başına hutbenin hedefi değildir. Belki bunların her biri tek başına hutbenin hedeflerinden sadece biri olabilir.
Bu münâsebetle bunlardan birini tek başına ele alıp “hutbenin hedef ve gayesi budur” demek, parçayı alıp bütün yerine koymak; Allah ve Rasûlünün hükmüne indî kanaatlerle ambargo koymak olur ki bu son derece tehlikeli bir iştir.
Günümüzde yaygın bir davranış şekli haline gelen bu durum, ilim ehli olmayan, ihtisası hiçe sayan ve fetvâ vermesi değil, fetva istemesi gereken yarı aydın müslümanların dünyevî mevkîleri veya ağızlarının lâf yapması sebebiyle müslümanlar tarafından “dinî lider” veya “ağabey” kabul edilmelerinin bir sonucudur. Asrımızda müslümanların en büyük çıkmazı da budur işte. Nedense içerisinde hemen her hastalığa ait yüzlerce ilacın satıldığı pekçok eczane bulunmasına rağmen, insanımız hastalandığı zaman keyfine göre buralardan ilaç alıp tedâvî olmayı aklından bile geçirmez ve mutlaka bir doktora başvurma zorunluluğu hisseder de, dinî problemi söz konusu olunca, Kur’an ve sünneti anlamada birinci basamak olan Arapça’yı dahî bilmediği halde hemen Kur’an ve sünnet eczanesine dalarak kendi kafasına göre çözüm bulmaya yeltenir. Nedeni gâyet açık: Onlara göre Arapçayı bilmeyi tabu haline getirmemek veya bir handikap gibi görmemek lâzım. Tercüme edilmiş eserler ne güne duruyor? Bunlara bakılarak da fetvâ verilebilir(!) Ya tercüme yetersiz veya yanlış ise ne olacak? Bunun sağlamasını kim yapacak? Tercüme edilen kitaptaki görüşler sağlam delillere dayanmıyorsa veya zamanın ihtiyaç ve şartlarına bağlı olarak konmuş bir hüküm olup zamanın değişmesiyle geçerliliğini yitirmişse ne olacak?
CUM’A NAMAZI
- 539 -
Elbette sadece Arapça’yı bilmek Kur’an ve sünneti anlamak için yeterli değildir. Bunun için belli usûl ilimleri var ki mutlaka yerli yerince onları da bilmek gerekir. Peki, bu insanlar bunları yeterince biliyor mu? Onlara göre, buna da gerek yok. Zira bu kaideleri insanlar kendi kendilerine geliştirmişlerdir(!) Parantezsiz Kur’an meallerine bakmak ve bunlarla amel etmek yeterlidir(!)
O halde Kur’an ve sünnette Cuma namazı ve hutbesiyle ilgili hiçbir şart ve kayıt olmadığı halde, neden onlarla amel etmiyor da bu insanların genelinin koyduğu kaideleri reddederken sadece bir tanesinin görüşünü bayraklaştırıp böylesine mühim bir ameli terkediyorsunuz? Bu apaçık bir çelişki değil midir? Elbette. Ama, bu nefislerine daha hoş ve daha ziyade tatmin edici geliyor. Şüphesiz bu durum müslümanları dinden sapmaya götürecek büyük bir tehlikedir. Rasûlullah (s.a.s.) bu tehlikeye işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah, ilmi, insanlar arasından bir çırpıda çekip almaz. Aksine ilmi, âlimleri almak sûretiyle alır. Nihâyet hiçbir âlim kalmayınca, insanlar başlarına birtakım câhil liderler edinirler. Bunlara sorular sorulur. Onlar da ilimsiz olarak cevap verirler. Sonunda hem kendileri sapar, hem de başkalarını saptırırlar.”2439
Rasûlullah (s.a.s.)’in bu mübârek sözleri dinin bir ihtisas sahası olduğunu ve bu sahada ihtisas sahibi âlimlerden başkasının kendi hevâ ve heveslerine göre, keyfî bir şekilde hareket etmelerinin hem kendilerini, hem de başkalarını saptıracağını apaçık beyan etmektedir. Nitekim Şâtıbî bu hadisi naklettikten sonra şöyle der: “Gerçekten bid’at sahiplerinin pekçoğu bu şekilde davranmışlar, sünneti bir tarafa atmışlar ve Kur’an’ı yersiz bir şekilde te’vîle yeltenmişler ve sonunda da hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır.2440
Bu tehlikesine binâendir ki dinde ihtisas sahibi olmayan bir kimsenin dinî konularda fetvâ verip görüş beyan etmesinin haram olduğunda hiçbir ihtilâf söz konusu değildir.
Cuma namazının siyâsî bir namaz, Cuma hutbesinin de siyâsî bir konuşma olduğu şeklinde ileri sürülen bu asılsız iddiaların en komiği, din olarak sadece Kur’an’daki İslâm’ı kabul eden, Rasûlullah (s.a.s.)’in hadislerine kalem çeken ve bu konuda müsteşrik patentli düşüncelerin, temsilciliğini yapan sünnet karşıtı çevrelerin görüşüdür. Rasûlullah (s.a.s.)’in dindeki yerini inkâr eden, onun sünnetini hiçe sayan bu çevrelere göre de Cuma namazı kendisinde devletin temsil edildiği siyâsî bir toplantı namazı(!), hutbe de siyâsî bir konuşmadan ibarettir.
Kur’andaki İslâm’ı savunan ve bu sebeple Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet edilen en sahih hadislere bile, en bayağı üslûpları kullanarak bir çırpıda kalem çeken bu insanlar, işitmiş olsalar kargaların bile güleceği bu tanımı Kur’ân’ın hangi ifâdesinden çıkardılar, merak ediyoruz doğrusu. Çünkü bu insanların alâmet-i fârikaları, Kur’an’daki İslâm’ı savunmak ve Kur’an’la örtüşmeyen ve akıllarına uymayan hadisleri reddetmek. Acaba, Kur’an’a uygun olmak, aksi halde reddedilmek sadece Peygamber’in hadislerinin bir kaderi mi oluyor? Yoksa bu kader, kendileri de dâhil bütün fânîlerin sözlerine de şâmil midir? Şâyet bu kaderi yazan kâlemler, onu sadece Peygamber’in hadisleri için yazdılarsa, bu şahıslar kendilerini Peygamber’den öne geçirmiş olmuyorlar mı? Yok, bu durum herkesin sözü
2439] Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13
2440] Şâtıbî, el-Muvâfakat, çev: M. Erdoğan, İz Y. 1993, İstanbul, 4/16
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için geçerliyse, yukarıdaki tanımları ve burada sunma imkânı bulamadığımız bu türden daha nice incileri, Kur’ân’ın hangi âyetine onaylattılar? İslâmî sahada birazcık mürekkep yalayan herkes biliyor ki, Kur’an Cuma namazını herhangi bir sınır koymadan, kayıtsız, şartsız ve mutlak olarak emreder. Hutbeye işaret ettiği kanaatini taşıdığımız ifade de sadece ‘zikrullah’ olarak geçer Kur’anda. Sünet kitaplarında da kendilerini teyid eden bir tanıma rastlanmaz. Rastlansa bile, Kur’an’a uymadığı için herkesten önce onu, bu iddianın sahipleri reddeder. Aksi halde kendi prensipleriyle çelişkiye düşmüş olurlar.
Ama çelişkili hareketler bunların karekteri haline geldiği için bu da önemli değildir. Zira sıkıştıkları ve Kur’ân âyetleri imdatlarına yetişmediği zaman, sahihleri bir yana, üçüncü sınıf hadisleri, hatta isrâiliyyat derecesine varan tarihi haberleri bile kullandıkları herkesçe mâlumdur.
Bunlar gerçekten “Kur’andaki İslâm” iddialarında samîmî olsalardı, “Cuma namazı siyâsî bir namaz, Cuma hutbesi de siyâsî bir hutbedir” şeklinde delilsiz iddialarla yola çıkarak Cuma namazını terketmez, aksine herkesten önce onu kendileri edâ ederlerdi. Zira Kur’an bu namazı kayıtsız, şartsız olarak ve iddia ettikleri gibi bir sıfatla tavsif etmeksizin farz kılmaktadır. Bu sebeple onların da kayıtsız ve şartsız olarak kılmaları ve böyle düşünenlere de karşı çıkmaları gerekirdi.
Sonra bu insanlar dâvâlarında gerçekten samîmi olsalardı, ne Ebû Hanîfe sistemini, ne de tarihte geçen bazı saltanatçı devlet başkanlarının uygulamalarını bahane ederek “Cuma hutbesi siyâsî bir konuşmadır” demezlerdi. Çünkü sultanların hata ve sevapları İslâm’a mal edilemez. Ebû Hanîfe’nin devlet başkanı ve genel izni şart koşmasına bakarak da böyle bir hükme varmamaları icap ederdi. Zira Ebû Hanîfe’nin bu şartları ileri sürerken dayandığı delillerin onların kriterlerine göre sahih olması şöyle dursun, hadis tenkidinde en müsâmahakâr olan muhaddislere göre dahi sahih değildir. Bilakis ileride bütün tafsilatıyla isbat edileceği gibi son derece zayıf, hatta uydurmadır. Kaldı ki onlar, tarih boyunca bütün müslümanların sahih saydığı Buhârî ve Müslim’in hadislerini dahi kabul etmiyorlar. O halde nerede kalıyor bunların Kur’andaki İslâm’ı ve bazılarının deyimiyle kitaplaşmış sünneti müdâfa ediyor olmaları? Bakınız İbn Mes’ûd (r.a.) onların bu çifte standartlı davranışlarını ifşa ederek şöyle buyuruyor: “Öyle topluluklar göreceksiniz ki kendileri arkalarına atmış oldukları halde, sizi Allah’ın kitabına dâvet edecekler. O zaman geldiğinde, siz ilme sarılın ve bid’at çıkarmaktan sakının. İfrata düşmekten kaçının, köklü ve güzel olana yapışın.”2441
4- Cuma Kılınacak Yerin Şehir Olması Şartı
Her ne kadar teferruatta bazı görüş farkları olsa da müctehid imamların tamamı, asılları itibariyle vakit, cemaat ve hutbenin Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için şart olduğu hususunda görüş birliğine sahip olurken, Cuma namazının hangi yerleşim birimlerinde kılınıp hangisinde kılanamayacağı noktasında farklı görüşlere sahip olmuşlardır.
İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel de dâhil, ulemânın cumhuruna göre; hür, âkıl, baliğ ve her mevsim ikamet halinde olan insanların
2441] Şâtibî, A.g.e., 4/16; Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y., 213-230
CUM’A NAMAZI
- 541 -
meskûn olduğu bütün yerleşim birimlerinde Cuma namazı kılınabilir. Bunlara göre Cuma kılınacak yerin şehir veya köy olması arasında herhangi bir fark yoktur.2442 Cumhur, Cuma namazının sahih olabilmesi için yerleşim biriminin şehir veya köy olmasına itibar etmeyip sadece adet (sayı) ve ikameti esas almışlardır. Cemaat meselesinde ikamet ve adet meselesine temas edildiği için burada ayrıca ayrıntılarını ele almıyoruz.
İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşları Cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde olmasını şart saymıştır. Onlara göre şehir, Cuma namazının sıhhatinin şartı olduğu gibi, farz olmasının da şartıdır. Buna göre köylerde Cuma sahih olmadığı gibi, buralarda oturan ahâliye Cuma kılmaları farz da değildir.2443
Hanefî ulemâsından Kâsânî, mezhebinin bu husustaki görüşüyle ilgili olarak şunları kaydeder: “Bizim ashâbımıza göre şehir, Cuma namazının hem farz olmasının, hem de edâsının sahih olmasının şartıdır. Buna göre, Cuma namazı şehir ahâlîsinden ve şehre tâbî olan merkezlerde oturan kimselerden başkasına farz değildir. Aynı zamanda şehir ve şehre tâbî olan merkezlerden başka yerlerde Cuma namazının edâsı da sahih değildir.2444
İmam Kâsânî, mezhebinin dayandığı delilleri şu şekilde sıralamaktadır:
a- Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Toplayıcı şehirden başka yerlerde Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur.”
b- Hz. Ali’den rivâyet edildiğine göre O da: “Toplayıcı veya büyük bir şehirden başka yerde, ne Cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne Ramazan bayramı ve ne de Kurban bayramı namazı vardır” demiştir.
c- Peygamber (s.a.s.), Cuma namazını sadece Medine’de kılardı. Medine çevresinde Cuma kılındığı rivâyet edilmemiştir
d- Aynı şekilde sahâbe fethettikleri beldelerde, şehir merkezlerinden başka yerde câmi ve minber inşâ etmezlerdi. Bu husus onların Cuma namazı için şehrin şart olduğuna dâir icmâ ettiklerini gösterir.
e- Cuma namazı İslâm’ın en büyük şiârındandır. Bu şiarın izhar edilebileceği yerler ise şehir merkezleridir.2445
Bütün Hanefî ulemâsı bu delillerden yola çıkarak şehrin şart olduğu hususunda ittifak etmelerine rağmen, şehir ve şehir hükmünde olan yerleşim birimlerinin tanımı hususunda üzerinde birleşilen bir görüş ortaya koyamamışlardır. Meselâ, İmam Ebû Yusuf, şehri; “Şer’î hükümleri uygulayan, hadleri tatbik eden bir emîri ve kadısı bulunan her yer toplayıcı şehirdir” diye tarif ederken, diğer hanefî âlimleri “Toplayıcı şehir her bir san’at (zenaat) ehlinin san’atı ile birlikte
2442] İmam Mâlik, eI-Müdevvene, Daru's-Sâdır Neşri, Ofset baskı, Beyrut, 1/152 vd; İmam Şâfiî, el-Ümm, Darulma'rife, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 1/190; İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ İbni Teymiye, Mektebetü'n-Nehbatü'l-Hadise Neşri, 1404, Kahire, 24/209-210; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/175
2443] Serahsî, el-Mebsut, Çağrı Yay. 1975, İstanbul, 2/23; Kâsânî, el-Bedâyî, 1/259; Merğınânî, Hidâye, Tarihsiz, 1/82; Cezerî, Mezâhibü'l-Erbaa, 1/385
2444] Serahsî, A.g.e, 2/23-24; Kâsânî, A.g.e, 1/259; Merğınânî, A.g.e, 1/82; Cezerî, A.g.e, 1/385 vd.
2445] Serahsî, A.g.e, 2/23-24; Kâsânî, A.g.e, 1/259
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içerisinde yaşaması mümkün olup başka bir yere göçe muhtaç olmadığı yerdir” demişlerdir. Şehrin tanımı konusundaki bu ihtilâf sadece farklı âlimler arasına münhasır olmakla kalmaz; aksine, aynı imamın kendi tanımları arasında da görülür. İmam Ebû Yusuf’tan nakledilen farklı tanımlar bunun en açık örneğidir. Zira o, yukarıdaki tanımına muhâlif olarak şehri bir de şöyle tarif eder: “Şehirden maksat en büyük câmîsi Cuma ile mükellef olan halkı alamayacak kadar nüfusu büyük olan yerdir” İmam Ebû Yusuf’un şehirle ilgili bu tanımlarından birincisini İmam Kerhî, ikincisini de Selcî ile İbn Şüca’ tercih etmiştir. Hanefîlerce zâhir olan görüş ise, Selcî’nin tercihidir.2446
İmam Ebû Yusuf, şehrin civarı (şehir hükmünde) olan yerleşim birimlerinden maksadın, şehirde okunan ezanı duyabilecek mesafe olduğunu beyan etmiştir. Bunun dört yüz kulaçlık bir mesafe olduğu da söylenilmiştir. Dolayısıyla bu ölçüde şehre yakın olan yerleşim birimleri de şehir hükmünde kabul edilip daha uzak yerler şehrin dışında mütâlâa edilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre ise, bu yerler şehre ister yakın, ister uzak olsun, fark etmez.2447 Bu durumda, Ebû Hanîfe’ye göre sadece büyük şehir merkezlerinde oturanlar Cuma ile mükellef olurken, Ebû Yusuf ve ona tâbi olanlara göre şehir hükmünde sayılan yerlerde oturan ve şehirde okunan ezanı işitenler de Cuma ile mükellef sayılıyorlar.
Cumhûr-ı ülemâ’ya muhâlefet edilerek sadece Hanefîlerce ileri sürülen bu şartın tutarlı olup olmadığı, dayandığı delillerin hadis ve fıkıh usûlünün kaidelerine göre mûteber olup olmadığına bağlıdır. O halde burada yapılması gereken işlem Hanefîlerin bu konuda ileri sürdükleri delilleri usûl kaidelerine arzederek sahih mi zayıf mı olduklarını tesbit etmek olacaktır. Öyleyse, söz konusu delilleri hem hadis, hem de Hanefîlerce benimsenen fıkıh usûlü kaidelerine göre tetkik etmeye çalışalım:
1- Hanefîler şehir şartını ileri sürerken ilk olarak Peygamber’e (s.a.s.) isnad ettikleri “Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur” şeklindeki hadise dayanmışlardır. Hâlbuki bu söz, onların iddia ettikleri gibi Peygamber’in (s.a.s.) sözü olmayıp Hz. Ali’ye nisbet edilen ve sahih mi zayıf mı olduğu muhaddisler arasında tartışmalı olan mevkuf bir haberdir.
Nitekim İmam Tirmizî: “Köylerde Cuma kılınmaması hususunda Peygamber’den rivâyet olunan hiçbir hadis sahih değildir2448 diyerek bu sözün hadis olarak aslının olmadığını ifade etmiştir.
İmam Ahmed bin Hanbel; “Bu söz hadis değildir. Sadece Hz. Ali’nin kendi sözüdür. Ancak Hz. Ömer ona muhâlefet etmiştir”2449 demektedir.
Hâfız Zeylaî ise, Merğınânî’nin Hidâye’adlı eserinde geçen hadisleri tahkik için kaleme aldığı “Nasburrâye” adlı muhteşem eserinde bu haberden bahisle şöyle der: “Bu söz, merfû (Peygamber’e nisbet ediien bir haber) olarak gariptir. Biz bu sözü Hz. Ali’ye nisbet edilen mevkuf bir haber olarak bulduk. Onu,
2446] Serahsî, el-Mebsut, 2/23; Kâsânî, A.g.e, 1/259; Merğınânî, A. g. e, 1/82; Cezerî, A.g.e, 1/385; İbrahim el-Halebî, Mülteka'l-Ebhur, 1264, Amiretü’lbehiyye, taş baskı, s. 26
2447] Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl, 6/263
2448] Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, Darulfikr, Beyrut, Tarihsiz, 3/179; Dârakutnî, Sünen, Darulfikr, Beyrut, tarihsiz, 2/8; Nevevî, el-Mecmu' Şerhu'l-Mühezzeb, Darulfikr, Beyrut, tarihsiz, 4/448; Azimâbâdî, et-Tahkikat, Pakistan, 1988, B. Sy. Yok, s. 33
2449] İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'l-Kebir, 2/175
CUM’A NAMAZI
- 543 -
Abdürrezzâk, Mûsânnef’inde rivâyet etmiştir.2450
İmam Beyhâkî: “Bu haberi Sevrî, Zebîd el-Eyâmî bih’den bu şekilde rivâyet etmiştir. Fakat bu söz sadece mevkuf olarak Hz. Ali’den rivâyet edilir. Peygamber’e (s.a.s.) gelince, köylerde Cuma kılınmaması hususunda ondan herhangi bir hadis rivâyet olunmamıştır2451 demektedir. Hâfız İbn Hacer ise; “Bu söz merfû (yani Peygamber’e isnad edilen bir söz) olarak sâbit değildir2452 demiştir.
Asrımız muhaddislerinden Nâsiruddin el-Albânî de “Bildiğim kadarıyla merfû bir haber olarak bu sözün aslı esâsı yoktur. Fakat Ebû Yusuf’un, “Kitâbü’I-Âsâr” adlı eserinde, Ebû Hanîfe kendisine Peygamber’den (s.a.s.), “Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur” buyurduğu haberinin ulaştığını iddia etmiştir, dedikten sonra bu haberi zikretmesi müstesna! Fakat bu bir yanılgıdan ibarettir. Nitekim Ebû Yusuf da, imamı olmasına rağmen “Ebû Hanîfe iddia etmiştir” sözü ile bu yanılgıya işaret etmiştir, demektir.2453
İmam Ebû Hanife hâriç, bu sözün hadis olduğunu iddia eden bir tek hadis imamına rastlamak veya hadis olarak onu herhangi bir kaynakta görmek mümkün değildir. Bu itibarla aslında hadis olmayan böyle bir haberle Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü sadece şehirlere tahsis etmek fıkıh usulünün kuralları ile telif edilemez.
Esasen böyle bir haberle Kur’ân-ı Kerîm’in mutlak ve umûmî olan bir hükmünü tahsis ederek köylerde Cuma kılınamayacağı iddiası, fıkhın genel kaidelerinden önce Hanefîlerin kendi usûllerine aykırıdır. Zira Hanefîler, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü sübut ve delâlet yönünden kat’î, haber-i âhad’ı ise sübut bakımından zannî kabul ederler. Bu itibarla da, Cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek böyle zannî olan bir şeyle, kat’î olan bir şeyin tahsis edilemeyeceği görüşünde şiddetle ısrar ederler. Onların usûlüne göre, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmü, ancak Kur’an’dan bir âyet yahut mütevâtir sünnet veyahut da meşhur bir haber gibi, aynı kuvvette başka bir delille tahsis edilebilir. Çünkü, onlara göre tahsis beyan değil; âmm’ın ifade ettiği hükmün bir kısmıyla ameli iptal etmektir. Daha açık bir ifadeyle Kur’ân’ın hükmünü neshetmektir.2454
Nitekim Hanefî imamlarının usûl kitapları bu kaide ile doludur. Meselâ, Hanefî ulemâsından İmam Serahsî, “Usûlüs-Serahsî” adlı meşhur eserinde bu hususla ilgili geniş açıklamalardan sonra şunları kaydeder: “Başlangıçta herhangi bir delille hususîliği sâbit olmayan âmm’ı (Kur’an’ın umûmî hükmünü), haber-i vâhid ve kıyas ile tahsis etmek câiz değildir.2455
Şemsüddin et-Taftazanî ise, “et-Telvîh ale’t-Tavzîh” adlı eserinde bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Haber-i âhad ile Kur’ân nassı tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Haberi âhad Kur’ân ile çeliştiği zaman, reddedilir. Zira Kitap
2450] Hâfız Zeylaî, Nasbu'r-Râye li Ehâdisi'l-Hidâye, Darulhadis, Kahire, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 2/195
2451] Beyhâkî, A.g.e. 3/179; Zeylaî, A.g.e. 2/195
2452] Dârakutnî, A.g.e. 2/8
2453] Nâsiruddin el-Albânî, Silsiletü'l-Ehâdis'id-Daîfe, 2/317 vd.; İmam Ebû Yusuf'un ifadesi için Bk. İmam Ebû Yusuf, Kitabü'1-Âsâr, s. 6O, Madde No: 297
2454] Bu konuda Bk. Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, s. 267-268; M. Ebû zehrâ, Usûlü'1-Fıkh, s. 159; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûl'il-Fıkh, s. 318; Molla Hüsrev, Mir'âtü'1-UsûI fî Şerh-i Mirkâti'l-Vusûl, 1/353; Amidî, el-İhkâm fî Usûli'l-Ahkâm, 2/103
2455] Serahsî, Usul'üs-Serahsî, 1/133-142
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan önce gelir. Çünkü Kitab sübut bakımından kat’îdir ve nazmı mütevâtirdir. Metin ve senedinde şüphe yoktur. Haber-i âhad ise zannî olduğu için Kitab’ın dûn’unda (aşağısında)dır. Bu sebeple onunla Kur’an’ın tahsis edilmesi câiz değildir.2456 Azımâbâdî’nin beyanına göre Hanefîlere ait Nûr’ul-Envâr adlı kaynakta ise bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Nesih, umumiliğini ve mutlaklığını iptal edip aslını bırakmak sûretiyle hükümde meydana getirilen bir vasıftır. Bu ise, nassa ziyade yapmak gibidir. Çünkü nassa ziyade yapmak bizce bir nesihden ibarettir. Ve bize göre mütevâtir ve meşhur haberden başkasıyla nesih yapılması câiz değildir.2457
Azımâbâdî bu bilgileri naklettikten sonra şöyle der: “Hanefîlerce kabul edilen bu usûl kaidesine binâen nice merfû, sahih hadis reddedilip onlarla amel edilmemiştir. Bu usûl kaidelerine sımsıkı sarılmalarına rağmen Hanefî ulemâsı, Kur’an’ın metnine ziyâde yapmakta ve merfû âhad haber derecesinde bile olmayan Hz. Ali’nin mevkuf eseriyle Kur’ân’ı tahsis ederek onu, Kur’an’ın umûmî hükmünü nesheden bir delil saymaktadırlar. Zira, âyette Cuma namazının hükmü şehir, kasaba ve köyleri de içine alacak şekilde mutlaktır. Dolayısıyla onu şehirlere tahsis etmek ve köylerde câiz saymamak sûretiyle bu mutlak hükme ziyade yapmak, Kur’an’ın umûmî hükmünü neshetmektir. Bu ise Hanefılerin benimsedikleri usûle muhâliftir.2458
Hanefîlerin bu husustaki sert tavırlarına fürû’ ile ilgili kitaplarında bol bol rastlamak mümkündür. Nitekim İmam Kâsânî, “Bedâî” adlı eserinin Cuma namazı bahsinde, sahih sünnete dayanarak iki hutbe arasındaki oturuşu ve hutbede kıraati (Kur’ân’dan bir âyet okumayı) şart sayan İmam Şâfiî’yi eleştirirken, mezhebinin bu husustaki tavrını şöyle açıklar: “Allah Teâlâ Cuma namazını, Kur’ân okumak ve iki hutbe arasında oturmaktan bağımsız ve mutlak olarak emretmiştir. Dolayısıyla bunlar âhad haberle şart sayılamaz. Zira bu durumda âhad haber, Kur’ân’ın hükmünü neshetmiş olur. Hâlbuki âhad haberin Kur’ân’ı neshetmesi mümkün değildir. O, ancak Kur’ân’ı ikmal eder.2459 İmam Kâsânî, keşke aynı eleştiriyi kendi mezhebinin koyduğu şartlar için de yapıp “Allah, Cuma namazını devlet başkanı, şehir ya da köy ile kayıtlamaksızın mutlak olarak farz kılmıştır. O halde bu namazın mutlak olarak kayıtsız, şartsız kılınması gerekir” deme cesaretini gösterebilseydi o zaman, kendisinin çağlar ve mezhepler üstü bu tarafsız kararını alkışlayabilirdik. Ama ne var ki o bütün mukallit imamların yaptığını yaparak alışılagelen bir tarafgirlikle kendi mezhebini müdâfaa etme yolunu seçmiştir.
Hanefî’lerin koyduğu bu kaideyi kendileri için işlettiğimiz zaman İmam Şâfiî kadar, kendilerinin de haksız olduğunu, esas aldıkları kaideyi kendilerinin çiğnediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira kendileri de âhad haberlere dayanarak Cuma namazının sahih olabilmesi için devlet başkanı ve şehir gibi şartları ileri sürerek Kur’an’ın bu husustaki hükmünü neshetmişlerdir. Kaldı ki onlar ne şehir, ne de devlet başkanı şartını ileri sürerken İmam Şâfiî’nin dayandığı delil kadar sahih bir habere de dayanmıyorlar. Şâfiî’nin burada dayandığı deliller tevâtür derecesinde sahih iken Hanefîlerin devlet başkanı ve şehir şartını ileri sürerken
2456] Şemsüddin et-Taftazânî, et-Telvîh ale't-Tavzîh, 1/41 vd.
2457] Şemsü'l-Hak Azımâbâdî, et-Tahkîkâtü'1-uIâ fî farziyyeti Salâti'1-Cum’a fi'1-Gurâ, s. 35
2458] Azımâbâdî, A.g.e. s. 35
2459] Kâsânî, el-Bedâî, 1/263
CUM’A NAMAZI
- 545 -
dayandıkları deliller tamamen asılsız veya en azından kendi usûl kaidelerine tahammül edebilecek güçte değildir.
Şimdi, bir taraftan Peygamber’in (s.a.s.) sahihliği tartışmasız olan fiilî sünnetine dayanarak hutbede Kur’ân okunmasını ve iki hutbe arasında oturulmasını şart sayan İmam Şâfiî’ye karşı çıkıp onun bu ictihadını Kur’ân’ın umûmî hükmünü neshetme sayıp bunun câiz olamayacağını söyleyeceksiniz, diğer taraftan siz, hadis bile olmayan bir sözle yani, Hz. Ali’nin sahihliği tartışmalı mevkuf bir haberiyle Cumanın ancak şehirlerde kılanabileceğini şart koşacaksınız. Bundan daha büyük bir çelişki olabilir mi? Kaldı ki, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında köylerde Cuma namazı kılındığı ve Peygamber’in (s.a.s.) bundan menetmediği sahih hadislerle sâbittir.
Nitekim Kâ’b b. Mâlik’ten rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Babam gözlerini kaybettikten sonra onu gideceği yere ben götürüp getiriyordum. Cuma namazına götürdüğümde ne zaman Cuma ezanını işitse Ebû Ümâme Esad b. Zürâre için rahmet dilerdi... Babama; ‘babacağım her zaman Cuma ezanını işittiğinde Esad b. Zürâreye rahmet okuyorsun. Bunun sebebi nedir?’ dedim. Babam, ‘yavrucuğum! Çünkü Esad b. Zürâre “Nakîu’lhadamât” denilen Medine’nin bir kara taşlığında, Beyâda oğullarının köyünde, Hezmü’n-Nebît denilen semtte, Hz. Peygamber Medine’ye gelmeden önce bize ilk Cuma namazını kıldıran kişidir,’ cevabını verdi.2460
Beyhakî bu haberin hasen-sahîh olduğunu belirtirken, İbn Hibban ve Hâkim onun Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu söylemişlerdir. Kezâ, İbn’1-Kayyım el-Cevzî, senedinin kuvvetli olduğunu ifade etmiştir. İmam Nevevî ise, bu haberin, bu konuda ihticac edilecek en kuvvetli delil olduğunu beyan etmiştir.2461
Buhârî ve Ebû Dâvud’un İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyetlerine göre o, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’in Medinedeki mescidinde kılınan Cumadan sonra (Medine hâricinde) kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ’da kılanan Cuma namazıdır.2462
Hadisin râvîsi Osman İbn Ebî Şeybe, Cuvâsâ, Abdulkays’ın köylerinden bir köydür demiştir.2463 Buhârî şârihlerinden Kastalânî bu haberle ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Abdulkays, İslâm’a ilk giren Bahreyn kabilelerinden biridir. Cuvâsâ da, Bahreyn köylerinden bir köydür. Peygamber zamanında vahiy nâzil olup dururken, hiç kimsenin kendi re’yi ile bir dinî emri tesbit veya ref edemeyeceği bilindiğine göre, bu hadis, köylerde Cuma kılınacağına kuvvetli bir delil teşkil eder.2464 Kezâ İbn Hacer el-Askalânî de benzer açıklamalarda bulanarak “Abdullkays oğulları Cuma namazını ancak Peygamber’in (s.a.s.) emriyle kılıyorlardı. Zira vahiy nâzil olup dururken şer’î işlere yeltenmenin sahâbenin âdetinden ol2460]
İbn Hacer, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, I. Baskı, 1986,. Kahire, 2/414; İbn Hacer, el-İsâbe fi temyiz'is-Sahâbe, Dar'ul-Kiitüb'il-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, 1/32; es-Süheyli, er-Ravdu'1-Ünüf, Tab'ai Cedide, 1972, B. Yeri yok, 2/185; İbn Hişam, Siretü'n-Nebeviye, 1/280; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/280; Dârakutnî, Sünen, 2/8; İbn Mâce, Sünen, 1/345
2461] İbn Hacer, Telhîs'ül-Habir, 4/516; Nevevî, el-Mecmu' Şerhu'1-Mühezzeb, 4/504; Hâkim, Müstedrek, I. Baskı, 1990, Beyrut, 1/417; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/176
2462] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/441; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/280; Beyhâkî, Sünen'ül-Kübrâ, 3/176
2463] İbn Hacer, A.g.e, 2/442; Ebû Dâvud, A.g.e, 1/280
2464] Kastalânî, İrşâdü's-Sârî Şerhu Sahîh-i Buhârî, 2/167; İbn Hacer, A. g. e, 2/442
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
madığı bilinen bir şeydir. Şâyet köylerde Cuma namazı câiz olmasaydı, derhal bu hususta vahiy nâzil olurdu2465 demektedir.
Aslında Hanefîlerin köylerde Cuma kılınamayacağına dâir görüşlerini teyit etmek için delil olarak kullandıkları ve hakikatte aslı olmayan bu haberi çürütmek için ileri sürdüğümüz bu sahih hadisler kâfî olmakla beraber diğer şartlarda olduğu gibi bunda da ne kadar yanıldıklarını gösterecek daha pek çok sahih hadis gösterilebilir.
Bunların en çarpıcı ve en meşhur olanı şudur: İmam Beyhâkî’nin el-Ma’rife adlı eserinde İbn İshak ve Mûsâ b. Ukbe’den rivâyet ettiğine göre: “Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicreti esnasında Benî Amr b. Avf yurdundan hayvanına binip hareket ettiği zaman, Sâlim oğulları yurduna uğradığında -ki burası Medine ile Küba arasında bir köydür- oracıkta Cuma namazının vakti erişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) Sâlim oğulları arasında Cuma namazını kıldırdı ve bu onun Medine’ye geldiği zaman kıldırdığı ilk Cuma namazı oldu. Bu haberi İbn Sa’d, Tabâkât’ında, Vahidî tarikiyle muttasıl senedlerle rivâyet etmiştir.2466 Bu olay bütün İslâm tarihçilerinin ve siyer âlimlerinin ittifakla naklettikleri tevâtür derecesine ulaşan meşhur bir haberdir.
Şâyet Cuma namazı şehirlere mahsus olup köylerde kılınması câiz olmasaydı, yahut Rasûlullah (s.a.s.), Hanefî’lerin iddia ettikleri gibi, ‘Toplayıcı şehirden başkasında Cuma namazı ve teşrik tekbiri yoktur” diyecek olsaydı, bu şekilde hem kendisi köyde Cuma namazı kıldırır hem de hicretten önce köyde Cuma kılınmasına müsaade eder miydi? Eğer “bu olaydan sonra yasaklamış olabilir” denecek olursa, - ki böyle bir delil söz konusu delildir.- o zaman Bahreyn’e bağlı Cuvâsâ köyünde kılınan Cuma namazı ile Mekke ve Medine arasındaki suların başında Cuma kılan ahâlî’yi men etmemesine ne denilecek?
Şu halde Hanefîlerin delil olarak ileri sürdükleri yukarıdaki haber, hem muhaddiserin onu Peygamber (s.a.s.)’in ağzından çıkan bir söz olmaması gerekçesiyle reddetmeleri, hem de bizim sunduğumuz sahih hadislerin tamamına muhâlif olması sebebiyle bu konuda delil olacak güçte değildir. Hanefîlerin böyle bir hadisle amel ederek, Kur’an’ın mutlak ve umûmî olarak farz kıldığı Cuma namazını sadece şehir merkezlerine tahsis etmeleri kendi usûlleri açısından oldukça dikkat çekicidir. Zira onlar, yukarıda da belirtildiği gibi, Kur’ân’ın böyle bir hükmünü tahsis edecek hadisin mutlak sûrette mütevâtir veya meşhur olmasını şart koşarlar. Hâlbuki bu haber böyle bir vasıftan tamamen uzaktır.
2- Hanefîlerin bu hususta dayandıkları ikinci delilleri Hz. Ali’nin “Toplayıcı veya büyük bir şehirden başka yerde, ne Cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne Ramazan bayramı ve ne de Kurban bayramı namazı vardır!” sözüdür.
Bu sözü Abdürrezzâk ve İbn Ebî Şeybe Hz. Ali’den muhtelif senedlerle rivâyet etmişlerse de2467 Hz. Ali’ye nisbetle böyle bir sözün sahih olup olmadığı muhaddisler arasında tartışmalı bir şeydir. Özetle ifade etmek gerekirse, İbn Hacer ile İbn Hazm, Hz. Ali’nin sözü olarak bu haberi sahih sayarken, Ahmed bin Hanbel
2465] İbn Hacer, A.g.e, 2/442
2466] İbn Hacer, Telhîs'ül-Habir, 4/494
2467] Abdürrezzâk, Masannef, I. Baskı, 1987, Mektebetü'l-İslâmi, Beyrut, 3/167 vd; İbn Ebî Şeybe, Musannef, I. Baskı, 1989, Darulfikr, Beyrut, 2/10 vd.
CUM’A NAMAZI
- 547 -
ve daha birçok hadisçi zayıf kabul etmişlerdir.2468
Neticede bir sahâbî sözü olduğu ve bir önceki delilleri hakkında söylediklerimiz bunun için de aynen geçerli olacağından, burada bu sözün Hz. Ali’ye aidiyyetinin sahih olup olmadığı hususundaki ulemânın kanaatlerinin ayrı ayrı tafsilatına girmeyi lüzumsuz sayıyoruz. Diğer taraftan devlet başkanı şartını incelerken ayrıntılı biçimde îzah edeceğimiz gibi, üzerinde ittifak edilmeyen ve hakkında ihtilâf bulunan bir tek sahâbî sözü dinde hüccet sayılmamıştır.2469 Ancak Kur’ân ve sünnetin, hakkında hüküm beyan etmediği herhangi bir konuda, herhangi bir sahâbî bir görüş beyan eder, diğer sahâbîler de kendisine muhâlefet etmeksizin onun bu görüşüne iştirak ederlerse, bu müstesna. Zira bu durumda sahâbe icmâ’ı meydana gelmiş olacağından böyle bir sahâbî kavli dinde kesin olarak hüccet sayılır. Şüphesiz burada böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü bu konuda kesin olarak hem Kur’ân’m mutlak ve umûmî hükmü, hem de Peygamber’in (s.a.s.) kavlî, fiilî ve takrîrî sünneti bulunmaktadır. Bu durumda Hz. Ali’nin, sahih olup olmadığı tartışma konusu olan bu sözü, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmüne aykırı olup onu iptal ettiği gibi, yukarıdan beri nakledegeldiğimiz Peygamber’in (s.a.s.) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerine de aykırıdır. Böyle bir konumda Hz. Ali’nin bu sözüyle amel etmek, başkaları bir yana, Hanefîlerin kendi usûlüne göre de mümkün değildir. Ayrıca, Ahmed bin Hanbel’in de belirttiği gibi, başta Hz. Ömer olmak üzere Hz. Osman ve daha başka sahâbîlerin kendisine muhâlefet ettikleri sahih rivâyetlerle sâbittir. Bu itibarla bu haberin sıhhatine ilişkin uzun münakaşalarla meşgul olmak, hiçbir anlamı yokken boş yere meseleyi uzatmak olur. Ancak burada yapılması gereken bir şey varsa, o bu söze muhâlif olarak gelen sahâbî kavillerinin ortaya konmasıdır. Bunu ortaya koyduğumuz zaman, Hz. Ali’ye nisbet edilen bu sözün hiçbir dayanağının olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Hz. Ali’nin bu sözüne muhâlif olarak sahih yollarla gelen sahâbî kavillerinden bazıları şunlardır:
a- Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivâyete göre şöyle demiştir. Biz Bahreyn’de iken kendisine burada Cuma kılıp kılamayacağımızı sormak üzere Hz. Ömer’e (r.a.) mektup yazmıştık. Bunun üzerine Ömer bize cevaben “Nerede olursanız olun, Cuma namazını kılın” diye yazdı.2470
b- Nâfî’den rivâyete göre şöyle demiştir: “Abdullah İbn Ömer (r.a.) Mekke ile Medine arasındaki suların kenarında oturan ahâlînin Cuma namazı kıldıklarını görürdü de onların bu hareketini yadırgamazdı.2471
İbnu’l Münzîr bu haberi el-Evsat’ında bu şekilde naklettikten sonra onu, Peygamber’e (s.a.s.) kadar uzanan bir senedle mevsul olarak da rivâyet etmiş ve bu bilgileri bize aktaran Hâfız İbn Hacer de herhangi bir itirazda bulunmayarak
2468] İbn Hazm, Muhallâ, Darulfikr, Beyrut, B. Sy. Yok, Tarihsiz, 553; İbn Hacer, ed-Dirûye, Darulma'rife, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, s. 131; Tahânevî, Îlâu's-Sünen, İdaretü'I-Kur'an ve'l-Ulûmi’l-İslâmiyye, Pakistan, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 8/1; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 2/195; Nâsırudin el-Albânî, Silsiletü'l-Ehâdis'id-Daîfe, 2/317
2469] Vehbe Zühaylî, et-Tefsîr'ul-Münîr, 28/203
2470] İbn Ebî Şeybe, A.g.e, 2/11; Dârakutnî, A.g.e. 2/8; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî bi Şerhi Sahîh-i Buhârî, 2/441; İbn Hacer, el-Metâlibü'l-Âliyye bi Zevaiti Mesânidi's-Semâniyye, Tah: Habibürrahman el-A'zami, Tarihsiz, B. Yeri ve Sy. Yok, 1/162
2471] Abdurrezzak, A.g.e. 3/170; İbn Hacer, A.g.e, 2/441-442
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisini desteklemiştir.2472
c- Buhârî’nin kâtibi Leys b. Sa’d’dan rivâyete göre şöyle demiştir: “İçerisinde cemaat bulunan her şehir ve köy Cuma ile me’mur olurlar. Zira Mısır ve sahillerinde oturan ahâli, Ömer ve Osman (r.a.) zamanlarında, aralarında sahâbeden bir grup da olduğu halde Hz. Ömer ve Osman’ın emri ile buralarda Cuma namazı kılıyorlardı.2473
d- İbn Ebî Şeybe, sahih senedlerle Mâlik bin Enes’den (r.a.) şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Muhammed’in ashâbı, Mekke ile Medine arasındaki şu suların başında Cuma namazını kılıyorlardı.”2474
Bu rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere, Hz. Ali’nin bu sözü, sadece Kur’an ve sünnetin mutlak olan hükmüne muhâlif olmakla kalmıyor, aynı zamanda sahih yollarla gelen sahâbî söz ve uygulamalarına da muhâlif bulunuyor. Bu da onun, Kur’an ve sünnetten hakkında kesin nas bulunmasa bile, böyle bir konuda kesin delil olamayacağını gösterir.
Meseleye bu çerçeveden baktığımız zaman Hz. Ali’den (r.a.) gelen bu sözün sahih olabileceği ihtimal dâhilinde değildir. Bu birçok hadisci tarafından da açıkça ifade edilmiştir. Ancak her şeye rağmen, Hz. Ali’den böyle bir söz sâdır olmuşsa, bunu, tamamen siyâsî hâkimiyeti sağlamak ve fitneye vâsıta olan yolu kapatmak için İslâm’ın ve müslümanların maslahatını gözeterek şahsî ictihadıyla söylemiş olabilir. Kur’an, sünnet ve sahâbî uygulamalarından müteşekkil şer’î naslar karşısında bu sözün başka îzâhını göremiyoruz. Çünkü Hz. Ali dönemi, iç savaşlar ve kardeş kavgaları sebebiyle siyâsî otoritenin ve merkezî idarenin tamamen zayıf düştüğü bir dönemdir. Hattâ o gün için tam bir otorite boşluğundan bile söz edilebilir. Daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi, her zaman ve her asırda; özellikle basın ve yayın organlarının olmadığı o dönemde en mühim kamuoyu oluşturma merkezleri câmî’ler ve minberleriydi. Çünkü câmiler insanların rahatça bir araya geldikleri yerler olması münasebetiyle, tabiî olarak dinî, ilmî, siyâsî, sosyal, ahlâkî, askerî, kültürel ve kısaca müslümanları ilgilendiren bütün meselelerin dile getirildiği, diğer bir ifadeyle müslümanların gündemlerinin ele alındığı merkezler niteliği taşıyor; hatta bir tür medya görevini icrâ ediyordu. Özellikle Muâviye, câmîleri, minberleri ve hutbeleri siyâsî emellerine âlet ederek bu konuma getirmişti.
Mâlum olduğu üzere Muâviye Hz. Ali’ye karşı başkaldırdığı zaman, mücâdelesini ilk defa câmide ilân etmiş ve minbere çıkarak Hz. Osman’ın kanlı gömleği ile hanımı Nâile hatunun kesik parmaklarını câmideki halka teşhir ederek geniş bir halk kitlesini, Hz. Ali aleyhine burada iknâ etmişti. Daha açık bir ifadeyle, hilâfet makamını ele geçirebilmek için, minberleri ve hutbeleri siyâsi emellerine âlet etmiş, neticede zaferini bu makamı kullanarak kazanmış denilse mübâlağa sayılmaz. Ne yazık ki bu siyâset kendinden sonra da Emevi sülalesince aynen devam ettirilmiştir. Hatta Muâviye döneminden başlayarak Ömer b. Abdilazîz’in hilâfet makamına gelişine kadar minberler sırf Hz. Ali soyuna
2472] İbn Hacer, Telhîs'ul-Habir fî Tahrîc-i Rafî'il-Kebir, Darulfikr, Beyrut, tarihsiz, 4/494; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Dar'ul-Kitabil Arabi, Beyrut, 1971, 1. Baskı, 1/315
2473] İbn Hacer, A.g.e, 2/441-442; Ali Nâsıf, Câmiu'1-Usûl fî Ahâdîs'ir Rasûl, Mektebetü Pamuk, 3. baskı, 1962, İstanbul, 1/275
2474] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/11 H. No: 1-2-3-4
CUM’A NAMAZI
- 549 -
küfredilen birer intikam kürsüleri haline getirilmiştir. Abbâsîler işbaşına gelince bu defa da minberler Emevîler aleyhine çalışacaktır. İşte hutbe siyâsî bir konuşmadır diyenler onun bu tezâhürlerine bakarak böyle düşünmüşlerdir.
Muhtemelen Hz. Ali câmîlerin ve minberlerin kamuoyu oluşturmadaki bu gücünü bizzat içinde yer alarak müşâhede etmiş ve muhâliflerinin buraları daha fazla kullanmalarına engel olmak için de bu yola başvurmuştur. Çünkü devletin valisinin minberleri kullanarak halifeye karşı ayaklandığı böyle bir vasatta merkezin kontrolünden uzak bulunan taşralarda kılınacak Cuma namazlarında halîfenin muhâlifleri, minberleri ele geçirerek onun aleyhinde kamuoyu oluşturmak için daha ziyade faâliyet imkânı bulabilirlerdi. Buna müsaade etmek ise İslâm birliğinin parçalanmasına seyirci kalmak demekti.
Şehir merkezlerine gelince, buralarda genellikle kendisine bağlı valiler bulunduğundan, oralarda böyle bir tehlike söz konusu değildi. Olsa bile kısa zamanda farkedilerek gerekli tedbirler alınabilirdi. Ama köyler öyle değildi. Günümüzde olduğu gibi hızlı bir telekomünikasyonun bulunmadığı bir devirde buraları kontrol etmek ve ânında haberdar olmak kolay olmazdı. Şâyet Hz. Ali’den böyle bir görüş sahih olarak sâdır olmuşsa bunun sebebini bu noktada aramak ve maslahata yönelik özel bir uygulama olarak görmek gerekir. Aksi halde Kur’an ve sünnetin bu husustaki apaçık naslarını herkesten daha iyi bilen Hz Ali’nin, onlara muhâlefet ederek böyle bir şeyi genel bir kaide olmak üzere söylemiş olması mümkün değildir. Sükûnetin ve siyâsî otoritenin temininde İslâm’ın ve müslümanların büyük bir maslahatı söz konusu olduğundan, fitneye vâsıta olan yolu kapatmak amacıyla, maslahat prensibinden hareket ederek böyle bir çareye başvurmuş olabilir. Ancak onun bu sözü ağızdan ağza nakledildikçe daha sonraki insanlar tarafından genel bir kaide gibi telakkî edilmiştir. Hâlbuki bu tamamen yanlıştır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, Allah ve Rasûlünden başka hiçbir kimsenin dinî bir kural koyma ya da mevcut olan bir hükmü tamamen ilğâ etme yetkisi yoktur.
Hz. Ali’nin yaşadığı ve kendisini böyle bir karar almaya zorlayan bu siyasî sıkıntılar gösteriyor ki, câmiler ve minberler kimin elindeyse, siyâsî iktidar da onun elindedir! Nitekim her zaman da öyle olmuştur. İslâm beldelerini işgal eden “tâğûtî” güçler bunu çok iyi bildiklerinden, inançları açısından kapatmaları gerektiği halde aksine buraları açık, ama her zaman kendi ellerinde tutmayı; ezanları ninni, câmileri beşik olarak kullanmayı tercih etmişlerdir. Ne yazık ki hâlen de aynı maksatlarla kullanabilmektedirler. Câmileri ve cemaatleri İslâmî şuurluluk adına terkeden müslümanlar ellerine kına yaksınlar!
Bizim bu düşüncemizden Hz. Ali’ye nisbet edilen bu sözün sıhhatini kabul ettiğimiz gibi bir mânâ çıkarılmamalıdır. Zira biz böyle düşünmekle onun sıhhatini kabul etmiyor, sadece bir varsayımdan hareket ederek ihtimaller üzerinde duruyoruz. Yoksa bizim kanatimiz bu sözün asılsız olduğu noktasındadır. Zira İslâm dini evrensel bir dindir ve onun emirleri de bütün insanları kuşatacak şekilde cihanşümuldür. Böyle evrensel bir dinin ise, köylülere öğle namazı, şehirlilere Cuma namazı olmak üzere aynı vakitte iki ayrı namaz emretmesi düşünülemez. Sonra Hz. Ali’nin bu ifadesinde sadece Cuma namazından bahsedilmekle kalmıyor, aynı zamanda Bayram namazları ve teşrik tekbirlerinden de bahsediliyor. Bayramlar, oruç tutarak, kurban keserek kulluk görevini yerine
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getiren müslümanların Rableri katındaki mükâfata ulaşma arzusuyla, senede iki kez neşe ile kaynaşmaları, kardeşlik, sevgi, yardımlaşma, ziyaretleşme ve sayamayacağımız kadar nice faydaları temine vesile olmak üzere tesis edilen önemli günlerdir. Şimdi köylüler bu mutlu günlerden mahrum mu edilmiştir İslâm’da? Farzedelim ki, bayramlar ve Cuma namazları topluca ifa edileceği için şehirlere tahsis edildi. Peki ya teşrik tekbirleri ve kurban kesme? Köylüler bundan niye muaf olacaklar? Bunların köyle, şehirle ne alâkası var? Köylüler kurban kesecek, ama bayram namazı kılamayacak! Kurban kesecek ama teşrik tekbirlerini getirmeyecek! Olur mu böyle bir şey? Böyle bir şeyi anlamak mümkün değildir. Ne Peygamber’in (s.a.s.) böyle bir şeyi emretmiş olması, ne de Hz. Ali’nin ondan duyarak bunu ilan etmesi mümkün değildir. Burada iki ihtimal akla geliyor: Ya bu söz asılsızdır, ya da Hz. Ali tarafından yukarıda izah ettiğimiz gibi belli maksatlarla köylerde Cuma ve bayram namazlarının kılınmasına sınır konmuştur. Son tahlilde bizim kanaatimizce birinci ihtimal doğrudur. Zira bu konuda sadece mücerred bir iddia var. Gerek Hz. Ali dönemi, gerekse diğer zamanlar için köylerde Cuma ve bayram namazları kılınmazdı diye ne zayıf, ne de kuvvetli bir rivâyete rastlamak mümkün değildir. Bu da bu iddianın mesnetsiz olduğunun diğer bir boyutudur.
3- Hanefîlerin üçüncü delilleri; “Peygamber (s.a.s.) Cuma namazını sadece Medine’de kılardı. Medine çevresinde Cuma kıldığına dâir bir rivâyet yoktur” şeklindeki iddiadır. Bu iddianın fıkıh usûlü açısından tutarlı bir tarafı yoktur. Zira Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir işi yapmamasından o işin câiz olmadığı anlamının çıkarılamayacağı herkesçe bilinen bir şeydir. Bir amelin câiz olup olmadığını tesbit ederken “Rasûlullah (s.a.s.) bu işi yaptı mı, yapmadı mı?” diye sorulmaz. Aksine “bunu yasakladı mı, yasaklamadı mı?” diye sorulur. Çünkü Rasûlullah’ın (s.a.s.) yaptığı her şey farz olmadığı gibi, yapmadığı herşey de haram değildir. Rasûlullah (s.a.s.) şâyet bir şeyi yapmamışsa, mutlaka haram olduğu için değil, belki o işi gerektirecek bir durum vâki olmamıştır. Ancak bir işi yapmayıp yapılmamasını da emretmişse, o zaman başka. Bu durumda o işi yapmak haram olur. Meselâ, Rasûlullah (s.a.s.) ömründe karpuz yememiş olabilir. Bu durumda karpuz yemek müslümanlara haram mı olacak? Asla! Ama kendisi karpuz yemez ve müslümanlara da yemelerini yasaklarsa, bu müstesnâ. Cuma namazı da böyledir. Şâyet kendisi köylerde kılmayıp müslümanlara da kılmalarını yasaklamış olsaydı, o zaman Hanefî’lerin bu görüşüne katılabilirdik. Hâlbuki yukarıda naklettiğimiz gibi Rasûlullah’ın (s.a.s.) köyde Cuma kıldığı ve Mekke ile Medine arasındaki suların başında Cuma kılanları gördüğü halde men etmediği, Esad b. Zürâre’nin Hezmünnebît’te Cuma kıldırmasına ve Cuvâsâ’da Cuma kılanlara herhangi bir ikazda bulunmadığı sahih rivâyetlerle sâbittir. Her ne kadar hanefîler Cuvâsâ’yı -kabulü mümkün olamayacak şekilde- şehir diye te’vîl etseler de, Peygamber’in (s.a.s.) Cuma namazı kıldığı Rânûna vadisindeki Sâlim b. Avf oğulları köyünü sanırız te’vîl edemezler. Zaten edememişler de. Bütün bunlar gösteriyor ki, iddia edilenin aksine Rasûlullah (s.a.s.), Sâlim b. Avf oğulları köyünde hicret esnasında Cuma kılmış ve köylerde kılanları da gördüğü halde bundan men etmemiştir. Hatta Abdürrezzak’ın İbn Cüreyc’ten rivâyetine göre; Rasûlullah (s.a.s.) sefer halinde iken dahi ashâbına Cuma namazı kıldırmış ve yayına dayanarak onlara hutbe irad etmiştir.2475 O halde Hanefîlerin bu iddiaları da öncekiler gibi asılsız çıkıyor.
2475] Abdürrezzak, Musannef, 3/169 Hadis no: 5182
CUM’A NAMAZI
- 551 -
4- Hanefîlerin dördüncü delilleri şudur: “Sahâbe fethettikleri ülkelerde şehir merkezlerinden başka yerde câmî ve minberler inşâ etmezlerdi. Bu husus, onların Cuma namazı için şehrin şart olduğuna dâir icmâ ettiklerini gösterir.” Bu iddiayı hemen hemen bütün Hanefî âlimlerinin eserlerinde görmek insanı gerçekten hayrete düşürüyor. Ve “taassub insanı bu hâle mi getirir, icmâ denilen şey, bu kadar basit, bu kadar ucuz mu?” demeden edemiyor insan!
Zira bir konuda icmâ’dan söz edebilmek için aynı asırda yaşayan âlimlerin o konuda hiç bir muhâlefetinin bulunmaması gerekiyor. Bu ise son derece zor bir şeydir. Hâlbuki köylerde kılınacağına dâir hem sözlü hem de fiilî olarak birçok sahâbînin muhâlefeti (görüşü) vardır. O halde bu nasıl sahâbe icmâ’ı, anlamak mümkün değil. Sahâbenin, fethettikleri ülkelerde nüfûsun yoğunluğunu dikkate alarak câmîleri bu ülkelerin belli başlı merkezlerinde inşâ etmelerinden ve bu işi zamanın akışı içinde normal seyrine bırakmalarından daha tabiî ne olabilirdi? Ülkenin bütün köylerine câmî inşa etmekle uğraşacak değillerdi ya! Sonra şehre câmî yapmakla köylerde Cuma kılınamayacağına dâir icmâ etmek arasında nasıl bir münasebet kurulabiliyor? Câmîler sadece Cuma kılmak için yapılmadığına ve beş vakit namaz için de buna ihtiyaç olduğuna göre, o zaman sahâbenin köylerde beş vakit namaz kılınamayacağına icmâ ettikleri sonucu mu çıkarılacaktır? Bu mantıkla hareket edilecek olursa, cevap tabiî olarak “evet” olacaktır! Hâlbuki akıl ve şeriat buna hayır diyor. Şu halde böyle bir icmâ iddiası son derece komik değil midir? Kaldı ki Hz. Ömer, Hz. Osman, Abdullah İbn Ömer, Enes b. Mâlik (r.a.) ve hepsinden önce Rasûlullah (s.a.s.) buna muhâlif amellerde bulunmuşlardır. Hakkında, aynı asırda yaşayan âlimlerin muhâlefet ettiği bilinen bir konuda icmâ’dan asla söz edilemez. Hattâ hakkında herhangi bir âlimin muhâlefetinin bulunup bulunmadığı bilinmeyen hususlarda bile icmâdan söz edilmesi tartışılan bir konudur.
Nitekim icmâ’ın dinde delil oluşunu en ziyade savunan İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel bu gibi durumlarda icmâ’dan söz edilmesine şiddetle karşı çıkmışlar ve bu nevî icmâ’ iddiasında bulunanları yalancı saymışlardır. İmam Şâfii bu hususla ilgili olarak: “Hakkında herhangi bir ihtilâfın bulunup bulunmadığı bilinmeyen bir şey icmâ’ değildir” demiştir. Ahmed bin Hanbel ise: “Bir kimsenin hakkında icmâ’ edildiğini söylediği şey yalandan ibarettir. Ve her kim de böyle bir icmâ’ iddiasında bulunursa o kimse yalancıdır. Ne biliyor, belki insanlar ihtilâf etmişlerdir de bu ihtilâf kendisine ulaşmamıştır? Dolayısıyla bu kimse, insanların bu konuda ihtilâf edip etmediklerini bilmiyoruz, desin” demiştir.2476 Hakkında muhâlefet bulunup bulunmadığı bilinmeyen konular böyle olunca hakkında açıkça muhâlif ameller ve görüşler bulunan böyle bir konuda icmâ’dan nasıl söz edilebilir? Sonra bütün bu hususlar bir yana, hakkında kat’î nas olan konuların dışında icmâ’ın vukuu bile tartışılan bir konudur. Bu da gösteriyor ki, Hanefîlerin bu iddiaları da ötekiler kadar tutarsız görünüyor.
5- Beşinci delilleri şudur: “Cuma namazı İslâm’ın en büyük şiârındandır. Bu ise ancak şehirlerde izhar edilebilir.” Bu da üzerinde fazla durmayı gerektirmeyen mesnetsiz bir iddiadır. Zira bunu haklı çıkaracak herhangi bir şer’î nas mevcut değildir. Aksine yukarıda aktardığımız naklî deliller, bu şiarın pekâlâ köylerde de
2476] İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, II. Baskı, Beyrut, 1977, Tah: M. M. Abdulhamid, 1/30
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
izhar edilebileceğini, daha doğrusu izhar edildiğini isbat ediyor. Eğer bu İslâmî şiar köylerde izhar edilemeyecek olsaydı, hem Rasûlullah (s.a.s.) köyde (Sâlim oğulları arasında) Cuma namazı kıldırmaz, hem de kendi zamanında Cuvâsâ ve daha başka köylerde kılan sahâbîlerine müsaade etmezdi.
Sonuç olarak: Hanefîler bu hususta hem Kur’an ve sünnet naslarını hem de kendi usûl kaidelerini çiğnemek gibi büyük bir çelişki içine düşmüşlerdir. Zira tekrar tekrar ifade ettiğimiz gibi Kur’an’ın Cuma namazı konusundaki emri mutlak ve umûmîdir. Kur’an’ın bu emrini sadece şehirlere tahsis etmek için kuvvetli bir delil ve mâkul bir sebep gerekir. Hanefîlerin usûlüne göre ise Kur’an’ın böyle bir hükmünü tahsis etmek için ya Kur’an’dan bir âyet ya da mütevâtir veya meşhur sünnet gibi, aynı kuvvette bir delil gerekir. Zannî olan bir şeyle kat’î olan bir şey tahsis edilemez. Hâlbuki burada ne kuvvetli bir delil, ne mâkul bir sebep ve ne de hanefîlerin kendi usûllerinin ağırlığına tahammül edecek güçte meşhur veya mütevâtir bir hadis mevcuttur. İleri sürdükleri delillerin meşhur veya mütevâtir olmaması bir yana, hiçbirisi tartışmasız olarak sahih bile değildir. Dolayısıyla böyle delilden hareketle Cuma namazının ancak şehirlerde kılınabileceğini savunmak apaçık bir çelişkidir. Bu sebeple olsa gerekki, bu görüş Hanefîler tarafından bile hiç bir asırda uygulanma imkânı bulamamıştır.
Cumhûr-ı Fukahânın Bu Husustaki Görüşleri
Diğer mezhep imamlarına gelince, başta da ifade ettiğimiz gibi İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve İmam Ahmed bin Hanbel’e göre hür, âkıl, baliğ, yaz-kış göç etmeyen ve binaları toplu halde bulunan mukîm insanların meskûn olduğu bütün yerleşim birimlerinde Cuma namazı kılınabilir. Buraların köy veya şehir olması arasında fark yoktur. Ancak dayandığı delilleri ve tutarlı olup olmadıklarını daha önce cemaat meselesinde izah ettiğimiz gibi, İmam Mâlik, Cuma namazının köy veya şehirde kılınabilmesi için kendisinden bu hususta gelen farklı rivâyetlerle beraber en az on iki kişi bulunması şartını arar. Ona göre bu şart bulunduğu takdirde köyde de şehirde de Cuma namazı kılınabilir.
İmam Şâfiî ile İmam Ahmed bin Hanbel ise, İmam Mâlik’ten farklı olarak mükellef olan kırk erkeğin bulunması şartını koşmuşlardır. Bu iki imama göre yukarıdaki şartları hâiz bulunan 40 kişinin bulunduğu her mekânda -burası köy olsun şehir olsun farketmez- Cuma namazı kılmak zorunludur. Kezâ bu iki imamın delillerini ve tutarlı olup olmadıklarını da cemaat meselesinde ele alıdığımız için ayrıca burada tartışmasına girmiyoruz. Şu halde adet meselesinde aralarında farklılık olmasına rağmen bu üç imam, köylerde mezkûr şartlarla Cuma kılınacağı konusunda aynı görüşte birleşiyorlar.
Şâmil İslâm Ansiklopedisinin şehirle ilgili maddesinde görüldüğü gibi, bazı kaynaklar İmam Kasânî’nin “Bedâyîu’s-Sanâyî” adlı eserinden nakilde bulunarak İmam Şâfiî “bu konuda nüfus kriterini esas almıştır” demek sûretiyle onun da Hanefîler gibi şehir şartını aradığı imajını verirlerse de bu tamamen yanlıştır. Zira bu kaynakların referans gösterdikleri İmam Kâsânî, İmam Şâfiî’nin şehir şartını aradığı ve bu konuda nüfus kriterini esas aldığını söylemiyor; iddia edilenin tam tersine şöyle diyor: “İmam Şâfiî, şehir, Cumanın vucûbu ve edâsının sıhhati için şart değildir. Dolayısıyla içerisinde hür ve yaz-kış göç etmeksizin mukîm olan kırk kişinin meskûn olduğu her bir köy halkına Cuma namazı vâciptir ve bu nevî köylerin hepsinde Cuma namazı kılınır” demekte ve bu hususta İbn Abbas (r.a.)’tan
CUM’A NAMAZI
- 553 -
rivâyet edilen şu hadisi delil getirmektedir: İbn Abbas demiştir ki; “Rasûlullah (s.a.s.)’in Medine’deki mescidinde kılınan Cumadan sonra (Medine hâricinde) kılınan ilk Cuma namazı Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ’da kılanan Cuma namazıdır.2477
Köylerde Cuma kılınacağı görüşünü müdafaa eden cumhurun dayandığı deliller aşağı yukarı baştan beri bizim sunduğumuz delillerden ibarettir. Bununla beraber hepsini bir arada sunmak gerekirse bu delilleri şöyle sıralamak mümkündür:
1- Hanefîlerin de kabul etlikleri şekilde Cuma namazının farz olduğunu ifade eden âyet-i kerîmedeki “Allah’ı zikre gidin” emri mutlak ve umûmîdir. (Cumhura göre) Kur’ân’m mutlak ve umûmî bir hükmü ancak Kur’an veya sahih bir hadisle tahsis edilebilir. Hâlbuki şehirden başkasında Cuma kılınamayacağına dâir herhangi bir sahih hadis mevcut değildir. Sadece zayıf sayılan tek bir sahâbî sözüyle tahsis edilmesi mümkün değildir.
2- İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.)’in Medinedeki mescidinde kılınan Cumadan sonra (Medine hâricinde) kılınan ilk Cuma namazı, Bahreyn köylerinden bir köy olan Cuvâsâ’da kılanan Cuma namazıdır.”
Hanefîler bu hadisi te’vîl ederek “Cuvâsâ şehirdir. Râvînin ona köy adını vererek rivâyet etmesi, şehir olmasına engel değildir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da Mekke’den Ümü’1-Kurâ diye bahsediyor2478 demişlerdir. Hanefîlerin bu te’vili de maalesef diğerleri kadar tutarsız görünüyor. Zira bu köye şehir adını onlardan başkası vermemekte ve böyle bir te’vile başvurmamaktadır. Burası, bütün hadis kaynaklarında köy olarak geçmekte ve bütün hadis otoriteleri tarafından böyle kabul edilmektedir. Bunu te’vîl yoluyla şehir yapmaya çalışmak son derece garip bir zorlamadır. Bu hususta ellerinde herhangi bir delil mevut değildir. Allahu Teâlâ’nın Mekke’den Ümmü’l-Kurâ diye bahsetmesi Mekke’den köy olarak bahsettiği anlamına gelmez. Aksine köylerin kendisine bağlı olması mânâsına Ümmü’l-Kurâ denilmiştir. Zira köyler tabiî olarak şehire bağlıdır Bilhassa eskiden beri Kâbe bulunduğu için köylerin Mekke’ye bağlılığı başka bir özellik arzeder. Elbette şehirler mecazî anlamda her zaman köylerin anası sayılır. Dolayısıyla bu âyette Cuvâsâ’nın şehir olduğuna dâir delil söz konusu olamaz.
3- Kâ’b b. Mâlik’ten rivâyete göre Esad b. Zürâre Medine’ye iki mil mesafede bulunan Benî Beyâda köyünde, Hezmün nebît denilen semtte Cuma namazı kıldırmış ve buna devam etmiştir. Ne Peygamber (s.a.s.) ve ne de Sahâbeden buna karşı çıkan kimse olmamıştır.
4- Beyhâkî, Vahidî, İbn Sa’d ve daha pek çok kimselerin rivâyet ettikleri gibi, Peygamber (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiği esnada Küba ile Medine arasında bir köy olan Sâlim oğulları yurdunda Cuma namazı kıldırmıştır. Burası şehir merkezi olmayıp küçük bir köydür. Şâyet Cuma namazı şehirlere mahsus olsaydı Rasûlullah’ın (s.a.s.) burada kılmaması, başka yerlerde kılanlara engel olması ve bunu açıklaması gerekirdi. Hâlbuki böyle bir şey sahih olarak gelmemiştir.
2477] Kâsânî, Bedâyî'us-Sanâyî fî Tertîb'iş-Şerâyî', 1/259
2478] Serahsî, el-Mebsut, 2/23
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Hz. Ömer (r.a.) kendisine Cuma namazını nerede kılacaklarını soran Ebû Hüreyre ve beraberindekilere “Her nerede olursanız olun, Cuma namazını kılın” diye yazmıştır. “Her nerede olursanız olun” ifadesi köyleri de şehirleri de içine alan umûmî bir ifadedir. Şâyet köylerde Cuma câiz olmasaydı Hz. Ömer bu hususu ayırarak cevap verirdi.
6- Sahih olarak gelen haberlerde Hz. Ömer ve Osman zamanlarında bu ikisinin emirleriyle Mısır sahillerinde oturan köylüler Cuma namazlarını kılıyorlardı.
7- Abdürrezzak’ın sahih bir senetle rivâyet ettiğine göre Abdulah b. Ömer (r.a.) Mekke ile Medine arasındaki suların kenarında oturan köylülerin Cuma kıldıklarını görürdü de onları bundan dolayı ayıplamazdi. Şâyet bu câiz olmasaydı Hz. Ömer ile Osman bunu emretmez, kezâ Abdullah b. Ömer de buna mânî olurdu.
8- Hanefî’ler, Cuma namazı için hem şehir merkezi olma şartını ileri sürüyorlar, hem de Cumanın en az iki veya üç kişiyle kılınabileceğini söylüyorlar. Bu ise apaçık bir çelişkidir. Hem şehir olacak hem de iki üç kişilik bir cemaat! Bu olacak şey mi? Ya şehir şartı olmamalı ya da cemaatin asgarî miktarı şehrin büyüklüğü ile orantılı olmalı değil mi? Zira iki cemaati olan değil bir şehir merkezi, bir mezra bile düşünülemez. Bu iki şart birbirini açıkça nakzediyor.
Netice olarak Hanefîlerin ortaya koydukları şehir şartının ne aklî, ne de naklî olarak tutarlı bir delili vardır. Kur’an, sünnet ve sahâbî uygulamaları ile cumhûr-ı ulemânın görüşleri bu ibâdetin kayıtsız şartsız imkân bulunan her yerde edâ edilebileceğini göstermektedir. Zâten bütün İslâm dünyasındaki uygulamalar da hanefîlerin aksine böyle söyler. İbn Hacer: “Sahâbe ihtilâfa düştüğü zaman Peygamberden gelen merfû hadise müracaat edilmesi vâciptir”2479 derken mutlak bir hakikati ifade etmiştir.
5- Bir Beldede Birden Fazla Yerde Cuma Namazı
Cuma namazı ile ilgili olarak mezhep imamları tarafından üzerinde ihtilâf edilen konulardan biri de bir belde içerisinde birden fazla yerde Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı meselesidir. Kimi mezheb imamı bir beldede birden fazla yerde Cuma namazının kayıtsız şartsız kılınabileceği görüşünü savunurken, kimisi de bunun hiç bir halde mümkün olamayacağı görüşünü ileri sürmüştür. Bazıları da bir şehirde Cuma ile mükellef olan insanların hepsini bir câmîde istihdam etmenin pratikte her zaman mümkün olamayacağı için zarûret halini dikkate alarak zarûret halinde câiz, zarûret hali dışında câiz olamayacağı görüşünü kabul ederek iki zıt kutup arasında orta yolu bulmaya çalışmıştır. Şimdi sırasıyla mezheplerin bu husustaki görüşlerini, dayandıkları delilleri ve görüşlerinde ne kadar isâbetli olduklarını görmeye çalışalım:
a) Hanefî Müctehidleri ve Görüşleri
Bir şehirde birden fazla yerde Cuma kılınıp kılınamayacağı hususunda en isâbetli görüş hanefî müctehidlerine aittir. Bununla beraber hanefî müctehidleri bu hususta kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Mezhebin kurucusu olan İmam Ebû Hanîfe’den bu hususta iki ayrı görüş rivâyet edilmektedir. Bir rivâyete
2479] İbn Hacer, A.g.e. 2/442
CUM’A NAMAZI
- 555 -
göre İmam Ebû Hanîfe bir şehirde yalnız bir yerde Cuma kılınır demiştir.2480 Ancak bu görüşün İmam Ebû Hanîfe’ye nisbeti zayıftır. İmam Muhammed’den gelen sahih bir rivâyete göre ise, Ebû Hanîfe “İki veya üç yerde veyahut bundan daha fazla yerde Cuma kılınması câizdir.” demiştir.2481
Aynı şekilde İmam Ebû Yusuf’tan da bu hususta birbirine muhâlif iki ayrı görüş nakledilmiştir. Bir rivâyete göre o: “Bir şehirde birden fazla câmide Cuma kılınması câiz değildir. Ancak Cuma namazının kılındığı iki yer arasında Dicle ve benzeri gibi büyük bir nehir bulunursa, o müstesnâ. Bu durumda söz konusu yerler iki ayrı belde mesabesinde olmuş olur.” demiştir. Diğer bir rivâyete göre ise: “Şehir büyük olursa, iki ayrı yerde Cuma kılınması câiz, fakat üç yerde kılınması câiz değildir”2482 demiştir. Bugün bir şehrin nüfusunun Ebû Yusuf’un yaşadığı dönemdeki İslâm devletinin nüfusuna yaklaştığını, hatta daha fazla olabildiğini düşünürsek onun bu görüşlerinin ne derece çağlar üstü ve ne derece sahih bir görüş olduğu ortaya çıkar. On milyonluk yahut daha fazla nüfusa sahip olan bir şehrin halkını bir yerde toplamak pratik olarak ne derece mümkün olabilir? Bu mümkün olsa bile kendisini destekleyen ne Kur’ân ne sünnet ne icmâ ne kıyas ve ne de bir sahâbî kavlinden ibaret, herhangi bir delil mevcuttur. Sonra iki yerde mümkün olan şey, üçüncü bir yerde neden mümkün olmuyor? Bilhassa bunu anlamak mümkün değildir. “Kur’an’ın mutlak olarak farz kıldığı bir namaz mutlak olarak kayıtsız ve şartsız kılınır” diyen de kendi mezhebi değil midir?
İmam Muhammed’e gelince, ona göre kayıtsız şartsız bir beldede birden fazla yerde Cuma kılınması câizdir. Hanefîlerin önde gelen imamlarından el-Kerhî “İmam Muhammed’e göre insanların iki veya daha fazla yerde Cuma kılmalarında bir sakınca yoktur. O bu şekilde söylerdi2483 demiştir.
Hanefîler arasında mesele ihtilâflı gibi görünse de müftâ bih olan görüş İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’in görüşüdür. Nitekim Hanefî müctehidlerinden İbn Hümam, Mezhebinin bu husustaki görüşünü naklettikten sonra özetle şöyle der: “Ebû Hanîfe mezhebinde mûteber olan ictihad, Cuma namazının bir şehirde birden fazla yerde kılınabileceğidir. Biz de bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü Cuma namazı ancak şehirde kılınır sözü, şehirde bir yerde diye kayıtlanmamıştır. Câmi şehirde olunca, her câmi şehirde olur. Bilhassa şehir büyük olunca, bütün cemaati bir câmide toplamakta büyük bir meşakkat ve güçlük vardır”.2484
Hanefîler, şehir ve devlet başkanı gibi şartlarda hakka isâbet edememelerine rağmen, burada en isâbetli karar alan mezheb durumundadır. Zira Kur’an ve sünnette Cuma namazının bir şehirde sadece bir câmide kılınıp başka câmilerde kılınamayacağına dâir hiç bir delil söz konusu değildir. Aksine kıyas da bunun câiz olacağını gösterir. Zira başka namazlar cemaat halinde birden fazla yerde kılınınca cemaat ve hutbe dışında onlardan bir farkı olmayan bu namazın da kılınması için hiç bir mâni olmaması gerekir. Günümüzde nüfusu on milyonu aşan ve gelecekte daha da aratacak olan bir şehrin nüfusunu bir câmide toplamak pratik
2480] Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri 1/28
2481] Kâsânî, Bedâyî'us-Sanâyî fî Tertîb'iş-Şerâyî', 1/261
2482] Kâsânî, A.g.e., 1/260-261
2483] Kâsânî, A.g.e., 1/260
2484] İbn Hümam, Fethu'l-Kadîr, 1/411; İbn Âbidin, Haşiyetü Redd'il Muhtar, Kahraman Yay. İstanbul, 1984, 2/144-145
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak mümkün değildir. Mümkün olsa bile, bunun meşakkatten hâli kalmayacağı âşikârdır. Meşakkat ise kolaylaştırmayı gerekli kılar. Nitekim bütün ulemânın kabul ettiği fıkıh kaidesi de bunu âmirdir. “Meşakkat teysîri celbeder”.2485 Yani meşakkat, kolaylaştırma sebebi olur. “Bir iş dîk oldukça müttesî’ olur”.2486 Yani bir iş daraldıkça genişlik göstermek, bir şeyde meşakkat görüldüğünde ruhsat ve vüs’at (genişlik) göstermek gerekir.
Şu halde Hanefîlerin, Cumanın neden bir yerleşim merkezinde, bir imam arkasında bir tek cemaat oluşturmaları gerektiğine dâir ictihadlarının isâbeti daha iyi anlaşılmaktadır2487 diyenlerin, bu konuda ne kadar isâbetsiz oldukları anlaşılmış oluyor.
b- Şâfiîler ve Mâlikîler
Bir şehirde birden fazla mescidde Cuma kılınamayacağı görüşünün en rijid savunucuları İmam Mâlik ve İmam Şâfiî olmuştur. İmam Mâlik’e nisbet edilen ve aslında talebesinin rivâyeti olan el-Müdevvene’de İmam Mâlik’ten bu hususta herhangi bir rivâyete rastlayamadık. Ancak çeşitli kaynaklar İmam Mâlik’in bir şehirde ayrı ayrı yerlerde Cuma kılınması görüşünü kesin olarak reddettiğini ifade etmektedirler. İbn Hazm “el-Muhallâ” adlı eserinde bu husustan bahsederek şu nefis açıklamayı kaydediyor: “İmam Mâlik bir şehirde iki ayrı yerde Cuma kılınması görüşünü kesin olarak reddetmiştir. İmam Mâlik’e mensup olan kimselerin iki câmi arasındaki mesafenin üç milden az olmaması kaydını getirdiklerini gördük. Bu, tuhafın da tuhafıdır. Böyle bir kaydın nereden geldiğini bilemiyoruz. Aynı şekilde bunun, akıl sahibinin aklına, onu din edecek şekilde nasıl girdiğini de bilmiyoruz. Tefrikadan Allah’a sığınırız. Allah Teâlâ: “Ey İman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikre gidiniz” buyuruyor. Bir yerde, iki yerde yahut daha azında veya daha çoğunda, buyurmuyor Hâlbuki Rabb’in unutmuş değildir.”2488
Bununla beraber İmam Mâlik bir beldede, belde halkının tamamının bir câmide toplanmasından bir fitne ve fesadın çıkmasından korkulacak şekilde iki taraf arasında düşmanlık bulunursa, bu durumda, iki ayrı câmide Cuma kılınabileceğini iddia etmiştir. Görünen o ki, İmam, bu hususta zarûretlere itibar etmiş oluyor.
İmam Şâfiî ise, Peygamber ve ondan sonra gelen râşid halifeler bir şehirde birden fazla yerde Cuma kılmadıkları için, ne kadar büyük ve mescidleri ne kadar çok olursa olsun, bir şehirde birden fazla mescidde Cuma kılınamayacağı görüşüne sahip olmuştur.2489 Nitekim Şâfiî, “el-Ümm” adlı eserinde bu konuda şöyle der: “Ahâlîsi ne kadar büyük ve mescidleri ne kadar çok olursa olsun, bir şehirde, en büyük mescidinden başka yerde Cuma kılınamaz. Birden fazla mescidde Cuma kılınacak olursa, zeval vakti girdikten itibaren bu mescidlerin hangisinde önce kılınmışsa, orada kılınan Cuma namazı geçerlidir. Başka câmîlerde bundan sonra kılınan Cuma namazı geçersiz olup onlara dört rekât olarak öğleyi iâde
2485] A. Ahmed en-Nedvî, Kavaidü'l-Fıkhıyye, Darulkalem, Dımeşk. II. Baskı, 1991. s. 265; Mecelle, s. 20
2486] A. Ahmed en-Nedvî, A.g.e. s. 356; Mecelle, s. 20
2487] Bk. E. Özkan, İslâm ve Tasavvuf, s. 369
2488] İbn Hazm, el-Muhallâ, 553-54
2489] Ebu'l-Kasım er-Râfiî, Fethu'l-Karîn Şerhu'l-Vecîz, 4/498
CUM’A NAMAZI
- 557 -
etmeleri vâcip olur. Şâyet Cuma namazının, hangi câmîde önce kılındığı tesbit edilemezse, bütün halk öğle namazını da kılmalıdır, ilk Cuma namazını kılmış olmada, Cuma namazını kıldıran vali ile onun görevlendirdiği kişi yahut diğer ahâlî arasında fark yoktur. Eğer Cumayı kıldırmada valinin sona kalmış olduğu tesbit edilirse, onun ve cemaatinin öğle namazlarını da kılmaları gerekir. Cumaları sahih olmaz”.2490
Fakat daha sonraki Şâfiî ulemâsı, imamlarının aksine; “bir beldede, Cuma mahallinin belde halkına dar gelmesi gibi, bir ihtiyaçtan dolayı Cuma namazı birden fazla yerlerde kılınacak olursa, bunların tamamında kılınan Cuma namazı sahih olur. Ancak Cuma namazından sonra öğle namazlarını kılmaları da mendub olur”2491 demişlerdir. Ne İmam Şâfiî’nin ne de ondan sonra gelen ashâbının bu hususta dayandıkları geçerli bir delilleri mevcuttur. Bunlar sadece Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve râşid halîfelerin tek câmîde Cuma kılmalarını esas almışlardır. Gerek Rasûlullah’ın (s.a.s.) tek câmîde kıldırması ve gerekse râşid halîfelerin yalnızca bir yerde kıldırmaları gibi mücerred fiilin dinde delil teşkil etmeyeceğini daha önce belirtmiştik. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir işi sadece yapmış olmasından fiilin farz, sadece terk etmiş olmasından da haram olduğu sonucu asla çıkarılamaz. Esasen Şâfiî’nin görüşü de budur. Peygamber’in (s.a.s.) fiilinin farz ya da haram olması için emir ya da nehiy içeren sözleriyle teyit edilmiş olması gerekir. Hâlbuki burada böyle bir durum sâbit değildir. Bu, tamamen o günkü şartlar ve ihtiyaçlarla alâkalı bir olaydır.
c) Hanbelîler
Cuma namazının birden fazla yerde kılınıp kılınamayacağı hususunda en ihtiyatlı yaklaşımı ortaya koyanlar Hanbelîler olmuştur. Hanbelîler bu husustaki görüşlerinin merkezine insanların ihtiyacı ile ihtiyatı koymuşlardır. Zira onlara göre belde büyük olup insanlar birden fazla yerde Cuma kılmaya muhtaç olurlarsa, bu yerlerin tamamında kılınan Cuma namazı sahih ve câiz, ihtiyaç yoksa câiz değildir. İbn Kudâme, “el-Muğnî”sinde ve Makdîsî, “Şerhul-Kebir”inde mezheplerinin bu husustaki görüşünü açıklayarak şöyle derler: “Bir belde, Bağdat, Isfahan ve benzeri büyük şehirler gibi, ahâlîsine bir tek mescidde toplanmaları meşakkat verecek şekilde büyük olup, semtlerinin birbirine uzaklığı yahut mescidinin halkını alamayacak kadar dar olması sebebiyle bir tek câmîde Cuma kılınması imkânsız olduğu zaman, insanların ihtiyaç duydukları ölçüde birden daha fazla yerde Cuma namazı kılmaları câizdir.” 2492
“Ama birden fazla yerde Cuma kılmalarına ihtiyaç yoksa, bu durumda birden fazla yerde Cuma kılınması câiz değildir. Şâyet iki yerde Cuma kılmakla yetinilmesi mümkün ise üçüncüsü câiz olmaz. Daha fazlası da böyledir. İmam Mâlik ve İmam Şâfiî, Rasûlullah (s.a.s.) ve aynı şekilde ondan sonraki halîfeler ancak bir tek mescidde Cuma kıldıkları için bir beldede birden daha fazla yerde Cuma kılınması câiz değildir, demişlerdir. Bizim delilimiz şudur: Cuma namazı, (tıpkı bayram namazında olduğu gibi) sadece, kendisi için hutbe ve cemaat meşrû kılınmış bir namazdır. Bu sebeple Bayram namazında olduğu gibi, ihtiyaç duyulan her yerde kılınması câiz olur. Zira Hz. Ali’nin, insanların zayıf ve güçsüz olanlarına namaz
2490] İmam Şâfiî, el-Ümm, 1/192
2491] Cezerî, Mezâhibü'l-Erbaa, 2/385
2492] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/184-185; İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'I Kebir, 2/190
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıldırması için Ebû Mes’ûd el-Ensârî’yi yerine halef tayin ederek bayram günü sahradaki Mûsâllaya çıktığı sâbittir. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’de iki ayrı yerde Cuma kıldırmamış olmasına gelince; bunun sebebi, ashâbın böyle bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Zira onlar, her ne kadar evleri uzak olsa bile, Allah’tan tebliğ eden mübelliğ ve şer’î hükümleri meşrû kılan bir şârî olduğu için Peygamber’in (s.a.s.) hutbesini dinlemeyi ve onun kıldırdığı Cumada hazır bulunmayı tercih ediyorlardı. Fakat sonradan başka şehirlerde buna ihtiyaç duyulunca çeşitli yerlerde Cuma kılınmaya başladı, ama buna karşı çıkan kimse olmadı. Dolayısıyla bu hususta icmâ’ hâsıl oldu”.2493
Bu hususta sınırlama getiren herhangi bir nas olmadığı için “bir şehirde kayıtsız şartsız birden fazla yerde Cuma kılınır” diyen Hanefîler en isâbetli düşünceye sahip olurken, merkeze insanların ihtiyaçlarını koydukları ve açıyı buna göre daraltıp genişlettikleri için de en ihtiyatlı görüşü Hanbelîler benimsemişlerdir. Diğer İki mezhebin görüşlerine gelince, onları bu konuda tasvip etmemize imkân yoktur. Zira ileri sürdükleri mazeret bu hususta delil olacak nitelikte değildir.
6- Cuma Namazını Devlet Başkanı veya Nâibinin Kıldırması Meselesi
Daha önce de belirtildiği gibi edâ edilen Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için, bu namazın devlet başkanı veya nâibi tarafından kıldırılmasının şart olduğu görüşü sadece hanefîler tarafından ileri sürülmüştür. Diğer mezheb imamları Cuma âyetinin devlet başkanının şart olduğuna değil, şart olmadığına delil teşkil ettiği görüşünden hareket ederek bu konuda devlet başkanını şart saymamışlardır. Dolayısıyla yalnızca hanefîler tarafından ileri sürülen bu görüş hem başka âlimlerin desteğine mazhar olamayışı, hem de dayandığı deliller itibariyle fıkıh usûlü açısından son derece garip ve netâmeli bir konudur. Bu yüzdendir ki, İslâm hukuk ekollerinin teşekkül etmeye başladığı dönemden günümüze kadar uzun bir tarih boyunca bu mesele, diğer hukuk (Fıkıh) ekolleri ile Hanefîler arasında ciddi tartışmalara konu olduğu gibi, delillerinin ne olduğuna ve fıkıh usûlünün kurallarına bakmadan bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne Kur’an’ın mutlak nassıymış gibi sarılan avam tabakası arasında da çeşitli spekülasyonlara malzeme olmuş ve İslâm’ın yeniden bir dünya devleti oluşuna kadar da böyle olmaya devam edeceğe benzer.
Nitekim asrımızda Cuma namazını kılmayan çevrelerin hareket noktaları da, her ne kadar bazıları gizlemeye çalışsa bile, aslında hanefîlerin bu görüşleri etrafında odaklaşmaktadır. Öyle ki, başlangıçta hanefîlerin mezkûr görüşlerinden yola çıkan bu çevreler, zamanla hanefîlerin bu husustaki ifadelerini onların maksatlarını aşacak biçimde yorumlayarak meseleyi tamamen mecrasından kaydırmış ve sonunda Cuma namazının bir devlet ve siyâset namazı olduğunu iddia etmeye başlamışlardır. Hatta bir kısmı meseleyi büsbütün çığırından çıkararak, Cuma namazının, normal bir namaz, hatta normal bir ibâdet olmaktan daha ziyade devletin tertip ettiği ve kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!) olduğunu iddia etme komikliğine kadar vardırarak günümüzde bu vasıfları taşımadığı gerekçesiyle böylesine mühim bir ibâdeti terketme noktasında diğerleriyle birleşmişlerdir.
2493] İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/190; İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'l Kebir, 2/190
CUM’A NAMAZI
- 559 -
Cuma namazının aslında iddia edildiği gibi başlı başına bir devlet ve siyâset namazı olmadığını, aksine hutbe sebebiyle kısaltılmış nâkıs bir öğle namazı olduğunu her ne kadar başından beri çeşitli münasebetlerle belgeleriyle ortaya koymuş olsak da, hanefîlerin ileri sürdükleri devlet başkanı şartının mâhiyeti ve onların bununla ne demek istedikleri eskilerin deyimiyle “efradını câmî ağyarını manî” olacak biçimde ortaya konulmadığı müddetçe, delillerinin ne olduğuna ve fıkıh usûlünün kurallarına bakmadan bağlı bulunduğu mezhebin görüşüne gökten indirilmiş mutlak bir nasmış gibi sarılma eğiliminde olan insanların bu hususta mutmain olacaklarını ve Cuma namazının İslâm devletinden başka yerlerde de kılınması gerektiğine inanacaklarını beklemiyoruz. Hatta taassubu din haline getiren insanların bu konunun aydınlatılmasından sonra da taassuplarından vaz geçeceklerini sanmıyoruz. Bizim gayretimiz bir hakikati delilleriyle ortaya koymak ve taassubu olmayan, ama mutaassıplar tarafından yanlış yola sürüklenen insanları bu hakikate çağırmak içindir.
Şunu hemen ifade edelim ki, kim tarafından ortaya atılırsa atılsın, sahibi ne kadar büyük olursa olsun, herhangi bir görüşün sahih olup olmadığı ve müslümanları bağlayıp bağlamayacağı, dayandığı delilin sıhhatine ve kat’îliğine bağlıdır. Zira Peygamberler gibi ma’sum olmadıkları için âlimler de pekâlâ hata edebilirler. Nitekim İmam Mâlik gibi büyük bir âlim, “Ma’sum olan şu kabrin sahibi (Hz. Muhammed) müstesnâ, her insanın görüşlerinden bir kısmı alınabilir de atılabilir de” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Kezâ İmam Ebû Hanîfe ile talebesi İmam Ebû Yusuf da “Nereden aldığımızı bilmedikçe âlim olsun câhil olsun, hiç kimsenin bizim görüşümüzle amel etmesi helâl değildir”2494 demek sûretiyle insanların görüşlerine din gibi yapışmanın yanlışlığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla âlimler tarafından ileri sürülen bir görüş sahih ve kat’î bir delile dayanıyorsa, bu görüş müslümanı mutlak sûrette bağlar. Şâyet sağlam ve kat’î bir delile dayanmıyorsa, din gibi bir kurum zayıf temeller üzerine bina edilemeyeceği için, ona din olarak itibar edilip bağlanılması doğru değildir.
Şüphesiz İslâm hukukunda tartışmasız ve kat’î delil olarak kabul edilen yegâne kaynak Kur’ân-ı Kerîm ve mütevâtir sünnetle sınırlıdır. Ancak Hanefîler buna meşhur hadisi de dâhil ederler. Onlara göre meşhur hadis de, kesin bilgi ifade eder; fakat bu bilgi, derece bakımından tevâtürle hâsıl olan bilgiden aşağıdır. Kur’an’da mevcut olmayan hükümler, bu tür hadislerle sâbit olabilir.2495
Bunların dışında diğer bir delil daha var ki o da âhad hadislerdir; Bu hadisler, bir, iki veya daha fazla sahabînin, Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet ettiği ve meşhur hadisin şartını hâiz olmayan hadislerdir.2496 Bu türe dâhil olan hadisler sahih bile olsalar, âhad haber tarikiyle geldikleri için, Hanefîlere göre zan ifade ederler. Katiyyet ve kesin bilgi ifade etmezler. Çünkü bunların Peygamber’e (s.a.s.) ulaşıp ulaşmadığında şüphe vardır. Nitekim Abdul’azîz el-Buhârî, “Keşfu’l-Esrâr” adlı eserinde bu hususa işaret ederek şöyle der: “Bu hadislerin Peygamber’e (s.a.s.) ittisalinde şekil ve mânâ yönünden şüphe vardır. Şekil bakımından şüphe, Peygambere ittisalinin kesin olarak sâbit olmamasındandır. Mânâ bakımından şüpheli oluşu ise, tâbiîleri tâkibeden tabakada ümmet bu hadisleri kabul ile
2494] İbn Kayyim İ’lâmu'l-Muvakkiîn, 2/309
2495] M. Ebû Zehra, Usûlü'1-Fikh, Daru'l-Fikr'ii-Arabi, Tarihsiz. B. Sy. Yok. s. 108
2496] M. Ebû Zehra, A. g. e., s. 108; Abdülkerim Zeydan, el-Veciz Fi Usul'il-Fıkh, Dersaadet Kitabevi, İstanbul, Ofset Baskı, Tarihsiz, s. 140 vd.
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşılamamıştır”.2497 Âhad hadisin isnadındaki bu şüpheden ötürü âlimler şöyle derler: “Şüphesiz kendisine aykırı bir hüküm bulunmazsa, âhad hadisle amel edilmesi gerekir. Fakat itikâdî konularda onunla amel edilemez. Çünkü itikâdî meseleler kesinlik ve yakîn ifade eden bilgiye dayanır. Tercih yönü bulunsa bile zanna bina edilemez. Zira itikad konusunda zan haktan bir şey ifade etmez”.2498
İmam Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel’in âhad hadisle ilgili görüşleri de budur. Zira bu üç imam, sahih hadislerin rivâyet şartlarını ihtivâ ettiği zaman haber-i âhadı, amelî konularda delil olarak kabul ederler. Şu farkla ki, İmam Ebû Hanîfe, râvîlerinin sika (güvenilir) ve adâletli olmasının yanında rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmamasını da şart koşar.2499 Hanefî mezhebinde mûteber olan usûl budur.
Şehir şartından bahsederken de ifade edildiği gibi bu husus âhad haberin, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü herhangi bir kayıtla takyit ve tahsis etmediği zaman böyledir. Şâyet âhad haber Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü tahsis ediyorsa, Hanefîlere göre bu durumda onunla hiçbir şekilde amel edilmesi câiz olamaz. Çünkü onlar, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü sübut ve delâlet yönünden kat’î, haber-i âhad’ı ise sübut bakımından zannî kabul ederler. Bu itibarla da, cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek böyle zannî olan bir şeyle, kat’î olan bir şeyin tahsis edilemeyeceği görüşünde şiddetle ısrar ederler. Onların usûlüne göre, Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmü, ancak Kur’ân’dan bir âyet yahut mütevâtir sünnet veyahut da meşhur bir haber gibi, aynı kuvvette başka bir delille tahsis edilebilir. Çünkü onlara göre tahsis beyan değil; âmm’ın ifade ettiği hükmün bir kısmıyla ameli ibtâl etmektir. Daha açık bir ifadeyle Kur’an’ın hükmünü neshetmektir.2500
Tekrar ifade etmek gerekirse, Hanefî imamlarının usûl kitapları bu kaide ile doludur. Meselâ, Hanefî âlimlerden İmam Serahsî, “Usûlü’s-Serahsî” adlı meşhur eserinde bu hususla ilgili geniş açıklamalardan sonra şunları kaydeder: “Başlangıçta herhangi bir delille hususîliği sâbit olmayan âmm’ı (Kur’an’ın umûmî hükmünü), haber-i vâhid ve kıyas ile tahsis etmek câiz değildir.2501
Hanefîlere ait “et-Telvîh ale’t-Tavzîh” adlı eserde bu hususla ilgili olarak şöyle denilir: “Haber-i âhad ile Kur’ân nassı tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Haber-i âhad Kur’ân ile çeliştiği zaman, reddedilir. Zira Kur’an ondan önce gelir. Çünkü Kur’an sübut bakımından kat’îdir ve nazmı mütevâtirdir. Metin ve senedinde şüphe yoktur. Haberi âhad ise zannî olduğu için Kur’ân’ın dûn’unda (aşağısında)dır. Bu sebeple onunla Kur’ân’ın tahsis edilmesi câiz değildir. Zira tahsis tefsirdir. Bir şeyin tefsiri ise ancak kendisine denk veya daha üstün olan bir şeyle mümkün olur”.2502
2497] Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-Esrâr, 3/990; M. Ebû Zehra'nın Usûlü'İ Fıkh adlı eserinden nakil, s. 109
2498] M. Ebû Zehrâ, A. g. e, s. 109
2499] M. Ebû Zehrâ, A.g.e., s. 109
2500] Bu konuda Bk. Şevkânî, İrşâdü'l-Fuhûl, I. Baskı, 1992, Beyrut, Tah. Ebû Mus'ab Muhammed Said el-Bedri, s. 267-268; M. Ebû Zehrâ, A. g. e, s. 159; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fî Usûl'il-Fıkh, s. 318; Molla Hüsrev, Mir'âtül-Usûl fî Şerh-i Mirkâti'l-Vusûl, 1/353; Amidî, el-İhkâm fî UsûIi'I-Ahkâm, 2/103
2501] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, Kahraman Yay. Ofset Baskı, 1984, İstanbul, 1/133-142
2502] Şemsüddin et-Taftazânî, et-Telvîh ale't-Tavzîh, 1/41 vd.
CUM’A NAMAZI
- 561 -
Azımâbâdî’nin beyanına göre Hanefîler’e ait “Nûr’ul-Envâr” adlı kaynakta ise, bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Nesih, umumîliğini ve mutlaklığını iptal edip aslını bırakmak sûretiyle hükümde meydana getirilen bir vasıftır. Bu ise, nassa ziyade yapmak gibidir. Çünkü nassa ziyade yapmak bizce bir nesihden ibarettir. Ve bize göre mütevâtir ve meşhur haberden başkasıyla nesih yapılması câiz değildir.2503
Hanefîlerin bu husustaki sert tavırlarına fürû’ ile ilgili kitaplarında da bol bol rastlamak mümkündür. Nitekim İmam Kâsânî, “Bedâî” adlı eserinin Cuma namazı bahsinde, sahih sünnete dayanarak iki hutbe arasındaki oturuşu ve hutbede kıraati (Kur’an’dan bir âyet okumayı) şart sayan İmam Şâfiî’yi eleştirirken mezhebinin bu husustaki tavrını şöyle açıklar: “Allah Teâlâ Cuma namazını, Kur’ân okumak ve iki hutbe arasında oturmaktan bağımsız ve mutlak olarak emretmiştir. Dolayısıyla bunlar âhad haberle şart sayılamaz. Zira bu durumda âhad haber, Kur’an’ın hükmünü neshetmiş olur. Hâlbuki âhad haber’in Kur’ân’ı neshetmesi mümkün değildir. O, ancak Kur’an’ı ikmal eder?”2504
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki Kur’an’ın mutlak ve umûmî olarak emrettiği hükümleri herhangi bir şeyle tahsis ve takyid ederek gelen hadisler sahih bile olsalar, Hanefîlere göre bu konuda delil olamazlar. O halde hanefîlerin bu şartı da cuma namazı ile ilgili Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünü devlet başkanı ile sınırlandırdığına göre, bu şartın müslümanları ne derece bağlayıp bağlayamayacağı ve hatta hanefîlerin bizzat kendi usûllerine göre tutarlı bir şart olup olmadığı bu hususta dayandıkları delillerin mâhiyetine bağlı kalıyor. Zira bütün hanefî kaynakları devlet başkanı şartını ileri sürerken yalnızca Peygamber’e (s.a.s.) isnat edilen bazı haberlere ve Tâbiûndan bir kişinin sözüyle seddü zerîa (Fitneye vâsıta olan yolu kapatma) prensibine dayandırmışlar ve bunları aşağıdaki şekilde sıralamışlardır:
1- Birinci delilleri İbn Mâce’nin Câbir b. Abdillah’dan (r.a.) rivâyet ettiği şu hadisdir:
Câbir demiş ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu: ‘Ey insanlar! Ölmeden önce Allah’a tevbe ediniz. Meşgul olmadan önce sâlih amellere koşunuz. Rabbinizi çok anmakla, gizli ve açık sadaka vermekle O’nun sizin üzerinizdeki hakkını yerine getiriniz ki rızıklanasınız, yardım olunasınız ve ıslah edilesiniz. Bilmiş olunuz ki, içinde bulunduğum bu yılın bu ayının bu gününde ve burada kıyâmet gününe kadar Allah size Cuma namazını farz kıldı. Ben hayatta iken veya öldükten sonra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken, kim Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin. İşlerinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki, tevbe edinceye kadar böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayrı kabul edilir. Her kim de tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Bilmiş olun ki, hiçbir kadın hiçbir erkeğe namaz kıldıramaz. Hiçbir bedevî hiçbir muhâcire İmam olamaz. Hiçbir fâsık, hiçbir mü’mine namaz kıldıramaz. Ancak fâsıkın, kendisine zor kullanmak sûretiyle hâkim olması, onun da kılıcından ve sopasından korkması hâli müstesna!”2505
2503] Şemsü'1-Hak Azımâbâdî, et-Tahkîkâtü'1-ulâ fî Farziyyeti Salâti’l-Cuma fî'1-Gurâ, s. 35
2504] Kâsânî, Bedâiü's-Sanâyî Fî tertibi'ş-Şerâyî, 1/263
2505] İbn Mâce, Sünen-i İbn Mâce, 1/343, Hadis no: 1081
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu hadisi Câbir b. Abdillah’tan (r.a.) Saîd b. Müseyyeb, ondan Ali b. Zeyd b. Cüd’an, ondan Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ), ondan Velid b. Bükeyr Ebû Cennab, ondan Muhammed b. Abdillah b. Nümeyr ondan da İbn Mâce Süneninde rivâyet etmiştir.
2- İkinci delilleri: Hanefî kaynaklarına göre Hasan-ı Basrî’nin, hakîkatte ise İbn Muhayriz’in “Dört şey sultana aittir: Cuma, hadler, zekât ve ganimet.” şeklindeki sözüdür. Bu sözü de İbn Ebî Şeybe, “el-Mûsânnef ‘inde rivâyet etmiştir.2506
3- Üçüncü delilleri ise: “Devlet başkanı şart koşulmazsa bu fitneye yol açar. Devlet başkanı olursa böyle bir fitne ortadan kalkar.” şeklinde ifade ettikleri ve “Seddü’z-Zerîa ; fitneye vâsıta olan yolu kapatma” prensibine dayanan maslahat delilidir.
Nitekim bütün Hanefî kaynakları gibi İmam Serahsî,2507 el-Mebsût adlı eserinde mezhebinin bu konudaki görüşü ve dayandığı delillerle ilgili olarak şunları kaydeder: Devlet başkanı bize göre Cuma namazının şartlarındandır. İmam Şâfiî, Cuma namazının edâsını diğer namazların edâsına kıyas ederek bize muhâlefet etmekte ve bu hususta devlet başkanıyla tebeayı eşit görmektedir.
(Ayrıca; Hanefî âlimlerinin başucu kitabı olan İbn Âbidin adlı kitabın konuyla ilgili bazı ifadeleri şöyledir: “et-Tatarhâniye adlı fetva kitabında, “Cuma namazını kıldıracak imamı görevlendiren sultanın müslüman olması şart değildir.” şeklinde bir fetvâ yer almaktadır. “Kâfir valilerin yönetimi altında olan beldelerde müslümanların Cuma ve bayram namazlarını kılmaları câizdir.”2508
Sultanın (Cuma namazı Devlet Başkanı veya nâibinin kıldırmasının) şart koşulmasının sebebi, bir fitne çıkmadan Cumanın huzur içinde kılınması olduğuna göre, Cuma imamını tâyin eden makamın müslüman olmasının şart koşulmaması normaldir. Çünkü böyle bir sultanın tayin ettiği imamın görevine de kimse mâni olamaz. Böylece Cuma namazı huzur içinde kılınır. Hanefîlere göre “Cuma namazını kıldıracak devlet başkanının Müslüman olması şart olmadığına” göre, böyle kâfir bir kimsenin Cumayı kıldırma şartı nasıl aranabilmektedir?)
Hanefî Mezhebinin Bu Hususla ilgili Görüşleri
Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunları bulunmamaktadır. Hanefîler’e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve “Dâru’l-Harp Fıkhı“nın gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir.
Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin birçoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle demektedir: “Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi
2506] İbn Ebî Şeybe, Musannef 6/507
2507] ö. 490
2508] İbn Abidin, Haşiyetü Redd'il-Muhtar ale'd-Dürr'il-Muhtar, K. Kaza, Matbaa-i Âmire, c. 4, s. 427
CUM’A NAMAZI
- 563 -
ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.2509
Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, “el-Bedâî” adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başkanı, ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te’vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der: “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başkanı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişinin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim “El-Uyûn”da İmam Muhammed’den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edildiği zaman insanlar Hz. Ali’yi öne geçirmişler, o da onlara Cuma namazını kıldırmıştır.2510
Kâsânî’nin “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı (İslâm devleti ve halife) devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır.” ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru’l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.
Bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanların halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki “Dâru’l-Harp”te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, sonuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart saymayan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastlamak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da anlamak istedikleri şekilde Cuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle “kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!)” olarak görmediklerini isbâta kâfidir.
Tahânevî’nin de ifade ettiği gibi, “Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazından bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir.”2511
Müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, daha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının “olmazsa olmaz”ı gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına
2509] Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu's-Sağîr, s. 111
2510] Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî, 1/261
2511] Tahânevî, İ'lâü's-Sünen, 7/8
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ait bir vazife sayılıyor ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıldırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idârecilere ait bir vazifedir.
Peygamberimiz’in buyurduğu gibi,2512 sadece Cuma namazı değil, bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendisine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazının farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.
Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah’ın mutlak olarak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyeceği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu namazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyledir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şâyet Hanefî mezhebine göre devlet başkanı bu namazın meşrûiyyetinin bir sebebi ve “olmazsa olmaz”ı sayılmış olsaydı, bu âlimler “Dâru’l-Harb” olsun “Dâru’l-İslâm” olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak “kâfirlerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir” diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır2513 derler miydi?!
Gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terk etmek gibi bir yaklaşım, hiçbir ibâdet için hiçbir âlimin öngörmediği her yönüyle yanlış bir değerlendirmedir. İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah’ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde “helâl ve haram” kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî’i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber’in hiçbir şekilde Allah’ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber’in (s.a.s.) yetki ve nüfuz alanı Allah’ın rızâsıyla sınırlıdır.
2512] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Müslim, 12/486; Ebû Dâvud, Sünen, 1/159; İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I. Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Müsnedu’l-Humeydi, 1/217
2513] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr 'il-Ebsâr, 2/l
CUM’A NAMAZI
- 565 -
Müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edemeyecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Nitekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade yoktur2514 kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlü’nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olmadan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklıktan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”2515
Hükümlerin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re’yimizle naslar ve şer’î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.2516
O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur’an’ın “zikir” tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle “bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir” diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslüman her türlü hareket fıkhını Kur’an ve sünnetten almak zorundadır. Kur’an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir müctehide, hiçbir âlime rastlanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi kayıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.
Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlığından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine’de Müslümanlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine’de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine’de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey’atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikti. Bu sebeple o gün Medine’de bir değil, birden fazla lider
2514] Mecelle, Md. No 14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidü'1-Fıkhiyye, s. 148
2515] 33/Ahzâb, 36
2516] 10/Yûnus, 36
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayılıyordu. Mus’ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur’an öğreten bir muallim konumundaydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah’ın (s.a.s.) kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiydi. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şâyet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût’u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şâyet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah’ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsıtası olan bu ibâdeti lâyık-ı veçhiyle (hangi mekânda daha uygunsa orada) yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve bu yüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebilecek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir yana İslâm’da “siyâsî tavırla herhangi bir namazı terketmek” diye bir ibâdet şekli yoktur.
Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunların bu tavrı, başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadır. Daha önce bu anlayışta olan nice Müslüman, bu konuda hataya düştüklerini de kabul etmektedir.
Bizim delilimiz: “...âdil veya zâlim bir imamı olduğu halde…” şeklinde rivâyet olunan Câbir b. Abdillah hadisidir. Zira Rasûlullah (s.a.s.), Cuma namazını terk eden kimse hakkındaki tehdide ilhak ettiğinden sultanı şart saymıştır. Eserde ise, ‘dört şey idarecilere aittir,’ denilmiş ve Cuma namazı da bunlardan sayılmıştır. Çünkü insanlar Cuma namazını kılmak için cemaatleri terkederler. Şâyet Cuma namazında devlet başkanı şart koşulmamış olsaydı, bu fitneye yol açardı. Zira birkısım insanlar bazı maksatlarla câmîye önce gider ve (halkın tamamı gelmeden) Cuma namazını kılarlar ve diğerleri namazı kaçırırlar. Bunda ise inkâr edilemeyecek bir fitne vardır. Bu sebeble Cuma namazının edâsı, halkın dirlik ve düzenini, aralarındaki adâletin teminini, havâle ettikleri imâma tevdi edilir. Zira bu, fitneyi teskine daha elverişlidir.”2517
Görüldüğü üzere Hanefîlerin, devlet başkanı şartını ileri sürerken direkt ve veya dolaylı olarak Kur’an’dan herhangi bir delilleri mevcut değildir. Bunun
2517] Serahsî, A.g.e, 2/25; Ayrıca Bk. Kâsânî, Bedâyî'us-Sanâyî fi Tertîb'iş Şerâyî, 1/261; İbn Hümam, Fethu’l-Kadir, 2/27
CUM’A NAMAZI
- 567 -
sebebi de Kur’an’da bu şartı teyid eden herhangibir ifadeye rastlanmamasıdır. Zira Kur’an’da böyle bir delil bulunsaydı, hem onu Hanefîlerin ileri sürmeleri, hem de bu şartı sadece Hanefîler değil bütün ulemânın savunması gerekirdi. Hâlbuki onların tamamı bu şarta karşı çıkmışlardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim hanefîler de dâhil bütün ulemânın ifade ettiği ve ilimden nasibi olan herkesin kabul edeceği üzere Cuma namazını mutlak ve umûmî bir ifade ile farz kılmış ve onun edâsını herhangi bir şarta bağlamamıştır. Şu halde burada yapılması gereken işlem, Hanefîlerin bu delillerinin mütevâtir veya meşhur olup olmadığını araştırmak olacaktır. Şâyet bu haberler meşhur veya mütevâtir iseler, Hanefîler bu hususta son derece haklı olup görüşlerine uyulması gerekir. Şâyet bu haberler kendilerinin koyduğu şartlara uymuyorsa, bu durumda takdir okuyucuya aittir.
Biz bu haberlerin meşhur veya mütevâtir olup olmadığını bir kenara bırakarak önce sahih olup olmadıklarını araştırmakla işe başlamak istiyoruz. Şâyet bu haberlerin sahih olduklarını tesbit edebilirsek ondan sonra meşhur mu, mütevâtir mi olduklarını araştırabiliriz. Mâlum olduğu üzere bir hadisin sahih olup olmadığı her şeyden önce onu rivâyet eden râvîlerin hallerine, yani senette geçen şahısların güvenilir olup olmadıklarına ve aynı zamanda da haberin muhtevâsına bağlıdır. Şâyet haberi rivâyet eden râvîler, yalancılık ve hadis uydurmak gibi vasıflardan uzak, adâlet ve zapt şartlarını hâiz, sika (güvenilir) kimseler olup rivâyet ettikleri haberlerin muhtevâları Kur’ân’a, akla, ilmî tecrübeye, tarihî gerçeklere ve diğer sika râvîlerin itimada şâyan olmuş rivâyetine aykırı değilse, sahih kabul edilir ve dinde delil olarak kullanılır. Aksi halde sahih sayılmaz ve reddedilirler. Bu husus hem muhaddislere göre, hem de fukahâya göre böyledir. Nitekim biraz önce ifade edildiği gibi Ebû Hanîfe’nin hadis kabulündeki kriteri de budur. Bu durumda devlet başkanı şartı için delil olarak ileri sürülen yukarıdaki haberlerin dinde delil olup olamayacağını anlayabilmemiz için bizzat Ebû Hanîfenin kendi şartlarına göre râvîlerinin hallerini ayrı ayrı incelememiz yeterli olacaktır. Şimdi birinci delilleri olan Câbir hadisinden başlayarak hadis otoritelerinin açıklamalarına göre sırasıyla bu delillerin aslını görmeye çalışalım.
Câbir Hadisinin Râvîleri ve Hadis İmamlarının Onlar Hakkındaki
Tesbitleri
Daha Önce ifade edildiği gibi bu hadisi Câbir b. Abdillah (r.a.)’dan Saîd b. Müseyyeb tarîkıyla Ali b. Zeyd b. Cüd’ân, ondan da Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ ) rivâyet etmiştir.
Biz bu hadisin senedinde geçen sadece bu iki râvî’yi tanıtmakla yetineceğiz. Zira bir hadisin sahih olabilmesi için bütün râvîlerinin güvenilir olması gerekirken, asılsız veya zayıf olduğunu isbat için bir tek râvîsinin çürük olması kâfidir. Çünkü senedin herhangi bir yerinde bulunan bu çürük râvî, hadisi uydurmuş ve uydurduğu bu hadise sağlam ve güvenilir râvîlerin isimlerini asılsız olarak sıralamış olabilir. Bu yüzden hadislerin çürüğe çıkarılması için bir tek râvînin zayıf veya uydurmacı olması kâfi görülmüştür. Bu hususta hiçbir ihtilâf söz konusu değildir.
Bu sebeple Câbir hadisinin, aslının bulunup bulunmadığını ve sahih olup olmadığını anlamamız için hadisi Saîd b. Müseyyeb kanalıyla Câbir’den rivâyet eden ve senette peşpeşe yer alan Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el-Adevî’yi tanımamız yeter de artar bile.
Biz buradan itibaren kendi yorum ve düşüncelerimizi bir kenara bırakarak, hadis otoritelerinin bu iki râvî hakkındaki tesbitlerini kronolojik sıraya göre kendi eserlerinden ayrı ayrı nakletmeye çalışacağız. Bunu yaparken de önce, bize göre senedin sonunda; hadisin ilk râvîsi olan Saîd b. Müseyyeb’e göre başında bulunan Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ı arkasından da hadisi kendisinden rivâyet eden Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ)’yi tanıtmaya çalışacağız.
A- Ali b. Zeyd b. Cü’dân (ö. 129/131)
Bu zât; Ali b. Zeyd b. Abdillah Ebî Müleyke Züheyr b. Abdillah b. Cüd’ân b. Amr b. Kâ’b b. Şa’d b. Teym b. Mürre et-Teymî’dir. Lakabı Ebû’l-Hasan el-Basrî’dir. Kendisi aslen Mekke’lidir. Enes b. Mâlik, Saîd b. Müseyyeb, Ebû Osman en-Nehdî ve bir topluluktan hadis rivâyet etmiştir.
Kendisinden de Katâde, Hammad b. Seleme, Hammad b. Zeyd, Zaide, Züheyr b. Merzûk, Süfyan, Süfyan b. Hüseyn ve daha başkaları rivâyet etmiştir. İbn Sa’d (ö. 230) onun, a’mâ olarak dünyaya geldiğini ve bu hususta ihtilâf edilmediğini söyler. Hadramî, onun 129 senesinde, Hacı Halîfe ise, 131 senesinde vefat ettiğini söylemiştir.2518
Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’in bu kısa hal tercümesinden sonra şimdi de hadis ulemâsının, cerh ve ta’dil imamlarının onun hakkındaki tesbit ve tenkidlerine göz atalım:
1- İmam Buhârî (ö. 256)
İmam Buhârî, “et-Târîhü’l-Kebir” adlı eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’ân için: “Ahmak ve aklı kıt bir kimse idi. Hadisiyle ihticac olunmaz2519 demiş, hakkında başka bir şey serdetmemiştir.
2- Ebû İshak İbrâhîm b. Ya’kûb el- Cevzcânî (ö. 259)
Cevzcânî, “Ahvâl’ür-Ricâl” adlı eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında şu bilgilere yer verir:
“Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ‘Vâhiyü’l-hadis’dir.2520 Zayıf bir râvîdir. Kendisinde adâletten ve orta yoldan sapma vardır. Rivâyet ettiği hadis delil olarak kullanılmaz.2521
Bu eseri tahkîk ve üzerine talik (açıklama) yazan Samarrâî ise buna şu ilâveleri yapar: “(Ali b. Zeyd’in lakabı) Ebû’l-Hasan el-Basrî et-Teymî’dir. Hâfız İbn Hacer (ö. 852 onun için ‘zayıf bir râvîdir,’ demiştir. Ahmed bin Hanbel (ö.
2518] İbn Hacer, Tehzîb'üt-Tehzîb, I. Baskı, 1991, Beyrut, 4/203-204
2519] Muhammed b. İsmail el- Buhârî, et-Târîhü'l-Kebîr, Dâr'ul-Kütüb'il-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 2/275
2520] Vâhiyü’l-hadis: Hadis râvîlerinin cerhinde (çürük sayılmasında) kullanılan tâbirlerden biri olup "metrûkü’l-hadîs" (hadîsi terkedilen) ve kezzâb (hadis rivâyetinde yalancılığı meslek haline getiren, çok yalancı) gibi tâbirlerle aynı mertebede kullanılan bir terimdir. Hakkında bu tâbir kullanılan bir râvînin hadîsi yazılmaz, ona îtibar edilmez, şâhid olarak da kullanılmaz. Bk. Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvî, s. 223; Prof. Talat koçyiğit, Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 501
2521] Cevzcânî, Ahvâlü’r-Ricâl, Tah: S. Subhi el-Bedri es-Samarrai, I. Baskı, 1985, Beyrut, s. 114
CUM’A NAMAZI
- 569 -
241) bir defasında: ‘Ali b. Zeyd bir şey etmez’ derken, bir defasında da ‘o, daîfu’l-hadisdir’2522 demiştir. Şu’be İbn Haccac (ö. 160) ise, bir defasında: ‘Ali b. Zeyd Ahmak ve aklı kıt bir kimse idi’ derken bir keresinde de: ‘o, ihtilâta mâruz kalmadan önce bize hadis rivâyet ederdi,’ demiştir. İbn Uyeyne, (d. lO7-ö. l96) onu zayıf kabul ederdi. Fellâs: ‘Yahya b. Saîd el-Kattân, (ö. 198) Ali b. Zeyd’den hadis rivâyet etmekten sakınırdı’ demiştir. Yahya İbn Maîn’ (ö. 233)’den de: ‘Ali b. Zeyd kuvvetli bir râvî değildir’ dediği nakledilir. Diğer bir rivâyete göre Yahya: ‘Ali b. Zeyd bir şey etmez, hüccet olamaz’ demiştir. İbn Ebî Hâtim: (ö. 327) ‘Hadisi denemek için yazılır’ demiştir. Fesevî: (ö. 277) ‘Ali b. Zeyd ihtiyarlığında ihtilâta mâruz kaldı’ demiştir. İbn Huzeyme (ö. 331) ise: ‘Hıfzının kötülüğü sebebiyle ben Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’(ın rivâyetiy)le amel etmem’ der. Tirmîzî: (ö. 275) ‘Ali b. Zeyd, Sadûkdur’2523 der. Dârakutnî (ö. 385) ve Ebû Zur’â (d. 200 - ö. 264) onu zayıf saymıştır. El-Mizzî, (ö. 742) Ali b. Zeyd hakkında Cevzcanî’nin (en başta nakledilen) ifadelerini aynen serdetmiştir. Iclî (d. l81 - ö. 261) ise: ‘hadisi denemek maksadıyla yazılabilir. Fakat kendisi kuvvetli değildir, zayıftır. Şîa mezhebine meylederdi. Ama bunda bir sakınca yoktur, demiştir.2524
3- Ebû Ca’fer Mûsâ b. Muhammed el-Ukaylî (ö. 323)
Ukaylî, Ali b. Zeyd b. Cüd’an’la ilgili olarak “Kitâbü’d-Duafâi’l-Kebir” adlı eserinde özetle şunları kaydeder: “Bize Muhammed b. Eyyub b. Yahya b. Darîs haber vererek şöyle dedi: Ben Ebû’l-Velîd et-Tayâlîsî’ye: ‘Şu’be İbnu’l-Haccâc’ı: Bize Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hadis naklederdi. Hâlbuki o, aklı kıt ve ahmak bir kişi idi’ derken nasıl işitin?’ diye sordum, o, bana cevap vererek: ‘Bu bir gıybettir’ dedi, fakat bu sözü inkâr etmedi.”
Bize, Ebû’l-Velîd, Şu’be İbnu’l-Haccac’dan şöyle dediğini haber verdi: “Bize Ali b. Zeyd hadis rivâyet ederdi. Fakat o, aklı kıt ve ahmak bir kimse idi.” Müslim’den rivâyete göre şöyle demiştir: “Ben Şu’be’yi, ‘bize Ali b. Zeyd hadis rivâyet ederdi. Ama o, aklı kıt ve ahmak bir adamdı’ derken işittim.” Ukaylî aynı haberi iki ayrı senetle daha rivâyet ettikten sonra şu bilgileri verir: Ebû Ma’mer; “İbn Uyeyne, Akîl, Asım b. Ubeydillah ve Ali b. Zeyd b. Cüd’an’ı zayıf sayardı” demiştir.
Hammad b. Zeyd: “Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi. Fakat hadislerin sened ve metinlerinde değişiklik yapardı.” demiştir. Ubeydullah b. Muaz ise: “Bana babam Şu’be’den o da ihtilâta mâruz kalmadan önce Ali b. Zeyd’den hadis rivâyet ederdi.” demektedir. Ukaylî devamla şöyle der: “Bana Ali b. Abdissamed haber vererek dedi ki; bize Ebû Ma’mer haber vererek şöyle dedi; Süfyan İbn Uyeyne: “Ben Ali b. Zeyd’den büyük bir (hadis) mecmuası yazmıştım. Sonra ona itibar etmediğim için onu terkettim” dedi.
Bize Muhammed b. İsa haber verip şöyle dedi: “Bize Ömer b. Ali haber vererek; ‘Yahya b. Said el-Kattân Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis almaktan sakınırdı” dedi. Bir defasında ben ona Hammad b. Seleme’nin Ali b. Zeyd’den, onun da
2522] Daîfu’l-hadîs: Bu da râvîlerin cerhinde kullanılan tâbirlerden biri olup, hadisleri zayıf olan, ancak tamamıyla reddedilmeyip îtibar maksadıyla (yâni araştırılmak üzere) yazılmasında bir mahzur görülmeyen kimselere delâlet eder. Bk. T. Koçyiğit, A. g. e., s. 514
2523] Sadûk: Hakkında bu tâbir kullanılan bir kimsenin hadisleri, ancak denemek ve araştırılmak maksadıyla yazılır. Çünkü bu ifade, râvînin zapt (hâfıza) vasfına sahip olduğuna kesinlikle delâlet etmez. Bk. İbn Salah, Ulûmu’l-Hadîs, s. 110
2524] Cevzcânî, Ahvâlü’r-Ricâl, s. 114
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ukbe b. Sa’ban’dan, onun da Ebû Bekre’den, onun da Nebi (s.a.s.)’den rivâyet ettiği (önceki ümmetlerle) ilgili hadisi sordum. Bunun üzerine o şöyle dedi: “(onu), Hammad b. Seleme bize Ali b. Zeyd’den, o da Ukbe b. Sa’ban’dan, o da Ebû Bekre’den, o da Nebi (s.a.s.)’den rivâyet ederdi. Daha sonra onu terketti. Ancak Abdurrahman Ali b. Zeyd’den (onu) rivâyete devam ediyordu. Yahya b. Said, (ö. 198) bir defasında Ali b. Zeyd için: “O, bana Akîl ve Asım b. Ubeydillah’dan daha sevimlidir.” demiştir.
Muâviye b. Sâlih’den rivâyete göre o da şöyle demiştir: “Ben Yahya b. Saîd’i, ‘Ali b. Zeyd Basra’lı olup zaîf bir râvîdîr’ derken işittim.” Bize Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah şöyle dedi: “Babama ‘Hasan (bu hadisi) Sürâkâ’dan işitti mi?’ diye sordum. Babam; sanki bu suali beğenmeyerek ‘hayır, onu rivâyet eden bu şahıs, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dir’ cevabını verdi.”
Süleyman b. Harb, ben Hammad b. Zeyd’i şöyle söylerken işittim demiştir: “Ali b. Zeyd b. Cüd’ân bize bir gün bir hadis rivâyet eder, ertesi gün gelir, aynı hadisi sanki o dünkü rivâyet ettiği hadisden başka bir hadismiş gibi (değişik bir şekilde) rivâyet ederdi.”2525
4- İbn Ebî Hatim Er-Râzî (ö. 327)
İbn Ebî Hatim er-Râzî “Kitâbü’1-Cerh ve’t-Ta’dîI eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında şunları kaydeder: Bize Abdurrahman b. Mehdî (ö. 198) haber vererek şöyle dedi; “Bize babam ve Ebû Zur’â (d. 200 - ö. 264) haber verip dediler ki; Bize Ebû’l-Velîd şöyle haber verdi: Ben Şu’be (ö. 165)’yi şöyle derken işittim: Bize Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hadis rivâyet ederdi. Fakat o aklı kıt ve ahmak bir adamdı. Süleyman b. Harb şöyle der: Ben Hammad b. Zeydi şöyle söylerken işittim: Ali b. Zeyd bize bugün bir hadis rivâyet eder, sonra ertesi gün gelir, aynı hadisi sanki o dünkü rivâyet ettiği hadisden başka bir hadismiş gibi (değişik bir şekilde) rivâyet ederdi.”
Ebû Seleme der ki: “Ben Hammad b. Seleme’ye: ‘Vüheyb, ‘Ali b. Zeyd’in rivâyet ettiği hadisleri ezberlemeden rivâyet ettiğini’ söylüyor’ dedim. Bunun üzerine Hammad: ‘Vüheyb Ali b. Zeyd ile oturup kalkmaya nereden kadir oluyormuş? Ali ile ancak insanların ileri gelenleri oturup kalkardı’ cevâbını verdi.”
Amr b. Ali de şöyle derdi: “Yahya b. Saîd el-Kattân Ali b. Zeyd’den hadis almaktan çekinirdi. Bu sebeple ben bir defasında ona, Ali b. Zeyd’in bir hadisini sordum. Yahya senedi okudu sonra bıraktı. Ve bana o adamdan vazgeç dedi.” Salih b. Ahmed ise şöyle demiştir: “Babam bana: ‘Ali b. Zeyd halkın kendisinden rivâyet ettiği kuvvetli bir râvî değildir,’ dedi.”
Yahya b. Maîn (ö. 233)’den “Ali b. Zeyd b. Cüd’an hüccet değildir” dediği haber verilmiştir. Abdurrahman der ki: “Ben babama Ali b. Zeyd bin Cüd’ân’ı sordum: Babam: ‘O, kuvvetli bir râvî değildir. Denemek ve araştırılmak üzere hadisi yazılabilir, fakat onunla ihticac edilmez (Hadisi delil gösterilmez). Buna rağmen o bana, Yezîd b. Ebû zîyâd’dan daha sevimlidir. Kendisi a’mâ idi ve Şîa mezhebine meyl ederdi.’ dedi.” Yine Abdurrahman devamla der ki; “Ben Ebû Zür’â’ya Ali b. Zeyd’i sordum. Ebû Zür’a: ‘Ali b. Zeyd kuvvetli değildir’ cevabını
2525] Ukaylî, Kitâbü'd-Duafâi’l-Kebîr, I. Baskı, 1984, Beyrut, Tah: Abdulmu'tî Emin Kal'acî, 3/229
CUM’A NAMAZI
- 571 -
verdi.2526
5- İbn Hibbân (ö. 354)
Hâfız Muhammed İbn Hibbân Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında şunları kaydeder:
“O, Ali b. Zeyd b. Abdillah b. Müleyke b. Abdillah b. Cüd’ân b. Ömer b. Kâ’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre el-Kuraşî el-A’mâ’dır. Künyesi Ebû’l-Hasan olup kendisi Basralıdır. Enes ve Ebû Osman en-Nehdî (ö. 100)’den rivâyet eder. Kendisinden de Sevrî, (ö. 161) İbn Uyeyne (ö. 198) ve Basralılar rivâyet etmişlerdir. Kendisi büyük bir şeyh idi. Fakat rivâyet ettiği hadislerde hatâ eder, eserlerde yanılır idi. Hatta bu durum rivâyet ettiği hadislerde çok görülürdü. Bu haberler arasında meşhur şeyhlerden rivâyet ettiği münker haberleri ortaya çıkmıştır. Bu sebeple kendisiyle ihticac edilmekten vazgeçilmeye müstehak olmuştur.” İbn Hibbân devamla şöyle der: “Bize el-Hemdânî şöyle haber verdi: ‘Yahya b. Saîd, Ali b. Zeyd bin Cüd’an’dan hadis almaktan sakınırdı.’ Ben Muhammed b. Münzir’i şöyle derken işittim: ‘Ben Abbas b. Muhammed’i şöyle derken işittim: ‘Ben Yahya b. Maîn’i, ‘Ali bin Zeyd bir şey değildir’ derken işittim.”2527
6- İbnu’l- Cevzî (ö. 597)
İbnu’l-Cevzî ise, “ed-Duâfâu ve’1-Metrûkîn” adlı eserinde şunları kaydeder: “Ali b. Zeyd b. Cüd’an Enes ve Osman en-Nehdî’den hadis rivâyet etmiştir. İbn Uyeyne (ö. 198) onu zayıf kabul ederdi. Hammad b. Zeyd, ‘Ali b. Zeyd hadislerin sened ve metinlerinde değişiklik yapardı,’ der. Şu’be İbnu’l-Haccac, Ali b. Zeyd’in ihtilâta mâruz kaldığını zikretmiştir. Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Saîd “Ali b. Zeyd bir şey değildir” demişlerdir. Bir defasında Yahya; “o, her hususta zayıftır” demiştir. Ebû Hatim er-Râzî, “Ali b. Zeyd’in hadisi delil gösterilmez” derdi. Ebû Zur’â ise, “Ali b. Zeyd kuvvetli değildir. Rivâyetinde yanılır ve hatâ ederdi. Bu durum o kadar çok olurdu ki, bu yüzden terkedilmeye müstehak oldu” demektedir.2528
7- Zehebî (ö. 748)
Zehebî de “Mîzân’ül-Î’tidâl” adlı eserinde Ali b. Zeyd b. Cüd’an hakkında şunları kaydeder:
Ali b. Zeyd Basralı olup Tâbiûn âlimlerinden ilim almıştır. Enes, Ebû Osman en-Nehdî ve Saîd İbnu’l-Müseyyeb’den rivâyette bulunmuş, kendisinden de Şu’be, Abdulvâris ve bir topluluk hadis rivâyet etmiştir. Muhaddisler onun hakkında ihtilâfa düşmüştür. Cerîrî: “Basra fukahâsı, Katâde, Ali b. Zeyd ve Eş’âs el-Huddânî olmak üzere üç a’mâ idi,”demektedir. Mansûr b. Zâzân ise şöyle demiştir: “Hasan Basrî vefat ettiği zaman, biz Ali b. Zeyd’e onun makamına otur,”dedik. Mûsâ b, İsmâîl: “Ben, Hammad b. Seleme’ye; Vüheyb, Ali b. Zeyd’in rivâyet ettiği hadisleri ezberlemediğini iddia ediyor, dedim. Hammad; ‘Vüheyb Ali b. Zeyd’le olurup kalkmaya nereden muktedir oluyor muş? Onunla ancak insanların ileri gelenleri oturup kalkardı’ cevabını verdi.” Şu’be ise şöyle demiştir:
2526] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Kitâbü'1-Cerh ve't-Ta'dîl, 1992, Beyrut, B. Sy. Yok, 6/186-187
2527] Muhammed İbn Hibban, Kitâbü'l-Mecrûhîn, 2/103
2528] İbn'l-Cevzi, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîn, I. Baskı, 1986, Beyrut, Tah: Ebu'1-Fida Abdullah el-Gadi, 2/193
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi. Fakat o, aklı kıt ve ahmak bir kimseydi.” Bir defasında da Şu’be şöyle demiştir: “Ali ihtilâta mâruz kalmadan önce bize hadis rivâyet ederdi. Ama İbn Uyeyne onu zayıf sayardı.”
Hammad b. Zeyd: “Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi, fakat o hadislerin senet ve metinlerini değiştirirdi.” demiştir. Fellâs: “Yahya b. Saîd el-Kattân, (ö. 198) Ali b. Zeyd’den hadis almaktan sakınırdı” demektedir, Yezîd b. Zürey’den de “A1i b. Zeyd, bir râfizî idi” dediği rivâyet edilmiştir. Ahmed bin Hanbel, “Ali zayıf bir râvî’dir” derdi. Osman bin Saîd, Yahya b. Saîd’den: “Bu zât kuvvetli değildir” dediğini rivâyet etmiştir. Abbas ise; Yahya b. Said’den “Ali bir şey değildir” dediğini nakletmiştir. Bir başka yerde de “O bana İbn Akil ve Asım b. Ubeydillah’tan daha sevimlidir” demiştir. Ahmed b. Abdillah b. Salih el-Iclî: (d. 181 - ö. 261) “Ali b. Zeyd, Şîa mezhebine meylederdi. Kuvvetli değildir.” demiştir.
İmam Buhârî ile Ebû Hatim, (ö. 277) “Ali b. Zeyd (in hadisi) delil olarak kullanılmaz,” demişlerdir. Ebû Hatim bir defasında ise: “Hadisi denemek ve araştırılmak maksadıyla yazılabilir. O bana Yezid b. Ebî Ziyad’dan daha sevimlidir” demiştir. Fesevî: (ö. 277 “Ali b. Zeyd, ihtiyarlığında ihtilâta mâruz kalmıştır,” demektedir. İbn Huzeyme ise, “Hâfızasının kötülüğü sebebiyle ben onun hadisiyle amel etmem,” demektedir.
Zehebî bu bilgileri naklettikten sonra Ali b. Zeyd tarîkıyla gelen iki münker hadis aktarır ve böylece onun münker rivâyetlerine örnek sunmuş olur. Ebû Ma’mer’den rivâyete göre Süfyan: “Ben, Ali b. Zeyd’den büyük bir hadis mecmuası (kitap) yazmıştım. Fakat kendisine itibar etmediğim için onu terkettim” demiştir.
Tirmîzî: (209-287) “Ali b. Zeyd sadûkdur” derken, Dârakutnî; (ö . 385) “O benim yanımda hâlâ ‘leyyinü’l-hadis’tir’ demiştir.2529 “Leyyinü’l-hadis” terimi, râvîyi cerhetmek için kullanılır ve mecrûha çıkarmanın birinci mertebesinde yer alır. Hadisinin denenmek ve araştırılmak üzere yazılabileceğini gösterir.2530
Zehebî, el-Kâşif adlı eserinde ise, Ali b. Zeyd hakkındaki kanaatini özetleyerek şöyle der: “Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hadis hâfızlarından biridir. Fakat hüccet (sika) değildir.2531 Saîd b. Müseyyeb ve bir cemaatten hadis işitmiş, kendisinden de Şu’be, İbn Atıyye ve daha bir cemaat hadis işitmiştir.2532
8- Hâfız İbn Hacer El-Askalânî (ö. 852)
Hâfız İbn Hacer,”et-Tehzîbü’t-Tehzîb” adlı eserinde, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ın hadis işittiği şeyhlerin ve kendisinden hadis işiten talebelerin uzun bir listesini verdikten sonra şunları kaydetmektedir: “İbn Sa’d: (ö. 230) ‘Ali b. Zeyd b. Cüd’ân a’mâ olarak dünyaya gelmiştir. Çok hadis rivâyet etmiş fakat zayıf bir râvîdir. Hadisi delil getirilmez’ demektedir.”
2529] Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl, Dârulfikr, Tarihsiz, B. Sy. Yok, Tah: A. M. el-Becavi, 3/127-129
2530] Bk. Talat Koçyiğit, Hadis Terimleri Sözlüğü, Rehber Yay. I. Baskı, 1992, Ankara, s. 248
2531] Hüccet Değildir: Bu ifade râvîlerin mecruh olduğuna delâlet eden tâbirlerden biridir. Bununla tavsif edilen bir râvînin, her ne kadar adâlet yönü sâkıt ve metruk sayılmazsa da herhangi bir şeyle mecruh olduğu kabul edilir. Bu gibi râvîlerin hadisleri ancak araştırılmak amacıyla yazılabilir. Neticede hadisinin güvenilir râvîler tarafından rivâyet edilen şâhidi varsa alınır, aksi halde reddedilir. -T. Koçyiğit, A.g.e., s. 247-
2532] Zehebî, el-Kâşif, 2/285
CUM’A NAMAZI
- 573 -
Salih b. Ahmed babasından naklederek: “Ali kuvvetli değildir.2533 Fakat insanlar kendisinden rivâyette bulunmuştur.” derken Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah da şöyle der: “Babama; ‘Hasan Sürâkâ’dan işitti mi’? diye sorulunca, sanki bu suali beğenmeyerek ‘hayır, bu (hadisi rivâyet eden) zât, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dır,’ cevabını verdi.” Ahmed bin Hanbel; “Ali b. Zeyd bir şey değildir” derdi.2534 Kezâ Ahmed bin Hanbel’in oğlu, babasından naklederek: “Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ‘daîfu’l-hadistir” demiştir.
Muâviye b. Salih, Yahya’dan “Ali b. Zeyd zayıftır” dediğini nakletmiştir. Osman ed-Dârimî, Yahya’dan naklederek; “Bu zât kuvvetli değildir” demiştir. İbn Ebî Heyseme, Yahya’dan; “Her hususta zayıftır” dediğini nakleder. Yahya’ dan, bir rivâyete göre Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkında “leyse bi zâk ; Bu konuda zayıftır” demiştir.2535 Devrî’nin rivâyetine göre ise, Yahya: Ali b. Zeyd “hüccet değildir” demiştir. Bir seferinde “o, bir şey değildir” derken, diğer bir seferinde ise “o bana İbn Akil ve Âsım b. Ubeydillah’dan daha sevimlidir” demiştir, el-Iclî: “Ali b. Zeyd, şîa mezhebine meylederdi. Fakat bunda bir sakınca yoktur,” demiştir. Bir seferinde de, “Hadisi i’tibar (denemek) için yazılır, fakat kuvvetli değildir,” açıklamasını yapmıştır. Ya’kub b. Şeybe ise; “Ali b. Zeyd sikadır, ‘sâlihu’l-hadis’dir. Leyn’den uzak değildir” demiştir.
Cevzcânî: “Vâhiyü’l-hadisdir, zayıf bir râvîdir. Kendisinde adâletten ve orta yoldan sapma vardır. Hadisi delil getirilmez” demektedir. Ebû Zür’a: “O kuvvetli değildir” demekle yetinmiştir. Ebû Hatim ise; “Ali b. Zeyd, kuvvetli değildir. Hadisi araştırılmak için yazılır, fakat delil getirilmez. Ancak o, bana Yezîd b. Ziyâd’dan daha sevimlidir. Kendisi a’mâ idi ve Şîa’ya meylederdi,” demiştir. İmam Tirmîzî; (209 – 297) “Ali b. Zeyd ‘sadûk’tur. Ancak başkalarının mevkuf (sahâbî sözü) olarak rivâyet ettiğini çoğu kez merfû (Peygamber’e ait bir hadis) olarak rivâyet ederdi.” demiştir.
İmam Nesâî; “Ali b. Zeyd zayıf bir râvîdir” derken İbn Huzeyme: “Hıfzının fenalığı sebebiyle ben onun hadisini delil getirmem” demiştir. İbn Adiy (277- 365) ise; “Basralılardan olsun, başkalarından olsun, ondan hadis rivâyet etmekten imtinâ eden birini görmedim. Fakat Şîa’ya meyilde aşırı giderdi. Zayıflfl ığına rağmen hadisi araştırılmak üzere yazılır,” demektedir. Hâkim Ebû Ahmed: “Ali b. Zeyd, Muhaddisler nazarında metîn değildir”2536 derken, Dârakutnî: “Ben onun hakkında tevakkuf ederim. Bana göre leyyin olmakta devam ediyor” demektedir.2537
2533] Kuvvetli değildir: Râvîlerin cerhedilmesinde kullanılan tâbirlerdendir. Hüccet değildir ve benzeri tâbirlerin delâlet ettiği mertebenin aşağısında bulunan bir mertebeye delâlet eder. Bu vasfa sahip olan râvî diğerlerinden daha zayıftır. Bununla beraber hadisi denemek için yazılır. -T. Koçyiğit, A g e., s. 247-
2534] Bir şey değildir: Râvîlerin cerhedilmesi için kullanılan bir tâbirdir ve sîka (güvenilir) değildir tâbirine nisbetle bir derece daha hafiftir. -T. Koçyiğit, A. g. e., s. 248-
2535] Râvîlerin cerhinde kullanılan tâbirlerin birinci mertebesinde yer alan bir ifâdedir. Bununla vasfedilen bir râvî, bir şeyle mecruh olmakla beraber adâlet yönü ıskat edilmiş sayılmaz. Bu sebeple hadisleri yalnızca araştırılmak üzere yazılır. İhticac edilmez. Delil olarak kullanılmaz. -T. Koçyiğit, A. g. e., s. 248-
2536] Metîn Değildir: Râvîleri cerhetmek için kullanılan tâbirlerdendir ve huccet değildir tâbiri ile aynı mertebededir. -Bk. T. Koçyiğit, A.g,e., s. 247-
2537] Tevakkuf: Lügatte durmak mânâsına gelen bu kelime, hadis ıstılahında bir kimsenin sika veya mecruh olduğu hususunda kesin kanaate varılamadığını gösterir. Bu tâbir, hadis için kullanıldığında onunla amel edilmemesi ve amelin durması anlamına gelir
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muaz b. Muaz Şu’be’den naklen, “Ali b. Zeyd ihtilâta mâruz kalmadan önce bize hadis naklederdi.” demiştir. Ebû’l-Velîd ve daha başkaları ise, Şu’be’den şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Ali b. Zeyd bize hadis rivâyet ederdi. Fakat o aklı kıt ve ahmak bir kimse, idi.” Süleyman b. Harb de Hammad b. Zeyd’den şöyle dediğini nakleder: “Bize Ali b. Zeyd hadis rivâyet eder, ancak hadislerin senet ve metinlerinde kalb (değişiklik) yapardı.”2538 Bir rivâyette ise şöyle demiştir: “Ali b. Zeyd bize bugün bir hadis rivâyet eder, ertesi gün gelir, aynı hadisi sanki o dünkü rivâyet ettiği hadisden başka bir hadismiş gibi (değişik bir şekilde) rivâyet ederdi.”
Amr b. Ali ise şöyle der: “Yahya b. Saîd el-Kattân, (ö. 198) Ali b. Zeyd’den hadis almaktan sakınırdı. Bir gün bize ondan hadis rivâyet edecek oldu, sonra vazgeçti ve ‘o adamı bırakın,’ dedi. Fakat Abdurrahman, şeyhleri tarikıyla ondan hadis rivâyet ederdi.”
Ebû Ma’mer el-Katîî, İbn Uyeyne’den şöyle dediğini nakletmiştir: “Ben Ali b. Zeyd’den birçok şey yazmıştım. Fakat ona ihtiyaç duymadığım için bunları terkettim.” Yezîd b. Zürey’ der ki: “Ben Ali b. Zeyd’i gördüm. Fakat ondan bir şey almadım. Zira o bir Râfızî idi.” Ebû Seleme der ki: “Vüheyb, Ali b. Zeyd’i zayıf kabul ederdi. Ben bu hususu Hammad b. Seleme’ye arzettim. Hammad: Vüheyb, Ali b. Zeyd ile düşüp kalkmaya nereden muktedir oluyormuş? Ali ancak insanların ileri gelenleri ile oturup kalkardı,’ dedi.”
İbnu’l-Cüneyd ise: “Ben Yahya İbn Maîn’e: ‘Ali b. Zeyd ihtilâta mâruz kaldı mı?’ diye sordum. İbn Maîn: (ö. 233) ‘Hayır, o, asla ihtilâta mâruz kalmadı,’ cevabını verdi.” demiştir. Mûsâ b. İsmâîl, Hammad’dan naklen Ali b. Zeyd’in şöyle dediğini haber vermiştir: “Ben çoğu zaman Hasan’a hadis rivâyet ederdim. Sonra bu hadisi Hasan’dan işitirdim ve kendisine, ‘Ey Ebû Saîd sana bu hadisi kimin rivâyet ettiğini bîliyor musun?” diye sorardım. Hasan; ‘Hayır, bilmiyorum. Fakat ben onu bir sika’dan işittim,’ derdi. Bunun üzerine ben: ‘Onu sana haber veren ben idim’derdim.”
Hâlid b. Haddâş, Hammad b. Zeyd’den naklederek şöyle demiştir: “Ben Saîd el-Cerîrî’yi şöyle derken işittim: ‘Basra fukahâsı, Katâde, Ali b. Zeyd ve Eş’âs el-Hüddânî olmak üzere üç a’mâ idi.”
Hadramî “Alî b. Zeyd 129 senesinde vefat etmiştir” derken Hacı Halîfe 131 senesinde vefat ettiğini söylemiştir. Müslim, başkalarıyla birlikte rivâyet ettiği hadislerini alırdı. İbn Hacer devamla şöyle der: “Ben derim ki İbn Kânî aynı tarihi vererek: “Ali b. Zeyd hayatının sonlarında ihtilâta mâruz kaldı ve hadisi terkedildi” demektedir.2539 Es-Sâcî ise şöyle demiştir: “Ali b. Zeyd ehli sıdk’dan idi ve ileri gelen bir topluluğun kendisinden rivâyeti muhtemeldir. Ama o, güvenilirliğinde ittifak edilen kimseler makamında değildir.”
2538] Kalb: Sözlükte bir şeyin ahvâlini ve şeklini değiştirmek, altını üst, üstünü alt, içini dış, dışını iç yapmak demektir. Hadis rivayetinde ise, hadis râvîlerinin isimlerinde, sened ve metinlerinde değişiklik, takdim ve tehir yapmaktan ibârettir. Bu, ya râvînin zayıflığından kaynaklanır, ya da kasten yapılır. Kasten yapılırsa, hadise sahih süsü vermek sûretiyle ona rağbeti artırmak gayesi güdülür. Bu durum hadis uydurmadan farksızdır. Umumiyetle kezzâb ve hadis uyduran kimselerin işidir. Bk. Koçyiğit, A g. e., s. 220-222
2539] İhtilât; Hadis ilminde bu tâbir, sîka kimseler olarak bilinen râvîlerin çeşitli sebeplerle akıl ve şuurlarında meydana gelen bir hastalık neticesi, rivâyet ettikleri hadislerde çok hataya düşmeleridir
CUM’A NAMAZI
- 575 -
İbn Hibbân ise, “Ali, rivâyetinde çoğu kez yanılır ve hata ederdi. Bu sebeple terk edilmeye müstehak oldu” demiştir. Diğer muhaddisler ise; “Ondan rivâyet edilen hadislerin en münkeri (kötüsü)2540 Hammad b. Seleme’nin kendisinden Ebû Nadra Ebû Saîd tarikiyle merfû olarak rivâyet ettiği ‘Muâviye’yi şu minberin ağaçları üzerinde görseniz dahi onu öldürünüz’ haberidir.2541
Buraya kadar nakledilen, muhaddis âlimlerin, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân hakkındaki tesbit ve tenkidlerinden de anlaşılacağı gibi bu şahıs metruk, yani hadisleri terkedilmiş bir râvîdir. Her ne kadar bir-iki kişinin, hakkında kullandığı müsbet gibi gözüken ifadeler sebebiyle ihtilâflı bir şahıs olarak karşımıza çıksa da muhaddislerin büyük çoğunluğuna göre mecruh addedilmiş ve hadisinin terkinde ittifak edilmiştir. Hadis ilminin ilkelerine göre bu gruba giren râvîlerin haberiyle amel edilmez. Yukarıda ifade edildiği gibi bu nevî râvîlerin rivâyet ettiği haber, İmam Ebû Hanîfe’nin kendi usûlüne göre de hüccet teşkil etmez. Zira İmam Ebû Hanîfe, bir hadisin hüccet olabilmesi için râvîsinin sika (güvenilir) ve adâlet sahibi olmasını şart koşmuştur. Ali b. Zeyd b. Cüd’an ise büyük çoğunluğa göre sika ve âdil değildir. Hakkında müsbet sayılabilecek ifade kullanan bir-iki hadis imâmı da sika (güvenilir) olduğunu söyleyememiş, aksine onlar da: “sika olduğunda ittifak edilen kimseler makamında değildir” ibâresini koymuşlardır.
Ancak ne var ki, Hanefî âlimlerinden Zafer Ahmed el-Osmânî et-Tahânevî, sadece Hanefî Mezhebinin delillerini müdâfa etmek amacıyla kaleme aldığı ve zayıflığında, hatta hadis olmadığında ittifak edilen bazı hadisleri bile bin dereden bir su getirerek sahih veya hasen gibi göstermeye çalıştığı “Î’lâu’s-Sünen” adlı eserinde,2542 Ali b. Zeyd b. Cüd’an’ın muâsırı olan yüzlerce hadis imamının onun hakkındaki bunca menfî kanaatini gizleyerek ya da görmezlikten gelerek, İbn Hacer’in yukarıda naklettiği görüşlerin içerisinden sadece işine gelen bir-iki tanesini seçerek Ali b. Zeyd b. Cüd’an’ı güvenilir bir râvî, hadisini de “hasen hadismiş gibi gösterme” taassubuna düşebilmiştir.
Hâlbuki bir hadis râvîsinin bir veya iki hadis imamı tarafından mecruh, bir veya iki hadis imamı tarafından da adâletli sayılması halinde birincisine itibar edilir ve hüküm ona göre verilir. Çünkü cerheden veya onun hadis rivâyetinde kusur teşkil edecek ayıplarını ortaya koyan kimse, hadis râvîsinde gizli olan ve onun adâlet sahibi olduğunu söyleyen kimse tarafından bilinmeyen bir kusurunu ortaya koymaktadır. Bu bakımdan adâlet sahibi olduğunu söyleyen kimsenin, râvî hakkındaki hükmü, mecruh sayanın hükmünün doğruluğunu ortadan kaldırmaz.2543
Hattâ bir râvî, kalabalık bir hadis imamı tarafından adâletli buna mukabil daha az sayıda hadis imamı tarafından sebepleri beyan edilerek mecruh sayılsa, hüküm yine mecruh sayanların sözlerine göre verilir. Bu hususta ehl-i ilim
2540] Münker Hadis: Zayıf bir râvînin, güvenilir râvîlere muhâlif olarak rivâyet ettiği ve bu rivâyetiyle tek kaldığı hadise münker denilir. Daha başka tanımları için Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 338- 340
2541] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 4/203- 204
2542] 8/37-40
2543] Bu konuda bk. Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlm'ir-R4âye, s. 132; İbn Salâh, Ulûm'ül-Hadîs, s. 109-110; Suyûtî, Tedrîb'ür-Râvî, s. 204-205; Talat Koçyiğit, Hadis Usûlü, s. 49
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ittifak halindedir.2544
Bu durumda Ali b. Zeyd b. Cüd’ân mecruh bir râvî olup bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin kendi usûl kaidelerine göre hadisiyle amel edilmesi câiz değildir. Bundan daha kötüsü, ikinci râvîdir. Şimdi de onu tanıyalım:
B) Abdullah b. Muhammed el-Adevî (el-Belvâ)
Câbir hadisi’nin senedinde bulunan ve söz konusu hadisi daha önce tanıdığımız Ali b. Zeyd’den aktaran ikinci râvî Abdullah b. Muhammed el-Adevî’dir. Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin lakabı Ebû Cennâb (veya Ebû Habbâb)’dır. Ali b. Zeyd b. Cüd’ân, Ömer b. Abdilazîz, Abdullah b. Fîrûz ed-Dânâc, Ebû Sinan el-Mısrî, İbn Akîl ve Zührî’den rivâyette bulunmuştur. Kendisinden de Velîd b. Bükeyr Ebû Cennab hadis rivâyet etmiştir.2545
Nitekim Câbir hadisini Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den bu Velîd b. Bükeyr rivâyet etmiş olup o da son derece zayıf bir râvîdir. Dolayısıyla Câbir hadisi’nin senedinde üç tane problemli râvî vardır. Bu da hadisin ne derece sıhhatli olacağını ortaya koymaya kâfidir.
Şimdi hadis İmamlarının Abdullah b. Muhammed el-Adevî hakkındaki tenkit ve tesbitlerini görmeye çalışalım:
1- İmam Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî (ö. 256)
İmam Buhârî, “et-Târîh’ul-Kebir” ve “ed-Duâfâu’s-Sağîr” adlı eserlerinde Abdullah b. Muhammed el-Adevî hakkında şunları kaydeder: “Abdullah b. Muhammed, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, Velîd b. Bükeyr de kendisinden hadis rivâyet etmiş olup, münkerü’l-hadis’ dir. Hadisinin mütâbii yoktur.2546
Ahmed Şâkir, “el-Bâis’ül-Hasîs Şerhu İhtisâr-ı Ulûmi’l-Hadis” adlı eserinde; “İmam Buhârî ‘Münkerü’l-Hadis’ tâbiriyle kezzâb olan râvîleri kastederdi” demektedir.2547 Nitekim Yahya b. Saîd el-Kattân, Buhârî’nin; “Hakkında münkerü’l-hadisdir, dediğim râvîlerin hiç birisinden hadis rivâyet edilmesi helâl değildir” dediğini rivâyet etmiştir.2548 Şu halde Buhârî’ye göre Abdullah b. Muhammed el-Adevî kezzâb (hadis rivâyetinde yalanı meslek hâline getiren) bir râvîdir.2549 Dolayısıyla onun rivâyetiyle amel edilmesi helâl delildir.
2544] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlm'ir-R4âye, s. 134; İbn Salâh, A.g.e, s. 109-110; Suyûtî, A.g.e, s. 204-205
2545] Buhârî, ed-Duafâu's-Sağîr, s. 70; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, 3/263; Ukaylî, ed-Duafâu'l-Kebîr, 2/298; Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl fî Nakdi’r-Ricâl, 2/485; İbnu'l-Cevzî, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîn, 2/138; Nâsıruddîn el-Albânî, İrvâul-Ğalil, 3/51
2546] Buhârî, et-Târîhu’l-Kehîr, 5190; Buhârî, ed-Duafâu's-Sağîr, s. 70
2547] Münkerü’l-Hadîs: Bu tâbir hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan tâbirlerden olup "hadîsi kabul edilmeyen, rızâ gösterilmeyen kimse" mânâsına gelir. Şiddet bakımından üçüncü mertebede bulunan bu tâbir Daîfu’l-hadîs", "Daîfun", "Hadîsuhû münkerun", Vâhiyü’l-hadîs ve "Vahin" gibi tâbirlerle aynı sırada yer alır. Bk. Suyûtî, Tedrîbü'r-Râvî, s. 233; T. Koçyiğit, A.g.e., s. 341
2548] Zehebî, Mîzânü’l-İ'tidâl, 1/6; Ahmed Şâkir, A.g.e., s. 101
2549] Kezzâb: Hadis rivâyetinde yalancılığı meslek hâline getiren râvîler için kullanılır. Cerh lafızları arasında en kötü mertebeye delâlet eden tâbirlerden biridir. Mübâlâğa sığasıyla bir işin fâilini gösteren bu kelime ‘çok yalancı’ mânâsına gelir. Böylelerinin rivâyeti asla kabul edilmez. Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 230
CUM’A NAMAZI
- 577 -
2- Şeyhül İslâm İbn Ebî Hatim er-Râzî (ö. 277)
İbn Ebî Hatim, “Kitâb’ül-Cerh ve’t-Tadîl” adlı eserinde Abdullah b. Muhammed el-Adevî hakkında şu bilgileri nakleder: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis rivâyet eder. Kendisinden de Velîd b. Bükeyr hadis rivâyet etmiştir.” Ben babamı şöyle söylerken işittim: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî ‘münkerülhadisdir’ ve meçhul bir şeyhtir.”2550
3- İmam Nesâî (ö. 303)
İmam Nesâî, “ed-Duâfâu ve’1-Metrûkîn” adlı eserinde, el-Adevî hakkındaki görüşünü şu şekilde ifade eder: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin lakabı Ebû’l-Habbâb et-Temîmî’dir. Vekî’ İbnu’l-Cerrah(ö. 196) onun için ‘Adevî hadis uydururdu’2551 derken, İbn Hibban; (ö. 354) ‘Adevî’nin rivâyet ettiği haberin delil gösterilmesi helâl değildir’ demiştir.2552
4- Ebû Ca’fer Mûsâ b. Muhammed el-Ukaylî (ö. 323)
Ukaylî ise, ed-Duâfâu’1-Kebir” adlı eserinde Adevî hakkında şunları kaydeder: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis rivâyet etmiştir. Bana Âdem b. Mûsâ haber vererek şöyle dedi: Ben, Buhârî’nin şöyle dediğini işittim: Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, Velîd b. Bükeyr b. Cünnâb da kendisinden hadis rivâyet etmiştir. Kendisi “Münker’ul-hadis’dir.” Bu hadisi (Câbir hadis’ini kastediyor) bize Muhammed b. İsmâil ve Beşir b. Mûsâ naklederek şöyle dediler: “Bize Abdullah b. Salih el-Iclî haber verdi. Dedi ki: ‘Bize Velîd b. Bükeyr, Abdullah b. Muhammed el Adevî’den, o Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, o Saîd b. Müseyyeb’den, o da Câbir b. Abdillâh (r.a.)’dan şöyle dediğini rivâyet etti’:
“Ben Peygamber’i (s.a.s.) minberinin üzerinde şöyle derken işittim: ‘Bilmiş olunuz ki, içinde bulunduğum bu yılın, bu ayının bu gününde ve burada kıyâmet gününe kadar Allah sizden ona gitmeye gücü yeten kimseye Cuma namazını farz kıldı. Ben hayatta iken veya öldükten sonra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin. İşlerinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki tevbe edinceye kadar böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayrı kabul edilir. Her kim de tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder.”
Bu kelâm, zayıflıkta buna benzer bir senetle başka bir tarîkta daha rivâyet edilmiştir.2553 Ukaylî dikkat edilirse, Câbir hadisinin asılsız olduğunu ifade etmek için hadis terimini kullanmayıp özellikle “bu kelâm” tâbirini kullanmıştır. Haberden anlaşıldığına göre bu Câbir hadisine Buhârî’de vâkıf olmuş, fakat asılsız kabul ettiği için Sahîhine almamıştır.
2550] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Kitâb'ül-Cerh ve't-Tadîl, 5156
2551] Hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan ve bir râvînin hadis uydurduğuna delâlet eden bu tâbir, cerhin en şiddetli şekillerinden biridir. Hz. Peygamber tarafından söylenmemiş, O’nun ağzından çıkmamış bir sözü hadise benzeterek O’na isnad eden ve hadismiş gibi ondan rivâyet eden kimseleri ifâde eder. Böyle bir kimsenin hadîsi asla kabul edilmez.
2552] İmam Nesâî, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîyn, s. 70, (Bu eser, Buhârî'nin, ed-Duafâu's-Sağîr adlı eseriyle bir aradadır
2553] Ukaylî, ed-Duafâu'l-Kebîr, 2/298
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- İbn Hibbân (ö. 354)
Hâfız Muhammed İbn Hibbân, “Kitâb’ül-Mecrûhîyn” adlı eserinde Adevî hakkında şunları kaydeder: “Adevî, rivâyetinin az olmasına rağmen gerçekten ‘münkeru’l-hadis’dir. Onun hadisi, sika râvîlerin hadisine, rivâyeti de sika ravîlerin rivâyetlerine benzemez. Dolayısıyla Adevî’nin hadisiyle ihticac edilmesi (hadisinin delil gösterilmesi) helâl değildir. Kendisi, ‘âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin. İşlerinde ona bereket vermesin. Bilmiş olun ki tevbe edinceye kadar böylesinin ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayrı kabul edilir’ şeklinde gelen Câbir hadisinin râvîsidir.2554
6- Hüseyn b. Ali el-Beyhâkî (ö. 458)
Beyhâkî ise, “es-Sünen’ül-Kübrâ” adlı eserinde Câbir b. Abdillah hadisini naklettikten sonra şöyle der: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî ‘Münkerulhadis’dir. Hadisinin mütâbî’i yoktur.2555 Bunu İmam Muhammed b. İsmail el-Buhârî ifâde etmiştir.2556
7- İbnu’l-Cevzi (ö. 597)
İbnu’l-Cevzi, “ed-Duâfâu ve’1-Metrûkîyn” adh eserinde Adevî hakkında şöyle der: “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, Zührî ve Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan hadis rivâyet eder. Vekî’ İbnu’l-Cerrah (ö. 197) onun için ‘Adevî hadis uydururdu’ demiştir. Buhârî ile İbn Ebî Hâtim er-Râzî: “Adevî münkeru’l-hadis’dir” derlerken, İbn Hibban, “Adevî’nin hadisiyle ihticac edilmesi helâl değildir” demektedir.2557
8- Zehebî (ö. 748)
Zehebî ise, “Mîzânü’l-İ’tidâl fî Nakd’ir-Ricâl” adlı eserinde Adevî ile ilgili şu bilgileri kaydeder: “Buhârî: ‘Adevî, münkerü’l-hadis’dir’ derken, Vekî’ İbnu’l-Cerrah, ‘Adevî hadis uydururdu’ demiş, İbn Hibban ise, ‘Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin hadisi ile ihticac edilmesi helâl değildir’ hükmünü vermiştir.2558
Zehebî, Kütüb-ü Sitte’de rivâyeti bulunan râvîlerin hallerini ortaya koymak için kaleme aldığı “el-Kâşif” adlı eserinde ise, el-Adevî hakkındaki kanaatini “Abdullah b. Muhammed el-Adevî, daîfun cidden, yani çok zayıf bir râvîdir2559
2554] Muhammed İbn Hibbân, Kitâb'ül-Mecrûhîyn mine’l-Muhaddisîn ve'd-Duafâu ve'1-Metrûkîn, 219
2555] Mütâbî: Rivâyetiyle tek kaldığı zannedilen bir râvînin hadîsine uygun olarak, o râvînin şeyhinden veya daha yukarıdaki şeyhlerden bir başka râvî vasıtasıyla rivâyet edilen aynı hadîse denir. Yâni Fert zannedilen bir hadîsi fert olmaktan çıkaran ve onu takviye eden diğer rivâyet demektir. Daha geniş bilgi için Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 366-368
2556] Beyhâkî, es-Sünen'ül-Kübrâ, 3/171 (Bu eser İbn Türkmânî'nin el-Cevher'un-Nakıy adlı eseriyle birlikte basılıdır)
2557] İbn'l-Cevzi, ed-Duafâu ve'1-Metrûkîn, 2/138
2558] Zehebî, Mîzânü'l-İ’tidâl fî Nakd'ir-Ricâl, 2/485
2559] Daîfun cidden: Râvîlerin mecruh addedilmesinde kullanılan "daîfun cidden" tâbiri, zayıf tâbiri ile cerhedilen râvîlere nisbetle zayıflık yönünden bir derece daha aşağı olan kimselere delâlet eder. Bu sebeple, haklarında bu tâbir kullanılan râvîlerin hadîsiyle İstişhâd olunmaz (şâhid gösterilmez) yâni delîl olarak kullanılmaz, denemek için de olsa yazılmaz. -T. Koçyiğit, Hadis terimleri Sözlüğü, s. 515-
CUM’A NAMAZI
- 579 -
şeklinde özetlemektedir.2560
9- Hâfız İbn Hacer (ö. 852)
Hâfız İbn Hacer ise, “Tehzîb’üt-Tehzîb” adlı eserinde Adevî hakkında şunları kaydeder: “Buhârî ile Ebû Hatim: ‘Adevî Münkerü’l-hadisdir,’ demişlerdir. Ebû Hatim buna ‘Adevî mechûl bir şeyhdir’ hükmünü de ilâve etmiştir. Dârakutnî (ö. 358) ise; ‘Adevî metruk bir râvîdir’ kaydını koymuştur.2561 İbn Adiy (ö. 365): ‘Adevî’nin az miktarda hadis (rivâyet)’i vardır. İbn Mâce, ondan Cuma namazı hususunda bir tek hadis rivâyet etmiştir. Fakat İbn Mâce’de onun bundan başka hadisleri de vardır’ demiştir.”
Müellif devamla şöyle demektedir: “Buhârî, ‘(Abdullah b. Muhammed el-Adevî, münkerü’l-hadisdir), hadisinin mütâbî’i yoktur,’ derken Vekî’ İbn’i-Cerrah, ‘Adevî hadis uydururdu’ demiş, İbn Hibbân ise, ‘Adevînin rivâyet ettiği haberle ihticac edilmesi helâl değildir’ hükmünü vermiştir.” Dârakutnî: ‘Münkeru’l-hadisdir,’ demiştir. İbn Abdilber ise: ‘Hadis imamlarının tamâmı, bu hadisin, yani İbn Mâce’nin rivâyet ettiği Câbir hadisinin Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin uydurması olduğunu, kendisinin de muhaddisler arasında yalancılıkla damgalanmış bulunduğunu söylemektedirler’ demiştir.2562 İbn Hacer, Adevî hakkındaki bu kanaatini “Takrîb’üt-Tehzîb” adlı eserinde de tekrar etmiştir.2563
10- Nâsıruddin el-Albânî
Asrımızın büyük hadis âlimlerinden biri olan Nâsıruddin el-Albânî ise “İrvâu’l-Galîl” adlı meşhur eserinde Câbir hadisi ve râvîlerinden bahisle bütün itirazları kökünden halledecek şu açıklamaları kaydeder: “Bu hadisi İbn Mâce, Sünen’inde;2564 Ukaylî, ed-Duafâ’sında;2565 İbn Adiy, el-Kâmil fi’d-Duâfâ’sında;2566 Beyhâkî, es-Sünen’ül-Kübrâ’sında2567 ve Vahidî, Tefsîr’inde2568 Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî tarikiyle Velid b. Bükeyr Ebû Cünnâb’dan rivâyet etmişlerdir.”
Bu sened gerçekten çok zayıf bir seneddir ve kendisinde dört ayrı illet bulunmaktadır:
1- Birinci illet; Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ın zayıf olması,
2- İkinci illet; söz konusu şu Adevî’dir. Hâfız İbn Hacer; “Adevî metruk bir kimse olup Vekî’ İbn’l-Cerrah onu hadis uydurmakla itham etmiştir” der. Aynı
2560] Zehebî, el-Kâşif fî Ma'rifeti men Lehû Rivâyetun fi'1-Kütüb'is-Sitte, 2/I28
2561] Metruk: Yalancılıkla itham olunan kimselerin r4ayeti ile teferrüd ettiği, mâlum kaidelere muhâlif hadis olduğuna göre, râvîlerin cerhinde kullanılan Metrûkü’l-hadîs tâbirinin de hadîsi terkedilen râvîler için kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır. Buna göre mezkür tâbir, Kezzâb ve hadis vaz edici (hadis uydurucu) gibi cerhin en şiddetli mertebelerinden bir derece evvel gelir. ve müttehemün bi’l-kizb mertebesiyle aynı derecede yer alır. Geniş bilgi için Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 272-273
2562] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîb'üt-Tehzîb, 3/263-264
2563] İbn Hacer el-Askalânî, Takrîb'üt-Tehzîb, 1/448
2564] 1/343
2565] 2/298
2566] s. 215-216
2567] 3/171
2568] 4/142
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sebeple senedi, Beyhâkî de illetli saymış ve hadisi naklettikten sonra “Adevî münkeru’l-hadis”tir. Hadisinin mütâbî’i yoktur. Bunu Muhammed b. İsmail el-Buhârî söylemiştir” demektedir. Kezâ, Hâfız İbn Hacer, “et-Telhîs’ül-Habir”2569 adlı eserinde; “Adevî, ‘vâhiyü’l-hadis’tir”2570 gibi tâbirlerle aynı mertebede kullanılan bir terimdir. Hakkında bu tâbir kullanılan bir râvînin hadîsi denemek ve araştırmak için de olsa yazılmaz. Ona îtibar edilmez. Şâhid olarak da kullanılmaz2571 demiştir.
Bu hadisi başka bir tarîkle el-Bezzâr da rivâyet etmiş, fakat bunun senedinde de Ali b. Zeyd b. Cüd’ân bulunmaktadır. Dârakutnî; “Hadisin her iki tarîki de sâbit değildir, hadis olarak aslı yoktur,” demiştir. Hâfız İbn Hacer’in bahsettiği diğer rivâyet tarîkı biraz ileride gelecektir. Fakat Hâfız’ın bu ifadesi hadisin birinci tarîkında Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’ın bulunmadığı vehmini vermektedir. Hâlbuki hakîkat böyle değildir. Her iki senette de Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin ikisi de mevcuttur.
3- Üçüncü illet; senette bulunan Velid b. Bükeyr Ebû Cünnab’dır. Nevevî, et-Takrîb adlı eserinde Ebû Cünnâb “Leyyinü’l-hadisdir” demektedir.2572 Gerçekten bu hadisin senedinde de ihtilâf edilmiştir ki, bu da ayrı bir illettir.
4- Dördüncü illet de şudur: Hasan b. Hammad el-Kûfî şöyle demiştir: “Bize Abdullah b. Muhammed el-Adevî haber vererek dedi ki; ‘ben Ömer İbn Abdülazîz’i minber üzerinde şöyle derken işittim: Bize Ubâde b. Abdillah Talha b. Ubeydillah’ın şöyle dediğini haber verdi: Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim “Ben hayatta iken veya öldükten sunra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken, kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin...”2573
Bu hadisi el-Bâğandî (ö. 312) “Müsned-i Ömer İbn Abdilaziz”, Ebû Tâhir el-Enbârî “el-Meşîha” ve Ziyâü’l-Makdîsî de “el Muhtâre” adlı eserlerinde nakletmişlerdir. Bunların hepsi de onu Hasan b. Hammad kanalıyla Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den rivâyet etmişlerdir. Adı geçen bu Hasan b. Hammad sika’dır. Dolayısıyla onun bu rivâyeti muhâlifi olan Ebû Cünnâb’ın rivâyetinden öne geçirilmeye daha evlâdır. Bu hadis de Velid b. Bükeyr Ebû Cünnâb’ın Adevî’den rivâyet ettiği Câbir hadisi gibi iki ayrı senetle daha gelmiştir. Ki bu iki senette Adevî yoktur.
Bu hadisin birinci senedi şöyledir: Ferve, el-Hannât’tan; Hannât, Ebû Fâtıma’dan; Ebû Fâtıma, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan; Ali b. Zeyd b. Cüd’ân, Saîd b. Müseyyeb’den; o da Câbir b. Abdillah’tan mevzû-ı bahis olan hadisi rivâyet etmiştir. Bu haberi bu senetle Ziya el-Makdîsî, “el-Muhtâre” adh eserinde2574 nakletmiştir. İkinci senet ise şöyledir: Bakıyye b. Velîd, Hamzâ b. Hasan’dan; o
2569] 4/482
2570] Vâhiyülhadis: Hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan tâbirlerden biri olup "metrukü’l-hadîs" (hadisi terkedilen) ve kezzâb (hadis r4ayetinde yalancılığı meslek haline getiren
2571] Bk. Suyûtî, Tedrîb, s. 223; T.Koçyiğit, A. g. e, s. 501
2572] Leyyinü’l-hadîs: Râvîlerin çürük sayılmasında kullanılan tâbirlerin birinci mertebesinde yer alır. Hadisi metruk olmayıp denemek ve araştırılmak üzere yazılır, demektir. Bk. A. g. e., 248
2573] Bk. İbnu’l-Bâğandî, Müsned-i Ömer İbni Abdilazîz, s. 12; Ebû Tâhir el-Enbârî, el-Meşîha, 1/164; Ziyâü'l-Makdîsî, el- Muhtâre, 10/102-103; Abdü’bni Humeyd, el-Müntehâb, 2/124
2574] 10/101-7
CUM’A NAMAZI
- 581 -
da, Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan söz konusu haberi rivâyet etmiştir. Bu senedi ise Abdü’bnü Humeyd, “el-Müntehâb “adlı eserinde rivâyet etmiş,2575 ondan da İbn Asâkîr2576 nakletmiştir.
Bu iki senedin ikisi de zayıftır. Zira bu iki seneddeki râvîler -İbn Cüd’an ve Bakiyye hâriç- muhadissler arasında tanınmamaktadırlar, yani ikisi de meçhuldür. İbn Cüd’an ve Bakıyye ise zayıftırlar.
Hadisin Câbir b. Abdillah’tan gelen başka bir tarîkına daha rastladım. Ayrıca Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen başka bir senedini buldum. Bu tarîkına gelince, Nasr b. Hammâd vâsıtasıyla rivâyet edilmiştir. Nasr şöyle demiştir; “Bize Muhammed b. Mutarrif el-Gassânî, Zeyd b. Eslem’den; o da Câbir b. Abdillah’tan şöyle dediğini haber vermiştir: ‘Bize Peygamber (s.a.s.) hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu: ‘Ben hayatta iken veya öldükten sonra başında âdil veya zâlim bir imâmı (devlet başkanı) varken kim, Cuma namazını küçümseyerek veya hakkını inkâr ederek terkederse, Allah o kimsenin iki yakasını bir araya getirmesin...”
Bu senedi, Ziyaü’l-Makdîsî “el-Müntekâ min Mesmûâti bi-Merv” adlı eserinde nakletmiştir.2577
Bu senet de gerçekten çok zayıftır. Bunun musibeti de Nasr b. Hammad’dır. Zira Yahya b. Maîn: “Nasr Kezzâb’dır (yani hadis rivâyetinde yalancılığı meslek hâline getiren bir kimsedir.)” demiştir.2578
Nesâî: “Nasr, sika değildir”2579 derken İmam Müslim: Nasrr, Zâhibü’l-hadis’tir demiştir.2580 Salih Cezere ise: “Nasr bin Hammâd’ın hadisi yazılmaz” demiştir. Ahmed bin Hanbel de Yahya b. Maîn’den naklen “Kezzâb’dır”2581 hükmünü vermiştir.
Sanıyorum, Ukâylî birinci senedin akabinde, “Bu kelâm zayıflıkta buna benzer bir senedle başka bir yoldan daha rivâyet edilmişti2582 derken bu tarîka işaret etmiştir.
Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edilen şâhidine gelince, onun metni şöyledir: Rivâyete göre Ebû Saîd demiş ki: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) bize bir hutbe îrâd ederek şöyle buyurdu: “Allah, içinde bulunduğum bu senenin, bu ayının bu saatinde bu makamında kıyâmete kadar size Cuma namazını farz kıldı. Âdil veya zâlim bir İmamı olduğu halde özürsüz olarak her kim onu terkederse, o kimsenin
2575] 2/124
2576] 2/217-229
2577] Ziyaü'l-Makdîsî, el- Müntekâ min Mesmûâti bi-Merv, 1/50
2578] Kezzâb: Hadis rivâyetinde yalancılığı meslek haline getiren râvîler için kullanılır. Cerh lafızları arasında en kötü mertebeye delâlet eden tâbirlerden biridir. Mübâlâğa sığasıyla bir işin fâilini gösteren bu kelime, “çok yalancı” mânâsına gelir. Böylelerinin rivâyeti asla kabul edilmez. Bk. T. Koçyiğit, A. g. e., s. 230
2579] Sika Değildi: Bu tâbir, cerh tâbirlerinin en şiddetlilerinden olup bu vasfa sahip olan râvînin ve hadisinin terkedildiğine delâlet eder. Gerek adâlet gerekse zapt yönünden güvenilir olmayan kimseler hakkında kullanılır. Bk. T. Koçyiğit, A.g.e., s. 247
2580] Zâhibü'l-hadîs: Hadis râvîlerinin cerhinde kullanılan zâhibü’l-hadîs tâbiri, sâkıt (berbad) olan, hadisi hiçbir sûrette yazılmayan râvîlere delâlet eder. İbn Salah, İbn Ebi Hatim'e uyarak bu tâbirin dördüncü mertebede metrûkü'l-hadis ve kezzâb tabiriyle aynı mertebede olduğunu belirtmiştir. -Koçyiğit, A. g. e., s. 512-
2581] Bu konuda Bk. Zehebî, Mîzân'ül-İ'tidâl, 4/250-251
2582] Taberânî, Mıı'cem'ül-Evsât, 1/41-48; Nûreddîn el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâîd, 2/170-179
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iki yakası bir araya gelmez ve onun işinde bereket yoktur. Bilmiş olun ki, böylesinin ne namazı, ne haccı, ne zekâtı, ne de iyiliği kabul edilir.”
Bu haberi, Taberânî, “Mu’cemu’l-Evsât” adlı eserinde Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî tarîkıyla rivâyet etmiştir. Atiyye el-Bâhilî demiştir ki;” Bize Fudayl b. Merzuk, Atıyye’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bu hadisi haber verdi...” Taberâni şöyle diyor: “Bu haberi, Attıyye’den Fudayl’dan başkası, Fudayl’dan da Mûsâ’dan gayrisi rivâyet etmemiştir.”
Bu haberin senedi ise Atıyye ve Fudayl b. Merzuk sebebiyle zayıflığı müselsel (zincirleme olarak zayıf) bir senettir. Ben bu iki râvînin durumunu “Silsiletü’l-Ahâdîsi’d-Daîfe” adlı eserimde açıkladım.2583 Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî’ye gelince, bu zât meçhul bir râvî olup ben onu tanımıyorum. Bu hadisi el-Heysemî, “Mecmau’z-Zevâîd” adlı eserinde Taberî’den naklederek şöyle demiştir: “Bu haberi Taberânî, el-Evsat’ında rivâyet etmiştir. Senedinde Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî var ki, ben onun “terceme-i hâl”inden bahseden hiçbir kimse bulamadım. Geriye kalan râvîleri ise sika râvîlerdendir.”2584
Bu nasıl olur? Hâlbuki geriye kalan râvîleri arasında Fudayl b. Merzuk ve Atıyye el-Avfî bulunmaktadır. Ki Fudayl b. Merzuk hâl bakımından Atıyye’den daha fenadır.2585 Sonra, bu hadisin “Âdil veya zâlim bir İmamı olduğu halde” ifadesi dışında aynı lafızlarla Said b. Müseyyeb tarikıyla Câbir b. Abdullah’tan gelen başka bir senedini daha buldum. Bunu da Ebû Ya’lâ, Müsned’inde Fudayl b. Merzuk’tan nakletmiştir. Fudayl demiş ki; “Bana Velid b. Bükeyr Ebû Cünnâb, Muhamed b. Ali’den, o da Said İbn Müseyyeb’den bu şekilde haber verdi”.2586 Bu Velid daha önce sözü geçen ve zayıf bir kimse olan Ebû Cünnab değilse, ben onu tanımıyorum. Bu sebeple hadisin senedinde ıztırab vardır, (yani hadis muzdariptir). Zira söz konusu bu hadisi bâzan Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den, o da Ali b. Zeyd b. Cüd’an’dan, o da Said b. Müseyyeb’den rivâyet eder. Bâzan da Muhammed b. Ali’den, o da Said b. Müseyyeb’den rivâyet eder. Fakat râvisi Fudayl b. Merzuk, hâfıza cihetinden zayıftır. İbn Ebû Hatim bunu “el-İlel”inde2587 Velîd b. Bükeyr’den iki ayrı tarîkıyla da rivâyet ederek şöyle demiştir: “Babam, ‘bu, münker bir hadistir’ dedi. Ben babama: ‘Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin hâli nedir?’ diye sordum. Babam, ‘Meçhul bir şeyhdir. Kezzâb (hadis rivâyetinde yalanı meslek hâline getiren bir râvî)dir,’ cevabını verdi.2588
Câbir Hadisi ile İigili Diğer Görüşler
İbn Hacer “et-Telhîsu’l-Habir” adlı eserinde ve ondan naklen Şevkânî “Neylü’l-Evtâr”ında bu konuda şunları kaydeder: “Bu hadisi İbn Mâce rivâyet etmiştir. Senedinde Abdullah b. Muhammed el-Adevî vardır ki, o ‘Vâhiyü’l-hadistir’. Bu hadisi başka bir kanalla el-Bezzâr da Müsnedin’de rivâyet etmiştir. Fakat bunun senedinde de Ali b. Zeyd b. Cüd’ân vardır. Dârakutnî, ‘bu hadisin hiç bir senedi sahîh değildir,’ demektedir. İbn Abdilber ise, “bu haber ‘vâhiyü’l-isnâd’dır’
2583] Bk. Nâsıruddîn el-Albânî, Silsiletü'l-Ahâdîsi’d-Daîfe, 1/35
2584] Nûreddîn el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/170-179
2585] Bk. Nâsıruddin el-Albânî, A.g.e., 1/35-36
2586] Ebû Ya'lâ, Müsned, 2/107
2587] İbn Ebî Hatim, Kitâbü’l-İlel, 2/128-129
2588] Nâsıruddin el-Albânî, İrvâu'l-Ğalîl, 3/50-54
CUM’A NAMAZI
- 583 -
demiştir.2589
İbn Hacer el-Askalânî, “el-Kâfi’ş-Şâfî fî Tahrîc-i Ahâdîsi’-l-Keşşaf” adlı eserinde ise şöyle der: “Bu hadisi İbn Mâce, Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den rivâyet etmiştir. Vekî’ İbn Cerrâh’tan rivâyete göre Adevî hadis uydururdu. Ancak hadisin Ebû Ya’lâ’nın Müsnedinde Fudayl b. Merzuk tarîkıyla gelen başka bir senedi daha var ki bu senet hakkında biraz düşünmek gerekir! Ebû Ya’lâ demiştir ki, ‘bu haberi Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat’ında Mûsâ b. Atıyye el-Bâhilî, Fudayl b. Merzuk tarîkıyla Atıyye el-Avfî’den; o da Ebû Saîd’den rivâyet etmiş, aynı zamanda Yahya b. Habîb onu Mûsâ b. Atıyye’den tek başına nakletmiştir’ açıklamasını getirmiştir.” Bu haberi Es’ad b. Mûsâ ve Abdullah b. Salih el-Iclî, Fudayl b. Mezruk’tan, onlar da Velid b. Bükeyr’den, Velid, Abdullah b. Muhammed el-Adevî’den, o da Ali b. Zeyd b. Cüd’ân’dan, o da Said İbn Müseyyeb kanalıyla Câbir b. Abdillah’dan haber vermiştir. Şu halde haberin diğer bütün tarîkları Abdullah b. Muhammed el-Adevî’ye dönmüş oldu.2590
Hanefî ulemâsından Ziy’â’uddin Ebû Hafs el-Mevsılî (ö. 622) ise, mevzû (uydurma) hadisleri bir araya toplamak için kaleme aldığı “el-Muğnî an’il-Hıfz ve’1-Kitab bi-Kavlihim Lem Yesıhha Şey’un fî Hâze’l-Bâb” adlı eserinde2591 konumuz olan Câbir hadisini de zikrederek; “Bu konuda Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyet edilen hiçbir hadis sahih değildir” açıklamasını yapmıştır.
Buraya kadar yapılan incelemelerden de anlaşılacağı üzere, Hanefîlerin devlet başkanı şartını ileri sürerken dayandıkları Câbir hadisi, -Zafer Ahmed el-Osmânî et-Tahânevî gibi tarafgir ve mutaassıp âlimlerin yüzeysel inceleme ve iddialarının aksine -netice itibariyle Ali b. Zeyd b. Cüd’ân ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî etrafında toplanmakta olup bu râvîlerin her ikisi de hadis imamları tarafından mecruh addedilmişlerdir. Bilhassa Abdullah b. Muhammed el-Adevî hem kendi döneminde hem de müteâkib devirlerde yaşayan hadis otoritelerinin tamamı tarafından münker, metruk ve kezzâb sayılmış, yani mecruha çıkarılmış olup hakkında bir tek imâmın müsbet ifadesine rastlamak mümkün değildir. Nitekim İbn Abdilber: “Hadis imamlarının tamâmı, bu hadisin, yani İbn Mâce’nin rivâyet ettiği Câbir hadisinin Abdullah b. Muhammed el-Adevî’nin uydurması olduğunu, kendisinin de muhaddisler nazarında yalancılıkla damgalanmış bulunduğunu söylemektedirler”2592 diyerek Adevî’nin kimliğini ve hadisinin mâhiyetini itiraza mahal kalmayacak şekilde ortaya koymuştur. Böyle bir hadisle amel etmek başta Ebû Hanîfe’nin kendi usûlüne de aykındır. Zira o, bir hadisin delil olması için râvîsinin sika (güvenilir) ve adâlet sahibi olmasını şart koşmuştur.
Hadisin râvîleri sebebiyle asılsız olması bir yana, metninin muhtevâsı da asılsız olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü hadisde hacc’dan bahsedilmektedir. Hâlbuki hacc ibâdeti, her ne kadar câhiliyye devrinde müşrikler tarafından da biliniyor olsa bile, İslâmîyette Cuma namazının farz kılınışından çok sonraları meşrû kılınmıştır. Bir kavle göre hacc, hicretin altıncı senesinde,
2589] İbn Hacer el-Askalânî, et-Telhîsu’l-Habîr fî Tahrîci’r-Râfî'il-Kebîr, 4/486; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr Şerhu Müntekâ'l-Ahbâr min Ahâdîs-i Seyyidi’l-Ahyâr, 3/222
2590] İbn Hacer el-Askalânî, el-Kâfı'ş-Şâf fî Tahrîc-i Ahâdîs'il-Keşşaf. Adından da anlaşılacağı üzere bu eser, Zemahşerî'nin Keşşaf’ında geçen hadislerin asıllarını ortaya koymak için yazılmış olup Keşşaf ile birlikte basılıdır, 4/171
2591] Bk. varak, 4a
2592] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîb'üt-Tehzîb, 3/263-264
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meşhur olan diğer bir kavle göre de hicretin dokuzuncu yılında farz kılınmıştır. Cuma namazının farz olduğunu beyan eden âyet ise, hicretin hemen ilk günlerinde nâzil olmuştur. Cuma namazı Mekke’de iken Rasûlullah (s.a.s.) tarafından farz kılınmasına rağmen onun farziyyetini tasdik eden âyet ise hicretin hemen ilk günlerinde Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı ilk Cuma namazında meydana gelen bir olay üzerine nâzil olmuştur. Söz konusu Câbir hadisi Cuma namazının farz kılındığı târihi tesbit ederek söze başladığına göre, bu hâdisenin, ilgili âyetin inişini müteâkiben veya Rasûlullah (s.a.s.)’in Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Ranûna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları yurdunda kıldırdığı ilk Cuma namazının hutbesi esnasında meydana gelmiş olması gerekir. Her iki durumda da Peygamber’in (s.a.s.) bu açıklamasının(!) hacc ibâdetinin farz kılınmasından en olumlu yaklaşımla en az altı yıl önce vuku bulduğunu görüyoruz. Kezâ oruç ibâdeti de bizden önceki ümmetlere de farz kılınmış bir ibâdet olmakla birlikte, İslâm’da, hicretin ikinci yılında, yani Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye gelişinden bir buçuk yıl sonra Şaban ayının onuncu gününde farz kılınmıştır. Zekât ibâdetinde de durum böyledir. O da oruçtan önce olmak üzere hicretin ikinci yılında farz kılınmıştır.
Şu halde henüz ortada ne oruç, ne zekât ve ne de hacc ibâdeti yokken 2 ila 9 yıl aradan sonra meşrû kılınacak olan ibâdetlerden bahisle Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bilmiş olun ki böylesinin ne haccı, ne zekâtı ne de orucu kabul edilir...” buyurmuş olması garip değil midir?
Rasûlullah’ın (s.a.s.) henüz farz kılınmayan ve insanlar tarafından farziyyeti ve fazîleti bilinmeyen birtakım ibâdetlerden bahsedip, bunların kabul edilmeyeceği ihtarıyla sahâbeyi ve onların şahsında diğer insanları bu namaza teşvik etmesi mantıkla bağdaşır bir durum değildir. Hem bu husus, kelâmın belâğati ile bağdaşmayan bir şeydir. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.s.) insanların en fasih ve en beliğ konuşanıdır. Bunda hiç şüphe yoktur. Bir sözün belâğati ise, fesâhatiyle birlikte muktezâ-yı hâle (ortamın gerektirdiği duruma) uygunluğu ile bilinir.
Diğer bir husus da hadisin değişik yollarla gelen metinleri karşılaştırıldığı zaman, bir birinden farklı lafızlar ihtvâ ediyor olmasıdır. Meselâ, aynı hadisin, Ebû Ya’lâ’nın Müsned’inde2593 geçen metninde, “âdil veya zâlim bir imâmı varken...” ifadesi mevcut değildir. Bu da,- hadisi sahih saysak bile,- bu ifadenin metne ya sonradan sokulmuş olacağı ya da metin üzerinde tahrifat yapılmış olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Bütün bu hususlar, metin tenkidi açısından hadisin uydurma olduğu izlenimini veren veriler olarak değerlendirilir. Haddizatında hadis uydurma değil de sahih olsaydı, Mevsılî’nin onu mevzûatında zikretmesinde, İbn Hacer ve İbn Abdilber gibi büyük hadis hâfızlarının, “bütün hadis imamları onun uydurma olduğunu söylüyorlar” demelerinde ne gibi bir maksatları olabilirdi? Ömrünü hadis ilmine ve Peygamber’in (s.a.s.) hadislerini ezberlemeye vakfeden bu insanları, maksatlı olarak sahih bir hadise uydurma hükmünü vermiş olma ihtimâlinden tenzih ederiz.
Netîce itibariyle Hanefîlerin delil olarak ileri sürdükleri bu haber gerek senet, gerekse metin yönünden sahih değildir. Dolayısıyla böyle bir delile dayanılarak ileri sürülen hükmün de sahih olamayacağı âşikârdır. Zira daha önce de ifade edildiği gibi, ortaya konan hükmün sahihliği Hanefîlerin de kabul ettikleri
2593] 2/107
CUM’A NAMAZI
- 585 -
şekilde dayandığı delilin sahih olmasına bağlıdır. Delil sahih olmayınca ona bağlı olarak ileri sürülen hüküm de sahih olamaz. Bir şeye körü körüne saplanan “ve ben böyle diyorsam, bu böyledir” diyen inatçı câhil ve mutaassıp kimseden başkası bunu inkâr edemez.
Bir an için bütün bu verileri yok farzederek hadisin sahih olduğunu kabul etsek bile onda, Cuma namazını, devlet başkanı veya görevlendireceği nâibi kıldırırsa sahih, aksi halde geçersiz olacağını gösteren herhangi bir delil söz konusu değildir. Zira haberde Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için devlet başkanının şart olduğunu gösteren hiçbir ifâde yoktur. Aksine âdil olsun, zâlim olsun herhangi bir devlet başkanı (İmam) varken Cuma namazını terkeden kimse zemmedilmektedir. Sonra haberdeki İmam lafzıyla mutlak olarak devlet başkanı kastedildiği de tartışma götürür bir şeydir. Bu lafızla devlet başkanı kastedilmiş olabileceği gibi, namaz karînesiyle, bizzat namaz kıldırmakla görevli imam da kastedilmiş olabilir. Devlet başkanı kastedildiğini gösterecek herhangi bir karîne ise mücerret lafzın dışında mevcut değildir.
Burada herşeyden önce ısrarla üzerinde durulması gereken asıl önemli husus, Hanefîlere göre “haber-i âhad” tarikiyle gelen bir hadisle Kur’an’ın mutlak ve umûmî hükmünün tahsis edilip edilemeyeceği konusudur. Zira Hanefîler de dâhil yeryüzünde yaşamış ve yaşamakta olan ve de ilimden nasibi olan bütün insanların kabul ettiği gibi Kur’ân-ı Kerîm Cuma namazını kayıtsız şartsız ve mutlak olarak farz kılmaktadır. Hanefîler ise, Câbir hadisine dayanarak devlet başkanı şartını ileri sürmekle Kur’an’ın bu mutlak ve umûmî hükmünü devlet başkanıyla kayıtlamış ve bu namazı devlet başkanına tahsis etmiş oluyorlar.
Âşikârdır ki, Câbir hadisi (mevzû olmayıp sahih bile olsa), haber-i âhad tarikiyle gelmiştir. Meşhur veya mütevâtir değildir. Zâten öyle olsa, hiç bir âlim onu tartışma konusu yapamaz ve uydurma olduğunu söyleyemezdi. Dolayısıyla böyle bir hadisle gelen hüküm hanefî İmamlarına göre şart sayılamaz, onunla Kur’ân’ın hükmü tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Çünkü onlar, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmünü sübut ve delâlet yönünden kat’î, haber-i âhad’ı ise sübut bakımından zannî kabul ederler. Bu itibarla da cumhûr-ı ulemâya muhâlefet ederek böyle zannî olan bir şeyle, kat’î olan bir şeyin tahsis edilemeyeceği görüşünde şiddetle ısrar ederler. Onların usûlüne göre, Kur’ân’ın mutlak ve umûmî hükmü ancak Kur’ân’dan bir âyet yahut mütevâtir sünnet veyahut da meşhur bir haber gibi aynı kuvvette başka bir delille tahsis edilebilir. Çünkü onlara göre tahsis, beyan değil; âmm’ın ifade ettiği hükmün bir kısmıyla ameli iptal etmektir. Daha açık bir ifadeyle Kur’ân’ın hükmünü neshetmektir.2594
Nitekim daha önceleri de belirtildiği gibi hanefî imamlarının usûl kitapları bu kaide ile doludur. Meselâ, hanefî ulemâsından İmam Serahsî, “Usûlü’s-Serahsî” adlı meşhur eserinde bu hususla ilgili geniş açıklamalardan sonra şunları kaydeder: “Başlangıçta herhangi bir delille hususîliği sâbit olmayan âmm’ı (Kur’an’ın umûmî hükmünü), haber-i vâhid ve kıyas ile tahsis etmek câiz değildir”.2595
Şemsüddin et-Taftazanî ise, “et-Telvîh ale’t-Tavzîh” adlı eserinde bu hususla
2594] Bu konuda Bk. Şevkânî, İrşâdül-Fuhûl, S. 267-268; M. Ebû Zehra, Usûlü'1-Fıkh, s. 159; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz Fi Usûl'il-Fıkh, s. 318; Molla Hüsrev, Mir'âtü'1-Usûl fî Şerh-i Mirkâti'i-Vusûl, 1/353 Âmidî, el-İhkâm Fî Usûli'l-Ahkâm, 2/103
2595] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 1/133-142
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilgili olarak şöyle der: “Haber-i âhad ile Kur’ân nassı tahsis edilemez ve üzerine ziyâde yapılamaz. Haberi âhad Kur’an ile çeliştiği zaman, reddedilir. Zira kitap ondan önce gelir. Çünkü Kitap sübut bakımından kat’îdir ve nazmı mütevâtirdir. Metin ve senedinde şüphe yoktur. Haber-i âhad ise zannî olduğu için Kitabın dûn’unda (aşağısında)dır. Bu sebeple onunla Kur’ân’ın tahsis edilmesi câiz değildir. Zira tahsis tefsirdir. Bir şeyin tefsîri ise ancak kendisine denk veya daha üstün olan bir şeyle mümkün olur.2596
Azımâbâdî’nin beyanına göre Hanefîlere ait “Nûr’ul-Envâr” adlı eserde ise, bu hususta şu ifadelere yer verilmiştir: “Nesih, umumiliğini ve mutlaklığını iptal edip aslını bırakmak sûretiyle hükümde meydana getirilen bir vasıftır. Bu ise, nassa ziyade yapmak gibidir. Çünkü nassa ziyade yapmak bizce bir nesihden ibarettir. Ve bize göre mütevâtir ve meşhur haberden başkasıyla nesih yapılması câiz değildir.2597
Hanefîlerin bu husustaki sert tavırlarına, fürû’ ile ilgili kitaplarında da bol bol rastlamak mümkündür. Nitekim İmam Kâsânî “Bedâî” adlı eserinin Cuma namazı bahsinde, sahih sünnete dayanarak iki hutbe arasındaki oturuşu ve hutbede kıraati2598 şart sayan İmam Şâfiî’yi eleştirirken, mezhebinin bu husustaki tavrını şöyle açıklar: “Allah Teâlâ Cuma namazını, Kur’ân okumak ve iki hutbe arasında oturmaktan bağımsız ve mutlak olarak emretmiştir. Dolayısıyla bunlar âhad haberle şart sayılamaz. Zira bu durumda âhad haber, Kur’ân’ın hükmünü neshetmiş olur. Hâlbuki âhad haber’in Kur’an’ı neshetmesi mümkün değildir. O, ancak Kur’an’ı ikmal eder.2599
Daha önce de değindiğimiz gibi İmam Kâsânî, keşke aynı eleştiriyi kendi mezhebinin koyduğu şartlar için de yapıp “Allah, Cuma namazını devlet başkanı, şehir ya da köy ile kayıtlamaksızın mutlak olarak farz kılmıştır. O halde bu namazın mutlak olarak kayıtsız, şartsız kılınması gerekir” deme cesaretini gösterebilseydi, o zaman, kendisinin çağlar ve mezhepler üstü bu tarafsız kararını alkışlayabilirdik. Ama ne var ki, o bütün mükallid imamların yaptığını yaparak alışılagelen bir tarafgirlikle kendi mezhebini müdâfaa etme yolunu seçmiştir.
Hanefîlerin koyduğu bu kaideyi kendileri için işlettiğimiz zaman İmam Şâfiî kadar, kendilerinin de haksız olduğunu, esas aldıkları kaideyi kendilerinin çiğnediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira kendileri de âhad haberlere dayanarak Cuma namazının sahih olabilmesi için devlet başkanı ve şehir gibi şartları ileri sürerek Kur’an’ın bu husustaki hükmünü neshetmişlerdir. Kaldı ki onlar ne şehir ne de devlet başkanı şartını ileri sürerken İmam Şâfiî’nin dayandığı delil kadar sahih bir habere de dayanmıyorlar. Şâfiî’nin burada dayandığı deliller tevâtür derecesinde sahih iken Hanefîlerin devlet başkanı ve şehir şartını ileri sürerken dayandıkları deliller, ortaya koyduğumuz gerçekler ışığında da görüldüğü üzere tamamen asılsız veya en azından kendi usûl kaidelerine tahammül edebilecek güçte değildir.
Şimdi bir taraftan Peygamber’in (s.a.s.) sahihliği tartışmasız olan fiilî sünnetine dayanarak hutbede Kur’ân okunmasını ve iki hutbe arasında oturulmasını
2596] Şemsüddin et-Taftazânî, et-Telvîh ale't-Tavzîh, 1/41 vd.
2597] Şemsü'1-Hak Azımâbâdî, et-Tahkîkâtü'1-Ulâ, s. 35
2598] Kur’an’dan bir âyet okumayı
2599] Kâsânî, Bedâiu's-Sanâyî Fî Tertibi'ş-Şerâyî, 1/263
CUM’A NAMAZI
- 587 -
şart sayan İmam Şâfiî’ye “haber-i âhad ile sâbit olan bir şey şart sayılamaz, bu, Kur’ân’ın hükmünü neshetmek olur. Haber-i âhad’ın, Kur’ân’ın hükmünü neshetmesi ise, bize göre câiz değildir” diyerek karşı çıkıp onun bu ictihadını Kur’ân’m umûmî hükmünü neshetme sayacak ve bunun câiz olamayacağını söyleyeceksiniz, diğer taraftan siz, hadis olup olmadığı tartışmalı olan ve muhaddis ülemâ’nın uydurma olduğunu söylediği bir haberle Cuma namazının ancak devlet başkanı tarafından kıldırıldığı takdirde sahih ve mûteber olacağını söyleyecek ve bunu şart koşacaksınız! Bundan daha büyük bir çelişki olabilir mi? Fakat asıl çelişki ihtilâfa düştükleri meseleleri Kur’ân’a ve sünnete havâle etmesi gerektiğine inanan mü’minin, bu ihtilâflarını Kur’ân ve sünnete arz etmeden bir mezhebin, kendi usûlleri açısından dahi tutarsız olan böyle bir görüşüyle amel edip kat’î bir farzı terk etmeleridir. Hanefîler’in bu usulü, sahîhliği sâbit olan haber-i âhad ile ilgili olarak ortaya koydukları düşünüldüğü zaman çelişkinin boyutları daha da artmaktadır. Zira Câbir hadisi, şâyet uydurma değilse, asla sahih de değildir.
İzn-i Âmm (Genel İzin)
Genel izin (izn-i âmm) meselesi, “Zâhir’ür-rivâye” tâbir edilen mûteber görüşleri arasında bulunmadığından hanefî mezhebine göre mutlaka riâyet edilmesi gereken bir şart olmadığı gibi, cumhûr-ı ulemâya göre de şart değildir. O halde sadece devlet başkanın eşrâfıyla beraber kendi başına kılacağı namazın sahih olup olamayacağı ve câmi kapısının herkese açık olması ile ilgili olarak ileri sürüldüğünü gösteren ve Haber kaynaklarında geçen bazı zayıf ve münferit rivâyetleri bir kenara bırakacak olursak, iznü âmm meselesi hiçbir mezhebe göre Cuma namazının sıhhati hususunda belirleyici bir özelliğe sahip değildir. Buraya kadar ortaya koyduğumuz bütün belge ve hakikatler üst üste toplanınca, hiç bir kimsenin, Hanefîlerin İslâm devletiyle kayıtlı olarak ileri sürdükleri devlet başkanı ve genel izin gibi şartlardan yola çıkarak Cuma namazının bir devlet namazı, hutbesinin de siyâsî bir konuşma olduğu, bu münâsebetle İslâm devleti dışında kılınamayacağı görüşünden hareketle Curna namazını terketmesinin câiz olmadığı sonucuna varılır.2600
Cuma Namazı Etrafındaki Şüpheler
Dâru’I-Harpte Cuma Namazı
Hanefîler’in Bu Hususla ilgili Görüşleri:
Diğer mezhep imamlarının bu konuda herhangi bir sorunlarının bulunmadığını belgelerle ifade etmiş bulunuyoruz. Hanefîler’e gelince, bütün Hanefî âlimleri İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla İmam Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kabul etmelerine rağmen, İslâm devletinin fiilen ortadan kalktığı ve “Dâru’l-Harp Fıkhı“nın gündeme girdiği fitne zamanlarında Cuma namazının mûteber olabilmesi için devlet başkanı şartını aramayarak sair mezhep imamlarıyla aynı çizgide birleşmişlerdir. Aşağıda sunacağımız Hanefî âlimlerine ait görüşler dikkatle değerlendirildiğinde, tüm Hanefî âlim ve müctehidlerine göre devlet başkanı şartının sadece İslâm devletinin fiilen mevcut olduğu dönemlerle sınırlı bir şart sayıldığı ve “Dâr’ul-Harp”te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının kayıtsız şartsız kılınacağının “gâyet net” bir dille
2600] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ifade edildiği, diğer bir ifadeyle İmam Ebû Hanîfe’nin bu husustaki görüşünün diğer Hanefî âlimleri tarafından kabul görmediği açıkça müşâhede edilecektir.
Nitekim bizzat İmam Ebû Hanîfe’nin mektebinde yetişen ve bu mezhebe ait görüşlerin bir çoğunda imzası bulunan Hanefî müctehidlerden İmam Muhammed, Cumanın şartlarını sayarken bu hususta son derece temkinli davranarak şöyle demektedir: “Cuma namazının şartları; cemaat, hutbe ve vakittir. İkincisi ise, vali ve şehir olup bunlar ihtilâflıdır.2601
Kezâ İmam Serahsî’nin, (ö. 490) “el-Mebsût” adlı eserinde kaydettiğine göre, devlet başkanı veya devleti temsil eden vali bulunmadığı zaman, Cuma namazının kılınıp kılınamayacağı konusuyla ilgili olarak İbn Rüstem, İmam Muhammed’den naklen şöyle demiştir: “Şâyet Afrika valisi ölse, insanlar da herhangi bir kişinin arkasında toplansalar ve o da kendilerine Cuma namazını kıldırsa, onların bu namazı sahih ve mûteberdir. Zira Hz. Osman (r.a.) muhâsara edildiği zaman, insanlar Hz. Ali’nin (r.a.) arkasında toplanır o da onlara Cumayı kıldırırdı.2602
Hanefî ulemâsından Kâsânî ise, “el-Bedâî” adlı meşhur eserinde bu şartın sadece İslâm devletinde devlet başkanı ve nâibinin hazır bulunması haliyle sınırlı olup İslâm devlet başkanı ve nâibinin bulunmadığı fitne dönemlerinde bu şarta riâyet edilmeksizin Cuma namazının kılınacağını hiç bir te’vile imkân vermeyecek bir dille ifade ederek şöyle der: “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı, devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır. Ama fitne veya ölüm sebebiyle devlet başkanı olmadığı ve Cuma namazının vakti girinceye kadar henüz başka bir devlet başkanı da hazır bulunmadığı zaman; Kerhî: ‘İnsanların kendilerine Cuma namazını kıldırması için bir kişinin arkasında toplanıp Cuma namazını kılmalarında herhangi bir beis yoktur’ demiştir. Nitekim “El-Uyûn”da İmam Muhammed’den de bu şekilde söylediği rivâyet edilmiştir. Zira Hz. Osman’dan (r.a.) rivâyet edildiğine göre kendisi muhâsara edildiği zaman insanlar Hz. Ali’yi öne geçirmişler, o da onlara Cuma namazını kıldırmıştır.2603
Kâsânî’nin “Devlet başkanı veya nâibinin kıldırması şartı devlet başkanı veya nâibi mevcut olduğu zamandır.” ifâdesi istilâ, anarşî ve benzeri sebeplerle İslâmî otoritenin fiilen ortadan kaldırılması ve ülkenin dâru’l-harbe dönüşmesi hâlinde devlet başkanı şartının aranmayacağı konusunda son derece net bir ifadedir. Bu da gösteriyor ki Hanefîler bu şartı sadace İslâm devletinin mevcut olması haline bağlı olarak ortaya atmışlardır.
Hanefî ulemâsından devlet başkanı şartına sadece İslâm devletinde riâyet edileceğini söyleyenler yalnızca İmam Muhammed, İbn Rüstem, Kerhî, Serahsî ve Kâsânî ile sınırlı olmayip daha önce de belirttiğimiz gibi eski ve yeni bütün Hanefî ulemâsı bu görüştedirler.
Meselâ, meşhur Hanefî imamlarından İbn Nüceym, “el-Bahru’r-Râik” adlı eserinde bu hususta şunları kaydeder: “Şâyet hiçbir şekilde kadı veya ölmüş olan halîfenin yerine geçen halîfesi de yoksa, halk da bir kişinin Cuma
2601] Muhammed İbn Hasan eş-Şeybânî, Câmiu's-Sağîr, s. 111
2602] Serahsî, el-Mebsut, 2/34
2603] Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyî fî Tertîbi'ş-Şerâyî, 1/261
CUM’A NAMAZI
- 589 -
namazını kıldırmak üzere öne geçirilmesi üzerinde birleşecek olsalar, zarurî olarak câizdir.2604
Hanefîlerin son mûteber kaynağı olan İbn Âbidin’in “Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr” adlı eserinde ise konu ile ilgili olarak bütün tartışmaları kökünden halledecek şu nefis açıklamaya yer verilir: “Cuma namazı insanların en zâlimi olan Haccac zamanında bile kılınmaya devam etmiştir. Hâlbuki o, İslâmî hükümlerin tamamını tatbîk etmiyordu... Bu sebeple bir beldede vali vefat etse yahut herhangi bir fitne sebebiyle Cuma namazına gelemese ve Cuma namazını kıldırma yetkisine sahip olanlardan hiç birisi de bulunmasa, cemaat zaruri olarak aralarından kendilerine bir hatîp seçerler ve Cuma namazını kılarlar... Bu sûretle -kâfirlerin istila ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen- fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir, diyenlerin cahilliği ortaya çıkmıştır”.2605
İşte Hanefî ulemâsının ifadelerinden sadece işlerine geleni alıp hakikatleri gizleyerek ya da yeterli araştırmayı yapmadan Hanefîlere ait okuduğu sadece bir iki kitapta onların devlet başkanı şartına ilişkin ifadelerine rastladığında sonunun nasıl biteceğini beklemeden bu ifadelere sarılarak devlet başkanını Cuma namazının “olmazsa olmazı” gibi gösteren ve “kraldan çok kralcı”’ kesilenlere İbn Abidin gereken cevabı burada uygun bir dille vermiş oluyor. Bu cevabın üstüne onlara söylenecek her sözün zâid olduğunu düşünüyoruz.
İbn Abidin’in sözünü ettiği Haccac sadece zâlimliği ile tanınan bir kimse değlidir. Cumhûr-ı ulemâ onun küfrüne bile kail olmuştur. Nitekim İmam Nevevî bu hususta şunları kaydeder: Cumhûr-ı ulemânın deliline gelince şudur: “Sahâbe ve Tâbiûn’dan büyük bir cemaatin Haccac’a karşı kıyam etmeleri sadece fâsık ve zâlim olduğundan ötürü değil, bilakis Haccac’ın şeriatın ahkâmını değiştirmesi ve küfrünün ortaya çıkmış olması sebebiyledir.”2606
Demek oluyor ki Sahâbe ve Tâbiûn’dan büyük bir cemaat, Haccac’ı tekfir ederek ona karşı kıyam etmelerine rağmen Mekke’de onun zamanında, hatta onun arkasında bile diğer insanlar Cuma namazı kılabiliyorlardı. Elbette biz bununla kâfirin arkasında Cuma kılınacağını söylemek maksadını taşımıyor, sadece iki olayı birbirine bağlayarak hayretimizi ifade etmek ve bu arada kâfirlerin hâkimiyyeti altında dahi Cuma kılınacağı görüşümüzü tekrar etmek istiyoruz.
Devlet başkanının bulunup bulunmamasına bakılmaksızın Cuma namazının kılınacağı hususunda çağdaş Hanefî ulemâsından meşhur fakîh ve müfessir Vehbe Zühaylî de şunları kaydeder: “İmam’ın izni ve kendisi olmadan Cuma kılmak sahih ve mûteberdir. Zira Hz. Osman’ın Kûfe Valisi Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt bir gün Cuma namazını kıldırmaya gelmemişti. Bunun üzerine İbn Mes’ûd onun izni olmadan sahabîlerin de hazır bulunduğu cemaate Cuma namazını kıldırmıştır.2607
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. O da, Mekke fethinde müslüman olup serbest bırakılan esirlerden (Tulakâ’dan) biri olan bu vali’nin Hücurât Sûresinin 9. âyetiyle Allah tarafından fâsıklığının tescil edilmiş
2604] İbn Nüceym, Bahru’r-Râîk, 2/155
2605] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'I-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr'il-Ebsâr, 2/138
2606] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 12/471; Ömer Abdurrahman, Esnâfu'l-Hükkâm ve Ahkâmuhum, s. 29
2607] Vehbe Zühaylî, et-Tefsîru'l-Münîr, 28/208 Vehbe Zühaylî, et-Tefsîru'l-Münîr, 28/208
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasıdır. Kezâ Hz. Osman zamanında Mekke valisi olan bu Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt’in bir özelliği de müslüman olduktan sonra bile “Şâribü’1-leyl ve’n-nehâr “ (gece gündüz içki içen) bir kimse olarak meşhur olmasıdır. Nitekim rivâyete göre bu şahıs sarhoş olarak bir sabah namazını kıldırmaya gitmiş ve iki yerine dört rekât kıldırdıktan sonra cemaate dönüp alay edercesine; “daha artırayım mı?” diye sormuştur. Hz. Osman bu suçundan dolayı onu görevinden azledip Hz. Ali’nin emri ile ona hadd-i şürb (içki cezası) uygulamıştır.2608
Sanırız sahâbîlere imam olup Cuma ve diğer namazları kıldıran bu iki validen, iyi-kötü demeden istisnâsız bütün imamların arkasında Cuma ve beş vakit namazı kılmayan mü’minlerin çıkaracağı bir ders vardır herhalde.
Vehbe Zuhaylî, devlet başkanı ve izni olmaksızın Cuma kılınacağı görüşüne delil getirerek devamla şöyle der: “Aynı şekilde Hz. Osman âsîler tarafından muhâsara edilince Cuma namazını sahâbeye Hz. Ali kıldırmış, fakat Hz. Ali’nin Hz. Osman’dan izin aldığı rivâyet edilmemiştir. Kezâ Medine valisi Saîd İbn’l-Âs Medine’den dışarı çıktığı zaman herhangi bir izin isteme söz konusu olmadan insanlara Cuma namazını Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’nin kıldırdığı rivâyet edilmektedir.2609
Nihâyet en mutaassıp Hanefî âlimlerinden biri sayılan ve sırf Hanefî mezhebinin görüşlerini müdafaa etmek için kaleme aldığı söylenilen ve Hanefîlerin delil olarak kullandıkları en zayıf hadisleri dahi bin dereden bir su getirerek sahih göstermeye çalışan et-Tahânevî bile, “İ’lâmü’s-Sünen” adlı eserinde devlet başkanından izin alma imkânı bulunmadığı zaman Cuma namazının kılınacağı görüşünü müdâfaa ederek şöyle der: “Biz deriz ki; devlet başkanının iznine başvurmak mümkün olmadığı zaman, insanların bir araya gelerek kendilerine Cuma kıldıracak bir kimseyi öne geçirmeleri ve Cuma namazını kılmaları câizdir. Bunu Aynî Umdetü’l-Kaarî’de beyan etmiştir.2610
Görüldüğü gibi İmam Muhammed ile beraber burada görüşlerini sunduğumuz ve hatta imkânsız olması sebebiyle görüşlerini sunamadığımız bütün Hanefî ulemâsı aslında mezheplerinin bu husustaki kanaatlerini savunmakla beraber, müslümanların halîfeli toplumdan mahrum edildikleri fitne zamanında ve kâfirlerin istîlâsı altındaki “Dâru’l-Harp”te bu şarta bakılmaksızın Cuma namazının mutlak sûrette kılınacağını belirterek, sonuçta Cuma namazında devleti ve devlet başkanını şart saymayan cumhur-ı ulemâ ile aynı noktada birleşmektedirler. Altını çizerek ifade etmek gerekirse, İslâm devletinin dışında ve dâru’l-harpte Cuma kılınmaz diyen bir tek Hanefî âlimine rastlamak mümkün değildir. Bu da Hanefî mezhebinin bu şartı ileri sürerken günümüzde bazı marjinal grupların anladığı ya da anlamak istedikleri şekilde Cuma namazının bir devlet namazı veya bazılarının uyduruk tabiriyle “kendisinde devletin temsil edildiği resmî bir toplantı namazı(!)” olarak görmediklerini isbâta kâfidir.
Zira bu şart, Hanefîlerce hangi şartlar altında olursa olsun, mutlaka uyulması gereken bir ilke telâkkî edilseydi, bu Hanefî imamları yukarıdaki ifadeleri serdetmezlerdi. Onlar bunu söylerken mezheplerinin görüşlerine muhâlefet ettikleri zannedilmesin. Bilakis bunlar, mezheplerinin bu husustaki görüşlerini şiddetle
2608] İbn'1-Esîr, el-Kâmil fî't-Târîh, 3/107; İbn Kesîr, el-Bidâye Ve'n-Nihâye, 7/208
2609] Vehbe Zühaylî, A. g. e, 28/208
2610] Zafer Ahmed el-Usmânî, et-Tahânevî, İ'lâü’s-Sünen, 8/39; Aynî, Umdetü'l-Kaarî bi Şerhi Sahîh'il-Buhârî, 3/368
CUM’A NAMAZI
- 591 -
müdâfa eden âlimlerdir. O halde Hanefî mezhebinin arkasına sığınarak kraldan çok kralcı olmaya gerek yoktur. Aksi halde Cuma namazını bir devlet namazı gibi gösterip bu konuda bütün kapıları ilâ nihâye kapatarak bu işin sorumluluğunu üzerine alan taklitçi ilim erbabı ve bazı sorumsuz yarı aydın tipler, müslümanlara böylesine büyük bir ibâdeti terk ettirmenin hesabını Allah’a veremezler. Çünkü âyet-i kerîme sultanın gerektiğine değil; gerekmediğine delildir. Tahânevî’nin de ifade ettiği gibi, “Aslolan aksine bir delil bulununcaya kadar öğle ile Cumanın müsâvî oluşudur. Çünkü Cuma namazı öğle namazından bedeldir. Bu, üzerinde ittifak olunan bir şeydir.”2611
Cuma namazının İslâm devlet başkanıyla kaim olmadığını ve devlet başkanı kıldırmadığı veya İslâm devleti olmadığı zaman terkedilemeyeceğini teyit eden hususlardan biri de hacc ve zekât ibâdetinin İslâm’daki konumudur. Bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a.s.) ve Râşit Halîfelerinin tamamı her yıl hacc mevsiminde Müslümanların haccını rahatça îfâ edebilmeleri amacıyla düzen ve disiplini sağlamak için hacc emîri tâyin ederlerdi. Bu vazîfe İslâm tarihi boyunca aksatılmadan yürütülmüş ve ilgili ülkelerce lâyık olduğu şekilde olmasa bile, bugün de aynen yürütülmektedir. Bu uygulamaya bakarak hiçbir âlim ve hiçbir mezhep imamı bunu haccın şartları ve farzları arasında saymamış ve bu şekilde hacc emîri tâyin edilmezse, haccın terk edileceğini ileri sürmemiştir. Dolayısıyla ihram, Arafat (vakfe) ve tavaf şartlarını yerine getiren her müslüman dört mezhebin dördüne göre de hacı olmuş ve bu vazifeleri yerine getirenler hacc sorumluluğundan kurtulmuş olurlar. Hacc emîrinin bulunup bulunmaması hacıların haccının mûteber olup olmamasına tesir etmez. Fakat ilgili devlet hacc emîri tayin etmez ve bundan dolayı anarşi veya izdiham sebebiyle can güvenliği tehlikeye düşerse, hacılar bu görevi yerine getiremeyip geri döndüklerinde ikinci sene yahut ölünceye kadar hacca gitme imkânı bulamazlarsa, bundan dolayı sorumlu tutulmazlar. Çünkü can emniyetinin ortadan kalkıp hayatî tehlikenin devreye girmesi haccın te’hîri için, şâri’ tarafından bir mâzeret sayılmıştır. Fakat devletin hacc emîri tâyin etmesi, haccın farziyyeti için şart sayılmamıştır.
Bundan daha önemlisi zekât ibâdetinin îfâ şeklidir. Allah Teâlâ edâ cihetinden ferdi muhâtap alırken, zekâtın toplanması ve sahiplerine ulaştırılmasından İslâm devletini sorumlu tutmuş ve bunu devletin temel görevleri arasında saymıştır. Nitekim bu hususu beyan etmek üzere Allah Teâlâ: “Zekâtlar Allah tarafından bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara... zekât toplamak için görevli memurlara (âmillere)... verilir.”2612 buyurmuştur. Bu âyet, zekâtları toplama vazifesinin imâm’a (devlet başkanına) tevdî edildiği hususunda kesin bir nastır. Nitekim Hanefî ulemâsından Cassâs Ahkâmü’l-Kur’ân adlı eserinde bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Bu âyet, zekâtları toplamanın İmama ait olduğuna ve mâşiye (koyun, keçi ve sığır gibi hayvan) sahibinin zekâtını kendi başına fukaraya vermesinin kâfî olamayacağına delâlet eder. Şâyet mal sahibi zekâtını kendi başına fukaraya verecek olursa, İmam ikinci kez zekâtını alır ve önceden verdiğini, zekâtına mahsub etmez. Zira mal sahiplerinin mallarının zekâtlarını kendi başlarına fukaraya vermeleri câiz olsaydı, onları almak için âmil’e (zekât memuruna) ihtiyaç olmaz, fakirler ve yoksullar da bundan zarar görürdü. Dolayısıyla bu âyet, zekâtı almanın İmama (devlet başkanına) ait olduğuna ve mal sahibinin onu kendi başına
2611] Tahânevî, İ'lâü's-Sünen, 7/8
2612] 9/Tevbe, 60
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fukaraya vermesinin câiz olmayacağına delildir.2613
Diğer bir âyette ise; “Onların mallarından bir zekât al ki bununla hem onları temizlemiş, hem de mallarına bereket vermiş olasın.”2614 buyurulmuştur. Cassâs bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak da şöyle der: “Bu âyet-i kerîme, sadakaları almanın İmama ait olduğuna ve zekât vermekle mükellef olan kimsenin zekâtını fakir ve miskinlere kendi başına verdiği zaman İmamın zekâtı alma hakkı kaim olduğu için kifâyet etmeyeceğine delâlet eder. Bu sebeple (mal sahibi böyle yaptığı takdirde kendisinden) zekât farizasının sâkıt olmasına imkân yoktur.2615
Nitekim Rasûlullah’ın (s.a.s.) zekâtın farz kılınmasından itibaren tüm hayatı boyunca bu husustaki uygulamaları âyetin hükmünü beyan ve bu görevin İmama ait olduğuna dâir açıklamaların haklılığını teyit etmektedir. Bilindiği üzere Rasûlullah (s.a.s.) gerek emvâl-i zâhire ve gerekse emvâl-i bâtınenin zekâtlarını tahsil için zekât memurları (âmiller) tâyin ederdi. Ve onlara hayvanların zekâtını mer’âlarda ve sular üzerinde, hububat ve meyvelerin zekâtını da bizzat kendi mahallerinde almalarını emrederdi. Hattâ Rasûlullah (s.a.s.) zekât mevsiminde zekâtlarını toplayıp getirmek isteyen Sakîf kabilesinin heyetine, mallarını taplayıp getirmemelerini, zekât memurlarının gelip yerlerinde toplayacağını şart koşmuştur.2616
Bu da gösteriyor ki mükellef, hayvanların, meyve ve hububatın zekâtını İmamın tâyin ettiği âmile bile getirmekle mükellef olmayıp, bilakis âmil suların başlarını ve hayvanların bulunması muhtemel olan yerleri dolaşıp sadakalarını kendilerinden teslim alacaktır. Emvâl-i bâtınenin zekâtı hem Peygamber (s.a.s.), hem de Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.a.) zamanlarında bunlara götürülüp teslim edilirdi. Hz. Osman’ın hilâfeti zamanında emvâl-i bâtınenin zekâtlarının tahsilinde görülen müşkilâta binâen bunlar mükelleflerin kendilerine bırakılarak yalnız emvâl-i zâhirenin zekâtlarına âmil tayin edilmekle iktifa olunmaya başlandı.2617
İmam Kurtûbî, bu hususla ilgili olarak şöyle der: “Bu uygulamanın sadece Peygamber’in şahsına münhasır bir uygulama olduğunu söyleyecek zındıkların sözlerine îtibar edilmez. Zira öyle olsaydı, Râşit Halîfeler bu uygulamayı zorunlu görmez, hatta Ebû Bekr (r.a.) kendisine zekâtı vermek istemeyenlere savaş ilan etmezdi. Nihâyet Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatıyla zekât farizası ortadan kalkardı. Hâlbuki bu emir bütün ümmete tevcih edilmiştir.2618
Said Havva da bu hususa temas ederek şöyle demektedir: “Allah’ın buradaki hitabı hem Peygamber (s.a.s.)’e, hem de ondan sonra İslâm devletinin başına geçecek bütün yetkililere yöneliktir. Vermesi gerekenlerden zekâtı alıp verilmesi gereken yerlere dağıtmayan devlet, İslâm devleti olamaz. Başka bir deyimle zekâtla ilgili görevlerini yerine getirmeyen devlete asla “İslâm Devleti” sıfatı yakıştırılamaz. Fakat bunun böyle olması, müslüman devlet bulunmadığı takdirde müslüman zenginlerin zekât vermekle yükümlü olmadıkları anlamına gelmez. Tersine, nisap miktarında malı olan her müslüman, malının zekâtını, onu hak
2613] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'an, 3/123
2614] 9/Tevbe, 103
2615] Cassâs, A. g. e. 3/155
2616] Cassâs, A. g. e., 3/128; E. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 4/2613
2617] Kâsânî, Bedâî, 2/35
2618] Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur'ân, 8/244
CUM’A NAMAZI
- 593 -
edenlere vermesi gerekir.”2619
Görüldüğü üzere zekâtın İslâm devletine havâle edilmiş bir vazife olduğu Kur’ân, sünnet ve Râşit Halifelerin uygulamaları ile sâbit olan tartışmasız bir şeydir. Hal böyle olmakla birlikte, ne geçmişte, ne zamanımızda hiçbir İslâm âlîmi çıkıp “İslâm devleti toplayıp dağıtmadığı zaman zekât farz olmaktan çıkar, artık zekât vermek gerekmez” diye bir hüküm beyan etmemiştir. Edemez de! Zira İslâm devleti, zekâtın farz olmasının bir illeti değil ki o ortadan kalkınca zekât da ortadan kalkmış olsun. İslâm devleti sadece bu vazifenin ifâsını takip etmek ve onu toplayıp uygun olan yerlere lâyık-ı veçhiyle dağıtmaktan sorumludur. İslâm devleti varsa, bu görevi yerine getirir; şâyet yoksa, fertler bu görevi kendileri îfâ ederler. Şu halde hakkında Kur’ân, sünnet ve ümmetin icmâından ibaret bu kadar açık ve kuvvetli deliller varken zekât farizası sâkıt olmuyor da, hakkında hiçbir delil bulunmamasına rağmen, Cuma namazının devlete ait bir farz; hatta devlet namazı olduğu nasıl ispat edilebiliyor? Kaldı ki Hanefîlerin dışında kalan bütün müçtehidler, Cuma namazının devlet başkanıyla alâkalandırılması hususunda onların karşısında yer almışlardır. Bunu isnat edecek kadar sahih bir delil bulunsaydı, Ebû Hanîfe’nin çağdaşı olan ve ondan sonra gelen müctehid ulemânın bu delili görmezlikten gelerek ona karşı tavır almada hangi maksatları olabilirdi?
Hz. Osman muhâsara edildiği zaman halka Cuma namazını kıldıracak imam arayan şahsa, “Sen öne geç ve insanlara namazı kıldır. Çünkü Cuma namazı farz-ı ayn olan ibâdetlerdendir. Tıpkı öğle namazında olduğu gibi, onun için de imamın izni şart değildir. Zira o da diğer namazlara benzer”2620 diyen İbn Ömer’in, kezâ Hz. Osman evinde mahsur tutulduğu ve kendisinden izin alınmadığı halde müteaddit defalar Cuma kılan sahâbenin bu uygulamaları ne ile izah olunabilir?
Halîfe Hz. Osman’ın isyancılar tarafından muhâsara altına alınması ve kırk gün süreyle evinde mahkûm edilmesi, müslümanların lidersiz ve devletsiz kalması değilse başka nedir? Bütün ulemâ bu devreyi İslâm’da meydana gelen ilk fitne dönemi, hem de “fitnet’ül-kübrâ ; en büyük fitne” olarak adlandırmıyor mu? Hal böyle iken muhâsaranın devam ettiği kırk gün boyunca bütün sahâbîlerin, istisnâsız bütün Cuma namazlarını ve o günlere isâbet eden Kurban bayramı namazını, muhtelif sahâbîlerin arkasında ve kimseden izin almadan kılmaları, onların Cuma namazı için devlet başkanının şart olmadığında ittifak etmiş olmaları anlamına gelmez mi? Kur’ân ve sünnette böyle bir imâ dahi olsaydı, bunu en iyi bilenlerin sahâbîler olması, dolayısıyla da bu fitne ortamında Cuma namazlarını terketmeleri gerekmez miydi? Hâlbuki halîfeye danışılmadığı ve izinine ihtiyaç duyulmadığı halde kılınan bu Cuma namazlarına devletin başkanı olan Hz. Osman dâhil hiç bir kimse itiraz etmemiştir. Bunun tek istisnâsı vardır; o da Ubeydullah b. Adiy’dir. Hz. Osman (r.a.)’ın yakın akrabası olan bu şahıs da Mısırlı “bâğîlerin” reislerinden olan Kinâne’nin arkasında Cuma namazını kıldığı halde sonradan Hz. Osman’a, “namazı fitne imamı kıldırıyor. Bu da bizim zorumuza gidiyor” diyerek serzenişte bulunmuş, fakat Hz. Osman da kendisine; “Namaz insanların edâ ettikleri amellerin en güzelidir. İnsanlar onu güzelce edâ ediyorlarsa, sen de onlarla beraber güzelce edâ et. Kötü yapıyorlarsa
2619] Said Havva, İslâm’ın Rükünleri, 1/71
2620] İbn Kudame, el-Muğnî, 2/174
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kötülüklerine katılma”2621 diyerek Cuma kılanları tasvîb etmiş, netîcede onun endişesi de ortadan kalkmıştır. Böylece ashâb arasında bu hususta icmâ hasıl olmuştur. Daha önce gördüğümüz gibi “Dâr’ul-harpte” bile olsa Cumanın kılınacağını söyleyen Hanefî âlimleri de sahâbenin bu uygulamasına dayanmışlardı. Dolayısıyla ashâbın bu uygulamasının sıhhati konusunda herhagi bir ihtilâf yahut şüphe sözkonusu değildir. Bu da Hanefî’lerin bu husustaki görüşlerinin ne derece isâbetli olduğunun açık delilidir!
Eğer Allah ve Rasûlü’nden sonra bir insan taklit edilecekse buna en lâyık olanlar Allah Rasûlü’nün ashâbıdır. Ashâb ise görüldüğü gibi böyle bir şart aramamışlardır.
Netice olarak; müslümanlara yakışan, zayıf delillere dayanan bir kısım görüşlere taassup derecesinde sarılmak yerine, daha kuvvetli delillere dayanan cumhûr-ı ulemânın görüşlerine uymak ve Cuma namazı gibi son derece mühim bir ibâdeti terk etmemektir. Hanefîlerin de itiraf ettikleri gibi, Allah Teâlâ bu namazı kayıt ve şarta bağlamaksızın mutlak olarak emretmiştir. Öyleyse aslına uygun olarak kayıt ve şarta bağlanmaksızın mutlak olarak edâ edilmesi gerekir. Kaldı ki Hanefî ulemâsına göre devlet başkanı meselesi, Cuma namazının “olmazsa olmaz”ı gibi gözükmüyor. Belki Cuma namazını kıldırmak herkesten önce devlet başkanına ait bir vazife sayılıyor, ki doğru olanı da budur. Zira İslâm’da, sadece Cuma namazları değil bütün namazları kıldırmak öncelikle devlet başkanına ve sırasıyla diğer idarecilere ait bir vazifedir. Dolayısıyla bir yerde İslâm devlet başkanı veya onu temsil eden vali, emniyet müdürü, kadı ve benzeri gibi diğer yetkililer varken, namazlarda başkasının öne geçmesi doğru değildir. Böyle bir hareket vazife alıp verme konusundaki İslâm’ın edep kaidesine aykırıdır. Zira bir kimseye, hükümranlık sahasına giren yerlerde başkasının imamlık yapması, kendisinin izin vermesi dışında şer’an kerih görülmüştür. Bu, devlet başkanı için geçerli olduğu gibi, idareciler dışında herhangi bir kimse için de aynen geçerlidir. Hatta herhangi bir evde misafir olarak bulunan bir kimsenin, ev sahibinin izni olmadıkça ona imamlık etmesi bile şer’an mekruh sayılmıştır. Zira Rasûlullah (s.a.s.), “Bir kimseye, kendisinin izniyle olmadıkça evinde ve hükümranlık alanına giren yerlerde imam olunmaz ve döşeğine oturulmaz.”2622 buyurmuştur. Görüldüğü üzere bu hadiste hem bir edeb kaidesi belirlenmekte, hem de vazife alıp vermede kimlerin öncelik hakkına sahip olacağına işaret edilmektedir. Buna göre devlet başkanı devlet sınırları içerisinde, ev sahibi de kendi evinde namaz kıldırma hakkına başkalarından daha fazla lâyıktır. Diğer taraftan müslümanlara imam olup namazları kıldırmak devlet başkanının meşrûiyetinin bir sebebidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) ashâbıyla aralarında geçen ve ikinci, şıkkıyla müslümanların bugününü tarif eden bir konuşmasında bu hususun altını çizerek şöyle buyurmuşlardır: “Devlet başkanlarınızın en hayırlıları sizin kendilerini sevdikleriniz ve onların da sizleri sevenleridir; sizin kendilerine duâ ettikleriniz ve onların da sizlere duâ edenleridir. Devlet başkanlarınızın en kötüleri de sizin kendilerine buğzettikleriniz ve onların da size buğzedip düşmanlık besleyenleridir; sizin kendilerine lânet ettikleriniz ve onların da size lânet edenleridir.” ‘Yâ Rasûlallah, onlarla kılıçlarımızla savaşmayalım mı?’ diye sorulunca; Rasûlullah (s.a.s.): “Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe hayır!”
2621] İbn Kudâme el-Makdîsî, Şerhu'I-Kebir, 2/188; İbn Kudâme,'el-Muğnî, 2/173-174
2622] İbn Hibban, Sahib-u İbn Hibban, I. Baskı, 1971, Medine, Mektebetu’s-s Selefîyye neşri, 3/447; Humeydi, Müsnedu’l-Humeydi, 1/217; Ebû Dâvud, Sünen, 1/159
CUM’A NAMAZI
- 595 -
buyurmuşlar.2623
Görüldüğü üzere hadiste, sadece Cuma namazı değil, bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi, hatta müslümanların lideri olma vasfının bir şartı sayılmaktadır. Ama bu, devlet başkanı yoksa beş vakit namazın kılınamayacağı anlamına gelmez. Bunun anlamı, devlet başkanı İslâm’ın kendisine yüklediği diğer vazifelerle birlikte nihâyet bu vazifeyi de yapmadığı zaman müslümanların lideri olma vasfını kaybeder, demektir. Yoksa bu vazife, onu yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkar, demek değildir. Şu halde tıpkı beş vakit namazı kıldırmak devlet başkanını müslümanların meşrû lideri yapacak önemli bir sıfat olduğu gibi, Cuma namazını kıldırmak da devlet başkanını müsîümanların meşrû lideri yapacak önemli bir vazifedir. Ama bu vazîfeyi devlet başkanı yapmadığında beş vakit namazın farziyyeti ortadan kalkmadığı gibi Cuma namazının farziyyeti de ortadan kalkmaz. Çünkü bir vazîfe, o vazifeyi yerine getiren olmadığı için vazîfe olmaktan çıkmaz. Sadece vazîfeyi yapmakla sorumlu olanların nâkısasını ortaya koyar.
Kûfeliler’in Mektubu ve siyâsî Tavırla Cuma Kılmama Meselesi
Cuma namazıyla ilgili olarak burada üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri de bazı müslümanların yarım anlayıp tüm söylemek sûretiyle çarpıttıkları ve dillerine pelesenk ettikleri, Kûfeli bir grup insanın Hz. Hüseyin’e yazdıkları ve içerisindekine kendilerinin de inanmadıkları mektup meselesidir.
İslâm tarihiyle ilgili kaynakların beyanına göre, Kûfe halkı Muâviye’nin ölüm haberini aldıkları zaman, Iraklı’lar Yezid’e bey’at etmekle meşguldüler. Hz. Hüseyin ile Abdullah İbn Zübeyr ise, Yezid’e bey’at etmeyerek Mekke’ye sığınmışlardı. Ekserisi Yemenli olan Kûfeli Hz. Ali taraftarları (Şia’sı) bu olayı öğrenince, Emevî iktidarına karşı olan direnişlerini yeniden canlandırmak arzusuyla Süleyman b. Surad’ın evinde toplanarak aralarında Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye davet etme meselesini müzâkere ettiler ve neticede bir mektup yazarak Hz. Hüseyin’e gönderdiler. Hicrî 10 Ramazan 60 tarihinde Süleyman b. Surad tarafından Hz. Hüseyin’e iletilen bu mektup son derece câzip ve önemli tekliflerle doluydu.
Her zaman değişebilen politikalarıyla meşhur olan Kûfeliler, bundan sonra da birbirini takip eden müteaddit mektuplarla Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırdılar ve geldiği taktirde başlarında bulunan Yezid’in Kûfe Valisi Numan b. Beşir’i Kûfe’den çıkarıp Şam’a süreceklerine dair bol keseden birtakım vaatlerde bulunarak gönlünü fethetmeye çalıştılar. Şüphesiz bu mektupların burada bizi ilgilendiren tarafı Kûfeliler’in Hz. Hüseyin’i iknâ etmek için bütün bu mektuplarda ona neler vaadedip etmedikleri değil, bazılarının içerisinde Cuma namazıyla ilgili birtakım ifadelerin yer alması ve günümüzde bu ifadelerin kimi çevrelerce tamamen yanlış anlaşılıp yanlış değerlendiriliyor olmasıdır.
Üzülerek ifade edelim ki Taberî ve İbn Kuteybe gibi kılasik İslâm tarihcileri tarafından rivâyet edilen bu mektuplar, bazı çağdaş yazarlar tarafından dilimize aktarılırken kasıtlı veya kasıtsız olarak kelime seçiminde gerekli titizlik gösterilmediği için, Kûfeliler’in bu mektuplardaki ifadeleri onların maksatlarını aşacak şekilde eksik veya yanlış aktarılmıştır. Bu hatalı ve yanlış tercümelerin sonucunda ise, dinde neyin delil olup neyin delil olmayacağını bilemeyen, hatta okudukları
2623] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-î Müslim, 12/486
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tercümelerin doğru mu, yanlış mı olduğunu kontrol dahi edemeyen ya da buna ihtiyaç bile duymayan kimi Müslümanlar, bu mektupta geçen, ama yanlış ya da eksik aktarılan bir kısım ifadeleri tıpkı gökten indirilmiş mutlak naslarmış gibi kendilerine mesnet yaparak büyük yanlışlıklara düşmekte ve şöyle demektedirler: “Her ne kadar sayısız zulüm ve cinâyetlerin işlendiği saltanata dayalı zâlim bir yönetim şekli bile olsa, zâhiren bir İslâm devleti görünümüne sahip olduğu halde Emevîler devrinde Kûfeli müslümanlar Cuma namazını kılmadıklarına göre, tamamen gayr-i İslâmî sistemlerin hâkim olduğu günümüzde Cuma namazı asla kılınamaz.”
Söz konusu mektupları dilimize aktaran bu hususta kaynak gösterilen eserlerin başında hiç şüphesiz “Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Fâciası” adlı eser gelmektedir. Eserin müellifi, mektubu Türkçeye aktarırken muhtevâ üzerinde fazla durmamış olsa gerek ki, kelime seçiminde fazla itinâ göstermemiş, bu sebeple de bazı ifadeleri yanlış anlaşılmaya müsait, bazılarını da tamamen yanlış bir tarzda tercüme etmiştir.
Tercümedeki bu müsâmahakârlığın görülmesi ve konunun bu çevrelerce yeniden değerlendirilmesi için önce söz konusu mektupların asıl metinlerini ve bazı müelliflerin çevirilerini aktarıyor, daha sonra doğru olan çevirilerini sunarak takdiri okuyucuya bırakıyoruz. Mektubun Cuma namazından söz eden kısmı, Taberî Tarihi’nde aynen şu şekilde nakledilmektedir:2624
(…)
“Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Fâciası” adlı eserde bu cümleler şu şekilde aktarılmıştır:
“Bizim İmamımız, önderimiz yoktur. Hemen gel! Umulur ki Allah, bizi, senin sâyende hak üzerinde toplar. Numan b. Beşir, vali köşkünde oturmaktadır. Biz onunla ne Cumada toplanıyoruz, ne de Bayram namazına çıkıyoruz. Yanımıza geleceğini haber alacak olursak, seni karşılamaya çıkar, sana Şam’da kavuşuruz İnşaallah! Allah’ın selâm ve rahmeti üzerine olsun.2625
Çevirideki: “Biz onunla ne Cumada toplanıyoruz, ne de Bayram namazına çıkıyoruz.” kısmı metinde anlatılmak isteneni tam olarak verememektedir. Zira bu kısımdaki Arapça cümlelerin Türkçe karşılığı: “Yezîd’in Kûfe Valisi Nûman b. Beşir emirlik sarayında oturu(p keyif çatı)yor. Biz, onunla ne bir Cuma namazında buluşabiliyor, ne de bir Bayram namazına çikabiliyoruz.” şeklinde verilseydi, sanırız anlatılmak istenen daha iyi anlaşılırdı. Üzülerek ifade edelim ki çevirinin; “seni karşılamaya çıkar, sana Şam’da kavuşuruz” kısmı ise tamamen yanlıştır. Çünkü mektupta bu mânâya gelecek bir ifade yoktur. Aksine mektubun bu kısmında yer alan Arapça cümlelerin Türkçedeki karşılığı şu şekildedir: “Kesin olarak yanımıza geleceğin haberi bize ulaşırsa -inşaallah- onu buradan çıkarır tâ Şam’a süreriz. Allah’ın selâm ve rahmeti üzerine olsun.”
O halde bu mektupta anlatılmak istenen mefhumun Türkçemizdeki en yakın karşılığı şöyledir: “Doğrusu şu ki, başımızda İmam yoktur. Hemen gel. Umulur ki
2624] İbn Cerir et-Taberi, Tarih'ut-Taberî -Tarihu'l-Ümem ve'1-Mülûk-, Dâr'ul-Kütüb'il -İlmiyye Neşri, 3. Baskı, 1991, Beyrut, 3/274-277
2625] Asım Köksal, Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, s. 29
CUM’A NAMAZI
- 597 -
Allah, senin sâyende bizleri hak üzerinde birleştirir. Zira Nûman b. Beşîr emirlik sarayında oturu(p keyif çatı)yor. Biz, onunla ne bir Cuma namazında buluşabiliyor, ne de bir Bayram namazına çıkabiliyoruz. Kesin olarak yanımıza geleceğin haberi bize ulaşırsa -inşaallah- onu buradan çıkarır tâ Şam’a süreriz. Allah’ın selâm ve rahmeti üzerine olsun.”
Nitekim aynı mektubun Cuma namazıyla ilgili kısmı “Emevîler Döneminde Kıyamlar” adlı eserinde Ahmet Ağırakça tarafından bizim yaptığımız çeviriye yakın ifadelerle aynen şu şekilde aktarılmıştır: “Bizler ne cuma ne de Bayram namazlarında onu göremiyoruz.2626
Görüldüğü gibi bu metinlerde, “Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası” adlı eserdeki çeviriden anlaşıldığı şekliyle, mektubu yazan kimselerin Cuma ve Bayram namazlarında toplanmadıkları, Cumada ve cemaatte bulunmadıkları mânâsına gelebilecek bir ifade mevcut değildir. Aksine metinden anlaşılan, mektubu yazan Kûfelilerin Cuma ve Bayram namazlarına geldikleri halde, emirlik sarayından dışarı çıkmadığı için, adı geçen vali’yi bu namazlarda göremedikleri ve onunla Cuma ve Bayram namazlarında bir araya gelemedikleridir. Mektubun ifadeleri üzerinde dikkatle düşünüldüğü zaman bu mânâ kendiliğinden ortaya çıkar. Zira mektubun ilk cümlesinde yukarıdaki eserde görülen şekliyle “Başımızda imamımız, önderimiz yoktur. (Yezid’in Kûfe Valisi) Numan b. Beşir, vali köşkünde oturmaktadır” deniliyor, ardından da Ağırakça’nın isâbetli çevirisiyle “Bizler ne cuma ne de Bayram namazlarında onu göremiyoruz…” deniliyor.
Şu halde mektubun ilk cümlesi ile sonu birlikte ve sağlıklı biçimde düşünüldüğü zaman, burada Kûfeliler’in, vali veya Yezid’in imâmetini meşrû görmedikleri için onun arkasında Cuma ve Bayram namazlarını kılmadıkları gibi bir mânâ çıkarılması mümkün değildir. Tam tersine onların Cuma namazına geldikleri halde, vilâyet sarayından dışarı çıkmadığı için, valiyi bu namazlarda göremedikleri, bunun için de onların velâyetini tanımak istemedikleri ve Hz. Hüseyin’e mektup yazarak kendisine bu sebeple bey’at etmek istedikleri sonucu ortaya çıkar.
Yine Taberî’nin rivâyet ettiğine göre Kûfeliler ve elçileri bizzat Mekke’de bulunan Hz. Hüseyin’e gelerek bu hususta onunla görüşmüşler ve kendisine şunları söylemişlerdir:
(…)
Kûfeliler tarafından Hz. Hüseyin’e bizzat söylenen bu cümle ise, Hz. Hüseyin ve Kerbelâ Faciası” adlı eserde şu şekilde aktarılmıştır: “Biz canımızı sana adadık, Senin yüzünden Cumada, cemaatte bulunamamaktayız. Hemen yanımıza gel.”2627 Aslında son derece muğlak ve tartışmaya açık olan bu ifadenin doğru olan şekli ise şöyledir: “Gerçekten biz canımızı sana adadık. Biz, vali ile Cuma namazında hazır bulunamamaktayız. Hemen yanımıza gel”.2628
Kezâ bir başka eserde aynı kaynağa (Taberî Tarihine) dayanılarak “Kûfeliler Hz. Hüseyin’e gelerek, Yezid’in valisinin ardında Cuma kılmadıklarını... bildirdiler”2629 denilmektedir. Taberî Tarihini tekrar tekrar gözden geçirmemize
2626] Bk. Ahmet Ağırakça, Emevîler Döneminde Kıyamlar, s. 103
2627] İbn Cerir et-Taberî, A .g. e., 3/274
2628] Asım Köksal, A. g. e., s. 30
2629] M. İslâmoğlu, İmamlar ve Sultanlar, s. 87
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rağmen bulamadığımız benzeri bir ifadeyi aktarmıyorlarsa, bu iki eserin, yukarıdaki ifadeyi, üzerinde düşünmeye gerek görmeden tamamen farklı şekilde algılamış olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü bu ifade muğlâk ve tartışmaya açık olmakla birlikte, onda bu iki müellifin ifade ettiği şekilde valinin arkasında Cuma kılmadıkları gibi sarih bir mânâ mevcut değildir.
Kûfeliler’in Hz. Hüseyin’e yazdıkları bir önceki mektubu, muhtevâ bakımından aynı, metin yönünden az çok farklı lafızlarla İbn Kuteybe2630 de “el-İmâme ve’s-Siyâse” adlı eserinde rivâyet etmiş, ondan da Hasan İbrahim Hasan Târîhu’l-İslâm adlı eserinde nakletmiştir İbn Kuteybe’nin “el-İmâme ve’s-Siyâse” adlı eserinde rivâyet ettiği mektubun metni ise şöyledir:
(…)
“Gerçek şu ki, başımızda imam yoktur. Hemen yanımıza gel. Umulur ki Allah, senin sâyende bizleri hidâyet üzerinde birleştirir. Zira, (Yezîd’in Kûfe valisi) Nûman b. Beşîr, emirlik sarayında oturmaktadır. Biz, onunla ne bir Cuma namazında buluşabiliyor, ne de bir Bayram namazına çıkabiliyoruz. Kesin olarak senin yola çıktığın haberi bize ulaşırsa, onu Kûfe’den çıkarır Şam’a süreriz.2631
Kendilerinin dahi inanmadıkları bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Kûfeliler, mektupta Hz. Hüseyin’e valinin arkasında Cuma kılmadıklarını değil, bilakis valinin Cuma ve Bayram namazlarını dahi kıldırmaya gelmediğini bu sebeple de müslümanların meşrû lideri olma vasfını kaybettiğini anlatmak istiyorlar. Zira daha önce geçtiği üzere beş vakit namaz dâhil Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak imam’ın meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Bu vazifeyi ihmal eden bir imam (devlet başkanı), müslümanların meşrû lideri olma vasıflarından birini, hatta en önemlisini kaybeder ve isyan edilmeye müstehak olur. Kûfe valisi de vilâyet sarayında zevk ve sefa sürmekle meşgul olduğu için isyana müstehak olmuştur. İşte Kûfeliler Hz. Hüseyin’e, meşrû bir yöneticiye karşı kıyam etme niyetinde olmayıp aksine kendilerine Cuma, Bayram ve sair namazları kıldırmayan bu sebeple de meşrûluğu ortadan kalkan bir imama karşı kıyam ettiklerini anlatmaya ve onu bu husustaki haklılıklarına iknâ etmeye çalışıyorlardı. Yoksa bazılarının iddia ettikleri gibi “Biz, Yezid’in valisinin arkasında Cuma namazını kılmıyoruz.” demek gibi bir mânâ kasdetmiyorlar. Tam tersine kendileri, valileri Cumayı kıldırmak şöyle dursun, câmiye bile gelmeyerek vilâyet sarayında keyif çatarken Cuma namazını da Bayram namazlarını da kılmaya devam ettiklerini ifade ediyorlar. Mektupta anlatılmak istenen budur. Nitekim hiç bir kaynakta, ne Kûfeliler’in ne de başkalarının o devirlerde topluca Cuma namazı kılmadıklarını gösteren herhangi bir haber mevcut değildir.
Bu genellemeden istisnâ edebileceğimiz bir şey varsa, o da İbrahim, İbrahim b. Muhacir ve Said b. Cübeyr hakkında gelen haberlerdir. Rivâyete göre bu üç zat, Haccac zamanında, bizzat Haccac’ın arkasında Cuma kılınmasını tasvip etmedikleri için Cuma günleri mescide gelmeden önce namazı evlerinde kılıyor, fakat ya Haccac’ın zulmünden korktukları için, ya da müslümanlar arasında tefrikaya sebebiyet vermemek için mescide gelerek Cuma namazında hazır bulunuyorlardı.
2630] 213-276
2631] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, Tah: Tâhâ Muhammed ez-Zeyn, Halebî Baskısı, Kahire, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 2/4; H. İbrahim Hasan, Târîhu’l-İslâm, Dâru İhyâi't-Türâs'ii-Arabî, Beyrut, 1964, VII. Baskı, 1/398
CUM’A NAMAZI
- 599 -
Nitekim İbn Ebi Şeybe’nin Hasan b. Ubeydillah’tan rivâyetine göre o bu hususta şöyle demiştir: “Ben, İbrahim ve İbrahim b. Muhacir’i Cuma günü imam hutbe okurken birbirleriyle konuşurlarken gördüm. Nihâyet bu olaydan sonra İbrahim b. Muhacir’le buluşup kendisine bu konuyu hatırlattım, Bunun üzerine o: ‘Namazı kıldıran imam Haccac olduğu için biz (mescide gelmeden önce) namazı kılmıştık’ cevabını verdi.2632 İbrahim b. İsmail’in babasından rivâyetine göre o da şöyle demiştir: “Ben, Haccac hutbe irad ederken, İbrahim ile Said b. Cübeyr’in birbirleriyle konuştuklarını gördüm.2633
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Tâbiûn neslinden olan bu zatlar, Haccac’ın arkasında Cuma kılınmasını tasvip etmedikleri için Cuma günü namazlarını evlerinde kılmışlar, fakat mescide gelerek cemaate iştirak etmekten de geri durmamışlardır. Bunların namazı evde kılarak gelmelerinin sebebi, Cuma namazını kıldıran Haccac’ın kâfir olduğu kanaatini taşımalarıdır. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi sahâbe ve tâbiundan büyük bir topluluk, Haccac’ın, sadece zâlim olmayıp aynı zamanda şeriatın hükümlerinin tamamını uygulamadığı ve bir kısım hükümlerini değiştirdiği için kâfir olduğu görüşüne sahiptiler. Nitekim yukarıda geçtiği üzere İmam Nevevî bu hususu net bir dille ifade etmişti.2634
İbn Ebî Şeybe’nin naklettiği bu iki haber dışındaki iddialar, kendilerine tarihî haberlerden destek bulmaya çalışanların asılsız iddialarından ibarettir.
Sonra, döneklikleri ile nâm salan, peşpeşe yapılan ihanetleri sonucunda Hz. Hüseyin ve ehl-i beytinin başını Yezîd’in askerlerine kurban etme alçaklığını sergileyen, maymun iştahlı, başı bozuk cühelâ takımı Kûfeliler’in ne yaptıkları müslümanları ne kadar bağlar?! Bu nevi yanlış tercüme edilmiş haberlere dayanılarak Cuma namazını siyâsî bir namaz kabul edip terketmek nasıl câiz olabilir? Üzerinde ittifak sağlanamayan sahâbi kavli bile dinde delil olamazken maksatlarının ne olduğu tam olarak tesbit edilemeyen sıradan birkaç kişinin sözü ne zamandan beri dinde delil sayılıyor?
Biz, bütün ulemânın izini takip ederek Allah’ın mutlak olarak farz kıldığı bir ibâdetin hiç bir kimsenin görüşünden veya herhangi bir topluluğun davranışından dolayı terk edilemeyeceği noktasında herhangi bir tereddüt taşımıyoruz. Ama yine de bu vesile ile bir yanlışa işaret etmek için bu noktaya değinmiş olduk. Yoksa bu hareketimiz, Kûfeliler’in ne yaptıklarına itibar ettiğimiz için değildir. Nitekim Kûfeliler böyle bir şey yapmış olsalar ve onların bu hareketlerinde bir delil söz konusu olsaydı, bizden önce devlet başkanı şartını savunan Hanefî ulemâsı muhakkak bu konuyu da diğerleri yanında delil olarak göstermezler miydi? Demek ki böyle bir iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur.
Netice olarak, biz biliyor ve inanıyoruz ki bütün namazları kıldırmak devlet başkanının bir vazifesi hem de imâmetinin meşrûluğunun sebeplerinden biridir. Fakat devlet başkanının bu namazları kıldırmak vazifesiyle yükümlü olması, bu namazların farziyyetinin ve meşrûluğunun bir sebebi değildir. Bu, bütün mezhep imamlarına göre hatta Hanefî ulemâsına göre de böyledir. Yukarıda naklettiğimiz Hanefî imamlarının görüşleri bunun isbâtıdır. Şâyet Hanefî mezhebine
2632] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/36-44
2633] İbn Ebi Şeybe, A.g.e., 2/35
2634] İmam Nevevî, Şerhu Sahîh-i Müslim, 12/471; Ömer Abdurrahman, Esnâfu’l-Hükkâm ve Ahkâmuhum, s. 29
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göre devlet başkanı bu namazın meşrûiyyetinin bir sebebi ve “olmazsa olmaz”ı sayılmış olsaydı, bu âlimler “Dâru’l-Harb” olsun “Dâru’l-İslâm” olsun her halükarda Cuma namazının kılınacağı fikrini savunarak “kâfirlerin istîlâ ettiği beldelerde bile sahih olmasına rağmen, fitne zamanlarında kılınan Cuma namazı geçerli değildir” diyenlerin câhilliği ortaya çıkmıştır2635 derler miydi?!
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta daha var ki, o da gayr-i İslâmî bir yönetimi protesto etmek ya da halkın dikkatini belli bir noktaya çekebilmek için siyâsî tavırla Cuma namazını terketmenin câiz olup olamayacağı meselesidir. Zira Cuma kılınmasına sıcak bakmayan bir kısım müslümanların kendilerini müdâfa etmek için ileri sürdükleri en önemli gerekçelerden biri de budur. Nitekim görüşlerine başvurduğumuz Cuma kılmayan müslümanların hemen hepsi bu noktada birleşmekte ve: “Biz Cuma namazını, sadece fıkıh kitaplarında nakledilen ve Hanefîlere ait olan ‘Cuma namazını devlet başkanı veya nâibinin kıldırması gerekir’ şeklindeki görüşlerden dolayı terketmiyoruz. Zira Hanefîler’in bu konudaki görüşlerinin sağlam ve tutarlı bir delilinin olmadığını biz de biliyoruz. Aksine biz Cuma namazını tamamen siyâsî bir tavırla kılmıyoruz. Zira Cuma namazını kıldığımız zaman reddettiğimiz gayri meşrû bir sistemi halkın gözünde meşrû hale getirmiş ve onunla entegre olmuş oluruz. Ayrıca Cuma namazını kıldıran imamı Diyanet İşleri Başkanı, onu Başbakan, Başbakanı ise laik bir düzenin Cumhurbaşkanı tayin ediyor. Bu durumda imamlar, laik bir sistemin otoritelerinden görev almakla Tâğût’u velî edinmiş oluyor. Bu imamların arkasında Cuma namazı kılacak olursak, sistemin meşrû olmadığını halka nasıl anlatacağız? Sonra sistem imamlara da câmilere de hâkim olduğu için, bütün câmiler mescid-i dırar hükmündedir. Mescid-i Dırar hükmünde olan yerlerde ise namaz kılınamayacağı Kur’an’ın emriyle sâbittir. İşte biz, Cuma namazını bunun için kılmıyoruz.” demektedirler.
Şunu hemen belirtelim ki; İslâm dininde herhangi bir ibâdeti meşrû kılmak ya da Allah tarafından meşrû kılınan herhangi bir ibâdeti iptal etmek sadece Allah’ın tekelindedir. Peygamber dahi olsa hiçbir kimsenin, bu noktada tercih hakkı yoktur. Her ne kadar Allah, Peygamberini dinde “helâl ve haram” kılma yetkisiyle donatıp onu ümmetin şârî’i kabul etmiş olsa bile bu, onun Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı olmaksızın hüküm koyabileceği anlamındadır. Değilse Peygamber’in hiçbir şekilde Allah’ın irâdesine aykırı hareket etmesi, yani Allah’ın emrettiği bir şeyi iptal, haram kıldığı bir şeyi de helâl kılması söz konusu olamaz. Zira Peygamber’in (s.a.s.) yetki ve nüfuz alanı Allah’ın rızâsıyla sınırlıdır.
Allah’ın maksat ve muradını, hükümlerin sebep ve illetlerini herkesten daha ziyade bilen Peygamber’in (s.a.s.) dinî konular karşısındaki konumu bu olunca, Peygamber (s.a.s.) vefat edip semâ ile arz arasındaki haberleşme bir anlamda nihâyete erdikten sonra müctehid bile olsa, hiçbir kimsenin, şâri’nin açıkça beyan etmediği bir şeyi illet sayıp onun meşrû kıldığı herhangi bir ameli ictihadı sâyesinde iptal etme yetkisi yoktur. Müctehidlerin yetkileri naslara işlerlik kazandırmaktan ibarettir. Onlar ictihadları ile herhangi bir nassın hükmünü iptal edemeyecekleri gibi, nas vârid olan yerde ictihad dahi yapamazlar. Nitekim “Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur” Nas mevcut olan yerde ictihada müsaade
2635] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l-Muhtâr Şerhu Tenvîr 'il-Ebsâr, 2/l
CUM’A NAMAZI
- 601 -
yoktur2636 kaidesi bütün ulemânın ittifafakla kabul ettiği küllî bir kaidedir. O halde Allah ve Rasûlü’nün sarih ve muhkem naslarla farz kıldığı Cuma namazı gibi bir ibâdeti aynı derecede sarih ve muhkem bir delil olmadan iptal etmek veya siyâsî tavır yaftasıyla insanlara onu terkettirmek nasıl câiz olabilir? Hedefi ve gayesi ne olursa olsun bu, Allah ve Rasûlüne apaçık muhâlefet etmektir. Bu ise sapıklıktan başka bir şey değildir. Nitekim Allah Teâlâ bu hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”2637
Kur’ân-ı Kerîm’in sarih ve muhkem âyetlerle farz olduğunu beyan ettiği bir hükmü iptal veya terkettirmek şöyle dursun, sağlam bir delili bulunmayan bir kimsenin kendi kafasına göre Kur’an âyetleri hakkında görüş beyan etmesi bile helâl değildir. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.) bir hadislerinde bu hususu beyan ederek: “Her kim delilsiz olarak Kur’an hakkında kendi re’yi (mücerret aklı) ile görüş beyan ederse, isâbet etmiş olsa bile, hatadadır.”2638 buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise,: “Her kim Kur’an hakkında (delilsiz olarak) kendi re’yi ile söz söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın.”2639 buyurmuştur.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu nehyine binâen sahâbe ve tâbiûndan birçokları Kur’an hakkında kendilerine herhangi bir şey sorulduğunda sanki suali işitmemiş gibi susar ve hiç konuşmazlardı. Meselâ, bir defasında Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Kur’an’dan bir âyetin mânâsı sorulduğunda: “Allah’ın kitabı Kur’an hakkında kendi re’yime göre fikir beyan edersem, acaba beni hangi semâ altında barındırır ve hangi yer üzerinde taşır, ben nereye giderim ve ne yaparım?”2640 cevabını vermiştir. Tâbiûn’dan Said b. Müseyyeb (ö. 94)’e helâl ve haramla alâkalı bir şey sorulduğunda cevap verir ve izah ederdi. Fakat kendisine Kur’an’dan bir âyetin tefsiri sorulduğunda, sanki suâli işitmemiş gibi susar ve hiç konuşmazdı.2641 Şa’bî, (ö. 103) “Üç şey hakkında ölünceye kadar konuşmam. Bunlar; Kur’an, ruh ve re’y’dir2642 derdi.
Şüphesiz bu haberlerden hiçbir kimsenin hiçbir zaman Kur’an’ı tefsir edemeyeceği gibi bir sonuç çıkarılamaz. Ancak ehil olmayan ve elinde kesin delili bulunmayan kimselerin Kur’an hakkında görüş serdetmesinin ve herhangi bir âyet hakkında; “Allah’ın, bu âyetteki maksat ve muradı kesin olarak şudur” demesinin helâl olamayacağına delil teşkil edecekleri de inkâr edilemez. Nitekim delilsiz olarak böyle bir şeyin câiz olamayacağı konusunda ihtilâf söz konusu değildir. Zira hükümlerin illetlerinin ve hedeflerinin ne olduğunu kesin olarak ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bizim akıl ve re’yimizle naslar ve şer’î hükümler hakkında vereceğimiz hükümler, ancak zandan ibaret kalır. Zan ise, haktan bir şey ifade etmez.2643
2636] Mecelle, Md. No: 14; Ali Ahmed en-Nedvî, el-Kavaidü'1-Fıkhiyye, s. 148
2637] 33/Ahzâb, 36
2638] Tirmîzî, Sünen, 5183; Ebû Dâvud, Sünen, 3/320
2639] Tirmîzî, A.g.e., 5183
2640] Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve'I-Müfessirûn, 1/260; Rağıb el-lsfehanî, Mukaddimetü't-Tefsir, s. 422 vd.; Şâtıbî, Muvâfekat, 3/403
2641] Hüseyin ez-Zehebî, A. g. e, 1/260
2642] H. ez-Zehebî, A. g. e., 1/260
2643] 10/Yûnus, 36
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O halde elinde kesin bir delili bulunmadığı halde bir müslümanı nasıl olur da Kur’an’ın “zikir” tâbir ettiği bir ibâdetten bahisle “bana göre bu, siyâsî bir ibâdettir” diyebilir ve insanları siyâsî tavırla Cuma namazını terketmeye çağırabilir? Müslüman her türlü hareket felsefesini Kur’an ve sünnetten almak zorundadır. Kur’an ve sünnette ise, şu veya bu ibâdetin bu arada da Cuma namazının siyâsî tavırla îfâ edilip aynı şekilde siyâsî tavırla terk edilebileceğine dair sarih veya dolaylı olarak herhangi bir ifade mevcut değildir. Kezâ bugüne kadar -Neo- mu’tezilî hareketin yeni temsilcileri sayabileceğimiz bu insanların dışında “Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu ve siyâsî tavırla terk edilebileceğini” söyleyen hiçbir kimseye rastlanmamıştır. Bu konuda en katı kurallar getiren Hanefîler bile Cuma namazının siyâsî bir ibâdet olduğunu dolayısıyla da gayr-i İslâmî otoriteler altında kılınamayacağını söylememişlerdir. Aksine onlar kâfirler tarafından istilâ edilen beldelerde dahi kayıtsız şartsız Cuma kılınacağını ifade etmişlerdir.
Hicret yolculuğu esnâsında başını getirene yüz devenin vaadedildiği ve Allah’ın himâyesi dışında henüz hayatından bile emin olmadığı bir ortamda Ranuna vadisinde Sâlim b. Avfoğulları mahallesinde Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazı kıldırmıştır. O esnâda ortada hangi İslâm devletinin ve otoritesinin varlığından söz edilebilir? Kezâ hicretten önce henüz bir dâru’l-harp olan Medine’de Müslümanlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) emir ve müsaadeleriyle Cuma namazı kılıyordu. Hiçbir kimse Medine’de o dönemde İslâmî bir otoriteden, hatta ıstılahî mânâda bir cemaatin varlığından bile söz edemez. Zira hicretten önce Medine’de dinî-siyasî anlamda kimsenin liderliği söz konusu değildi. Akabe bey’atından sonra nakib/temsilci seçilen insanların liderliği tamamen kabile bağlarına ve etnik yapıya dayalı bir liderlikti. Bu sebeple o gün Medine’de bir değil, birden fazla lider bulunuyor ve her biri sadece kendi kabilelerinin temsilcisi sayılıyordu. Mus’ab b. Umeyr ise, onların lideri değil, sadece namazlarda imam olan ve Kur’an öğreten bir muallim konumundaydı. Sonra Medinedeki bu insanlar dinî-siyasî mânâda bir cemaat oldukları için kılmış olsalardı Mekkede Rasûlullah’ın (s.a.s.) kılması daha evlâ olurdu. Zira Cemaatin asıl lideri kendisiydi. Hâlbuki kılmamıştır. Neden? Çünkü kılma imkânı yoktu da ondan. O halde Medinede insanların Cuma kılmaları cemaat oldukları için değil, ortamları müsait olduğu içindir. Şâyet iddia edildiği gibi, gayr-i İslâmî sistemlerin otoritesi altında Cuma kılmak o sistemleri meşrû hale getirmek veya onunla entegre olmak veyahut da Tâğût’u velî edinmek anlamına gelseydi, Rasûlullah (s.a.s.)’in İslâm devletinin kurulduğu güne kadar Cuma kılınmasına müsaade etmemesi gerekirdi. Şâyet Rasûlullah bu ictihadında hata etmiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın Rasûlünü uyarması, onun da müslümanları bundan vazgeçirmesi icap ederdi. Hâlbuki böyle bir şey olmamıştır.
O halde yeryüzünün her tarafında kâfirlerin hâkim olduğu bir ortamda Allah’ın Rasûlü Cuma kılarak ve kılınmasını emrederek tavır koyarken Cuma namazını terkederek tavır koymak bu insanların aklına nereden geliyor? Siyâsî tavırla Cuma kılıyorum denilse, insan bunu anlamakda fazla zorlanmayabilir; zira Cuma namazı neredeyse İslâm’ın ve müslümanların gövde gösterisi ve varlığını kabul ettirmesi gibi bir şeydir. Bu bağlamda kâfirlerin hâkim olduğu bir yerde Cuma kılınması onlara karşı gövde gösterisi yapmak anlamına geleceği için, Cuma kılmakla hem onları tahkir, hem de varlığını isbat etmiş olur. Ama Allah’ın kayıtsız şartsız farz kıldığı ve Peygamber’in yakaladığı ilk fısatta kıldığı bir ameli
CUM’A NAMAZI
- 603 -
“siyâsî tavırla kılmıyoruz” cümlesini anlamak oldukça zordur. Zira kâfirlerin, müslümanların boy gösterisi yapmasından rahatsız olmaları tabiî bir şey olmakla birlikte, bunun tersinin yapılmasından rahatsız olmaları pek mâkul olmasa gerekir. Şu halde tarih boyunca bütün İslâm âlimlerinin, İslâm’ın en büyük şiarı ve gövde gösterisi saydığı bir ibâdeti edâ etmenin o sistemle entegre olmak, bu ibâdeti terketmeyi ise, tavır koymak şeklinde değerlendirmek abesle iştigal etmektir. Zira bütün ibâdetleri terketseniz kâfirlerin kılı bile kıpırdamaz. Üstelik kına bile yakarlar. Şu halde bu tavır, olsa olsa, tavşanın dağa küsmesi gibi basit ve mânâsız bir tavır olur. Eğer düzene tavır konulacaksa, bunun yolu Allah’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek değil, en mühim kamuoyu oluşturma vâsıtası olan bu ibâdeti layık-ı veçhiyle yerine getirerek müslümanları bilinçlendirmek ve buyüzden gayr-i İslâmî güçlerden gelebilecek tehlikelere karşı da göğüs germektir. İslâm’ın farz kıldığı bir ibâdeti terketmek, diğer bir ifadeyle İslâm’ın kesesinden fedâkarlık yapmak tavır değil, tâviz vermektir. Bütün bunlar bir yana İslâm’da “siyâsî tavırla herhangi bir namazı terketmek” diye bir ibâdet şekli yoktur.
Ayrıca böyle bir davranış, gerçek İslâm’ı daha geniş kitlelere ulaştırmak için İslâm’ın ihdas ettiği imkânlardan yararlanmak yerine onu reddetmektir. Zira Cuma namazı kılmak için gönüllü ve masrafsız olarak her hafta bir araya gelen bunca insanı devletlerin ve büyük kuruluşların büyük masraf ve çabalar sarfederek bir araya getiremedikleri dikkate alınırsa, değerlendirmesini bilemediğimiz için nasıl bir fırsatı kaçırdığımız kendiliğinden anlaşılmış olur.
Hepsinden önemlisi -keskin sirke küpüne zarar misali- bu tür hareketler başkalarından daha ziyade müslümanları rahatsız etmekte ve geniş halk kitlelerinin kendilerini dışlamalarından başka bir sonuç vermemektedir. Nitekim bunlar daha ortaya çıktıkları ilk günden itibaren başkalarından önce müslümanların büyük bir kesimin tepkisini toplamış ve hemen hemen büyük bir çoğunluk tarafından dışlanmış durumdadırlar. Bu konuda hataya düştüklerini bugün kendileri de kabul etmektedirler. Ancak nefis ve “ene”leri geri adım atmalarına engel oluyor o başka.
Netice itibariyle hiç bir ibâdet bu arada da Cuma namazı ne siyâsî tavırla ne de başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icma, ne de bir kıyas bulmak mümkündür. Bu konuda delil olarak önümüze koyabilecekleri yegâne delil “Hz. Hüseyin ve kerbela Faciası” adlı eser ve benzerleri tarafından yanlış tercümelerle aktarılan Kûfelilerin Hz. Hüseyin’e yazdıkları mektuptan ibarettir. Doğrusu bile dinde delil olamayacak bir mektubun yanlış çevirisini delil saymak ve buna dayanarak siyâsî tavırla Cuma kılmamak da sadece asrımızdaki “Neo-Mûtezilî” düşüncenin temsilcileri sayılan bu insanlara ait bir ilim örneği olsa gerektir.2644
2644] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, s. 350-364
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mescid-i Dırar İddiası
İyi niyetlerinden asla şüphe etmediğimiz bazı müslümanlar, tıpkı “et-Tekfir ve’l-Hicre” cemaati gibi hareket ederek bugünkü mescidlerin mecid-i dırar hükmünde olduğunu, dolayısıyla buralarda hiçbir namazın kılınamayacağını iddia etmektedirler. Gerek daha önceki asırlarda, gerekse asrımızda, müslüman halkın samimi duygularla inşâ ettikleri mescidlerin gerçekte mescid-i dırar hükmüne girip giremeyeceğini sağlıklı bir şekilde tesbit edebilmemiz için önce “Mescid-i Dırar” kavramının tarihî arka planını ve Kur’ân-ı Kerim’in, bu ismi hangi tür mescidler için kullandığını kaynaklar ışığında görmemiz gerekmektedir:
Rivâyete göre Medine’de Hazrec kabilesinin ileri gelen isimlerinden biri olan Ebû Âmir, câhiliyye döneminde Hıristiyanlık dinine girmiş ve ilim tahsil ederek rahip olmuştu. Ancak Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicreti ile riyaseti elinden gitmiş oldu. Bu münasebetle rahip Ebû Âmir, İslâm’ı sadece inkâr etmekle kalmayıp aynı zamanda Hz. Peygamber ve onun dâvetinin amansız bir düşmanı kesildi. Başlangıçta Kureyş’in gücünün Hz. Peygamber ve dâvetini ezip geçeceği ümidi ile Peygamber’i fazla önemsemedi. Fakat Kureyş’in Bedir’de tam bir hezimete uğradığını görünce, artık daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemeyeceğini anladı. Bunun üzerine de İslâmî harakete karşı amansız bir fitne kampanyası başlattı. Bunun için Medine’den ayrılarak İslâm’a karşı tahrik ve teşviklerde bulunmak üzere çeşitli kabileleri ziyarete gitti. Uhud savaşının meydana gelmesine sebep olan kişilerden birisi olan bu şahıs, daha sonra Hendek savaşında Medine’yi işgal etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştı. Ayrıca Huneyn harbine kadar meydana gelen bütün savaşlarda İslâm’a karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faâliyette bulundu. Nihâyet Huneyn savaşında Hevazin kabilesinin hezimete uğradığını görünce Arabistan yarımadasında İslâm’ın hamlesini durduracak bir güç kalmadığını anlayarak Arabistan’ı terketti ve Medine’de ortaya çıkan tehlike hususunda Roma Kayser’ini uyarmak üzere Romaya (Şam’a) gitti.
Ebû Amir, Arabistan’a saldırması konusunda Kayser’i iknâya giderken Medine’de bulunan münâfıklara haber göndererek rahatça örgütlenebilmeleri, müslümanlar aleyhine planlar hazırlayabilmeleri ve emin bir buluşma yeri olarak işlev görmesi için bir mescid inşâ etmelerini istedi. Güya bu mescid sayesinde din maskesi altında yürütecekleri şeytanca faâliyetleri kimse farketmeyecekti. Ayrıca burası, Ebû Âmir’in adamlarının yolcu ve dilenci sûretinde hiçbir şüphe uyandırmadan kalabilecekleri bir karargâh olarak da hizmet görecekti.
Binaenaleyh bu fitne ve fesat odağı münâfıklar, görünürde temiz niyetlerinden kaynaklanan, ama aslında Peygamber (s.a.s.)’e ve onun dâvâsına suikast planları yapmak için bir hücre evi ve bir münâfık yatağı olmak üzere Kubâ mescidi civarında yeni bir mescid inşâ ettiler. Fakat biri Kubâ mescidi, diğeri Mescid-i Nebevî olmak üzere hâli hazırda Medine’de iki tane mescid bulunduğundan şehirde üçüncü bir mescide ihtiyaç olmadığını onlar da biliyorlardı. Dolayısıyla üçüncü bir mescide ihtiyaç olduğuna Peygamber’i iknâ etmeleri gerekiyordu. Bu maksatla birtakım nedenler uydurduktan sonra Peygamber’e gelerek: “Bu bölgenin halkı için -bilhassa yaşlı, hasta ve sakat olanlarımız için- kış mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescidden birisine günde beş kez gidip gelmek çok zor olduğundan bir başka mescide ihtiyacımız vardı. Bundan dolayı Kubâ Mescidi ve
CUM’A NAMAZI
- 605 -
Mescid-i Nebevî’den uzak bir mahallede oturan ve namazları cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescid bina ettik. Yeni mescidimize gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz” dediler ve maksatlarını gizlemeye çalıştılar. Rasûlullah, “Şu an Tebük’e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm, inşaallah seferden döndüğümüzde kılarız” diyerek tekliflerine icâbeti bir süre erteledi.
Peygamber (s.a.s.) Tebük’e sefere çıkınca onlar da hâince serî faâliyetlerine başladılar. Bu yeni mescidde teşkilatlanmaya ve İslâm’a karşı komplolar düzenlemeye devam ettiler. Bu münâfıklar ordusu hararetle müslümanların yenildiği ve Romalıların onları bütünüyle imha ettiği haberini bekliyorlardı. Böyle bir haberi alır almaz Abdullah b. Übey’i kendilerine kral yapacaklardı. Fakat Tebük’te olanlar, bütün ümitlerini boşa çıkardı. Nihâyet Rasûlullah (s.a.s.) Tebük seferi dönüşü Zi-Evan denilen mevkiye gelip orada konakladığı sırada huzuruna gelerek yine kendisinden mescidlerine gelmesini ve orada namaz kıldırmasını istediler.2645 Bunun üzerine Allah Teâlâ onların niyetini ve yaptıkları mescidin gayesini Rasûlüne haber vererek şöyle buyurdu: “Kubâ mescidine ve mü’mine zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, mü’mini tefrikaya düşürmek, evvelce Allah ve Peygamberine harp ilân eden (adam)ı beklemek maksadıyla bir mescid inşa edenler; ‘Biz iyilikten başka bir şey istemedik’ diye yemin edecekler. Oysa Allah o münâfıkların yalan söylediklerine şâhittir. Orada asla namaza durma, tâ ilk günden takvâ üzere kurulan mescid elbette içinde namaza durmana daha uygundur.”2646
İşte bu âyette geçen “mesciden dırâran” kavramına binâen bu mescide “mescid-i dırar” tâbir edilmesi İslâmî bir gelenek olmuştur. Dikkat edilecek olursa, Allah Teâlâ bu mescidde namazın niçin yasaklandığını zihinlere yerleştirmek ve burayı, “mescid-i dırar” hükmüne sokan sebeplere işaret etmek üzere dört ayrı noktaya dikkatleri çekmektedir. Âyetin nüzul ortamını oluşturan bu sebepler âyetteki sırasıyla şunlardır:
1- Kubâ mescidine ve Mü’mine zarar vermek için bina edilmiş olması,
2- İçerisinde Peygamber’i ve onun Allah katından getirdiği şeyleri inkâr etmek ve küfrü kuvvetlendirmek için yapılmış olması,
3- Mü’minlerin cemaatini tefrikaya düşürüp parçalamak amacıyla inşa edilmesi.
Nitekim münâfıklar kendi aralarında müzâkerede bulunarak şöyle demişlerdi: “Biz bir mescid yapalım ve Muhammed yanımıza gelip bu mescidde bizimle namaz kılacak olursa, biz de onunla namaz kılarız. Böylece onunla, Mescid-i Nebevî’de namaz kılanların arasını açmış oluruz. Bu da onların birliklerinin parçalanmasına ve aralarındaki ülfetin yok olmasına sebep olur.”
4- Peygamber’e ve onun dâvetine düşman olan Rahip Ebû Amir’in Roma Kayser’inden getireceği orduyla birlikte dönüşünü beklemek için yine onun isteği üzerine bina edilmiş olması.
Zira bu şahıs, Kayser’in yanına giderken münâfıklardan ibaret taraftarlarına;
2645] Bk. İbn Cerîr et-Taberî, Câmiu'l-Beyan, 6/469-473; Kurtubî, El-Câmi li Ahkâm, 8/161; Fahruddin er-Râzî, Mefâtih'ul-Gayb, 16/198-200; Vâhidî, Esbâb'ün-Nüzul, s. 264-265
2646] 9/Tevbe, 107-110
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayın ve benim için bir mescid inşa edin. Zira ben Kayser’e gidiyorum. Onun yanından bir ordu getirip Muhammed’i ve ashâbını Medine’den çıkaracağım”2647 diye haber göndermişti. Bu haber üzerine onlar da söz konusu mescidi bina ederek Rahip Ebû Amir’in ordusuyla birlikte gelişini beklemeye başlamışlardı.
İşte Allah Teâlâ, âyet-i kerime’de Mescidin yapılışındaki bu maksatları da beyan ederek Nebîsine orada namaz kılmasını ebediyyen yasakladı. Münâfıkların gayesini ve mescidlerinin mâhiyetini haber veren yukarıdaki âyetler nâzil olunca da Rasûlullah (s.a.s) derhal Mâlik b. Dühşum, Ma’n İbn Adiyy, Amir b. Seken ve Vahşi’yi çağırdı ve; “gidin, şu ahâlisi zâlim olan mescidi yıkıp yakın!” buyurdu, onlar da gidip emrolundukları gibi orayı yerle bir ettiler.2648
“Mescid-i Dırâr”ın mâhiyeti, tarihî arka planı ve içerisinde namaz kılınmasının neden yasaklandığı ile ilgili bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bir mescidin “mescid-i dırar” hükmüne girebilmesi için daha ilk kuruluşunda müslümanlara zarar vermek, küfrü kuvvetlendirmek, Peygamberi ve getirdiği şeyleri inkâr etmek, mü’minlerin arasına tefrika sokup onları parçalamak ve içerisinde İslâm düşmanlarıyla birlikte İslâm aleyhine faâliyetler yürütmek vb. amaçlarla bina edilmiş olması ve hâlihazırda bu nevi faâliyetlerin içerisinde yürütülüyor olması gerekir. Zira münâfıkların yaptıkları mescidin, Mescid-i Dırar ilan edilip yıktırılmış olması sırf bu vasıflarından ötürüdür.
Ehlince mâlum olduğu üzere bir şeyin diğeriyle kıyaslanması ve hüküm bakımından aralarında ayniyet ilişkisinin kurulabilmesi için asıl ile onun fer’i arasında ortak illet ve münasebet bağının bulunması gerekir. Bu illet ve münasebet de ya bizzat şârî tarafından sarâhaten (açık bir şekilde) veya îmâ yoluyla beyan edilir yahut da icma veya ictihad yoluyla bilinir. Buradaki illet yukarıda dört madde halinde sıraladığımız gibi, bizzat şârî tarafından açıkça beyan edilmiştir. Dolayısıyla bu konuda ictihad yoluyla başkaca bir illet ve münasebet bağı aranıp ona göre de hüküm çıkarılamaz. Zira nassın bulunduğu yerde ictihada kalkışmak akıl kârı değildir.
Şu halde geçmişte ve günümüzde yapılan mescidlerin hiçbiri bu amaçlarla inşa edilmediğine ve hâlen de bu tür faâliyetlere hizmet etmediğine göre akl-ı selim sahibi hiçbir müslümanın, münferit bir hâdise üzerine inen mücerret bir âyeti ele alarak nüzul ortamını dahi dikkate almadan bu âyeti umûma teşmil etmesi ve müslüman halk tarafından yaptırılan mescidleri İslâm düşmanı münâfıkların yaptıkları mescidlere benzeterek mescid-i dırar diye nitelemesi asla doğru değildir. Bu, sadece hislerle hareket etmekten ibaret basit bir yaklaşım tarzıdır. Zira sırf Peygamber’e tuzak kurmak ve İslâm dâvâsına zarar vermek için teşkilatlanmak ve rahatça örgütlenebilmek amacıyla kurulan bir mescidle, müslümanların Allah için yaptıkları mescidler arasında hiçbir illet ve münasebet bağı söz konusu değildir. Dolayısıyla da münâfıkların yaptırdığı Dırar Mescidi ile kıyaslanarak mescid-i dırar diye adlandırılamazlar. Bu mescidleri mescid-i dırar saymak için dinî ilimlerden habersiz ve son derece câhil olmak gerekir. Nitekim Mısır’da “et-Tekfir ve’l-Hicre” cemaatı da benzeri iddialarla ortaya çıkmasına
2647] Bk. İbn Cerîr et-Taberî, A.g.e, 6/469-473; Kurtubî, A.g.e, 8/161; Fahruddin er-Râzî, A.g.e, 16/198-200; Vahidî, A.g.e, s. 264-265
2648] Kurtubi, A.g.e, 8/161
CUM’A NAMAZI
- 607 -
rağmen hiç bir İslâm âlimi onların bu düşüncesini tasvip etmemiştir.
Şâyet halkı müslüman olan ülkelerde sırf müslüman halk tarafından kendi çabaları ile yaptırılan bu mescidleri mescid-i dırar sayacak olursak, onları yaptıranları da münâfık, kâfir veya İslâm düşmanı saymamız gerekir. Bundan Allah’a sığınırız. Biz kimsenin iç dünyasını ve niyetinin ne olduğunu bilemeyiz. Kalplerde olanı ve insanların niyetini ancak hakkıyla Allah bilir. Biz ancak zâhire bakarız. Bir kimsenin açıkça küfrüne delâlet eden bir karîne yoksa ve müslüman olduğunu söyleyip namaz kılıyor ve müslümanca davranışlarda bulunuyorsa, bize göre o insan müslümandır. Asıl niyet ve durumu Allah’a aittir. Kezâ mescid inşa eden ya da ettiren insanlar için de durum böyledir. Şâyet bu insanlar, açıkça küfürlerini gerektiren veya İslâm düşmanı sayılmalarını icâbettiren davranışlar içerisinde değillerse, amelleri noksan bile olsa, biz bu insanların görünürde Allah’ın rızâsını kazanmak isteğiyle yaptırdıkları mescidleri katiyyen mescid-i dırar sayarak içerisinde namaz kılınmasına engel olamayız.
Müslümanların çabalarıyla bina edilen mescidlerde namaz kılmanın câiz olmaması şöyle dursun, Yahûdi ve Hıristiyanların kendi inanışlarına göre ibâdet için yaptırdığı kilise ve havralar’ın resim ve heykelden arındırılmış temiz yerlerinde kılınan namaz dahi geçerli ve câizdir. Zira kilise ve havralar, Yahûdi ve Hıristiyanların kendi itikatlarına göre içerisinde ibâdet yapılmak üzere bina edilmişlerdir. Ulemâ buralarda kılınan namazın câiz olacağı konusunda ittifak etmiştir. Buhârî, İbn Abbas’ın (r.a.), içerisinde heykeller bulunmadığı zaman havrada namaz kıldığını rivâyet etmektedir.2649
Ancak Müslümanlara zarar vermek, riya ve süm’a yapmak gayesiyle inşa edildiği kesin olarak bilinen mescidler bu açıklamalarımızın dışında mütâlaa edilebilir. Zira fakîhler, kesin olarak bu maksatlarla yapıldığı bilinen mescidlerin de mescid-i dırar hükmüne girebileceğini belirtmişlerdir. Nitekim Taberi’nin Şakik’ten rivâyetine göre o şöyle demiştir: “Âlimlerimiz müslümanlara ve takvâ esası üzerine bina edilen diğer mescidlere zarar vermek, riya ve süm’a yapmak üzere kurulan bütün mescidler mescid-i dırar hükmünde olup içerisinde namaz kılınması câiz değildir.” demişlerdir.2650 Kezâ bu kanaate varabilmek için de mescidin bu gayelerle bina edildiğini kesin olarak bilmek şarttır. Aksi halde zanla hüküm verilmiş olur. Hâlbuki zan haktan bir şey ifade etmez.
Şunu da ifade edelim ki halkı müslüman olan hemen hemen bütün ülkelerde mescidlerin beşerî sistemlerin vesâyeti altında olduğu veya İslâm’ı kendileri için tehlike sayan güçlerin buraları kontrol altında tutmak, uzaktan kumanda ile etkisiz hale getirmek ve İslâm’daki aslî fonksiyonunu icrâ ettirmemek için yoğun bir çaba sarfettikleri, müslümanların da buralara gereği gibi sahip çıkamadıkları ya da bu şuurdan mahrum bırakıldıkları kesin olarak doğrudur. Ancak bunun suçlusu mescidlerimiz ve onları yaptıranlar değil, onlara sahip çıkamayan Müslümanlardır. O halde ne geçmişte, ne günümüzde, ne de gelecekteki müslümanların Allah için yaptırdıkları mescidleri hissî yaklaşımlarla mescid-i dırar saymaya hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Aksi halde bu mantık bizi, Allah’ın kitabında zikredip Beytullah adını verdiği ve çoğumuzun gidip hacc maksadıyla tavaf ettiği Kâbe’yi de mescid-i dırar saymaya götürecek kadar
2649] Bk. Kurtubi, el-Câmi’ li Ahkâm'il-Kur'an, 8/162
2650] Kurtubî, A.g.e., 8/162
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sakat bir mantıktır. Zira oraya da Amerikan uşağı Suud kralları hâkim. Hatta İslâm’dan önce yangın ve sel baskınları sonucu birkaç kez yıkıldığı için Kâbe’yi de müşrik Arablar yeniden inşa ettiler. Sadece beşerî ve gayr-i İslâmî sistemlerin vesâyet ve kontrolü altında bulunmaktan başka bir talihsizliği bulunmayan herhangi bir mescidi, mescid-i dırar sayıp içerisinde namaz kılınmasını engellemenin yanlışlığını isbat eden bir başka delil de şudur: Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.s.) gördüğü bir rüya üzerine Hicretin altıncı yılında ashâbıyla birlikte Umre yapmak niyetiyle Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Bunu haber alan müşrikler, Peygamber ve ashâbının savaşmak üzere geldiğini zannederek derhal savaş hazırlıklarına başlamışlardı. Ancak elçiler vâsıtasıyla iki taraf arasında yapılan uzun müzâkerelerden sonra Peygamber’in savaşmak niyetiyle yola çıkmayıp sadece Kâbe’yi tavaf maksadıyla geldiği anlaşılınca Mekkeli müşrikler savaşmaktan vazgeçtilerse de Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâbının o sene Mekke’ye girmesinin kendileri açısından prestij kaybına sebep olacağını düşünerek buna engel olmak istediler. Sonuçta her iki taraf da aralarında anlaşarak meseleyi halletmeye râzı oldular. Hudeybiye Müsâlahası olarak tarihe geçen ve İslâmî harekette bir dönüm noktası teşkil eden bu anlaşma maddelerine göre müslümanlar bu sene Mekke’yi ziyaret etmeksizin Medine’ye dönecekler, gelecek sene umre için Mekke’yi ziyaret edebilecekler, ancak orada üç günden fazla kalamayacaklardı.2651
Hudeybiye’de yapılan bu anlaşma maddelerine binâen Rasûlullah (s.a.s.) Hicretin yedinci yılında beraberinde yüzü atlı olmak üzere iki bin müslüman olduğu halde Mekke’ye gelerek umretü’l-kaza niyetiyle Kâbe’yi tavaf etmiş ve cemaatle beraber burada öğle namazı kılmıştır. Hâlbuki Kâbe o sırada Mekke müşriklerinin hâkimiyeti altında bulunuyor ve içerisinde tam üç yüz altmış tane put yer alıyordu.
İşte Rasûlülluh’ın (s.a.s.) bu hareketi her zaman ve zeminde bizim için benzer konularda delil teşkil edecek en önemli bir harekettir. Şâyet müşriklerin ve gayri müslimlerin vesâyet veya hâkimiyyeti altında bulunan mescidler, mescid-i dırar sayılıp buralarda ibâdet yapılması câiz olmasaydı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) tamamen müşriklerin hâkimiyeti altında bulunan ve içerisinde üç yüz altmış putu barındıran bu mescidde müşrik bir topluluktan izin isteyerek namaz kılmaması ve orayı tavaf etmemesi gerekirdi. Bu hâdise, düşünenler için bütün tartışmaları kökünden kesecek kadar açık ve nettir. Dolayısıyla bu konuda daha fazla izaha gerek yok sanırız.2652
Cuma Günü ve Hafta Tatili Meselesi
Cuma namazı çerçevesinde tetkik edilmesi gereken hususlardan biri de Cuma gününün şer’î bakımdan tatil sayılıp sayılmadığı meselesidir. Zira birkısım müslümanlar hatta (tercüme veya baskı hatası değilse, Tefhimü’l-Kur’an gibi) bazı İslâmî kaynaklar Cuma gününün Kur’an tarafından müslümanlar için tatil günü olarak tayin edildiği kanaatini savunmaktadırlar.2653
Şunu hemen belirtelim ki, sosyal hayatın en tabiî ihtiyaçlarından biri de
2651] Abdurrezzak, Musannef, 5338; Belâzurî, Ensâb, 1/350-352; Taberî, Câmiu'l-Beyan fî Te'vili'l-Kur'an, 1/358-360; Taberî, Tarihu't-Taberî, 2/123; Münir Muhammed Gadban, Nebevî Hareket Metodu, 2/50
2652] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 365-372
2653] Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur'an, 6/277
CUM’A NAMAZI
- 609 -
çeşitli meşguliyetlerle yorulan insan bünyesinin, rûhen ve bedenen dinlendirilmesidir. Zira yaşamak ve üretebilmek için çalışmak ne kadar tabiî ise, çalışmak ve üretebilmek için dinlenmek de o kadar tabiî ve gereklidir. Özellikle insanların âmir-memur, işçi-işveren şeklinde sosyal ve ekonomik yönden kesin çizgilerle birbirinden ayrı olarak bütün bir haftayı emir-komuta düzeninde muayyen bir işte çalışarak geçirmek zorunda olduğu, bunun sonucunda stres ve yorgunluktan son derece yorgun ve bîtap düşeceği düşünülecek olursa, bu konumda bulunan insanların rûhen ve bedenen dinlenmek, evlerine ve özel işlerine zaman ayırmak için haftanın belirli gün ya da günlerini tatil yaparak geçirmeleri kadar tabiî bir haklarının olamayacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Bu münasebetle asrımızda sanayileşmiş ya da sanayileşmekte olan bütün ülkelerde âmir olsun, memur olsun, işçi olsun, işveren olsun, bütün insanlar bu tabiî haklarını kullanarak haftanın muayyen günlerini dinlenme ve tatil günü olarak kullanmak durumunda kalmışlardır. (Aslında, müslüman açısından gerekli olan; boş kalma anlamında “tatil” değil, iş değişikliğidir)
Ancak bu tatil ve dinlenme günlerinin seçimi, sırf bu maksada dayanan rastgele bir seçim olmayıp tam aksine bu günlerin seçiminde birinci derecede dinî inanış ve âdetlerin rol aldığını görüyoruz. Zira İlâhî kökenli dinlere mensup olan milletlerden, yahûdî ve hıristiyanlar bu günleri tayin ederlerken haftanın herhangi bir gününü seçmek yerine kendi dinî inanç ve geleneklerine göre kutsal sayılan ve özel ibâdet günleri olan Cumartesi ve Pazar gününü seçmişlerdir.
Bilindiği gibi, yahûdilerce Cumartesi, hıristiyanlarca da Pazar günü hem mukaddes bir gün, hem de husûsî olarak ibâdet günü kabul edilmektedir. Hafta boyu her türlü ahlâksızlık ve hayâsızlığı mubah sayan, Allah’ın Tevrat ve İncil’de kendilerine meşrû kıldığı ibâdetleri terkedip yasakladığı haramları fütursuzca icrâ eden bu milletler, özel ibâdet günü kabul ettikleri bu iki günde kendi bâtıl inanışlarına göre dinî merasim ve âyinleri yerine getirmekle meşgul olurlar. İşte bu milletlerin bu iki günü tatil ve dinlenme günü olarak seçmeleri bir rastlantı sonucu olmayıp özellikle kendi inanışlarına göre bu günlere mahsus olan dinî ibâdet ve merasimlerinin yerine getirilmesi için yaptıkları bilinçli bir tercihin sonucudur.
Ne gariptir ki yahûdî ve hıristiyanlar kendi bâtıl dinlerine mahsus dinî merasim ve törenlerinin aksatılmadan yerine getirilmesi için bu derece hassâsiyet gösterirlerken müslümanlar devlet ve millet olarak aynı hassâsiyeti kendi hak dinlerine ait özel gün ve ibâdetler için gösterememişlerdir. Aksine onlar da yahûdi ve hıristiyanların birçok âdet ve gelenekleri yanında Cumartesi ve Pazar gününü tatil ve dinlenme günü olarak seçtiren ideolojilerine âlet edilmişlerdir. Ancak, altını çizerek ifade edelim ki halkı müslüman olan ülkelerde Cumartesi ve Pazarın tatil günü olarak benimsenmiş olması, asla müslüman halkın kendi arzusundan kaynaklanan bir şey olmayıp yönetimi ele geçiren siyasî otoritelerin halka rağmen yaptıkları bir tercihle olmuştur. Dolayısıyla bu cinâyetin faturası her şeyden önce, başlangıçta bu âdetleri kendilerine dayatan yöneticilere aittir.
Her hususta Batı ile, Batılı düşünce ve değerlerle entegre olma düşüncesinin bir parçası olmak üzere müslümanlara dayatılan bu uygulamanın bir sonucu olarak, ekmek parasını kazanmak için başkasına ait herhangi bir iş yerinde ya da resmî bir işte çalışmak zorunda kalan yüzbinlerce müslüman, bugün,
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’ın en mühim ibâdetlerinden biri olan bu ibâdeti (Cuma namazını) yerine getirme imkânından mahrum olmaktadır. Bu da müslüman halkı, ya ekmeğini ya da dinî vecîbesini yerine getirmek şeklinde iki şıktan birini tercih etmek gibi bir durumla karşı karşıya getirdiğinden tedirgin etmekte ve her geçen gün toplumsal gerilimi tırmandırmaya vesile olabilmektedir. Bu tedirginliklerin ve toplumsal gerilimin topluma fayda sağlamayacağı ise âşikârdır. Bu münasebetle insan haklarına saygıyı dillerinden düşürmemeye gayret edenlerin müslüman kitlelerin bu ibâdeti huzur içinde yapmaları için üzerlerine düşen tedbirleri almaları gerekir. Mademki yahûdî ve hıristiyanlar kendi dinî inanç ve âdetlerine göre kutsal saydıkları günlerini ta’zim etme hakkına sahiptir, o halde müslümanların da kendi ülkelerinde dinî açıdan önemli sayılan gün ve ibâdetlere riâyet etmelerine imkân verilmelidir. Zira Allah Teâlâ bu güne mahsus olarak farz kıldığı Cuma namazını müslümanların topluca îfâ etmelerini emretmiştir. Günümüz şartlarında bu toplu ibâdet, ancak bu günün tatil edilmesi ya da Cuma namazı için gerekli hazırlıkları yapabilecek kadar uzun bir öğle tatili ile mümkündür. Toplumsal gerilimin ve müslüman halkın içine düştüğü mânevî rahatsızlığın giderilebilmesi için bu şarttır. Aksini düşünmek ne insan hakları ve ne de ibâdet hürriyyetiyle telifi mümkün olmayan bir şeydir.
Bu hususun altını bu şekilde çizdikten sonra Cuma gününün İslâm’da tatil günü sayılıp sayılmadığı meselesine geçebiliriz. Mâlum olduğu üzere İslâm’ın ilk günlerinde hayatın sade ve basit olması münasebetiyle ilk müslümanların haftanın muayyen bir gününde tatil yapmaya ihtiyaçları yoktu. Bu sebeple sahâbe, tâbiun ve daha sonraki nesillerin hayatında haftanın herhangi bir gününü veya özellikle Cuma gününü tatil olarak seçtiklerine dâir hiç bir kayda rastlamıyoruz. Zira yukarıda işaret edildiği gibi bu husus, sosyal hayatın tabiî yapısından kaynaklanan bir ihtiyaçtır. Bu münasebetle İslâm bu hususu hayatın tabiî akışı içerisinde insanlığın insiyatifine terkederek herhangi bir kayıt getirmemiş ve bu sahayı mubah olarak bırakmıştır. Bu münasebetle müslüman toplumun dirlik ve düzenini sağlamakla mükellef olan yönetici kadro, ihtiyaç halinde istişare ile bu konuda karar alarak haftanın muayyen gün ya da günlerini tatil olarak belirleyebileceği gibi, hassaten Cuma gününü de tatil günü olarak seçebilir.
Şu halde yahûdî ve Hıristiyan milletlerin kendi tatil günlerini İslâm ülkelerine kabul ettirmiş olmalarından müslümanların rahatsızlık duymaları son derece yerinde olmakla birlikte, Cuma gününün İslâm dinince tatil ilan edilmiş olduğu anlayışına kapılmaları hiç bir zaman gerçeği yansıtmaz. Müslüman halkın bu meyandaki söylemleri sadece tepkisel bir anlayışın ürünü olup Kur’an ve sünnette bu anlayışı teyid eden herhangi bir işarete rastlamak mümkün değildir. Hatta Kur’an Cuma günü tatil yapılmasını değil, tam tersine Cuma namazını edâdan sonra mesâi yapılmasını tavsiye eder. Nitekim Yüce Allah bu hususa işaratle şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman, hemen Allah’ı zikre gidin, alış-verişi (işi-gücü) bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Alah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın.” 2654
Âyet-i kerimeden açıkça anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ, Cuma namazını edâdan sonra mü’minlere yeryüzüne dağılıp hem dinleri, hem de dünyaları
2654] 62/Cuma, 10
CUM’A NAMAZI
- 611 -
hususunda Allah’ın lütfundan nasip aramalarını, yani o günü tatil yapmalarını değil, tam tersine mesâi yapmalarını emretmektedir. Ancak buradaki emir, vücup ifade etmeyip ibâhe (mübahlık mânâsı) içindir. Bu sebeple Cuma günü işi gücü bir kenara bırakıp mescidde veya evde çeşitli ibâdetlerle meşgul olmak mubah olduğu gibi, Cuma namazını edâ ettikten sonra her türlü ihtiyaçları temin etmek üzere ticaret ve tasarruf için yeryüzüne dağılmak ve Allah’ın lütfundan rızık talep etmek de mubahtır.2655 Nitekim İbn Abbas (r.a.) âyetin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: “Cuma günü namaza nidâ edilirken alım satımla meşgul olmak câiz değildir. Dolayısıyla namazı edâ ettiğin zaman alışveriş yap!”.2656 İbn Mürdeveyh, bu haberi İbn Abbas’tan başka bir yolla merfû (yani Peygamber’in sözü) olarak da rivâyet etmiştir.2657 Tâbiûn ulemasından Dahhâk da bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle der: “Bu ifade Allah tarafından bir ruhsattır. Kişi namazı kıldığı vakit dilerse dışarı çıkar, dilerse mescidde oturur”.2658 Rivâyete göre Irak b. Mâlik (r.a.), Cuma namazını kıldığı zaman mescidin kapısında durur ve şöyle derdi. “Allahım! Dâvetine icâbet ettim. Farzını kıldım. Emrettiğin şekilde dağıldım. O halde beni lütfundan rızıklandır. Çünkü Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.2659
Bu rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere gerek sahâbe ve tâbiûn âlimleri, gerekse daha sonra gelen âlimler Cuma gününün müslümanlar için şer’an tatil günü sayıldığı şeklinde herhangi bir kanaate sahip olmamışlardır. Aksine onlar âyetin muhtevâsına uygun olarak Cuma namazını edâdan sonra yeryüzüne dağılıp o gün mesâi yapılması gerektiği görüşüne sahip olmuşlardır. Hatta bazı selef âlimleri şöyle demişlerdir: “Bir kimse Cuma günü namazı kıldıktan sonra alış-veriş yaparsa, Allah onun kazancını yetmiş defa bereketlendirir.”2660 Şu halde hiç kimsenin delilsiz olarak Cuma gününün şer’an müslümanların tatil günü olduğu vehmine kapılması doğru değildir. Ancak, Cuma gününün şer’an tatil günü kabul edilmemiş olmasından müslümanların bu günü tatil günü ilan edemeyecekleri anlamı da çıkarılamaz. Daha önce belirtildiği gibi bu saha Müslümanların insiyatifine bırakılmıştır. Zira mubahın anlamı budur. Günümüz şartlarında haftanın en az bir veya iki gününü tatil yapmak zarurî bir ihtiyaç halini aldığına göre yahûdî ve hıristiyanları memnun etmek için onların özel ibâdet ve dinlenme günlerini tatil günü olarak benimsemek yerine, müslümanların Cuma gününü tatil günü ilan etmelerinden daha tabiî bir şey olamaz. Bizim burada altını çizmeye çalıştığımız husus Cuma gününün müslümanlarca tatil günü olarak kullanılmasının yanlış olduğu değil, bu günün Kur’an ve sünnet tarafından müslümanlar için tatil günü olarak belirlenmiş olduğuna inanmanın yanlış olduğudur. Bu iki nokta arasındaki fark bilindikten sonra müslümanların haftanın herhangi bir gününü ya da Cuma gününü tatil ilan etmelerinde şer’an bir mahzur yoktur. Ancak bu, müslümanların siyâsî hâkimiyeti ellerine almalarından sonra şûra kararı ile mümkün olacak bir şeydir.2661
2655] Vehbe Zühaylî, Et-Tefsîr'uI-Münîr, 28/207; İbn Cerir et-Taberî, Câmiul-Beyan fî Te'vîli’l-Kur'ân, 12/97
2656] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 2/454
2657] Bk. İbn Hacer, A.g.e, 2/454
2658] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 2/64; İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyan fî Te'vîli’l-Kur'ân, 12/97
2659] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân'il-Azîm, 8/149; İbn Ebî Hatim, Kitâb'ül-Cerh ve't-Ta'dîl, 3/2-38
2660] İbn Kesîr, A.g.e, 8/149
2661] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, 373-378
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zuhr-i Âhir Adıyla Kılınan Namazın Dindeki Yeri ve Hükmü
Birçok kez vurgulamaya çalıştığımız gibi, Kur’an ve sünnet Cuma namazını kayıtsız şartsız mutlak olarak farz kılmış ve edâsını birkısım şartlara bağlamamıştır. Ayrıca müctehidlerin yaşadıkları asra gelinceye kadar sahâbe ve tâbiun nesli arasında bu namazın ikamesi için herhangi bir kayıt ve şarttan söz edildiğine rastlayamıyoruz. Ancak hicrî ikinci asırdan itibaren bazı müctehidler ellerine geçen deliller ölçeğinde Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için birkısım şartlar ileri sürmeye başlamışlar ve bu şartların mevcut olması halinde kılınan Cuma namazının sahih, eksik olması halinde sahih olmayacağını ve müslümanların artık onun yerine öğle namazını kılmaları gerektiğini ifade etmişlerdir.
İşte bazı müslümanlar, gerek müctehid imamlar tarafından ileri sürülen bu şartların eksik olduğu gerekçesiyle, gerekse buraya kadar açıklamaya çalıştığımız daha başka gerekçelerle Cuma namazını hiç kılmayarak piramidin tepesinde yer alırken; birkısım müslümanlar da Cuma namazını edâ ettikten sonra “zuhr-i âhir” niyetiyle dört rekât daha namaz kılarak tabanında yer almaktadırlar. Diğer bir ifadeyle birinci grup bu hususta ifrâta, ikinci grup da tefrîte düşmektedir.
Biz bundan önceki bölümlerde müctehidler tarafından ileri sürülen bu şartların ne derece isâbetli olup olmadıklarını efrâdını câmi ağyârını mâni olacak biçimde izah etmiş ve neticede ne bu şartların bulunmaması gerekçesiyle, ne de ortaya atılan öteki gerekçelerle, Cuma namazının asla terk edilemeyeceğini ve de terk edilmemesi gerektiğini ifade etmiştik. Bu başlık altında ise ikinci grubun şüphelerine ve Cuma namazı edâ edildikten sonra zuhr-i âhir niyetiyle kılınan bu namazın İslâm’a nasıl ve nereden girdiğini, başka bir ifadeyle dindeki yerini ortaya koymaya çalışalım:
Şunu hemen ifade edelim ki Kur’an ve sünnette zuhr-i âhir adıyla bir namazdan söz edilmediği gibi; sahâbe, tâbiun ve tebeu’t-tâbiîn devirlerinde de böyle bir namazı bilen ya da kılan hiçbir kimse yoktu. Kezâ müctehid imamlar da böyle bir namazın kılınmasını emir ya da tavsiye etmiş değildirler. Onlardan her biri yukarıda temas edildiği gibi ellerine geçen deliller muvâcehesinde Cuma namazının farz olabilmesi için belli şartlar ileri sürmüş ve bu şartların bir kısmı veya tamamı ortadan kalktığı zaman bütün halkın Cuma namazını terkederek günün öğle namazını kılacaklarını ifade etmişlerdir. Fakat hiç birisi bu şartların bulunmaması veya eksik olması halinde hem Cuma namazını, hem de “kılınan Cuma namazı sahih olmamışsa” endişesiyle ihtiyaten “zuhr-i âhir” kılınmasını istememişlerdir.
Meselâ İmam Ebû Hanîfe -bu mevzûdakî görüşü isâbetli, delilleri tutarlı olsun veya olmasın- Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için, Cuma kılınacak yerin şehir olmasını şart koşmuş ve köylerde yaşayan halka Cuma namazının farz olmadığını söylemiştir. Dolayısıyla Hanefî mezhebine mensup olan ve köyde ikamet eden mükelleflerin Cuma namazını kılmaları câiz değildir. Aynı şekilde Ebû Hanîfe Cuma namazının sahih ve mûteber olabilmesi için bu namazı bizzat devlet başkanı veya görevlendireceği bir kimsenin kıldırması şartını ileri sürmüş ve bu şarta riâyet edilmediği zaman kılınan Cuma namazının sahih olmayacağını söylemiştir. Bu durumda onun mezhebine mensup olan kimselerin bu şartların bulunmadığını bile bile hem Cuma namazını kılıp, hem de arkasından
CUM’A NAMAZI
- 613 -
-şâyet sahih olmamışsa endişesiyle- ihtiyaten zuhr-i âhir kılmaları câiz değildir. Zira İmam Ebû Hanîfe bu şartların bulunmaması veya eksik olması halinde hem Cuma namazı, hem de zuhr-i âhir adıyla bir namaz kılınmasını istememiştir.
Öte yandan Ebû Hanîfe tarafından ileri sürülen devlet başkanı şartını kendisinden sonra gelen bütün Hanefî imamları -dâru’l-harpte ve İslâm devletinin fiilen mevcut olmaması halinde- geçersiz saymışlardır. Daha önce tutarlı olup olmadıklarını tartıştığımız bu iki şartın bir an için tutarlı olduğunu farzetsek bile, ne Ebû Hanîfe’nin kendisi, ne de ondan sonra gelen diğer Hanefî müctehidleri bu şartlar tahakkuk etmediği zaman, halkın hem Cuma namazını, hem de ihtiyat olarak “Zuhr-i âhir” kılmasını emir ya da tavsiye etmemişlerdir. Bilakis Ebû Hanîfe’nin kendisi kayıtsız şartsız, diğer Hanefî müctehidleri ise, İslâm devletinin fiilen mevcut olması kaydıyla böyle bir durumda kesin olarak Cumanın bâtıl olacağını savunmuş ve bütün halkın ilk baştan öğle namazını kılmalarını istemişlerdir. Dolayısıyla -zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namaz, sonradan gelen bazı mukallit âlimlerin bir beldede birden fazla yerde Cuma namazının câiz olup olmayacağı şeklindeki Şâfiî ve Mâlikî mezhebindeki- şüpheden yola çıkarak ortaya attıkları zayıf bir iddiadan ibarettir. Hâlbuki Hanefî mezhebinde böyle bir görüş kabul görmüş değildir. İlgili mevzûda değinildiği üzere bu mezhepte mûteber olan görüşe göre, bir beldede birden fazla yerde Cuma namazının kılınması kayıtsız şartsız câizdir. Nitekim insaf sahibi Hanefî âlimleri, her mukallidin bir şey yamaması ile tanınmaz hale getirilen Cuma namazını bu yamalardan kurtarmak isteyerek zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namazı şiddetle reddetmişlerdir.
Meselâ, son devir Hanefî âlimlerinden Mehmed Zihni Efendi kendi zamanından önceki Hanefî âlimlerinin bu konudaki görüşlerini özetleyerek şunları kaydeder: “...Bu açıklamaya göre daha önce davranarak kılmış olanların bulunabileceğini hesaba katarak ve ihtiyat olmak üzere ‘zuhr-i âhir’ kılmaya gerek de kalmaz. Çünkü böyle bir itibar ve ihtiyat olarak zuhr-i âhir kılmak Cumanın birden fazla yerde kılınamayacağı hususundaki zayıf bir görüşe oturtulur. Şürünbilâlî der ki: ‘İhtiyatlı olan onu (zuhr-i âhir’i) kılmak değildir. Çünkü ihtiyat iki delilden en kuvvetli olanıyla amel etmektir. Bu konuda iki delilin en kuvvetlisi ise, birden fazla yerde Cuma kılmanın mutlak olarak câiz olmasıdır. Ayrıca bunu -zuhr-i âhiri- kılmakta; câhillerin Cumanın farz olmadığını zannetmeleri ya da Cuma vaktinde farz olan namazın birkaç tane olduğunu sanmaları sakıncası vardır...’ İbn Nüceym de, “Bahru’r-Râik” adlı eserinde: “Zuhr-i âhir namazı, Cuma namazının bir şehirde birden fazla yerde kılınmasının câiz olamayacağı rivâyeti sebebiyle sahih olup olmayacağı konusunda düşülen şüphe üzerine bazı son devir âlimlerinin çıkardıkları bir şeydir. Söz konusu rivâyet ise, kabul görmüş değildir ve Cumadan sonra zuhr-i âhir namazı ne İmam A’zamdan, ne de iki imam arkadaşı -İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed- tarafından rivâyet edilmiştir. ‘Cuma gününün farzı zuhr-i âhir’dir, Cuma farz değildir’ diye bir kanaate saplanılacağı korkusundan ötürü ben o namazın câiz olmadığına defalarca fetvâ verdim’ demiştir. Bu konuda ‘el-Minhâ ve Reddü’l-Muhtâr’ adlı kitaplarda İbn Âbidin de bir şeyler söylemiştir. Ancak bu ileri gelen seçkin zâtların söylediklerinden sonra onlar bizi bağlayıcı değildir”.2662
Şemsülhak Âzımâbâdî ise, bu konuda şunları kaydeder: “Cuma namazı
2662] Mehmet Zihni Efendi, Nimetü'l-İslâm, s. 499-500
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisiyle öğle namazının farzının sâkıt olduğu farz-ı ayn bir namazdır. Zira Cuma namazı öğle namazı yerine kaimdir. Dolayısıyla Cuma namazından sonra ihtiyaten öğle namazını edâ eden kimse, Allah ve Rasûlü’nün izni olmadığı halde bir günde ve bir tek vakitte bir namazı iki defa edâ etmiş olur. Bu ise haramdır. Nitekim İbn Ömer’den (r.a.) rivâyete göre o şöyle demiştir: ‘Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim: “Bir namazı bir günde iki defa kılmayınız.”2663 Bu hadisi Ahmed bin Hanbel Müsned’inde, Ebû Dâvud ile Nesâî Sünen’lerinde rivâyet etmişlerdir. Hadisin isnâdı hasendir. Şu halde Cuma namazı öğle namazının yerine farz kılındığına göre Cumadan sonra tekrar öğlenin edâsı câiz değildir. Ne sahâbe, ne tâbiûn, ne tebeu’t-tâbiîn, ne müctehid imamlar ve ne de muhaddislerin herhangi birisinden Cumadan sonra öğle namazını kıldıkları veyahut da bunun kılınmasını emrettikleri rivâyet edilmiştir. Bu münâsebetle Cuma namazından sonra ihtiyat olarak zuhr-i âhirin kılınması, dinde sonradan ihdas edilmiş bir bid’attir. Bunu yapan da günahkâr olur. İbn Nüceym’in Bahru’r-Râik’te beyan ettiği gibi bu bid’atı bazı Hanefîler uydurmuşlardır”.2664
Şevkânî, Cemâlüddin el-Kasımî, Mustafa el-Galâyînî, Ali eş-Şebremallîsî, el-Hüseynî vb. gibi zevâtın içinde bulunduğu birçok âlim de bu görüştedirler. Bu gruba dâhil olan âlimler Cuma namazını kıldıktan sonra “şâyet sahih olmamışsa” endişesiyle zuhr-i âhir kılmanın gereksizliğini savunmakta ve Hayrettin Karaman’ın ifâdesine göre özetle şöyle demektedirler: “Bâtıl olduğunu bilerek Cuma namazı kılmak haramdır. Cumanın sahih olduğuna inanılıyorsa öğle namazını kılmaya ihtiyaç yoktur. Böyle bir namaz (zuhr-i âhir) sahâbe, tâbiûn ve müctehid imamlar devrinde kılınmamıştır. Dinde olmayan bir ibâdeti adet hâline getirip dine yamamak bid’attir. Bunu yapan da günahkâr olur.”2665
Çağdaş İslâm Hukukçularından Prof. Dr. Hayreddin Karaman, bu grubun görüşlerini bu şekilde aktardıktan sonra aynı görüşlere katıldığını belirterek “İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri” adlı eserinde şöyle der: “Bize göre de zuhr-i âhir kılınmamalıdır. Şüphe ve ihtiyat sebebiyle kılınmasını müdâfaa eden zevata karşı şunları hatırlatmakta fayda vardır:
1- Fıkhın ibâdât, muamelât ve ukubâta ait her bölümünde müctehidlerin sayısız ihtilâfı, ictihad ve görüş farkları vardır. Müslümanlar -şâyet bizzat ictihad edecek kadar âlim değilseler-, bu ictihadlardan birine uymakla mükelleftirler. İctihadlarına veya tâbî oldukları müctehide (mezhebe) göre ibâdetleri sahihse, artık başka bir mezhebe göre sahih olmaması onları ilgilendirmez ve ibâdetlerine zarar vermez. Üzerinde ihtilâf edilmiş binlerce meselede bir müctehide tâbî olarak ibâdet ederken, sadece Cuma namazında ihtilâfı göze alıp ihtiyata riâyet etmeye kalkışmak lüzumsuz bir davranıştır.
2- Her bid’at bir sünneti öldürür. Bu zuhr-i âhir sebebiyle Cumanın farzından sonra kılınacak namaz artırıldığı için halk Cumanın son sünnetini de terketmeye başlamıştır. Hâlbuki farzdan sonra sadece iki veya dört rekât namazın sünnet olduğu anlatılsa ve tatbikat da buna göre olsa, bu sünneti kılanların sayısı çoğalacaktır.
2663] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/19, 41; Ebû Davud, Sünen, 1/158; Nesai, Sünen, 2/114
2664] Şemsü'l-Hak Azımabadi, Tahkikât'ül-Ûlâ fî Farziyyeti Salâti’l-Cum’a fi'1-Kurâ, s. 46; Ayrıca bu konuda Bk. Sünen-i Dârakutni Şerhi, 2/10
2665] Hayrettin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, 1/39-41
CUM’A NAMAZI
- 615 -
3- İhtiyata ancak faydalı olduğu zaman riâyet edilir. Yola çıkacak adam belki yolda bulamam diye bir oturuşta üç öğünlük yemek yerse, ihtiyaten doktorun tavsiyesinden fazla ilaç alırsa, zararlı olur. Allah ve Rasûlü müslümanları ne ile mükellef kılmışsa, onları yerine getirmek, buna bir şey ilâve etmekten kaçınmak ihtiyatın tâ kendisidir.
4- Biz, bu kanaati serdederken Allah’ın bizden istediği bir ibâdeti kaldırmak veya azaltmak değil, müslümanları sünnet hudûdu içinde tutmak, cemaati artırmak ve mânevî değeri çok yüksek olan Cuma ibâdetini korumak istiyoruz”.2666
Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere birtakım zan ve şüphelerden hareketle Cuma namazından sonra tekrar zuhr-i âhir kılınması bâtıl bir ameldir. Zira şek ile yakîn hâsıl olamayacağı gibi, şüphe ile de ibâdet sahih olmaz. Sonra “bir zamanda sâbit olan şeyin hilâfına delil olmadıkça bekasıyla hükmolunur” küllî kaidesine göre de bu namaz bâtıldır. Zira zikredilen şartlar bulunmadığı zaman Cuma namazının bâtıl olacağına dâir hiç bir yeterli delil mevcut değildir. Kat’î delille farz olan bir ibâdet, zannî delilden dolayı bâtıl olamayacağına göre, Cuma namazının hükmü kıyâmete kadar bâki demektir.
Sonra bir beldede birden fazla yerde Cuma kılınamayacağı görüşünü en şiddetli bir şekilde savunan İmam Şâfiî ile İmam Mâlik de, birden fazla yerde Cuma kılınırsa, buna ilâveten peşinden zuhr-i âhir diye bir namaz kılınmasını istememiştir. Tam tersine onlar, böyle bir durumda kesin olarak Cumanın bâtıl olacağı görüşünü savunmuş ve bütün halkın artık öğle namazını iâde etmesini istemişlerdir. Cumanın bâtıl olduğuna inanarak günün öğle namazını iâde etmek ayrı, hem Cuma namazını, hem de Cumanın sahih olmama ihtimaliyle ihtiyat olmak üzere öğle namazını kılmak tamamen ayrı şeylerdir. İmam Şâfiî’nin mezhebinde böyle bir şey kesinlikle söz konusu değildir. Bu, tıpkı Hanefîlerde olduğu gibi sonradan gelen Şâfiî âlimlerinin yakıştırmalarından ibaret bir şeydir.
Netice itibariyle İslâm devletinden başka yerde kılınamayacağı iddiasıyla Cuma namazını terk edenlerin görüşleri ne kadar mesnedsiz ise, müctehid imamların ileri sürdüğü şartlardan herhangi birinin eksik olması sebebiyle kılınan Cuma namazının sahih olmayacağı endişesiyle “üzerime farz olup da henüz edâ edemediğim son öğle namazını edâ etmeye niyet ettim” diyerek ısmarlama bir niyetle o günün öğle namazını kılanların bu hareketi de o nisbette anlamsızdır.
Cuma Namazını Terketmenin Günahı
Buraya kadar geçen bölümlerde Cuma namazının Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılındığını ve yine kayıtsız şartsız her türlü vasatta kılınabileceğini Kur’an ve sünnete dayalı olarak ortaya koymuş bulunuyoruz. Bu başlık altında ise, herhangi bir yoruma tâbi tutmadan Cuma namazını terkeden kimseler hakkında Rasûlullah (s.a.s.)’den rivâyet edilen hadislerden bazılarını sunarak yorumunu okuyucuya bırakıyoruz.
İbn Ömer, İbn Abbas ve Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre onlar Rasûlullah’ı minberinin basamakları üzerinde şöyle söylerken işitmişlerdir: “Bazı kimseler ya Cuma namazını terk etmekten kesin olarak vazgeçerler yahut da Allah
2666] Hayreddin Karaman, A.g.e., 1/40-41
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.”2667
İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) Cuma namazını kılmayan kimseler hakkında şöyle buyurmuştur: “İçimden öyle geliyor ki bir adama emredeyim de insanlara namaz kıldırsın. Sonra da gidip Cuma namazına gelmeyen kimselerin evlerini üzerlerine yakıvereyim.”2668
Ebû’l-Ca’d ed-Damîrî’den (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim (zarurî bir mâzereti olmadığı halde ) hafife alarak üç Cuma namazını terkederse, Allah o kimsenin kalbinin üzerine mühür vurur.”2669
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre şöyle demiştir: “Her kim peş peşe dört Cuma namazını terkederse İslâm’ı arkasına atmış olur.”2670
Rasûlullah’tan (s.a.s.) rivâyete göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Her kim özürsüz olarak üç Cuma namazını terkederse, artık o kimse münâfıktır.”2671
Câbir’den (r.a.) rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle demiştir: “Her kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa Cuma gününde Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadın, yolcu, çocuk yahut köle bundan müstesnâdır. Ve her kim bir oyun yahut bir ticâret sebebiyle ondan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Allah ganîdir, hamîddir.”2672
İbn Abbas’dan (r.a.) rivâyete göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Cuma ezanını işitir de icâbet etmezse, artık onun hiç bir namazı yoktur. Ancak bir mâzeretten dolayı olursa bu müstesnâ.”2673
Bu hadislerden sonra herhangi bir açıklamaya gerek görmüyoruz. Ancak bu hadislerin, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında birtakım mâzeretler uydurarak Cuma namazına gelmeyen münâfıklar hakkında serdedildiklerini hatırlatmakla yetiniyoruz.2674
Cuma Konusu Gibi İhtilâflı Konular Hakkında Mezheplere ve İmamlarına Bakış İçin; İmamlardan Daha Fazla İmamcılık veya Mezheplilik Yerine Mezhepçilik Yapanları Red İçin Okuma Parçası:
Müctehid İmamların Sünnete Uyulması ve Sünnete Muhâlif olan Görüşlerinin Terkedilmesi Hususundaki Vasiyetleri
Müctehid İmamların tamamı, Hz. Peygamber’in sünnetine sarılmanın ve ihtilâf hâlinde sünnete yönelmenin, söyleyeni ne kadar büyük olursa olsun, sünnete aykırı olan bütün sözlerin terkedilmesinin gerekliliği hususunda ittifak etmişlerdir. Zira Rasûlullah (s.a.s.)’in dışında hiçbir insan mâsum olmadığından
2667] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/61; Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim, 6/401-402; Nesâî, Sünen-i Nesâî, 3/88 Beyhakî, Sünenu'l-Kübrâ, 3/171
2668] Abdurrazzak b. Hemmam, el-Musannef, 3/166; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/62; Hâkim Ebû Abdillah, el-Müstedrek, 1/430; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/172
2669] Tirmizî, Sünen-i Tirmizî, 2/373; Ebû Dâvud, Sünen-i Ebî Dâvud, 1/277; Nesâî, Sünen-i Nesâî, 3/88; Beyhakî, A.g.e., 3/172; İmam Mâlik, Muvatta, 1/111; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 2/192
2670] Abdurrazzak, el-Musannef, 3/165-166
2671] Mevârid'iz-Zeman ilâ Zevaid-i İbn Hibbân, s. 146
2672] Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, 3/184
2673] Abdürrazzak, el-Musannef, 3/165; Beyhakî, Sünen, 3/185
2674] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları
CUM’A NAMAZI
- 617 -
müctehid dahi olsa, her zaman yanılması ve hatâ etmesi mümkündür. Bunun nedeni ictihad ettikleri bir mesele hakkında kendilerine sahih bir sünnet nassının ulaşmaması olabileceği gibi, ellerine geçen nassın sıhhatindeki kusur ve zayıflık veya istinbat hatası da olabilir. İşte o büyük imamlar, bu gibi noktalarda, görüşlerinin sahih bir sünnete aykırı olduğu tesbit edildiği zaman, o konuda ısrar etmeyip derhal sünnete dönülmesini tavsiye etmişlerdir. Zira mü’minler, insanlardan herhangi birinin görüşüne değil, sadece Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetine uymakla mükelleftirler. Aksi halde hesap günü Allah’a karşı bir mâzeretleri olamaz.
1- İmam Ebû Hanîfe (H. 80-150)
Yeryüzündeki müslümanların büyük bir kısmının görüşlerine Tâbî olduğu mezhep imamlarının ilki Ebû Hanîfe künyesiyle meşhur Nûman b. Sâbit b. Zûtâ’dır. Aslen Fârisî olan İmam Ebû Hanîfe, Hicri 80 yılında Kûfe’de doğmuştur. Gençliğinde Hammad b. Ebî Süleyman’dan fıkıh almış, tâbiûn’dan Atâ b. Ebî Rabah ve Abdullah İbn Ömer’in azadlısı Nâfî gibi zatları dinleme imkânı bulmuştur. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, kalan on sekiz yılını da Abbasîler devrinde geçirmiştir. Böylece Emevî devletinin güçlü devrini, gerileme ve yıkılış devirlerini gördükten sonra Abbâsîler’in ilk dönemlerini de idrâk etmiştir.
Bilindiği gibi Muâviye ile başlayan Emevî hanedanlığı başından sonuna kadar Hz. Ali soyuna ve Ehl-i beyt’e karşı tam bir kıyma makinesi gibi çalışıp durdu. Emevîler’in daha ilk baştan hilâfet makamını gasb yoluyla ele giçirdiklerine kaanî olan İmam Ebû Hanîfe, onların bu cinâyetlerine hiçbir zaman rızâ göstermemiş, bu yüzden bizzat kendisi Emevîler aleyhine harekete geçmemişse de Hz. Ali evlatları tarafından onlara karşı başlatılan meşrû kıyam (ay aklanma)ları gizli olarak desteklemeye çalışmıştır. Bunun için de Emevî’ler, İmamı takip etmeye başlamışlar, bilhassa Abbasî propagandasının gizli gizli yayılışını ve intizamlı isyan hareketlerini görünce bu takiplerini daha da arttırmışlardır. Himâr (Merkeb) lakabıyla anılan Mervan b. Muhammed zamanında Irak vali’si olan Yezîd b. Hübeyre tehlikenin arttığını görünce fakîh ve muhaddislerden korkmaya ve özellikle ilimde büyük bir yeri olan İmam Zeyd’le teması bulunan âlimlerden endişelenmeye başlamıştı. Adı geçen vali, devleti tasvip edip etmediklerini anlamak maksadıyla devlet idaresinde birer vazife almalarını istediği diğer fakîhler gibi, İmam Ebû Hanîfe’ye de kadılık teklifinde bulunmuş, fakat İmam bu teklifi kesin bir dille reddetmiştir.
Vali, mührün Ebû Hanîfe’nin elinde olmasını ve Emevîlerin işledikleri zulüm ve cinâyetlerin onun eliyle onaylanmasını, diğer bir ifâdeyle halkın beyni ve lokomotifi olan ulemâyı midelerinden düzene bağlayarak susturmak, iğdiş etmek, daha doğrusu “Bel’amlaştırmak”, böylece Emevîler’e karşı yapılan haklı kıyamların yanında olan halkın direncini kırmak istiyordu. Tarih boyunca halkının özünden çıkmayan ve onların inandığı değerleri temsil etmeyen bütün zâlim düzenlerin her zaman başvurdukları metod bu olmuştur. İlim adamlarını düzenlerine sacayağı yaparak Firavunlar’ın, ‘Bel’amlar’ı kullandığı gibi kullanmak ve sistemlerini, onlara tamamen yabancı olan halklarının gözünde meşrû bir statüye kavuşturmak!
Büyük bir ferâset ve takvâ sahibi olan İmam Ebû Hanife (r.a.), bu hakikati çok iyi bildiği için Emevîler adına kadılık teklifinde bulunan Vali İbn Hübeyre’nin bu
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oyununa gelmemiş ve bunun için aracılık edenlere şu cevabı vermiştir: “Eğer o, benden, Vâsıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da o, bir müslümanı îdam etmek için benim hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurur?! Ben böyle bir hükmü ihtivâ eden kararın altını nasıl mühürlerim? Vallahi ben, böyle bir işe ölünceye kadar giremem.” Bu cevap üzerine perişan olan Emevî iktidarı İmam Ebû Hanîfe’yi hapsederek işkence yöntemine sığındı. Fakat gerçek bir iman ve ihlâsla yoğrulan bir şahsiyeti işkenceyle değiştirmek mümkün müydü? Nitekim günlerce devam eden bu işkecede İmam’a kırbaç vuran kimse usanacak ve bu işkenceden dolayı ölür de kıyâmete kadar Emevî sülâlesine sövülmeye sebep olur diye korkacak, sonunda İbn Hübeyre de İmamı serbest bırakmak zorunda kalacaktır. Ebû Hanîfe bu olaydan sonra Emevîlerin zulmünden emîn olmak maksadıyla Hicrî 130 senesinde Mekke’ye gelerek Harem’e (Beytullah’a) sığınmış ve Abbasîler devrine kadar orada ikamete mecbur kalmıştır.
Emevî hanedanlığı yıkılıp Abbasîler işbaşına gelince tekrar Kûfe’ye dönmüş ve bîat işi için kendisini temsilci seçen diğer âlimlerle beraber yeni halîfe’ye bîat ettiğini açıklamak üzere şu hitabeyi yapmıştır: “Bu iş (hilâfet), Peygamberimizin yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lütuf ve keremidir. Ey âlimler! Bunlara yardım etmeye en lâyık olanlar sizlersiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halîfenize bîat ediniz. Bîat âhirette sizin için emniyete kavuşmaya bir vesîledir. Allah’ın huzuruna bîatsız ve İmamsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız” Ne garip bir tecellidir ki hitâbeden de anlaşılacağı üzere, müslümanlara yapılan zulmün artık sona ereceğini ümid ederek sevinen ve o güne kadar Emevî saltanatı uğruna kesilen başların bu defa da Abbasî saltanatının bekası için kesileceğini hatırından bile geçirmeyen Ebû Hanîfe; çok geçmeden Şam’a giren Abbâsî ordusunun elli bin insanı öldürdüğünü, Ümeyye Câmii’nin yetmiş gün ahır olarak kullanıldığını, Muâviye dâhil tüm Emevî hanedanının kabirlerinin açılıp cesedlerinin yakılarak küllerinin havaya savrulduğunu, Emevîlerin muhâliflerine yaptığını Abbâsîler’in de onlara tattırdığını ve bu sülâleye mensup bebeklerin dahi siyâseten katledildiğini görecektir. Dahası öncekilerin iktidarına dil uzatıp zulümlere dur diyen ulemânın bir bir katledildiğine ve işkencelere tâbî tutulduğuna şâhid olacaktır.
Nihâyet hicrî 136 senesinde Ebû Ca’fer Mansur halîfe olunca, o da tıpkı öncekiler gibi ilim ve nüfuzunu çok iyi bildiği İmam Ebû Hanîfe’yi saltanata bakış açısından nötürleştirmek ve icraatlarını ona onaylatmak için kendisine Kadıyyül-Kudât (Başkadılık) makamını teklif edecek; böylesine tefessüh etmiş bir yönetim şeklini onaylamadığı ve zulümlerine ortak olmak istemediği için, İmam, sultanın makamından sonra devlet hiyerarşisinde en yüksek mevkî olan bu görevi de daha önce olduğu gibi reddedecek, Mansur da kendisine karşı ayaklanan Hz. Ali’nin torunlarını gizliden gizliye destelediğini bildiği için bu durumu bahane ederek İmamın zindana kapatılmasını ve her gün on kırbaç vurulmasını emredecektir. Günden güne katlanarak devam eden bu “mihne” (işkence) hâdisesinde kırbaç sayısı gündelik olarak yüz on’a ulaşınca şiddetli acılar içererisinde şehid olarak ruhunu teslim edecektir (h. 150). İmam Ebû Hanîfe’nin zindanda iken Mansur’un adamlarınca zehirlendiği de gelen rivâyetler arasındadır.2675
2675] Geniş bilgi için Bk. M. Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, çev: H. Karakaya-K. Aytekin, Hisar Y. 1983, İstanbul, 2/229 vd.
CUM’A NAMAZI
- 619 -
Hayatı boyunca inandığı değerlerden zerre kadar tâviz vermeyen, ilmî, ahlâkî ve siyâsî tavırlarıyla örnek bir şahsiyet olan İmam Ebû Hanîfe, şer’î hükümleri çıkarma hususundaki metodunu, Kur’an ve sünnete bağlılığını şu sözleri ile açıklamıştır. “Ben Kur’an’da bir hüküm bulduğum zaman onu alırım. Kur’an’da bulamadığım zaman sünneti ve emin ellerde meşhur olan sahih hadisleri alırım.”2676 Diğer bir ifâdesinde ise sünnet konusundaki hassâsiyetini şöyle dile getirir: “Peygamber’den gelirse başımızla gözümüz üzerinedir (alır kabul ederiz). Peygamberin ashâbından gelirse, onların görüşleri arasında tercih yaparız. Tâbiûndan gelirse onlar da insan biz de insanız.”2677
Sehl İbn Muzâhim onun hüküm çıkarmadaki prensibini şöyle anlatır: “İmam Ebû Hanîfe’nin prensibi sika (güvenilir) râvîlerin rivâyetini almak, uygun olmayan sözden kaçınmak, halkın teâmülünü ve maslahatlarını dikkate almak idi. Birçok meseleyi kıyasla hallederdi. Yürüttüğü kıyas, arkadaşları ile yaptığı fikir teâtîsi sonucunda uygun görülmediği zaman istihsan ile hükmeder. İstihsan ile hükmetmek uygun görülmediği zaman müslümanların teâmüllerine göre hükmederdi. Halkın ittifak ettiği sahih hadisleri asıl alarak ona kıyas yapıp neticeye varırdı. Bazan da bunun aksine istihsânı daha emîn bulurdu.2678
Görüldüğü gibi İmam Ebû Hanîfe (r.a.) gücünün yettiği ve imkânlarının müsaade ettiği ölçüde Kur’an ve sünnete göre hareket etmeye çalışmış, Kur’an ve sünnette nas bulamadığı zaman kıyas, rey, istihsan ve benzeri vâsıtalara başvurmuştur.
Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.s.) zamanından başlayarak bilhassa Hulafâ-i Râşidin devrinde sahâbe, çeşitli sebeplerle İslâm ülkesinin çeşitli beldelerine dağılmış vaziyette idi. Bu, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnet ve hadislerinin onlarla birlikte gittikleri yörelere gitmesi anlamına geliyordu. Bu sebeple her belde ahâlîsi aralarında bulunan sahâbî ya da sahâbîlerin bildiği kadar sünnet ve hadis bilgisine sahib bulunuyor çoğu zaman diğer sahâbîlerin ellerinde bulunan malzemeden haberdar olamıyordu. Daha sonraları hadis toplamak için seyahatler başlayacak ve bu malzemeler tedvin edilecektir.
İşte İmam Ebû Hanîfe hadislerin henüz tedvîn edilmeyip çeşitli beldelerde dağınık vaziyette bulunduğu böyle bir devirde yaşamış ve sahâbenin büyük bir çoğunluğunun meskûn bulunduğu Mekke ve Medine gibi sünnetin hazînesi durumunda olan ilim merkezlerinden uzak bir muhîtte (Kûfede) yetişmiştir. Bu iki önemli sebebe binâen birçok konuda sünnete vâkıf olamamış, dolayısıyla ya zayıf delillere ya da rey veya kıyasa başvurmak zorunda kalmıştır. Bu sebeple diğer fıkıh ekolleri hadis ekolü olarak bilinirken onun temsil ettiği Kûfe ekolü, rey ekolü olarak onlardan ayrılmıştır. Bu ekolün asıl üstadı ise Abdullah İbn Mes’ûd (r.a.)’dır.
İmam Ebû Hanîfe, sünnete herkesten daha ziyâde bağlı olmasına rağmen yukarıda belirtilen iki sebepten ötürü bazı konularda sünnete isâbet edememiştir. Tabiî bu husus, hiç kimseye ona karşı tân etme hakkını doğurmaz. Zira onun
2676] Muhammed el-Hudari, İslâm Hukuku Tarihi, çev: H. Hatiboğlu, Kahraman Y., 1974, İstanbul, s. 238
2677] Abdülgani Abdülhâlık, Hucciyyetü's-Sünne, I. Baskı, 1987, Stuttgart/Almanya, s. 351; H. Ez- Zehebî, et-Tefsir ve'1-Müfessirun, 1/128
2678] M. El-Hudarî, A.g.e., s. 238
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu şekilde sünnete isâbet edememesi kasdî bir hareketten dolayı değil, ya sünnete ulaşamamaktan, ya da ictihâdî bir hatadan kaynaklanmıştır. İctihad eden müctehid ise ictihadındaki hatasından mes’ul değildir. Çünkü müctehid ictihad yaparken ictihadında hata da etse, isâbet de etse ecirdedir. Ve ictihadına göre amel etmesi gerekir. Zira Rasûlullah (s.a.s.) “Hâkim bir hüküm verip ictihad eder ve ictihadında doğruya isâbet ederse ona iki sevâp, hataya düşerse bir sevap vardır.”2679 buyurmuştur.
İmam Ebû Hanîfe, kendisi de re’y veya kıyasa başvurduğu veya daha başka hususlarda sünnete isâbet edememiş olacağı veya sünnete muhâlif bir beyanda bulunabileceği endişesini elden bırakmayarak kendinden sonra gelen âlimlere bu görüşlerinin sünnete ircâ edilmesini vasiyet etmiştir. Nitekim kendisinin yetiştirmiş olduğu İmam Ebû Yusuf ve Muhammed gibi talebeleri ve talebelerinin talebeleri de mezhebinin üçte birine yakın konularda hocaları İmam Ebû Hanîfe’nin görüşünü sünnete aykırı bularak terk etmişlerdir.2680
İmam Ebû Hanîfe, hadis ve sünnetin tedvin edildiği döneme kadar yaşamış olsaydı re’y veya kıyasa başvurarak hallettiği meselelerdeki sünnete ve sahih hadise ters düşen görüşlerinde mukallidleri gibi ısrar etmeyip onlardan mutlaka vazgeçer ve görüşüne muhâlif düşen sünnetin hükmüyle amel ederdi.
Belki bu müctehidleri, hattâ onlardan daha aşağı seviyede olan kimseleri delillerinin sıhhatini ve ne olduğunu bilmeden körü körüne taklit ederek mezheb ve görüşlerine gökten indirilmiş bir nasmış gibi bağlanan ve bu sebeple bazan Kur’an ve sünnetin sahih emirlerine aykırı hareket eden müslümanlara bir uyarı olur ümidiyle o büyük İmamın bu husustaki sözlerinden bir kısmını burada naklediyoruz. İmam Ebû Hanîfenin bu konuda gelen pek çok emir ve vasiyyetlerinden bazıları şunlardır:
1- “Allah’ın Kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine ters düşen bir-şey söylemişsem benim görüşümü terkedin!”2681
2- “Nereden aldığımızı bilmedikçe hiç kimseye bizim görüşümüzle amel etmesi helâl değildir. “2682
İbnu’l-Kayyım bu sözü aynı şekilde İmam Ebû Yusuf’tan da rivâyet etmiştir. Ebû Yusuf: “Bizim nereden alıp söylediğimizi bilmedikçe hiçbir kimsenin bizim görüşümüzü benimseyip onunla görüş beyân etmesi helâl değildir”demiştir.2683
3- İmam Ebû Hanîfe, talebesi Ebû Yusuf’a hitap ederek şöyle demiştir: “Ey Ebû Ya’kub! Benden duyduğun her sözü yazma. Çünkü ben bugün bir görüşü benimseyip yarın onu terk edebilirim. Yarın bir görüş sahibi olur, öbürgün ise ondan da vazgeçebilirim.”2684
Nâsıruddin el-Albânî bu hususta şöyle diyor: “İmam Ebû Hanîfe’nin bu sözü
2679] Buhârî, İ'tisâm 30; Müslim, Akdıye 15; Ebû Dâvud, Akdıye 3; Nesâî, Ahkâm 3 ; İbn Mâce, Ahkâm 3; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/198
2680] İbn Âbidin, Haşiyetü Reddi’llMuhtar, 1/62
2681] Nâsırüddin el-Elbani, Sıfatu Salâti'n-Nebi, çev: Selman Başaran - Y. Vehbi Yavuz, Aksa Y. I. Baskı, 1992, Bursa, s. 21
2682] İbnu'l-Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmü'l-Muvakkıiyn, 2/309; İbn Âbidin, A.g.e., 6/293
2683] İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 2/182, 240
2684] Nâsıruddîn el-Albânî, A.g.e., s. 20
CUM’A NAMAZI
- 621 -
söylemesinin nedeni genellikle görüşlerinin re’y veya kıyasa dayalı olmasıdır. Görüşleri re’y veya kıyasa dayalı olunca daha kuvvetli bir görüş veya kıyas ortaya çıktığında yahut sahih bir hadise ulaşınca bunu alıyor ve önceki görüşünü terk ediyordu.” Nitekim Şârânî el-Mîzan’ında bu hususta özetle şöyle demektedir: “İmam Ebû Hanîfe (r.a.) hakkında bizim ve insaf sahibi herkesin inancı şudur: Eğer o İslâm fıkhı tedvin edildikten sonra ve hadis hâfızları çeşitli bölgelere dağıldıktan sonra yaşamış olsaydı, hadise ve sünnete muhâlif olan kıyaslarını bırakıp hadis ve sünnetle amel ederdi. Mezhebinde diğer mezheplerde olduğu gibi daha az kıyas bulunurdu. Ama ne var ki onun zamanında hadisler çeşitli bölge ve şehirlerde dağınık vaziyette bulunduğundan zarûrî olarak diğer İmamlara nisbetle onun mezhebindeki kıyas sayısı çok olmuştur. Zira kıyas yaptığı meselelerde elinde Kur’an ve sünnetten nas bulunmuyordu. Çünkü nas bulunan yerde kıyas mümkün değildir. Hadis hâfızları çeşitli beldelerdeki hadisleri daha sonraları bir araya topladılar. Böylece toplanan hadisler sorulara cevap vermiş oldu. İşte bu husus diğer mezheplere göre İmam Ebû Hanîfe’nin mezhebindeki kıyasların daha çok olmasına sebep teşkil etmiştir.2685
4- “Hadis sahîh olduğu zaman benim mezhebim odur.”2686 İbn Âbidin bu hususla ilgili olarak şöyle demektedir: “Hadis sahih olduğu zaman mezhebin görüşüne ters düşse bile, hadisle amel edilir. Bu durumda kişinin mezhebi hadisin hükmü olur. Bu şekilde hadisle amel etmek Ebû Hanîfe’yi taklit eden kimseyi Hanefî olmaktan çıkarmaz. Zira İmam Ebû Hanîfe’den: “hadis sahih olduğu zaman benim mezhebim odur” dediği sahih olarak rivâyet edilmiştir. Bu sözü İbn Abdilber, İmam A’zam Ebû Hanîfe ve daha başka İmamlardan da nakletmiştir. Aynı şekilde onu dört İmamdan İmam Şârânî de nakletmektedir”2687
Bu sözleri söyleyen büyük bir hanefî fakîhi ve âlimidir. İbn Âbidin’in bu sözleri tamamen doğrudur. Çünkü kişi böyle yapmakla yine İmamının sözüne uygun hareket etmiş olmaktadır. Ancak İmamın bu sözünün, nass’ları, onların muhkemini ve mensûhunu inceleyip birbirinden ayırdetmeye ehil olan kimseler için geçerli olacağı unutulmamalıdır.
5- Diğer bir rivâyete göre İmam Ebû Hanîfe şöyle demiştir. “Aralarında hadis tahsil eden kimseler bulunduğu sürece insanlar devamlı hayır üzeredirler. Hadis olmaksızın ilim taleb ettikleri takdirde ise fesâda uğrarlar.”2688
6- Bir defasında; “İnsanlar hadisle amel etmeyi terkettiler ve hadis dinlemeye yöneldiler.” denilince İmam Ebû Hanîfe: “Onların hadisleri dinlemeleri, hadisle amel etmelerinin ta kendisidir” karşılığını vermiştir.2689
7- Bir rivâyete göre de şöyle demiştir: “Allah’ın dini hakkında re’y ile görüş beyân etmekten sakının. Size gereken, sünnete ittibâ etmektir. Zira her kim sünnetten dışarı çıkarsa sapıtmış olur.”2690
Bir defasında; Kûfe halkından bir adam İmam Ebû Hanîfe’nin yanına gelmişti.
2685] Albânî, A.g.e., s. 20-21
2686] İbn Âbidin, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtar, 1/67-68
2687] İbn Âbidin, A.g.e., 1/67-68
2688] Kasimî, Kavâidü't-Tahdîs, 1987, Beyrut, B. Sy. yok, s. 51
2689] Kasımî, A.g.e., s. 51
2690] Kasımî, A.g.e., s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'l-Kur'an ve'1-Hadis, 4. Baskı, 1984, Kuveyt, s. 202
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
O esnâda İmamın huzurunda hadis okunuyordu. Adam: “Bize bu hadisleri okumayı bırakın” dedi. Bunun üzerine İmam, bu adamı şiddetle azarlayarak: “Eğer sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’an’ı anlayamazdık” cevabını verdi.2691
Bu ifâdeler İmam Ebû Hanîfe’nin sünnet’e ne kadar bağlı olduğunu göstermek için kâfidir sanırız. Sünnet karşısındaki bu hassâsiyetine rağmen, mâsum olmaması sebebiyle şâyet sünnete muhâlif bir görüş beyân etmiş olsa bile o, Allah katında ma’zur sayılır. Zira şeriat sahibi ictihaddaki hataları affedip mükâfat vaadetmiştir. Ancak İmama saygı gösteren ve onun mezhebine bağlanan kimselerin, onun, sünnete ve sahih hadislere aykırı olan görüşleri ortaya konduğu zaman onlarla amelde ısrar etmeleri câiz değildir. Zira onun koyduğu usûl ve prensiplere göre bu görüşler onun mezhebinden değildir. Müslümana yakışan taassubu bırakıp ondan sonra sahihliği isbât edilen hadis ve sünnete ittibâ etmektir. Zira görüldüğü şekilde O, bize böyle yapmamızı vasiyet etmiştir. Eğer İmam Ebû Hanîfe bugün yaşasaydı onun da yapacağı bu idi.
Tabiî bu durum yukarıda da işaret edildiği gibi, naslar hakkında görüş beyân etme ehliyetine sahip olan, ilim, amel ve takvâsına îtimad edilen âlimler nezâretinde olmalıdır. Yoksa her önüne gelenin hadisle amel etmesi söz konusu değildir.2692
2- İmam Mâlik b. Enes2693
Mezheb sahibi müctehid İmamların ikincisi, İmam Ebû Hanîfenin çağdaşı Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebî Amir el-Asbâhî’dir. Her ne kadar doğumu hakkında 91 ila 97 arasında değişen muhtelif tarihler verilse de o, muhtemelen hicrî 93 senesinde Medine’de dünyaya gelmiştir. Büyük babası Mâlik, tâbiûn’dan, büyük dedesi Ebû Amir de Ashâb-ı Kiram’dandır. Ailesi, aslen Yemenli olup Rasûlullah (s.a.s.) devrinde Medine’ye gelip oraya yerleşmiştir.
Medine’de doğup büyüyen İmam Mâlik, ilk önce Medine âlimlerinden Abdurrahman İbn Hürmüz’ün halkasına katılarak ondan feyz almaya başladı. Bilâhere İbn Ömer’in âzadlısı Nâfi, İbn Şihâb ez-Zührî, Ebû’z-Zinâd ve Yahya b. Saîd el-Ensârî’den ilim aldı. Fıkıh ilminde esas hocası Râbiatü’r-Rey diye meşhur olan Râbia b. Abdirrahmandır. “70 üstad benim yetkili olduğuma şehâdet etmedikçe ben bu işe başlamadım.” diyen İmam Mâlik, üstadları hadis rivâyeti ve fetvâ verme ehliyetine sahip olduğuna şehâdet edince hadis rivâyetine ve fetvâ vermeye başladı. Bütün hocaları onun hadis sahasında İmam, rivâyetinin sağlam ve güvenilir olduğu hususunda ittifak halindeydiler. Daha sonra gelen âlimler de bu hususu itiraf etmişlerdir.
Mezhebinde re’y ile hadisi cem eden İmam Mâlik, çok büyük miktarda hadis toplamış, fakat bunların içinden sadece bir kısmını seçerek Sahâbe, Tâbiûn ve Tebeü’t-Tâbiî’nin fetvâlarıyla birlikte sahasında ilk eser olan ‘Muvattâ’ adlı eserinde bir araya toplamıştır.
Fitnelerden uzak durmasına ve onları desteklemekten kaçınmasına rağmen Ebû Ca’fer el-Mansur devrinde Abbasî iktidarının zulmünden İmam Ebû Hanîfe
2691] Kasımî, A.g.e., s. 51; Zefzaf, A.g.e., s. 202
2692] Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y., 92-101
2693] 93-179
CUM’A NAMAZI
- 623 -
gibi, nasibine düşeni almaktan o da kurtulamamıştır. Mansur tarafından, rivâyet etmekten menedildiği “ikrah karşısında kalan kimsenin yemini mûteber değildir” hadisini, yine Mansur’un provakatörleri tarafından planlı olarak sorulan bir soru üzerine tekrar etmesi iktidar aleyhine halkı tahrik sayılmış ve bu yüzden Medine Valisi Cafer b. Süleyman’ın emriyle kırbaçlanmış, hattâ bu işkence (mihne)de bir kolu çekilerek omuzundan çıkarılmıştır. İmam Mâlik 85 yaşının üzerinde olduğu halde 179 senesinde Medine’de vefat ederek Bakî’ Mezarlığına defnedilmiştir. 2694
Taklit edilen diğer müctehidler gibi İmam Mâlik de mezhebine uyanları, delilini bilmeden insanları taklidden menetmiş, onları Kur’an ve sünnet’e yönelmeye çağırmıştır. O, bilhassa sünnete aykırı olan görüşleri alarak başkalarını taklid etmeyi bâtıl saymış ve şöyle demiştir: “Üzerinde icmâ’ etmiş olmadıkları müddetçe insanların görüşlerinden (re’y’den) sakının. Rabbinizden size indirilen Kur’an’a ve Peygamberinizden gelen sünnete uyun. Mânâsını anlayamazsanız âlimlerinize sorun. Fakat onlarla mücâdele etmeyin. Şüphesiz dinde münâkaşa (cidal) münâfıklık kalıntılarındandır.”2695
İmam Mâlik, Peygamberden bir hadis geldiği zaman kılı kırk yaran, âlimlerden nakledilen her sözü tereddütsüz kabul eden kör taklitçilere de şöyle demiştir: “Ben bir beşerim. Doğruyu da bulurum, hata da ederim. Siz benim görüşlerime bakın. Allah’ın Kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine uyanı alın; Uymayanı terkedin.”2696
İmam Mâlik (r.a.) insanların mâsum olmadığını, her insanın hatâ edebileceğini ve ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, insanların görüşünü terketmenin haram olmadığını ifâde ederek şu tarihî sözü kaydetmiştir: “Mâsum olan şu kabrin sahibinden başka, her insanın sözlerinden bir kısmı alınabilir de terkedilebilir de.”2697 ‘Mâsum olan kabrin sahibi’ sözünden maksat, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ve sadece sahihliği sâbit olduktan sonra onun sözü terkedilemez. Kur’an ve Sünnet’e muhâlif olduğu zaman kim olursa olsun insanların sözünü alıp amel etmek câiz değildir.
Bu sözü, Takıyyüddin es-Sübkî “el-Fetâvâ” adlı eserinde İbn Abbas’a nisbet ederek şöyle demiştir: “Bu sözü İbn Abbas’dan mücâhid, o ikisinden de İmam Mâlik (r.a.) almış ve onun sözü olarak şöhret kazanmıştır.2698
İbn Vehb şöyle demiştir: “İmam Mâlik’e ‘abdestte ayak parmaklarını hilâllemekten’ sordum. İmam Mâlik: “Bu, insanlar için bir mecburiyet değildir” dedi. Ve kendisinin de insanlara kolaylık olsun diye bunu terkettiğini söyledi. Bunun üzerine ben kendisine ‘Bu konuda bizde bir sünnet vardır’ dedim. ‘O sünnet nedir?’ dedi. Dedim ki Leys b. Sa’d, İbn Lehîa ve Amr b. Hâris’in haber verdiğine göre Müstevrid b. Şeddâd el-Kuraşî “Hz. Peygamberi elinin küçük parmağı ile ayak parmaklarının arasını ovarken gördüm” demiştir. İbn Vehb daha sonra şöyle devam eder: “Bu hadis hasendir. İmam Mâlik (r.a.)’den bu sözü sadece bir
2694] Bk. M. M. A'zâmî, Studies in Hadith Methodology, s. 82; M. Ebû Zehra, Mezhebler Tarihi, 2/282-286; M. Hudârî, İslâm Hukuku Târihi, s. 244 vd.
2695] Kasımî, A.g.e., s. 51
2696] İbn Abdilberr, Câmiu Beyân'il-İlm ve Fadlih, 2/32; İbn Hazm, El-İhkâm, 6/149
2697] İbn Abdilberr, A.g.e., 2/91; İbn Hazm, el-İhkâm, 6/145
2698] Takıyyüddîn es-Sübkî, el-Fetâvâ, 1/148
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kere işitmiştim. Bundan sonra kendisine bu soru her sorulduğunda parmakları hilâllemeyi emrettiğini gördüm.”2699
İmam Mâlik sadece Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine değil, ashâbının sünnetine dahi muhâlefeti tecviz etmiyordu. İbnu’l -Kayyım el-Cevzî, “İ’lâmü’l-Muvakkıîn” adlı eserinde bu hususta şöyle der: “İmam Mâlik (r.a.) açıkça, İbrahim en-Nehâî’nin görüşüne dayanarak Ömer İbnu’l-Hattâb’ın görüşünü terkedenin tevbeye dâvet edileceğini beyân etmiştir. O halde İbrahim en-Nehâî veya benzerlerinden daha aşağı olan kimselerin görüşü sebebiyle Allah ve Rasûlünün kavlini terkedene nasıl muâmele edilir?”2700
Peygamber’den duymuş olmaları ihtimâliyle sahâbenin görüşüne muhâlefet ederek, insanlardan herhangi birisinin görüşüne uyan tevbeye dâvet edilince, Peygamberin sözüne ya da sâbit bir sünnetine muhâlefet edene ne gerekir acaba?! Allah Teâlâ “Peygamberin emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden yahut çok elemli bir azapdan sakınsınlar” buyurmuştur.2701
3-İmam Şâfiî2702
İnsanların büyük bir kısmının peşinden gittiği büyük mezheb İmamlarının üçüncüsü Usûl-i Fıkıh ilmini kurup ilk defa tedvin etme ve esaslarını açıklama şerefine nâil olan İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiî el-Kuraşî’dir (r.a.) Bütün rivâyetler, İmam Şâfiî’nin, Irak fakîhlerinin başı olan İmam Ebû Hanîfe’nin vefat tarihi olan hicrî 150 senesinde Askalân’a bağlı Gazze şehrinde doğduğunda birleşirler. İttifakla rivâyet edildiğine göre Şâfiî’nin babası Kureyş kabilesine mensup olup Peygamber’in (s.a.s.) dedesi olan Hâşim’in kardeşi Muttalib oğullarına dayanır. Babası İdris bir iş münâsebetiyle Gazze’ye geldiğinden Şâfiî de burada dünyaya gelmiş, daha sonra annesi tarafından asıl vatanı olan Mekke’ye getirilmiştir. Çok küçük yaşlarda Kur’an’ı hıfzeden İmam Şâfiî, Harem şeyhi Müslim b. Hâlid ez-Zencânî’nin halkasına katılarak ilmî çalışmalarına başladı. Bu arada Müslim b. Hâlid’in fıkhını ve Hicaz ehlinin hadis kaynağı olan iki muazzam âlimin bildiği hadisleri öğrendi. Bunlar, Mekke hadisçisi Süfyan İbn Uyeyne ve Medine hadisçisi Mâlik b. Enes’tir. İmam Mâlik’e gelmeden önce Muvatta’ını hıfzetmiş ve onu Malik’in huzurunda ezberden okumuş, o da Şâfiî’nin zekâ ve hıfzına hayran kalmıştır. İmam Şâfiî, bunlardan başka diğer zatlardan da hadis almıştır. İmam, ilmini, fıkhını ve görüşlerini daha çok Mısır’da yayma imkânı bulmuş ve 204 senesi Recep ayının son gecesi 54 yaşında iken Kahire’de vefat ederek el-Mukattam dağının eteğindeki Benû Abdilhakem türbesine defnedilmiştir.2703
Sünneti, İmam Şâfiî’den (r.a.) daha şiddetli savunan hiçbir kimse yoktur dense mübâlâğa edilmiş olmaz. O, tartışmasız Ehl-i sünnet’in imamı ve Peygamber’in sünnetinin meftûnu idi. Bu yüzden bu konuda en güzel söz ve tavsiyeler İmam Şâfiî etrafında toplanmaktadır. İbn Hazm şöyle diyor: “Taklit edilen müctehidlerin bizzat kendileri, taklitçiliği bâtıl saymışlardır. Onlar arkadaşlarını taklitten men etmişlerdir. Bu konuda en ileri giden zât İmam Şâfiî’dir. Zira o sahih hadislere uyma ve onların gereği ile amel etmede başkalarının ulaşamadığı yüksek
2699] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Kitâbü'1-Cerh ve't-Ta'dîl, Beyrut, 1992, B. Sy. yok, 1/32-33
2700] İbn'l-Kayyım el-Cevziyye, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 2/182
2701] 24/Nûr, 51
2702] 150-204
2703] M. Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, 2/309 vd; M. Hudârî, İslâm Hukuku Tarihi, s. 254 vd.
CUM’A NAMAZI
- 625 -
bir mertebeye ulaşmış ve bütünü ile taklitçilikten uzak kalmış ve bunu da açıkça îlân etmiştir.2704
Delilini bilmeden veya sünnete muhâlif olduğunu öğrendikten sonra insanlardan herhangi birini taklit etmenin haram olduğuna dâir İmam Şâfiî’den gelen sözlerden bazıları şunlardır:
1- Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen herhangi bir sünnet kendisine açıkça belirlenen kimseye, insanlardan herhangi birisinin görüşü sebebiyle onu terketmesinin helâl olmadığı hususunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir.2705
2- İmam Şâfiî’den şu söz mütevâtiren nakledilmiştir: “Hadis sahih olduğu zaman, benim (ona aykırı düşen) görüşümü duvara çarpınız.”2706
3- Kezâ sahih bir kanalla onun şöyle dediği rivâyet edilir: “Ben Rasûlullah’dan (s.a.s.) bir hadis rivâyet edip de onu almadığım zaman, aklımın gitmiş olduğunu anlayınız.”2707
4- Hz. Peygamber’in bir sünneti kendisine gizli kalmamış ve ulaşmamış hiç kimse yoktur (Yani bir kimse Peygamber’in bütün sünnetlerini bilemez). Ben bâzan bir söz söylemiş, bir prensip tesbit etmişimdir de, o konuda benim görüşüm hilâfına Peygamber (s.a.s.)’den nakledilen bir hadis bulunmuştur. Bu durumlarda benim mezhebim Hz. Peygamber’in sözüdür.2708
5- Benim kitabımda Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı bir şey bulursanız Peygamber’in sünnetini alınız. Ben ne söylemişsem onu terk ediniz.”2709
6- “Hakkında görüş serdettiğim herhangi bir meselede hadis âlimleri tarafından benim görüşlerime aykırı bir hadis rivâyet edilirse, ben hayatta iken de ölümümden sonra da ben görüşümden dönerim.”2710
7- “Herhangi bir konuda ben bir şey söylemişsem ve Peygamber’den (s.a.s.) de buna aykırı olarak sahih bir hadis gelmişse, Peygamber’in (s.a.s.) hadisi amel edilmeye daha lâyıktır. Beni taklit etmeyiniz.”2711
8- “Hadis sahih olduğu zaman benim görüşüm odur.”2712 İbn Hazm, İmam Şâfiî’nin bu sözünü izah ederek: “İmam Şâfiî’nin ‘hadis sahih olduğu zaman’ demekten kastı; hadis kendisine veya kendisinden başka hadis imamlarına göre sahih olduğu zaman demektir.” demiştir.2713
Bu ifâdeler, aynı zamanda en samimi bir üslûpla İmamların sünnetin
2704] İbn Hazm, el-İhkâm, 6/118
2705] İbn Kayyım, A.g.e., 2/263
2706] İbn Kayyım, A.g.e., 2/263; Kasımî, Kavâidü't-Tahdis, s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'1-Kur'an ve'1-Hadis, s. 202
2707] İbn Kayyım, A.g.e., 2/263; Abdülgani Abdülhâlık, Hucciyyetü's-Sünne, s. 352-353
2708] İbn Kayyım, A.g.e., 2/267; Hakim bu sözü, Şâfiî’ye kadar ulaşan sahih bir senedle rivâyet etmiştir. Bk. İbn Asâkir, Tarih-i Dımeşk, 153; Fullani, İkazü'l-Himem, s. 100
2709] İbn Kayyım, A.g.e., 2/266; İmam Nevevi, el-Mecmu Şerhu'l-Mühezzeb, Daru’l-fikr, Beyrut, Tarihsiz, B. Sy. Yok, 1/163; Abdülgani Abdülhâlık, Hucciyyetü's-Sünne, s. 361
2710] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 2/266
2711] İbn Kayyım, A.g.e., 2/266; Abdülgani Abdülhâlık, A.g.e., s. 361
2712] İmam Nevevî, A.g.e., 1/163; Kasımî, Kavaidü't-Tahdîs, s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'l-Kur'an ve'1-Hadis, s. 202
2713] Kasımî, A.g. e., s. 51
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tamamını bilmediklerini itiraf sayılabilir. Nitekim bir insanın, sünnetin tamamını tek başına bilmesine imkân da yoktur.
9- “Benim görüşümün, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözlerine muhâlif olduğunu gördüğünüz zaman, Rasûlullah’ın (s.a.s.) sözüyle amel edin. Benim görüşümü duvara çarpın.”2714
10-”Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir Sünetini gördüğünüz zaman ona ittibâ edin; herhangi bir kimsenin görüşüne iltifat etmeyin.”2715
İbnu’l Kayyım el-Cevziyye, “İ’lâmü’l-Muvakkıîn” adlı eserinde bu hususta şöyle der: “Dört büyük İmam, kendilerinin taklit edilmesini ve delilsiz olarak görüşlerini alıp amel eden kimseleri zemmetmişlerdir.” Bu sebeple İmam Şâfiî şöyle demiştir: “Delilsiz olarak ilim taleb eden kimsenin durumu geceleyin odun toplayan kimsenin durumuna benzer. O adam içerisinde zehirli bir yılan olduğu halde bir odun demetini yüklenir, yılan da onu ısırır ama o bunun farkında bile olmaz.”2716
İmam Şâfiî “er-Risâle” adlı eserinde de şöyle der: “Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlü’ne itaat etmeyi, yasaklarından da sakınmayı emretmiştir. Rasûlullah’ın emirlerini kabul etmek aynı zamanda Allah’ın bir farzını tasdik etmek demektir.”2717
11- Beyhâkî’nin Rebî’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: “Bir gün İmam Şâfiî bir hadis nakletti. Ve “bu hadis sahihtir” dedi. Toplulukta bulunan bir adam: ‘Ey Ebû Abdillâh! Sen de bu görüşte misin?’ dedi. Bunun üzerine İmam Şâfiî, adamın sözüne sinirlendi ve; “be hey adam! Sen beni Hıristiyan mı sanıyorsun veya sen beni Kiliseden çıkarken yahut belime zünnâr takarken mi gördün ki, ben Rasûlullah’tan (s.a.s.) bir hadis nakledeyim de onun beyan ettiği hükümle aynı görüşte olmayayım?” cevabını verdi.2718
12- İmam Şâfiî, adı geçen eserinde insanların görüşlerine ne zaman itibar edileceğini “sünnetten başka şeyler, sünnetten herhangi bir şey bulunmadığı zaman delil olabilir”2719 diyerek özetlemektedir.
4- Ahmed bin Hanbel (164-241)
İmam Ahmed, İslâm tarihinde hadis ile fıkhı birleştiren ve hayatında bir milyon hadisi ezbere bilen örnek şahsiyetlerden biridir. Haşim ve Süfyan b. Uyeyne tabakasına mensup olan hadiscilerin en büyüklerinden hadis aldı. Buhârî, Müslim ve onların tabakasına mensup olan hadisçiler de ondan hadis tahsil etmiştir. Çok hadis bildiği için muâsırı olan hadis ehlinin imâmı sayılır. Haddizatında onu hadis ricâlinden saymak, fıkıhcılar arasında saymaktan daha doğru olur. İbnu’l-Kayyım onun sünnete vukûfıyyet ve bağlığını dile getirirken şöyle demektedir: “İmam Ahmed, yeryüzünü ilim, hadis ve sünnetle doldurmuş, hatta kendisinden sonra gelen hadis ve sünnet İmamları kıyâmete kadar onu tâkip eden talebeleri
2714] Kasımî, A.g.e., s. 51; Zefzaf, et-Ta'rif bi'1-Kur'an ve'1-Hadis, s. 202
2715] Abdülgani Abdülhâlık, A.g.e., s. 361; Bunu Ebu Nuaym el-Hilye’sinde r4ayet etmiştir.
2716] İbn Kayyım, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 2/181
2717] İmam Şâfiî, er-Risâle, s. 16, md. no: 58
2718] Abdülgani Abdulhâlık, A.g.e., s. 353; Suyûtî, Miftahu'l-Cenneh, s. 6
2719] İmam Şâfiî, er-Risâle, Tah: A. M. Şâkir, s. 262, md. no: 1818
CUM’A NAMAZI
- 627 -
olmuştur. O, fürû ve ictihad meselelerini kapsayan kitaplar yazılmasından hiç hoşlanmazdı. Hadislerin her şeyden tecrid edilmesini ister, sözlerinin yazılmasını beğenmez ve bu hususta çok katı davranırdı.” 2720 Hiçbir ameli, hiçbir re’yi, hiçbir kıyâsı, hiçbir sahâbî kavlini ve insanlardan birçoğunun icmâ adını vererek sahih hadise takdim ettikleri, muhâlifini bilmediği bir görüşü sahih hadise takdim etmezdi. O, bu nevî icmâ iddiasında bulunanları tekzib etmiş ve böyle bir icmâ’nın sahih bir hadisten öne geçirilmesini câiz görmemiştir. Nitekim oğlu Abdullah şöyle demiştir: Babamı şöyle derken işittim: “Bir kimsenin hakkında icmâ bulunduğunu iddia ettiği her görüş yalandan ibarettir. Kim icmâ iddiasında bulunursa yalancıdır. Ne biliyor, belki insanlar ihtilâf etmişlerdir de bu ihtilâf kendisine ulaşmamıştır. Dolayısıyla o kimse bu konuda insanların ihtilâf edip etmediklerini bilmiyorum desin.”2721
İmam Ahmed sünnete muhâlif görüşlere ve kim olursa olsun sünnete muhâlefet eden kimselere iltifat etmezdi. Bu sebeple Fâtıma bintü Kays hadisine dayanarak Hz. Ömer’in üç talâkla kesin olarak boşanan kadınlar hakkındaki muhâlefetine iltifat etmediği gibi, Hz. Âişe’nin: “Ben ve Rasûlullah böyle yaptık ve ikimizde yıkandık”2722 şeklindeki haberinin sahihliğine binâen, inzal vâki olmayan birleşmeden dolayı gusül yapma hususundaki Hz. Ali, Osman, Talha, Ebû Eyyûb ve Übey b. Kâ’b’ın muhâlefetlerine de iltifat etmemiştir. Aynı şekilde Sübey’atü’l-Eslemiyye hadisinin sahihliği sebebiyle “Kocası vefat eden hâmile kadının iddet süresi, iki müddetin en uzunudur.” tarzındaki İbn Abbas ve Ali İbn Ebî Tâlib’in görüşüne aldırış etmemiştir. İmam Ahmed’in, sünnete aykırı olduğu için bu şekilde iltifat etmediği sahabî görüşleri pek çoktur.2723
Sünnete aykırı olduğu için sahâbî görüşü terkedilince sahâbeden başkalarının sünnete aykırı görüşlerinin terkedilmesi evleviyyette kalır. Aynı zamanda sahâbenin dahi bazı konularda sünnete vâkıf olamadığı ortaya çıkınca sahâbeden sonrakilerin sünnetin tamamını bildiğini ve hiçbir görüşünün sünnete aykırı olamayacağını düşünmek tezat olur.
İmam, ekseriyetle insanların re’yinden uzak durmuş ve bu hususta şöyle demiştir: Kalbinde bozukluk olan kimse müstesnâ, genellikle re’y kitaplarına itibar eden hiçbir kimse göremezsin.2724 Beyhâkî’nin rivâyetine göre İmam Ahmed’e herhangi bir mesele hakkında re’yi sorulduğu zaman o, “Yoksa Rasûlullah’la (s.a.s.) beraber herhangi bir kimsenin söz söyleme hakkı mı vardır?” derdi.2725
Oğlu Abdullah şöyle demiştir: “İmam Ahmed’e bir beldede bulunan ve orada, hadisin sahihini sakîminden ayıramayan bir hadisci ile bir rey ehlinden başka fetvâ soracak kimse bulamayan bir adam, dinini bunların hangisinden sorar?” dedim. Ahmed bin Hanbel: ‘Hadisciden sorar, re’y ile fetvâ verenden değil” cevabını verdi.2726
Zamanındaki âlimlerden herhangi birini taklit etme hususunda kendisiyle
2720] İbnu'l-Kayyım, İ’lâmü'l-Muvakkıîn, 1/28
2721] İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 1/30
2722] Tirmizî, Sünen, 1/181
2723] Bu Konuda geniş mâlumat için Bk. İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 1/29 vd.
2724] Kasımî, Kavaidü't-Tahdis, s. 51-52; Zefzaf, et-Ta'rif bi’l-Kur'an ve'l-Hadis, s. 202
2725] Kasımî, A.g.e., s. 51-52; Zefzaf, A.g.e., s. 202
2726] İbnu'l-Kayyım, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, 1/33; Kasımî, A.g.e., s. 52
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istişâre eden bir şahsa İmam Ahmed: “Ne beni, ne Mâlik’i, Ne Sevrî’yi, ne Evzâî’yi ne Nehâî’yi ve ne de onlardan başkasını taklid et. Şer’î hükümleri onların aldıkları yerden al.” demiştir.2727 İmam Şârânî, “el-Uhûd” adlı eserinde “O’nun bu sözü kitap ve sünnetten hüküm çıkarmaya gücü yeten ilim sahiplerine hamledilir”2728 demektedir ki, doğru olan da budur.
Diğer bir rivâyette ise İmam Ahmed şöyle demiştir: “Dinî konularda bunlardan, yani âlimlerden herhangi birini taklid etme. Peygamber’den ve onun ashâbından ne gelmişse onu al. Ashâbdan sonra Tâbiûn nesli gelir ki, bir kimse bunların görüşünü alıp almamakta muhayyerdir.”2729
İbn Abdilber, İmam Ahmed’in Kur’an ve sünnetin direkt naslarından alınmayan ictihâdî görüşlerle ilgili olarak şöyle dediğini de nakleder: “Evzâî’nin, Mâlik’in ve Ebû Hanîfe’nin sözlerinin hepsi birer şahsî görüşten ibârettir. Bence hepsi de eşittir. Delîl, ancak hadislerdir.”2730 Bir başka sözünde ise: “Kim Peygamber’in hadisini reddederse, o kimse helâkin eşiğindedir”2731 demiştir.
Ebû Dâvud’un Mesâilü İmam Ahmed adlı eserinde rivâyetine göre İmam Ahmed insanların sünnete muvâfık olmayan görüşlerine katî bir nasmış gibi sarılan ve bir daha vazgeçemeyenleri ikaz ederek şöyle demiştir: “Hz, Peygamber’in (s.a.s.) dışında her insanın görüşlerinden bir kısmı alınabilir de, atılabilir de...!”2732
İşte bunlar, yeryüzündeki müslümanların büyük çoğunluğunun peşinden gidip görüşlerine tâbî olduğu müctehid İmamların sünnete sarılmaya ve sünnete aykırı görüşleri, kimden gelmiş olursa olsun terketmeye çağıran ve delilsiz olarak başkalarının kendilerini taklit etmesini meneden sözlerinden bazılarıdır. Bu sözler münâkaşa ve te’vîle ihtimâli olmayacak kadar açıktır. O halde İmamlarından gelen, sünnete aykırı görüşlere tâbî olan kimseler, Allah ve Rasûlüne isyan ettikleri gibi, mezheb İmamlarının emir ve tavsiyelerine de aykırı davranmış olurlar. Diğer taraftan sünnetle sâbit olan hükümlere tâbi olan kimse, İmamının görüşüne muhâlefet etse bile, mezhebinden dışarı çıkmış olmayıp, bilakis İmamının vasiyetine en güzel şekilde uymuş olur. Çünkü İmamı kendisinden bunu istemiştir.
Buraya kadar sunduğumuz Kur’an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur’an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı onların emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman tâbî olunabileceğini te’vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur’an ve sünnetin kat’î bir emrini terk etmesi hâlinde Allah’a karşı hiç bir mâzereti olamaz.
2727] İbnu'l-Kayyım, A.g.e., 2/182; Kasımî, A.g.e., s. 52
2728] İmam Şârânî, el-Uhûd, s. 17
2729] Ebû Dâvûd, Mesâilü İmam Ahmed bin Hanbel, E.Ü. İlâhiyat Fak. Küt. 1284 numarada kayıtlı, s. 276
2730] İbn Abdilberr, El-Câmiu Beyân'il-İlm, 2/149
2731] İbnu'l-Kayyım, el-Menâkib, s. 182
2732] Ebû Dâvûd, A.g.e., s. 276
CUM’A NAMAZI
- 629 -
“Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.”2733
Netice itibarıyla hiç bir ibâdet, bu arada da Cuma namazı ister siyâsî tavırla isterse başka bir maksatla terkedilemez. Dinde siyâsî tavırla ibâdetlerin terkedilmesi diye bir ibâdet mevcut değildir. Bu kapının aralanması dinin bütün emirlerinin iptaline sebep olacak çok tehlikeli bir davranış şeklidir. Bu düşünceyi destekler mâhiyette ne bir âyet, ne bir hadis, ne bir sahâbi sözü, ne bir icmâ, ne de bir kıyas bulmak mümkündür.2734
Özetleyecek olursak;
Kur’an ve sünnet nasları ile selef ve halef âlimlerinin uygulamaları ve müctehid imamların görüşleri, dinî hükümlerin asla vazgeçilemeyen yegâne kaynağının, Kur’an ve sünnet nasları olduğunu, hiçbir kimsenin görüşünden dolayı Kur’an ve Sünnetin emir ya da nehiylerinin terk edilemeyeceğini, ulemânın görüşlerine ise, ancak Kur’an ve sahih sünnete dayandığı zaman Tâbî olunabileceğini te’vîle mahal bırakmayacak biçimde isbât etmektedir. Bütün bu açıklama ve belgelerden sonra bir kimsenin sünnet olduğu isbat edilen bir hükmü terkedip ona muhâlif olan bir görüşle amel etmesi ya da, ulemânın sahih delillere dayanmayan görüşlerinden dolayı Kur’an ve sünnetin kat’î bir emrini terk etmesi hâlinde Allah’a karşı hiç bir mâzereti olamaz.
“Artık, Peygamberin emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek acıklı bir azabın gelip çatmasından sakınsınlar.”2735
Kur’an’ın her tavsiyesi gibi, şu tavsiyesi de çok önemlidir: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”2736 Peygamberimiz’in de Cuma konusundaki birçok uyarısı gibi, şu uyarısı da dikkate alınmalıdır: “Bazı insanlar ya Cum’a namazını terk etmekten vazgeçerler, yahut da Allah onların kalplerini mühürler de artık gâfillerden olurlar.”2737 Cuma namazını boykot etme ve kılmamak için dinî gerekçeler (bahâneler) aramak yerine; bu Kur’ânî emrin, en güzel şekilde nasıl kılınması gerektiğinin ve bugünkü toplumda tüm müslümanlar için kâmil mânâda Cuma namazını edâ etmenin yolları aranmalıdır. Ama kâmil ve ideal anlamda ortam mevcut değilse bile, en ehven ortamı tercih ederek namaz mutlaka kılınmalıdır.
İdeal olanı, Müslümanların bir araya gelip aralarından birini cuma imamı seçmesi ve onun arkasında Cuma namazını edâ etmesidir. Bu namaz ideal anlamda câmilerde kılınır; ama günümüz şartlarında câmilerin devlet dairesi olduğunu
2733] 24/Nûr, 63; Recep Çetintaş, a.g.e. s. 108-114
2734] Hanefi fakihlerinin dâru’l-harpte, istilâ edilen ülkede, İslâm devlet başkanı yokken Cuma kılmaları gerektiği hakkında, geniş bilgi ve kaynaklar için bk. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Yayınları, s. 350-364. Son birkaç sayfada küçük tasarruflarla alıntılar yaptığımız piyasada mevcudu kalmayan bu eserin yeni baskısının yapılmasının gerekli olduğu kanaatini taşıyor, (son bölümlerindeki bazı ifadelerine yüzde yüz katılmasak da) okuyuculara bu kitabı okumalarını ısrarla tavsiye ediyoruz. Edindiğimiz bilgiye göre, adı geçen kitabın gözden geçirilmiş yeni baskısı, kısa zaman içinde Beka Yayınlarından çıkacaktır.
2735] 24/Nûr, 63
2736] 3/Âl-i İmrân, 105
2737] Müslim, Cumua, 12, hadis no 865
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve devlet memuru haline gelen imamların akîdelerinin arkalarında namaz kılınamayacak derecede bozuk olduğunu kabul edenlerin yapmaları gereken şey şudur: Uygun bir câmi bulunamıyorsa, bazı dernek ve vakıfların günümüzde câminin fonksiyonlarını resmî câmilerden daha fazla yerine getirdiğini değerlendirerek, câmilerden daha özgür bu alanlarda Cuma namazını kılmalıdırlar. Hatta buna da imkân bulamayanlar, uygun bir işyeri veya benzeri başka mekânlarda bu farîzayı edâ etmelidirler. Radikal (denilen muvahhid ve mücâhid) gençlerin en ideal Cuma alanları ise meydanlar, parklar, kamunun dikkatini çekecek açık alanlardır. Gençler oralarda Cuma namazını kılarak cihad edebilirler. Halk, gazeteciler ve polisler sorsun “niye buralarda namaz kılıyorsunuz?” diye. Onlar da güzel bir üslûpla cevap versin ve bazı konuları kamuya yansıtabilsin. Gerekirse “parkta Cuma namazı kıldılar” diye, bu suçlarından(!) dolayı bazı Müslümanları tutuklasınlar. Televizyonlar göstersin, gazeteler yazsın; “Cuma namazından dolayı tutuklandılar!” diye. Bu durum, bir yönüyle Müslümanlar için şereftir; Allah’a ibâdet ediyor, namaz kılıyor diye başlarına sıkıntılar gelmiş, tutuklanmışlar; diğer yönüyle tebliğdir, bazı konuların kamuya ulaşmasına vesiledir. Düzenin Cuma ve ibâdet düşmanlığının açığa çıkmasına sebep olacak, ılımlı Müslümanlığın gerçek Müslümanlığa nasıl tavır aldığını halkın da görmesi sağlanacaktır.
Unutmayalım; Cuma namazı Allah ve Rasûlü tarafından kayıtsız şartsız farz kılınan bir ibâdettir. Kur’an ve Sünnetin hükmüne göre yine kayıtsız şartsız (bu iki kaynağın uygun gördüğü) her türlü ortamda kılınabilir, kılınmalıdır.
CUM’A NAMAZI
- 631 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Recep Çetintaş, Devlet, Siyaset, İbadet Üçgeninde Cuma Namazı, Usûl Y.
2. İslâm’ın Şiarı Cuma Namazı ve Hükümleri, Ekrem Doğanay
3. Cuma Namazını Kılmanın Fazileti Terk etmenin Cezası, M. Turan, Gonca Y.
4. Başlangıcından Günümüze Cuma Namazı, Yunus Vehbi Yavuz, Emin Y.
5. Cuma Namazı Kadınlara da Farzdır, Sabri Hizmetli, Yeni Çizgi Yayınları
6. Cuma Etrafındaki Tartışmalar veya Cumanın Durumu Hakkında Bir Etüd veya Cuma Sahih mi? Sadreddin Yüksel, Özel Not
7. Ekrem Doğanay’ın Cuma Namazı Adlı Kitabına Sadreddin Yüksel’in Reddiyesi
8. İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, Hayreddin Karaman, Nesil Y. c. 1 (Kalem Y., 2. baskı, İst. 1980, c. 1, s. 14-63)
9. Cuma Konuşmaları, Ebû’l Ala Mevdûdî, İnkılab Y.
10. Atatürk’ün Cuma Hutbeleri, Emine Ş. Usta, İleri Y.
11. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 323-332
12. TDV İslâm Ansiklopedisi (H. Karaman), c. 8, s. 85-89
13. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.
14. Emanet ve Ehliyet, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. C. 1,
15. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale/Zaman Y.
16. Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı
17. Fıkıh Kitapları ve İlmihaller
18. www.misak1.com/cumanamazi

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 13:51

CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK


• Cinâyet, Adam Öldürmek ve Kan Dökmek
• Kur’ân-ı Kerim’de Adam Öldürme ve Kan Dökme
• Hadis-i Şerif Rivâyetlerinde Kan Dökme
• Cinâyet; Büyük Zulüm
• Cana Kıymanın Uhrevî Sorumluluğu
• İslâm Hukukuna Göre Adam Öldürme ve Cezası
• Kısas ve Hikmeti
• Peygamberleri Mâddi ve Mânevî Yönden Öldürmek
• İntihar
• Cinâyet İstatistikleri; Türkiye’de Günde Ortalama 5 Cinâyet
“(Ey İsrâiloğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.” 1925
“Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 1926
Cinâyet, Adam Öldürmek ve Kan Dökmek
Kur’ân-ı Kerim’de kan dökmek “sefk” kelimesiyle ifade edilmektedir. Sefk: Söz söylemek, kan dökmek anlamındadır. Ancak, söz söylemekten daha ziyade, kan dökmek anlamında kullanılır. Bakara sûresi, 30 ve 84. âyetlerde olmak üzere Kur’an’da iki yerde geçer: Zaten Kur’an’da bu kelimenin geçtiği iki âyetten sonra “dimâ” kelimesi, bu kelimeyi sadece kan dökme anlamına tahsis etmektedir. Dimâ’: Dem’ kelimesinin çoğuludur, dem, kan demektir.
Cinâyet: Başkasının hayatına kıymaya, birini katletmeye cinâyet denir. Cinâyet kelimesi, lügatta meyveyi ağaçtan toplamak/koparmak anlamındadır. Sonradan, insanların yapmış oldukları kötü davranışa isim olmuştur. Cinâyet, terim olarak, “cezayı gerektiren suç” demektir. Cinâyet, bir terim olarak insanın hayatına ve vücut tamlığına karşı işlenmesi yasaklanmış fiillerdir. İslâm hukukunda kullanıldığı şekliyle cinâyet, insanın nefsine veya organlarına yönelik yasak bir fiildir.
1925] 2/Bakara, 84
1926] 2/Bakara, 85
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kısas veya tazminatı gerektirecek şekilde insanın canı veya bedeni hakkında yapılan tecâvüze cinâyet denilir. Cinâyet, öldürme ve yaralama olmak üzere iki kısma ayrılır. Öldürme, dünya ve âhirette cezayı gerektiren bir fiildir. Dünyadaki cezası kısas, âhiretteki ise cehennem azâbıdır. Çünkü o, dünyada Allah’ın yaratmasına tecavüz, toplumun ve toplum hayatının emniyetini tehdit eden bir fiildir.
Kur’ân-ı Kerim’de Cinâyet ve Kan Dökme
Kur’ân-ı Kerim’de adam öldürmenin haram olduğunu bildiren birçok âyet vardır.1927 “Sefkü’d-dimâ’ (kan dökmek) deyimi Kur’an’da 2 âyette yer alır. Öldürmek anlamına gelen “katl” kelimesi türevleriyle birlikte 170 yerde, “kısas” kelimesi de 4 yerde geçer.
Kur’an’ın haber verdiğine göre, ilk kan döken kimse, Hz. Âdem’in oğlu Kabil’dir. Onun kardeşi Hâbil’i öldürmesi, bir cana kıymanın ötesinde, tüm insanlığa tecâvüz anlamına gelir.1928 Kur’an, bir insanı haksız yere öldürenin, bütün insanlığı öldürmüş gibi suçlu sayılacağını söyler.1929 Kur’an, katil için kısas cezasını emreder.1930 Kur’an, adam öldürme fiilini işleyenlerin uhrevî cezalarını da açıklar. Kim, kasden bir mü’mini öldürürse, cezası ebedî cehennemdir, Allah’ın gazabı ve lâneti de onadır. 1931
“(Ey İsrâiloğulları!) Birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacağınıza dair sizden söz almıştık. Her şeyi görerek sonunda bunları kabul etmiştiniz.” 1932
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür. Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse kısas düşer. Bundan sonra ma’rûfa/iyiye uymak, öldürülenin velîsine (gereken diyeti) güzel bir şekilde ve tam olarak ödemek gelir. O halde söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra saldırmaya kalkışırsa, muhakkak onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.” 1933
“Ey iman edenler! ...Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” 1934
“Yanlışlıkla olması dışında bir mü’minin bir mü’mini öldürmeğe hakkı olmaz. Yanlışlıkla bir mü’mini öldüren kimsenin, mü’min bir köle âzâd etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Eğer ölünün ailesi, o diyeti bağışlamış olursa (bu takdirde diyet vermez). Eğer ölen mü’min olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise, mü’min bir köle âzâd etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mü’min köleyi âzâd etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay peşi peşine
1927] 2/Bakara, 178-179; 4/Nisâ, 92-93; 5/Mâide, 32, 45; 17/İsrâ, 33
1928] 5/Mâide, 27-31
1929] 5/Mâide, 32
1930] 2/Bakara, 178-179
1931] 4/Nisâ, 93
1932] 2/Bakara, 84
1933] 2/Bakara, 178-179
1934] 4/Nisâ, 29-30
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 411 -
oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” 1935
“Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur…” 1936
“Tevrat’ta onlara şöyle yazdık: ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa, kendisi için o keffâret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.” 1937
“De ki: ‘Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah’ın yasakladığı cana kıymayın! İşte şu size anlatılanları Allah vasiyet etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 1938
“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur.” 1939
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine (mirasçısına, hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, yardıma mazhar olmuştur.” 1940
“Onlar (o mü’minler) ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur. Kıyâmet günü azâbı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır. Ancak tevbe edip iyi davranışta bulunanlar başka...” 1941
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... herkes (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.”1942
Hadis-i Şerif Rivâyetlerinde Adam Öldürme
“Müslümanın kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur. Zina eden evli, cana karşılık can (kısas), dinini terk edip İslâm cemaatinden ayrılan kimse.” 1943
Vedâ haccında Peygamberimiz, muazzam kalabalığa şöyle demiştir: “...Şüphesiz, sizin kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram
1935] 4/Nisâ, 92-93
1936] 5/Mâide, 32
1937] 5/Mâide, 45
1938] 6/En’âm, 151
1939] 17/İsrâ, 31
1940] 17/İsrâ, 33
1941] 25/Furkan, 68-70
1942] 81/Tekvîr, 8-9, 14
1943] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâme 25, 26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Diyât 10, Hudûd 15; Nesâî, Tahrîm 5
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğu gibi birbirinize haramdır.” 1944
“Yedi helâk edici günahtan uzak durun.” Denildi ki, ‘Ya Rasûlallah, onlar nelerdir?’ Şöyle buyurdu: “Allah’a şirk koşmak, bir cana kıymak, sihir yapmak, fâiz yemek, yetim malı yemek, cihaddan/savaştan kaçmak, iffetli ve hiçbir şeyden habersiz mü’min bir kadına zinâ iftirası atmak.” 1945
“Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak, bilerek mü’mini öldüren veya kâfir olarak ölen kimse hâriç.” 1946
“Mü’minin öldürülmesi, Allah katında, dünyanın zevâlinden daha büyük (bir hâdise)dir.” 1947
“Kim kasden öldürürse, bunun hükmü kısastır.” 1948
“Kıyâmet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dâvâ, kan dâvâlarıdır.” 1949
“Dünyanın tamamen yok olması, Allah indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.” 1950
“Gökler ve yer, bir mü’minin kanını (haksız yere) dökmek için birleşmiş olsa, Allah onların hepsini cehenneme atar.” 1951
“Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki, katilin günahından bir misli Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” 1952
“Kim, yarım sözcükle de olsa bir müslümanın öldürülmesine yardım ederse kıyâmet gününe, iki gözünün arasına ‘Allah’ın rahmetinden umutsuzdur’ yazısı yazılmış olarak gelir.”1953
“Mü’min, haram kana bulaşmadıkça dininde genişlik içindedir.” 1954
“Kim haksız yere, bile bile öldürülürse velîsi şu üç şeyden birini tercihte muhayyerdir: Ya kısas ister ya affeder yahut diyet alır. Eğer dördüncü bir şey istemeye kalkarsa elinden tutun (mâni olun)!” Sonra Rasûlullah şu âyeti okudu: “Kim bundan sonra tecâvüz ederse, ona elîm bir azab vardır.” 1955
“Kim mü’min bir kimseyi kasden öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur. Kim bu kısasa mâni olursa Allah’ın lânet ve gadabı onun üzerine olsun! Allah onun farz olsun, nâfile olsun hiçbir hayrını kabul etmez.” 1956
“Kim kölesini öldürürse, biz de onu öldürürüz. Kim de kölesinin (burnunu, kulağını
1944] Buhâri, İlim 37, Hacc, 132, Hudûd, 9; Müslim, Hacc 147; Tirmizî, Fiten 6
1945] Buhârî, Vesâyâ 23, Hudûd 28; Müslim, İman 144
1946] Nesâî, Tahrîm 1 -7, 81-
1947] Nesâî, Tahrim 2 -7, 83-
1948] Ebû Dâvud, Diyât 5
1949] Buhârî, Diyât 1; Müslim, Kasâme 8, hadis no: 28
1950] Tirmizî, Diyât 7
1951] Tirmizî, Diyât, 8
1952] Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ 1, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27, Tirmizî, İlm 14
1953] İbn Mâce, Diyât 1
1954] Buhârî, Diyât 1
1955] 2/Bakara, 179; Ebû Dâvud, Diyât 3; Tirmizî, Diyât 13
1956] Ebû Dâvud, Diyât 17; Nesâî, Kasâme 29
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 413 -
keserek) sakatlarsa, biz de onun (burnunu, kulağını keserek) sakatlarız.” 1957
“Mü’minlerin kanı eşittir. Onlar kendilerinden başkalarına karşı tek bir el gibidirler. Onlar içlerinden en âdîlerinin verdiği emana uyarlar. Haberiniz olsun: Mü’min, kâfir mukabilinde öldürülmez; ahd (antlaşma) sahibi de anlaşma müddeti esnasında (küfrü sebebiyle) öldürülmez. Kim bir cinâyet işlerse sorumluluğu kendine aittir (başkasını ilzâm etmez). Kim bir cinâyet işler veya câniyi himâye ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti üzerine olsun!” 1958
“İki müslüman birbirine kılıç çekip saldırırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir.” “Yâ Rasûlallah, öldüren ateşte, ama öldürülen niçin ateşte oluyor?” dediler. Buyurdu ki: “Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu.” 1959
“Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine bıçak gibi bir demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar.” 1960
Cinâyet; Büyük Zulüm
Kur’an’da haksız yere adam öldürmek, şirkin hemen ardından gelen büyük günahlardan biri olarak belirtilir. Şirk koşmadan Allah’a iman eden hâlis kulların en belirgin vasıflarından biri olarak: “Allah’ın yasakladığı canı haksız yere öldürmezler.”1961 âyetinin de bildirdiği üzere, haksız yere adam öldürmeyecekleri vurgulanır. Kur’an’da “Haksız yere adam öldürmeyin!” emri, birkaç kez vurgulanır.1962 İnsanlık tarihinde ilk kan dökme olayı, Hz. Âdem’in oğulları arasında, kardeşin kardeşi (Kabil’in, Hâbil’i) öldürmesi şeklinde meydana gelmiştir. Bu ilk cinâyet, kıskançlık ve çekememe yüzünden işlenmiştir. Kur’ân- Kerim, bu olayı şöyle anlatır: “Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Andolsun seni öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder’ dedi (ve ekledi:) ‘Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zâlimlerin cezası işte budur.’ Nihâyet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş:) ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim’ dedi ve yaptığına pişman olanlardan oldu.” 1963
Bu âyetlerden de açıkça anlaşılıyor ki, insan nefsânî duygularına, kıskançlık hissine boyun eğerse kardeşini bile öldürebilir; ancak bunun sonu dünyada
1957] Ebû Dâvud, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 18; Nesâî, Kasâme 9
1958] Ebû Dâvud, Diyât 11; Nesâî, Kasâme 8
1959] Buhâri, İman 22, Diyât 2, Kasâme 2; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14-15; Ebû Dâvud, Fiten 5; Nesâî, Tahrim 29, Kasâme 7; İbn Mâce, Fiten 11
1960] Buhârî, Tıb 56; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68; Ebû Dâvud, Tıb 11
1961] 25/Furkan, 68
1962] 17/İsrâ, 33; 6/En’âm, 151
1963] 5/Mâide, 27-31
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, âhirette ise ruh ve vücudunu yakan ateştir. Kıskançların kendilerini gören gözleri kördür, mazhar oldukları nimetleri ve güzellikleri görmez; hep başkasındakini görür ve kinlenirler. Bu hastalığın çaresi İslâm’ı bütünüyle yaşayarak nefsi terbiye etmek, hep kötülüğü emreden nefs-i emmâreyi, sükûn ve huzura kavuşturmak (mutmainne kılmak) ve Allah’ın verdiğine râzı hale getirmektir. Kur’an, bu öldürme olayını bir hüsran (büyük kayıp, sapma) olarak belirtir.1964 Bu hüsranın sonu da pişmanlık olmuştur. 1965
Haksız yere ilk kan dökme olayını başlattığı, kötü bir sünnet/çığır başlattığı için, Kabil, diğer kan dökenlerin vebalini de yüklenecektir. “Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki, katilin günahından bir misli Hz. Âdem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açandır.” 1966
6/En’âm sûresi, 151. âyetin bildirdiği haramlardan biri, fakirlik korkusuyla çocukları öldürmektir. Günümüzde de kimi kadınların, doğan çocuğunu boğduğu veya bir tarafa attığı duyulmaktadır. Eski toplumlarda da fakirlik endişesiyle çocuklarını öldürenler vardı. Fakat o zamanki öldürme tekniği ilkel olduğu için öldürülen çocuk sayısı da fazla değildi. Bugün bin bir çeşit öldürme tekniğiyle anne karnında vücudu belirmiş, can üflenmiş 5-6 aylık çocuklar, parça parça doğranıp alınabilmektedir. Kendilerini sırf çocuk öldürmeğe hasredip bu konuda uzmanlaşan, günde kim bilir kaç çocuğu annesinin karnında parçalayıp alan kürtajcı doktorlar, cinâyet işlemekte, hatta katliam yapmaktadır. Tabii, bu yaptıklarının hesabını hem ebeveyn, hem de bu doktorlar, Allah’ın huzurunda ve o parçaladıkları çocukların ruhları karşısında çok vahim bir şekilde vereceklerdir.
Abdullah bin Mes’ûd, diyor ki: “Ey Allah’ın elçisi, hangi günah daha büyüktür?’ dedim. Rasûlullah (s.a.s.): “Seni yaratan Allah’a eş, ortak koşman” dedi. “Sonra hangisi?” dedim. “Senin yemeğini yer, rızkına ortak olur düşüncesiyle çocuğunu öldürmen” buyurdu. “Sonra hangisi?” dedim. “Komşunun karısıyla zinâ etmen” dedi. 1967
Cana Kıymanın Uhrevî Sorumluluğu
“Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”1968 Âyet-i kerimede, haksız yere kasden bir müslümanı öldüren kimsenin, ebedî cehennemde kalacağı, Allah’ın ona lânet ettiği ve onun için büyük bir azap hazırladığı vurgulanmaktadır. Adam öldürmek, şirke yakın bir günah olduğu için Allah, bunu şirkle beraber saymış, hiçbir günah için böyle çok ağır dört ceza (sürekli cehennem, Allah’ın gazabı, lâneti ve acı azâp) belirtmemiştir.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet gününde insanlar arasında hükmü verilecek ilk dâvâ, kan dâvâlarıdır.”1969; “Dünyanın tamamen yok olması, Allah
1964] 5/Mâide, 30
1965] 5/Mâide, 31
1966] Buhârî, Diyât 2, Enbiyâ 1, İ’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27, Tirmizî, İlm 14
1967] Buhârî, Tefsir 25, Edeb 20, Diyât 1, Hudûd 20, Tevhid 40, 46; Müslim, İman 141-142; Ebû Dâvud, Talak 50; Tirmizî, Tefsir 25
1968] 4/Nisâ, 93
1969] Buhârî, Diyât 1; Müslim, Kasâme 8, hadis no: 28
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 415 -
indinde müslüman bir adamın öldürülmesinden daha hafiftir.”1970; “Gökler ve yer, bir adamı öldürmek için birleşmiş olsa, Allah onların hepsini cehenneme yuvarlar.”1971; “Kim, yarım sözcükle de olsa bir müslümanın öldürülmesine yardım ederse kıyâmet gününe, iki gözünün arasına (Allah’ın rahmetinden umutsuzdur) yazısı yazılmış olarak gelir.” 1972
İbn Abbas’tan gelen bir hadise göre kasden bir mü’mini öldürenin tevbesi makbul değildir. Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer gibi bazı sahâbiler de kasden bir mü’mini öldürenin tevbesi olmayacağı kanısındadırlar. Bu konuda çok hadis vardır.
Fakat selef ve halefin çoğunluğuna göre kasden de olsa adam öldüren kişi tevbe eder, iyi amel işlerse tevbesi kabul edilir, Allah onun kötülüklerini iyliklere değiştirir. Maktulün uğradığı zulme karşılık da kendisine nimetler verip onu memnun eder ve hakkını helâl ettirir. “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 1973 Bu âyet, şirk de dâhil, her türlü günahın affedilebileceğini bildirmektedir. Âyette geçen “cemîan” kelimesi, bütün günahları içine almaktadır. Fakat: “Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında kalan (günah)ları, dilediği kimseye bağışlar.”1974 âyeti, şirki af dışında bırakmıştır. Ancak şirkten tevbe eden de affedilir.
Tevbe ettikten sonra af dışında kalan hiçbir günah yoktur. Allah’ın, şirki affetmemesi, şirk içinde kalanla ilgilidir. Yüce Allah, tevbe edenlerin günahlarını affedeceğine göre, kasden adam öldüreni de dilerse affeder. “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”1975 Bu âyet de kasden bir mü’mini öldürenin cezasını bildirmektedir. Normal olarak onun cezası budur. Fakat Allah dilerse onu affeder. Cezası bu olduğu halde, o cezayı bir kuluna vermeyebilir. O, dilediğini yapar. Ayrıca, bazı âyetler ve hadisler terğîb ve terhîb (teşvik ve korkutma) amaçlıdır. Terbiye usûlü olarak Kitab ve Sünnet, güzel amellere teşvik için bazen özendirici ifadeler kullanır, çirkin davranışları da kötü göstermek ve bizi kötülüklerden uzak tutmak için tiksindirici ifadeler kullanır. Bu âyeti de terhîb kapsamında ele alıp, yeryüzünü fesada ulaştırmak, anarşi ve terör diye ifade edilen şekilde sosyal kargaşaya, can güvenliliğine zarar vermeye, bazen uzun yıllar, hatta asırlar devam eden kan dâvâlarına karşı, Rabbimiz, sevdiği kullarını korumak ve onları böyle problemlerden uzaklaştırıp ıslah etmek için terbiye unsuru olarak bu ifadeyi kullanmış olabilir.
Yine, bir diğer ihtimal de, bir mü’mini mü’min olduğu için (onun imanına düşmanlığından dolayı) öldüren bir kimse kast edilmiş olabilir. Âyette: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse…” deniliyor. Bir mü’mini mü’minliğinden dolayı kasden öldürmek, onun imanına düşmanlıktır. Bu da küfürdür. Böyle bir küfrün cezası da ebedî cehennemdir.
Nisâ sûresi 93. âyetinde geçen “hâliden” kelimesinin kökü olan “hulûd”, uzun
1970] Tirmizî, Diyât 7
1971] Tirmizî, Diyât, 8
1972] İbn Mâce, Diyât 1
1973] 39/Zümer, 53
1974] 4/Nisâ, 48
1975] 4/Nisâ, 93
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman kalmak demektir. Kasden mü’min öldüren, çok uzun süre cehennemde kalacaktır, ama sonunda yine oradan kurtulacaktır. Çünkü kalbinde zerre kadar iman bulunan kimsenin cehennemden çıkacağına dair mütevâtir hadisler vardır. 1976
Kıyâmet gününde maktûlün katilden hak istemesine gelince; Bilerek öldürme, insan haklarına saldırıdır. Bu saldırı, sırf tevbe ile kalkmaz, gasbedilen hakkı geri vermek gerekir. Gasbedilen, saldırı ile alınan hakların, sahiplerine geri verilmeden, tevbe ile kalkmayacağı hakkında icmâ vardır. Şâyet gasbedilen hakkı geri vermek mümkün değilse hakkına saldırılmış bulunan kişi, âhirette hakkını ister. Her hak istemenin, mutlaka ceza ile sonuçlanması gerekmez. Zira olur ki, katilin iyi amelleri bulunur, bunların tamamı veya bir kısmı maktûle verilerek maktûl râzı edilir. Yahut da Allah, dilerse maktûle, uğramış olduğu zulme karşılık cennette nimetler, yüksek dereceler vererek onu râzı eder. Katili de tevbesi ve iyi amelleri yüzünden affedip cennete koyar.
İbn Abbas başta olmak üzere bazı âlimlerin Nisâ sûresi 93. âyetinin zâhirinden yola çıkarak katilin tevbesinin kabul edilmeyeceği ve buna karşılık da ehl-i sünnet âlimlerinin hemen hepsinin tevbesinin kabul edileceğini belirtmelerine rağmen, en doğru hüküm şudur: Kasden adam öldüren kimse âsî ve fâsık olur. Onun işi Allah’a kalmıştır. O dilerse azab eder, dilerse bağışlar; dilerse cehennemde kısa veya uzun süre azab eder, sonra cennete koyar. Tabii, bütün bu değerlendirmeler, katil de olsa hakiki bir mü’min olan ve gerçek anlamda tevbe eden kişi içindir.
Haksız yere adam öldürmek, en büyük günahlardandır.1977 Yüce Allah, İsrâil oğullarına, bir adam öldürenin, bütün insanları öldürmüş gibi olacağını bildirmiştir. Bir kişiyi haksız yere öldürmek, cinâyetlerin topluma yayılmasına, can güvenliğinin kalkmasına sebep olur. Canı, ancak veren alabilir. Allah’ın verdiği canı başkasının almağa hakkı yoktur. Cana kıymak, hem insanın, hem de Allah’ın hakkına saldırıdır. Din için yapılan savaşta adam öldürmek hak olur. Haksız yere adam öldüreni öldürmek, yani kısas da haktır. Bunların ikisi de Allah’ın buyruğudur. Bu durumda öldürmek, Allah adınadır. Ancak kısası kişiler değil, mahkeme kararıyla İslâm devleti uygular. Savaş ve kısas dışında her insanın canı dokunulmazdır. Haksız yere adam öldürenin, Allah’ın lânet ve gazabına uğrayıp ebedî cehennemde kalacağını vurgulayan Kur’an, haksız yere bir canı öldürmeyi, bütün insanları öldürmekle eş bir suç saymaktadır. 1978
Neden bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek sayılmıştır? Çünkü bir insan, türünü temsil eder. Bir insanın haksız yere öldürülmesi, toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, sonunda bütün insanların birbirine düşmesine, haksızlıkların ve düşmanlıkların çoğalmasına, toplum düzeninin bozulmasına yol açar. Birinin hayatını koruyup kurtarmak da toplumda can güvenliğini sağlar. Toplumu gönül huzuru ile yaşatır. Yüce Allah, bir ferdin hayatını, bir toplumun hayatı kadar değerli görmüş; fertlerin hayatlarına saygının; toplumun hayatı, güvenliği, mutluluğu ve toplumda cinâyetleri önlemek için kısasın gerekliliğini anlatmak istemiştir. Allah’ın elçisi de şöyle buyurmuştur: “İki müslüman birbirine
1976] Buhârî, Tevhid 24, 36; Müslim, İman 81, 82, 83
1977] 6/En’âm, 151
1978] 5/Mâide, 32
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 417 -
kılıç çekip saldırırsa öldüren de, öldürülen de ateştedir.” “Ya Rasûlallah, öldüren ateşte; ama öldürülen niçin ateşte oluyor?” dediler. Buyurdu ki: “Çünkü o da arkadaşını öldürmek istiyordu.” 1979
İslâm Hukukuna Göre Adam Öldürme ve Cezası
İslâm hukukunda katl, yani adam öldürme cinâyeti beş kısma ayrılmıştır:
1- Kasden öldürme: Ateşli silâh veya silâh yerine geçen yaralayıcı kılıç, bıçak ve balta gibi şeylerle vurup öldürmektir. Böyle bir suçu işleyen hem büyük günah işlemiş olur ve hem de kısas cezasına çarptırılır. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurulur: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, ona lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”1980; “Ey iman edenler! (Kasden) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı).”1981 Kasden öldürmede keffâret cezası yoktur. Katil, yakınını öldürmüşse, mirastan da mahrum olur.
2- Kasda benzeyen öldürme: Taş, sopa ve benzeri silâh olmayan şeylerle kasden vurup öldürmektir. Böyle bir cinâyeti işleyen de günahkâr olur. Keffâret öder ve ağır diyet cezası verir, mirastan mahrum olur.
3- Hata yoluyla öldürme: Hata; kasıtta hata ve fiilde hata olmak üzere iki kısma ayrılır. Av hayvanı diye insana ateş etmek kasıtta hata; başka bir hedefe atılan kurşunun insana isabet etmesi de fiilde hatadır. Böyle bir cinâyet işleyen günahkâr olmaz. Kendisine keffâret gerekir. Diyet ödemesi gerekmez; mirastan mahrum olur.
4- Hata yerine geçen öldürme: İnsanın uyku esnasında sağa sola dönmesi ile yanındakinin ölümüne sebep olması bu tür bir cinâyettir. Bu da hata yoluyla öldürme gibidir. Aynı hükümler burada da geçerlidir.
5- Sebep olarak öldürme: Bu, çeşitli şekillerde bir başkasının ölümüne sebep olmaktır. Meselâ, birinin kendi mülkü olmayan bir yere kuyu kazıp oraya bir başkasının düşerek ölmesi gibi. Böyle bir cinâyetten dolayı sadece diyet gerekir. 1982
Kısas ve Hikmeti
“Kısas”, sözlükte aynıyla karşılık vermek demektir. Herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek, değiştirmek anlamına da gelmektedir. Kavram olarak bir suç işleyenin aynı cinsten bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Kanı, aynısıyla ödetmek, bir hakkı misliyle takas etmektir. Hayat kutsaldır. Hayatı veren Hayy (diri) ve Muhyî (hayat veren) isimlerinin sahibi Allah, onu alan da Mümît (öldüren) ismiyle yine Allah’tır. Allah’a ait olan bu hak ve yetkiyi O’nun dışında, O’nun izni ve emri olmadan kimsenin kullanma hakkı yoktur.
İslâm hukukunun ana kurallarından biri olan kısas, suçluya, işlediği suç kabilinden ceza vermektir. Kasden ve haksız yere bir insanı öldüren kimseye hapis
1979] Buhâri, İman 22, Diyât 2, Kasâme 2; Müslim, Kasâme 33, Fiten 14-15; Ebû Dâvud, Fiten 5; Nesâî, Tahrim 29, Kasâme 7; İbn Mâce, Fiten 11; S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 75 vd.
1980] 4/Nisâ, 93
1981] 2/Bakara, 178
1982] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, 319; Ö. Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3/10
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cezası vermek, aklın kabul edeceği bir şey değildir. İslâm’da hapishane yoktur, tutuk evi vardır. Suç işleyen bir kimse, ya öldürülür, ya para ya da sürgün cezasına çarptırılır; hapse atılmaz. İslâm’da af da büyük bir yer işgal eder. Suçundan dolayı öldürülmesi gereken kimse, hak sahibi tarafından affedilirse, cezası paraya dönüşür. Kısası emreden Bakara, 178. âyetinde bu cihet de ifade edilmiştir.
Meşrû müdafaa yaparken öldürmek gibi, ilk öldüreni cezalandırmak için öldürmek, yani kısas, hayata kasdetmek değil; tam tersine hayata hizmettir. 1983
İslâm’a göre insan öldürmek, intihar etmek, kana, mala ve ırza (iffete) tecavüz haramdır. Müslümanın canı, malı, ırzı ve şerefi koruma altındadır. Yine müslümanın müslümana hakareti, alay etmesi, ona karşı kibirlenmesi, ona eliyle ve diliyle zarar vermesi de helâl değildir.
Bir kimse, birini öldürür veya bedenine zarar verirse; İslâm bunun cezasının verilmesini öngörür. Hem insan haklarının korunması, hem toplumun huzurunun sağlanması, hem de kin ve nefret duygularının azalması için buna ihtiyaç vardır. Karşılığı verilmeyen suçlar, sahibini daha da azdırır.
Allah’ın insana verdiği en kutsal şeylerden biri de hayattır. Hayatı sona erdirme hakkı da sadece onu veren Allah’a aittir. Hiç kimse haksız yere bir cana kıyamaz. Allah (c.c.) haksız yere cana kıyanlara ve insanların bedenlerine zarar verenlere belli cezaların verilmesini emrediyor. Kur’ân-ı Kerim diyor ki: “Bu nedenle, İsrâiloğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur…”1984 Görüldüğü gibi bir insanı haksızca öldürmek bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suçtur. Böylesine büyük bir suçun cezası da kendi cinsinden olmalıdır. Bu, adâletin gereğidir.
Bir kimsenin hayatına saldıranın, bunu hayatıyla ödemesi, bir kimsenin bedenini yaralayanın, kendi vücudunda bunun karşılığı kadar zedelenmeye uğraması gerekir. Bu insana ve onun haklarına bir saygıdır. Devletin, mahkemenin katili affetmeye hakkı yoktur. Vârisleri dışında öldüreni affetmek, ölenin hakkına tecavüzdür. Kur’an, öldürenin (katilin) bağışlanmasını tavsiye ediyor. Ancak bu af yetkisi yalnızca ölenin yakınlarına aittir. Onlar dilerlerse af ederler, dilerlerse diyet (kan bedeli) alırlar. Ama affetmezlerse, suçlunun cezası verilmelidir. Bu cezayı da ancak müslümanların işlerini yürüten yetkililer yerine getirebilir.
Kısas, Kur’an’ın tespit ettiği bir cezadır. Peygamberimiz bunu hem uygulamış hem de tavsiye etmiştir. Bütün İslâm âlimleri bu konuda fikir birliği (icmâ) etmişlerdir. Akıl yönünden de bu cezanın gerekliliği ortadadır. Bir tarafta suçlu, öbür tarafta ise haksızlığa uğrayan taraf vardır. Suçlunun ceza alması, haklının da hakkının ödenmesi gereklidir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim şöyle diyor: “Ey iman edenler! (haksızca) öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür (hüre karşı hür), köleye karşı köle, kadına karşı kadın. Ancak her kimin kardeşi (öldürülenin vârisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık (taraflar) haklarına râzı olmalı ve öldüren ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler Rabbinizden size bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra hakkına râzı olmazsa onun için elem
1983] 2/Bakara, 179
1984] 5/Mâide, 32
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 419 -
verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.”1985 5/Mâide sûresinin beşinci âyetinde ise, “cana can, kulağa kulak, göze göz, buruna burun, dişe diş karşılığı kısas olduğu” bildirilmektedir.
Günümüzde kimileri kısas cezasını ağır bulurlar ve karşı çıkmaya çalışırlar. Kısas, dengiyle karşılık vermektir, yani adâleti yerine getirmektir. Üstelik katilin vârislerine af etme veya diyet alma yetkisi de verilmiştir. Hatta bunu Kur’an, teşvik eder. Asıl haksızlık bu cezaların kaldırılması, ölenin yakınlarının haklarının, kendilerine sorulmadan ellerinden alınmasıdır. Kim hangi yetkiyle öldürülenin vârislerinin bu hakkını ellerinden alıyor? Katile ceza vermemek, bir başkasının hakkına saldırıdır. Aynı zamanda ölenin vârislerinin intikam duygularını kabartır. Nitekim birçok yerde, katillere hak ettiği ceza verilmediği için ölünün yakınları, kendileri ceza vermeye kalkıyorlar ve kan dâvâları sürüp gidiyor.
Öldürenin yaşama hakkı öleninkinden daha kutsal değildir. Kısasta insanlar için hayat vardır.1986 Hem ahlâk yönünden, hem sosyal barış yönünden, hem caydırıcılık yönünden, hem de merhamet yönünden en tutarlı yoldur kısas. Allah, insanları bu konuda akıllı davranmaya çağırıyor. Kötülüğün cezası, yapılan kötülük kadardır. Ancak affedip barışma yolunu seçenlere Allah mükâfat verecektir.1987 İslâm’da, bir yanağına vurana öbür yanağı da çevirmek yoktur. Ne zulmetmek vardır, ne de zulme uğrayınca sessiz kalmak. Kur’ân-ı Kerim, haklının hakkını ortaya koyduktan sonra, hak sahibini affetmeye çağırır. Bu da tam bir dengedir.
Kısas cezasını uygun gören bizzat Rabbimizdir. Her şeyi bilen Rabbimiz insanlar hakkında şüphesiz en hayırlısını bildiğinden ona göre hükmeder. Kimin hak sahibi olduğunu en iyi O gösterir. Doğruyu ve yanlışı O’ndan daha iyi kim bilebilir? O’nun hükmüne karşı çıkanlar ya bilgisiz câhiller, ya da çok cür’etli kibirliler veya art niyetli İslâm düşmanlarıdır. Onlar Allah’ın Rabliğini ve merhametini yeterince bilemeyenlerdir.
Kısas cezasının uygulanması için birtakım şartlar aranır. Bunların başlıcalarını şöyle sayabiliriz:
a- Kısas, cinâyeti/ suçu kim işlemişse ona uygulanır.
b- Kısası ancak İslâm devleti yetkilileri, müslüman otorite sahipleri yerine getirir. Başka birisi veya başka topluluk bunu yapamaz.
c- Bir cinâyeti bir kaç kişi işlemişse, kısas hepsine uygulanır.
d- Cinâyetin işlendiği tam kesin olmazsa, şüphe varsa, bu durumda kısas uygulanmaz.
e- Suçlulara bu ceza uygulanırken makamlarına göre ayrım yapılmaz. Cezasını çekme konusunda halk ile devlet başkanı arasında, zenginle fakir arasında fark yoktur.
f- Suçun kasten, yani bilerek işlenmesi gerekir. Hatalı öldürme ve yaralamalarda başka cezalar uygulanır.
1985] 2/Bakara, 178-179
1986] 2/Bakara, 179
1987] 42/Şûrâ, 40
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
g- Öldürülenin vârisleri veya yaralananın kendisi ‘diyet’ isterse veya affederse, kısas uygulanmaz.
h- Kısas, kendi dengine göre uygulanır, aşırıya gidilmez.
İslâm’ın bütün hükümlerinde ve ölçülerinde insanlar için hayırlar ve faydalar vardır. Kimi câhiller bunu görmese de bu böyledir. Çünkü O, yerin ve göklerin sahibi Allah’ın dinidir.
Yaralamalara ve organlara verilecek zararlara karşı, onların dengi bir ceza, yani bir diyet uygulanır. Göze göz, kulağa kulak demenin, anlamı, gözün aynen çıkartılması, kulağın aynen kesilmesi değil; onların bedellerinin günün şartlarına uygun olarak diyet şeklinde verilmesidir.
İnsanlar arasında adâlet, ancak Allah’ın koyduğu hükümlerin uygulanmasıyla sağlanır. İnsan, toplum, hayvan ve çevre haklarının garantisi, İlâhî hükümlerdir. Bu hükümlere yüz çevirenler, hem gerçek adâletten, hem de herkese ait hakları gereği gibi yerine getirmekten mahrum kalırlar. Adâletten mahrum kalmanın sonucu ise zulüm, baskı, ezilme, horlanma ve hakkını alamama gibi kötülüklerdir. 1988
Kısas hükmü, bazılarına çok ağır bir ceza gibi gelse de ülü’l-elbâb/akıl sahipleri kabul ederler ki, bu adaletin gereğidir, kangren olmuş bir uzvun kesilmesiyle vücudun kurtarılmasının sağlanması gibi, hayat sağlayan bir yaptırımdır. Çünkü kısas, dini veya nefsi müdafaa gibi meşrû bir sebep olmadan bir adamı zulmen öldürenlere uygulanır. Birisinin yaşama hakkını yok yere, kaba gücüne dayanarak elinden alan kimseye, kendisinden daha güçlünün var olduğunu bildirmek, onun da elinden hayat hakkını almak lâzımdır. Birisini haksız yere öldürdüğü takdirde kendisinin de öldürüleceğini bilen insan, kimseyi öldürmeğe cesaret edemez. Böylece toplumda öldürme olayları çok azalır. Arada sırada gözü dönmüş katiller çıkarsa, onlar da Allah’ın kanunuyla ortadan kaldırılınca topluma tam bir huzur havası egemen olur. Sonra zâlimler öldürülünce mazlum olarak öldürülen kimsenin yakınlarının kalbinde kin ve intikam hissi kalmaz. Hak yerini bulacağı için, fertler intikam hissine kapılıp kendileri ceza vermeye kalkmazlar, kan dâvâları olmaz. Belki birkaç yılda bir kişi kısas olarak öldürülür, ama kendisinin kısas yapılarak öldürüleceğini düşünen kimse, başkasını öldürmeye kalkmaz, toplum yaşar. Her gün yüzlerce insanın çeşitli cinâyetlere kurban gitmesi yerine saldırgan bir insanın öldürülerek toplumda güvenin sağlanması daha iyi değil midir? 1989
“Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi (kötülüklerden) korursunuz.”1990 “Kısasta hayat vardır” sözü, gerçekten îcaz bakımından mûcizevî özellikler taşıyan ve çok dikkate değer bir ifadedir. Çünkü kısas tatbik edilirse bir kişinin öldürülmesiyle pek çok kimsenin yaşaması sağlanır, kan dâvâları böyle önlenir. Bir insanın hayatına kast eden zâlimi affetmek için, öldürülen mazlumun hakkını gasbetmek, merhamet ve insanlık değildir. Toplumun hakkını ferdin affetmesi mümkün olmadığı gibi, bir ferdin hakkını da toplum veya onlar adına düzenlerin affetme hakkı ve yetkisi yoktur. Katilin top1988]
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 354 vd.
1989] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 1, s. 71
1990] 2/Bakara, 180
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 421 -
lum veya kanunlar tarafından affedilmesi veya Allah’ın koyduğu cezanın dışında hafif cezalara çarptırılması, merhamet değil; zulümdür. Mazluma karşı, onun yakınlarına karşı, insanın yaşama hakkına, can emniyetine ve dolayısıyla insanlığa karşı bir zulümdür. Toplumun ve düzenlerin görevi, hak sahiplerinin haklarını korumaktır; başkasının en temel haklarından birini ihlâl edeni kurtarmak için bahane aramak değil.
Peygamberleri Maddî ve Mânevî Yönden Öldürmek
Müşriklerin Peygamberlere Karşı Tavırları: Allah, yeryüzündeki herhangi bir toplumu imtihan edeceği zaman, rahmeti icabı hemen azab etmez; önce onlara içlerinden bir peygamber tâyin eder. “Sizi uyarması için içinizden bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir zikr (hatırlatma) gelmesine şaştınız mı?”1991 Allah’ın o kavim içerisinden, onlarca çok iyi bilinen birini peygamber seçmesi, müşriklerin peygamber hakkındaki kimlik itirazlarını önler. Âyetlerde peygamberlerin kim olduğu, nereden geldikleri hakkında müşriklerce ileri sürülen itirazlara rastlanmaz. Eğer bu elçi dışarıdan gelen biri olsaydı, müşriklerin itirazlarının daha da çeşitleneceği görülürdü.
Her şeyden önce dışarıdan gelen bu peygamberin, kendini topluma tanıtması, onların güvenini kazanması gerekirdi. Ancak daha sonra vahyi anlatabilirdi. “Ben sizin için emîn/güvenilir bir nasihatçiyim.”1992; “Ey Sâlih, sen bundan önce, bizim aramızda ümit beslenen bir kişi idin.”1993 Âyetlerde işaret edildiği gibi peygamberler, bulundukları toplum içerisinde kendilerini kabul ettirmiş emîn kişilerdi. Fakat Allah’ın onları peygamber seçip vahyini indirmeye başlamasıyla birlikte, bu emin kişilerin toplumdan tecrit edilerek dışlandıklarını ve ağır hakaretlere mâruz kaldıklarını görmekteyiz. “Doğrusu seni yalancılardan sanıyoruz.”1994; “Hayır, o yalancı şımarığın biridir”1995; “Biz senin beyinsiz olduğunu görüyor ve seni yalancılardan sanıyoruz.” 1996
Sapık toplumların, işlerine gelmediği anda tertemiz peygamberleri karalamaya çalışmaları vahye karşı aldıkları şiddetli tavırlardandır. Müşrikler, bu iftiralarına toplumu inandırabilmek için vahiyden önce, doğru sözlü ve güvenilir olan peygamberlerin, kâhin, sihirbaz ve şâirler gibi cinlere karışıp mecnunlaştığını ileri sürmüşlerdir. “Kâfirler: ‘Bu apaçık büyücüdür’ dediler.”1997; “Cinlenmiş bir şâir...”1998 Bu saldırılarla müşrikler, peygamberin toplumdaki insanlarla muhatap olup onları vahyî doğrultuda değiştirmesini önlemek istemişlerdi. Böylece zâlim beşerî sistemlerinin oluşturduğu sosyal düzenleri muhafaza edip statükolarını koruyabileceklerdi. Müşriklerin bu benzetmelerine Allah şiddetle karşı koyar. “Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin, ne de mecnun.”1999; “Biz ona şiir öğretmedik, ona yakışmaz da.” 2000
1991] 7/A’râf, 69
1992] 7/A’râf, 68
1993] 11/Hûd, 62
1994] 26/Şuarâ, 185
1995] 54/Kamer, 25
1996] 6/En’âm, 66
1997] 10/Yûnus, 2
1998] 37/Saffât, 36
1999] 52/Tûr, 29
2000] 36/Yâsin, 69
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müşrikler, toplumu vahiyden uzak tutabilmek için değişik metotlar da denemişlerdir. Misal olarak, gelen vahiyle birlikte toplumun, atalarının sapıklıkla itham edildiği ve kendilerinin sadece atalarının yolundan gittiğini gündeme getirerek peygamberlere karşı toplumda tepki oluşturmuşlardır. “Biz ilk atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.”2001; “Şimdi atalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi men mi ediyorsun?”2002; “Bu, sizi babalarınızın taptığından çevirmek isteyen bir adamdan başka bir şey değildir.” 2003
Allah, müşriklere, körü körüne itaatin doğru bir yol olmayacağını, doğru yolun kendi akıllarına hitab eden vahye itaat ile bulunabileceğini bildirir. Neticede herkes kendi yaptıklarından sorumlu olacaktır. O halde boş bir yol olan atacılık/ırkçılık, vahye karşı geçerli bir savunma olmaz.
Peygamberler, elçilikle görevlendirildikleri andan itibaren, aldıkları vahyi topluma iletmeye başlarlar. Karşılarında vahyi iletmeleri gereken bütün bir toplum vardır. Çünkü içinde yaşadıkları toplumda yanlış bir din inancı vardır ve bu inanca vahy gelene kadar herkes itibar etmektedir. Ne zaman ki peygamber, elçilikle müşerref olur, o zaman karşısında tüm toplumu bulur. Vahyi onlara ilettiğinde bu insanlardan bazıları iman edecek ve peygamberlerin yanında bulunacaklardı. Ancak bu olana kadar peygamber, inancında yalnız, karşısında da tüm toplum bulunmaktadır. Vahyin gelişiyle beraber peygamber topluma tevhid inancını anlatmaya ve yaymaya başlar. Toplumdaki bazı insanlar, hemen onun yanında yer alır ve onun inancını paylaşmaya başlar. Ancak bunlar çok cüz’î bir azınlıktır. İnkâr edenler ise çok büyük bir çoğunluktur. Toplum artık peygambere inananlar ve karşı çıkanlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu olguyu Allah şöyle belirtiyor: “Semûd kavmine, kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.” 2004
Artık iki kutba ayrılan bu toplumda vahyî görüşü temsil eden peygamber ve ona itibar eden bir avuç taraftarı ile onun getirdiği vahyi reddeden büyük bir çoğunluk vardır. Müşriklerin bulunduğu inkârcı grubun içerisinde onları yönetip yönlendiren egemen bir grubun bulunduğunu görmekteyiz. Bu etkin grup, inkârcılar içerisinde çok küçük bir azınlık olarak ortaya çıkmaktadır. “O şehirde dokuz kişi vardı ki bunlar, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına yanaşmıyorlardı.”2005 Sâlih’in (a.s.) kavminin inkârcıları içerisinde bu egemen gruba dâhil insanların sayısını bildiren bu sayı, ilgi çekicidir. Kavmin nüfusunu bilmiyoruz. Ancak, binleri, on binleri bulacağını tahmin edebileceğimiz bir toplumda müşriklerin başını çeken ve onları peygamberlere karşı inkâra azmettiren çok az sayıya sahip bir gruptur. Bu olgu, bütün peygamberlerin kıssalarında aynı gözükmektedir.
Sosyolojik olarak bu olgu, genel geçer bir kuraldır. Toplumlar, her zaman küçük bir azınlık tarafından yönetilmiş ve yönlendirilmişlerdir. Toplum yöneticileri, malî bakımdan önde giden zenginler, güç olarak sivrilmiş askerler ve bunların dediklerini yapan idareci takımdan oluşur. Bu zümre öylesine birbirine kaynaşmıştır
2001] 23/Mü’minûn, 24
2002] 11/Hûd, 62
2003] 34/Sebe’, 43
2004] 27/Neml, 45
2005] 27/Neml, 48
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 423 -
ki, hem zenginlik, hem askerî kuvvet bir kişide olabileceği gibi, bütün bu toplumu yönetme erki veren maddeler, ayrı ayrı şahıslarda da bulunabilmektedir. Dolayısıyla siyasî, askerî ve maddî gücü elinde bulunduran bu zümre, toplumun peygambere karşı tutumlarını belirleme çabası içindedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu grup, “mele”, “mütref”, “müstekbir” olarak isimlendirilmektedir. “Kavminden müstekbirlik yapan (büyüklük taslayan) mele’ (ileri gelenler), içlerinden zayıf görülen iman edenlere; ‘Siz, dediler, Sâlih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar da ‘doğrusu biz, onunla gönderilene iman edenleriz!’ dediler.”2006 Âyetlerde görülebileceği gibi müşrikleri yöneten ve onları peygamberlere karşı inkâra azmettirenler, azınlık küçük bir gruptur. Peygamberlere yapılan tüm iftira ve saldırı kampanyalarını bu azınlık grup tezgâhlar ve böylece halkın vahye yönelmesini önlemeye çalışırlardı. Çoğunluk olan halk ise, bunların ürettiği sloganlar çerçevesini aşamayan, rızıklarını kazanmak derdine düşmüş, fikrî gayret göstermeyen bir kitledir. 2007
Peygamber Katletmek: Tarih boyunca ve günümüzde, peygamberlere inandığını iddia etmekle beraber, peygamberlerin yolunu bırakıp başka yollara uyan, sünneti terk edip bid’atlara yapışan insanlar, peygamberlerini mânen öldürmüş, hayatlarından onu silmiş durumda zâlim insanlardır. Yahudiler’in peygamberleri maddeten de öldürdüklerini Kur’an haber vermektedir.2008 Yahûdiler, bu büyük zulmü işlediklerinden dolayı lânet ve zillete müstahak olmuşlardır. 2009
“Zekeriyya peygamberi taşlayarak öldürdüler. Kâfirlere ve isyankârlara çok keskin eleştiriler yapan peygamber Amos’u öldürdüler. İşaya peygamberin başını testere ile keserek onu şehid ettiler. Yahudilerin peygamberlere karşı tutumları sadece öldürme düzeyinde kalmıyor, kendi peygamberlerinin peygamberliklerini de inkâr ediyorlardı. Zaten öldürdükleri bazı peygamberleri, elçiliklerini inkâr ettikleri için öldürüyorlardı. Geçmişte yaşayıp da sadece kendi ırklarından olmadığı için inkâr ettikleri peygamberler de vardı. Sâlih, Hûd, Şuayb, İsmail peygamberler, bunlardan bazıları idi. Bir yandan Allah’ın elçilerinin peygamberliğini reddederken, bir yandan da aralarından yalancı peygamberler çıkarıyorlardı. Bel’am kılıklı bazı yahudi bilginleri, peygamberlik ve ermişlik rolüne yatarak halkı aldatmaya kalkıyorlardı.” 2010
İntihar
“İntihar” kelimesi, “nahr” kökünden türemiştir. Nahr, gırtlak, boğaz anlamına gelir. Deve, göğsüne yakın yerden boğazına bıçak vurulup kesildiğinden deve kesmeye “nahr” denir.2011 Tenâhur, boğaz boğaza, göğüs göğüse çarpışmak demektir. Aynı kökten intihar da, kendi boğazını kesmek, kendini öldürmek anlamındadır.
“Nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık
2006] 7/A’râf, 75 ve konuyla ilgili âyetlere örnekler için bk. 11/Hûd, 27; 34/Sebe’, 34; 17/İsrâ, 16; 14/İbrahim, 21
2007] Cengiz Duman, Müşriklerin Vahye ve Rasullere Karşı Aldığı Tavırlar, Haksöz 46-47 (Ocak 95)
2008] 2/Bakara, 61, 87, 91, 33
2009] 3/Âl-i İmrân, 21, 112, 155, 181, 183; 5/Mâide, 70
2010] Mustafa İslâmoğlu, Yahudileşme Temayülü, s. s. 96 vd.
2011] 108/Kevser, 2
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve haksızlıkla bunu yaparsa, (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.”2012 Âyette geçen “nefislerinizi öldürmeyin” ifadesi, “sizin kardeşleriniz olan mü’minleri, birbirinizi öldürmeyin” anlamına geldiği gibi, daha çok da, “kendinizi öldürmeyin, kendi canınıza kıyıp da intihar etmeyin” demektir.
Bir insanın canına kast etmek, hayat hakkını ortadan kaldırmak, insanın kendi hayatı için de benzer bir suçtur, haramdır. Hayatı veren de alan da Muhyî/hayat veren ve Mümît/öldüren isimlerine sahip Yaratan Allah’tır. İnsan, hayatını devam ettirmek için ne gerekiyorsa yapmaya izinlidir, hatta görevlidir. Fakat hayatı tehlikeye atmaya veya ortadan kaldırmaya, hayatın gerçek sahibi Allah izin vermez.2013 İntihar, başkasının canına kıymak kadar büyük bir günahtır; bize canı veren Allah olduğundan, gerçek sahibinin hakkını ihlâl etmek ve emanete ihanettir.
Dünyada birçok insan, çeşitli nedenlerle; ticarette iflâs ettiğinden, aile geçimsizliğinden, yaptığı hatalardan bunalıma düşüp kurtuluş çaresini intiharda bulacağını sanır ve canına kıyar. Oysa intihar çare değildir. Ruh ölmez. Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra, insanın dünyada yaptığı hareketlere uygun bir yaşantı içine girer. Ölüm, ruhun yeni ve sürekli bir hayata başlamasıdır. İntihar edenin uhrevî cezası, intihar şekline uygun olarak verilir. “Kim kendisini dağdan atıp öldürürse, o cehennem ateşinde sürekli olarak yuvarlanır durur. Kim zehir içip kendisini öldürürse cehennem ateşi içinde elindeki zehri sürekli olarak içer durur. Kim kendisini bıçak gibi bir demir parçasıyla öldürürse cehennem ateşi içinde sürekli olarak onu karnına saplar.”2014; “Kendini (ip ve benzeri şeyle) boğan kimse, cehennemde kendisini boğar, dünyada kendisini vuran da cehennemde kendisini vurur durur (azabı böyle olur).” 2015
Yine, Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki insanlar arasında, vücudunda yarası bulunan bir adam vardı. Yaranın ağrısına dayanamadı, sızlandı, bir bıçak alıp elini kesti. Akan kan durmadı ve adam öldü. Yüce Allah; ‘Kulum canını Benden önce aldı, ona cenneti haram kıldım’ buyurdu.”2016 Bu hadis-i şeriflerde dikkat çeken husus, intihar edenlerin, intihar ânındaki acılarını, öteki âlemde, kendilerine sanki sonsuz zaman kadar gelecek uzun bir süre boyunca aynen yaşayacaklarıdır.
Hz. Peygamber’in Zâtu’s-Selâsil seferine komutan olarak gönderdiği Amr bin el-Âs (r.a.), ihtilâm olmuş, hava çok soğuk olduğu için, su bulunduğu halde, ölüm korkusundan dolayı teyemmümle namaz kıldırmıştır. Durumunu Hz. Peygamber’e anlatırken, Nisâ sûresi, 29. âyete göre amel ettiğini söylemiş ve Rasûlullah (s.a.s.) Amr’ın bu yaptığını tasvip etmiştir.2017
Hayber gazvesi sırasında, İslâm askerleri arasında savaşan ve büyük fedâkârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine ashâb-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman’ı izlemiş ve onun, aldığı yaralara sabredemeyip kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür.2018 Kuzman’ın ölüm şekli Allah
2012] 4/Nisâ, 29
2013] 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
2014] Buhârî, Tıb 7; Müslim, İman 175; Tirmizî, Tıb 7; Nesâî, Cenâiz 68
2015] Buhârî, Cenâiz 84
2016] Buhârî, Enbiyâ 50, hadis no: 720; Müslim, İman 47, hadis no: 180
2017] Ebû Dâvud, Tahâret 124; Ahmed bin Hanbel, 4/203
2018] Buhârî, Kader 5, Rikak 33, Megâzî 38, Cihad 77 -182-; Müslim, İman 178, 179
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 425 -
Rasûlüne iletilince şöyle buyurmuştur: “İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; hâlbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, hâlbuki kendileri cennetliktir.” 2019
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, intihar eden dinden çıkmış olmaz, üzerine cenaze namazı da kılınır. Haber Gazvesinde intihar eden Kuzman’ın cehennemlik olduğu bildirilmişse de, cehennemde ebedî olarak kalacağını belirten açık bir ifade yoktur. Bu yüzden intihar suçunu işleyenin cezasını çektikten sonra cehennemden kurtulacağı umulur. Ancak bunun için, intihar edenin son anda mü’min sıfatını taşıması ve intiharın helâl olduğuna inanmamış olması da şarttır. 2020
Hz. Peygamber’in, bıçakla kendisini öldüren kimsenin cenaze namazını kıldırmadığı nakledilir. Câbir İbn Semûre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.), intihar eden bir kimse haber verilmişti: “Ben üzerine namaz kılmıyorum!” buyurdular.2021 Ancak, bu olay, intihar edeni cezalandırmak ve başkalarını böyle bir fiilden men etmek amacına yöneliktir. Nitekim ashâb-ı kiram, bu kimsenin cenaze namazını kılmıştır. 2022 İmam Ebû Yûsuf’a göre intihar, hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça intihar edenin cenaze namazı kılınmaz.
Beden, Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna verdiği en büyük emanetlerden biridir. Bu emaneti, kişinin kendi müdahalesi olmaksızın ruh bedenden ayrılıncaya kadar korumak gerekir. Bunun için de, kişinin ruhî ve fizikî sıkıntılara sonuna kadar sabır göstermesi İslâm’ın emir ve tavsiyesidir. Aksi halde intihar etmekle dünyevî sıkıntı ve problemlerini çözeceğini düşünen kişi, hemen intikal edeceği kabir ve daha sonra âhiret hayatında çok daha büyük sıkıntı ve felâketlerle karşılaşır. Hayat, en kötü şartlar altında bile güzeldir. Çünkü ruh bedende kaldıkça Allah’tan ümit kesilmez. Her geceden sonra gündüz, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kulun Allah’a yönelmesi ve O’ndan yardım istemesi, sıkıntı ve problemlerin çözümünün başlangıç noktasını teşkil eder. Yüce Yaratıcı, umulmayan, beklenmeyen yer ve yönlerden kolaylıklar ihsan eder. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter. O’na dayanan da güç kazanır. 2023
İntihar Denilen Cinâyetle İlgili İstatistikler
Tüm dünyada her gün ortalama 1000 kişi intihar ediyor.
İntihar, tüm ölümlerin %0,4 - %0,9’unu oluşturuyor.
Erkeklerde intiharın, kadınlardan 2-7 kat daha fazla olduğu saptanmıştır.
Kadınlar ilaç ve boğulmayı seçerken, erkekler daha şiddetli metotları (asılma, kendini silahla vurma gibi) tercih ediyor.
İntiharın en acı yanlarından biri de, intihar eden kişinin özkıyımı gerçekleştirmeden önce bunu bir şekilde çevresindekilere belli etmesidir.
2019] Buhârî, Kader 5, Rikak 33; Müslim, İman 179
2020] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. 10/270
2021] Ebû Dâvud, Cenâiz 51
2022] el-Askalânî, Bülûğu’l-Merâm Terc. 2/276-277
2023] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 166-167
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İntihar dışında yapacak hiçbir şey kalmadığı düşüncesi bilince hâkim olmuş, yaşanan her saatin acı, günah ve sorunları arttırmaktan başka bir işe yaramayacağı şeklindeki düşünceler çoğu intihar olayında görülmektedir.
İntihar eden kişi, intiharı “sorunlarını giderici, çare bulamadığı acılarını dindirmeye yarayan, bulamadığı huzur ortamını getireceği” bir çözüm olarak görür.
İntihar eden kişilerde “mezara konulma ve hayata son vermenin sonrasındaki” düşünceler bulunmuyor. Yani, Kur’an’ın istediği şekilde Allah’a ve âhirete iman eden bir kimse, bu imanını koruduğu müddetçe intihar etmez, edemez.
İntihar davranışlarında ölmek düşüncesi yanında daha iyi şartlarda yaşamak yolunda bir kararsızlık da bulunabilmektedir. Bu nedenle yüksek bir yerden atlamadan önce beklenmekte olduğu düşünülmektedir.
İlkbahar ve yaz mevsiminin başlangıç ayları daha yüksek intihar sayılarına sahiptir.
Bireyin bir “psikiyatrik hastalığının” oluşu ya da “tedavi olunamaz” bir rahatsızlığın varlığı da riski çoğaltmaktadır.
Psikiyatrik bir rahatsızlığı olanların olmayanlara göre özkıyım riskinin 3-12 kat daha fazla olduğu gözlenmiştir.
İntihar gerçekleştiren kişilerin % 70 kadarında depresyon ya da alkolizme rastlanmıştır.
İntiharın en fazla görüldüğü psikiyatrik rahatsızlık depresyondur. Özellikle hastada hafifçe iyileşmenin başladığı erken tedavi dönemlerinde ve hastanede yatıp çıkmayı izleyen dönemlerde intihar riskinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir.
Depresyonun varlığı halinde intihar görülme ihtimali, herhangi bir ruhsal hastalığı olmayanlara göre 30 kat daha çok bulunmuştur.
Şizofreni hastalarında % 10 oranında öz kıyıma rastlanmaktadır. Özellikle hastalığa ait yoğun belirtilerin tedavi ile azaltıldığı, kişinin işlevselliğindeki azalmanın farkında olup, depresyonel bir dönem yaşadığı ve daha çok hastalığın ilk yıllarında gözlenmektedir.
Şizofrenik intiharların % 75’inin evlenmemiş, genç yaşta erkekler olduğu, % 50’sinin de daha önce öz kıyım girişimleri olduğu saptanmıştır. Hastaneden çıkıştan birkaç hafta-birkaç ay sonrasında risk yükselmektedir.
Anti sosyal kişilik bozukluğunda % 5 oranında intihara rastlanmaktadır.
BPD (sınırda kişilik bozukluğu) ve narsist kişilik bozukluğu olan kişilerde de intihar görülmektedir.
Alkolizm tüm intihar vakalarının % 20’sinden sorumludur.
Alkolizm nedenli intiharlarda, çevresinin alkolizm nedeniyle kendisini artık desteklememesi ile, kişinin beyninde uzun donemde oluşturduğu bozukluklar ve alkol almayı takiben oluşan pişmanlık ve çaresizlik düşünceleri nedeniyle intihar çok görülmektedir.
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 427 -
Alkolizm gözlenen kişilerde hayat boyu intihar girişimi oranı % 10-15 arasında bulunmuştur...
Erkeklerde ticarî başarısızlık, kadınlarda ise aile geçimsizliği ve istediğiyle evlenememe başta gelen intihar nedenleri arasında...
Eskişehir Osmangazi Üniversitesinin (ESOGÜ) yaptığı araştırmada erkeklerde ticari başarısızlık, kadınlarda ise aile geçimsizliği ve istediğiyle evlenememenin başta gelen intihar nedenleri arasında olduğu saptandı. ESOGÜ Tıp Fakültesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Çınar Yenilmez başkanlığında, Yrd. Doç. Dr. Setenay Öner, Doç. Dr. Ünal Ayrancı, yaptıkları araştırmada, DİE’nin düzenli olarak her yıl yayınladığı “İntihar İstatistikleri Formu”ndan da yararlandı.
2705 İntihar Olgusu İncelendi
Bu yıllıklardan yaş ve cinsiyet gibi demografik bilgilerle intihar nedenleriyle ilgili veriler toplandı. Türkiye’nin bölgeleri arasındaki karşılaştırması için 2003 yılı verileri esas alındı. Çalışmada yüzde 58,2’si erkeklerden, yüzde 41,8’i kadınlardan oluşan 2705 intihar olgusu incelendi.
Türkiye’nin 7 bölgesindeki tamamlanmış intihar oranları, 24 yaş altı, 25-64 yaş arası ve 65 yaş ve üstü olmak üzere 3 farklı grup esas alındı ve cinsiyetler arası karşılaştırma yapıldı.
Araştırma sonucuna göre, 2003 yılında gerçekleşen intihar olgularında bölge ile yaş, bölge ile cinsiyet arasında önemli düzeyde ilişki olduğu saptandı. Bunun yanında yaş grupları ile cinsiyet arasında önemli düzeyde ilişki olduğu belirlendi. İntihar oranları, 24 yaş altında Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yüksek düzeyde bulunurken, 25-64 yaş grubunda sırasıyla Marmara, Ege, İç Anadolu, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde yüksek olduğu belirlendi.
Doğu Anadolu’da Kadınlarda İntihar Oranı Yüksek
İntihar oranları, kadınlarda Doğu Anadolu Bölgesinde yüksek, diğer bölgelerde ise erkeklerde daha yüksek olarak saptandı.
24 yaş altı grubunda kadın intihar oranı erkeklere göre daha yüksekken, 25 üzeri yaş gruplarında erkeklerde intihar oranı daha yüksek çıktı. 2003 yılındaki intihar olgularında bölge ile neden ve nedeniyle cinsiyet arasında da önemli düzeyde ilişki olduğu saptandı. 2003 yılında hastalık, öğrenim başarısızlığı ve ticari başarısızlıktan intiharlar en önemli neden. Erkeklerde geçim zorluğu, ticari başarısızlık en önemli intihar nedenleri. Kadınlarda ise aile geçimsizliği ile hissî ilişki, istediğiyle evlenememe nedeniyle intihar etme daha yüksek oranda.
Ege Bölgesinde geçim zorluğu nedeniyle intihar, Akdeniz Bölgesinde hastalık nedeniyle intiharlar, İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde öğrenim başarısızlığı, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise aile içi geçimsizlik en önemli intihar nedenleri.
Genel bir kavram olan aile geçimsizliği, okuma ve yazma oranının düşüklüğü, kırsaldan kente göç olgusu, erken yaşta zorla evlendirilme, dinî nikâha dayalı evlilikler, kız çocuklarının eğitime katılmasının zor olması veya engellenmesi, hızlı sosyal değişimler, kitle iletişim araçları ile sunulan farklı bir kültürün yaşantılarıyla çelişen genç kızların ataerkil toplum yapısının içinde kendi gerçeklerini
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tolere edememe gibi sosyo-kültürel nedenlere dayanıyor.
Türkiye’de intihar edenlerin oranının son on yılda yüzde 35 oranında arttığı belirlendi. On yıl önce, yüz binde 2.09 olan intihar oranı, yüz binde 2.89’a yükseldi. İntihar biçimleri arasında ilk sırayı kendini asmak, ikinci sırayı ise Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay örneğinde olduğu gibi ateşli silah kullanmak geliyor.
En çok intihar edenlerin 15-24 yaş grubundakiler olduğunu gösteren verilere göre, intihar oranının en düşük olduğu bölge Lazların yoğun bulunduğu Karadeniz, en çok intihar olayının yaşandığı bölge ise efeler diyarı Ege bölgesi. Öğrenim durumuna göre en az intihar edenlerin üniversite mezunları olduğu belirlenirken, evlilerde intihar oranı bekârlara kıyasla daha yüksek. İntihar nedenleri arasında ise ilk sırayı hastalık, ikinci sırayı ailede geçimsizlik ve geçim sıkıntısı alıyor. İntiharlar en çok mayıs ve temmuz aylarında yoğunlaşıyor.
10 yılda yüzde 20 artış
Dünya intihar istatistikleri incelendiğinde, Türkiye bu istatistiklere göre 66. sıradadır. İlk sırada Litvanya yer alıyor. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, sorun önemsiz gibi görünse de, ülkemizin kültürel norm ve değerleri, intiharın gizli kalmasını onaylarken, intihar istatistiklerinin de sağlıklı tutulamamasını beraberinde getirmektedir. Ayrıca, intihar istatistiklerinin 1967 yılından bu yana tutulduğu göz önüne alınırsa, son yıllarda yükselme eğilimi göstermesi, soruna ciddiyetle yaklaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Türkiye’de intiharlar sürekli artış içerisinde. Örneğin son 10 yıllık süreçte, kaba ölüm oranı yüzde 20 artmış.
Kriz dönemleri
Türkiye’de intiharların bazı yıllar azalsa da genel olarak sürekli artış eğilimi içerisinde olduğu gözleniyor. Özellikle 2000 yılı, intiharların diğer yıllara göre en düşük olduğu yıldır. 2001 yılı Türkiye’nin yaşadığı en büyük krizlerden birine sahne olmuştur. Bu sonuca göre kriz dönemlerinde intiharların az olduğu, krizin şokuyla birlikte, etkileri de arttıkça intiharların patlama gösterdiği görülmektedir. 2001 yılında intiharlar bir önceki yıla göre yüzde 43,4 artmıştır. 2000 yılına kadar ise kısmî düşüş eğilimi göstermektedir. Toplumsal kriz dönemleri ile birlikte toplumsal çözülme yaygınlaştıkça, kişisel kriz vakalarında da artış beklenir.
Dağılım
1997-2005 yılları arasında intiharların çoğunluğu yüzde 69,3’ü kırsal kesimde, intihara teşebbüslerin ise çoğunluğu yüzde 59,1 kentte görülmektedir. 2003-2005 yılları arasında intiharların mesleklere göre dağılımı ise; ev hanımları, işsizler ve serbest meslek grubu’ olarak sıralanmaktadır. En az intihar görülen meslekler ise diğer seçeneği ile emekli ve turizmciler.
İntihar bir haykırış aslında. İntihar davranışı bireyin dikkat çekmek için haykırışı. İntiharların birden yükseldiği bölgelerde bu haykırışlara yanıt vermek gerekiyor.
Dünya Sağlık Örgütü Verileri
Dünya’da her 40 saniyede 1 kişi intihar ederek ölürken, her 3 saniyede 1 kişi de intihar girişimde bulunmaktadır. Yine Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, son
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 429 -
45 yılda, tüm dünyada intihar oranları yüzde 60 artmıştır. İntihar, günümüzde tüm ülkelerdeki ölümlerin ilk 10 nedeni arasında sayılırken; Amerika Birleşik Devletleri’nde 8’inci sırada yer almaktadır. 15-24 yaş arası ölümlerin 5’inci önemli nedeni intiharlardır. Ölüm nedeni olarak intihar, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde benzerlik göstermektedir. Geleneksel olarak en yüksek oranlar, hâlâ yetişkin erkeklerde görülmekteyse de 15-34 yaş arası gençlerde artış gösteren intihar oranları, sorunun ciddiyet boyutuna dikkat çekmektedir.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) ‘Hayat İstatistikleri’ başlıklı çalışmaları arasında ‘intihar istatistikleri’ önemli yer tutuyor. Şimdi, bu kurumun yaptığı araştırmalardaki bulgularından bazılarını sunalım:
İntihar Biçimleri
İntihar biçimleri arasında ilk sırayı kendini asmak, ikinci sırayı ateşli silah kullanmak alıyor. Tüm intihar vakaları arasında kendini asarak intihar edenlerin oranı yüzde 49.6, ateşli silah kullananların oranı yüzde 21.5, kimyevi maddeyle intihar edenlerin oranı yüzde 13.5. Üç yüz seksen iki kişi silahla intiharı seçmiş, yüksekten atlayanların oranı yüzde 9, kendini suya atanların oranı ise yaklaşık yüzde 3. İstatistiklere göre, bir yılda 900 kişi kendini asmış, 246 kişi kimyevi maddeyle intihar etmiş, 164 kişi kendini yüksekten atmış, 54 kişi kendini suya bırakmış, 10 kişi kendini yakmış, 19 kişi kesici alet kullanmış, 14 kişi havagazı veya tüpgazla intihara yönelmiş, 24 kişi ise kendini tren veya başka motorlu taşıt altına atmış.
Geçinemeyince intihar
- İntihar nedenleri üzerine yapılan çalışmaya göre ise, hastalık nedeniyle intihar edenler ilk,
- Aile geçimsizliği nedeniyle intihar edenler ikinci,
- Geçim zorluğu nedeniyle intihar edenler ise üçüncü sırada yer alıyor.
- İstatistiklerde ‘hissî ilişki ve istediğiyle evlenememe’ yüzünden intihar edenlerin oranı yüzde 11.1
- Öğrenim başarısızlığı nedeniyle intihar oranı yüzde 3.8, ticarî başarısızlık nedeniyle intihar oranı ise yüzde 3.3 olarak gösteriliyor.
Genç kızlar/Genç erkekler
Türkiye’de intihar edenlerin yaş gruplarına göre dağılımı, en çok genç yaştakilerin intihar ettiklerini ve kadınların erkeklere kıyasla daha genç yaşta intihara yöneldiklerini gösteriyor. İntihar eden 1815 kişiden 1122’si erkek, 693’ü ise kadın. İntihar edenler arasında en kalabalık grubu 653 kişiyle 15-24 yaş grubundakiler oluşturuyor. Bu grubu 390 kişiyle 25-34 yaş grubundakiler izliyor. En az Karadeniz’de
Karadeniz’de yıl içinde intihar oranı yüz binde 1.74 olurken, bu rakam Ege bölgesinde yüz binde 4.07. Yıl içinde yaşanan 1815 intihardan 479’u Marmara, 347’si Ege, 259’u Akdeniz, 340’ı İç Anadolu, 140’ı Karadeniz, 118’i Doğu Anadolu, 132’si ise Güneydoğu Anadolu bölgesinde gerçekleşmiş. 1987’de intihar edenlerin sayısı 1098 iken, bu sayı 1996’da 1815’e yükselmiş.
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Veriler, intihar eden evlilerin oranının hiç evlenmemişlere oranla yüksek olduğunu gösteriyor. Bir yılda intihar edenlerin 875’inin evli, 769’unun hiç evlenmemiş, 79’unun boşanmış olduğu, 92’sinin ise eşinin öldüğü belirlenmiş.
Eğitim ve mesleklere göre
DİE, intihar edenleri öğrenim durumu ve mesleklerine göre de incelemiş. Buna göre intihar edenler arasında okuma-yazma bilmeyenlerin oranı erkeklerde yüzde 5.9, kadınlarda 17.6. İntihar edenlerden ilkokul mezunlarının oranı yüzde 50 iken, yüksekokul mezunlarında erkeklerde yüzde 6, kadınlarda 2.6 olarak hesaplanmış.
İntihar edenler arasında en kalabalık meslek grubunu 1815 kişi arasında 1076 kişiyle ev kadını, emekli, irat sahibi ve öğrencilerin dâhil olduğu grup oluşturuyor.
Cinâyet İstatistikleri; Türkiye’de Günde Ortalama 5 Cinâyet
“Bir kişiyi öldürmek cinâyet, binlerce kişiyi öldürmek ise istatistik” 2024
Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yapılan istatistikî çalışma sonuçlarına göre, Türkiye’de polis sorumluluk alanında günde ortalama 5 cinâyet, 2,5 da tecavüz olayı meydana geldiği ortaya çıktı.
Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan istatistiksel çalışma raporuna göre������������������������������������������������, Türkiye’de polis sorumluluk alanında her 5 sa-,����������������������������������������������� sa- saatte bir kişi cinâyete kurban gidiyor. Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından 2006, 2007 ve 2008 yılı asayiş olayları istatistikî bilgileri açıklandı. 2006 ve 2007 yılının tümü ile 2008 yılının ilk 8 ayını kapsayan istatistiksel çalışma raporuna göre suç oranları dikkat çekti. Toplamı 360 gün kabul edilen 2007 yılında toplam bin 992 cinâyet işlenirken, toplamı 240 gün kabul edilen 2008’in ilk 8 ayında bin 249 cinâyet işlendi. Polis kayıtlarına göre 2007 yılının tümünde 94 bin 878 kişi kasten yaralanırken, aynı olayın 2008 rakamları ise 83 bin 281 olarak gerçekleşti.
Günde 2,5 Tecavüz, 766 Hırsızlık
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Türkiye geneli polis sorumluluk alanında 2007 yılında 920 tecavüz olayı meydana gelirken, bu yılın ilk 8 ayında 613 kişi tecavüze mâruz kaldı. Toplumda taciz olarak bilinen ‘ırza tasaddi’ olayı 2007 yılında 540 olarak gerçekleşirken, aynı suç 2008’in ilk 8 ayında 263 olarak kayıtlara geçti.
2007 yılında 275 bin 988 hırsızlık olayına karşılık, bu yılın 8 ayında 160 bin 552 hırsızlık olayı meydana geldi. 2007’de 13 bin 844 kişi, bu yıl ise 10 bin 107 kişi dolandırıcıların mağduru olurken, 2007 yılında 7 bin 311 kişi, 2008 yılı ilk 8 ayında da 4 bin 427 kişi gaspçıların hedefi oldu. Ülke genelinde sadece polis sorumluluk alanında 2007 yılında 32 bin 969 kişinin malına zarar verilirken, bu yıl 20 bin 966 kişinin malı zarar gördü.
Aile İçi Şiddet Kanayan Yara
Türkiye’nin kanayan yarası olan aile içi şiddet olarak bilinen ‘Aile fertlerine
2024] Jozef Stalin
CİNÂYET / ADAM ÖLDÜRMEK
- 431 -
kötü muâmele’ olayında 2007 yılında 22 bin 330, bu senenin ilk 8 ayında ise 13 bin 421 kişi kayıtlarda yerini aldı. Polis������������������������������������������, 2007 yılında 2 bin 130 fuhuş olayına mü-,����������������������������������������� mü- müdahale ederken, bu yıl bin 470 fuhuş olayı nedeniyle işlem yapıldı.
Polis sorumluluk alanında 2006 yılında ise 2 bin 66 kişi cinâyete kurban giderken, 826 kişinin ölümü kayıtlara ‘ihmal ve kaza’ olarak geçti. 563 öldürme teşebbüsünün gerçekleştiği 2006 yılında, 111 bin 565 kişi kasten yaralanırken, 11 bin 446 kişi kazaen yaralandı. 7 bin 130 kişinin kaçırıldığı 2006 yılında 48 kişi rehin alınırken, 28 bin 88 tehdit olayı meydana geldi. 2006 yılında 17 bin 64 kişi aile içi şiddete mâruz kalırken, bin 300 tecavüz, bin 26 ise ‘ırza tasaddi’ olarak adlandırılan taciz olayı gerçekleşti.
Bu rakamlar, bazıları için sadece istatiksel önem taşımakta. Hâlbuki, bu insanların yaptıkları veya mâruz kaldıklarından hepimiz sorumluyuz. Başta nefis, nesil, can emniyetleri konusunda görevini yapmayan, tedbirler almayan, tam tersine özgürlük adına fuhşu ve her çeşit zulmü teşvik eden düzen ve o düzenin zulümlerine göz yuman insanlar… Yeryüzü halifesi görevini yapmayan insanımız; hepimiz yeten gücümüzü yettiği oranda kullanmadığımızdan… “Rabbim! İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizleri de helâk eder misin?”2025; “Sakın, zulmedenlere az da olsa meyletmeyin. Yoksa size ateş (Cehennem) dokunur. Sizin Allah’tan başka velîniz yoktur, sonra yardım göremezsiniz.” 2026
2025] 7/A’râf, 155
2026] 11/Hûd, 113
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cinâyet /Adam Öldürmek Konusunda Âyet-i Kerimeler
Adam Öldürmek
Kasten Öldürmek: 2/Bakara, 178; 4/Nisâ, 92-93; 5/Mâide, 32; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 33.
Hata İle Öldürmek: 4/Nisâ, 92.
Kan Dörmek: 2/Bakara, 84.
Öldürmenin Cezası: 5/Mâide, 33; 25/Furkan 68-69.
Mü’minler, Haksız Yere Öldürmezler: 25/Furkan, 68.
Fakirlik Korkusuyla, Çocukları Öldürmekten Sakınmak: 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 31.
İntihar (Kendi Kendini Öldürmek): 4/Nisâ, 29-31.
Kısas
Kısasın Farziyeti: 2/Bakara, 178.
Tevrat’ta Kısas: 5/Mâide, 45.
Kısasın Düşmesi: 2/Bakara, 178.
Misilleme: 42/Şûrâ, 40-43.
Cezada Misilleme: 16/Nahl, 126; 22/Hacc, 22, 60; 42/Şûrâ, 40-43; 60/Mümtehine, 11.
Öldürmede Misilleme: 2/Bakara, 190; 9/Tevbe, 36; 59/Haşr, 11.
Kısasta Misilleme: 2/Bakara, 178-179, 194; 5/Mâide, 45.
İntikam: 2/Bakara, 194; 16/Nahl, 126; 22/Hacc, 60.
Diyet
Kasten Öldürmede Diyet: 17/İsrâ, 33.
Hata İle Öldürmede Diyet: 4/Nisâ, 92.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s.191-200
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 332-334
3. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 406-409
4. El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 202-205
5. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 180-183
6. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sâbûnî, c. 1, s. 422-438
7. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c.1, s. 34-35; 318-319; c. 3, s. 166-167; 360-362
8. İslâm Ansiklopedisi, T.D.Vakfı Y. c. 8, s. 14-15
9. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 63-81; c. 10, s. 127-132
10. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 354-356
11. Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 3, s. 27-186
12. Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. c. II, s. 193-321
13. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 241-244
14. Yahudileşme Temayülü, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 96-98
15. Neden Öldürüyorlar? Vural Okur, Şahsî Y.
16. Kanı Kanla Yıkamak, İnsan Hakları ve Türkiye, Muzaffer İlhan Erdost, Sol-Onur Y.
17. İntihar, A. Alvaraz, Öteki Y.
18. İntihar İstatistikleri, Devlet İstatistik Enstitüsü Y.
19. Müşriklerin Vahye ve Rasûllere Karşı Aldığı Tavırlar, Cengiz Duman, Haksöz 46-47 (Ocak 95)
20. Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, Erich Fromm, Öteki Y.
21. İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Erich Fromm, Payel Y.

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 13:48

CİN

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

CİN


• Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
• Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
• Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
• Cin Sûresi
• Cinnet/Cünûn
• Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
• İfrît, Peri
• Gûl ve Gûlyabaniler
• Nazar Değmesi
• Sihir/Büyü
• Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
• Tütsüleme inancı
• Rukye İnancı
• Muskalar (Temâim)
“(Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimize asla şirk/ortak koşmayacağız.” 1512
Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
Cin Kelimesinin Lügat ve Terim Anlamı: “Cin” ismi, Arapça “cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır. Nitekim toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan, göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme anlamı vardır. Gizlenmek, gizli kalmak, gözle görülmeyen gizli kuvvetler anlamına gelen cin, bu esasa göre, izli yaratıklar cinsine delâlet eden bir cins isimdir.
Cinlere gizlendiklerinden dolayı cin adı verilmiştir. Çünkü “ictinas” gizlenmek anlamındadır. Cennet de ehlini ağaçlarıyla gizlediğinden bu adı almıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de cinn, cânn ve cinnet adlarıyla anılmışlardır. Erkeklerine cinnî, dişilerine ise cinniyye adı verilir. Cinlerin bir tek ferdine “cinnî” denir. “cânn” kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve ifrit cinlerin değişik türleridir.
1512] 72/Cinn, 1-2
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve “nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,1513 onları Allah’ın ortakları mertebesine çıkarırlar1514 ve onlardan yardım dilerlerdi.1515
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sabittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler.1516
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız Kur’ân-ı Kerim’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyumuzla asla algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sayesinde insana ulaşmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Cin” kelimesi 22 kez, “Cinler” demek olan (cinin çoğulu) “Cann” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan “Cinneh” kelimesi de 10 kez geçmektedir. Bu âyetlerde cinler hakkında verilen bilgiler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir kısmı ilginçtir. Bu bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebilecek özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir) ateşten yaratılmışlardır.1517 Âyette “Nâru’s-Semûm” olarak adlandırılan bu ateşin radyoaktif bir madde olabileceği akla gelmektedir. Ancak her radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vücudu (biyolojik özellikleri içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan bedenini oluşturan et, kan ve kemik gibi unsurların hiç biri cinsinden değildir. Binaenaleyh denebilir ki ilâhî bir sistemle meydana gelmiş olan bu dönüşümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır. Bir karşılaştırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani cinler de büyük olasılıkla mevcut özellikleri içinde radyoaktif madde değildirler. Ancak yaratılmış oldukları temel madde “Nar’is-Semûm” dur. Çünkü cinlerle haşir neşir olan insanlar vardır ki aralarında süren sıkı ilişkilere rağmen bu kimseler ne kavrulmakta, ne de zehirlenmektedirler. Ayrıca kötülük yapmış ve suç işlemiş cinlerin de cehenneme girecekleri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmiştir.1518 Bu da onların mevcut bedenleriyle ateş olmadıklarını kanıtlamaktadır.
2- Allah (c.c.)’ın gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan ve cinlerden
1513] 37/Sâffât, 158
1514] 6/En'âm, 128
1515] 62/Cumua, 6
1516] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
1517] 15/Hicr, 27
1518] 32/Secde, 13
CİN
- 325 -
şeytanların bulunduğu, Kur’ân-ı Kerim’de haber verilmektedir.1519 Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde: Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün bu nitelikler ancak akıl ve bilinçle birlikte söz konusu olabilir. Âyetten çıkarılan bu sonuç ise cinlerin de aynen insanlar gibi akıllı ve bilinçli olduklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”1520 mealindeki âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez. Kur’ân-ı Kerim’de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin daha başka kanıtlar da vardır.
3- Cinlerden bir grubun Kur’ân dinledikleri, hatta o sırada birbirlerine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır.1521 Bundan anlaşılıyor ki cinlerin de mü’minleri ve kâfirleri vardır. Elbett ki buna bağlı olarak iyileri ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi’nin 11-15. âyetlerinde bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler sayesinde cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlularının ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz.
4- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler “...Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”.1522 Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sayesinde insanların yapamayacağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin, çok uzak mesafelere anında ulaşırlar. 1523
Cinlerin gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gizliyi, Allah’dan ve O’nun haberdar ettiği kimselerden başkası bilemez.1524 Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli şeyleri öğrendiklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:
Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki düşünce ve inançlar, Allah’dan başka ne insan, ne de cin tarafından asla bilinemez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye gelince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve araç kullanmakla gizli bir maddeyi, bir rezervi, ya da bir bilgiyi elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu varki cin, yapısı itibariyle daha seri ve daha esnektir. Bu sayede insanın giremediği dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir; Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elverişsiz arazilere ulaşabilir. Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine, dilediğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri şeyi yapabileceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla ilişki kuranlar, başta stratejik merkezler, devlet
1519] 6/En’âm, 112
1520] 51/Zâriyât, 56
1521] 46/Ahkaf, 29, 30, 31
1522] 7/A’râf, 27
1523] 27/Neml, 39
1524] 3/Âl-i İmran, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31, 123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26, 27/Neml, 65; 34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41, 53/Necm, 35, 68/Kalem, 47, 72/Cinn, 26
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arşivleri, hazineler, borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve insanlığın nizam ve düzenini altüst edecek, dünyayı oyuncak haline getireceklerdi. Cinler gerçekten aramızda dolaşıyor olsalar bile onların da mutlak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar ve kurallar, ya da asla aşamayacakları doğal engeller vardır.
5- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.1525 Ancak nasıl yaşadıklarını ve nasıl çoğaldıklarını bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını ileri süren insanlara inanmak güçtür. Özellikle Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan insanların hemen hepsi de şeytanların etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin, ahlâksız, suçlu ve günahkârlarıdır. Bunu Kur’ân-ı Kerim de doğrulamktadır. Ezcümle En’âm Sûresi’nin 128’inci âyet-i kerimesi’nde: Allah Teâlâ’nın, bütün cinleri ve insanları bir araya toplayacağı kıyamet gününde cinlere, birçok insanları elde ettiklerini açıklayacağı ifade edilmektedir. Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran insanların da “Ey Rabbimiz! -gerçekten- karşılıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz.” diye itirafta bulunacakları, o sırada Allah Teâlâ’nın da: “(öyle ise) Durağınız ateştir!” diyeceği anlatılmaktadır.
Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından sıyrılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin, tecavüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları ihtimali vardır.1526
Cinlerin Varlıkları ve Bunun Delilleri:Cinlerin varlıkları Kitap ve Sünnetle sâbittir.
1) Kitaptan Delili: Cin sûresine ek olarak, Kur’ân-ıKerim’in birçok yerinde onlardan bahsetmiştir. Onlardan birkaçı:
“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım.”1527
“Hani cinlerden bir grubu Kur’ân-ıdinlemeleri için sana yöneltmiştik.”1528
2) Sünnetten Delili: Sünnet-i Nebeviye’de de cinlerin varlıklarını isbat eden ve onlardan haber veren birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan bir kaçı:
“Rasûlullah (s.a.s.) ashâbından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına gitmeğe kastederek yola çıktılar. O tarihte şeytanlara gökten haber almak yasaklanmış; üzerlerine göktaşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara: “Size ne oldu?” demişler. Şeytanlar: “Semadan haber almaktan men edildik. Üzerimize göktaşları gönderildi.” diye cevap vermişler. Kavimleri: “Bu mutlaka yeni meydana gelmiş birşeyden olacak. Siz hemen yeryüzünün doğusunu batısını dolaşın da bakın semadan haber almamıza mâni olan bu şey nedir?” demişler. Tıhame taraflarını tutan takım Ukaz panayırına gitmekte olan peygamber (s.a.s.) Nahle denilen yerde ashâbına sabah namazını kıldırırken onun yanına uğramışlar. Cinler Kur’an’ı işitince onu dinlemişler ve (birbirlerine) semadan haber almanızı engelleyen işte budur.” demişler. Sonra kavimlerine dönerek: “Ey kavmimiz! Biz doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi şirk
1525] 18/Kehf, 50
1526] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, 321-325
1527] 51/Zâriyât, 56
1528] 46/Ahkaf, 29
CİN
- 327 -
koşmayacağız.” demişler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Peygamberimize (s.a.s.): “De ki: Bana cinlerden bir takımının (okuduğu) Kur’an’la dinledikleri vahiy olundu.” âyetini inzâl etti. 1529
Cinlerin Mükellef Oluşu: Cinler de dünya ve âhiret ahkâmı itibariyle insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 1530
“Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, âyetlerimi anlatan ve şu (korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?” 1531
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 1532
“Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını Kur’an dinlesinler diye sana sevketmiştik. Onlar (Peygamber’in huzurunda) Kur’an dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): “Susunuz (dinleyiniz)” dediler. Kur’an okunması bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey kavmimiz, dediler: Biz bir kitap dinledik. Mûsâ’dan sonra indirilmiş. O, kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor. Ey kavmimiz, Allah’ın dâvetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azaptan korusun ve her kim Allah’ın dâvetçisi (Peygamberi)ne icabet eylemezse arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler.” 1533
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?”1534
Bu âyetler her iki varlığın yaratılış gayesinin Allah’a ibâdette bulunmak olduğunu ve âhirette sorumlu tutulacaklarını bildirir.
Peygamberimizi Kur’an okurken dinleyen bir kısım cinlerin, kavimlerine vardıklarında şu sözleri söyledikleri haber verilir: “Biz hakiki hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize bundan sonra hiç bir şeyi asla ortak tutmayacağız.”1535 Bir başka âyet-i kerimede, peygamber efendimizi dinleyen cinlerin bir kısmının salih müslümanlar olduğu, bir kısmının böyle olmadığını söyledikleri beyan edilir. “Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman olanlar, işte onlar doğru yolu arayıp bulanlardır. Zulmedenlere gelince onlar da cehenneme odun oldular.”1536
İmam müslim’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerif’in meali şöyledir: İbn Mesud diyor ki: “Bir gece Rasûlullah ile beraberdik, derken aramızdan kayboldu.
1529] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 66-67
1530] 51/Zâriyât, 56
1531] 6/En'âm, 130
1532] 72/Cinn, 13
1533] 46/Ahkaf, 29-32
1534] 55/Rahmân, 31-34
1535] 72/Cinn, 1-2
1536] 72/Cinn, 14-15
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vadilerde, dağlarda aradık, bulamadık. Bu yüzden bütün geceyi endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabaha erdik. Bir de baktık ki o Hira’dan geliyor. Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik, aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Şöyle buyurdu: “Bana cinden dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim, onlara Kur’an okudum.” 1537
Cinlerin mü’min olanları mü’minlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemdedir.
Cinler Gaybı Bilebilirler mi? Cinler gaybı bilemezler. Çünkü gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden bazı seçkin kullarına bunun bilgisini verebilir: “...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”1538 “...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” 1539
Bazı sihirbaz ve büyücüler, cinlerin kâfir olanlarını kullanarak kendilerine has bir yolla sihir ve büyü yaparlar. Sihir ve büyü yapmak İslâm’a göre haramdır, büyük günahlardandır.
Rasûlullah Cinleri Gördü mü? Hadis râvileri Rasûlullah’ın (s.a.s.), cin’i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler. Müslim’de, Abdullah İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Peygamber Efendimiz cinni’lerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad etmiştir. Buhârî ve Müslim’in, İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise, Hz. Peygamber ashâbıyla “Ukaz” panayırına giderken “Nahle”de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’an dinlemiş ve müslüman olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber Efendimize Cin sûresinin ilk âyetlerinde haber vermiştir. 1540
Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlar: İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş; onların Kur’an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hak daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn Mes’ud’un rivâyet ettiği olay farklıdır. Nitekim İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Bir gece Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. “Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti.” şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’an okudum.” 1541
Cinlerin Yaratılışları, Özellikleri ve Mâhiyetleri: Cinler insanlar gibi mükellef ve akıllı yaratıklardır. Fakat insan yapısından farklıdırlar. Duyu organlarıyla anlaşılmazlar. Tabiatları üzere ve gerçek şekilleriyle görünmezler.
Cinler insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur’ân-ı Kerîm’de çok zehirli, dumansız alevli bir ateşten yaratıldıkları haber verilir: “Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık.” 1542
1537] Hasan Basri Çantay, Meal-i Kerim, 7/A’râf, 20: 3/1075
1538] 72/Cinn, 26-27
1539] 34/Sebe’, 14 ; bk. 72/Cinn, 8-10
1540] 72/Cinn, 1-3
1541] Kurtubî, el-Câmî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, 19/2 vd ; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315
1542] 15/Hicr, 27
CİN
- 329 -
Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır. “İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kişilere (ricâle) sığınırlar…”1543 âyeti bunu ifade eder. Cinler de insanlar gibi evlenirler, çoğalırlar, zürriyetleri de olur, yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Cinler de mükellef olup insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar:
Cinlerin yaratılışları türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye elverişlidir. Nitekim Kur’an’da ifade olunduğuna göre,1544 Hz. Süleyman Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirmek isteyince, bir cin, daha sen makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim herhalde buna yetecek gücüm var demiştir. Süleyman (a.s.) Kudüs’te, getirilecek taht Yemen’deydi. Onu bir saniyede getirmek büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Aslında görünmeyen cinnin Hz. Süleyman’la karşılıklı konuşması ise onun gözle görülebilecek bir sûrete girdiğini ifade eder. Süleyman peygamber, cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır. Cinler bir keresinde Süleyman’a (a.s.) mahkûm olmuşlardı. “Süleyman (a.s.)’ın önünde, Rabbı’nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık. Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı.” 1545
Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı, kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ıKerim onların da kitabıdır, onlar da Kur’ân-ıKerim’i dinlerler. “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”1546 “(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbımıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” 1547
Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri: İnsanları aldatarak, küfre ve sapıklığa yöneltmeğe ve onların ahlakını bozmaya çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır. 1548
Eskiden müşrikler, ilahî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani, şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir sandıkları esrarengiz ruhanî yaratıkları ilah kabul ederek, onlara tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler, câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar olan
1543] 72/Cinn, 6
1544] 27/Neml, 39
1545] 34/Sebe’, 12-13; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314 ; A. Lütfi Kazancı, İslam Akaidi, Marifet Y., 101; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 65
1546] 6/En’âm, 130
1547] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
1548] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar uydururlardı.
Bazı insanların zannettiği gibi cinler ve şeytanlar, ne göklere yükselirler, ne İlahî sırları kulak hırsızlığı yapıp öğrenerek yeryüzüne inerler. Bu, onların ne görevidir, ne de buna güçleri yeter. Bununla birlikte, insanların görmediği ve bilmediği bir çok manevî ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilasına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi ilahî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar ve istilalarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ıKerim’in nuru onları yakar.
Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir: Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları Kur’an’la sabittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz. Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak, muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.
Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı, aynı sebepten, varlığı şer’an sabit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat bizim her bünyeyi görmemiz zaruri olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir.
Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın ilahî kudretini ve evrenin kapladığı alanı bilmemekten başka bir şey değildir.
Şeytan-Cin İlişkisi: Şeytan da cinlerdendir. Allahu Teâlâ kendisini Hz. Adem’e (a.s.) secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan ise, kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını ileri sürerek secde etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden kovmuş o da kâfir olmuştur.1549 Şeytanların amiri durumundaki şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara başvurur. Ondan sakınmak gerekir: “Ey Âdemoğulları, Şeytana tapmayın. Çünkü o sizi Rabbınız’dan ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim mi?”1550 “Şeytan sizin için yaman bir düşmandır. Bu sebeple siz de onu düşman edinin.” 1551
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuşlardır: “Allah sizden her biri için, bir
1549] 2/Bakara, 34
1550] 36/Yâsin, 60
1551] 35/Fâtır, 6
CİN
- 331 -
cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Size de mi yâ Rasûlallah?” diye sorduklarında, Rasûlullah: “Bana da ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak hayır emrediyor.” Buyurdu.1552
Cinleri Kabul ve Reddedenler: Felsefecilerin çoğu, özellikle İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler. Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat onlardan daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir.
Buna karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak mâhiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri; cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise bunların, cevher olduklarını; â’râz ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu cevherleri de mâhiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih ve hayırseverdirler. Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler. Sayılarını ancak Allah bilir.
Bazı fırkalar da cinlerin cisim olmakla beraber, mâhiyetlerinin farklı, sıfatlarının bir olduğunu söylemişlerdir. Sıfatları ise uzayda yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır. Cinler; latif, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar. Hevâî cism-i latîflerin, mâhiyet itibariyle, diğer cisim türlerine benzemesi imkânsız bir olay değildir. Binaenaleyh bunların, kendilerine özgü ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor işleri yapabilir, çeşitli şekillere girebilirler. Bu da Cenâb-ı Allah’ın onlara bu gücü vermesi sayesinde olur. Bazı fırkalar da, cisimlerin mâhiyet itibariyle birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını söylemişlerdir. İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile izleyicileri bu görüştedirler.
Mu’tezile ise bu görüşü ve buna paralel olarak cinlerin varlığını kabul etmemiştir. Bunlar, hayat için bünyenin şart olduğunu, zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir şart olarak ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir. Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap ve sünnet ile sâbit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar. 1553
Şeytan ile Cin Hakkında Söylenenler: Zaman zaman şeytan ve cin hususlarında çeşitli sorular sorulup, münâkaşalar yapıldığına şahid oluruz. Cin ve şeytanı mikrop, bakteri gibi gözle görülmeyen maddî küçük mahlûkatla te’vil etmeye çalışan imânı nâkıs dar anlayışlar olduğu gibi, külliyen reddetme cihetine giden münkir imansızlar da vardır. Hemen belirtelim ki, cin ve şeytanı mikrop, bakteri, virüs gibi maddî varlıklarla karşılaştırmak, onlarla izah etmek büyük hatadır, şahsî, beşerî, arzî bir te’vildir, dinî dayanaktan mahrumdur. Yapılan açıklamaların semâvî ve mûteber olabilmesi için Kur’ân veya sünnetten bir dayanağa sahip olması gerekir.
Cin ve şeytanın varlığını inkâr etmek küfürdür. İmanla bağdaşamaz. Mâhiyetleri ile alâkalı açıklamalara gelince, bazı hususlarda nas mevcut ise de, bazı hususlar kapalıdır ve âlimler de farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım merakı izâle edecek kadar bazı açıklamaları kaydediyoruz:
1552] et-Tâc, 5/233
1553] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315-316
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeytan kelimesi, “salâh ve hayırdan uzak oldu” manasına gelen şatane fiilinden müştak olduğu kabul edilir. Arap dilinde şer ve kötülükte ileri giderek mensub olduğu sınıfta temayüz eden, benzerlerinin dışına çıkan herşey için kullanılmıştır. Bu sebeple, insan, hayvan vb. görünen mahlûkatın şerirlerine şeytan dendiği gibi, görünmeyen mahlûkatın şerirlerine de şeytan denmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de insanî ve cinnî şeytanlardan muhtelif âyetlerde söz edilmiştir. Hadislerde bir kısım kötülükler de şeytana teşbih edilmiştir. Hz. Ömer (r.a.) Şam’a geldiklerinde bindirildiği bir at, altında çalım yapmaya başlayınca, hemen inmiş ve: “Beni bir şeytana bindirdiniz” buyurmuştur.
Görünmeyen ve insanlara kötü telkînatlarda bulunarak onları azıtan mahluk manasındaki şeytan, cin sınıfındandır. Bir başka ifâdeyle bu mânâda şeytan cinlerin asi takımına denir. Ataları, “Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise topraktan yaratıldı, ateş topraktan üstündür, dolayısiyle ben Âdem’den üstünüm” kuruntusuna düşerek Cenâb-ı Hakk’ın “Âdem’e secde et!” emrine isyan eden iblistir. Âlimler çoğunlukla “Şeytanlar cinlerin asi ve şer olanlarıdır” demekte müttefiktirler.
Bazılarına göre cinlerin birçok sınıfı vardır: Mutlak zikredilince cins sınıfı kastedilir, insanlarla beraber yaşayan cinnî’ye âmir, çocuklara Musallat olan cinnîlere ervâh, bunların habis olanlarına şeytan denilir. Kötülüğü bir derece artarsa mârid, daha da artarsa ifrit denir.
Hadislerde, cin ve şeytan iki ayrı sınıfmış gibi ifâde edilmiştir. Ancak meseleyi yakından tahlil eden muhakkık ulemâ, her ikisinin de esâs itibâriyle bir nev’ olduğunu, biri kâfir kalarak şeytan, diğeri iman ederek cin adını aldığını söylemiştir.
İblis’in lügat olarak iblâs kelimesinden geldiği kabul edilmiştir. İblâs hayırdan me’yusiyet, pişmanlık ve mahzuniyet mânâsına gelir. İblis de hayırdan son derece me’yus demektir. Çünkü Cenab-ı Hakk, masiyeti sebebiyle bütün hayırdan mey’us, kovulmuş bir şeytan kılmıştır. Şu halde iblisi de cinnîlerin bir sınıfı kabul etmek gerekmektedir.
Ancak, cinlerin asılları hususunda da ihtilâf edildiğini belirtmemiz gerekir. İbn Abbas (r.a.)’tan yapılan bir rivâyete göre, cinlerle şeytanlar başka başka mahlûklardır. Cinlerin babası Cânn’dır. İçlerinde mü’min ve kâfirleri vardır. Cinler ölürler. Şeytanların atası ise İblis’tir, onlar ölmezler. Zamanı gelince ataları olan İblis’le öleceklerdir.
Cinlerin asıllarıyla ilgili bir ihtilâf, âhirette hallerinin ne olacağı hususuna da sirâyet etmiştir. “Cinler Cânn’ın neslidir” diyenlere göre, onların mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir.
“Cinler İblis’in zürriyetidir” diyenlerden Hasan Basrî’ye göre mü’minleri cennete gidecektir; Mücâhid’e göre mü’minleri de cennete gidemeyecektir. Âhirette onlara tıpkı hayvanlara denildiği gibi, “Toprak olun” denecektir. İmam Âzam’ın da bu görüşte olduğu söylenmiştir, ancak onun hiçbir beyanda bulunmadığı da söylenmiştir.
Şâfiî, Malik, İbn Ebi Leylâ gibi sâir ulemâ ise iyilerinin mükâfaat, kötülerinin de azab göreceklerini söylemişlerdir. Cinlerin mâhiyetini açıklama sadedinde
CİN
- 333 -
yukarıda kaydettiğimiz, çeşitlerine dikkat çekildikten sonra: “Nevilerin sayısını Allah Teâlâ’dan başkası bilmez” de denmiştir. Bazıları: “Mâhiyetleri muhtelif cisimlerdir, ancak onları müşterek bir sıfat birleştirir, o da mekânda hâsıl olmaları, uzunluk, genişlik, derinlik gibi üç buuda sahip bulunmaları, lâtif, kesif, ulvî, süflî kısımlarına inkisam etmeleridir” demiştir.
Cinler hakkında ileri sürülen ilâve bir açıklama da şöyledir: “Latif ve hevâî bazı cisimlerin mâhiyet itibariyle diğer cisim nevilerine muhâlif olmaları, onların, insanların mislini yapmaktan âciz olacakları bazı acîb, yahud meşakkatli işler için hususi bir ilme ve kudrete mâlik bulunmaları imkânsız değildir. Onlar muhtelif şekillere bürünebilirler. Bütün bunlar, bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği kudret sayesindedir.”
Cinlerin bu insanüstü gücünden insanların istifâde edebileceğine Kur’ân-ı Kerim’de işaret vardır. Nitekim Hz. Süleyman (aleyhisselam) cinlerden istifade etmiş, emrinde istihdâm etmiş, onları asker olarak1554 müşâvir olarak,1555 kullanmıştır.1556
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve “nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,1557 onları Allah’ın ortakları mertebesine çıkarırlar1558 ve onlardan yardım dilerlerdi. 1559
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sâbittir. Hatta cinler hakkında başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde yüksek mertebe sahibi kimseler)’nın gördüğü varlıklar vardır ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette yaratılmışlardır. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar. Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek, İslâm akîdesini zedeler. 1560
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, yalnızca insanlar ile çeşitlerini dahi tam bilemediğimiz hayvanlardan ibâret değildir. Uzun yıllar scientisme’i (bilimciliği) savunan ve “gözümüzle görmediğimize inanmayız” diyen aydınlarda garip bir değişim başlamıştır. Son yıllarda, uzayda canlıların bulunduğunu savunmak ve “ufo”ların marifetlerini gündeme getirmek moda hâline gelmiştir: Televizyon kanalları “ufo” olduğu iddia edilen cisimleri yayınlamak için birbirleriyle yarışmaktadır. Bazıları da cinlerin fotoğraflarını çekmek için, sağa-sola koşmaya başlamıştır. Kendi mantıklarına göre “sınır-ötesi” ilân ettikleri ve hayrete düştükleri
1554] 27/Neml, 17
1555] 27/Neml, 38-39
1556] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 4/347-349
1557] 37/Sâffât, 158
1558] 6/En'âm, 128
1559] 62/Cumua, 6
1560] Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir âlemi zorlamaktadırlar.
Gözle görülmeyen varlıkların başında cinler gelir. Cinlerin varlığı kitap ve sünnet ile sabittir. Cinler de (tıpkı insanlar gibi) mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: “Ey cin ve insan topluluğu; size içinizden, âyetlerimi anlatan, hesap gününün geleceğini haber veren ve sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” 1561
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), cinleri görüp görmediği konusunda muhaddisler farklı görüştedirler. Müslim’de, Abdullah İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) cinnîlerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşâd etmiştir. Buharî ve Müslimin İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbıyla Ukaz panayırına giderken Nahle’de sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’ân dinlemiş ve müslüman olmuştur. Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlamaktadır: “İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda cinni görmemiş, onların Kur’ân dinleyip müslüman olduklarını Cenab-ı Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu hâdise, İbn Mes’ûd’un rivâyet ettiği hâdiseden farklıdır. Nitekim İbn Mes’ûd şöyle demiştir: Bir gece Rasûl-i Ekrem ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu. Vâdilerde, dağlarda aradık, bulamadık. O geceyi hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından geliyor. Yâ Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’ân okudum.” 1562
İnsanlarla cinler arasındaki münasebet süreklidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: “Allah sizden her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Siz de mi yâ Rasûlallah?” diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem: “Bana da aynıdır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o bana ancak hayrı söylüyor.”.1563 Ehl-i sünnet akidesine göre, şeytan, insanın vücuduna da, aklına da zarar verebilir. Tarih boyunca, değişik sebeplerle, mecnun (cinlenmiş) diye vasıflandırılan ve aklî melekelerini kullanamayan insanlara rastlanmıştır.
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, insanlar ile hayvanlardan ibaret değildir. Gözle görülemeyen veya akıl ile idrâk edilemeyen, gaybî varlıklar da vardır. Scientisme’in iflasından sonra, televizyon kanalları (medyumları ön plâna çıkararak) zûlme ve sömürüye vesile olmaya başlamışlardır. Vesvese boyutunu aşan bu macera, birçok aileyi perişan etmektedir. 1564
Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplumları gibi peygamberler gönderilmiştir.1565 Cinler son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyedilen Kur’an’ı da dinlemişlerdir.1566 Bu dinleyiş, Hz. Peygamber’e vahiy ile bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat gözüyle görmemiştir.1567
Cinler bazı nebîler tarafından iş yapıp değer üretmek üzere çalıştırılmışlardır.
1561] 6/En' âm,: 130
1562] İmam-ı Kurtubî, el-Câmiü 1i Ahkâmi'I-Kur'ân, Beyrut 1967, c. XIX, sh. 2 vd.
1563] Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, c. V, sh. 233
1564] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 88-91
1565] bk. 6/En'âm, 130
1566] 46/Ahkaf, 29; 72/Cinn, 1
1567] 72/Cinn, 1
CİN
- 335 -
Bu çalışmalar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir: Acaba Kur’ân-ıKerim’de cin, başka gezegenlerden dünyaya gelen veya gelecek olan varlıkların ortak adı olarak da kullanılıyor mu? Hz. Süleyman’ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren “cin ifriti” ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma1568 bu bakımdan çok dikkat çekicidir.
Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak: Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah’a inanan insanın cinlerin hiçbir kötülüğünden korkmaması gerekir.1569 Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu bahane ederek insanları cin hayalleriyle perişanlığa iten insan şerirlerinin işidir. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka bir şey yapmazlar.1570 Yani, cin tasallutu yoktur ama cinleri bahane ederek insanları sömürenlerin tasallutu vardır. Kur’an işte bu ikinci tasalluttan korunmamızı istiyor.
Peygamberlerin bile her devirde hem insan şeytanlarından hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuştur.1571 Bunlar, o elçiler aleyhine birbirlerine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu kendi aralarında yaparlar, insana Musallat olamazlar. Cinler her türden insana vesvese verirler,1572Yani insanın içine kötü fikirler sokabilirler. Peygamberler bu vesveselerden, Allah’ın gönderdiği vahiyle kurtulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sayesinde olacaktır. Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup dengeyi bozmaktan kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan geçer. Bu yolun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenlerse belâdan kurtulamazlar. 1573
Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine inanmak: Kur’an bu konuda son derece sert bir uyarıda bulunmaktadır: “Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde bekleyip durmazlardı.”1574 Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye girip onlardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spiritüalist-medyum vs. kişilerin hangi halde olduklarını iyi düşünmek lâzım...
Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektörünün en verimli pazarlarından biridir. Bu pazarcılığın çok değişik görünümleri vardır. Medyumluk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık, ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi vitrininde oturmuş, câhil ve duygusal halktan bir grubu başına toplayarak onların ceplerini boşaltmaktadır. 1575
İnsan, tek başına bu kâinatın sakini değildir; onun dışında kâinatı canlandıran ve anlamlandıran başka varlıklar da mevcuttur. O, şuurlu bir bakışla evrendeki bu varlıkları ve sırları anlamaya çalışmalıdır. İşte görünmeyen varlık
1568] 27/Neml, 39
1569] 72/Cinn, 13
1570] bk. 72/Cinn, 6
1571] bk. 6/En'âm, 112
1572] bk. 114/Nâs, 6
1573] Y. N. Ö., İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 141
1574] 34/Sebe', 14
1575] Y. N. Ö, a.g.e., s. 223
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kategorilerinden birini de cinler oluşturmaktadır. Cinlerin insanlarla müşterek yönleri olsa da onlar ontik temeli insandan farklı, melekle insan arası bir çeşit varlıklardır.
Doğruluğun kesin ve sabit kaynağı olan Kur’an, cinlerin hakikatini ifrat ve tefrite düşmeden beyan etmiş; böylece insanları, onların vehmedilen sultasından kurtarmıştır. Kur’an açısından cinlerin de kendilerine özgü bir varlık yapıları mevcuttur.
Cin telâkkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde mevcuttur. Eski Asurlular ve Bâbilliler’de kötü ruh ve cinlere inanılırdı. Sâmî kökenli kavimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu kabul edilirdi. Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılar’da da inıon adı verilen insanüstü varlıklar bulunduğu kabul edilir, bunlar İyi ve kötü olarak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılar’da da insanlara zarar verebilen kötü ruhlar telâkkisi mevcuttu. Çinliler cinlerin her yerde bulunduğu, iyilerinin ve kötülerinin olduğu kabul edilirdi. Özellikle taoist rahipleri cinlerin zararlarından korunmak için muska yazar, efsun yaparlar. Hintliler’de de iyi ve kötü cin telâkkisi mevcuttur. İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesinden gelir. Eski Türkler’de cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılırdı.
İsrail kültüründe, daha çok İran’ın düalist sisteminin tesiriyle kötü ruh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında ağrı ve felaket veren, kan emen cinlerden söz edilir.1576 Hıristiyan kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir. Yeni Ahid, cinleri putperestlerin tanrıları1577 bedensel ve ruhsal hastalıkların kaynağı1578 olarak gösterir. Bilhassa XII. Yüzyıldan itibaren cin telakkisi hıristiyan sanatının önemli bir teması haline germiştir. Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük büyük ilgi görmüştür.
İslâm’dan önce Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine inanırlar; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı.1579 Câhiliye Araplan’nın bir kısmı şeytanın şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı.1580 Kur’ân-ı Kerîm bu bâtıl inançları reddetmiş, cinlerin de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını haber vermiştir.1581 Onlara da peygamber gönderilmiş, içlerinden iman edenler olduğu gibi inkâr edenler de olmuştur.1582 Hz. Peygamber ilâhî emirleri cinlere de tebliğ etmiştir. 1583
Kur’an’ı Kerîm’de, Hz. Süleyman’la ilgili anlatılanlar dışında, cinlerin insanlarla ilişki kurduğuna, insanlar üzerinde etkili olduğuna, cinci, büyücü gibi bazı
1576] II. Samuel, 1/9; Süleyman'ın Meselleri, 30/15
1577] meselâ bk. Rasûllerin İşleri, 17/18
1578] Matta, 12/28; Luka, 11/20
1579] bk. İbn Âşûr, VII, 405
1580] bk. 6/En'âm, 100
1581] 51/Zâriyât, 56
1582] 6/En'âm, 130
1583] 46/Ahkaf, 29
CİN
- 337 -
kişilerin cinlerin etkisini önlediklerine dair hiçbir bilgi yoktur. Bazı âlimler, faiz yiyenlerin kıyamet gününde mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacağını bildiren âyete1584 dayanarak cinlerin insanları etkileyeceğini ileri sürmüşlerse de bunun temsilî bir anlatım olduğu açıktır. Cinlerin etkisini önlemek için Felâk ve Nâs sûrelerini okumayı tavsiye eden bazı hadisler1585 dolayısıyla da cinlerin insanlar üzerinde etkili olduğu yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu tür hadislerin, aslında fizyolojik sebeplerden kaynaklanan bazı hastalıklar veya bunalımlar için psikolojik bakımdan bir yatıştırma ve terapi amacı taşıdığı düşünülebilir. 1586
Âlem, görünen ve görünmeyen varlıklardan oluşur. Duyular vasıtasıyla idrâk edilebilen varlıklar âlemine “görünen âlem–âlemü’ş-şehâde” adı verilir. Bu âlem cansız maddi nesneler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan meydana gelir. Ancak görünen âlem bile tümüyle maddi bir dünya değildir; o, maddi yapısının yanında manevi olanı da içeren bir nitelik taşımaktadır.
Duyular vasıtasıyla idrâk edilemeyen ve insanın bilgi alanı dışında kalan âleme de “görünemeyen âlem-âlemu’l ğayb” denir. Bu âlemi oluşturan varlık kategorilerinin başında, iyi yönelimlerin kişileştirilmiş, kusursuz bir güç ve mükemmellikle donatılmış aktörleri olan meleklerle, kötü güç ve içsel yönelimlerin kişileştirilmiş aktörleri olan cinler gelir. Hemen belirtelim ki âlemin bu şekilde ikiye ayrılması, kozmosun kendi yapısı gereği değil, insana göredir.
Tarih boyunca insanlar, cinlerin varlıkları, mâhiyetleri, iyi veya kötü tesirleri gibi konularda farklı inanç ve anlayışlara sahip olmuşlardır. Ancak burada değinilen inanç ve anlayışların hepsine yer verilmeyecek, sadece İslâm öncesi Arap toplumunun cinlerle ilgili inanç ve anlayışlarına kısaca değinilip konu Kur’an açısından incelenecektir.
Câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar; cinleri, çölde özel bir vadide yaşayan kabileler olarak tasavvur ederler ve bu vadiye “Abgar Vadisi” adını verirlerdi. Cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul eden Araplar, onlarla Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı. Yani onlar, görünmeyen ama etkileriyle kendilerini hissettiren bu varlıkları, yaratıcı bir güçle esrarlı bir şekilde donatılmış olarak görürlerdi.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, insana özgü fiziksel yapıya sahip olmadıklarından yer ile gökyüzünü birbirinden ayıran sınırları geçen, gaybdan haber veren, gizli olanı bilen ve bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti. İşte Kur’an, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
1584] 2/Bakara, 275
1585] meselâ bk. Tirmizî, Tıb 16; Nesâî, İstiâze 37; İbn Mâce, Tıb 33
1586] H. Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu, V/397-399
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’a göre, cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmek için yaratılmışlardır. Bunun için cinler, melekler gibi masum olmayıp insanlar gibi Allah’a iman ve ibâdetle yükümlüdürler. Onlar, bu yönleriyle insana benzerler.
Cinler, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “dumansız ateş–nâr-ı semûm”den yaratılmışlardır. Cinlerin yakıcı ve her şeye nüfuz edici dumansız bir ateşten yaratıldığını bildiren bu tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadeler olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı İslâm âlimleri, cinlerin gayr-i maddi (maddi olmayan) gaybi varlıklar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, ancak biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı ve gizli varlıklardır. Özellikle çağımızda, cinlerin mâhiyetinin dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.
Âyetlerde, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi verilmemiştir. Hz. Peygamber’in bir hadisinde de “Meleklerin nurdan, cinlerin dumansız ateşten, Adem’in de topraktan yaratıldığı” bildirilmiştir. Ancak cinler, Allah’a ibâdetle yükümlü tutulduklarına göre; onların akıl, irade, şuur ve idrâk gibi güçlere sahip varlıklar oldukları düşünülebilir.
Cinler, cins ve mâhiyet bakımından meleklerden ve insanlardan ayrı yaratıklardır. İnsan için ulaşılmaz olan melekliğe karşı cin, insanın dünyasına daha yakın bir varlık türüdür. Ama buna rağmen cin, yine de insan değildir. Şu halde cin, ontik temeli insandan farklı, fakat melekle insan arası bir çeşit varlık türünü oluşturmaktadır.
Cinler, gaybî varlıklardır. Bu tür varlıklar sadece vahiyle bilinip ispatlanabilir; aynı şekilde onlara, vahyi verilerin teklifiyle inanılır. Kur’an, cinlerin mevcudiyetini açık bir şekilde bildirdiğine göre, cinlerin varlığını inkâr etmemek gerekir. Ne var ki, filozoflardan bazıları, duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemedikleri gerekçesiyle cinlerin varlığını kabul etmemişlerdir.
Kur’an’da belirtildiğine göre, cinler arasında kendilerine teklif edilen dini sorumlulukları yerine getirenler kadar getirmeyenler de vardır. Bu yüzden onların bazıları inkârcı bazıları da mü’mindir. Cinlerin mü’min olmayanlarına cin şeytanları denir. Bunların en önde geleni İblis’tir. O, inkârın, şerrin, fesadın ve her türlü kötülüğün temsilcisidir.
İblis’in nesli, zürriyeti vardır. Âdem insanların atası olduğu gibi İblis de cinlerin atasıdır. Bu yüzden cinler de insanlar gibi yer, içer, kendi aralarında evlenip ürer, çoluk çocuk sahibi olabilirler ve ölürler. Kâfir cinlerin ve onların atası olan İblis’in asıl rolü, insanları aldatarak sapıklığa ve inkâra sevk etmek, insanların dünya sınavında başarısız olmaları için çalışmaktır. Cinlerin doğaları gereği kötü oldukları veya kötüye hizmet etmek için yaratıldıkları söylenemez. Onlar da tıpkı insan gibi Şeytan’ın ayartılarına uyarak isyan ve kötülüğe hizmet etmiş olurlar. Aslına bakılırsa İslâm’a göre hiçbir varlık yaratılıştan kötü değildir. Şeytan bile kötü olarak yaratılmamış, Allah’ın kendisine yaptığı teklifi kibri nedeniyle reddettiği için ilâhi lânete uğramıştır.
CİN
- 339 -
Cinlerin, insanlarla çok yönlü münasebetleri vardır. Çünkü bazı âyet ve hadisler, böyle bir ilişkinin olabileceğine işaret etmektedir. Cinlerin inanmışları insanlara yararlı, inkârcıları da zararlı olurlar. Cinler, özellikle kötü niyetli insanların Allah’a isyan niteliği taşıyan eylemlerinde yardım aldıkları varlıklardır. Bu yüzden halk arasında, büyücü veya cinci denen kimselerin insanların kötülüğüne yol açacak şeyleri, cinlerle işbirliği yaparak manipüle etmek sûretiyle başardıklarına inanılır. Aynı şekilde, kâfir cinlerin etkisiyle ortaya çıkan kötü sonuçların önlenmesi için mü’min cinlerle işbirliği yapılması da mümkün görülür. Fakat bu yol da fazla tekin sayılmaz. Bu hususta, Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurmak doğru olmaz.
Cinler, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı onlar da bilemezler. Ayrıca cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahip olduklarından kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir, insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görebilirler.
Kur’an âyetlerinden, cinlere de peygamber gönderildiği anlaşılmaktadır. Ancak, onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, onlar arasında cinlere kendi türünden peygamber geldiğini savunanlar da vardır. Cin ve insan topluluklarına kendi içlerinden peygamberler geldiğine işaret eden âyete1587 bakarak, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden geldiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Muhammed’in insanlarla birlikte cinlere de gönderilmiş bir peygamber olması ve Rasûlü’s-sakaleyn ünvanı alması ise, ona has bir meziyet olarak algılanabilir. 1588
“Duyularla doğrudan idrâk edilemeyen, insanlar gibi ilâhi buyruklara uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Ayrıca “cin” kelimesi, melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün karşıtı olan ve görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlam da taşır. Şu halde görünmeyen varlık anlamında her melek cindir, fakat her cin melek değildir. Bu yüzden İslâm âlimleri, meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu, cin kelimesinin insan ve melek dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanıldığını söylemişlerdir.
Kuran’da cin kelimesi, çeşitli anlamlara gelmektedir. Bunlardan en çok kullanılanı, “insanın bedensel duygularının kavrayış alanı dışında kalan ruhsal güçler veya varlıklar” anlamıdır. Bu anlam, hem şeytani hem de melekî güçleri ihtiva etmektedir. Çünkü onların tümü, duygularımıza kapalı olan varlıklar veya güçlerdir.
Kuran’da “cin” terimi bazen “duygularımıza kapalı bulunan, ancak kendilerini bize tezahürleriyle duyuran temel tabiat güçlerini” göstermek için de kullanılır. Ayrıca bu kelime, “insanın şeytani güçlerle ilişkisinin sembolik olarak kişileştirilmesine”, yahut “bir insanın esrarlı güçlerin etkisi altına girmesine” de işaret eder. Cin kelimesi birkaç yerde de, “bizatihi görünmez olmayan, ama o zamana kadar hiç görülmeyen ve bilinmeyen varlıkları da ifade eder.” Son olarak cin
1587] 6/En’am, 130
1588] Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kelimesi, “Kuran’ın ilk muhataplarının bilincinde derin şekilde nüfuz etmiş bulunan bazı efsaneleri hatırlatmak” maksadıyla da kullanılır. Kuran’ın bu kelimeyi kullanmaktaki asıl amacı, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların, yanlış ve asılsız olduğuna dikkat çekmektir.
Çünkü câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar, cinleri de yeryüzünde oturan ilâhlar olarak kabul ederlerdi. Onlar, cinlerle Allah arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle savaşan, bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti.
İşte Kuran, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
Kuran’da yer alan cin konusunun, rasyonel bir tarzda yorumlanması mümkündür. Ama bu, Kuran’ın temel amacı bakımından gerekli değildir. Bu yüzden Kuran cin terimini, onların efsanevi mâhiyetlerini doğrulama ya da yalanlama yönünde bir değerlendirme ortaya koymadan, muhataplarının zihnine her türlü gücün ve üstünlüğün tek sahibinin Allah olduğu fikrini yerleştirmek için bir “ifade aracı” olarak kullanmıştır.
Kuran’da edindiğimiz bilgilere göre, cinler de insanlar gibi Allah’a ibâdet etmeleri için yaratılmışlar, fakat onlar, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten” var edilmişlerdir. Kuran’da varlıkları bildirildiği, akıl da bunu imkânsız görmediği için, cinlerin varlığına inanmak gerekir.
Cinlerin mâhiyetine dair bilgilerin özeti ise şudur: Cinlerin “yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten” yaratıldığını bildiren tabirler, onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadelerdir. Ancak bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan, fakat biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan canlı varlıklardır. Özellikle çağımızda cinlerin mâhiyetinin, dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne alınarak, canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri sürülmüşse de, bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye gidememiştir.
Kur’an’da, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Ancak cinler mükellef yaratıklar olduklarına göre, onların şuur, idrâk ve irade gücüne sahip varlıklar olmaları gerekir.
Kuran’daki âyetlerden, cinlere peygamber gönderildiğini de anlıyoruz. Ancak onlara gönderilen peygamberlerin insan veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu, cinlere kendi türünden peygamber
CİN
- 341 -
gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden olduğunu kabul etmek de mümkündür. Hz.Muhammed’e gönderilen vahiylerin, cinleri de kapsaması, ona has bir meziyet olarak algılanabilir.
Cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Bu yüzden onlar, uzun mesafeleri kısa sürede alabilir, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler. Fakat gaybı onlar da bilemezler.
Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine etkileri konusunda da farklı görüşler vardır. Âlimlerin bir kısmı, insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmelerini mümkün görürken, büyük bir kısmı, cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı görüşündedir. Yine, cinlerin insanlara etkili olabileceği görüşünü paylaşanların çoğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona maruz kalmamak için, Kuran okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. 1589
“Doğrusu insanlardan bazı kişiler, bazı cinlere sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.”1590 Bu âyette, insanlardan bazı kişilerin cinlerden bazılarına sığındıkları; böyle yapmakla cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırdıkları haber verilir. Cinlere sığınmak, onlardan yardım veya himaye yahut maddî ve manevî ihtiyaçları karşılama talebinde bulunmak demektir. Âyetin sonunda yer alan rehak kelimesi ise, “taşkınlık, kibir ve büyüklenme” anlamında kullanılmıştır. Çünkü câhiliye döneminde bazı müşrik Araplar, bir takım tılsım ve efsunlarla cinlere sığınıp onları şımartıyorlardı. Bu anlayış, fazla değişiklik göstermeden günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Zira bugün cincilere, falcılara ve medyumlara avuç dolusu para akıtanlar ve falcılığı bir kazanç kapısı haline getirenler vardır. Bu da, insanlardan bazılarının, cinlerin şerrinden yine bazı insanlara yani cincilere sığındıklarını ortaya koymaktadır. Hâlbuki insanlar, cinlerin şerrinden cincilere sığınacaklarına Allah’a sığınsalar, hem daha doğru bir iş yapmış hem de paralarını cincilere kaptırmamış olurlar. Ayrıca insan, başka birisinin kendisine üflemesiyle değil, bizzat Kur’an’ı okuyup yaşayarak şifa bulabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
C-n-n kelimesi, değişik türevlerle Kur’ân-ı Kerim’de toplam olarak 201 yerde geçer. “Cinn” kelimesi, toplam 22 yerde zikredilir: 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
Yine, cinler anlamına gelen “Cânn” kelimesi ise toplam 7 yerde zikredilir: 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.
Cinler ve cinnet/delilik anlamına gelen “Cinnet” kelimesi de Kur’an’da toplam 10 yerde geçer: 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6. Aslında cinlenmiş demek olan ve mecnûn, deli, akılsız anlamında kullanılan “Mecnûn” kelimesi ise toplam 11 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.
1589] Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
1590] 72/Cin, 6
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca aynı kökü paylaşan örtmek anlamındaki “cenne” kelimesi bir yerde1591 kalkan anlamına gelen “Cünnet” Kelimesi Kur’an’da iki yerde1592 kullanılır. Örtülü olan, cenîn (anne karnındaki bebek) kelimesinin çoğulu olan “ecinne” kelimesi bir yerde.1593 Yine, aynı kökü paylaşan “(ağaçlarla veya duygulara) örtülü ve bahçe anlamındaki “Cennet” kelimesi, Kur’an’da tekil ve çoğul olarak toplam 147 yerde geçer.
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak.” 1594
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Derler ki: ‘Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz.’ Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler.” 1595
“Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”1596
“Andolsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır.” 1597
“Âdem’e secde edin” demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O, cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz Benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Bu, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir!” 1598
“Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye giren yakıcı ateşten yarattık.” 1599
“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” 1600
“Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı da Süleyman’ın buyruğuna verdik ve O’na katran kaynağını akıttık. Rabb’inin izniyle cinlerden kimseler O’nun huzurunda çalışırdı. Onlardan, kim emrimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.” 1601
“Allah’la cinler arasında bir soy bağı icâd ettiler. Andolsun ki, cinler de kendilerinin (hesap yerine) götürüleceklerini bilirler.” 1602
“Hatırla ki, cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde: ‘Susup dinleyin’ dediler. (Okunması) bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: ‘Ey kavmimiz, biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik.
1591] 6/En’âm, 76
1592] 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2
1593] 53/Necm, 32
1594] 6/En'âm, 112
1595] 6/En’âm, 130
1596] 7/A’râf, 27
1597] 7/A’râf, 179
1598] 18/Kehf, 50
1599] 15/Hicr, 27
1600] 34/Sebe’, 14
1601] 34/Sebe', 12
1602] 37/Sâffat, 158
CİN
- 343 -
Ey kavmimiz! Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin, ta ki Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın. Kim Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakıcı değildir. Onun ondan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.’” 1603
“Cinni de dumansız ateşten (mâric) yarattık.” 1604
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?”1605
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.” 1606
“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona İman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimıza asla şirk/ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” 1607
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini) dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 1608
“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.” 1609
“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım… Düğümlere üfüren üfürükçülearin şerrinden.” 1610
“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahip ve hâkim ve yöneticisine), insanların İlâhına sığınırım.” 1611
Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
“Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de dumansız ateşten yaratıldı. Âdem de size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı.” 1612
“Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler
1603] 46/Ahkaf, 29-32
1604] 55/Rahmân, 15
1605] 55/Rahmân, 31-34
1606] 51/Zâriyât, 56
1607] 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
1608] 72/Cin, 13
1609] 72/Cinn 26-27
1610] 113/Felak, 1, 4
1611] 114/Nâs, 1-6
1612] Müslim, Zühd 60
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şirkin görünümleridir.” 1613
“Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur.”
“Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık boncuk taşıyanı Allah korumasın!” 1614
“Her birinizin melekten ve cinden bir arkadaşı vardır.” ‘Senin de cinden arkadaşın var mı yâ Rasûlallah?’ dediler. “Benim de var, fakat Allah yardım edip beni ona galip getirdi de müslüman oldu. Bana iyilikten başka bir şey emretmez” buyurdu. 1615
“Hz. Peygamber, Ebuzer’e: “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sormuş, Ebuzer: ‘İnsandan da şeytan var mı?’ diye sorunca, Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan daha şerlidirler.” 1616
Alkame anlatıyor: “İbn Mes’ud’a (r.a.) dedim ki: “Sizden kimse, cin gecesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e refakat etti mi?” “Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak bir gece O’nunla (aleyhissalâtu vesselâm) beraberdik. Bir ara onu kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca: “Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece, geçirilmesi mümkün en kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca, bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasûlü, biz seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi mümkün en fena bir gece geçirdik” dedik. “Bana cinlerin dâvetçisi geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’ân-ıKerim’i okudum” buyurdular. Sonra bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi. Cinler kendisine yiyeceklerini sormuşlar. O da: “Elinize geçen, üzerine Allah’ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir” buyurmuşlar. Sonra Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: “Sakın bu iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra istinca etmeyin, çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir.” 1617
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), cinlere Kur’ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (s.a.s.) bir grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada, şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi. (Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar üzerine şahâblar (Şahâb: Geceleyin görülen ve yıldız kayması tabir ettiğimiz, kozmoğrafyacıların da “atmosfere düşüp yanan göktaşı” dedikleri şeydir.) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler. Kavmi: “Ne var, niye (boş) döndünüz?” diye sordular. Onlar: “Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu, üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)” dediler. “Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin).”
(Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e (Nehle denen yerde) rastladı. Kur’ân-ı
1613] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
1614] Heytemî; Zevâcir, 1/130
1615] Müslim, Münâfikîn 69; Dârimî, Rikak 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/385, 397, 401, 460
1616] Nesâî, İstiâze 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/178
1617] Müslim, Salât 150 h. no: 450; Tirmizî, Tefsir, Ahkaf, h. no: 3254; Ebû Dâvud, Tahâret 42, h. no: 85
CİN
- 345 -
Kerim’in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar. “Bizimle semâvî haber arasına engel olan şey işte bu!” deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle dediler: “Biz hakikkaten hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız.” 1618
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine (s.a.s.) vahyederek durumu bildirdi: “De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: “Cinden bir zümre (benim Kur’ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: “Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a ve doğruya götürüyor...” 1619
Zührî (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: “Dediler ki, biz (yıldız kaymalarına dayanarak); “bugün büyük bir adam doğdu, bugün büyük bir adam öldü” derdik. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı: “Yıldızlar hiç kimsenin hayatı veya ölümü için atılmazlar. Ancak Rabbimiz, bir işe hükmetti mi, semâvat ehli birbirine haber verir. Böylece haber dünya semâsına kadar gelir. Burada cinler haberi kapmak için kulak kabartırlar ve onu dostlarına ulaştırırlar.” 1620
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Cinler semâya yükselip, orada vahyi dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de (kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave edilenler bâtıldı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan önce gökte şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara: “Nedir bu? Herhalde mühim bir hâdise var!” dedi. Askerlerini gönderdi. Onlar Rasûlullah’ı (s.a.s.) Mekke’de iki dağın arasında namaz kılyor buldular. İblis’e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O da: “Arzda meydana gelen hâdise işte bu! (Sizin semâdan haber almanız bu sebeple engelleniyor)” dedi.” 1621
“Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı arzu ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim Süleyman’ın (a.s.) şu sözünü hatırladım: “...Ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et”1622. Allah da onu hor ve hakir olarak geri çevirdi.” 1623
Hz. Aişe’nin rivâyetine göre bazı kimseler, Peygamber’e (s.a.s.) kâhinlerden sorduğunda, “Onlar bir şey değildir” dedi. “Ama ey Allah’ın Elçisi, demişler, onların söyledikleri çıkıyor? Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “O söz doğrudur. Cinni o sözü kapar, tavuğun ötmesi gibi insan dostunun kulağına onu öter. Fakat şeytanlar duydukları gerçek söze yüzden fazla da yalan katarak söylerler.” 1624
“Allah gökte bir işe karar verirse O ‘nun kararına itaatle melekler, yalçın kaya üzerindeki zincir (sesi) gibi kanatlarını çırparlar. Yüreklerinden korku gidince: ‘Rabbiniz ne
1618] 72/Cin, 1-2
1619] 72/Cin 1-...; (Cin'in sözü 15. âyette biter); Buhârî, Tesfir Cinn 1, Ezan 105; Müslim, Salât 149, h. no: 449; Tirmizî, Tefsir, Cinn, h. no: 3320
1620] Müslim
1621] Tirmizî, Tefsir, Cin h. no: 3321
1622] 34/Sâd, 35
1623] Buhârî, Salât 75, Amel fi's-Salât 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiyâ 40, Tefsir, Sâd; Müslim, Mesâcid 39, h. no: 541
1624] Buhâri, Tıb 46, Edeb 117, Tevhid 57; Müslim, Selâm 123; Ahmed bin Hanbel, Müsned 6/87
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dedi?’ derler. ‘Gerçeği söyledi, O yücedir, uludur’ derler. Onların sözlerini, kulak hırsızı (cinni) işitir. Kulak hırsızları da şöyle birbirleri üzerine binmiştir -hadisi anlatan Süfyân, bu sırada parmaklarını birbirine geçirmiştir-. Her duyan, sözü kendi altındakine ulaştırır. Nihâyet söz düşe düşe büyücünün, ya da kâhinin diline düşer. Kâh kulak hırsızı, duyduğu sözü, henüz atmazdan şihâbe/ışına yakalanır. Kâh da şihâb/ışın yetişmeden sözü atar. Ama duyduğuna yüz tane de yalan katar. Sonra ‘Falan falan gün, size şöyle şöyle demedi mi?’ denilir. Kulak hırsızının gökten işit(ip kâhinin kulağına attığı söz doğru çıkar, (kattığı yalanlar değil).” 1625
Rukyeden Nehiy
İmran İbn Husayn (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer’ de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!” buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?” diye soruldu. Şöyle buyurdu: “Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!” 1626
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s)’ı işittim, diyordu ki: “Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır.” Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbn Mes’ud’a): “Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi” dedi. Abdullah İbn Mes’ud tereddüt etmeden, “Bu (ağrı) şeytanın işiydi, o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda sana Rasûlulullah (s.a.s.) gibi, şöyle söylemen kafidir: “Ezhibi’lbe’se Rabbe’nnâs eşfi ente’ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen. (Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum.” 1627
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında sorulmuştu: “O şeytan işidir!” buyurdu.” 1628
(Nüşre rukye’nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr, bunu “Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç” olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)
İsa İbn Hamza anlatıyor: “Abdullah İbn Ukeym (r.a.)’ın yanına girdim. Kendisinde kızıllık vardı. “Temîme (muska) takmıyor musun?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Bundan Allah’a sığınırım. Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: “Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez).”1629
1625] Buhâri, Tevhid 32, Tefsir, Sûre 15, 34; Tirmizi, Sûre 34; İbn Mâce, Mukaddime
1626] Müslim, İman, 371, h. no: 218
1627] Ebû Dâvud, Tıbb 17, h. no: 3883
1628] Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868
1629] Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073
CİN
- 347 -
Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’de “cinne”, “cân” ve “cin” kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik” anlamındaki “cinne” üç yerde “cin topluluğu”; “cân” iki yerde “yılan”, beş yerde “cin” anlamına gelmektedir. Yirmi iki yerde geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü varlık türü karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla çeşitli hadislerde de yer almaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân, insan türünün mevcudiyetinden önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygamber gönderilmiş, bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Cinler insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri halde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar. İblis de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emrine girerek ordusunda hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gibi nesnelerin yapımında insanlarla beraber çalışmışlardır.
Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Her insanın yanında bir cin bulunduğunu, cinlerin mü’minlere vesvese vermeye çalıştıklarını, ancak Kur’an okunan yerde etkilerini kaybettiklerini ifade eden hadislerdeki cinler, Kur’ân-ı Kerîm’de “cin şeytanları”1630 olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır. Kulak hırsızlığı yapmak sûretiyle gökten haber alan ve doğru-yanlış öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâhinlerin kalplerine ulaştıran cinler de aynı grupta mütâlaa edilebilir. Hz. Peygamber cinlerle konuşmuş, hatta rivâyete göre namazını bozmaya çalışan bir cini yakalamış ve onu ashâba göstermek için bir yere bağlamak istemişse de daha sonra bundan vazgeçip serbest bırakmıştır. Diğer bir rivâyete göre Rasûl-i Ekrem geceleyin bir grup cinle bir arada bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah olunca da durumu ashâbına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını kendilerine göstermiştir. 1631
Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yorumu İslâm literatüründe kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytanlara tesir edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’l-azâim” adı verilen bir bilim dalı da teşekkül etmiştir. Bu işlerle meşgul olanlara Türkçe’de “cinci” denilir. İslâm kaynaklarında cinlerin mâhiyeti ve mevcûdiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri, peygamberleri, âhiretteki durumları gibi hususlar onlarla ilgili tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların bazılarına göre cinlerin mevcûdiyeti konusunda eski filozoflar da fikir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen her şey gibi cinleri de inkâr ederken; bir kısmı cinlerin varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı mücerrede” diye söz etmiştir. İslâm filozoflarından Fârâbî, insanların aksine, cinleri konuşmayan ve ölmeyen
1630] el-En'âm 6/112
1631] Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/153, 168; Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 132, Salât 75, Ezan 105, Tefsir 72/1-2, Tevhîd 7; Müslim, Zühd 60, Salât 149, 150, 260, Zikr 67, Mesâcid 39; Tirmizî, Tefsir 47
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
canlılar olarak kabul eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çeşitli şekillere girebilen, şeffaf yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre bu tarif, cinin varlık olarak mâhiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece cin isminin kavram olarak ne anlama geldiğini göstermektedir.1632 Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler İbn Sina’nın bu açıklamasından hareketle onun, cinin sadece adını kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır.1633 Buna karşılık Elmalılı Muhammed Hamdi, haklı olarak, İbn Sînâ’nın, mâhiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek üzere söylediği bu sözden cinlerin varlığını inkâr ettiği sonucunun çıkarılamayacağını belirtmiştir. 1634
Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mevcûdiyetleri tartışma götürmeyecek şekilde Kur’an’la sabit olduğundan cinleri inkâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin mâhiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bunları iki noktada toplamak mümkündür.
1. Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur. Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler, cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından birbirlerine benzemekle birlikte -âraz oluş noktasında aralarında benzerlik bulunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.1635
2. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş’arîler’in çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye gücü yeten Allah cinleri duyularla idrâk edilebilen bünyeleri olmaksızın yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile âlimleri ile Ebû Ya’lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından ve neye delâlet ettikleri bilinemediğinden Kur’an’da geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi gerektiğini söyler.
Çağımızda cinlerin mâhiyetlerinin, “ateşe karışan” (mâric) varlıklar olmaları1636 dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız ateşten yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri dikkate alınarak mikroplardan ibaret olduğu tarzında birtakım görüşler ileri sürülmüşse de1637 bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bilgi edinebileceğimiz cinlerin mâhiyeti hakkında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hâriç İslâm âlimlerinin hemen hepsine göre mükellef yaratıklar olan cinlerin mükellefiyetin üstesinden gelebilmeleri için şuur, idrâk ve irâde gücüne sahip olmaları
1632] Tis’u Resâil, s. 62
1633] Tehânevî, Keşşaf, "cin" md.; Mefâtîhu'l-Ğayb, XXX, 148
1634] Hak Dini, VII, 5387
1635] el-Madnûnü'l-Kebîr, s. 16
1636] 55/Rahmân, 15
1637] Reşîd Rızâ, III, 96; VII, 319; VIII, 364; Evrin, I, 254; Ahmed Hulusi, s. 61-72; Ayberg, II, 69-72; Ateş, s. 19-20
CİN
- 349 -
gerekir ki bu hususu çağımızda ileri sürülen görüşlerle bağdaştırmak mümkün görünmemektedir.
Kur’an’da verilen bilgilere dayanılarak cinlere peygamber gönderildiği noktasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre cinlere gönderilen peygamberin melek olması gerekir; diğer bir grup âlim de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması sebebiyle insan topluluklarına yine kendi türlerinden peygamber gönderildiğini bildiren âyetle1638 insan ve cin topluluklarına içlerinden peygamberler gönderildiğine işaret eden âyeti1639 dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uyarıcılar seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri cinlere tebliğ etmişlerdir.1640 Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere gönderilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına1641 ve “Ey cin ve insan toplulukları! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”1642 mealindeki âyetlerin mevcûdiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin kendi türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek daha isâbetlidir.
İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte uzun süre yaşadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür. Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yorumlayarak cinlerin insanlar gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hatta insanlarla ilişki kurabilen varlıklar olduğu âlimlerin çoğunluğu tarafından kabul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik vb. yemek artıklarıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendiğini naklederse de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda beslenirler. (Hadis rivâyetlerinde belirtilen kemik, yemek artıkları ve hayvan dışkısıyla beslenenler, gözle görülmeyen gizli varlık anlamında cin, yani “mikrop”tur, esas cinle ilgisi yoktur.) Yine kaynaklar cinlerin insan şeklini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan, kedi, köpek ve inek şekline de girebildiklerini, dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde, çöllerde, çöplüklerde ve mezarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder. Bu tür rivâyetlerin uydurma olup insan muhayyilesinin bir sonucu olduğunu iddia etmek mümkündür.
İnsanların cinleri görüp göremeyecekleri hususu tartışmalıdır. İbn Abbas’a atfedilen bir rivâyeti delil kabul edenlere göre Hz. Peygamber dahi cinleri görmemiş, İbn Mes’ûd’a atfedilen rivâyete göre ise Rasûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur. Şafiî’nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zîr cezasının uygulanması gerektiğini söylediği, bazı hadisçilerin de böyle bir iddia sahibinin adâlet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri nakledilir. Mu’tezile âlimleri, latif cisimlerden oluşmaları sebebiyle cinlerin fiilen
1638] 17/İsrâ, 94-95
1639] 6/En'âm, 130
1640] Râzî, XIII, 195
1641] 2/Bakara, 129, 151; 14/İbrâhim, 4
1642] 6/En'âm, 130
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görülemeyeceğini, ancak görülmelerinin teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri hususunda da âlimler arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkündür. Zira Kur’an’da, faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı gibi kalkacakları belirtilmiş,1643 bir hadiste de şeytanın insan bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaştığı ifade edilmiştir.1644 Bu tür nakiller yoruma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsendiği takdirde şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in, cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’l-kürsî’nin ve Bakara sûresinden bazı âyetlerin okunmasını tavsiye etmesi de1645 insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini savunabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır. Ebu’1-Yüsr el-Pezdevî gibi bazı sünnî âlimler, cinlerin sadece vesvese vermek sûretiyle insanlara etkili olabileceğini kabul ederler.1646 Cinlerin insanlar üzerinde etkili olabileceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun daha çok sihir ve büyü faktörlerinde ortaya çıktığını söyleyerek cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması yoluyla cinlerden faydalanma girişiminde bulunulmasına huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir. Ancak önde gelen âlimlerin çoğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen inançlar halini almıştır. Mu’tezile’den Amr b. Ubeyd ve Kadı Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta sünnî görüşü paylaşırken, büyük bir kısmı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder. (Biz de cinlerin vesvese verme dışında insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı kanaatini taşıyoruz.)
İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanların cehennemde zemherîr (şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitleriyle cezalandırılacağını kabul etmelerine karşılık mü’min olanlarının cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre İlâhî buyruklara itaat eden mü’min cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe başta olmak üzere diğer bazı âlimler ise mü’min cinlerin cehennemden kurtulmak sûretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fakat cennete giremeyeceği ve nihâyet hayvanlar gibi yok edileceği görüşündedirler. A’rafta bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nass, cinlere dair herhangi bir ifade içermemektedir. 1647
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan gibi bazılarını beş duyumuzla asla
1643] 2/Bakara, 275
1644] Buhârî, Ahkâm 21, Bed'ü'1-halk 11
1645] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/144, 146; Buhârî, Vekâle 10; Tirmizî, Fezâ'ilü'l-Kur'ân 1, 2, 3
1646] Usûlü'd-dîn, s. 226
1647] Ahmet Saim Kılavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 5-10
CİN
- 351 -
algılayamadığımız, bazılarını ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin bilgiler ancak vahiy sâyesinde insana ulaşmıştır.
Şeytanlara gelince bunlar, cinlerin anarşistleri ve bozguncularıdır. İnsanları yoldan çıkaranlar işte bunlardır. En büyükleri olan İblis, vaktiyle Allah Teâlâ’ya karşı küstahlık etmiş, O’nun meleklere: “Âdeme secde edin!” diye verdiği emre karşı gelmiş,1648 bu sûretle de kâfir (nankör)1649 ve âsî1650 olmuştur.
Cin ve Şeytan da Kur’ân-ı Kerîm’in bize bildirdiği diğer varlıklar gibi birer gerçektirler. Orijinleri ve özellikleri nedeniyle insanlar tarafından görülememeleri bazı kimselerde kuşku doğurmuş, birçok kimselerde de bu yaratıklar daima merak konusu olmuştur. Esasen bu merak normaldir. Çünkü insan, bizzat göremediği herhangi bir şey hakkında haber aldığı zaman kesin olarak inansa bile genelde onu doğrudan duyularıyla algılamak ister. Onun gerçek olup olmadığını ancak bu şekilde anlayabileceğini sanır. Hâlbuki bir şeyin gerçekte mevcut bulunması, onun mutlaka gözle görülmesine ya da diğer duyularla algılanabilir olmasına bağlı değildir. Nitekim normal insan gözü, 400 ila 700 milimikron arasındaki ışık dalgalarını ancak fark edebilmekte, bu limitlerin dışında kalan dalgaları ise değerlendirememektedir. Keza normal insan kulağı 16 ilâ 20000 titreşimi duyabilmekte, bu limitlerin dışındaki frekansları ise duyamamaktadır. Bununla birlikte sözkonusu ölçülerin dışında kalan gerçeklerin birçoğuna inanabilmektedir.
İnanabilmek, akla bağlı olarak bir yeti olsa gerektir. Fıtratlarında bu yetiye sahip bulunmayan insanlar ne kadar zeki ve okumuş olurlarsa olsunlar vahyin haber verdiği gerçeklere inanmakta sıkıntı çekerler. Bu nedenledir ki bazı kimseler melek, cin ve şeytan gibi sırlı varlıklara bir türlü inanmak istemezler. Ancak hemen kaydetmek gerekir ki bunlar, Yüce Kur’ân’ın haber verdiği gerçek varlıklardır. Dolayısıyla imanın bir şartı olan meleklere inanmak ne kadar önemli ise, cinlerin ve şeytanların varlığına da inanmak o kadar önemlidir. Cin ve şeytana inanmak, “Kitaplara İnanmak” şartının ayrıntılarındandır. Onun için cinlerin ve şeytanların varlığını inkâr eden kimse İslâm Dini’nden çıkmak gibi imânî bir tehlikenin içinde bulunduğunu bilmelidir! 1651
Cin Konusunda Şirke Düşmek
Cinleri inkâr şirke düşürdüğü gibi, cinleri Allah’a şirk/ortak koşmak da şirktir. Ayrıca, cinlerle uğraşan ya da cin konusunu istismar eden bazı kimselerin de şirk içine düştükleri görülmektedir. Şirk suçunun gerçekleşmesine neden olan sözler, eylem ve tavırlardan konumuzla dolaylı da olsa ilgili olanları şöyle değerlendirebiliriz:
a) Her türlü büyü:
Bütün tılsımlar; tütsüler; kurşun dökmek ve ipliklere üfleyip düğümlemek gibi şarlatanlıklar; (çeşitli baharat, mum, kıl, kemik, tırnak ve dışkı gibi) atık ve necis maddelerle yapılan maksatlı ve gizli işler; Havâs denilen okuma, şekil, şema, yazı ve heykelcikler bu bölüme girerler. Bu uğraşlar, sayılamayacak kadar çeşitlidir.
1648] 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 15/Hicr, 31; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 38/Sâd, 74, 75
1649] 17/İsrâ, 27
1650] 19/Meryem, 44
1651] Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 321-327
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kenzu’l-Havas (Gizli İlimler Hazinesi), Şemsu’l-Maarif ve El-Lu’lu’ ve’l-Mercan gibi büyü kitaplarında bunların uygulama şekilleri ve sözde sırları(!) anlatılmaktadır. Câhil insanların sırtından kolayca geçinmek için cinci üfürükçü birtakım açıkgözler tarafından yapılan bu büyülerin, geçici bir psikolojik yönlendirmeden başka gerçek anlamda hiçbir etkileri yoktur.
b) Fal ve her türlü kehanet:
Gerek günümüzde sosyete falı olarak bilinen tarot ve eskiden müneccimlik denilen astroloji (burçlar ya da yıldız falı), gerek daha çok çingeneler tarafından yarıdilencilik amaçlarıyla bakılan su, el ve ayna falı, gerekse şehir halkı arasında yaygın olan kahve falı bu kısma girmektedir.
Bazı kimselerin “Fala inanma, falsız da kalma” sözü açık bir çelişkidir. Şirk riskini ortadan kaldırmaz. İmânî açıdan son derece tehlikeli olan tüm eylem, söz ve tavırlar mizah konusu yapılamazlar. Nitekim ciddî anlamda olmasa bile bu tür sözleri sarfedenlerin yeniden Kelime-i Şahadet getirmeleri gerekir. 1652
Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
İnsanoğlu maddî çarelerle hedeflerine ulaşamadığı ya da sorunlarını çözemediği zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara başvurur. Bu tercihler eskiden beri insanlar arasında genel bir eğilimdir.
Gizliliğin mazeretleri ve her zaman bir açıklaması vardır. Ancak gizemlilik daima karmaşıklığını koruyacaktır. Bu nedenledir ki Kur’ân-ı Kerîm’in onayladığı, hatta mü’minleri dâvet ettiği “duâ” hâriç, İslâm, büyü ve fal gibi gizemli yolların bazılarını en ağır suç olan “küfür” diye nitelemiş ve kâfirlere lânet etmiştir. 1653
İnsanoğlu, geniş bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte, yaşadığı olaylar içinde henüz çözümleyemediği ve sırlarına bir türlü erişemediği o kadar çok şeyler vardır ki bunlar hakkında bilginler, uzmanlar ve ilim adamları hâlâ susmayı tercih etmektedirler. Nitekim telepatinin, hipnotizmanın, spiritüel enerjinin, meditasyonun ve çeşitli alternatif tıp sistemlerinin içyüzleri hâlâ bilinememektedir.
Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse amaçları itibariyle birbirinden son derece farklıdırlar. O kadar ki bunların bazıları, hayat ve kâinât olaylarının, şimdiye kadar çözülememiş, belki de çözülemeyecek olan şifreleridir. Dolayısıyla bilinsin ya da bilinmesin bunlar esasen birer realitedir. Ancak gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan, buna rağmen yarı uygar toplumlarda, genellikle basit düşünen insanlardan çıkar sağlamak amacıyla -sözde- gizemli nitelikte yapılan büyü, fal, müneccimlik ve medyumluk gibi bazı işler daha vardır ki bunlar tamamen spekülatif muâmelelerdir. İslâm bunları hurâfe ve bâtıl inanç olarak değer(siz)lendirmiş, bunları yasaklamış ve bu işlerle uğraşanların cezalandırılmasını öngörmüştür. Çünkü bu insanlarda fetişist (müşrikâne) yaklaşımlar vardır.
Örneğin büyü yapan ve yaptıran insanlar (özellikle yaptıranlar), büyüye, amacı kestirme ve gizemli yollarla gerçekleştiren bir çare olarak inanırlar. Medyumlara ve kâhinlere başvuranların da inancı böyledir.
1652] F. Aydın, a.g.e., s. 146-147
1653] 2/Bakara, 189, 161
CİN
- 353 -
Düşmanını perişan etmek, başına dertler ve belâlar yağdırmak için silâh yerine büyüyü tercih eden insanın esasen ne istediğini şöyle açıklamak mümkündür:
Eğer silâh ya da herhangi bir şiddet yolunu kullanırsa yakalanacak ve ağır cezalara çarptırılacaktır. Hâlbuki büyüye başvurursa -kendince- hiç kimsenin sezinleyemeyeceği gizemli bir yolla bu amacını gerçekleştirmiş olacaktır(!) Öyle ise büyüye inanan insana göre hayat ve kâinat olaylarını büyü ile yönlendirmek mümkündür. Bu ise Allah’ın (c.c.) kâinat üzerindeki mutlak egemenliğini tanımamak, daha doğrusu, büyü gibi bir araçla İlâhî egemenlik sınırlarının delinebileceğine inanmak demektir. Bu ise açık bir şirktir. Çünkü Allah’ın kâinât üzerindeki egemenliği mutlaktır. Hiçbir şey bu egemenliğin dışında değildir, hiçbir olay bu hâkimiyetten bağımsız olarak cereyan edemez. Her şeyi Allah Teâlâ yönetmektedir.
Yarattığı ve yönettiği kâinat olaylarının, -gerek etki-tepki, gerek sebep-sonuç, gerekse nötrleşme gibi- bilinen ve bilinmeyen fenomenleriyle son derece karmaşık olan kozmozunu birbiriyle ilintili yasalar zinciri çerçevesinde disipline eden yine Allah Teâlâ’dır. Şu halde bu yasalara göre hareket edilmedikçe büyü ve fal gibi gizemli çareler olduğuna inanılan hayalî yollarla amaca ulaşılabileceğine inanmak, her şeyden önce çok yanlış bir şartlanma ve büyük bir bilgisizlik örneğidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ’ya karşı bir başkaldırı sayılır ki bir anlamda bunun adı şirktir.
Örneğin define arayan bir insan, eğer elde ettiği bir krokiye dayanarak, pusula ve dedektör gibi birtakım araçlar kullanarak amacına ulaşmak istiyorsa bu insan, itikadî bakımdan herhangi bir suç işlememektedir. Çünkü her şeyden önce aklını kullanmaktadır. Akıl ise Kur’ân-ı Kerîm’e göre gerçekleri yakalamada başvurulacak ilk ve en büyük araçtır. Çünkü akıl, sağlam, olgun ve reşit insanın, (Allah Teâlâ tarafından belli kanunlarla çalıştırılan) beyin mekanizmasında üretilmektedir. Bu açıdan define arayan Müslüman insan, Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini kabul etmiş demektir. Onun kullandığı pusula ve dedektör de yine Allah Teâlâ tarafından insanoğluna sunulmuş çeşitli fizik, manyetik ve elektronik bilimlerinin tespit ettiği İlâhî kanunlarla çalışmaktadır. Dolayısıyla mü’min defineci, pusula, dedektör ve benzeri araçlar kullanmakla yine Allah’ın mutlak egemenliğini tanımış demektir.
Hâlbuki bu araçların yerine fala başvuran insan, falcının bütün bu kanunları delebilecek ve Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğinde O’na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmektedir. Bu sûretle de şirk koşmaktadır.
İnsan, itikadî yönü olmayan en ağır suçları bile işlerken son derece büyük vebal ve günahların altına girmesine rağmen yine de küfre ya da şirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü ve fal gibi fetişist anlamda öyle suçlar vardır ki, kişi onları, hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin göremeyeceği yerlerde ve yalnız başına işlese bile Allah Teâlâ’ya ortak koşmuş olur ki bu sûretle cinâyet işleyen bir kimseden daha çok Allah’ın öfkesini hak etmiş olur. Bunun mantıklı sebebi acaba ne olabilir? Sebebi gâyet açıktır.
Cinâyet işleyen bir insan, bu suça girişirken bile Allah tarafından yaratılmış bulunan ve yine O’nun koyduğu belli yasalarla işlevini yerine getiren akıl, silâh,
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tasarı ve planlı komplo projeleri gibi araçlara başvurarak amacını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahşi bir amacın peşinde olmasına rağmen Allah’ın kâiinat üzerindeki mutlak egemenliğini doğrularcasına O’nun koyduğu hayat kanunlarına göre davranmaktadır.
Hâlbuki büyüye veya fala başvuran insanın yargısı bundan çok farklıdır ve Yüce Allah’ı daha çok öfkelendirici bir anlam taşımaktadır. Büyü yaparak veya yaptırarak birini kazanmak ya da birine zarar vermek isteyen insan, keza büyü veya fal aracılığıyla bilinmeyeni keşfetmeye çalışan insan, aslında Allah’a ait otorite sınırları dışında çözüm arayan insan demektir, Bu ise bir anlamda Allah’ın (hâşâ!) egemen olamadığı bazı bağımsız güçlerin ve alanların bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça küfür olarak nitelenmiştir.1654 Küfür ise Allah’ın (c.c.) otoritesini tanımamak anlamını taşır.
Müslüman toplumlarda fetişist eğilimler (Büyü, fal, havas, astroloji, râbıta, meditasyon vs.): Fetişist inançlara, Müslümanlar arasında “Hurâfeler” ya da “Bâtıl inançlar” denir. Hurâfe: Uydurulmuş, abartılmış, akla ve vicdana sığmayan asılsız inanç demektir. Bâtıl da, geçersiz, hükümsüz ve bağlayıcılığı olmayan şey anlamına gelir.
Ne yazık ki Müslümansı toplumlar, hatta Müslümanlar (daha doğrusu bilgisiz ve eğitimsiz mü’minler) arasında bile bâtıl inanışların tutunabildiği, inkâr edilemeyen bir gerçektir. İlginçtir ki sahâbîlerden büyük şahsiyetler hâriç, diğerlerinin de zaman zaman bâtıl inançlara kapıldıkları ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şiddetle uyarıldıkları bazı eserlerde nakledilmektedir.1655 Ancak sahâbîler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uyarıları üzerine hemen tevbe etmiş ve kanaatlerini düzeltmişlerdir.
Yukarıda da açıklandığı üzere bâtıl inanç: Kulluk anlamını taşıyan imânî bir mesele olmaktan çok, insanın, ya ürküntü duyduğu şeylere karşı aklı sıra mânevî çare diye başvurduğu birtakım şarlatanlıklardır veya hayatta karşılaştığı sorunların çözümlenmesinde yardımlarını almak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi “yarıtanrı”lardan medet ummalar ve onlara yapılan duâ ve niyazlardır.
Elbetteki Müslümanlar arasında da, bu şarlatanlıklara meyledecek ve ölülerden yardım dileyecek kadar basit düşünceli insanlar vardır. İşin ilginç tarafı, bu insanların hepsinin de eğitimsiz olmadıklarıdır. Medyumlardan medet uman, falcılara başvurup geleceğini onlardan öğrenmek isteyen nice okumuş devlet adamlarının yaşadığı skandallar, toplumu zaman zaman meşgul etmiştir. Evet, insanlar baş edemeyecekleri güçlere ve nereden geleceğini tahmin edemedikleri kaza ve belâlara karşı daima tedirginlik duyar. Bu psikolojik durum, yalnızca inançlı insanlarla da sınırlı değildir. Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek risk ve tehlikelere karşı önlem alma ihtiyacını duyar. Bu, her insanın, ortama göre haklı olarak kapıldığı endişelerden kaynaklanmaktadır. Ancak, örneğin sağlam kilitler kullanmak, değerli eşyaları güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarına uymak, aşı olmak ve bütün bunlardan sonra da duâ etmek ve Allah’a tevekkülde bulunmak gibi endişeleri giderebilecek akılcı
1654] 2/Bakara, 102
1655] Hâfız bin Ahmed el-Hakemî, Meâricu’l-Kabûl, 1/273-274
CİN
- 355 -
ve meşrû önlemler varken; bazı kimseler, evlerinin, araç ve cihazlarının üzerine nazar boncuğu, bebek pabucu ve nalçacıklar asmak, üstlerinde çeşitli muskalar taşımak sûretiyle aklın ve Kur’ân’ın ölçülerine sığmayan yollara başvurarak sözde mânevî önlem(!) almaya çalışmaktadırlar. Bunlar bâtıl inançlardır ve şirktir!
Ne ilginçtir ki Kur’ân’ın feyiz ve nurundan yoksun bazı kimseler, hayattaki muhtemel risklere karşı -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan daha akılcı ve daha meşrû yollara başvurarak önlemlerini almaktadırlar. Nitekim Müslümansı topluluklar arasında yaygınlaşan hurâfe ve bâtıl inançlar yüzünden, gerçek Müslümanlar her münasebette, akılcı geçinen müşrikler tarafından küçümsenmekte ve alay konusu olmaktadırlar.
Tekrar kaydetmek gerekir ki hastalığa ya da nazara karşı kurşun döktürmek, tütsü yapmak, sıtma için el bileğine, okunup düğümlenmiş iplik bağlamak, eve, arabaya, ya da dikiş makinesi ve bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâdan koruması için) nazar boncuğu, nalça, bebek pabucu gibi tılsımlı sanılan şeyler takmak bâtıldır, çirkindir, şirktir. Çünkü bu yollara başvuran insan aslında nalın, pabucun, nazar boncuğunun, muskanın ve benzeri büyü araçlarının, Allah’ın egemenlik sınırları dışında birer güç olduğunu kabul etmiş sayılır ki bu, Allah’a açıkça ortak koşmaktan başka bir şey değildir. Eğer bu insanlar yukarıda bir kısmı söz konusu edilen büyü araçlarının, Kur’ân-ı Kerîm’de yerleri olduğuna inanırlarsa bu takdirde de Allah’ın kitabında bulunmayan şeyleri ona mal etmekten dolayı kâfir olurlar!
Başta eğitimsizlik olmak üzere çeşitli çıkar odaklarının gayret ve propagandalarıyla şartlanan insanlar arasında, özellikle bâtıl inanışlar daha çok yayılır. Şirke götüren bu tehlikeli anlayış ve kanaatler o kadar çok ve yaygındır ki hepsini örneklerle sıralayıp anlatmak imkânsızdır. Bunları, “nazar” gibi hak ve gerçek olan inançlardan ayırt edebilmek için Müslümanın iki ölçüsü vardır. Bunlar Kitap ve Sünnettir. Yani mânevî değer olarak tanıtılan herhangi bir şeyin öyle olup olmadığı, ancak onun Kur’ân-ı Kerîm’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına uyup uymamasına göre anlaşılır. Dolayısıyla Müslümanların her konuda olduğu gibi bu noktada da başvuracakları mihenk taşları işte bu iki şeydir. 1656
Cin Sûresi
Cin sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresidir. Mekke’de nâzil olmuştur. Yirmi sekiz âyet, iki yüz seksen beş kelime ve yedi yüz elli dokuz harften ibarettir. Fâsılası “elif”tir. Cinlerden bahsettiği için bu adı almıştır. Buna “Kul ûhiye” sûresi de denir.
Sûrenin ana konusu cinlerdir. Hemen ilk âyette şöyle denmektedir: “(Ey Muhammed!) De ki; Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu;’ Onlar şöyle demişlerdir; ‘Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık; biz Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.”
Eskiden beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Duygulara hitap eden bir zâhirî kısımdan, sûrenin mevzûuna, mânâlarına, gösterdiği hedeflere baktığımızda, birçok işaret ve ilhamlarla karşılaşırız.
1656] F. Aydın, a.g.e., s. 138-144
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Önce; müşriklerin inkâr ettikleri, bu hususta çetin mücadelelere giriştikleri, ellerinde hiçbir delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları ve bazen de Muhammed’in (s.a.s.) onlara bahsettiği şeyleri cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan bilgiler ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır. İnkâr edip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin şehadet edinceye ve bu olay Muhammed’den (s.a.s.) duyuluncaya kadar, Kur’an’dan haberleri yoktu. Kur’an’ı onlar işitince sarsılmış, hayrete ve dehşete düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini saklamayacak, bildiklerini toparlayamayacak, hissettiklerini hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri altında kaldıkları bu büyük hâdiseden, bütün kâinatta izlerini ve neticelerini bırakan olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehâdet idi.
İkinci olarak bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının sonra da gelecek ve geçmiş bütün insanların ruhlarındaki birçok vehimler düzeltilmekte; bu görünmeyen varlıkların hakikati ortaya konulmaktadır.
Bu sûre Arap müşriklerinin ve başkalarının bu kâinatta cinlerin kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair inançlarını da düzeltmeyi üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel inkâr edenlerin durumuna gelince; bunların, bu derece kat’iyyetle inkârlarını ve cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye isimlendirmelerini hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada eğilmek gerekmektedir.
Acaba bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da, aralarında cinleri bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar? Şüphesiz bugün dahi hiçbir âlim bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde varlığı daha yeni keşfedilen canlılar pek çoktur. Ve hiçbir kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık keşif zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır.
Bu sûre-i celile geçen sûrelere nispetle, ulûhiyyet ve ubûdiyet’in hakikatini mevzu ederek İslâmî tasavvurun inşâsına büyük yer verip, daha sonra da, kâinat ve mahlûklardan ve bunların arasındaki sıkı alâkadan bahseder.
Cinlere ait sözlerde Allah’ın vahdaniyetine, zevce ve evlât edinmesinin reddine, âhirette cezanın isbatına, Allah’ın mahlûkâtından hiçbirinin O’nu yeryüzünde âciz bırakamayacağına, O’nun elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve âdil cezasının erişemeyeceği hiç kimsenin bulunmadığına delâlet ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah’a (s.a.s.) hitaplarda bu hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! “De ki; ‘Ben sadece Rabbime yalvarır ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.’ De ki ‘Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.” De ki; ‘Beni hiç kimse Allah’a karşı savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak bulamam.” Bunlar, cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde şehadetle kabul etmelerinden sonra zikredilir.
Nitekim bu şehâdetler, ulûhiyetin sadece Allah’a mahsus olduğunu, ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu beyan buyurulmaktadır: “Allah’ın kulu Muhammed, O’na ibâdete kalkınca, neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi...”
Tâkip eden âyette, Rasûlullah’a (s.a.s.) tevcih edilen hitapla, bu hakikat tekid edilmektedir: De ki: “Ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.”
CİN
- 357 -
“Gayb sadece Allah’a bırakılmıştır. Cin tâifesi onu bilmemektedir. Yeryüzünde onlara kötülük mü murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiş ki, doğrusu biz bilemeyiz...” Peygamberler de gaybı, ancak Allahu Teâlâ’nın bir hikmete mebni bildirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki; “Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır ben bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.”
Sûrede işaret edilen olay, bir grup cinin Kur’an’ı dinlemeleri olayıdır. Bu husustaki rivâyetler farklılık göstermektedir. İmam Ebû Bekr el-Beyhâki “Delâilü’n-Nübüvve” adlı kitabında şöyle der: Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane’nin Ebû Bişir’den, Said bin Cubeyr İbn Abbas’tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.s.) cinlere Kur’an okumadığı gibi onları da görmemiştir. Rasûlullah, yanında bir kısım ashâbı olduğu halde Ukaz çarşısına gitmek üzere ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah namazını kıldıkları sırada okuduğu Kur’an’ı cinler dinlemişti). O sırada şeytanların gökyüzünden almaya çalıştıkları haberler kesilmiş ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti. Bunun üzerine şeytanlar kavimlerine dönerek: “Size ne oluyor?” demişlerdi. Onlar da “gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, İlâhî haberi alamaz olduk. Ve üzerimize de şihablar gönderildi...” Gökyüzü haberi ile aramıza giren mutlaka yeni bir hâdisedir. “Doğuya ve batıya gidip araştırın bakalım” demişler; doğuya ve batıya giderek gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya koyulmuşlardı. Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan Peygamber’i, Nahle denilen yerde ashâbıyla sabah namazını kılarken buldular. Ve okuduğu Kur’an’ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular. “Allah’a yemin ederiz ki işte gökyüzü haberi ile aramıza giren şey budur” dediler. Buradan da kavimlerine dönünce şöyle dediler: “Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz’e hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız...” Bu hâdise üzerine de Allah Teâlâ, Rasûlûne: “De ki, cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu... “ ve Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. 1657
Diğer rivâyet ise şöyledir. Müslim Sahih’inde Âmir’den şöyle rivâyet eder. Âmir dedi ki: Alkame’ye sordum: “İbn Mes’ud cin gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte mi idi?” Bu soru üzerine Alkame şöyle cevap verdi!” Ben de İbn Mes’ud’a “Cin gecesinde Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı?” diye sordum. İbn Mes’ud “Hayır” dedi fakat biz Rasûlullah’la birlikte bir gece bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri aradığımızda; “her halde kaçırıldı “veya” öldürüldü” denildi. Böylece çok korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. İbn Mes’ud devamla, biz “yâ Rasûlallah! Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece çok korkulu bir gece geçirdik” dedik. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bana cin dâvetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur’an okudum.”
İbn Mes’ud der ki: “Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan bâkiyeleri ve ateş kalıntılarını gösterdi. Peygamber’e cinlerin yediklerini sordular o da “üzerine Allah’ın ismi zikredilen ve sizin yiyip de üzerlerinde fazla miktar et bıraktığınız bütün kemikler, bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.)
1657] Buhârî, Tefsir Sure, 72
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şöyle buyurdular: “Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira onlar kardeşlerinizin yediği şeylerdir.” 1658
“İbn İshak’ın rivâyetine göre, hâdise, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sakif ileri gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü eziyetlerle, gönlü kırık olarak Taif’den dönüşünden sonra olmuştur. Onun Rabbi’ne karşı yapmış olduğu bu hüzünlü ve sevgi dolu duâdan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten düşündürücü ve ibret vericidir. Allah’ın cinlerden bir bölüğünü onunla karşılaştırmasında ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son derece hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük bir hâdisedir. Muhtevâsı ve işaretleri bakımından da büyüktür. Müteâkiben cinlerin Kur’an’dan ve dinden bahsedişleri de dikkati çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur’an’ı Kerîm’in bildirdiği gibi iman etmekteyiz.
“(Ey Rasûlüm!) De ki: “Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren, bir Kur’an dinledik de hemen O’na iman ettik; biz Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (1-2)
Doğrusu Rabbimiz’in yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. (3)
Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah’a karşı yalanlar uyduruyordu. (4)
Doğrusu insanların ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık. (5)
Gerçekten, birtakım insanlar cinlerin bazısına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı. (6)
“Doğrusu onlar da sizin Allah’ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuşlardı. “ (7)
Bu başlangıcın, Rasûlullah’ı (s.a.s.) cinlerin kendisini dinlediklerini bildiğini ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur’an’ı işittikten sonra vaki olduğunu da göstermektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu bilgisi, Allahu Teâlâ’nın vahyi ve olanlardan haberdar etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah (s.a.s.) bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş, bilâhare aynı yerde onun bilgisi ve istemesiyle Kur’an’ı cinlere okuması bir veya birkaç defa gerçekleşmiştir.
“Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur’an dinledik.” Onlarda bıraktığı ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları “hayrete düşüren” bir şey olmasıydı. O, kalplerinde bir ürperme meydana getirmişti. İşte bu hal, onu açık bir kalple, incelmiş duyguyla, derin bir zevkle dinleyip duyan kimselerde Kur’an’ın bıraktığı bir tesirdir. Evet, hayrette bırakır, zira ruhlara ve kalplerin derinliklerine işleyen güce, fevkalâde bir câzibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür. Bu, cin topluluğu üzerinde bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır ki, onlar hakikaten bundan zevk almışlardır.
“Doğru yola götüren...” Bu da Kur’an’ın ikinci açık bir sıfatıdır. Ve Kur’an’da bu özellik mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk, hakikatini kalplerinde buldukları anda hissetmişlerdi. “Rüşd” kelimesi, geniş manası olan bir kelimedir. Kur’an bu
1658] Müslim, Salât, 150
CİN
- 359 -
sıfatıyla hidâyete, hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan başka, şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete, hakka ve doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalp gözüyle görebilme idrâki... İşte bu vasıflarıyla kalpte öyle bir hal meydana getirir ki; bu hal, sahibini hayra ve doğruya götürür.
“Ve biz O’na inandık.” Bu, Kur’an’ı dinledikten sonra sâlim bir idrâkin gerektirdiği şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden ibarettir. Âyette zikredilen cinler ise, Kur’an’ı dinleyince hayrete düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında kalmışlar; kendilerinden geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da bunlar hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde “biz ona inandık” diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi ona karşı, ruhlarına tesiri sebebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı.
“Biz, Rabbimiz’e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız.” İmanları açık, sağlam ve hâlisâne idi. Vehme, şirke ve hurafeye bulaşmış değildi. Kur’an’ın hakikatini idrâkten fışkırmış bir imanın da vasfı budur. Kur’an’ın dâvet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda Allahu Teâlâ’nın vahdaniyetinden ibarettir.
Bundan sonra da cinler, Allah’ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını izah etmeye çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere ikili kabiliyete sahip olduklarını anlıyoruz. Bu topluluk, mü’minler olarak Rableri hakkındaki inançlarından ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler.
“Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık. Yeryüzünde kalsak da Allah’ı aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O’nu aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur’an’ı dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi’ne inanırsa, o ecrinin eksiltileceğinden ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde, kendini Allah’a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah’a veren kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine yazık edenlere gelince, onlar Cehennem’in odunları oldular.” (11-15)
Cinlerin bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var, sâlih olmayanlar da. İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte kabiliyette olduğunu; insanlar gibi hayra ve şerre kabiliyetleri bulunduğunu göstermektedir.
“Mescidler şüphesiz Allah’a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah’a yalvarırken başkasını katmayın.” (18) Secdelerin veya secde mahalli olan mescidlerin sadece Allah’a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır. Böyle olursa gerçek tevhid mümkün olabilir, herkesin mübtelâ olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil geriye atılmış ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ’ya mahsus olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur. Allah’a ibâdet ederken bazen insan, O’ndan başkasına iltica ve kalbini açma durumuna girer.
Âyet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden geçen şu sözlerini tekid etmiş olur: “Şüphesiz biz Rabbimiz’e hiçbir ortak koşmayacağız...” Yani ibâdet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan doğruya Allah’ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri ve O’nu tevhîd etmeleri münâsebetiyledir. Bu da Kur’an üslûbuna göre yerinde gelmiştir.
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“De ki: ‘Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır, ben bilemem.’ Gaybı bilen Allah, gayb’a kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin emirlerini tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.” Böylece ürpertici bir ifadeyle sûre son buluyor. Başlangıcı da cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva eden sözlerinde ifadesini bulan korku, titreme, ürperme ve hayret vericilikte olmuştu. Yirmi sekiz âyeti geçmeyen bu sûre şu gibi esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın akîdesini kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan, efsanevi vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve tespit etme fırsatını vermektir. Kur’an’ı işitir işitmez iman eden ve şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne kadar doğru söylemiştir: “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de hemen ona inandık... “ 1659
Cinnet/Cünûn
Cin tutma, delilik, çılgınlık, davranış uyumsuzluğu, aklın zâil olmasına cinnet diyoruz. Buna cünûn da denir. Cinnet Kur’ân-ı Kerîm’de bu mânâda birkaç yerde geçer: “Yoksa O’nda Cinnet mi vardır?”1660 Diğer bir mânâsıyla; cin ve bu kelimenin çoğulu olarak cinler veya cin taifesi demektir: “Cinlerden ve insanlardan.”1661 Cinnet, örtü ve gizlilik mânâsında değerlendirildiğinde; Cennet, cenân (kalp), cünnet (koruyucu), cenîn ve mecnûn ile alâkalıdır.
Cinnet, dilimizde delilik mânâsına kullanılmaktadır. Cin çarpması olarak da tanımlanmaktadır. Gözle görülmeyen varlık olan cinlerin, insan vücuduna girerek, zarar verdiklerine inanan kimseler vardır.
Cünûn (cinnet) hali, İslâm hukukunda önemli bir yer tutar. Çünkü İslâm akıl dînidir. Ahkâmı da akılla anlaşılır. Cenâb-ı Hak herkesi gücü yettiğince mükellef tuttuğundan İslâm fıkhı bu konu üzerinde belli bir bölüm tahsis etmiştir. Fıkıhta bu konu ehliyete ârız olan haller diye adlandırılır. Bunlar, kişinin aklını gideren veya azaltan hallerdir. İki kısma ayrılır:
1- Semâvî ârızlar: İnsanın kendi elinde olmayan: bunaklık, delilik, unutkanlık gibi ârızlardır. 2- Mükteseb ârızlar: İnsanın kendi elinde olan; cehâlet, sarhoşluk, zorlama gibi ârızlardır.
Semâvî ârızlardan olan delilik (cünûn) iki kısma ayrılır: 1- Cünûn-ı mutbık: Kesilmeksizin sürüp giden akıl hastalığıdır. 2- Cünûn-ı gayr-ı mutbık: Sürekliliği olmayan akıl hastalığına denir.
Cinnet; aklı örten, sağlam idrâki yok eden bir hastalıktır, demiştik. Hasta, heyecan ve sarsıntı içindedir. Mecnun denilen hasta, daima gayr-ı mümeyyiz çocuk hükmündedir. Kendisinden bedenî teklifler düşer; fakat malî tekliflere muhâtap olur.
Ancak akıl hastalığının süreklilik miktarı ibâdetlerin cinsine göre değişmektedir. Namaz yükümlülüğünün düşmesi için bunun bir günden (24 saatten) fazla
1659] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 316-318
1660] 34/Sebe', 8
1661] 114/Nâs, 6
CİN
- 361 -
devam etmesi gerekir. Oruç için ise tam bir ay devam etmesi şarttır. Ramazan ayı içerisinde geçici olarak ayılıp kendine gelen kimse, daha sonra iyileşince Ramazan orucunun hepsini kaza etmesi gerekir. Zekât yükümlülüğünün düşmesi için ise akıl hastalığının bir sene devam etmiş olması şarttır. Aksi takdirde zekâtını vermek durumundadır. Akıl hastalarının sözlü tasarrufları mûteber değildir. Ancak hastalık nöbetlerinin yokluğunda vâki tasarrufları geçerlidir.
Cinnet, atehle de alâkalıdır. Ateh; aklı örten ve sağlam idrâke engel olan bir hastalıktır. Bu hastalığa tutulan Ma’tûh, temyiz gücüne sahip değilse, mecnûn hükmündedir.1662
Cünûn, edâ ehliyetini ortadan kaldırdığından, melankolik, nevrastenik ve sar’alı kimseler, temyiz kudretine sahip olduklarında tasarrufları geçerlidir.1663 Mecnun ve ma’tuh ile ilgili hükümler Mecelle’de geçmektedir.1664
Tasavvuf dilinde cünûnun (cinnetin) cezbe ile bir yakınlığı vardır. Halk indinde cezbe ve cünûn aynı şeyler telâkki edilmesine rağmen, durum öyle değildir. Cünûn, kişinin yükselme yerine alçalması; mânâsız ve olumsuz bir şekle düşmesidir.1665
Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerin dâvetinden ve özellikle Hz. Muhammed’in tevhid inancına yaptığı çağrıdan rahatsız olanların bu seçkin kişilere yönelttikleri iftiralardan söz edilirken on bir âyette mecnun kelimesi kullanılmıştır. Cünûnun terim anlamıyla ilgili olarak yapılan değişik tarifler arasında yaygın olanı, Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin ef-Ta’rîfât’ında yer alan, “söz ve fiillerin nâdir haller dışında normal cereyan etmesini engelleyen akıl bozukluğu” şeklindeki tanımdır. Fıkhî sonuçları bakımından bir zihnî rahatsızlığın cünûn kapsamında sayılmasını belirleyen unsur ise bu hastalığın kişiyi temyiz gücünden yoksun kılıcı nitelikte olmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan ve onu İlâhî buyruk ve yasakların muhatabı kılan akıldır. Bu sebeple İslâm âlimleri peygamberlerin özelliklerini açıklarlarken onların cünûndan sâlim oldukları hususuna önemle işaret etmişlerdir. Akıl hastalığının kaynağı, zekâ ile ilişkisi ve tedavisi konusuna insanlık tarihinin çok eski dönemlerinden beri ilgi gösterilmiş, özellikle eski Yunan fılozoflarınca bu hususta tarihî seyri içinde farklılıklar taşıyan değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müslümanların konuya gerek teorik gerekse pratik alanda gerçekçi ve insanî açıdan yaklaşma noktasında önceliğe sahip oldukları kolayca söylenebilir. Daha İslâm’ın İlk asırlarında akıl hastalığı ve hastaları hakkında seviyeli eserlerin kaleme alınmış olması (fıkıh literatürü çerçevesindeki incelemelerden ayrı olarak Ebü’l-Kâsım en-Nisâbûrî’nin ‘ükalâ’ü’l-mecânîn adlı eseri, bu konuda günümüze ulaşan güzel bir örnek olarak zikredilebilir) ve akıl hastalarının tedavisine tahsis edilen hastahaneler kurulmuş olması bu tesbiti doğrulayan delillerdir.
Akıl hastalığı ile İlgili hükümlere fıkıh kitaplarının değişik bölümlerinde temas edilmesinin yanı sıra fıkıh usulü eserlerinde “Semavî (insanların iradesi
1662] M. Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener, Ankara 1973, 330; Ö. Nasuhî Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 231
1663] Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1978, 191
1664] Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İstanbul 1982, s.192, mad. 978, 979, 980
1665] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 319
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dışında oluşan) Ehliyet ârızaları” başlığı altında cünûn hali özel olarak incelenmiştir.
Günümüz hukuklarında hâkim olan yaklaşım, tıbbın akıl hastalığı kabul ettiği her rahatsızlığın kişinin fiil ehliyetini (özellikle işlem ehliyetini) mutlaka ortadan kaldırmış sayılmaması yönündedir. Buna göre akıl hastalığının bu anlamdaki ehliyeti etkileyebilmek için temyiz gücünü, yani mâkul şekilde hareket edebilme iktidarını, hastanın fiillerinin sebep ve sonuçlarını idrâk edebilme kabiliyetini ortadan kaldıracak nitelikte olması gerekir. Meselâ sara ve şizofreni tıp ilmi yönünden akıl hastalığı olmakla birlikte kişinin sırf bu sebeple fiil ehliyetine sahip olmadığı söylenemez; hukuken akıl hastalığı hükümlerinin uygulanabilmesi, bu hastalıkların kişinin hukukî değerlendirmeye tâbi tutulan fiili işlediği sırada temyiz kudretini ortadan kaldırmış olmasına bağlıdır. Bu yaklaşım ile İslâm hukukundaki cünûn-ı mutbik ve cünûn-ı gayr-i mutbik ayırımının temelindeki düşünce ve cünûna bağlanan fıkhî sonuçlar arasında paralellik bulunduğu görülmektedir. Öte yandan İslâm hukukunun, akıl hastalarının işlem ehliyeti bakımından tam ehliyetsiz sayılması ve kural olarak bütün işlemlerinin geçersiz kabul edilmesi noktasında Kara Avrupası hukuk çevresine dâhil hukukların çoğunluğu ile birleştiği, akıl hastalarının yaptığı sözleşmeleri hükümsüz değil, feshedilebilir nitelikte sayan ve fesih imkânını da sadece kötü niyetli (akıl hastalığını bilen) kişiye karşı tanıyan İngiliz hukukundan ise ayrıldığı tesbit edilebilmektedir.
Cünûn bir tasavvuf terimi olarak dervişliğin ilk, sekr halinin son basamağını ifade eder.1666
“Düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed)de hiçbir cinnet yoktur, o apaçık bir uyarıcıdır?”1667 Cinnet, cin cemâati anlamına geldiği gibi,1668 cinin etkisi ile düşünce yetisinin örtülmesi, yani delilik anlamına da gelir.
Müşrikler, Hz. Muhammed’i (s.a.s.), cinin etkisinde kalıp delirmiş bir insan sanıyorlardı: “(İnkârcılar, Muhammed (s.a.s.) hakkında) “Allah’a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde cinnet mi var?” (dediler).” 1669; “O, kendisinde cinnet bulunan bir adamdır, başka bir şey değildir. Hele bir süreye kadar onu gözetleyin.” 1670
Hz.Muhammed’in (s.a.s.), öldükten sonra bedensel dirilmekten söz etmesini, bir deli saçması sanıyorlardı: “O, size öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman yeniden hayata çıkarılacağınızı mı söylüyor, bununla mı sizi tehdit ediyor? Heyhat, heyhat, tehdit edildiğiniz şey ne kadar uzak (ne olmayacak bir tehdit)!” 1671
Aşağıdaki âyetler, Hz. Muhammed’i cinlerle ilişkili, onların etkisiyle aklı karışmış sanan müşrikleri reddetmekte ve onun açık anlatımlı bir peygamber olduğunu vurgulamaktadır: “De ki: “Size bir şey öğütleyeyim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker durup düşününüz! Arkadaşınızda hiçbir cinnet yoktur. O, çetin bir azabın arefesinde sizin için bir uyarıcıdır.” 1672; “Yoksa ‘Onda bir cinnet var’ mı diyorlar? Hayır, o,
1666] İbrahim Kâfi Dönmez, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 125-129
1667] 7/A’râf, 184
1668] 11/Hûd, 119; 37/Sâffât, 158; 32/Secde, 13
1669] 34/Sebe’, 8
1670] 23/Mü’minûn, 25
1671] 23/Mü’minûn, 35, 36
1672] 34/Sebe’, 46
CİN
- 363 -
kendilerine gerçeği getirdi, fakat çokları haktan hoşlanmıyorlar.” 1673
Birinci âyette, bu savın sahiplerine, ikişer ikişer, teker teker durup Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu iyice düşünmeleri, onda delilik bulunmadığı, onun ileride bulunan şiddetli bir azaba karşı uyaran bir peygamber olduğu; ikinci âyette de Hz. Muhammed’in kendisinde cinnet bulunan bir şaşkın olmadığı, insanlara gerçeği getiren bir uyarıcı olduğu, fakat hitabettiği insanların çoğunun gerçekten hoşlanmadığı vurgulanıyor.
Evet, düşünenler, Hz. Muhammed’de delilik olmadığını, onun cinlerle bir ilişkisi bulunmadığını anlar. Bir delinin ağzından bu hikmetler çıkar mı? Bunu söyleyen, apaçık bir uyarıcıdan, bir Hak elçisinden başkası olamaz.
Araplar, Peygamberimiz’in cinle ilişki kurduğunu, cinin etkisinde bulunduğunu, söylediği sözlerin, kendisini hükmü altına alan cinin sözleri olduğunu iddia ediyorlardı. İşte âyetlerde onların bu iddiaları reddedilmekte, çokları hoşlanmasa da insanlara hakkın, yani gerçek vahiy sözlerinin geldiği vurgulanmaktadır. Araplar, Hz. Muhammed’i, bir şâir veya kâhin gibi görüyorlardı. Oysa ne Hz. Muhammed, abartmacı bir şâ’ir, ne de Kur’ân hayallerle dolu şâir sözleriydi:
“Biz ona şiir öğretmedik, zaten şiir ona yakışmaz da. O(na vahyedilen), sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.” 1674
“Muhakkak ki o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Güvenilir Ruh indirdi; Senin kalbine, uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça bir dil ile. O, evvelkilerin Kitâblarında da vardır.” 1675
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Her yalancı, günahkâr kimseye iner. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları da yalan söylerler (yahut şeytanlar, meleklerin konuşmalarına kulak verirler, fakat çoğunluğu da yalan söyler). Şâirlere gelince onlara da azgınlar uyar.”1676 âyetlerinde, Hz. Muhammed’e şiir öğretilmediği, şiirin ona uygun olmadığı, ona vahyedilenin, şiir değil, bir öğüt ve açık anlamlı bir okuma olduğu, bu vahiyleri, Güvenilir Rûh’un, Hz. Muhammed’in kalbine, açık Arapça bir dille indirdiği vurgulanmaktadır.1677
Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibâdet ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı. Eğer onlara ibâdet eder, hürmette kusur etmezlerse onların, Alah katında kendilerine şefaat edeceklerini düşünüyorlardı. “Câhiliye Araplarına göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde yahut Cin’in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya lâyık, fakat gözle görülmez bir varlık idi. Fakat tabiatüstü varlıklar hiyararşisinde, meleğin yeri belirlenmişti. O da: Câhiliye inancında bazen melek, Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Çok kere de kendisi
1673] 23/Mü’minûn, 70
1674] 36/Yâsin, 69
1675] 26/Şuarâ, 192-196
1676] 26/Şuarâ, 221-224
1677] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., 4/ 439-441
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tapınma objesi olarak kabul edilirdi.” 1678
Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller/heykeller yapmışlardı.1679 Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki birer sembolleriydiler. “Biz onların sûretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Alah’ın katında bize şefaatçi olurlar” diyorlardı.1680 Hâlbuki bu düşüncelerinde dalâlet içindeydiler. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir: “Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin diye emretmez...” 1681
Câhiliye Arapları, cinleri de ulûhiyet derecesine çıkarıyorlar, onları ilah ediniyorlardı. Kur’ân-ıKerim, onların cinler hakkındaki inançlarını şöyle dile getirir: “Allah ile cinler arasında soy bağı icad ettiler.”1682 “Cinleri Allah’a ortak koştular, bilgisizce O’na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”1683
Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar vermeye kadir oldukları, hastalıkların çoğunun onlardan geldiği, tedavilerinin de ancak cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da câhiliye halkı arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman, evvela cinler için kurban keserdi. Bunu aldığı evde mutlu olmak, sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı.1684 Cinlere tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.
Şeytana tapma, onu Allah’a ortak koşma konusundaki inançları da, cinler hakkındaki inançlarından farksızdı. Câhiliyyeye göre şeytanlar da cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri şeylerin içinde ikamet ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı gaybî bilgileri onlara haber verirler, birtakım gizli konularda kendilerine yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibâdet edilmeye saygı duyulmaya lâyık varlıklar olarak görünüyorlardı. 1685
Melek-Cin-Şeytan ve rûhânî varlıkları tanrılaştırma inancı, aslında içinde bulundukları ortamın, kendileri üzerinde meydana getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif dînînin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bıraktıkları kültürel mirasın izlerim, başka başka varlıklar üzerinde görme ve böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Pek tabiidir ki, bu tür inançlar, beraberinde kehânet ve arâfet gibi düşüncelerin doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler, yegâne sığınak kabul edilmiştir.1686
Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur’an ve Sünnet tarafından reddedilmiş inançlardır. Şirk koşma en büyük günah sayılmıştır.1687
1678] 3/Âl-i İmran 80; İbn Kesir, Tefsir IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VIII, 5381; İzutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 19
1679] Âlûsi, Bulûğu'l-Erab, II, 197
1680] Yazır., M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4594; 39/Zümer, 3
1681] 3/Âl-i İmran, 80
1682] 37/Sâffât, 158
1683] 6/En’âm, 100
1684] M.N. el-Câhız, Edyânu’l-Arab, s. 125-126
1685] Âlûsî, a.g.e., II, 197
1686] İbn İshak, Sîre, s. 13; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, II, 173
1687] 4/Nisâ, 48; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 75-77
CİN
- 365 -
Câhiliyede Cin ve Şeytan İnancı: Câhiliye Araplarının cinler hakkındaki inançları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançların zıddı idi. “Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını (cinler ve şeytanlar) temsil ediyorlardı. Hz. Peygamber’in bi’seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı müşahhas ilahlar arasına girmekte idi.”1688 Mekke Arapları, cinler ile Allah arasında neseft karabati bulunduğunu söylüyorlar 1689 ve onları Allah’ın şerikleri mertebesine çıkarıyorlardı.1690 Cinlere adaklar adayıp kurbanlar kesiyorlar1691 ve onlardan yardım talep ediyorlardı. 1692
Câhiliye Araplarının bu konudaki inançları incelendiği zaman, onların cinleri, muhtelif sûretlere girebilen varlıklar olarak telakki ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, “Gûl”, onlar için bir çeşit cindir. “Suûlat”, cindir. Bazı yılanlar (Engerek yılanı) ve ev yılanları, cindir. Siyah köpek, şeytandır (cin nevinden) hırçın deve (hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak olarak zararı dokunan, korkunç yaratıklardır. “Esas itibariyle Tanrılar dost, cinler düşmandırlar.”1693 Bu sebepten, kötülüklerin, hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve kâhinlerin de bilgi kaynağıdır.”1694 Bir kimsenin şair olabilmesi için görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir. Bu bilgi de kendi şahsî görüşü ile değil, cin denilen -onlara göre- üstün varlıkla derûni münasebetler kurmak sûretiyle elde edilir.” 1695
Cinler ve şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye Arapları, bunları hep aynı cinsten sayıyorlardı. İblis-şeytan ve cin kavramları, onların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve endişe, onları, bu tür varlıkların zararından korunmak için çeşitli sebeplere başvurmaya, sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların tasvirlerini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve kurbanlar kesmeler sayılabilir.1696 Câhiliye Araplarının, cinler-şeytanlar hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır. “Şeytan çarpmak”, “cin çıkarmak” gibi deyimler buna işaret etmektedir. Cinlerin-şeytanların vereceği zarardan korunmak için başvurdukları sebeplerden; onların tasvirlerini, timsallerini yapmak ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu hâriç, büyü yapmak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onlara göre- başvurmak hemen aynıdır. 1697
Hadislerde Cin ve Şeytan İnancı: Kur’an ve Sünnette, cin ve şeytandan bahsedilmektedir. Kur’an’da cin kavramı, başlı başına bir sûreye isim olarak verilmiş ve orada cinler konu edilmiş olduğu gibi, ayrıca değişik yerlerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur’an’da 88 yerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in hadislerinde ise, her iki kelime çok yerde konu edilmiştir. Yani Kur’an ve Sünnet, cin ve şeytanın varlığını kabul
1688] Macdonald, B.D., "Cin" maddesi, İ.A., III, 192
1689] 37/Sâffât, 158
1690] 6/En’âm, 100
1691] 6/En’âm, 128
1692] 72/Cinn, 6
1693] Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 147-148
1694] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, III, 269; Ateş. S., Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, X, 98
1695] İzutsu, T, Kur'an'da Allah ve İnsan, 159
1696] 6/En’âm, 100; Alûsî, a.g.e., III, 197
1697] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 83-85
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmektedir. Hatta onların yaratılış özelliklerinden bahseder: Bu, Kur’an’da şöyle geçer: “Cinleri dumansız ateşten yarattık.”1698 Fahruddin Râzi, “Mükellef varlıklar dört gruptur; Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar” şeklinde açıklamada bulunduktan sonra, başka bir rivâyeti de naklederek: “Cinlerin iyi ve kötü olanları vardır. Şeytanlar, cinlerin kötü olanlarına verilen isimdir” der.1699 Kur’an ve hadislerde, şeytan, kötülük timsâli olarak ele alınır.1700 Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanlarından, Kur’an dinleyenlerinden söz edilmektedir.1701 Fakat bununla birlikte, cinlerin, câhiliye Araplarının korku ve dehşet saçan varlıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım hadislerde çok açık olarak görülmektedir. Yani Sünnet, cinlerin korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmektedir. Bir iki örnek görelim:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gece karanlık olduğu zaman yahut akşama girdiğiniz vakit- çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan) yasaklayın. Çünkü şeytanlar, o sırada dağılırlar. Geceden bir saat geçince (dışarıdaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyun. Allah’ın ismini anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm- diyerek kapıları kapatın. Çünkü şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah’ın ismini anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm diyerek- kaplarınızın ağızlarını bağlayın. Bismillâh diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak sûretiyle de olsa kaplarınızın ağızlarını örtün. Kandillerinizi söndürün.” 1702
Kur’an ve Sünnet’e göre cinler de mükellef varlıklardandır. Bu husus Kur’an’da “Ben insanları ve Cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım” 1703 âyetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir âyet şöyledir: “Ey muhammed, Kur’an’ı dinleyecek Cinlerden bir kısmını sana yöneltmiştik. Onlar, Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: “Susun!” dediler. Kur’an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletine döndüler.” 1704
Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet, cin ve şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle tamamen korku timsâli değil, ama zararları da olabilen, Allah’ın yaratmış olduğu, insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.
Cinlerle İblis arasındaki ilişki konusunda ihtilâf vardır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbn Müseyyeb, Katâde, İbn Cerir gibi sahâbî ve tabiîlere göre, cinler meleklerin bir çeşididir. İblis de bunlardan gelmiştir. Bu görüşe göre cinler, meleklerden bir zümredir. Said bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis’in meleklerden olmadığını, Hz. Âdem nasıl insanların aslı (atası) ise, İblis’in de, cinlerin aslı (atası) olduğunu ileri sürmektedir.1705 İkinci görüş, daha sahih kabul edilmektedir. Cinlerin, yırtıcı hayvanların yaratıcısının İblis olduğu inancı, müşrikler arasında yaygın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç mecusi görüşüne yakındır.1706
1698] 15/Hıcr, 27
1699] F. Râzi, Mefâtihu'1-Gayb, I, 82
1700] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64; 47/Muhammed, 25; 4/Nisâ, 60; 27/Nemi, 24; 29/Ankebût, 38; 58/Mücâdele, 19
1701] 72/Cinn, 1-2
1702] Müslim, Eşribe 15, 95
1703] 51/Zâriyât, 56
1704] 46/Ahkaf, 29
1705] Ateş Süleyman, İslam’a İtirazlar Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 47
1706] Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur'an, IV, 2488
CİN
- 367 -
Görüldüğü gibi cin ve şeytan hakkındaki gerek Kur’an ve gerekse Hadisler, Câhiliye Araplarının inançlarının yanlış olduğunu beyan ederek, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş, onların bu konudaki inançlarını ıslah ederek kabul etmiştir.
Melek, cin, şeytan gibi varlıklar hakkındaki Câhiliye inançlarına benzer inançlar, eski Türkler arasında da görülmektedir. Hâlâ bunların bir kısmı geçerliliğini devam ettirmektedir. Eski Türklerde “İye” kavramı önemli bir yer işgal eder. “İye” Tanrının emri dışına çıkmayan varlık demektir. İyeler çoktur. Yardımcı iyeler ve kara iyeler diye kısımlara ayrılır. Yardımcı İye’ler, bir anlamda, Meleklere tekabül eder. Kara iyelerin başında gelen “Erlik”, Şeytanın fonksiyonunu icra eder. İnsanlara her türlü kötülük vermeyi ve tuzak kurmayı amaç edinmiştir. Issız yerlerde, ırmak kenarlarında ağıl, samanlık gibi yerlerde iskân eden kara iyelerden “Al karası” (Al bastı da denir), Türk dünyasının hemen her yöresinde bilinmektedir. Doğum yapan kadınlara, yeni doğan çocuklara musallat olarak onlara zarar verir. O, insanları bunun kötülüğünden ancak “Kam” adı verilen, Kâhin ve Büyücüler kurtarabilir. Bu inanca ülkemizde hemen her yörede rastlanmaktadır. 1707
Türklerdeki bu iye kavramının, kendilerinin sahip oldukları ve muhtemelen de, tek Tanrılı bir dînî inançtan gelmiş olabileceğini düşünüyoruz. Ancak bu inanç sisteminin keyfiyetinin ne olduğu, meçhûlümüzdür. Bununla beraber, gerek İbrahim Kafesoğlu, “Eski Türk Dînî” isimli eserinde, gerekse Hikmet Tanyu, Türklerde Tek Tanrı İnancı” eserinde bu konuda ciddi araştırmalar yapmışlardır.1708 Fakat yine de kesin olarak “şöyle bir dînin inanç esaslarındandır.” diyemiyoruz. Ne olursa olsun, hangi kelime ve kavramlarla açıklanırsa açıklansın inaçlar arasındaki benzerlik, çok açık olarak görülmektedir.
İslâm’da cin ve şeytan’ın zarar verebileceği kabul edilmiştir. Ancak bunların zararlarından korunmak için, kâhin, büyücü, kam gibi kimselere yahut onların yaptıkları tılsımlara güvenme reddedilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur’an’da1709 ve gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde sığınma (istiâze) örnekleri verilmiş,1710 o şekilde yapılarak Allah’a sığınılması istenmiştir.1711
İfrît
İfrît, cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanına verilen isimdir. İfrit kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre “bir kimseyi yere serme, toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal edilip göze bu şekilde gözükmesi” anlamlarına gelen Arapça ‘afr kökünden türetilmiş olup, “kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü, kızgın ve öfkeli kimse” mânasındadır. İfrit, bu anlamları dolayısıyla cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecâzî anlamda kötülük ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe, Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü’1-Esîr gibi müellifler kelimenin taşıdığı “habîs, çetin, güçlü kuvvetli” anlamlarına dikkat çekerek bunun
1707] Kalafat, Y., Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 20-27
1708] Kafesoğlu, İ. "Eski Türk Dini"; Tanyu, H. "Türklerde Tek Tanrı İnancı, A.Ü.İ.F.Y.
1709] 72/Cinn, 6, 22; 114/Nâs, 6
1710] Buhârî, Deavât 163; Tirmizî, Deavât 467, 473
1711] Tirmizi, Deavât 490, 508; Ali Çelik, a.g.e., s. 85-90
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları ifade edebileceğini belirtmektedirler. Nitekim Zü’r-rumme bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, “O, gecenin karanlığında ifritin izinde parlayan yıldız gibidir” diyerek ifrit kelimesini cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdül-melik’i överken onu ifrite benzetip, “Onların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mülkün ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir” der.1712 İfrite bazan nifrit ile beraber ikileme biçiminde de rastlanır. Bir hadiste, “Allah, malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğramayan ifrit nifrit kişiye buğzeder” şeklinde geçmektedir. 1713
Ahd-i Atîk’te Hz. Süleyman ve Sebe melikesinden söz edilmesine, Süleyman’ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süleyman’ın yanında çok sayıda ordunun bulunduğu bildirilmesine rağmen1714 cinlerden ve ifritten bahsedilmemektedir. Eski Mısırlılar, kötü bir ölümle ölen kimsenin ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öldüğü yeri ziyaret ettiğine inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen varlıkları “hin” ve “cin” olarak iki gruba ayırırlardı; cinlerin insanlarla beraber oturanına “âmir”, çocuklara musallat olanına “ruh”, bunların zâlim, bozguncu ve azgınlarına “şeytan”, kötülükte daha aşırı gidenlerine “mârid”1715 ve en güçlü, en kötü olanlarına da “ifrit” adını verirlerdi.1716 Buna göre ifrit “kötülük ve şeytanlıkta çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuvvetli, becerikli, ele avuca sığmaz bir hilekâr” demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas’a göre Sahr, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’ye göre Zekvân, Şuayb el-Cübbâî ve Nehhâs’a göre Kuzen olduğu rivâyet edilirse de ifrit kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere sahip olanlarını ifade ettiği için Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı gibi çoğunlukla “cinden”, “insandan” vb. açıklamalarla kullanılmaktadır. Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin mâhiyetini tam olarak tesbit etmek zordur. Bir taraftan gûl ve sil’ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer taraftan Kur’an’daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı olmayıp Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere “âsi, mağrur” anlamına geldiği ileri sürülmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir.1717 Burada Hz. Süleyman’ın emrinde insan, kuş ve cinlerden orduların bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman’ın Belkıs’ın tahtını kısa zamanda kimin getirebileceğini sorması üzerine “cinlerden bir ifrif’in, “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana getirebilirim” dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini Süleyman’a tanıtırken güçlü ve güvenilir olduğunu belirtmiştir. Kur’an’ın cinler arasında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî’ye göre cinlerin reisi veya onların en güçlüsü, Mücâhid ve Katâde’ye göre en azgını, Ma’mer’e göre en zeki ve kurnazıdır. 1718
“Cinlerden bir ifrit” ifadesi bazı hadislerde de geçmektedir. Ebû Hüreyre’den gelen bir rivâyette cinlerden bir ifritin namazını ifsat etmek için Hz. Peygamber’e
1712] Kurtubî, XIII. 203
1713] İbnü'1-Esîr, "afr" md.; Lisânu'l-'Arab, "afr" md.
1714] I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12
1715] 37/Sâffât, 7
1716] Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709
1717] 27/Neml, 39
1718] Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197
CİN
- 369 -
musallat olduğu, Rasûlullah’ın onu yakalayarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat Hz. Süleyman’ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi kovduğu bildirilmektedir.1719 Bu hadisin farklı bir rivâyetinde ifritin kedi sûretinde Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp yüzüne bir ateş parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe’ye atfedilen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır. Yahya b. Saîd’den nakledilen bir rivâyette Rasûlullah’ın İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir. 1720
Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur’an’da cinlerin güçlerinin sınırlı olduğuna işaret etmek için “kitaptan ilmi olan kişinin” 1721 Belkıs’ın tahtını ifritten daha çabuk getireceği vurgulanmıştır.
Halk edebiyatında ifrit dumandan yaratılmış dev gibi bir cin olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur’an’da yer alan, cinlerin “hâlis ateşten” yaratıldığı bilgisiyle1722 halk edebiyatındaki ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip bulunmasına rağmen bazı büyü vasıtalarıyla emir altına alınabildiği yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk kültüründe ifritin şekli, gücü ve yaptığı işler çerçevesinde oluşan inançlar İslâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere dayanmaktadır.1723
Peri
Peri, pek güzel olduğu kabul edilen bir cin tayfası ve özellikle bunların dişi olanı hakkında kullanılır. Cin tayfasından olduklarından, lâtif varlıklardır, görünmezler. İnsanların çok güzel olanları hakkında da zaman zaman bu kelime kullanılır ve “peri yüzlü, peri gibi” denilir. Halk arasında, bâzı ortamlarda yaşadıklarına inanılır.
Cinlerin pek güzel olarak tasavvur edilen dişisi olarak kabul edilen “peri” terimi, Türk Edebiyatında mecâzen çekici, güzel ve akıllı kadın için kullanılır. Eski Türk Edebiyatında peri, ancak sihir ve büyük yolu ile elde edilebileceği; çeşme, pınar ve hamamlarda bulunabileceği, insanlarla ünsiyete gelmemesi, onlardan kaçması, göze görünmemesi, son derece güzel ve tesirli oluşu, görenin aklını başından alması, bazen insanları kendisine âşık edip bağlaması, çeşitli kılıklara girmesi gibi inanışlar ile ele alınmıştır. Daha çok sevgilinin güzelliğini anlatmak için kullanılır. Şairler genellikle sevgililerinin güzelliğini dile getirmek için onları peri ile kıyaslarlar. Peri, divan edebiyatında ve halk edebiyatında olduğu gibi, Türk masal dünyasında da geniş yer tutmaktadır. Dede Korkut Hikâyeleri’nden Tepegöz’de, Sarı Çoban, pınar başında bir peri kızı ile birleşir. Masalların çoğunda peri, güzelliği kadar iyilikseverliği ile dikkati çeker. Bütün bu özellikleri peri’nin modern edebiyatta da kullanılan bir unsur olmasını sağlamıştır.
1719] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298; Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40, Tefsir 38/2; Müslim, Mesâcid 39
1720] İmam Mâlik, el-Muvatta, Şi’r 10
1721] 27/Neml, 40
1722] 55/Rahmân, 15
1723] Ali Erbaş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516-517
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gûl ve Gûlyabaniler
a) Câhiliyede Gûl İnancı: Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız yerlerde bulunduklarına inandıkları, değişik sûret ve renkli şekillerde görünerek onları yoldan saptırıp helâk ettiklerini kabul ettikleri, cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayâlî varlıklara “Gûl” denir.1724 Bunların dişilerine ise, “Suulât” adı verilir.1725 İbn Sikkit (ö. 244/848) “insanı helâk eden her şey Gûl’dür.”der.1726
Bunların bir yolcuya görünmesi, uğursuzluk kabul edilirdi. Bu yüzden câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından, bu tür yerlerden geçerken “Bu vâdînin sahibine sığınıyorum” diyerek, bir nevi onlardan, zarar vermemeleri için izin isterlerdi.1727 Eğer yolda bir Gûl’a rastlanacak olsa, ne yapılacağı konusundaki inançları ise şöyleydi: “Gûl’a rastlanınca onu bir darbede öldürmek gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tekrar canlanır.” Bir Arap şairi bunu şöyle dile getirir: “Gûl, bana dedi ki: İkinci defa vur. Ben de ona yavaş ol, yerinde bekle hele. Zira ben (kılıcımı) kalbe yerleştirirdim.” 1728
Bir başka şair el-Behrânî, rastladığı bir Gûl ile mücadelesini şöyle anlatır: “Ayın son günlerinde, gece zifiri karanlıkta Gûle bir darbe indirdim, sanki toz duman oluverdi. İkinci defa darbemi indirmiştim ki, (sanki bir) kuvvet onun ehlini koruyordu da (canlanıverdi). Keşke o sağ elim kurusaydı da (o ikinci darbeyi indirmeseydim).” 1729
Câhiliye Araplarının Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenler, onlardan çoluk çocuk sahibi olanların varlığına dahi inanırlardı. Mesala, Amr bin Yerbu’ bunlardandı. 1730
Amr bin Yerbu’ hakkında şöyle bir rivâyet vardır: “Amr bin Yerbu’ Gûl ile evlendi. Ondan çocukları oldu. Onun yanında uzun zaman kaldı. Gûl memleketi tarafından şimşek çaktığı zaman, Amr’a şöyle derdi: “Onu bana gösterme (onu benden gizle). Eğer onu bana gösterirsen, çocuklarını bırakır, memleketime -kavmimin bulunduğu yere- doğru uçarım.” Bundan böyle ne zaman şimşek çaksa Amr, ridasıyla onun gözünü örter ve ona şimşeğin çakmasını göstermezdi. Derler ki bir defasında Amr bin Yerbu’ gaflet etti. Gece şimşek çakmasına rağmen Gülün yüzünü ridasıyla örtmedi o da uçup gitti. Uçarken şöyle diyordu: Amr çocuklarını sıkı tut. Ben çakan şimşeğin yeryüzüne kaçan kıvılcımıyım... 1731
Gûl ile evlenme, yani cinlerle evlenme inancı ülkemizde de yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı ispat etmek çok güçtür. Cinlerle evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da buna dâhildir) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler, sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin ruhî bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.
1724] Kamus, III, 307; Alûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 340; Nevevî, Minhâc (Şerhu Müslim), XIV, 216-217
1725] Nedvî, İslâm Tarihi, Hazırlayan: E. Edib, I, 304
1726] İbn Manzur, Lisân, XI. 507
1727] İbn İshak, Sîre, s. 92; İbn Hişâm, Sîre, I, 201; İbn Manzur, a.g.e., XI, 508
1728] Âlûsî, a.g.e., II, 343
1729] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 344
1730] Âlûsî, a.g.e., II, 340
1731] Alûsî. a.g.e., II, 340, 341
CİN
- 371 -
Türkçemizde Gûl’e, “Gûlyabâni” denildiği gibi, câdu (cadı), hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsinden korkunç yaratıklar kabul edilir.1732 Câhiliye Araplarının sahip oldukları Gûl inancının varlığı, Gûlyabâni şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden geçerken, Câhiliye Araplarının yaptıklarına benzer şekilde “Tû destur!..” denilerek geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına inanılır (Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabânîler hakkında H. Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabânî” isimli eserini de hatırlıyoruz).1733
b) Hadislerde “Gûl” İnancı: Câhiliye Arapları arasında yaygın olan “Gûl” inancının Hz. Peygamber’in hadislerinde hem müsbet hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım hadislerde zahiren “Gûl”ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği ifade edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye çalışalım.
Ebû Eyyüb el-Ensârî’den yapılan rivâyette “Gûl” ile yapılan bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. “Gûl” gelir ondan alırdı. Bundan Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: “Git, onu gördüğün zaman, ‘Bismillâh, Peygambere icabet et!’ de.” Sonra Ebû Eyyüb, “Gûl”ü yakaladı. Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı. Müteakiben Hz. Peygamber’e geldi, Rasûlullah ona: “Esirin ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin etti” dedi. Rasûlullah: “o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye de alışıktır.” buyurdu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ü bir kere daha yakaladı, o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onu yine serbest bıraktı. Sonra Rasûlullah’a geldiği vakit; “Esirin ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin etti. (bıraktım)” dedi. Daha sonra “Gûl”ü üçüncü kez yakalayınca, ona “seni Rasûlüllah’a götürmeden bırakmayacağım.” dedi. Bunun üzerine “Gûl” mukabelede bulundu. “Ben sana bir şey söyleyeceğim... Âyet’el-kürsî; Evinde bunu oku, ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz.” Ebû Eyyüb, Hz. Peygamber’e geldi. Rasûlullah ona: “Esirin ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ün dediklerini anlattı. Rasûlüllah: “Doğru söyledi, fakat kendisi yalancıdır” buyurdu.1734
Tirmizi’nin1735 “Bu hadis hasen-gariptir” diyerek naklettiği bu hadise benzer, çok sayıda hadis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel, Ubey bin Kâ’b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit’in de bu konuda benzer rivâyetleri vardır.1736 Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği zaman farklı ifadelere rastlanmaktadır. Şöyle ki: Bu rivâyetlerden Ebû Eyyûb el-Ensârî ile Ebû Useyd’in rivâyetlerinde geceleri hurma çalan varlık için “Gûl” tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bunun için “Şeytan” kelimesini kullanmış, Ubey bin Kâ’b ise, yeni buluğa ermiş delikanli biri olduğunu anlatarak ona “Sen cin misin, insan mısın?” diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında, elinin köpek ayağına benzediğini, üzerindeki tüylerinin de köpek tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde
1732] Ozon, M.N. Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237
1733] Ali Çelik, a.g.e., s. 133-136
1734] Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 158; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VIII, 183-184
1735] 279/892
1736] Aynî, Umdetü'1-Kâri, XII, 144-148
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ise: “Birisi geldi”, şeklinde meçhul bir şahıstan bahsedilmektedir.1737 Hadislerde anlatılan ortak konu ise, biriktirilmiş zekât hurmalarının çalınması, çalanın yakalanarak Rasûlullah’a götürülmek istenmesi sırasında onun, Âyet el-Kürsi’nin faziletini haber vermesidir.
Tirmizi’nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin rivâyeti hakkında “Bu hadis Hasen-Garibtir” denilmiştir.1738 “Garip hadislerin ise, metin yönünden tek kalmış yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu biliyoruz.”1739 “Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebepten tâbiîler, etbau’t-tâbiîn ve daha sonraki nesillerin hadiscileri, garib hadislere pek rağbet etmemişlerdir. 1740
Buhârî’nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin muallak olduğu (Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç râvinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonuncu kişinin üst tarafındaki kişiden rivâyet edilen hadistir.), hatta İbn Arabi’ye göre Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.1741 Gerek Muallak ve gerekse Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır. 1742
Hadisin rivâyet farkından doğan değişik ifadeler, râvilerin hurmaları çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı aktardıklarını anlıyoruz. Çünkü hurmaları çalan, kimine göre, “Gûl” dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri köpek ayağına benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir şahıstır. Bu farklı ifadeler, her râvinin ya kendi hatırladığı veya kafasında öyle şekillendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret etmektedir.
Mezkûr hadislerin gerek ifade ettiği mânâdaki garabet gerekse sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhârî’nin naklettiği Ebû Hüreyre rivâyetinde hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin tesbit etmiş olmaları1743 bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak ele almamızı gerektirmektedir. Yine Hz. Peygamber’in “Hastalığın bizatihi sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen bir şey de yoktur” 1744 hadisi de, kanaatimizi te’yid etmektedir. Sünnet, Gûl inancını reddetmiştir.” Gûller sizi aldattığı zaman hemen ezan okuyunuz.” 1745 hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak için ezan okuyarak Allah’ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü duygulardan uzaklaşınız manasındadır. Yoksa Gûllerin varlığını kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere bir dâvet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk arasında Albastı veya Alkarası olarak bilinen ve çok kere de ezan okumakla kendisinden kurtulunduğuna inanılan bir inancı da hatırlatmaktadır.1746
Nazar Değmesi
1737] Aynî, a.g.e., XII, 144-148
1738] Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'an 158
1739] Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102
1740] Uğur, M., a.g.e s. 139
1741] Aynî, a.g.e., XII, 144-148
1742] Uğur, M., a.g.e., s. 139
1743] İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 185
1744] Müslim, Selâm, 107-108
1745] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/305-382
1746] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 136-140
CİN
- 373 -
“Nazar” Arapça’da bakış demektir. Türkçe’de de aynı mânâda kullanılır. Bu umumi mânâsının dışında, yaygın bir inanışı dile getiren terim olarak “Nazar değmesi”, az çok herkeste bulunan, mavi gözlü kimselerde daha fazla bulunduğuna inanılan ve böyle kimselerin bakışlarından fırlayan zarar verici, çarpıcı ve öldürücü güç anlamındadır. 1747
1- Câhiliyede Nazar Değmesi: Câhiliye Arapları arasında “Nazar Değmesi” son derece yaygın bir inanıştı. Nazarının değmesi konusunda bazı kimseler çok mâhir idiler. Bilhassa Benî Esed içinde bu özellikteki insanlar çoktu. Hatta onlardan biri, semiz bir deve veya yağlı bir sığır gördüğü zaman, cariyesinde: “Ey cariye, Evden ölçeği ve paraları al, şu hayvanın etinden bize et getir” der. (O sırada) hayvana nazar değer. Cariye, efendisinin dediklerini evden alıp ayrılmadan hayvan, yere düşer, boğazlanır. Cariye de onun etinden satın alır, getirirdi.1748 Câhiliye Arapları, bir kimse hasedlikle ve düşmanlıkla birine bakınca, o, bu bakış sebebiyle hasta olurdu. Onlar bunun için: “Falana nazar değdi” derlerdi.1749
Rivâyete göre Araplardan bir kimse, iki veya üç gün yemek yemez, aç kalır. Sonra çadırının perdesini kaldırır, beklerdi. Oradan bir deve veya bir koyun geçerken görürse: “Bu gün bu deveden daha güzel bir deve görmedim” derdi. Böyle dediği hayvan, bir kaç adım atar ve hemen düşer ölürdü.1750 Bir Arap şairi şöyle der: Bir (toplantı) mahal(lin)de karşılaşınca karşılıklı nazar ederek bakışınca, basılan yer ayaklarının altından kayıverir. 1751
İbn Abbas, bir topluluğa uğrayınca bakışlarıyla kendisini tehdit edenler için şu şiiri söylemiştir: (Onlar) bana kızarmış gözlerle, keçinin kasabın (elindeki) bıçağına baktığı gibi bana keçi bakışıyla baktılar (yani korkak ve ürkek şekilde.) 1752
Bunlardan açıkça anlıyoruz ki, “Nazar Değmesi”, Câhiliye Araplarının çok yakından ilgilendikleri ve tesirinden korktukları, öldürücü ve çarpıcı bir güçtür. Onlar bunu sadece bilmekle kalmıyorlar, onun etkisinden korunmak için de birtakım tedbirlere başvuruyorlardı. Bunların başında “Temâim” adı verilen 1753 nazarlıklar geliyordu. Ayrıca nazarı dokunan kimseye bir kap içinde ellerini, ayaklarını ve izarının altını yıkamasını söylerler, o da yıkar, bu yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin üzerine dökerek, böylece nazardan kurtulunulacağına inanıyorlardı.1754 Ayrıca Rukye (okumak) de yapılıyordu. 1755
Nazar değmesi inancı hemen bütün ülkelerde, kendine has özellikler içinde görülmektedir. Dün olduğu gibi, bu gün hâlâ Avrupa’da özellikle İtalya’da, Balkanlarda ve Rusya’da rastlanmaktadır.1756 Hatta Schwab’larda (Güney Almanya) çocukların alınlarına, nazar değmesin diye insan pisliği sürüldüğü
1747] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII/2607; Meydan Larousse, IX, 257
1748] Bursevî, Rûhu'l-Beyân, X, 127; Emiroğlu, T., Esbâb-ı Nüzul, 38-39
1749] İbn Manzur, Lisân, XIII, 301
1750] Bursevi, a.g.e.. göst. yer; Emiroğlu, T., a.g.e. göst. Yer
1751] Râzî, Mefatihu'1-Gayb, XXX, 1000
1752] Râzî, a.g,e., göst. yer
1753] Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 7-9
1754] Sofuoğlu, M., Sahih-i Müslim Terc, VIII, 37 -Dipnotta-
1755] Müslim, Selâm hadis no: 1725
1756] Tanyu, H. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 213
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaydedilmektedir. 1757
Ülkemizde de, her bölgede nazar inancı yaygındır. Gök mavisi rengindeki gözün, bakışının değmesi ihtimalinin daha büyük olduğuna inanılır. Bunun içinde gök mavisi şeylerle nazar değmesinden korunulacağı düşünüldüğünden, mavi boncuğa önem verilir. Mavi boncuk, nazarlık olarak kullanılır. Bundan başka ülkemizde nazar değmesinden korunmak için, yeşil kahve tanesi, eski para, kurşun, çitlenbik kabuğu ve at nalı gibi şeyler de nazarlık olarak kullanılır. Bu nazarlıklar, kullanıldıkları yere göre değişik şekillerde asılır ve dikilir. Mesela, çocukların omuzlarına dikilir, hayvanların alınlarına yahut boyunlarına asılır, evlerin veya binaların giriş kapılarına konur. Yine ülkemizde nazardan korunma âdetleri arasında sıkça görüleni, nazar uğrayana kurşun dökülmesi, başının üstünden dua ile çevrilmiş tuzun ateşe atılarak patlatılması, üzerlik otunun yakılarak dumanıyla tütsülenmesi gelir, bunlar yapılırken, kendilerine has özel tekerlemeleri de unutulmaz. Şöyle ki: Tuz patlatılırken: “Nazara bozara/Nazar edenin iki gözü bozara” denir. Üzerlik otu tütsülenirken de: “Elemtere fiş/ Kem gözlere şiş; Üzerlik otu çatlasın/Nazar eden patlasın.” 1758
Bazı yörelerde nazar değmesinden korunmak için, nazarından korkulan kişi, çocuğu gördükten sonra, hemen çocuğun yüzü yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Hatta dışarı giderken çocuğa siyah lekeler sürülür. 1759
2) Kur’ân-ı Kerim’de Nazar Değmesi: “O küfretmekte olanlar, zikri/Kur’an’ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle yıkıp devireceklerdi. ‘O gerçekten bir delidir’ diyorlar. Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 1760 Müşrikler Hz. Peygamber’i gördüklerinde, ona karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık sebebiyle gözleriyle onu oklayıp öldüreceklermiş gibi bakarlardı. Bu âyet onların bu psikolojik durumunu tasvir etmektedir. Bu âyetin nazar (göz değmesi) ile ilgili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunmakla birlikte bu kanaat kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Nitekim Şevkânî’nin aktardığına göre,1761 çok yönlü bir âlim olan İbn Kuteybe de âyette müşriklerin Rasûlullah’a nazar değdirmelerinden söz edilmediğini, Rasûlullah Kur’an okuduğunda inkârcıların ona kinle ve düşmanlık duygularıyla baktıklarının anlatıldığını ifade etmiştir. Buna göre âyetin nazarla ilgisi yoktur.1762
Allah Rasûlünü Gözleri ile Yıkmak İsteyenler: İbn Abbas, İbn Mesud, el-A’meş, Ebu Vâil ve Müeahid: “le yuzlikûneke / Seni devireceklerdi” anlamındaki buyruğu: “Canının çıkmasına sebep olacaklardı” yani seni helâk edeceklerdi, öldüreceklerdi diye okumuşlardır. el-Herevî dedi ki: Onlar gözleriyle sana bakıp duruyorlar. Böylelikle sana besledikleri düşmanlıkları sebebiyle Allah’ın seni yerleştirmiş olduğu o üstün makamından kaydırmak, devirmek istiyorlar, demek
1757] Tanyu, H. a.g.e. s. 213, -Eduarda Seliğman Der Böse Blyick Und Vermandes, s. 219'dan naklen-
1758] Yeni Türk Ansiklopedisi, Nazar mad.; Halıcı, Feyzi, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler, (248-52). Mehmet Aydın'ın, "Konya'daki Manevi Halk İnançlarının Dînler Tarihi açısından Tetkiki" isimli makaleden alınmıştır
1759] Ali Çelik, a.g.e., s. 192-195
1760] 68/Kalem, 51-52
1761] Şevkânî, a.g.e., c. 5, s. 319
1762] Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, DİB Y., c. 5, s. 359-362
CİN
- 375 -
istemektedir. el-Kelbî: Seni yere yıkıyorlar, diye açıklamıştır. Yine ondan es-Süddî ve Said b. Cübeyr’den şöyle açıkladıkları nakledilmiştir: Seni risâleti tebliğ etmek görevinden alıkoymak istiyorlar; el-Avfî: Seni yere yıkıyorlar; el-Müerric: Seni yerinden kaydırıyorlar; en-Nadr b. Şumeyl ve el-Ahfeş: Seni fitneye düşürüyorlar; Abdu’1-Aziz b. Yahya: Sana ileri derecede hiddetle, yan yan bakıyorlar; İbn Zeyd: Sana dokunuyorlar (delirtmek istiyorlar); Cafer es-Sadık: Seni yiyorlar; el-Hasen ve İbn Keysan: Seni öldürüyorlar diye açıklamışlardır. Bu da göz ucuyla beni devirdi, gözüyle beni öldürdü, tabirlerine benzemektedir.
Bu âyete nazar âyeti demek ve özellikle nazar duâsı olarak kabul etmek doğru değildir. Kâfirler, peygamberimize o kadar kin duyuyorlardı ki, Kur’ân’ı işittikleri zaman ona yiyecekmiş gibi bakıyorlardı. Âyetin halk kültüründeki “nazar” denilen inanışla herhangi bir ilgisi yoktur. Bu nedenle âyetin nazar duası diye okunması temelsiz ve yanlış bir davranıştır. Çünkü dua, Allah’tan bir şey istemektir. Bu âyette ise Allah’tan istenen herhangi bir şey yoktur. Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.
Âyette “leyuzlikune bi-ebsârihim / Neredeyse gözleriyle seni devireceklerdi” ifâdesinin, göz değmesi anlamına geldiği görüşünde olanlar, görüşlerini hadislerle desteklemişlerdir. Fakat burada kastedilen, Hz. Peygamber’e göz değeceği değil, kâfirlerin ona çok kızgınlıkla, onu yiyecek, devirecek gibi bakmaları anlatılmaktadır. Kelbî kelimesini “Neredeyse seni, mesajın tebliğ edilmesi görevinden çevireceklerdi”, Hasan-ı Basrî: “Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi” şeklinde mânâlandırmış, İbn Kuteybe ise: “Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi” mânâsını kast etmiştir. “Sen Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi, demektir” demiştir. İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, A’meş ve Mücâhid ise bu kelimeyi “leyuzhikuneke” şeklinde okumuşlardır ki “seni helâk edeceklerdi” demektir. 1763
İbn Kuteybe de bunu şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının değmesi gibi, onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah kastetmiyor. Kastettiği şundan ibarettir: Sen Kur’an okuduğun zaman onlar az kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık ve kin ile sert ve keskin bakışlarla bakıyorlar.
Kuşeyrî nazar konusundaki hadis rivâyetlerinin bir kısmını pek isabetli bulmamış ve şöyle demiştir: “İsâbet-i ayn (nazar değmesi), ancak nazar edilen şeyin çok beğenilmesi ve nazar edenin içinden gelen bir hayretle ona bakmasıyla gerçekleşebilir. Bir şeyden tiksinmek, bir şeye kızmak ve öfkelenmek sûretiyle nazar değmesi olmaz. Hz. Peygamber’e kin ve nefret dolu gözle bakıyorlar ve ‘bu, herhalde delinin biridir’ diyorlardı. O bakımdan Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz hakkında bu bapta bir göz değmesi arzusu söz konusu değildir.
İbn Kesir’in görüşüne göre de anlam şudur: Onlar sana olan kinlerinden ötürü seni kıskanırlar. Allah’ın seni koruması ve onlara karşı seni himaye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye kalkışırlardı.
“Gözleriyle seni yıkacaklar” ifâdesine Kelbî, “seni, risaletini tebliğ görevinden çevireceklerdi”, Hasan Basri: “Neredeyse seni gözleriyle öldüreceklerdi”, İbn
1763] Fethu'l-Kadîr: 5/277
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kuteybe: “Allah, gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz değdireceklerdi mânâsını kast etmemiştir. Sen Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi” mânâsını vermişlerdir.
Mevdudi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Sanki bakışlarıyla yiyecekler” Mekke kâfirleri o kadar kızgındılar ki, Kur’an’ı işittikleri zaman Peygamber’i sanki gözleriyle yiyeceklerdi. Onların bu hali İsra Sûresi 73. ve 77. âyetler arasında beyan edilmektedir.
Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Bu bakışlar neredeyse Hz. Peygamber’in adımlarını etkileyeceklerdi. Sarsılmasına, sürçmesine, dengesini ve gücünü kaybedip yıkılmasına neden olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu, onların bakışlarının taşıdığı kin, kıskançlık, çekememezlik, kötülük, intikam, hırs, kızgınlık ve zehirden çok daha etkin anlatımlı bir ifadedir. Bu zehirli ve kızgın bakışlar, beraberinde iğrenç küfürler, âdi sövgüler ve aşağılık iftiralar da taşıyor: “O delidir’ diyorlardı.”
Hârikalar saçan fırça bu sahneyi Mekke’deki genel davet sahnelerinin arasından olağanüstü bir maharetle çizip evrensel perdede tescil ediyor. Böyle bir sahne, ancak kalplerinden ve gözlerinden böylesine kızgın ve aşağılık bir kin akan ileri gelen inatçı ve suçluların yer aldığı bir halkada yaşanabilirdi.
“Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 1764
Kâfirler, gözleriyle bile Peygamberimizi yok etmek istiyorlardı. Bu Kur’ân’ın âyetlerini işittiklerinde gözleriyle Peygamberimizi yemek istiyorlardı.
Bu günde aynısı değil mi? Allah’ın kelâmı her yerde okunmaya başlıyor. Böyle olunca, birilerinin gözleri belermeye başlamıştır. Gözleriyle müslümanları yok etmeye yöneliyorlar, ama Allah (c.c) diyor ki; bu belirli grubun, belirli yörenin, belirli bir ırkın kitabı değil, bütün âlemlere indirilmiş bir zikirdir, bir nasihattir, bir yol göstericidir. İnsanların gönüllerini etkileyecek kelimeler ve iman esasları canlı ve taze olarak hayata tümüyle yansıtılmasını beklerken, yeryüzünü ıslah edip dünyanın ihtiyaç duyduğu huzur ve İslâmî sistem bu Kur’an sayesinde mutlaka bir gün kurulacaktır.
Nazarın etkisini kabul etmeyenler, Kur’ân-ı Kerim’den yola çıkarak önemli deliller ileri sürerler:
1- Allah, bizi haketmediğimiz bir nedenden dolayı, sırf birisi baktı (nazar etti) diye cezalandırmaz. Cezalandırması, O’nun adâlet anlayışına ters düşer.1765
2- İnsanın başına gelenler, kişinin kendi yapıp ettiklerindendir.1766
3- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle baktık diye onun başına gelenlerden biz soumlu tutulamayız.1767
4- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle bakmak kınanmamıştır.1768
1764] 68/Kalem, 52
1765] 11/Hûd, 101; 16/Nahl, 118; 43/Zuhruf, 76
1766] 42/Şûra, 30; 4/Nisâ, 79
1767] 52/Tûr, 21; 74/Müddesir, 38
1768] 3/Âl-i İmrân, 14
CİN
- 377 -
5- Allah isteyip uygun görmedikçe kimse sıkıntı ve zarar veremez.1769
6- Kötülüğü ve zararı başkasından bilmek Kur’ân’ın öğretisine aykırıdır.1770
7- Kur’ân’da nazara (bakışlardaki yıkıcılık) olur veren bir ifade ve nesnel (somut) olarak kanıtlanmış ilmi bir bulg yoktur. 68/Kalem Sûresi 51. âyeti de, İslâm düşmanlarının vahiy elçisi Muhammed’e (s.a.s.) olan öfkelerini ve onu doğru yoldan kaydırma isteklerini anlatmaktadır. Nitekim benzer ifadeler başka ayetlerde de vardır.1771
8- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; sorumsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı başkalarına yüklemektir.
9- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak, toplum içinde insanları birbirine düşürmek, dedikodu ve bölücülük yapmak, dertlerimiz, sorunlarımız, sıkıntılarımızın kaynağını yanlış yerde aramak ve böylece sorunların katlanarak sürmesine neden olmaktır.
Nazara diğer bir kanıt olarak Kur’ân’dan Felak ve Nas sûreleri getirilir. Bu iki sûrede de nazara doğrudan bir vurgu yapılmaz.
Felak sûresinde; kötülüklerden Allah’a sığınmadan söz edilirken, kıskancın yapabileceği kötülüklerden de Allah’a sığınılır. İnsanların birbirine yaptığı yüzlerce kötülük varken, nazarın akla gelmesi dinin mantık dışına itilmek istenmesinden kaynaklannmaktadır.
Kıskançlığa en somut örnek, eşlerin veya sevgililerin birbirlerini kıskanmasıdır. Bu kıskançlıkta eşler, acaba gözleriyle mi, yoksa sözleriyle ve davranışlarıyla mı birbirlerini rahatsız ederler?
Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk getiremez. Eğer böyle bir imkân olsaydı, nazarı en fazla ideolojik alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanlarımızı nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde... İktidar kavgasında muhalefet liderler de sanırım nazardan çokça yararlanabilirlerdi.
Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini yorar da nazarı oana bir zarar veremez! Nazar, ne hikmetse genelde orta halli ailelerde ve özellikle günahsız yeni doğan çocuklara değer!
Cenâb-ı Allah Âl-i İmrân sûresinin 110-120. âyetlerinde kıskanç/kindar insanların şahsiyeletlerinden bir kesit sunmaktadır. Bizim dışımızdaki inkârcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu âyetler bildirmektedir. Ama sabreder ve Allah’tan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!
İslâmî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur. Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak “ nazar manyetik dalgalarıyla”(!) tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle bağlı olamaz, olmamalıdır.
1769] 6/En’âm, 17-71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/Enbiyâ, 6; 22/Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkâf, 4-5; 48/Fetih, 44
1770] 4/Nisâ, 78-79
1771] 17/İsrâ, 73-76
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu arada, eğer nazar varsa, Müslüman olmayanlar, Felak ve Nas sûresi gibi duaları bilmediklerine göre, nazarla ilgili sorunlarını nasıl çözecekler? Yoksa sadece Müslümanlara mı nazar değmektedir? Müslüman olmayanları nazar etkilemez mi?
Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez. Bu konuda 10/Yûnus,102; 48/Fetih, 11 ve 72/Cinn, 21 gibi âyetlerin dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.
İnsanları, Allah’ın dışında, anlamsız korkularla zapt u rapt altına almak, onlara yapılacak en büyük zulûmdür, diye düşünüyoruz. Müslüman, Allah’ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir imkân tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye kapılmamalıdır.
Bir kasabanın, bir ilçenin veya bir ilin tüm insanlarını incelemeye alalım. Bakışlarıyla, bir binayı, bir ağacı, bir insanı deviren kaç kişi bulabiliriz? Bakışlarıyla televizyonu yerinden indiren, arabayı durduran, insanın kolunu-bacağını kıran, gözünü çıkaran, bir elbiseyi yırtan, üzerimize taş fırlatan, altımızdan koltuğu çeken kaç kişi vardır? Bu ve benzeri inançlar, halkı uyutan ve uyuşturan, kendisinden ve kendi gölgesinden bile korkutan inançlardır. Böylesi inancın yaygarasını koparanlar; nazar ve büyü teraneleriyle, evinde eşya bozulunca faturayı komşuya, çocuk başarısız olunca faturayı bir başkasına çıkararak halkı farkına varmadan birbirine düşürmektedir. Çünkü onlara göre, nazarın kimde olacağı belli olmaz, kimin kime zarar vereceği de belli olmaz. Onlar, nazar, büyü vb. inançlarla insanların başarısızlıklarını, sıkıntılarını, hastalıklarını ve zararlarını gizemli bir şekilde başkalarına yıkmakta, sorumluluğu başkalarına yüklemekte ve insanları birbirlerine düşman etmektedirler.
3) Hadislerde Nazar Değmesi: Hadislerde, nazar değmesi bir vâkıa olarak anlatılmış ve onun, hak (gerçek) olduğu belirtilmiştir.1772 Konuyla ilgili hadislerden bazı örnekler görelim:
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsaydı, onun önüne nazar değmesi geçerdi.” 1773
“Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar.” 1774
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsa idi, nazar değmesi geçerdi. Sizden yıkanmanız istendiğinde vücudunuzu yıkayın.” 1775
Son hadiste geçen “Sizden yıkanmanız istenince (vücudunuzu) yıkayın” sözünden maksad, yukarıda zikrettiğimiz, Câhiliye Arapları arasında uygulanan ve kendisine “nazar abdesti” de denilen bir çeşit, nazardan korunma âdetidir. Sünnetin de kabul ettiği anlaşılan bu âdetin, nasıl yapıldığı hakkında değişik rivâyetler vardır. Bu rivâyetlerden biri şöyledir: Bir kap içinde su doldurulur. Kap yere konmaz, (ondan nazarı değen kimse) bir avuç alarak mazmaza yapar ve suyu yine kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alır, sağ elini; sağ eliyle su alarak, sol elini yıkar. Dirsekleriyle topuklarını yıkamaz,
1772] Müslim, Selâm, 41/11, 1719
1773] Müslim, Selâm, 42/11, 1719
1774] İbn Kesir, Tefsir, IV/411
1775] Müslim, Selâm 42/11, 1719
CİN
- 379 -
sonra bu şekilde sağ ayağını sol ayağını yıkar. Sonra izarının altını (bazıları bunu avret mahalli diye anlamışlardır) yıkar. Böylece yıkama işini bitirir. Yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin arkasından döker. Nevevî diyor ki bu mânâyı tahlil etmek ve hakikatini anlamak mümkün değildir. Bizce bilinen şeylerin hepsinin sırlarına ermek aklın kuvveti dâhilinde değildir. Onun mânâsını akıl almıyor diye de reddedilmez.” 1776
Bununla beraber, nazarı değen kimsenin bu şekilde abdest almaya mecbur edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazıları: Bir kimsenin nazarı değdiği anlaşılırsa, ondan korunmak icap eder. O yerin halkı, onun nazarından korunmalıdır1777 şeklinde görüş ileri sürmüşlerdir. Hatta “Onun evine kapanmasını temin etmeli, fakirse yetecek rızık vermeli” tarzında yorumlar yapılmıştır. Fakat nazardan korunmanın en mâkul ve uygun olanı, bu konudaki me’sûr duaları okumaktır.1778 Bu duaların okunması, Hz. Peygamber tarafından bizzat istenmiş1779 ve öğretilmiştir. 1780
Öğretilen ve okunması tavsiye edeline bu dualar, Allah’ın varlığını, birliğini yani Tevhidi içeren ve sadece O’na sığınmayı anlatan metinlerdir. Yoksa Câhiliye Araplarının yaptığı gibi, birtakım “temâim ve nazarlıklarla, kâhinlerin, arrafların, afsuncuların, sihirle uğraşanların, cinlerle irtibat halinde olduklarını iddia edenlerin okudukları tekerlemeler değildir. Çünkü sünnetin koyduğu her şey, Tevhid’i korumaya daima özen göstermiştir.
Nazar değmesi inancı, hemen her toplumda görüldüğünden, kendine has karakter ve yorumlarıyla, yeni şekilleriyle bürünmüş olarak ortaya çıktığından, menşeinin hangi toplum olduğunu tesbit etmek oldukça zordur. Ancak psikolojik temelleri olduğu muhakkaktır. Hatta şöyle de denilebilir: Belli bazı renklere karşı hassas olan kimselerin, o renge sahip gözleri olan kimselerin bakışlarının etkisinde kalabileceklerini düşünerek tedirgin olmaları halidir. Olay, şuur altındaki hissiyatın açığa çıkması olarak da anlaşılabilir. Hadiste geçen “Nazar Haktır” ifadesi de, bize böyle bir etki altında kalmanın mümkün olduğunu anlatmak için söylenmiş olabilir. 1781
Bir şeye bakmak anlamına gelen nazar tasavvufta şeyhin, mürşidin müridine, salikine, manevi yolla bakması, feyiz vermesi; Türk kültüründe ise göz değmesi, bir olayı ve belli bir biçimde ele alma demektir.
İslâmî kaynaklarda “isabet-i ayn” olarak geçen ve kültürümüzde daha çok “nazar değmesi”, nazara gelmek, nazara uğramak, göz değmek tabirleri kullanılan “nazar”, özellikle açık mavi gözlü, keskin bakışlı kimselerin bir insana, hayvana veya güzel bir eşyaya, âlete, işe vb. şeye bakması ile ona etki etmesi, zarar vermesi, insanın hastalanması, eşlerin, ailenin, ortak iş yapanların huzursuz ve geçimsiz olması, düzenin bozulması, işlerin kötüye gitmesi anlamında kullanılmaktadır. Kötü gözle, kıskançlıkla bakmanın etkili olduğu, insanın olumsuz yönde etkilendiği, hatta hastalığa sebep olduğu yaşanan, bilinen, görülen,
1776] Nevevî, el-Minhac, XIV, 172
1777] Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX/607
1778] Müslim, Selâm 172; Buhârî, Tıb 24
1779] Müslim, Selâm 1725
1780] Müslim, Selâm 46-47/11, 1723
1781] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 192-198
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözlenen bir olgudur. Peygamber (s.a.s.) “Göz değmesi gerçektir”1782 buyurmuştur. Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunmak, Allah’a dua etmek sûretiyle, nazar değmesinden kurtulmak mümkündür. Göz değmesi ve psikolojik hastalıklara karşı rukye ile (okuyup dua ederek) tedavi edebileceğine dair hadisler vardır.1783 Peygamberimiz (s.a.s.), “Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Ey acıyı, sıkıntıyı, hastalığı gideren Allah, bu hastaya şifa ver, çünkü sen şifa verensin, Senden başka kimse şifa veremez. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık kalmasın.” diye dua etmiştir.1784 Yine Peygamberimiz kötülüklere, kötü insanların şerlerine karşı, “Yarattıklarının şerrinden tam kelimeleriyle Allah’a sığınırım” şeklinde dua edilmesini, Allah’a sığınılmasını tavsiye etmiştir. 1785
Maddî manevî her türlü hastalık için, tedaviye başvurmak, doktora gitmek asıldır. Ancak şifayı verenin, ilaçlarda devayı var edenin Allah olduğu unutulmamalıdır. Göz değmesi, korkma vb. psikolojik hastalıklarda kişi dua ederek, Allah kelâmı olan Kur’ân âyetlerini ve sûrelerini okuyarak kurtulmaya çalışabilir. Ancak nazar değmesin diye muska, nazar boncuğu denilen gök boncuk, ağaç parçası, at nalı, kafatası vb. şeyler takmak, nazardan kurtulmak için kurşun döktürmek, tütsü yapmak doğru değildir. Bunların din ile tedavi ile bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz bu tür şeyleri hoş görmemiş, nazarlık takılmasını men etmiştir.1786
Sihir/Büyü
Sihir, yapılış şekli ve meydana getirdiği etki açısından, uzmanlık gerektiren bir sanattır, inanç değil de sanat olan bu olayı, halk inançları içinde görmek her ne kadar, ilk anda yadırganacak bir husus ise de, meydana getirdiği etkinin şiddetinden dolayı, halkta uyandırdığı tepki, ona âdeta inanç hüviyyeti kazandırmıştır. Biz meseleye bu yönü itibariyle yaklaşarak sihri, halk inançları arasında incelemeyi uygun bulduk.
Sihir, lügatte, “ne olursa olsun sebebi gizli olan şey” demektir. Şer’î örfte ise, “sebebi gizli olmakla, hakikatin hilafına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey” demektir. “Esrarengiz gizli sebeple incelik, zahirî cazibe, hud’a kötü maksat, sihrin mâhiyetini teşkil eder. İnsafsızlık ve ahlâksızlık sihrin köküdür.1787
Türkçemizde sihir: “Büyü, cadılık, gözbağcılık olarak bilinir.”1788 Bu işin bir çeşit illizyon (illustion) olayı olduğu da düşünülebilir. 1789
1) Câhiliyede Sihir: Sihir, Câhiliye Araplarının inanç dünyasında, etkin bir yere sahiptir. Onlar, görmedikleri bir şeyden ya da alışmadıkları, duymadıkları şeylerden sözeden, konuştuğu konularda birtakım gizli kapalı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini gördüklerinde onu, büyünün (sihrin) etkisine girmiş kabul ediyor, onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı. Duydukları bu yeni şeyler
1782] Buhârî, Tıb 36; Ebû Dâvûd, Tıb 15
1783] Ebû Dâvud, Tıb 18
1784] Ebû Dâvud, Tıb 19; Buhârî, Tıb 38
1785] Ebû Dâvud, Tıb 19
1786] Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39); Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Y.
1787] Râğıb, Müfredat, s. 331; Yazır, M. H., Hak Dini
1788] Kamus, I, 887-888
1789] Redhause, English-Turkish Dictionary s. 483
CİN
- 381 -
onlar için, sanki sihirden başka bir şey değildi.1790 Onlarda, şeytanlarla büyü ve büyücüler arasında öğrenci-öğretmen ilişkisine benzer bir ilişkinin olduğuna dair anlayış vardı. Büyücünün, kişi ile hanımı arasını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı.1791 Cinlerin, dâhî kimselerle ilişki kurdukları şeklindeki Câhiliye inancı, sihirbazların da tıpkı kâhinler gibi, cinlerle ilişki kurduklarını, onları kendi işlerinde kullandıklarını ifade ederek insanlar üzerinde etkili olmaya çalışmaları, Câhiliye Araplarını cinlerin, sihirbazlara yardımcı olduklarını zannetmeye sevketmiştir. 1792
Birtakım rivâyetlerden öğrendiğimiz gibi, sihir denilince ilk akla gelen, Beni Züreyk’li bir Yahudi olan Lebid bin A’sam’ın Hz. Peygambere sihir yaptığı rivâyetidir.1793 Bu olayın varlığı tartışmalı olmakla birlikte, anlaşılan şudur ki, sihir olayı Câhiliye Arapları arasında yaygındı. Bu işi bilen, sanat edinmiş kişiler, o devirde çok sayıda bulunuyordu. Kur’an’da: “Büyü, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler” kavramlarının, defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin, Hz. Peygamber’i büyücülükle itham eden sözlerinin hikâye edilişi, Arapların İslâm’dan önce, sihir ve sihirbazları bildiklerine ve onlarla sıkı münasebet halinde olduklarına güçlü bir delildir. 1794
2) Hadislerde Sihir: Büyü, afsun, nirenk ve füsun gibi tabirlerle de ele alınan sihir,1795 değişik münasebetlerle Kur’an’da iştikakıyla birlikte 80’den fazla yerde geçmektedir.1796 Hz. Peygamber’in hadislerinde zikri geçen sihir, hüküm itibariyle, reddedilmiş, bu, “sihir yahpmak şirktir”;1797 “Sihre inanan cennete giremez” 1798 şeklindeki hadislerle ifade edilmiştir.
Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde, Hz, Peygamber’in kaçınılmasını istediği yedi şeyden biri de büyüdür (sihirdir).1799 Hadiste geçen diğer altı şey ise: “Allah’a şirk koşmak, zina yapmak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına iftira atmak). Başka bir hadiste ise: “Kim düğüm bağlar, sonra da ona üflerse sihir (büyü) yapmış olur. Sihir (büyü) yapan da şirke girmiş olur.” 1800
Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı gibi, sihir yapmanın, bununla meşgul olmanın haram olduğu, günah-ı kebâirden sayıldığı görülmektedir. Bununla beraber konuya daha geniş açıdan bakarak bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlar genel hatlarıyla şöyle hülasa edilebilir:
Farklı görüşler ileri sürenlerden biri Nevevî’dir.1801 Şöyle der: “sihir yapmak
1790] 7/A’râf, 132; 5/Mâide, 110; 10/Yunus, 76; 11/Hûd, 7; 27/Neml, 13; 26/ Şuarâ, 34; 38/Sâd, 4; 51/Zâriyât, 52
1791] 2/Bakara, 102
1792] Taberî, Tarih, I, 445; İzzet Derveze, Asrun-Nebî, s. 294-298
1793] Buhârî, Tıb 47, 49, 50, VII, 28-30; Cizye 14, IV 68, Edeb 56, VII, 88; Müslim, Selâm 43, II, 719
1794] İzzet Derveze, a.g.e., s. 271; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 199-201
1795] Pakalın, M.Z., Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III., 211-217
1796] 7/A’râf, 115-116, 132; 20/Tâhâ, 55-56, 71; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yunus, 76-77, 81; 11/Hûd, 7; 21/Enbiyâ, 3; 26/Şuarâ, 40
1797] Nesâî, Tahrim, 9/VII, 112
1798] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 339; III, 33
1799] Buhârî, Vesaya, 23/111, 195; Hudud, 44/VIII, 33; Tıb; 48/VII, 29; Müslim, İman, 145/1, 92
1800] Nesâî, Tahrim 19/VII, 112
1801] ö. 676/1277
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haramdır. Kebâirden olduğu hususunda icmâ vardır. Rasûlullah (s.a.s.), sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bazı sihir vardır ki, onu yapmak küfürdür, bazısını yapmak ise günahtır. Söz gelimi, içinde küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan sihir, küfürdür, bu şekilde olmayanlar için küfür hükmü verilmez. Ancak sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haramdır. Şâyet, mâhiyetinde küfrü gerektiren bir şey varsa, bunu öğrenip öğretene tevbe teklif edilir, tevbe etmezse öldürülür. Küfrü gerektiren şey olmadığı takdirde, azarlanır (ta’zir edilir).” 1802
Sihir konu edilince, Hz. Peygamber’e Lebid bin A’sam ve kızlarının sihir yaptıkları rivâyeti hemen akla gelmektedir. Bu meselenin aslı nedir? Konu ile ilgili rivâyetlerin durumu nasıldır? Bu konuda kısaca durmak yerinde olacaktır.
Hz. Peygamber’e Sihir Yapılmış mıdır?
Buhârî ve Müslim’in Hz. Âişe’den yaptıkları bir rivâyette şöyle denilmektedir: “Hz. Peygamber’e (Yahudiler tarafından sihir yapıldı. Öyle ki Rasûlullah (s.a.s.), yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken, Allah’a dua etti. Sonra tekrar dua etti ve dedi ki:
-Ey Aişe, hissettin mi? Sorduğum hususta Allah bana bilgi verdi.
-Hangi hususta Ey Allah’ın Rasûlü? dedim.
-İki kişi bana gelip biri baş tarafıma diğeri ayak tarafımda oturdu. Biri diğerine:
-Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi.
-Büyüdür, dedi. Önceki tekrar sordu: Kim yapmış?
-Lebid bin A’sam adındaki Beni Züreyk’li bir Yahudi, diye cevap verdi. Öbürü:
-Büyüyü ne yaptı? dedi. Arkadaşı:
-Bir tarakla saç döküntüsünü, bir erkek hurma tomurcuğunun içine (koyarak sihir yaptı) dedi. Diğeri:
-Pekâlâ, şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı; ‘Zervan kuyusunda’ cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), ashabdan bir grupla birlikte kuyuya gitti. Ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra benim yanıma dönüp:
-Ey Âişe, Allah’a yemin olsun ki, kuyunun suyu, sanki kına ile ıslatılmış gibi (bulanık,) ve (o kuyunun suyu ile sulanan) hurma ağaçlarının başları da, sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben:
-Ey Allah’ın Rasûlü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum.
-Hayır, dedi ve ilâve etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lutfetti ve ilâve verdi. Ben ondan halka bir şey gelmesine sebep olmaktan korktum, kuyunun kapatılmasını emrettim de kuyu kapatıldı.1803
Bu konuda başka bir rivâyet şöyledir: Zeyd bin Erkam naklediyor: Rasûlullah’a
1802] Nevevî, Minhâc, XIV, 176
1803] Buhârî, Tıb 47, 49, 50 VII, 28-30; Cizye 14/IV, 68, Edeb 56/VII, 88; Müslim, Selâm 43/11, 1719
CİN
- 383 -
(s.a.s.) sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta düştü. Sonra Cebrail (a.s.) gelerek: “Seni Yahudilerden bir adam zehirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı.” dedi. Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’yi gönderdi. O, düğümü oradan çıkarıp çözdü. (Sihir çözülünce) Rasûlullah (s.a.s), bağdan kurtulmuş gibi kendine geldi. Rasûlullah (s.a.s.) bunu Yahudiye söylemedi ve onun yüzünü hiç görmedi.1804
Bazı rivâyetlerde, vak’a daha teferruatlı anlatılmaktadır. Bunlardan birinde gelen ziyade, burada kayda değer. “Hurma tomurcuğunun içerisinde mumdan bir timsal/heykel vardı. Bu Rasûlullah’ın timsâli idi Timsale batırılmış iğneler vardı. Ayrıca üzerinde on bir adet düğüm vurulmuş bir de kiriş vardı. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) Muavvizeteyn sûrelerini indirdi, bunlardan bir âyet okundukça, bir düğüm çözüldü, bir iğne çıkarıldıkça onun elemini hissetti, bunlar tamamlanınca rahatladı.”1805
Bu olayın, hicretin yedinci senesinde Medine’de cereyan ettiği ifade edilir. Bu konudaki rivâyetler, Buhârî ve Müslim’in dışındaki başka kaynaklarda da yer almaktadır. Tartışmaya konu olan tarafı ise: Hz. Peygamber’e gerçekten sihir yapılmış mıdır? Yapılmışsa, bunun peygamberlik müessesesiyle bağdaşıp bağdaşmıyacağı hususudur.
Mâzirî (ö. 536/1142), Hz. Peygamber’e sihir yapılıp yapılmadığı konusunda şu görüşleri savunur: “Rasûlullah’ın Cenâb-ı Hak’tan naklettiği meselelerdeki sıdkı (doğruluğu) hususunda ve tebligatında ismet’e (İlâhî korunmaya) mazhar olduğu hususunda delil ikame edilmiştir. Pek çok mucize, O’nun tasdik edildiğine kesin deillerdir. Aksine delil tecviz etmek bâtıldır. Ancak asıl gönderiliş gayesinin dışında kalan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen bir kısım dünyevî işlere, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi mâruzdur, hastalıklar gibi. Öyleyse herhangi dünyevî bir meselede, hakikat olmayan bir zanna düşürülmesi akıldan uzak değildir.” Mâzirî ilaveten der ki: “Esasen Rasûlullah’ın zanna düşürülmesi hususu, bazı rivâyetlere göre, zevceleriyle beraber olmadığı halde beraber oldu zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara, rüyada insanlar sıkça düşer. Uyanık halde iken düşmesi de imkândan uzak değildir.1806
Muhammed Ebû Şehbe bu konuda, “Difâun ani’s-Sünne”1807 isimli eserinde İbn Kayyım’ın (ö.751/1350) şu sözlerini kaydeder: “Buhârî ve Müslim (sihirle ilgili) hadisin sahih olduğunda ittifak etmişlerdir. Ayrıca hadisçilerden hiç bir kimse, bu hadis hakkında ileri geri laf etmemiştir. Hadis, tefsir, tarih ve fıkıh ehli tarafından bilinen meşhur bir hadistir. Bu kimseler, böyle konuları Kelamcılardan daha iyi bilirler. Sonra Rasûlullah’ın başına gelen sihir, gelip geçici, Allah’ın kendisine şifâ verdiği bir hastalıktı. Bunda ise ne bir ayıp vardır ne de bir kusur. Çünkü peygamberler de pekâlâ hastalanabilirler, hatta bayılabilirler de...” 1808
Kadi Iyaz konuya daha değişik açıdan bakarak, ‘’Sihir Hz. Peygamber’in sadece vücudu ve âzâları üzerinde tesirini gösterdi, onun temyiz gücünde ve
1804] Nesâî, Tahrîm 20/VII, 112
1805] İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, X, 188
1806] İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, X, 185
1807] Türkçeye Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafından "Sünnet Müdafaası" adıyla 2 cilt halinde tercüme edilmiştir.
1808] M. Ebu Şehbe, Sünnet Müdafaası, II, 157-158; İbn Kayyım, et-Tefsir, 5 64-5 72'den naklen
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşüncesinde (yani aklında) göstermedi” der. 1809
Görüldüğü gibi görüşlerini sunduğumuz İslâm bilginleri, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığını, fakat onun peygamberlik görevini etkilemediğini, sadece bir çeşit hastalık niteliğinde olduğunu belirtmektedirler. İbn Kuteybe de aynı kanaattedir. 1810
“Hz. Peygamber’e sihir yapılmıştır ve O da sihrin etkisinde kalmıştır” şeklindeki bir inanç-etkilenme ister sadece bedenî yönden olsun, isterse aklî yönden olsun peygamberlik müessesesi ile bağdaşmaz diyen İslâm bilginlerinin başında Nazzam (ö. 221/835) gelmektir. Mu’tezile, Hz. Peygamber’e sihir yapıldı demenin, Kur’an âyetlerine aykırı olacağını savunarak “bu fikirde ısrar etmiş, sihirden teessürün (etkilenmenin) mansıb-ı nübüvvete yakışmayacağını” söylemişlerdir.1811 İmam Maturidi’den (ö. 331/942) nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam burada merviy olan (rivâyet edilen) sihir hadisi metruktür. Metruk Hadis: Hadiste yalan söylemek ithamına mâruz kalan yahut söz veya fiilinde fıskı açığa çıkan yahut da çok yanılma ya da gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına rivâyet ettiği hadise denir.1812 Çünkü bundan, kâfirlerin Hz. Peygamber’e meshûr (sihirlenmiş) demelerinin sıdkı (tasdik edilmesi) lâzım gelecektir. Bu ise Kur’ân-ı Azimü’ş-şân’ın nassına muhâliftir”1813 der.
“Ancak şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, (sihir yapıldı ve Hz. Peygamber ondan etkilendi şeklinde nakledilen) bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile, Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildirler. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değildirler. Haber-i âhad: Bir nesilde bir tek râvi tarafından rivâyet edilen habere, haber-i vâhid; birkaç nesilde birer râvi tarafından rivâyet edilene haber-i âhad denir.1814 Haber-i ahad’ın sıhhati ise, itikadın cevazını ifade etse bile, vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına dahi kail olanlar vardır.1815 Muhammed Abduh da konuya benzer ifadelerle temas ederek şu açıklamayı yapar: “Nübüvvetin ne olduğunu ve onun gereklerini idrâk edemeyen mukallidlerin büyük bir bölümü şöyle derler: “Rasûlulah’ın büyülendiğine dair bize ulaşan rivâyetler sahihtir... Kuşkusuz bu haberde geçen sihir, Kur’an’da varlığına işaret edilen sihir türlerinden biridir.” Bakın, sahih din ve açık bir gerçek, mukallidlerin nazarında nasıl bid’ate dönüşüveriyor. Bundan Allah’a sığınırız. Sihrin sübûtu hususunda Kur’anla ihticac edip, Rasûlullah’ın sihirden berî (uzak) olduğunu ifade eden mutlak âyetlerden nasıl yüz çevirebiliyorlar?1816
1809] İbn Hacer, a.g.e., X, 185
1810] İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, s. 177
1811] Yazır, M. H., Hak Dini Kur'an Dili, XI, 6356
1812] Kemalü'ddin et-Tai, Rîsâletün fi Ulûmi'l-Hadis ve Usûlihi, s. 91; Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 222
1813] Yazır, M. H. a.g.e., IX., 356
1814] Kemalüddin et-Tâî, a.g.e.; s. 67; Uğur, M-, a.g.e. s. 1; Koçkuzu A.O., Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vâhidlerin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s. 78-80
1815] Yazır M. H., a.g.e., IX 6356
1816] O âyetler: 17/İsrâ, 47; 25/Furkan, 8 -Âyetlerin meali: "Biz onların seni dinlerken, ne sebeble dinlediklerini, kendi gizli konuşurken de zâlimlerin 'Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini gayet iyi biliyoruz.” -17/İsrâ, 47-“...Ve zâlimler "Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uymuyorsunuz" dediler" -25/Furkan, 8-
CİN
- 385 -
Bu âyetleri te’vil edip de, sihrin varlığını ispat ettiği söylenen âyetleri neden te’vil etmezler? Kaldı ki müşriklerin maksatları ortadadır. Onlar, Rasûlullah’ın şeytanla ilişkide olduğunu söylüyorlardı. Bu ise oların nazarında sihir türlerinden biriydi. Rasûlullah’ı büyülediği söylenen Lebid bir el-A’sam’m büyüsü de bu büyünün aynıydı ve müşriklerin iddialarına göre Rasûlullah, bu büyünün tesiriyle aklını ve idrâk gücünü karıştırmıştı.
İtikad edilmesi gereken husus; Kur’ân-ı Kerim’in kati olduğu ve Allah Rasûlünden tevatüren bize kadar geldiğidir. Gerçekten itikada lâyık olan onun ispat ettiği; îtikad edilmemesi gereken de onun nefyettiğidir. Rasûlullah’ın sihirden ve büyülenmekten emin olduğunu Kur’an ifade etmekte olup, onun büyülendiğine dair iddiaları da, düşmanları olan müşriklere isnad etmekte ve onları bu iddialarından dolayı kınamaktadır. Öyleyse, o kati sûrette büyülenmemiştir. Sahih olduğunu varsaysak dahi, bu, âhad bir hadistir. Akideye taalluk eden meselelerde ise âhad haberle amel edilmez.1817
Bununla beraber bu meseleyi Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid’at ve İ’tizal meselesi gibi tasvir etmek de, sihri haddinden fazla büyütmek gibi bir ifrattan hâlî olmaz.1818 Ancak bahsimize konu olması hasebiyle, “Hz. Peygamber’e sihir yapılmış mıdır?” sualine cevap olarak sunduğumuz bu açıklamalarda varılan sonuç, Muhammed Abduh’un da gâyet açık olarak ifade ettiği gibi Rasûlullah’a büyü yapılmamış olduğu kanaatinin daha makul olacağı yönündedir. Bu konudaki hadisler te’vile muhtaçtır.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr;büyülenmiş” dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular: “...Zulmedenler dediler ki:
1817] Mahmud Ebû Reyye, Advâ Ala's-Sünnetil-Muhammediye, terc. Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, s. 3790-380, Muharrem Tan
1818] Yazır, M. H. Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6357
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.” 1819; “Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” 1820
Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından deli edilmiş) de değildir: “ (Ey Muhammed!) Sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?” 1821; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.”1822; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed) mecnun değildir.” 1823
Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.” 1824
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz” 1825; “Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.”1826; “Onlar (iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların işini düzeltmez.”1827 Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir ettiğiyle ilgili rivâyetler, büyücülerin başarılı olamayacağını ifade eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları da düşünülemez.
Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur: Büyünün en etkin şekilde ve insana zarar verecek tarzda kullanılmasının (kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu söylenir. Hâlbuki kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır. Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.”1828 Allah, İblis’in kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de bana hemen icâbet ettiniz.”1829; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için) vekil olarak Rabbin yeter.” 1830;
1819] 25/Furkan, 8-9
1820] 17/İsrâ, 47
1821] 52/Tûr, 29-30
1822] 68/Kalem, 2
1823] 81/Tekvîr, 22
1824] 5/Mâide, 67
1825] 20/Tâhâ, 69
1826] 10/Yûnus, 77
1827] 10/Yûnus, 81
1828] 16/Nahl, 98-99
1829] 14/İbrâhim, 22
1830] 17/İsrâ, 65
CİN
- 387 -
“Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).”1831; “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır.” 1832
Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz. Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince; inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen rivâyetler de bunlardır.” 1833
Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu. Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye; Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü yapan üfürükçüleri şerrinden” 1834 âyetinin sihirle ilgili olması, diğer âyetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.” 1835
Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadin sıhhati ise itikadın cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada, rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bunda kâfirlerin Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olması gerekecektir. Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir” demiştir. 1836
1831] 15/Hıcr, 42
1832] 26/Şuarâ, 221-223; yine bk. 16/Nahl, 100
1833] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
1834] 113/Felak, 4
1835] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312
1836] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz” 1837 demektedir.
Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim (etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir” 1838 demektedir.
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş” diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah’a ait olduğu, ne kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmayı emretmektedir. Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan, onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden Allah’a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden Allah’a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.
Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir. Orada bir avuç müslüman, bir yandan her biri birer şeytan gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan müşrik insanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah’a sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...” 1839 âyeti, insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse Allah’a sığın.”1840 âyeti de bu gibi telkinlerden Allah’a sığınmayı emretmektedir. Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.
Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi
1837] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200
1838] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 9, s. 6358
1839] 6/En’âm, 112
1840] 7/A’râf, 200
CİN
- 389 -
çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.
Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği, siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi, Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden çekinmek lâzımdır.
Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını vaad etmiştir.1841 Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...” 1842; “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...” 1843 Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını, cinnin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de 1844 bu büyü yalanını reddetmektedir. 1845
Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e yapılan büyünün Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar
1841] 5/Mâide, 67
1842] 17/İsrâ, 47
1843] 25/Furkan, 8
1844] 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
1845] S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermediğini söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin altı ay böyle sürdüğü” anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi” gibi “hayal görme” lafızlarından anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir.
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, insanüstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir. Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz. Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır. Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi söz konusu değildir.
Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd bin el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden
CİN
- 391 -
medet uman, ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına, maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da (onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır.
Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir”1846 demektedir.
Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söylemiştir.1847 Büyünün Hz. Peygamber’e tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi” tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta yarar vardır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. 1848
Sihrin Menşei/Kaynağı
Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmekteyiz. Kur’an’ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği zamanında sihrin
1846] Buhârî, Tıb 49
1847] Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60
1848] Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A.Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 268-291
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafından insanlara öğretildiği şeklindedir. 1849
Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi’nde, “Sihir” maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda aynı şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler’de (Eski Yunan), Bâbil’de, Mısır’da, İran’da, Keldâniler’de, Hintlilerde ve İbn İshak’a dayandırarak eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek, düşmanları öldürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna işaret eder.”1850
İslâm öncesi Arabistan’da sihir, Arapların kendileriyle yakın ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar gibi halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar, tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabii ki sünnette meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun dışındadır), yıldızlara bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve dikey olarak toplandığı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli değerlerinden yararlanarak geleceği okumak demek olan Cifir, bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.1851
Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, bu anlamı veren “Sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi ; Maji”, “Magic ; Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılan- ilkel bir çözüm arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere büyünün temelinde üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası, b) ilkellik, c) çözüm arayışı. Bunlardan birincisinin açıklaması şöyledir:
Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün, herkes tarafından anlaşılamayan, herkes tarafından bilinemeyen ve yapılamayan birtakım esrarengiz ilişkilerden ve bu ilişkilere dayanan formüllerden oluştuğu sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin bir inanış ve kanaat olarak vardır. Ancak büyü, çeşitli şarlatanlıkların bazı şekilleridir. Çünkü büyünün gerçek olduğunu kanıtlayan bir kimseye rastlanmamıştır. Ayrıca büyünün bir aldatmaca olduğunu Kur’ân-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymaktadır. Tâhâ Sûresi’nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile Mısır Firavun’u arasında olup biten bir mûcize ile büyü mücadelesi canlandırılmıştır. Bunlardan özellikle 66-69’uncu âyetlerde büyünün içyüzü bütün çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerimelerde özet olarak şöyle bir açıklama vardır:
Firavun’un büyücüleri Hz. Mûsâ’ya, önce hangi tarafın gösteriye başlamasını sorunca Hz. Mûsâ: “Hayır, siz atın.” yani elinizdeki sicimleri ve değnekleri atarak büyü gösterisine önce siz başlayın dediği kaydedilmektedir. 66. ve 67’nci âyetler gösteriyi ve onu şaşkınlık içinde seyreden Hz. Mûsâ’nın ruh halini anlatmaktadır. Bu âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından ötürü, sicimlerinin ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde canlandırılıyordu.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”
66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye kadar içyüzünü ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde canlandırılan asılsız birtakım
1849] 2/Bakara, 101
1850] D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A., X: 599-611
1851] Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211
CİN
- 393 -
kımıldayışlar olduğunu ifade etmektedir. Sicimlerin ve değneklerin, Hz. Mûsâ’nın hayalinde hareket eder gibi göründüklerini kaydeden bu âyetlerden iki farklı anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi: Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte hareket ettikleridir. İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.
Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü gibi asılsız bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak dışıdır. Ama bunu illüzyonistlerin yaptığı gibi bazı hilelere başvurarak yapmak elbetteki mümkündür. Özellikle ilâhlık iddiasında bulunmuş mağrur ve çağının en kudretli hükümdarı olarak Firavun’un, sahip bulunduğu güç ve imkânlarla devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini bularak bu hileleri yaptırması zor değildi. Kur’ân-ı Kerîm, büyünün bir gözbağcılık, bir şaşırtma ve duyuları spekülatif yöntemlerle aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A’râf Sûresi’nin 116’ncı Âyet-i Kerime’sinde açıklamaktadır.
Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri istenince onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir etki uyandırdıklarını Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır: “Mûsâ: ‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini büyülediler. Onları ürperttiler ve muazzam bir büyü ortaya getirdiler.” 1852
Âyet-i kerime’deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.” ifadesi çok açıktır ve bu olaydaki büyünün, gerçek değil, bilakis psikolojik bir etki yaptığını ortaya koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu ilâhî açıklamadan kolayca anlıyoruz ki büyünün birtakım hileler olarak izahı vardır. Bununla birlikte hiçbir gizemli yanı da yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de sicim diye geçen şeylerin -söylentilere göre - içleri birtakım kimyasal maddelerle doldurulmuş hayvan bağırsakları olduğu ve gösteri sırasında bu maddelerin reaksiyona girerek bağırsakların hareket etmesine neden oldukları ihtimali bulunduğu gibi, büyücüler benzer bazı spekülatif işler de yapmış olabilirler.
İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ’nın hayalinde hareket eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de vardır. Şöyle ki:
Hz. Mûsâ, Firavun’un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık seyirci karşısında ve belki de tek başına bulunmak gibi -peygamber bile olsa- insan moralini olumsuz etkileyen bir konumda idi. Allah Teâlâ’ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan Firavun’un, bu şedid ve kanlı diktatörün karşısında bulunmuş olmak ve hele moral verecek bir taraftar kitlesinden yoksun olmak gibi etkenler hesap edilirse Hz. Mûsâ’nın bu olayda ne kadar zor dakikalar yaşadığını tahmin etmek güç değildir. Aslında bu ihtimali araştırmak yersizdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya koymakta ve Tâhâ sûresinde şunları kaydetmektedir: “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O’na, korkma dedik, asıl üstün gelecek olan sensin sen!” 1853
İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur. Onun için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.
Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından ilkelliğidir. Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış ve uygulaması bakımından ne vahye,
1852] 7/A’râf, 116
1853] 20/Tâhâ, 67-68
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ne de akla dayanır. Bilakis vahyi ve aklı hiçe sayan rezil bir düşünce ürünüdür. Bu gerçeği anlayabilmek için hiçbir incelemeye ve araştırmaya bile gerek yoktur. Sadece bir tek büyücü görmek bile büyünün her bakımdan ne olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu sefil insanlar her türlü faziletten yoksun oldukları gibi onlara inanan ya da tuzaklarına düşen zavallılarda bile sağlıklı bir moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.
Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”1854 buyurmaktadır. Büyünün, etki yapmak bakımından bir “hiç” olduğunun, bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.
Büyü, amaç bakımından ilkel ve zararlıdır. Çünkü:
a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte, hatta onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri anlayabilecek bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları için, onların basit düşünce yapıları büyücüler tarafından kullanılmaktadır. Bu ise insan aklının küçümsenmesi demektir.
b) Büyü, akla dayanmadığı gibi vahye de dayanmamaktadır. Bilakis vahiy, sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte ve sihirbazı kâfir olmakla suçlamaktadır. Büyü yapan insanın, İslâm Hukuku’nda cezası pek ağırdır.
c) Büyü, insanların aldatılmasına ve kötü yönlendirilmelerine neden olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta günah karşılığında zarara uğratmaktadır.
Büyü, araç bakımından da ilkel ve zararlıdır: Türüne göre büyüde kullanılan araçlar son derece iğrençtir. Katır toynağından, karga beynine, kıldan dışkıya kadar, büyüde en pis ve en necis maddeler kullanılır. Ne yazık ki bunların bir kısmı da insanlara şu veya bu şekilde yedirilir.
Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli saygısızlıktır. Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle harap olması istenen mekânlar ve zarar görmesi istenen insanlar için yapılan büyülerde- Allah’ın yüce adları ve âyet-i kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve ayakkabı topuklarına, eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere gizli şekilde yerleştirilmektedir.
Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm arayışı olmasıdır. Çünkü büyü ile derdine derman arayan insan, eğer sorunun çözümü için akılcı ve legal bir yol varsa bu yola inanmayacak ya da güvenmeyecek kadar rüşdünü yitirmiş biridir. Eğer tamamen çaresizlik içinde ise bunu, ikinci bir çaresizlikle birleştirecek kadar Allah’ın feyiz ve nurundan uzak, bilakis dalâlet karanlığına saplanmış biridir.
Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde kullanılmış olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü) Kur’ân-ı Kerîm’de sözü edilmiş ve işlenmiş bir konu olarak vardır. Elbette ki büyü tarih boyunca insanları meşgul etmiş bir hâdisedir. En uygar sanılan toplumlar içinde bile sihir yapan ve sihre inanan insanlar bulunmuştur. Onun için sihrin bir toplum gerçeği olarak var olduğunu inkâr etmek imkânsızdır.
İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı bir yorum getirmiş ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır. Eğer büyünün gerçek
1854] 20/Tâhâ, 69
CİN
- 395 -
anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de sonunda hayal kırıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başarıya ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldı ki büyücülere meydan okuyan insanlar hiçbir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamışlardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu ortaya koyan başlıbaşına bir kanıttır.
Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerîm’in 113’üncü Sûresi olan Felak Sûresi’nin 4’üncü Âyet-i Kerime’sini göstererek büyünün şerri hakkında bir kanaat ortaya koymak istemişlerse, hemen ifade etmek gerekir ki bu âyet-i kerime’de şerrinden söz edilen büyü değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren” büyücü kadınlardır. Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!
Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini vererek duygusal insanların psikolojisini olumsuz yönde etkileyen kadınlar (veya erkekler) bulunmuştur. Genelde câhil topluluklar arasında faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğümlemek, bu düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kurşun dökmek ve kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçinmeye çalışırken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili olabilmektedirler. Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şerrine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inanmak küfürdür. Yani İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülüğün en tehlikelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılığında ücret vermek, hem işlediği bu ağır günaha karşılık onu ödüllendirmek, hem zararlı bir faaliyete değer biçmiş olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından elbette ki bu yapılanların hepsi şerdir, kötüdür. Rabb’imiz işte bütün bu kötülükleri işleyen kadınların şerrinden kendisine sığınmamızı istemiştir.
Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini kazanamamış, vicdanlarda mahkûm olduğu için hep gizli yapılmış ve büyü yapanların da yaptıranların da sonu daima pişmanlık olmuştur. 1855
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcılık etmek demektir. Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.1856 Kâhin, gizli, geçmiş haberleri bir nevi kendi zannı ile (tahmini) haber veren kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak haber veren kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama, bazen hata eder bazen isabet eder.1857 Kâhin lafzı, daha umumi olup, Arrâf lafzının mânâsını da içine alır.1858
1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri meslek halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan kimselerdir.1859 Gelecekte olacak şeyler hakkında haber veren
1855] Ferit Aydın, a.g.e., s. 311-317
1856] Kamus, IV, 266; Fischer. F. "Kehânet" maddesi, İ.A. VI, 71
1857] İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265
1858] Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 211
1859] İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve sırları bilme iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, kendilerine haber getiren cinlerden yardımcılarının olduğunu zannederler.1860 Bazıları da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin mukaddimâtı ile bildiklerini iddia ederler. Muhtelif çeşitleri olan kehânetin bir kısmı cinlerle ilgilenmekle, bir kısmı tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak sûretiyle olur.1861 Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla bakıyorlar, onların sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntıların ve ruhî problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında, sıkıntıya düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların katında huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı.1862
Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu, her mahalleye ait bir kâhinin bulunduğunu1863 anlatarak Hicaz bölgesinde bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini vermektedirler. Bunlar arasında: İzzi Selemetü’l-Kâhin, Şıkk bin Enmar, Satıh bin Mazin, Tureyfetü’l-Kâhin, Zebra, Hunafîr bin Te’em, Mûsâ bin Mezür, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin Kaarib, Fatma binti Mürri Has’amiyye zikredilmiştir. 1864
Araplara ait rivâyetlere dayanarak kâhinler ve kehânet hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz:
a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.
b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerinde, sözlerini ve cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üslup içinde söylerler. Konuşmalarının arasına birtakım imâlar yerleştirirlerdi ki, dinleyiciler, bunların içinden kafalarındaki soruların cevaplarını bulabilirlerdi.
c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, insanlara gaybî olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.
d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya kapılarak, hatta bizzat kâhinlerin kendilerinin de dillerinden dökülen seciler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi olan cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde yardımcı oldukları zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cinlerin, göklere kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip bu haberleri söylediklerine inanıyorlardı.1865
Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cinler ve şeytanlar idi. Buna bazı Kur’an âyetleri de delâlet etmektedir.1866 Şöyle ki: “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakıp temâşâ edenler için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa parlak/alevli bir ateş onu kovalar.”1867; “Onu inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla
1860] Alûsî, a.g.e., III, 269-270
1861] Âlûsî, a.g.e., III, 270
1862] Derveze, İ. Asru'n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l-Arab Kable'l-İslâm, I, 229
1863] Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze. a.g.e. s. 293
1864] Âlûsî, Buluğu'1-Ereb, III, 269-288
1865] İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-Zeheb, II, 173; Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72
1866] 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9
1867] 15/Hicr, 16-18
CİN
- 397 -
dinleyemezler.” 1868
Müslim, Abdullah bin Abbas’tan rivâyet edilen bir hadisi şöyle anlatır: Peygamber’in Ensar’dan olan sahâbîlerinden biri, bana haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile beraber otururken bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasûlullah da onlara: “Câhiliye devrinde bunun gibi bir yıldız atıldığı/kaydığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu veya büyük bir kimse öldü der idik, dediler. Rasûlullah: “şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek ve âlî olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arşı taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli tesbih eder. Nihâyet bu tesbih şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla kendileri taşlanır. İşte bu vecih üzere, yani kendisinden hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey sabittir ve vâkidir. Lâkin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar.” 1869
Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların kulak hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki kuran kâhinlere vermektedirler.
Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok yıldızlara bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları çekme, problemleri kâhin’e anlatma, çizgiler çizme, afsun yapma, dualar okuma (kendilerine has tekerlemeler) gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler ve bazı tılsımlardan da faydalanmaktadırlar. 1870
Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek ülkemizde de aynı muhtevâyı kapsar tarzda devam etmektedir. Halk arasında bu tür inançlara fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı, afsuncu, üfürükçü gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere gidilmekte ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ülkemizde bu işle uğraşan kişiler, halka güven telkin etmek için kendilerine “hoca” ismi vermek sûretiyle bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın mânevî duygularını istismar etmektedirler. 1871
2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi, Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Bu âyetlerle Arap kâfirlerinin Hz. Peygamber’e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı reddedilmektedir.1872 Hz. Peygamber’in hadisleri de kehânet ve kâhinliği yermiş, yasaklamış ve reddetmiştir. Kâhinlik yapmak, içki içmekle, sihir yapmakla günah açısından eşit tutulmuştur.1873 Bazı hadislerde kâhine gitmenin, onu tasdik etmenin, Hz. Muhammed’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmek demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.1874 Ayrıca “Hulvanul-Kâhin” adıyla,
1868] 37/Sâffât, 6-10
1869] Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu'l-Umıf; I. 303; Aynî. Ümdetü’l-Kari, VII
1870] Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306
1871] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215
1872] 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29
1873] Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14
1874] Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1, 209; Ebû Dâvud, Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi, Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/III, 4-19
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alınan kâhinlik üceretinin de haram olduğu, özellikle vurgulanmıştır. 1875
Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlardan teşe’üm, sihir, fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur’an’ın temel espirisine zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur’an ve Sünnet, bu tür inançları ve Allah’ın birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda şüpheye düşürecek her davranışı yasaklamıştır.
Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar uzandığını haber vermektedir.1876 Yunan, Mısır, Yemen ve Hicaz gibi beldelerde kâhinlik ve kehânet biliniyordu. Kuzey Asya halkları arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler, eski Türk kavimleri arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâhin, sâhir (sihirbaz) mânâlarını ifade ettiği gibi, hâzık doktor, âlim, filozof mânâlarına da gelir. Şâmânın birinci görevi kehânette bulunmak, büyü ve afsun yapmak gibi işlerdi. Onların bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla yaptığına inanılırdı. Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi. Kuş şeklinde tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan Şâmâna yardım ederlerdi.1877
Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isimlerde, ama tamamen kâhinlerin ve arrâfların fonksiyonunu yüklenmiş, cinler ve şeytanlar yerine, yardımcı ruhlardan bilgi ve yardım aldığına inanılan şahıslar bulunmaktadır.1878
Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir. Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden ve birer bâtıl din haline gelen uzantılarında din adamlarının yürüttüğü bir meslek olmuştu. Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin “İstihâre Namazı”nı rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet aracı haline getirdikleri gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, literatürda “kâhin” denir. Genellikle kurbanların parçalanan organları üzerinde çeşitli yorumlar yapılarak bu meslek icrâ edilirdi.
Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir. Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda sözü edilen kehânetten farklıdır. Bunu bir hobi olarak yapanların yanı sıra ücretle fala bakanlar da vardır. Hatta gelecekte yaşanacağını ileri sürdüğü olaylar hakkında kitap yazanlar bile olmuştur. Yahudî kökenli Fransız tıp doktoru Nostradamus gibi.
İslâm’ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber vermek bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü gibi kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere inanan da kâfirdir.
Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi ilmî tahminleri elbette ki kehânet’in dışında tutmak gerekir. Çünkü bunlar, hem birtakım araçlara ve ince hesaplara dayanmaktadır; hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı sonuçlar elde ederek insanlığı bundan yararlandırmak gibi olumlu amaçlar gütmektedir; hem de adı üstündedir: “Tahmin”den ibarettir. 1879
1875] Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/III, 438; Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309
1876] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X. 182
1877] Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89
1878] Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217
1879] Ferit Aydın, a.g.e., s. 317
CİN
- 399 -
Tütsüleme inancı
Câhiliyede Tütsüleme: Hastalıkların tedavisinde uygulanan usullerden biri de Tütsüleme’dir. Hastanın, ancak tütsülenirse iyileşeceğine inanılır. Câhiliyede bilinen tütsülemelerin başında Ûdu Hindî gelmektedir.
Bu, Ûdu Hindî yahut Kust adı ile bilinen, buhur ya da ilaç olarak kullanılan bir çeşit ot köküdür. İki türlüdür: Birisine, Kustu Hindî, diğerine de Kustu Arabî derler. Kustu Hindî; siyaha meyilli, hafif, galiz kokusu az, tadı acı olur. Kustu Arabî; lezzetli, ak, hafif kokulu olur. Mutlak olarak zikredilince anlaşılan Arabî olan cinsidir. İçilmek yahut tütsülemek şeklinde kullanılır.1880
Ûdu Hindî denilen ot kökü ile tütsülemenin Câhiliyedeki uygulaması hakkındaki bilgilerimiz, bu konudaki Hz. Peygamber’in hadislerine dayanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz, Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır...”1881 buyurmuştur. Bu hadis, Câhiliyede Ûdu Hindî’nin kullanıldığına açık bir şekilde delâlet etmektedir. 1882
Hadislerde Ûdu Hindî ile Tedavi Olmak: Bu konudaki rivâyetler hemen hemen aynı mânâdaki rivâyetlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bu hadisinde Ûdu Hindî’nin hangi hastalığa nasıl kullanılacağı hakkında bizlere bilgi vermektedir:
“Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz. Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır. Uzre hastalığı (bademcik iltihabı) için buruna çekilir. Zâtü’1-cenb (plorozi: Göğüs ve akciğeri birbirinden ayıran zarın iltihaplanması sonucu oluşan hastalık) hastalığı için de su ile hastaya içirilir.” 1883
Bu bitkinin Hicaz bölgesinde yetişip yetişmediğini bilmiyoruz. Ancak lügat kitaplarımız bunun tarifini yaparken, Hindistan’dan getirildiğini, buhur ve ilaç olarak kullanıldığını bildirmektedir. 1884
Ümmü Kays binti Mıhsan şöyle demiştir: Ben küçük bir oğlumla Rasûlullah’ın huzuruna girdim. Ben oğlumu, bademcik iltihabından dolayı tedaviye tâbi tutmuştum. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Niçin bademcik iltihapları için böyle tedavi uygulamak sûretiyle, çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu Ûdu Hindiyi kullanmaya devam edin. Çünkü bu Hind bitkisinde yedi türlü şifa vardır...”1885 “Zâtu’l-cenb’ten Kustu bahri ile ve zeytinyağı ile tedavi olunuz.”1886 Asr-ı Saâdette Arap kadınları eski bir göreneğe göre parmaklarına bir bez parça sararak uzre (bademcik iltihabı) hastalığına tutulan çocukların ağzına sokup bademciği çıkarırlar ve kanını alırlardı. Fakat bu ameliyat en nazik tıbbî bir müdahale olduğu cihetle Rasûl-i Ekrem bunu men edip: çocuklarınızı bu yolla tedavi ederek azap etmeyin, Ûdu Hindî ile tedavi edin, buyurmuştur.1887
1880] Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, Nihâye, III, 317; İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X, 121
1881] Buhârî, Tıb 10/VII, 14
1882] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 261-262
1883] Buhârî, Tıb 10/VII, 14
1884] Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, a.g.e., III, 317; İbn Hacer, a.g.e., X, 121
1885] Buhârî, Tıb 21/VII, 17
1886] Müslim, Selâm, 87-88/11, 1735; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 356/IV, 369; Müstedrek, IV, 208; Tirmizî, Tıb 28, Hadis No: 2079/IV, 407
1887] Miras, K. Tecrid-i Sarih Tere, XII, 79-80; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 262-263
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rukye İnancı
Rukye, kelime mânâsı itibariyle okuyarak tedavi etmek mânâsında kullanılmıştır. Câhiliye Arapları arasında Rukye uygulaması hem hastalık öncesi, hastalığa yakalanmamak maksadıyla yapılırdı; hem de eğer herhangi bir hastalığa tutulunmuşsa bunun tedavisinde kullanılırdı. Koruyucu hekimlik yönü, hastalık gelmeden önce yapılır ve bir nevi ön tedbir olarak düşünülürdü. Câhiliye Araplarına göre, hastalık nedenlerinin başında cinler, şeytanlar ve kötü ruhlar gelmekteydi. İşte bunların vereceği zarardan korunmak için, onların iskân ettikleri yerler olabileceği düşünülen mekânlardan geçerken, “nazardan” korunmak için, zarar vermesinden korkulan şeylerin zararından emin olmak için ve daha bir çok konuda özel, belli duâlar okumak sûretiyle rukye yapılırdı.
Hz. Peygamber, hastalıkların gerçek sebebinin Allah’ın yaratması ile olduğunu, görünen sebeplerin ise, O’nun koyduğu sünnetullahın yerine getirilmemesinin bir ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini, bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak anlatmışlardır. Temizlik kurallarına riâyet edilmezse, pislikten dolayı meydana gelecek hastalıklara yakalanırız. İşte bu bir sünnetullahtır. Bunun ihlâli ise, kişiyi hastalığa düşürür. Ama hastalığın gerçek yaratıcısı Allah’tır. Bu temel düşünce mahfuz olmak şartıyla, içinde şirk unsuru olmayan, şirki ihsas ettirici bir nitelik taşımayan rukyeler için beis görülmemiştir.1888
“Rukye”, bir işin meydana gelmesi için tabiatüstü güce başvurmak mânâsına gelir. Eski türkçemizde kısmen Afsun kelimesiyle karşılanır.1889 İbnü’l-Esir, hastanın (şifa bulmak için) kendisiyle ilticada bulunduğu afsun olarak açıklar.1890 Rukyenin müsbet ve menfi çeşidi bulunmaktadır. Onun müsbet yönü, “okuma, dua yoluyla tedavi” şekli, menfi yönü ise Afsun olup daha ziyade büyücü ve cadıların nâhoş işleri olarak görülmektedir. Öyleyse Arapçadaki Rukye’yi hem afsunlama hem de dua ile tedavi diye anlamamız daha uygun olacaktır.1891
Câhiliyede Rukye: Rukye, Câhiliye devrinde mevcut olan bir tedavi usûlüdür. Birçok hastalık ve zehirlenmelere karşı rukye yapıldığı, bunu meslek edinen kimselerin bulunduğu bilinmektedir. Câhiliye Arapları arasında Rukye’nin nasıl uygulandığı konusunda Mücâhid ve İkrime’den yapılan rivâyetlerde bunun, daha çok iplik üzerine yapılan rukye (okumalar) ve atılan düğümler şeklinde olduğunu Taberî nakletmektedir.1892 Câhiliyedeki Rukyelerin sihir karışmış, şirki ihtivâ eden lafızlardan oluşmuş bir özellik arzettiğini, bu konudaki hadislerin delâletinden anlamaktayız. Avf bin Mâlik el-Eşca’nın şu rivâyeti bunu açıkça ortaya koymaktadır: Biz Câhiliyede rukye yapardık. Daha sonra biz: “Yâ Rasûlallah, bunun hakkında ne buyurursunuz?” diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.): “Rukyenizi bana gösterin. Şirk olmadığı müddetçe beis yoktur.”1893 buyurdu. Câhiliye Rukyeleri sadece düğümlere yapılan üflemelerden ibaret değildir. Bunun dışında bizzat hastanın kendisine, ağrı hissedilen yere yapılacak okuma, üfleme ve benzeri başka şekiller de bulunmaktadır. Teshir için Afsunlamak, büyüden kurtulmak için nüşre
1888] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 287-288
1889] Canan, İ. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, XI, 330
1890] İbn Esir, en-Nihâye, II, 254
1891] Canan, İ, a.g.e., XI, 330
1892] İbn Cerir et-Taberi, Tefsir -Bk. Felak suresi
1893] Müslim, Selâm 64/11,1727
CİN
- 401 -
yapmak, boncuk ve nazarlıklar kullanmak gibi rukye ile doğrudan ilgili konular da burada zikredilebilir.1894
Hadislerde Rukye: Hz. Peygamber’in hadislerinde rukye ile ilgili farklı ifadeler bulunmaktadır. Bir kısım hadisler, bunu, tevekkül inancına aykırı olması sebebiyle yasaklarken,1895 diğer bir kısım hadisler de Hz. Peygamber’in göz değmesine,1896 her türlü zehirli hayvan ısırmasına,1897 yılan ve akrep sokmasına,1898 vücudun herhangi bir yerinde hissedilen ağrılara karşı1899 rukye yapılmasını (okuyarak şifa dilemek) tavsiye ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber, bu tür tavsiyeleriyle câhiliye Arapları arasında da yaygın olan rukyeyi, onların anladığı mânânın dışında, yani Allah’tan başkasına tevekkülü ve O’na şirk koşmayı ihsas etmemesi şartıyla tavsiye etmiş1900 ve kendileri de bizzat uygulamışlardır. Bu konuda bazı hadisler şöyledir:
Rasûlullah, zevcesi Ümmü Seleme’nin (r.a.) evinde, yüzü sapsarı kesilmiş bir kız çocuğu gördü ve onun için: “Bunda nazar vardır, binaenaleyh bunun için rukye tedavisi yapın.”1901 buyurdu. Enes bin Malik: “Rasûlullah (s.a.s.) göz değmesinden, zehirli şeylerden, yan tarafta çıkan sivilce ve yaralardan dolayı rukye yapmaya izin verdi.”1902 der.
Görüldüğü gibi, hadislerde, şirk olmadıkça, gerçek mânâsı itibariyle tevekkülü ihlâl etmediği müddetçe, rukye yapmaya cevaz verildiği anlatılmaktadır. Nevevî, ulema âyetlerle, zikirle rukye yapmanın câiz olduğu konusunda icmâ bulunduğunu kaydeder.1903 Bununla beraber “Sihir şâibesi olmamak üzere rûhî veya bedenî salah için me’sûr duâlarla rukye câiz olmakla birlikte; istirka, yani kendisini başkasına okutmak, rukye talep etmek, Allah’a sığınmak ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek mânâsını tazammun etmek itibariyle şer’an memduh değildir. Allah’ın bila-hesap velâ-azap (hesapsız ve azapsız) Cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefi fikhında bu mesele şu şekliyle yazılıdır: “Şâfî (şifa veren) ancak Allah Teâlâ olduğuna ve devâyı ona sebep kıldığına îtikad ettiği takdirde tedavi ile iştigalde beis yoktur. Ama şâfî (şifa verici) devâdır (ilaçtır, rukyedir vs.) diye îtikad ederse, değil. Rukye, dindarlığın icabı, Şer’in emrettiği bir şey değil, nihâyet bir müsaadedir. Asıl dindarlığın gereği, onu terk ile Allah’a mütevekkil olmak ve ancak Allah’a sığınıp O’na, kendisi, doğrudan doğruya duâ ve ibâdet ile O’na sığınmayı bırakıp, “ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem” diye duâ dellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummağa kalkışmak, dindarlığın icabı değil, câhiliye âdetidir.” 1904
1894] Alûsî, Buluğu'1-Erab, III, 5 vd.; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 372; Ebû Davud, Tıb, 6, 18; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 264-265
1895] Buhârî, Tıb 17/VII, 16; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 251-252; Hakim, Müstedrek, IV 217
1896] Müslim, Selâm 55-56, 59/11, 1725
1897] Müslim, Selâm 52-53/11, 1724
1898] Müslim, Selâm 61-63/11, 1726
1899] Müslim, Selâm 54, 57-5/II, 1724-1725
1900] Müslim, Selâm 64/11, 1727
1901] Müslim, Selâm 64/11, 1727
1902] Müslim, Selâm 58/11, 1725
1903] Nevevi, Minhac, Şerhu Müslim
1904] Yazır, M. H., Hak Dini Kuran Dili, IX, 6396-6399
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunan merhum Elmalılı, tefsirinde daha sonra şu görüşlere yer verir: “Sihir karışmayan, yani şerr ü şeytanet için olmayıp da ondan tehaffüz (korunmak) ve bir maraz veya âfete Allah’tan şifa niyazı için, kendine veya başkasına hulûs-i kalp ve niyyyet-i salâh ile duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olsa nefeslerin cevazına işaret (vardır). Çünkü bunda kimseyi izrar (zarara sokma) veya iğfal (kandırma) veya Allah’tan başkasına teavvüz (sığınma) ve iltica mânâsı yoktur. Rasûlullah’ın kendisine ve başkalarına bu sûretle okuyup üflediği ve böyle hayır için rukyeye müsade eylediği sabit ve bu seseple gerek rûhânî ve gerek cismâni nice hastaların şifâyâb olduğu da vâki ve meşhuddur. Ancak, okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyeti1905 hükmü ile sihir karışan rukyelerden sakınılması lüzumu ihtar olunmuş (hatırlatılmış), Ukdeleri (âyette geçen Ukad kelimesiyle ilgili), iplik düğümleri diye tahsis edenler de, böyle düğümlere üflemenin sihir kabilinden olduğunu anlatmak istemişlerdir.” 1906
Ülkemizde de yaygın olan rukye şekli, Hz. Peygamber’in tavsiye edip cevaz verdiği değil de belki de sihir karışmış, Allah’a tevekkülü bırakarak, bu işi yapanlara güvenme gibi duyguları ihsas eder şekliyle görülmektedir. Hoca adı verilen, aslında hocalıkla yani din dâvet ve tebliğiyle hiç bir ilgisi bulunmayan, sadece vicdanları sömüren kötü niyetli kişiler tarafından icrâ edilmektedir. Halk da bunların tuzağına düşerek sömürülmektedir. Ülkemizdeki uygulama şekilleri itibariyle rukye, bazen muska, bazen mücerred okuma, bazen üzerlik otu ve benzeri şeyler üzerine bazı tekerlemeler söyleyerek hastayı onunla tütsülemek, suya, yumurtaya üfleyerek onu hastaya içirip yedirmek yahut eğer hasta hayvan ise, o okunmuş yumurtayı onun alnına çarpmak şeklinde olmaktadır. Bütün bunlar, folklorik türden kültürel geleneklerdir. Dînî hiçbir değeri yoktur. Din adına yapılıyorsa, en azından bid’at ve hurâfedir.1907
İnancın Menşei: İnanç olmaktan ziyade, daha çok tıb ve sağlık açısından bir çeşit halk tedavi metodları arasında görülen ve gelenek olarak devam eden bu tedavi şekli, halk üzerinde uyandırdığı etki açısından, halk inançları arasında zikredilmiştir. Çünkü halk dediğimiz insan katmanları: “eğer şöyle şöyle yaptırırsam şifa bulurum...” şeklinde değişmez bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Bu inancın menşei ise, çok eskidir. Hemen her millette değişik türlerden, ama esas itibariyle aynı temayı muhafaza eder şekliyle görülmektedir. Eski Mısır’da, Bâbil’de, câhiliye Araplarında1908 birtakım fetişlerin muska, nazarlık olarak kullanılması şekliyle eski Türklerde1909 kuzey Afrika uluslarında1910 ve Avrupa ülkelerinde1911 farklı özelliklerde de olsa taşıdığı mânâ itibariyle aynen görülmektedir.
Burada Rukye başlığı altında câhiliye Arapları arasında yaygın olarak gerek uğur bekleme, gerekse bir çeşit tedavi metodu olarak, özellikle koruyucu
1905] Felak sûresi, 4. âyet
1906] Yazır, M.H., a.g.e., IX, 6388
1907] Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 265-268
1908] İnan, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, s. 245; Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, II, 36-38; Dr. Ahmed Taha, Tıbbu'l-İslamî, s. 15, 23
1909] Tanyu, Hikmet, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 105
1910] Prof. Ad. Westermarck, İslam Medeniyetinde Putlara Tapma Devri Kalıntılarından Nazar Değmesi İnancı, Terc. Şahap Nazmi Coşkunlar, s. 9-10
1911] Tanyu, Hikmet, a.g.e., s. 206, 213
CİN
- 403 -
hekimlik açısından kullanılan muska, nazarlık yahut temâim adı verilen uygulama çeşitlerinden bahsetmeyi uygun görüyoruz.
a) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanların sokmalarına karşı zil veya süs takınmak. Bununla zehirli hayvanların zararından korunacaklarına inanılıyordu.1912
b) Bir kimsenin kötü ruhların etkisinde kaldığından korkulduğu zaman o kişiyi bazı şeylerle kirletmek sûretiyle, kötü ruhların ondan uzaklaşacağını zannederlerdi. Bu kirleticiler arasında ölü kemikleri, kadınların hayız kanlarını silip attıkları bezler bulunurdu.1913
c) Avâmiru’l-büyût olarak bilinen ev yılanları ile cinlerin zararından korunmak için tavşan ayağını muska gibi takınırlar (veya çocuklara asarlardı).1914
d) Çocukları nazardan korumak için tilki ve kedi dişi takarlardı.1915 Yine çocuklardan nazarı defetmek için (Kahle) adı verilen siyah boncuk da takarlardı.1916
Muskalar (Temâim)
Bu da, özellikle psikolojik temelli hastalıklardan korunma, sihir ve büyü tılsımlarının etkisinde kalmama, nazar değmesine uğramama gibi rûhî mânevî hastalıklardan korunma amacıyla yapılan, muhtelif şekilleri olan masgotlardır. Bunların bir kısmı, özel bazı duâları yazma şeklinde olabilir. Bir kısmı da ilk anda dikkati kendi üzerine çekmek sûretiyle zararlı bakışların veya tesirli sözlerin etkisini kırmak amacıyla hazırlanmış boncuk, tavşan ayağı, kurbağa kabuğu ve benzeri şeylerdir.1917
Muskaların bir başka özelliği de sadece koruyucu hekimlikte kullanılmış olmamasıdır. Bunun dışında kendisinden ve şerrinden korktuğu kimsenin kötülüğünden emin olmak, sevip hoşlandığı kimselerin de hoşnudluğuna ermek için yapılır. Boyna asılabileceği gibi, parmağa takılabilir, evin, arabanın belli yerlerine konabilir. Hayvanların alınlarına, boyunlarına bağlanabilir. Hemen her konuda bir muska, bir boncuk kullanılmaktaydı.1918 Yolculuğa çıkan bir Arap, eğer hanımının kendisine ihanet etmesinden korkarsa (Retm) adı verilen bir işlemi yapardı ki o da, yolda bir yerde ulu ağaca bir ip bağlar, düğüm atardı. Dönüşünde o ip çözülürse hanımının kendisine ihanet ettiğine inanırdı.1919 Bahsettiğimiz gibi muskalar hastalıklara yakalanmamak, cinlerin perilerin zararından emin olmak için de kullanılmaktaydı. Doğu toplumlarında yaygın olan muska inancı ülkemizde de her bölgede kullanılmaktadır. 1920
Hz. Peygamber’in sünnetinde muska ve temâim yasaklanmış, buna inanan kimselerin şirk koşmakta oldukları ifade edilmiştir. Çünkü Tevhid düşüncesi ihlâl edilmektedir. Şifayı da hastalığı da veren Allah’tır. Allah inancı gölgede
1912] Âlûsî, Buluğu’l-Erab, II, 304
1913] Âlûsî, a.g.e., II, 319
1914] Âlûsî, a.g.e., II, 324
1915] Âlûsî, Bulûğu'l-Erab, II, 325
1916] Âlûsî, a.g.e., II, I, 7; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 268-270
1917] Âlûsi, Buluğu'1-Erab, II, 315-316; III, 5-7
1918] Âlûsî, a.g.e., III. 5-7
1919] Âlûsî, a.g.e., II, 316
1920] Yeni Türk Ansiklopedisi, VII, 2607
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakılarak muska ve benzeri şeylere önem vermek, tevhid ilkesine zıt, içinde şirk unsuru taşıyan bir inançtır. 1921
Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından şirk olarak tanıtılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: “Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi şeyler şirkin görünümleridir.” 1922
Şu sözler de onun: “Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine bir şey asan, şirke bulaşmış olur.”; “Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık, boncuk taşıyanı Allah korumasın!” 1923
Son Söz:
Kur’ân-ı Kerim, cinlerle ilgili olarak bize ihtiyaç duyacağımız kadar bilgiler vermiştir. Onlarla daha geniş ve farklı şekilde ilişkilerimiz sözkonusu olsaydı, bu konularla ilgili hukuku da Kur’an bize tâlim ederdi. İnsanoğlu meraklarıyla da imtihan olmaktadır. Gerek cin ve gerekse şeytan konusunda merak edilen birçok soru bulunmaktadır. Bunların bir kısmına yukarıdaki açıklamalarda cevap bulmuş olabilirsiniz; ama çoğuna, o sorulardan bahsettiğimiz ve kendilerine işaret ettiğimiz halde tam bir cevap bulamayacak veya âlimlerin ihtilâf ettiğine şâhit olacaksınız. Bu tür sorulara cevap bulunabilecek kitaplar varsa da, bu cevapların ne kadar doğru olduğu şüphelidir.
Mü’minler için gerçeğin taa kendisi olan Kur’ân, bu konularda akla gelebilen soruların çoğu hakkında bir cevap vermez. Çünkü her ne kadar insanın sınırsız merakı bu soruları doğuruyor ise de, bunları mutlaka bilmek insan için gerekli değildir. Kur’ân, konuları, insana yetecek sınırlar içinde ele alıp, merak edilen her şeye cevap vermediği için, konuyla ilgili her şeyi anlatmamıştır. Ama bu, Kur’ân’da olanların dışında bir bilgi ve gerçek olmadığı mânâsına gelmez. Ama gerçek diye sunulanların hangilerinin doğru olduğunun tesbiti çok zordur. Bu yüzden Kur’ân’da olanla yetinmek, Kur’ân dışındaki bilgilere ihtiyatlı yaklaşmak, Kur’ân’da olanı da doğru anlamaya çalışmak gerekir.1924 Özellikle gaybla ilgili konularda merakımızı dizginlemek ve yanlış inançlardan korunmak için Kur’an’da bilgi verilmeyen konularda susmak veya en azından, Kur’an’a ters düşebilecek yorumlardan kesinlikle kaçınmak en doğrusudur.
En Son Söz: Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
1921] Ebû Dâvud, Tıb 9/IV, 201; Hâkim, Müstedrek, IV, 217; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 288-289
1922] İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
1923] Heytemî; Zevâcir, 1/130
1924] Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şule Yayınları, İstanbul 1998, s. 398
CİN
- 405 -
Cin Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C-n-n Kelimesi, Değişik Türevlerle Toplam 201 Yerde Zikredilir:
A- “Cinn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
B- Cinler Anlamına Gelen “Cânn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39, 56, 74.
C- Cinler ve Cinnet/Delilik Anlamına Gelen “Cinnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/Nâs, 6.
D- Aslında Cinlenmiş Demek Olan, Mecnûn, Deli, Akılsız Anlamında Kullanılan “Mecnûn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde): 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.
E- C-n-n Kökünden Gelen Diğer Kelimeler:
a- Örtmek Anlamındaki “Cenne” Kelimesi 1 Yerde (6/En’âm, 76)
b- Kalkan Anlamına Gelen “Cünnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2.
c- Örtülü Olan, Cenîn (Anne Karnındaki Bebek) Kelimesinin Çoğulu Olan “Ecinne” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 1 Yerde): 53/Necm, 32.
d- (Ağaçlarla veya Duygulara) Örtülü ve Bahçe Anlamındaki “Cennet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde).
F- Cin Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Cinler: 6/En’âm, 100, 112, 113, 128; 7/A’râf, 27, 179; 15/Hıcr, 17, 18, 27; 26/Şuarâ, 212, 221, 223; 27/Neml, 39; 34/Sebe’, 12, 14; 37/Sâffât, 7-10; 46/Ahkaf, 29-31; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15; 72/Cinn, 1-15, 19, 25; 114/Nâs, 1-6.
b- Cinlerin Yaratılışı: 6/En’âm, 100; 55/Rahmân, 15.
c- Cinler ve İnsanlar, İbâdet İçin Yaratılmıştır: 51/Zâriyât, 56-57; 72/Cinn, 16-17.
d- İman Eden ve Etmeyen Cinler: 72/Cinn, 11-14.
e- Mü’min Cinler: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-15.
f- Kâfir Cinler: 72/Cinn, 4-7, 15.
g- Cinlerin Kur’an Dinlemeleri: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-2, 13, 19.
h- Gökte Kulak Hırsızlığı Yapan Cinler ve Yıldızlarla Koğulmaları: 15/Hıcr, 17; 26/Şuarâ, 212; 37/Sâffât, 7-10; 67/Mülk, 5; 72/Cinn, 8-9.
i- Cinler Gaybı Bilmezler: 34/Sebe’, 14; 72/Cinn, 10.
k- Cinlere Sığınmak ve Onlardan Yardım Beklemek: 72/Cinn, 6.
l- Cinlerin Birçoğu Cehennemliktir: 7/A’râf, 179.
m- İfrît: 27/Neml, 39.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
2. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Cin-Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Cin ve Şeytanlardan Nasıl Korunmalıyız? Vahid Abdüsselâm Bali, Uysal Kitabevi Y.
4. Cinler ve Kötülüklerinden Korunma Yolları, Abdu’l-Hamid b. Abdu’r-Rahman es-Suheybânî, Guraba Yayınları
5. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil bin İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
6. Kur’an ve Hadislere Göre Cinler Büyü, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
7. Cinlerin Esrarı, İmam Şiblî, terc. Muhammed Ferşad, Ferşat/Merve Y.
8. Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
9. İnsan ve İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
10. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
11. Cinlerin Âlemi, Ahmet Cemil Akıncı, Demir Kitabevi Y.
12. Cinler Âlemi, Sırları ve Gizlilikler, M. Aşur, Pamuk Y.
13. İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, Arif Coşkun, Enes/Yâsin K.Evi
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
14. Vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.
15. Âyet ve Hadislerin Işığında Nazar-Göz Değmesi, Bayram Altan, Altın Kalem Y.
16. Nazar ve Büyü (Etkileri Korunma Yolları), Bayram Altan, Veli Y.
17. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.
18. İslâm medeniyetinde Putperestlik Devrinden Kalma İtikadlar: Cin ve Kötü Göz, Westormorek, çev. Şahab Nazmi Coşkunlar, Doğan Güneş Y.
19. Ruhçu Yanılgı, René Guénon, çev. Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İz Y.
20. Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim el-Cevziyye, İz Y.
21. İğâsetü’l-Lehfân min Mesâyidi’ş-Şeytan, İbn Kayyim el-Cevziyye, tahkik: Muhammed Seyyid Keylânî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî, Mısır, 1381
22. İslâm Kültür Tarihinde Maji, Manfred Ullman, çev. Yusuf Özbek, İz Y.
23. TDV İslâm Ansiklopedisi: Azâim md. (Süleyman Uludağ)
24. Şamil İslâm Ansiklopedisi
25. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
26. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
27. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
28. İslâm İtikadında Şeytan, İlyas Çelebi
29. Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.
30. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim El-Cevziyye, Uysal Kit. Y.
31. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
32. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
33. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
34. Şeytanizme Rağmen İslâmi Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.
37. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
38. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
39. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
40. Şeytanın Enâniyeti, Hârun Yahya, Vural Y.
41. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
42. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
43. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
44. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
45. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fâhirettin Yıldız, Bir Y.
46. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
47. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
48. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
49. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 136-161
50. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 248-257
51. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 137-145
52. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y. s. 48-85
53. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar (Mûcize, Kerâmet, Sihir), Bakıllânî, Rağbet Y. s. 97-129
54. Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. s. 13-36
55. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. s. 34-49; 58-67
56. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y. s. 89-98
57. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. (Nazar:) s. 247-263; (Ruh, Cin, Reenk.)160-186
58. Gerçek Din Bu, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
59. İslâm Açısından Sihir, Yusuf Özbek, İz Y.
60. Kur’ân-ı Kerime Göre Sihr (Büyü), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
61. Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar, Sevim Asımgil, İpek Y.
62. Nazar Değme Hakkında Bir Risâle, Süheyl Ünver
63. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı, Seha Neşriyat
CİN
- 407 -
64. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
65. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
66. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan, Karizma Y.
67. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehânet, Arif Arslan – Hakan Yılmaz, Karizma Y.
68. Falcılık ve Kehânet (Dünü, Bugünü ve İslâmî Hükmü), Bayram Altan, Çelik Y.
69. Kehânetler ve Kâhinler, Elvan ve Gündüz Öğüt, Ege Meta Y.
70. İslâm’da ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, Ernest Zbinden, Yeni Ufuklar Neşriyat
71. Varlığın Metafizik Boyutları, I, II, M. Fethullah Gülen, Feza Gazetecilik A.Ş. Y.
72. Büyük Günahlar, Hafız Zehebi, Temel Neşriyat
73. Altıncı Duyu (Duyu Ötesi Algı), Brian Ward, Remzi Kitabevi Y.
74. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Es-Seyyid Ali Göleli, Şüheda Y.
75. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, A. Kasapoğlu, 80-87
76. Sihir, Tılsım, Büyü, Cemal Anadol, Kamer Neşriyat
77. Sihirbazlık Kılavuzu, Herbert L.Becker, Gün Y.
78. Her Yönüyle Sihirbazlık Öğretiyoruz, Ali Özoğlu, İlgi Y.
79. Büyü Nasıl Yapılır, Nasıl Hissedilir, Nasıl Bozulur; Hanife Tezer, Ataman Elk. Y.
80. Büyü, Bilim ve Din, Bronislaw Malinowski, Kabalcı Y.
81. Gizli İlimler Hazinesi 1-8, Mustafa İloğlu, Özel Y.
82. Yıldızname, Câfer-i Sâdık, Esma Y.
83. Yıldızname ve Büyü, Robert Fleury, Kıbele Y.
84. Doğu Büyüsü, İdris Şah, Gizem/Say Y.
85. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Sedat Veyis Örnek, Gerçek Y.
86. Anadolu Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
87. Sevgi Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
88. Din ve Büyü, Claude Levi-Straus, Yol Y.
89. Hintlilerde Ak ve Kara Büyü, Paul Dare, Ruh ve Madde Y.
90. Psişik Gücünüz, Carl Rider, Say Y.
91. Psişik Becerinizi Geliştiriniz, Enid Hoffman, Ruh ve Madde Y.
92. Psikiyatri, Ayhan Songar
93. Psikiyatri, Özcan Köknel, Nobel Tıp Kitabevleri Y.
94. Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Erol Göka, Vadi Y.
95. Psikanaliz ve Psikoterapi, Orhan Öztürk, Alfa Basım Yayım
96. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Ferşat Y.
97. Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.
98. Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
99. Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
100. Hipnotizma, Recep Doksat, Kader Basımevi
101. Hipnotizma, Vural Okur, Şahsî Y.
102. Hipnotizma, Cemil Sena Ongun, Dün ve Bugün Y.
103. Hipnoz Sayesinde Mucize Tedaviler, Hikmet Saim, Venüs Y.
104. Ruh ve Kâinat, Bedri Ruhselman, Gayret Kitabevi Y.
105. İpnotizma ve Telkinle Tedavi, Alfred Brauchle, Bozak Y.
106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
107. Medyum ve Medyumluk: Haksöz s. 138-139
108. Vesvese, Mehmet Paksu, Nesil Y.
109. Binlerce Senedir İnsanların İgisini Çeken Burçlar Nedir? Sevim Asımgil, Furkan Bas. Y.
110. Saatlerin Hazinesi, İslâm’da Burçlar ve Yıldızlar, Muhyiddin İbn Arabî, Sümer Kit.
111. A’dan Z’ye Astroloji, Nuran Tuncel, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
112. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed es-Sâyim, Mütercim: Doç. Dr. M. Ali Kapar, Uysal Kitabevi, Konya 1994
113. Şeytanın Tuzakları, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 13:43

CİMRİLİK VE CÖMERTLİK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

CİMRİLİK VE CÖMERTLİK


• Buhl/Cimrilik; Anlam ve Mâhiyeti
• Cimriliğin Psikolojisi
• Cimriliğin Zıddı, Cömertlik; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Buhl/Cimrilik Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Buhl/Cimrilik Kavramı
• Kerem/İkrâm; Cömertlik ve Bağış
• Cömertliğin Göstergesi; İnfak
• “Dünya Hayatı, Sizi Aldatmasın!”
“Allah’ın, fazlından/kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) buhl edip cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için şerdir/kötüdür. Buhl edip cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 1250
Buhl/Cimrilik; Anlam ve Mâhiyeti
Harcanması gereken malı sarfetmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı, başkasına bir şey vermekten çekinmek.
Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı malî harcamalarda bulunmamızı emretmiştir. Aile bireylerinin bakımı, akrabaların görülüp gözetilmesi de bu emirler arasındadır. Çevremizdeki yoksullara imkân ölçüsünde malî yardım ise bir insanlık görevidir. Parası ve malı olduğu halde bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten çekinirse, cimrilik yapmış demektir.
Cimriliğin başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Peygamberimiz: “Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir” buyurmuştur. Aşırı mal hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi ile hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler vardır. Hâlbuki mal Allah’ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır.
Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. Allah Teâlâ: “Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine fazlından verdiği Şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.” 1251 buyurmuştur.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: “Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir.” “Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: ‘İlâhî İnfak edene karşılığını ver’; diğeri: ‘Allah’ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et)’
1250] 3/Âl-i İmrân, 180
1251] 4/Nisâ, 37
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diye duâ ederler.” 1252; “...Cimri kişi Allah’a uzak, Cennet’e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır.” 1253
Cimriler hakkında söylenen sözler, cimrilerin insanlar arasındaki durumunu, çok güzel anlatmaktadır. Bişr b. el-Hâris, cimriler hakkında şöyle demiştir: “Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak mü’minler için belâdır” Yahya b. Muaz da şöyle demiştir: “Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır.” İbnu’l-Mutez’in cimrilik hakkındaki görüşü de şudur: “İnsan malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder.”
Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü, Allah’ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıdır. Allah (c.c.), serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O’dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır.
Müslümanların, cimrilik konusunda, Allah Teâlâ’nın şu ihtarını unutmamaları gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Allah’ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu, onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır.” 1254
Beşer nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah’ın koruduğu kimseler bundan müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaate karşı duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah’tan, maldan da üstün bir şey umabilirler. Bu umulan şey Allah’ın rızasıdır. Mü’min kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah’a aittir. Öyle ise Allah’a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak etmekten çekinmez.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar, fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras Cehennemi haline gelir.
Allah’a söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefâ göstermeyip Allah’a karşı yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münafıklıktan kurtaramaz. Ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını öngörür: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz
1252] Riyâzü's-Sâlihîn, I/253
1253] Tirmizî, Birr 40
1254] 3/Âl-i İmrân, 180
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 271 -
olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın.”1255 Âyet-i celîlede cimrilik, ellerini boynuna bağlıyan bir insan gibi tasvir ediliyor. İsraf ise, elini son haddine kadar açıp elinde ve avucunda ne varsa dağıtmak şeklinde ifade ediliyor.
Cimri insanın da, müsrif insanın da varacağı netice aynıdır. Cimriliğin de israfın da sonu pişmanlık duygusudur. Her şeyin en iyisi orta hallisidir. Orta yol, iman ahlâkı ile küfür ahlâkının sınırıdır: Cimrilik cehaletten gelen kara bir lekedir. İsraf ise şeytanın işini yapmaktır. Müsrifler şeytanın kardeşleri olarak tanıtılmaktadır.
Cimrilik kelimesinin Kur’an’daki diğer bir karşılığı katûr kelimesidir. Bu kelime, Türkçe’deki hasis kelimesini karşılamaktadır. Anlamı, eli sıkı yahut çok cimri demektir. Kur’an’da, kişinin elindeki şeyleri çar-çur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. “Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur.” 1256
Cimrilik konusu, Allah’ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini kurtarır. Cimriliğin ve tamahkârlığın son derecesi olarak Kur’an’da bir kelime daha vardır. Bu kelime şih, şuh veya şihh’dir. Kelime güçlü bir kötüleme anlamında tamahkârlık ve cimrilik demektir. “O halde gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun. (O’nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhhe nefsihi) korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”1257 Bu âyete göre, cimrilik, nefsin kendisinde bulunan bir belâdır. Nefsi, bu belâdan ancak iman kurtarır. Allah’a ve âhiret gününe inanan insan, infak ederek nefsindeki bu cahilî lekeyi temizler, bu belâdan kurtulur. Cimrilik belâsından kurtulamayan insan İslâmî bir hayata aşina olamaz. İslâmî hayata alışkın olmayan cimriler, Allah’ın rahmet hazinelerine sahip olsalar bile, biter korkusuyla cimrilik ederler. Hâlbuki Allah’ın hazineleri bitmez ve tükenmez.
“De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir.”1258 Bu cümle ile cimriliğin son haddi dile getiriliyor. Allah’ın rahmeti, her şeyi kaplamıştır. Onun ne bitmesinden ne de eksilmesinden endişe edilebilir. 1259
Cimrilik; Servet edinme tutkusuyla karşılıksız harcama ve hayır yapmaktan kaçınma eğilimidir. “Âdî, alçak, soysuz” anlamındaki Farsça “cimri” kelimesinden Türkçeleştirilmiş olup genellikle “pintilik, hasislik” mânâsında kullanılır. İslâm ahlâk literatüründe aynı kavramlar “şuhh” ve “buhl” kelimeleriyle ifâde edilir. Ancak dilciler bu iki terim arasındaki anlam farkı üzerinde durmuşlardır. Buna göre şuhh, öncelikle kişiyi mal-mülk edinme hırsına sevkeden, harcamalarda bulunmaktan ve yardım etmekten alıkoyan bencil bir duygu, buhl isebu duygunun etkisiyle iyilik ve cömertlik yapmaktan kaçınmaktır. Dil âlimleri ve müfessirlerin çoğunluğu, özel olarak mal varlığı konusundaki cimriliğe buhl ve genel olarak iyiliğin her türlüsünden kaçınacak derecede köklü ve yaygın bir huy halini almış bulunan cimriliğe de şuhh demişlerdir. Ayrıca buhlü, kişinin kendi malını hayır yoluna harcamaktan kaçınması, şuhhu da başkalarının elindekine
1255] 17/İsrâ, 29
1256] 25/Furkan, 67
1257] 64/Teğâbün, 16
1258] 17/İsrâ, 100
1259] Osman Çetin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 313-314
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göz dikecek veya onların iyilik yapmalarından bile hoşlanmayacak derecede cimri ve iyilik duygusundan yoksun olması şeklinde açıklayanlar da vardır.
Hadislerde cimrilik anlamına gelen kavramlar sık sık geçmektedir. Hz. Peygamber, genel olarak insanlar hakkında düşünülebilen en kötü ve alçaltıcı iki huyun cimrilik ve korkaklık olduğunu,1260 cimrilik duygusuyla imanın bir arada bulunmayacağını1261ifâde etmiştir. Başka bir hadiste mal hırsı demir zırhına benzetilmiştir: Cömert insandaki yardım duygusu mal hırsını yenip kişi cömertlik yaptıkça üzerindeki zırh gevşer, yani cömert insanda mal hırsının ve cimrilik duygusunun baskısı gittikçe azalır. Aynı zamanda başkalarının sıkıntılarını hafifletimiş olmaktan dolayı da huzura kavuşur. Buna karşılık cimri insandaki mal hırsı kendisini gittikçe sıkan bir zırh gibi rahatsız eder; insanların sıkıntı içinde bulunduklarını görmekten dolayı da vicdânen rahatsız olmasına rağmen cimriliği yüzünden vicdânını rahatlatacak iyilikler yapamaz. Böylece cimrilik duygusu kendisini tam bir psikolojik baskı altına alır.1262 Bu sebeple Hz. Peygamber cimrilikten Allah’a sığınmış,1263 geçmişte bazı kavimlerin cimrilik yüzünden birbirlerinin mallarına saldırmak, kanlarını akıtmak sûretiyle helâk olduklarını belirtmiş1264cimriliğin, bencillik ve çıkarcılığın doğurabileceği sosyal bunalımlara dikkat çekmiştir. İmam Mâverdî de cimriliğin bu sosyal münâsebetler üzerindeki bu olumsuz etkisi üzerinde durmuştur. 1265
Cimrilik konusu İslâm ahlâkçıları içinde Gazâlî tarafından ilmî bir yaklaşımla ele alınarak incelenmiştir. Gazâlî cimriliğin psikolojik temelleri üzerinde durarak bu olumsuz duyguyu mal sevgisine bağlamakta ve bu sevginin az veya çok her insanda bulunduğunu belirtmektedir. Ona göre eğer her servet biriktirenin cimri olduğu düşünülecek olursa bu takdirde cimrilikten kurtulabilmiş hiçbir insan bulunamaz. Cimrilik hakkındaki hükümler çoğunlukla izâfîdir/görecelidir. Nitekim bir insan kendisinin cömert olduğuna inandığı halde, başkaları onu cimri sayabilirler. Bu durum genellikle cimrilik kavramının farklı anlaşılmasından doğmaktadır. Gazâlî, cimrilik konusunda “harcanması dinî ve hukukî bakımdan gerekli olan malı harcamaktan kaçınmak” veya “hayır yolunda harcama yapmayı sevmemek” şeklindeki tarifleri yetersiz bulmakta ve bu konuya tam olarak açıklık getirebilmek için servetin var oluş gâyesini esas almak gerektiğini söylemektedir. Buna göre malı yaratılış gâyesinin dışında harcamak isrâf; bu gâye için harcamaktan kaçınarak elde tutmak cimrilik; yaratılış gâyesine uygun olarak harcamaksa cömertliktir. 1266
İslâm ahlâkçıları cimriliği ahlâkî ve psikolojik bir hastalık kabul ederek diğer rezîletler gibi bunun da ilim ve amel yoluyla tedâvi edilebileceğini ifâde etmişlerdir. İlim yolu cimriliğin ahlâkî, dinî ve sosyal bakımdan zararlarını ve bundan kurtulmanın yollarını araştırıp öğrenmek, amel yolu ise insanların dertleriyle ilgilenmek, nefse güç gelse de insanlara yardım etmeye kendini zorlamak
1260] Ahmed bin Hanbel, II/302, 320; Ebû Dâvud, Cihad 21
1261] Ahmed bin Hanbel, II/256, 340, 441; Nesâî Cihad 8
1262] Buhârî, Cihad 89, Zekât 27, Libâs 9; Müslim, Zekât 76, 77
1263] Buhârî, Cihad 74
1264] Müslim, Birr 56
1265] Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, s. 222
1266] Gazâli, İhyâ, III/259-260
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 273 -
şeklinde özetlenebilir. 1267
Cimriliğin Psikolojisi
Cimrilik, maddiyat sevgisinin ağır basmasıyla anormal biçimde tasarrufa gitmek olduğundan, bu tavır, insandaki muhâfaza içgüdüsünün bozulması ve fıtratın fesada uğramasıdır. Bu tür dünyevî meyil, aç gözlülük ve hırs münâfıklarda çok bâriz ve katmerli olduğundan ve bu hususta tabiatlarını çok zorladıkları gerekçesiyle Kur’an onlardan bahsederken cimriliğin en şiddetlisine denilen “şuhh” kelimesinin mübâlâğalı şeklini kullanır. 1268
Haset, hırs ve boş gurur ile yakın münâsebeti olan cimrilik, aynı zamanda psikolojik bir dengesizliktir. Bölgesel olarak bazı toplumlarda cimriliğin görülmesini, sosyal etkileşim gibi unsurlara bağlamanın daha uygun olacağını değerlendirmek gerekiyor. Yoksa, cimriliğin iklim ve coğrafî özelliklerden kaynaklandığını söylemek doğru değildir. Bazı nasslar, cimriliğin insan tabiatına yerleşen bir huy olduğunu ifâde etmektedir. “De ki: ‘Eğer Rabbimin rahmet hazinesine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardını. Zaten insan (tabiatı gereği) çok cimridir.” 1269 Bu âyetteki ifâdelerde cimriliğin son haddi belirtiliyor. Her şeyi kuşatan Allah’ın rahmetinin tükenmesinden endişe edilmez. Ama insanlar o derece hırslı ve cimridirler ki, eğer Allah’ın rahmet hazinelerini ellerinde bulundursalar bu rahmetten herkesi mahrum bırakırlar. “Harcayınca tükenir” korkusuyla ellerinde tutar, harcama, cimrilik ederler. Bu âyet, cimriliğin insan psikolojisinin ayrılmaz bir parçası olduğunu, nefsin cimrilikle damgalandığını belirtmektedir. Bugün de, her insanda bu halin doğal olarak bulunduğu kabul edilmektedir.
Cimrilik nefsin kendisinde bulunan bir iptilâdır. Nesin cimriliğinden kurtulmadıkça insan rahata kavuşamaz: “Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” 1270 Hatta cimriliğin zaaflar arasında en köklü olanlardan biri olduğunu söylemek dahi mümkündür: “Ama o sarp geçidi geçmeye katlanmadı. O sarp geçidin ne olduğunu bilir misin? Bir köle ya da esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmaktır. Veya açlık gününde (kıtlık zamanlarında) hısım sayılan bir yetime veya yere serilmiş (bitkin kimsesiz) bir yoksula yedirmektir...”1271 Cimriliğin ruhtaki köklü tesirine temas eden bu âyette, bir kölenin âzâd edilmesi, açlık zamanında bir yetimi, fakir birini kurtarmanın âdeta sarp bir yokuşu tırmanmaya benzetilmesi, cimrilğin ruhta olan en köklü bir zaaf olduğunu, izâlesinin başarılması için çok büyük bir çabanın gerekeceğini ortaya koymaktadır. Nitekim bu konuda Sâdî’nin dediği gibi; “Altın madenden kazmak ile çıkar, cimrinin elinden ise canını almakla (çıkar)” sözü de, bu duygunun insanın ruh âlemindeki köklülüğüne ve insanın mala ne kadar hırslı olduğuna delâlet etmektedir.
Kur’an, tabiat ile uyumlu fertleri yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bundan dolayı insan tabiatta sünnetullah’a riâyet ettiğinde, kendisi için birçok hususta ideal bir yol bulur. Tabiatı örnek almanın insanı mükemmele doğru götüreceği hususunda görüşler müslüman düşünürler tarafından kitaplarında işlenen bir tema
1267] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 4
1268] 33/Ahzâb, 19
1269] 17/İsrâ, 100
1270] 64/Teğâbün, 16
1271] 90/Beled, 11-16
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iken, çok daha sonra Avrupa’da aynı görüşleri taşıyan “Klasizm” adı altında bir ekol oluşmuştur. Klasizm ekolünün temsilcilerince de, insanın bir lahza olsa bile, tabiattan ayrılmamasının gerekli olduğu savunulmaktadır. Kur’an ifâdeleri, insan fıtratı ve evrende geçerli olan İlâhî kanunlara teması hususunda önemli incelikler sunmaktadır. Bunlardan biri de, cimrilikten sakındıran ve malın fakir ve yoksullara verilmesini emreden malın zekâtı, yani temizliği dediği ve çoğu yerde de mal tezkiyesiyle/temizliğiyle beraber, nefis tezkiyesinin zikredildiği bu Kur’ânî ifâde, bu geçerli kanunun bir tercümesi olmaktadır. Nitekim tabiatta bir yerde oluşan su birikintisinin üzerinde devr-i dâimi sağlayacak olan ve etrafa dağılan bir çiseltisinin olmadığı zaman, bu durum, suyun kokuşmasına sebebiyet verdiği gibi, mal ve mal sevgisinin de nefislerdeki ağır baskısı, sudaki kokuşmuşluk gibi müzmin dertlere dönüşmektedir. Bunu için Kur’an’da malî iyilikte bulunmak, hem nefis, hem de servet için bir temizlik olarak ifâde edilmektedir: “O ki malını hayra vererek arınır.”1272 Ayrıca vücudun kirli kanının verilmesi neticesinde, tabiî olarak onda daha da güzel ve temiz kanın oluşumu sağlandığı gibi, zekât ve maldan sadaka verilmesi de, insana yeni ve temiz rızık kapısını açmaktadır. Tabiattaki bu uyum ve alâkayı iyi keşfeden Sâdî’nin şu beyti, bu hususu vurgulamaktadır: “Malın zekâtını ver ki, asma bahçe sahibi tarafından budandığında daha da fazla üzüm vermektedir.”
Cimrilik, psikolojik bazda bazı menfî ve zararlı sonuçlar doğurmaktadır. Nitekim cimriler zâlimlerden daha gaddar olabilmektedir.1273 Bu yüzden cimriler, büyük oranda ruh bazında huzursuz olmakla birlikte, toplum tarafından da daima nefret ile karşılaşmaktadırlar. Cimrilğin ruhta bıraktığı olumsuz tesir açısında şu hadis-i şerif hayli önem arzetmektedir. “Cimri ile infak eden cömerdin örneği, (şu) iki kimsenin misali göbidir ki, bunların üzerlerinde, göğüslerinden köprücük kemiklerine kadar (vücutlarını kaplayan) demirden cübbeler vardır. (Bunlardan) sadaka veren cömert, sadaka verir vermez o demir zırh, kendi bedeni üzerinde genişler, aşağı doğru sarkarak geride bıraktığı izleri de siler. Cimriye gelince o, hiç sadaka vermek istemez, derhal o zırhın bütün halkaları, vücudun kendisine denk gelen noktalarını sıkar. Cimri de bu sıkan zırhı genişletmeye çalışır; fakat buna muvaffak olamaz.”1274 Bu hadis, cömert insanın gönül huzurunu ve cömertliğinin toplumda bıraktığı güzel intibâdan ötürü ayıplarını başkalarının fark edemeyeceği şekilde kamufle edildiğini dile getirmektedir.
Ancak bunun yanında cimrinin, psikolojik bazda çektiği sıkıntı ile dışarıdan belirgin şekildeki ayıplarını da dile getirmekte ve bu ruh halini de, vücudu her taraftan sıkan bir cendereye benzetmektedir. Bu psikoloji şu şekilde izah edilebilir: Cimri bir insan, insan olma haysiyetiyle ne kadar taş yürekli olsa da, kendi ve çevresindeki ihtiyaç sahiplerinin kötü durumlarını görünce buna üzülmekten kendini alamaz, para harcamayı ister; ancak gönlündeki şiddetli cimrilik onu bundan alıkoyar. Bundan dolayı devamlı bir sûretle vicdanı ile çarpışır durur. Bu da, cimriliğin ruhta büyük huzursuzluğa kaynaklık eden bir hastalık olduğunu ortaya koymaktadır.
Kur’an’da cimrilik, kâfirliğin/inkârcılığın temel karakteri olarak
1272] 93/Leyl, 18
1273] Buhârî, Talâk 24; Ahmed bin Hanbel, II/256
1274] Buhârî, Zekât 28, Cihad ve Seyr 89; Ahmed bin Hanbel, II/256
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 275 -
belirtilmektedir: “Dini yalan sayanı gördün mü? İşte yetime kaba ve sert davranarak iten, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.”1275 Bu âyetler, aynı zamanda cimriliği mü’mine yakıştırmamakta, mü’minin cimri olduğu takdirde kâfirde bulunan bir niteliği taşıdığını îmâ etmektedir. Hatta bir hadiste: “Bir müslümanın kalbinde cimrilik ve iman bir arada bulunmaz.”1276 buyrulur. Diğer bir rivâyet, şu şekildedir: “Cimrilik ve iman bir kulun kalbinde ebedî bir sûrette bulunmaz.”1277 Bundan dolayı İslâm âlimleri, bu sınıf insanlar hakkında bazı karamsar ifâdeler kullanmışlardır. Nitekim şu kelâm-ı kibardaki, “Cömert olan kâfirin iman etmesi umulur; cimri olan mü’minin âkıbetinden korkulur.” şeklindeki ifâdede, bu anlam vurgulanmaktadır. Bu şekildeki ifâdeler, cimriliğin inanç bazında ciddî endişeler doğurduğunu göstermektedir. Bu münâsebetle cimri olan birisi samimiyetle Allah’a inandığını söylese de, bu sözde samimi olduğu iddiası şüphe doğurur. Çünkü Allah’a imanı olan bir kimsenin, Allah’ın kullarına yardım etmesi, onlara imfak etmesi, yemek yedirmesi ve acıması lâzımdır; cimrilerde ise bu özellikler çoğunlukla bulunmaz.
Hadislerde cimriliğin, ruhu kemirerek büyük günahlara sürüklediği vurgulanmaktadır: “Cimrilikten sakınınz, zira cimrilik, sizden öncekileri dâvet etti; (birbirlerinin) kanlarını akıttılar. Yine kendi tarafına çekti; haramı helâl ettiler. Onları kendi tarafına çekti; sıla-i rahmi (akrabalarla olan alâkayı) kestiler.”1278 Bu hadis, aynı zamanda cimrilerin her türlü hunharlık yapabileceklerinin bir göstergesidir.
Ayrıca, cimriliğin geçmiş ümmetlerin helâk sebebi olmakla birlikte, dini tahrif etmeye de sebep olduğu ifâde edilmektedir: “Aman cimrilikten sakının; zira sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik, onları kan dökmeye ve haramı helâl tanımaya sürüklemiştir.” 1279
Kur’an, nefsin cimriliğini yenen kimsenin kurtulacağını, ehl-i necat olacağını ifâde etmektedir: “... Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” 1280 Bu bağlamda olmak üzere bu duyguyu yenerek cömertlik yapmak sûretiyle Mekke’li muhâcir kardeşlerine bir fazilet örneği gösteren Medine’lilerden Kur’an sitayiş ile söz etmektedir: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendi (şehir)lerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1281
Cimrilik, izâfî/göreceli bir kavram olup, mâlî durumun darlığı ve genişliğine göre değiştiği için buna bir sınır tâyin etmek mümkün değildir. Ancak, bir kimse İslâm hukuku ve meşrû örf ve görgü kurallarının uygun gördüğü hususları, lâyık-ı veçhiyle yerine getiriyorsa, cimri olarak nitelendirilemez. Böyle bir kimsenin İslâm hukuku ve örf kurallarına uygun olarak gönül rahatlığıyla, fazilet elde etmek gâyesiyle bir harcama yapması, cömertlik kategorisine girmektedir. Her konuda vasat/orta yolu tavsiye eden İslâm’ın, harcam husûsunda da, orta yolu
1275] 107/Mâûn, 1-3
1276] Ahmed bin Hanbel, II/256
1277] Nesâî, hadis no: 3110
1278] Müslim, Birr 56; Ahmed bin Hanbel, II/191, 195
1279] Ahmed bin Hanbel, II/191, 195; Müslim, Birr 56
1280] 64/Teğâbün, 16
1281] 59/Haşr, 9
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tevsiye ettiğini görmekteyiz: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın.”1282; “Onlar, harcadıkları zaman ne israf ederler ne kısarlar; (harcamaları) ikisi arasında dengeli, orta bir yoldur.”1283 Böyle vasat bir davranış, hemen hemen İslâm’ın bütün emirlerinde bulunmaktadır. Hatta ibâdetlerde dahi bu normu bulmak, aşırılıktan kaçınma tavsiyesini görmek mümkündür.
İnsanın tasarruf husûsundaki ihtirasını kabul eden İslâm, bu duygunun kişide rûhî bir dengesizlik haline gelmemesi için, zekât gibi zorlayıcı yaptırımlarla kişiyi cömertliğe alıştırırken, nâfile tasadduk, hibe, vakıf, hediye gibi öngördüğü hayırlarla da, bu duygunun fertlerde körelmesi sûretiyle nefisleri tezkiye cihetine gittiğini söylemek mümkündür. Nitekim Kur’an’da infak ile nefsi tezkiye/arındırma birbiriyle irtibatlandırılarak “O ki malını hayra vererek arınır” 1284 şeklinde ifâde edilmektedir. Ancak eldeki mevcut her şeyin dağıtılmasını da, İslâm tebzîr (isrâf/savurganlık) kategorisine sokmakta ve hoş karşılamamaktadır. Bu da, olayın diğer aşırı tarafıdır. 1285
Kur’an’da insan, cimri olarak vasfedilmektedir.1286 Bazı kişilerin akıllarına şöyle bir soru gelebilir: “İnsan, karakter olarak cimri yaratıldığı halde, bu cimrilik vasfı niye Kur’an tarafından eleştirilmektedir? Ayrıca, insanlar arasında nice cömert kişiye rastlamak mümkündür. Bu nasıl olmaktadır?”
Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: İnsanın tabiatında/karakterinde cimrilik vardır. Çünkü insan, muhtaç bir varlık olarak yaratılmıştır. İhtiyaç sahibi, yani muhtaç canlıların ise ihtiyaçlarını gidermeleri ve bu gereksinimlerini giderecek araçları kendi yanlarında, kendileri için tutmaları doğal bir olaydır. Ama, kişinin cömert olması kendi dışında, hâricî birtakım sebeplerden dolayıdır. İnsan, bazen övüldüğü, bazen şeref bulduğu ve bazen de uhdesinde bulunan dinî bir vecîbeyi/farzı yerine getirmek için infakta bulunur. Kişinin zekât, sadaka vermesi gibi tutum ve davranışlar göstermesi bu sebepledir. Yoksa insan, yine de hakikatte cimridir. 1287
Bu özellikleri tabiatımızdan söküp atmak mümkün görünmese dahi, ona ayarlayıcı, dengeleyici bir özellik verilebilir. “(Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta olanı (cehennem kendine çeker). Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız, dar gönüllü) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verilip iyilik dokunduğunda ise pinti kesilir.”1288 Bu âyetlerde cimrilik gibi bazı olumsuz özellikleri sayılan insanın, hidâyet ve imanî gayretiyle sahip olacağı bazı özelliklerle muttasıf olacak kişileri cimrilik, haset gibi iyi olmayan sıfatlardan istisnâda bulunmuştur: “Ancak namaz kılanlar, namazlarına devam edenler, namazlarını koruyanlar, mallarında muhtaç ve mahrum için belli bir hak olduğunu kabul edenler, cezâ gününün doğruluğuna inananlar, Rablerinin azâbından korkanlar, ırz ve namuslarını koruyanlar, emânet ve ahidlerine riâyet edenler,
1282] 17/İsrâ, 29
1283] 25/Furkan, 67
1284] 92/Leyl, 18
1285] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 103-109
1286] 17/İsrâ, 100; 4/Nisâ, 53; 70/Meâric, 19-21
1287] Fahreddin Râzî, 21/63
1288] 70/Meâric, 18-21
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 277 -
şâhitliklerini doğru yapanlar öyle değildir.” 1289
Cimriliğin Zıddı, Cömertlik; Anlam ve Mâhiyeti
Cömert; Eli açık, ikramcı, kerem sahibi demektir. Cömertlik; Sehâvet, İkram, ihsan ve yardım alışkanlığı anlamındadır. Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dâhilinde ve Allah rızasından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır.
Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. “Rızkı veren Allah’tır”1290 düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir.1291 Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar. Allah Teâlâ’nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtaçların hakkı olduğuna1292 inanırlar. Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.
İslâm âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:
Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik. Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir. Zekât vermek gibi.
Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik. Hz. Ebû Bekir’in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi.
İsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik. Bunun Asr-ı Saâdet’teki misâli; Medineli müslümanların (Ensâr), Mekkeli Muhacirleri şehirlerine davet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ’nın takdirini kazanmalarıdır.1293 Bir başka örnek de Hz. Ebû Bekir’in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz. Peygamber için fedâ etmesidir. 1294
İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: “Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?” duygusu ile, “Başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim” düşüncesi gelir. İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm’a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ’nındır. Her şeyin gerçek Mâlik’i O’dur.1295 Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah Teâlâ’nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarf edilmesi, mü’minler için en mâkul bir hâdise olarak değerlendirilir.
1289] 70/Meâric, 22-34
1290] 27/Neml, 64; 51/Zâriyât, 58
1291] 92/Leyl, 17-20
1292] 11/Hûd, 6
1293] bk. 59/Haşr, 5
1294] 9/Tevbe, 40
1295] 3/Âl-i İmrân, 179; 57/Hadîd, 10
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü’mindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır. Hz. Peygamber, şöyle buyurur: “Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis insan, Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.” 1296; “Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir.” 1297 Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: “Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar.” 1298
Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber’in cömertliğini şöyle anlatır: “Allah’ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilikseveri idi. Ramazan’da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi.” Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah’ın yanına gelir, ona Kur’an öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: “Allah’ın Râsulü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir.”1299 Câbir b. Abdullah şöyle derdi: “Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, ‘hayır!’ dememiştir.1300 Hz. Ali’den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah’tan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, “peki” derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiç bir şey için “hayır!” dememiştir.” 1301
“Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi...” diyen Abdullah b. Ömer’in (r.a.) sözü, bize, ashâbın cömertlik ve îsâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir. Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ’nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O’nun rızâsına uygun bir biçimde harcaması gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: ‘Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam’ demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.” 1302 Gazâli der ki: “Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır. Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır.” 1303
Cömertlik, eldeki imkânları meşrû ölçüler içinde, gönüllü olarak ve karşılık beklemeden başkalarının yararına sunma eğilimidir. Cömert, Farsça “cevân-merd” kelimesinden Türkçeleştirilimiştir. Cömertlik kavramı İslâm ahlâkı literatüründe genellikle “sehâ”, “sehâvet” ve “cûd” terimleriyle ifâde edilir. Sehâ ve sehâvet sözlükte “ocağın, içinde kolaylıkla ateş yakılacak şekilde geniş tutulması ve yanmakta olan ateşin alev ve dumanının kolayca yükselmesine imkân hazırlanması” anlamına gelir. Bu mânâdan hareketle, gönül zenginliği ve genişliğine de sehâvet denilmiştir. “Bir şeyin yeni, iyi ve sağlam olması”, ayrıca “cömertlik yapmak” anlamındaki “cevd” veya “cevdet” kökünden türetilmiş olan “cûd” da terim olarak sehâvet kelimesiyle eş anlamlıdır. Bazı müslüman ahlâkçılar, bu
1296] Tirmizî, Birr 40
1297] Buhârî, Temennâ 5; Tevhid, 45
1298] Buhârî, Vesâya 14
1299] Müslim, Fezâil 12, hadis no: 2308
1300] Y. Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1181
1301] Y. Kandehlevî, aynı yer
1302] 63/Münâfikûn, 10
1303] Ahmed Sezikli, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 322-323
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 279 -
iki terimi cömertliğin farklı dereceleri için de kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri geçmemekle birlikte pek çok âyette infak, îsâr, i’tâ, it’âm, ihsân, ikrâm, bezl gibi masdarlardan gelen fiillerle cömertlik erdeminin önemi üzerinde durulmuştur. Hadislerde ise hem bu kelimeler hem de sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri geçmektedir.
Cömertlik, Câhiliyye devrinin en önemli erdemleri arasında yer almaktaydı. Bu dönemde cömertliğiyle ün salmı ve adları tarihe geçmiş pek çok kişi vardır. İbn Kuteybe’nin kaydettiğine göre Araplar arasında Kâ’b bin Mâme, Hâtim et-Tâî ve Herim bin Sinan’dan daha cömert bir kimse yoktu. Câhiliyye devrinde birinin çok cömert ve misâfirperver olduğunu anlatmak için “kuşları doyuran”, “esen yeli besleyen”, “yolcunun azığı”, “köpeği korkak olan” gibi mecâzî ifâdeler kullanılırdı. Ancak bu dönemde cömertçe davranışların temel âmili, ahlâkî ve insanî duygulardan ziyâde kişinin veya kabilenin şan ve şöhretini yayma tutkusuydu. Esâsen asâlet, cesâret ve sehâvet, Câhiliyye hayatının en ciddî zaaflarından olan şeref yarışının (tefâhür) başlıca konularıydı.
İslâm dini cömertliği bir fazilet olarak kabul edip yüceltmenin ötesinde onu bencil duyguların tatmin vâsıtası olmaktan çıkararak Allah rızâsı ve insan sevgisinden oluşan ahlâkî bir muhtevâya kavuşturmuştur. Kur’ân-ı Kerim, malını Allah rızâsı için değil, sadece insanlara gösteriş olsun diye harcayan kimselerin bu davranışlarının ahlâkî değer taşımadığını, yardımlaşmanın ancak insanlara iyilik etme (birr) ve Allah’a saygı gösterme (takvâ) niyetine dayalı olması gerektiğini ısrarla vurgulamıştır.1304 Kur’an’da cömertlik öncelikle Allah’ın sıfatları arasında gösterilmiştir. Allah, sonsuz lutuf ve kerem sahibidir.1305 O’nun bir adı da Kerîm’dir.1306 Bundan başka Kur’an’da yer alan rahmân, rahîm, vehhâb, latîf, tevvâb, ğaffâr, afüv, raûf, hâdî gibi İlâhî isimler de Allah’ın cömertliğini değişik yönleriyle ifâde eden kavramlardır. Bir hadiste, “Allah, cömerttir ve cömertliği sever” buyurulurken “cömert” karşılığında Allah’ın isimlerinden biri olarak “cevâd” kelimesi kullanılmıştır. 1307
Hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in cömertliğine dâir pek çok rivâyet yer almaktadır. Hz. Ali, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Ömer, Enes bin Mâlik gibi ünlü sahâbîlerden nakledilen hadislerde Hz. Peygamber insanların en cömerdi olarak tanıtılmıştır.1308 Yine Enes bin Mâlik, Câbir bin Abdullah, Hz. Âişe gibi sahâbîler, Rasûlullah’ın kendisine ihtiyacını bildiren hiçbir kimseyi geri çevirmediğini belirtmişlerdir. 1309
Gerek Kur’an’da, gerekse Sünnet’te cömertliğin İlâhî bir sıfat ve peygamberlerin de sahip oldukları üstün bir fazilet olarak kabul edilmesi, müslüman ahlâkçıların bu konuya özel bir önem vermelerine yol açmıştır. Ahlâk kitaplarında geleneksel uygulama sürdürülerek diğer erdemler gibi cömertlik de israf ve cimrilik diye adlandırılan iki aşırılığın (rezîlet) ortası sayılmıştır. İsraf, şahsî ve ailevî harcamalarda aşırılığa kaçmak, nefsin kötü arzularını tatmin etme uğruna
1304] bk. 2/Bakara, 264; 5/Mâide, 2; 92/Leyl, 17-20
1305] 55/Rahmân, 27, 76; 96/Alak, 3
1306] 82/İnfitâr, 6
1307] Tirmizî, Edeb 41
1308] Bk. Buhârî, Bed'ü'l-Vahy 5, Savm 7, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 48, 50
1309] bk. Ahmed bin Hanbel, VI/130; Müslim, Fezâil 56, 57
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanî ve dinî hiçbir gâye gütmeksizin eldeki imkânları saçıp savurmak, cimrilik ise dinin ve örfün gerekli gördüğü yerlere harcama yapmaktan kaçınmaktır. Kur’ân-ı Kerim’de müslümanlara her iki aşırılıktan da sakınarak harcamalarında ölçülü olmaları emredilmiştir. 1310
İslâm ahlâkına göre cömert olabilmek için başkalarına yardım etmek yeterli değildir. Ayrıca bu yardımın isteyerek ve seve seve yapılması gerekir.1311 Çünkü diğer bütün ahlâkî faziletler gibi cömertlik de insanda bir huy ve meleke haline gelmekle kazanılmış olur. Bu sebeple ara sıra veya isteksiz olarak ya da zorla iyilik yapan bir kimse cömert sayılmaz. Buna karşılık iyilik yapma niyet ve irâdesi taşıdığı halde bunu gerçekleştirme imkânına sahip olmayan insan cömert sayılır.1312 Cömertliğin meleke halini alması güçlü bir irâde eğitimine bağlıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber’e hangi sadakanın daha değerli olduğu sorulduğunda, “Yaşama sevincin yerinde ve mala düşkün olduğun, zenginliği arzulamakta ve fakirlikten korkmakta bulunduğun zamanda verdiğin sadakadır” diye cevap vermiştir.1313 Cömertliğin diğer bir şardı da yardıma mukabil hizmet, mükâfat, övgü ve teşekkür gibi herhangi bir maddî veya mânevî karşılık beklememek,1314 gösterişten ve yardım edilen kimseyi rencide edecek tutumlardan dikkatle kaçınmaktır.1315 Ayrıca yardım olarak verilen malın gözden çıkarılan bir şey olmayıp sahibi nezdinde değer taşıması da cömertliğin şartlarındandır. 1316
Müslüman ahlâkçılar, yapılan hayrın miktarı, cinsi, hayır sahiplerinin malî imkânları, sosyal tabakalar arasındaki yerleri vb. açılardan konuya eğilerek cömertliği çeşitli tasniflere tâbi tutmuşlardır. Buna göre cömertliği en alt derecesi, şeriatın farz kıldığı zekât ve ailenin geçimini sağlamak gibi görevlerin yerine getirilmesidir. Bunun ötesinde iyilik yapmak ise kişinin ahlâk ve faziletteki kemal derecesine bağlıdır. Bazı ahlâkçılar bu açıdan cömertliği sehâvet, cûd ve îsâr olmak üzere başlıca üç dereceye ayırmışlardır. Kişinin, imkânlarının çoğunu kendisine ayırarak azını hayır yolunda kullanmasına sehâvet, azını kendisine ayırarak çoğunu başkalarına ikrâm etmesine cûd, gerektiğinde kendisini tamamen mahrum bırakarak imkânını başkaları için kullanmasına da îsâr denir. Îsâr, Haşr sûresinin 9. âyetinden alınarak terimleştirilmiştir. Söz konusu âyette, hicretten sonra Medineli ensârın Mekkeli muhâcirleri evlerine alıp mallarına ortak ederek yüksek bir cömertlik ve ferâgat örneği göstermiş oldukları övgüyle anlatılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye, yapılan hayrın cinsi bakımından cömertliği on mertebeye ayırmıştır. Bunlar bedenî imkânlar, makam ve mevkî, rahat ve huzur, ilim ve servet gibi maddî ve mânevî imkân ve kabiliyetlerin hayır yolunda kullanılamsından oluşur.1317 Başka bir tasnife göre cömertliğin en mükemmeli Allah’ın cömertliğidir. Çünkü Allah, hangi varlığın ne kadar ikrâma lâyık olduğunu bilir ve o kadar ikrâm eder. Ayrıca O’nun ihtiyaçtan münezzeh olduğu için ikrâmından dolayı kulunu minnet altında bırakmak gibi birgâye güttüğü de düşünülemez.
1310] 7/A'râf, 31; 17/İsrâ, 29; 25/Furkan, 67
1311] bk. 59/Haşr, 9
1312] Gazâlî, III/53, 58, 60
1313] Buhârî, Zekât 11
1314] 76/İnsan, 8-10
1315] 2/Bakara, 261-265
1316] 2/Bakara, 267; 3/Âl-i İmrân, 92
1317] Medâricü's-Sâlikîn, II/305-308
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 281 -
İnsanlar arasında cömertlik sıfatına en çok muhtaç olanlar ise yöneticilerdir; onlardan sonra da diğer sosyal tabakalar gelir. 1318
Fârâbî ve İbn Sinâ gibi sudûrcu müslüman filozofları, yeni Eflâtunculuk’tan da faydalanarak varlığın Allah’tan taşmasını (feyz) ve genel olarak âlemde hayrın aslî, şerrin ise ârızî olduğu şeklindeki görüşlerini Allah’ın cömertlik (cûd) sıfatıyla izah etmişlerdir. Bazı ahlâkçılar, klasik ahlâk felsefesindeki dört esas fazilete (hikmet, şecaat, iffet, adâlet) ilâveten cömertliği de temel fazilet sayarak bunun altında ikinci derecedeki faziletleri sıralamışlardır. 1319
Kur’ân-ı Kerim’de Buhl/Cimrilik Kavramı
Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması;1320 karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi;1321 yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması;1322 yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması1323 şarttır.
Kur’an-ı Kerîm’de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah’ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir.1324 Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir.1325 Bazı âyetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ’ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir. 1326
Kalpler cömertlik sâyesinde temizlenir.1327 Çünkü küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz.” 1328 buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, “Ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder.”1329 Oysaki Allah Teâlâ’nın bildirdiğine göre: “Mal ve servet insan için bir imtihandır.”1330 Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir. 1331
Cömertliğin göstergesi olan “infak” kavramı, Kur’anda türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Muaz bin Cebel ile Sa’lebe, Hz. Peygamber’e “kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım?” diye sorduklarında, şu âyet inmişti: “Sana hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin.”1332 Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu
1318] Râğıb el-İsfahânî, s. 294
1319] Meselâ bk. İbn Miskeveyh, Tehzîbü'l-Ahlâk, s. 43; İbn Hazm, el-Ahlâk ve's-Siyer, s. 59, 87; Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 72-73
1320] 59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 11-18; 5/Mâide, 13
1321] 76/İnsan, 8-l0
1322] 2/Bakara, 263-264
1323] 3/Âl-i İmrân, 92
1324] 2/Bakara, 254
1325] 2/Bakara, 222
1326] 2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11
1327] 92/Leyl, 17-20
1328] 89/Fecr, 20
1329] 2/Bakara, 268
1330] 39/Zümer, 49-52
1331] 64/Teğâbün, 15-17
1332] 2/Bakara, 219
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı.1333 Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetinde varlıklı mü’minlere “Allah yolunda infak” emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.
Kur’ân-ı Kerim’de üç âyette cimri anlamındaki “şuhh”, bir âyette “cimriler” anlamındaki “eşihha”, üç âyette buhl, dokuz âyette de bundan türetilmiş fiiller yer almaktadır. Bu âyetlerin birinde1334 nefislerin cimriliğe eğilimli yaratılmış olduğu belirtilmekte, iki âyette de 1335 cimrilikten korunanların kurtuluşa ereceği ifâde edilmektedir. Zemahşerî bu âyetleri yorumlarken şuhh kelimesini, insanın ve kendisini alçaltacak derecede bencil ve servete düşkün olması şeklinde tarif etmekte, sözkonusu âyetlere göre cimriliğin yaratılıştan gelen ve hiçbir zaman tam olarak yok edilmesi mümkün olmayan doğal bir duygu (garîza) olduğunu belirtmektedir.1336 Bu anlayış daha sonra kaleme alınan birçok tefsirde de tekrarlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanın bu bencil duygudan kurtulması ve bunun yerine cömertlik duygusunu geliştirmesi her vesile ile öğütlenmektedir: “...Allah cimrilik edenleri, başka insanların da cimri olmasını isteyenleri ve Allah’ın kendi kereminden verdiğini saklayanları sevmez.”1337 Başka bir âyette cimriliğin insanın kendi yararına bir davranış olmayıp aksine tam aleyhine bir sonuç doğuracağı belirtilmiştir. 1338
“Allah yolunda infak edip harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (Her türlü hareketinizde dürüst davranın, yardım edin ve güzellik sergileyin). Çünkü Allah muhsinleri (dürüstleri ve güzellik sergileyenleri) sever.” 1339
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, her başağı yüz daneli yedi başak bitiren bir tohumun hali gibidir. Allah dilediği kimseye daha kat kat verir. Allah’ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyla bilendir.” 1340
“Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın.” 1341
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği emredip telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaad eder. Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.” 1342
“Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz harcayan kimseler var ya, işte onların, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” 1343
“Allah, fâizi tüketir (fâiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir.
1333] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. 11/ 371
1334] 4/Nisâ, 128
1335] 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16
1336] el-Keşşâf, IV/84
1337] 4/Nisâ, 36-37
1338] 3/Âl-i İmrân, 180
1339] 2/Bakara, 195
1340] 2/Bakara, 261
1341] 2/Bakara, 267
1342] 2/Bakara, 268
1343] 2/Bakara, 274
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 283 -
Allah küfürde ve günahtar ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” 1344
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar birre (Cennete ve iyiliğin en güzeline) eremezsiniz.” 1345
“Allah’ın, fazlından/kerem ve ihsânından kendilerine verdiklerini (infakta) buhl edip cimrilik gösterenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır, bu onlar için onlar için şerdir/kötüdür. Buhl edip cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 1346
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlar (köle, câriye, hizmetçi ve benzerlerine) ihsân edin (iyi davranın ve yardım edin). Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez. Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine fazlından verdiği Şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.” 1347
“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” 1348
“Yahûdiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar! Bilâkis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir...” 1349
“Ey iman edenler gerçek şu ki (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün onların alınları böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) ‘İşte bu kendiniz için biriktirip sakladıklarınızdır; yığıp sakladıklarınızı tadın!’ (denilecek).” 1350
“Onlardan (münâfıklardan) kimi de, ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka (ve zekât) vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız!’ diye Allah’a andiçtiler. Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” 1351
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın.” 1352
“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.” 1353
“De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de
1344] 2/Bakara, 276
1345] 3/Âl-i İmrân, 92
1346] 3/Âl-i İmrân, 180
1347] 4/Nisâ, 36-37
1348] 4/Nisâ, 53
1349] 5/Mâide, 64
1350] 9/Tevbe, 34-35
1351] 9/Tevbe, 75-76
1352] 17/İsrâ, 29
1353] 17/İsrâ, 31
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir.” 1354
“Onlar, harcadıkları zaman ne israf ederler ne kısarlar; (harcamaları) ikisi arasında dengeli, orta bir yoldur.” 1355
“(Allah yolunda) Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar.” 1356
“Gerçekten dünya hayatı, ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve ittika edip sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı tamâmen sarfetmenizi istemez (İstenen sadece zekât ve sadaka gibi cüz’î bir miktardır). Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı. İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (İnsanlar farz olan harcamayı yerine getirmezlerse helâkı hak eden bir toplum olurlar). 1357
“Gördün mü arkasını döneni? Azıcık verip sonra vermemekte direneni?” 1358
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez. Ki onlar, cimrilik ederler ve insanlara cimriliği emr (tavsiye) ederler. Her kim yüz çevirirse artık şüphesiz Allah, Ğaniy (hiçbir şeye muhtaç olmayan zengin)dir, Hamîd (övülmeye lâyık olan) O’dur.” 1359
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendi (şehir)lerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 1360
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” 1361
“Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: ‘Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) infak edip harcayın.” 1362
“Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir/imtihandır. Büyük mükâfat
1354] 17/İsrâ, 100
1355] 25/Furkan, 67
1356] 34/Sebe', 39
1357] 47/Muhammed, 36-38
1358] 53/Necm, 33-34
1359] 57/Hadîd, 22-24
1360] 59/Haşr, 9
1361] 61/Saff, 10-13
1362] 63/Münâfikun, 10
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 285 -
ise Allah’ın yanındadır. O halde gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun. (O’nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize olarak infak edip harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhha nefsihî) korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” 1363
“Gerçek şu ki, Biz o bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi bunlara da belâ verip imtihan ettik. Hani onlar, sabah vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka devşireceklerine dair and içmişlerdi. (Bu konuda) hiçbir istisnâ yapmıyorlardı. Fakat onlar uyuyorlarken Rabbin tarafından kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi de, bahçe kuruyup kapkara kesildi. (Beri tarafta ise) onlar, sabah vakti birbirlerine seslendiler: ‘Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkence kalkıp çıkın.’ Derken aralarında fısıldaşarak çıkıp gittiler: ‘Bugün sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın, yanınıza sokulmasın!’ (Yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, (böyle sözlerle) erkenden yola koyuldular. Ama bahçeyi görünce: ‘Muhakkak biz, (gideceğimiz yeri) şaşırmış olmalıyız’ dediler. (Yanlış yere gelmediklerini anlayınca da şöyle dediler: ‘Hayır, biz (her şeyden ve bütün servetimizden) yoksun bırakıldık.’ Ortancaları, ‘ben size demedim mi, Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez mi?, diye söylemedim mi?’ dedi. Dediler ki: ‘Rabbimiz Seni tesbih eder yüceltiriz; gerçekten biz, zâlim imişiz, kendi kendimize yazık etmişiz.’ Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar. Nihâyet şöyle dediler: ‘Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz. Belki Rabbimiz, bunun yerine daha hayırlısını verir; şüphesiz (artık) biz yalnızca Rabbimize rağbet eden (O’nun rızâsını arzulayan) kimseleriz.’ İşte azap böyledir. Âhiret azâbı ise muhakkak çok daha büyüktür; keşke bilselerdi!” 1364
“Onu yakalayın da, (ellerini boynuna) bağlayın; Sonra alevli ateşe atın onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire sarın! Çünkü o, Ulu Allah’a iman etmezdi. Yoksula yemek vermeye (kendisi yanaşmadığı gibi, başkalarını da) teşvik etmezdi.” 1365
“(Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta olanı (cehennem kendine çeker). Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız, dar gönüllü) yaratılmıştır. Kendisine fenalık dokunduğunda sızlanır, feryat eder. Ona imkân verilip iyilik dokunduğunda ise pinti kesilir.” 1366
“İnsana gelince, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunur ve bol nimet ve zenginlik verirse, ‘Rabbim bana ikram etti!’ der (kendisinin bu ikrama ve nimete lâyık olduğunu düşünür). Ama onu imtihan edip rızkını daraltırsa, ‘Rabbim bana ihânet etti’ der (kendisinin buna lâyık olmadığını sanır). Hayır! (Bunların hiçbiri doğru değil.) Belki de siz yetime ikram etmiyorsunuz, Yoksula yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram-helâl demeden mirası yiyorsunuz. Malı bütün gücünüzle seviyorsunuz.” 1367
“Kim verir ve ittika edip sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim de cimrilik edip vermez, kendini müstağnî/zengin sayıp hakka boyun eğmez ve en güzel olanı da yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” 1368
“İnsan, Rabbine karşı çok nankördür. Şüphesiz buna kendisi de şâhittir ve o, mal sevgisine aşırı derecede düşkündür. Kabirlerde bulunanların diriltilip dışarı atıldığını
1363] 64/Teğâbün, 15-16
1364] 68/Kalem, 17-33
1365] 69/Haakka, 30-34
1366] 70/Meâric, 18-21
1367] 89/Fecr, 15-20
1368] 92/Leyl, 5-11
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşünmez mi? Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman (Acaba hali nasıl olur?) Şüphesiz Rableri o gün onlardan tamamıyla haberdardır.” 1369
Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi, başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun! Onların vay haline! O, malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye (tutuşturulmuş şiddetli ateşe) atılacaktır. 1370
Hadis-i Şeriflerde Buhl/Cimrilik Kavramı
“Cimrilikten sakının. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir. “ 1371
“Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: ‘İlâhî İnfak edene karşılığını ver’; diğeri: ‘Allah’ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et)’ diye duâ ederler.” 1372
“...Cimri kişi Allah’a uzak, Cennet’e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır.” 1373
“Yarım hurma ile de olsa (onu Allah yolunda infak ederek) ateşten/Cehennemden korunun!” 1374
“Allah’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten Sana sığınırım. Yine, kabir azâbından Sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden Sana sığınırım.” 1375
“...Cimrilikten sakının. Zira cimrilik, sizden önce yaşayan insanları, birbirini boğazlamaya ve dokunulmaz haklarını çiğnemeye götürmek sûretiyle perişan etmiştir.” 1376
“Hırstan kaçının. Çünkü o, sizden öncekileri helâke götürmüştür. Hırs, onlara cimriliği emretti, cimri oldular. Onlara sıla-i rahmi (akrabalık münâsebetlerini) kesmeyi emretti, kestiler.” 1377
“Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Cimri kişi, Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert câhil, ibâdet eden cimriden Allah’a daha sevimlidir.” 1378
“Cimri ile cömerdin durumu, göğüsleri ile köprücük kemikleri arasına zırh giyinmiş iki kişinin durumuna benzer. Cömert, sadaka verdikçe, üzerindeki zırh genişler, uzar, ayak parmaklarını örter ve ayak izlerini siler. Cimri ise, bir şey vermek istediğinde zırhın halkaları birbirine iyice geçer, onu sıkıştırır; genişletmek için ne kadar çalışsa da başaramaz.” 1379
1369] 100/Âdiyât, 6-11
1370] 104/Hümeze, 1-4
1371] Müslim, Birr 56
1372] Buhârî, Zekât 27, 28; Müslim, Zekât 57, hadis no: 1010
1373] Tirmizî, Birr 40
1374] Buhârî, Zekât 9, 10, Menâkıb 25, Rikak 49, 51, Edeb 34, Tevhid 36; Müslim, Zekât 66-68; Tirmizî, Kıyâmet 1, Zühd 37; Nesâî, Zekât 63, 64; İbn Mâce, Mukaddime 13, Zekât 28
1375] Buhârî, Deavât 38, 40, 42, Cihad 25; Müslim, Zikr 52, hadis no: 2706; Tirmizî, Deavât 71, hadis no: 3480-3481; Ebû Dâvud, Salât 367, h. no: 1540, 1541, Hurûf 1, h. no: 3972; Nesâî, İstiâze 6, h. no: 8, 257-258
1376] Müslim, Birr 56, hadis no: 2578
1377] Ahmed bin Hanbel, II/160
1378] Tirmizî, Birr 40
1379] Buhârî, Cihad 89, Zekât 28, Talâk 24, Libâs 9; Müslim, Zekât 76-77; Nesâî, Zekât 61
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 287 -
“İnsanda bulunan en şerli şey aşırı cimrilik ve şiddetli korkudur.” 1380
“Cehennem bozguncu, cimri ve başa kakıcı her insana yakındır.” Bir diğer rivâyette ise şöyle buyrulmuştur: “Cennete bozguncu, cimri ve başakakıcı giremez.” 1381
“Kim helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse -ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.” 1382
“Kesenin ağzını sıkma! Allah da sana sıkarak verir! İnfak et, sayıp durma; Allah da sana karşı nimetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allah da senden saklar.” 1383
“Şâyet şu gördüğünüz ağaçlar kadar hayvanım olsaydı, onların tamamını size paylaştırırdım. Siz de benim cimri, yalancı ve korkak olmadığımı görürdünüz!” 1384
“Sadaka vermek malı eksiltmez. Kul başkalarının hatalarını bağışladıkça Allah da onun şerefini arttırır. Kim Allah için alçak gönüllü davranırsa, Allah da onu yükseltir.” 1385
“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen senin için iyi; vermemen kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden üstündür (unutma).” 1386
Bir kimse “Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye Rasûlullah (s.a.s.)’a sordu. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: “Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selâm vermendir.” 1387
“Ey Âdemoğlu! (Allah için) infak et ki, sana da infak olunsun!” 1388
“Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir.” 1389
“Üstteki el alttaki elden hayırlıdır/üstündür. Üstteki el, veren; alttaki el ise dilenip alan eldir.” 1390
“Üstteki el, alttaki elden daha hayırlıdır. Harcamaya, geçimini üstlendiklerinden başla! Sadakanın iyisi, ihtiyaç fazlası maldan verilendir. Dilenmekten sakınmak isteyenleri, Allah iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allah, insanlara muhtaç olmaktan kurtarır.” 1391
“Kim ihtiyaç içine düşer de bunu insanlara açarsa, ihtiyacı kapanmaz. Kim de ihtiyacını
1380] Ebû Dâvud, hadis no: 2511
1381] Tirmizî, Birr 41, hadis no: 1964
1382] Buhârî, Zekât 8, Tevhid 23; Müslim, Zekât 63, 64; Tirmizî, Zekât 28; Nesâtî, Zekât 48; İbn Mâce, Zekât 28
1383] Müslim, Zekât 88; Buhârî, Zekât 21; Ebû Dâvud, Zekât 46; Tirmizî, Birr 40; Nesâî, Zekât 62
1384] Buhârî, Cihad 24, Humus 19
1385] Müslim, Birr 69; Tirmizî, Birr 82
1386] Müslim, Zekât 97; Tirmizî, Zühd 32
1387] Buhârî, İman 6, 20, İsti’zân 9, 19; Müslim, İman 63; Nesâî, İman 12; İbn Mâce, Et’ıme 1
1388] Buhârî, Tefsîru sûre (11) 2, Nefekat 1, Tevhid 35; Müslim, Zekât 36, 37; İbn Mâce, Keffârât 15
1389] Buhârî, Temennâ 5; Tevhid, 45
1390] Buhârî, Zekât 18, 50; Müslim, Zekât 94, 95, 96, 97, 106, hadis no: 1033; Ebû Dâvud, Zekât 28; Nesâî, Zekât 50, 52, 53, 93, h. no: 5, 61; Tirmizî, Zühd 32, Kıyâmet 39; Muvattâ, Sadaka 8, h. no: 2, 998
1391] Buhârî, Zekât 18, Vesâyâ 9, Nefekat 2; Müslim, Zekât 95; Ebû Dâvud, Zekât 39; Nesâî, Zekât 53, 60
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’a arzederse, Allah’ın, hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.” 1392
“Kim bana, halktan hiçbir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona cenneti garanti ederim.” 1393
Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.), arada sırada bana gâzîlik bahşişi verirdi. Ben de kendisine: ‘Bunu benden daha fakir, ihtiyaç içinde kıvranan birine verseniz’ derdim. Rasûlullah (s.a.s.) de cevaben şöye derdi: “Sen bunu al! Göz dikmediğin ve istekli de olmadığın halde sana gelen böylesi malı al. Kendine mal et, ister ye, ister tasadduk et! Fakat böyle olmayan bir malın peşine de düşme!” 1394
“Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.” 1395
“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil; gönül tokluğudur.” 1396
“Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi kişi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan obur gibidir. Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır.” 1397
“İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” 1398
“Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği ise sekiz kişiye yeter.” 1399
“Eş’arîler, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de ailelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler Bendendir, Ben de onlardanım.” 1400
“Yalnız şu iki ikimseye gıpte edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda infak edip tüketen kimse; diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” 1401
“Yalnız şu iki kişiye gıpte edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği Kur’an ile gece-gündüz meşgul olan kimse; diğeri, Allah’ın kendisine verdiği malı gece-gündüz infak edip harcayan kimse.” 1402
“Sadakanın en iyisi (insanın sağ iken) bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar.” 1403
1392] Ebû Dâvud, Zekât 28; Tirmizî, Zühd 18
1393] Ebû Dâvud, Zekât 27; Tirmizî, Zühd 61
1394] Buhârî, Zekât 51, Ahkâm 17; Müslim, Zekât 110; Nesâtî, Zekât 94
1395] Müslim, Zekât 125; Tirmizî, Zühd 35
1396] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130; Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce, Zühd 9
1397] Buhârî, Vesâyâ 9, Cihad 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikak 7, 11; Müslim, Zekât 96; Tirmizî, Fiten 26, Zühd 41; Nesâî, Zekât 50, 80, 93; İbn Mâce, Fiten 19
1398] Buhârî, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178; Tirmizî, Et’ıme 21
1399] Müslim, Eşribe 179-181; Tirmizî, Et’ıme 21; İbn Mâce, Et’ıme 2
1400] Buhârî, Şirket 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe167
1401] Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’sitâm 3; Müslim, Müsâfirîn 268; İbn Mâce, Zühd 22
1402] Buhârî, Temennî 5, Tevhid 45; Müslim, Müsâfirîn 266, 267; İbn Mâce, Zühd 22
1403] Buhârî, Vesâya 14
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 289 -
Ahnef İbnu Kays anlatıyor: “Ben Kureyş’ten bir grubla oturuyordum. Oradan Ebu Zerr (r.a.) geçti. Şöyle diyordu: “Mal biriktirenleri, cehennem ateşinde kızdırılan taşlarla müjdele. Bu kızgın taşlar onların her birinin memelerinin uçlarına konacak, tâ kürek kemiklerinden çıkacak; kürek kemiklerine konacak, ta meme uçlarından çıkacak. (Böylece) çalkalanıp duracaklar” dedi. Bu konuşmayı dinleyenler başlarını indirdiler. Onlardan hiçbirinin bu adama cevap verdiğini görmedim. Bunun üzerine adam dönüp gitti. Ben de peşinden onu takip ettim. Nihayet bir direğin dibine oturdu. ‘Bu adamların, senin kendisine söylediklerinden hoşlanmadıklarını görüyorum’ dedim. Şu cevabı verdi: “Bunların hakikaten hiçbir şeye aklı ermiyor. Dostum Ebu’l-Kaasım (s.a.s.) bir keresinde beni çağırdı. Yanına varınca bana: “Uhud’u görüyormusun?” dedi. “Evet, görüyorum” dedim. Bunun üzerine: “Bunun kadar altınım olmasını istemem, (olsaydı) üç dinar müstesna hepsini infak ederdim” buyurdu. Ebû Zerr (r.a.) önceki sözünü te’kiden: “Bu (Kureyşliler var ya) dünyayı topluyorlar hiçbir şeye akılları ermiyor” dedi. Ben: ‘Seninle bu Kureyşli kardeşlerinin arasında ne var ki, onların yanına uğramıyor, onlardan birşey almıyorsun?’ dedim. Ebû Zerr: “Hayır! Rabbine yemin ederim, taa Allah ve Resûlüne kavuşuncaya kadar ben onlardan ne dünyalık isterim ne de kendilerine din nâmına bir şey sorarım” dedi. Ben tekrar: ‘Şu ihsan meselesi hakkında ne dersin?’ dedim. “Sen onu al. Çünkü bugün onda bir nafaka var. Ancak, bu ihsan dinin karşılığında yapılırsa, bırak alma!” dedi. 1404
Bir başka rivayette şöyle denmiştir: “Ben Rasûlullah’la (s.a.s.) beraber yürüyordum. O, Uhud dağına bakıyordu. Bir ara: “Evimde üç gece kalacak altınım olsun istemem. Ancak üzerimdeki bir borç sebebiyle tek dinarı koruyabilir, geri kalanın da Allah’ın kullarına şöyle şöyle dağıtılmasını emrederdim” dedi ve elleriyle önüne, sağına soluna dağıtma işareti yaptı.” 1405
Açıklama: Yukarıdaki rivâyet Ebu Zerr Gıfarî hazretlerinin mizacına muvafık bir mahiyet arzeder. Ebu Zerr hazretleri (r.a.) Ashab arasında son derece zâhid bir zattır. Onun nazarında dünya servetlerinin, tereffühün hiçbir değeri yoktur. Mal biriktirmek, lüks, debdebe ona göre haramdır. Onun, zühd mesleğindeki ifratı sebebiyle Ashab’ın büyük çoğunluğundan ayrılarak, ümmetin çoğunluğuna tavsiye edilmeyecek hususî bir yolda gitmiş olduğunu ayrıca belirteceğiz.
Nevevî, yukarıdaki rivâyette Ebû Zerr’in (r.a.) kendi mezhbine delil bulduğunu söyler. Çünkü ona göre, ihtiyaçtan fazla mal biriktirmek, Kur’ân’da haram olduğu belirtilen kenz’dir. Hâlbuki ümmetin sevkedileceği cadde-i kübra cumhurun yoludur. Cumhru-u ulema ise zekâtı verilen malı kenz kabul etmez, helal addeder. Ashabtan pekçoğu ticaretle meşgul olup büyük sermaye biriktirmiştir. Ama onlar zekâtını verince buna kenz dememişlerdir, haram addetmemişlerdir.
Kadı İyaz, Ebu Zerr’in tutumunu şöyle yorumlar: “Sahih olan şudur ki, Hz. Ebû Zerr’in (r.a.) inkâr ettiği husus, Beytü’l-Mal’den kendileri için mal alıp bunları yerli yerine harcamayan sultanlarla ilgilidir.”
Nevevî haklı olarak buna katılmaz ve bu yorumun yanlış olduğunu söyler. “Çünkü der, Ebu Zerr (r.a.) zamanındaki sultanlar onun dediği gibi değillerdi.
1404] Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 34, hadis no: 992
1405] Buhârî, Zekât 4; İstikrâz 3, Bed'u'l-Halk 6; İsti'zân 30, Rikak 13, 14; Müslim, Zekât 34, hadis no: 992
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onların Beytü’l-Mâl’e ihanetleri yoktu. Onlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a.) idiler. Nitekim Ebu Zerr (r.a.) Hz. Osman’ın sağlığında 32 hicrî yılında vefat etmiştir.”
Bu meseleyi, Ashâbın arasında mevcut diğer ihtilâflı mes’elelerden biri gibi görmek en uygundur. Onların hepsi âyet ve hadisleri yorumlamada, ictihad yapmada yetki sâhibidirler. İsâbet de edebilirler hata da. İsabetin mi’yarı çoğunluğun tercihidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) ümmetin dalâlet üzerinde ittifak etmeyeceğini müjdelemiştir. Dolayısıyla, Ebû Zerr’in (r.a.) görüşünü tercih ve iltizam ederiz.
Zamanımızda bir kısım Müslümanlar, Ebû Zerr hazretlerinin para ve lüks karşısındaki tutumunu, kendi siyasî görüşlerine uygun bularak, diğer sahâbeleri alçaltıcı bir tavırla, Ebu Zerr’i (r.a.) tebcîl cihetine gidiyorlar. Mâkul ve İslâmî bulmadığımızı belirtmek isteriz. Ehl-i Sünnet, Ashabtan hiçbirine küçültücü tavır takınmayı tasvib etmez. Böylesi bir ayırım gulat-ı Şia’nın işidir. 1406
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde otururken yanına geldim. Beni görünce: “Kâbe’nin Rabbine kasem olsun onlar zararda” buyurdu. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, annem babam sana feda olsun, onlar kimlerdir?’ dedim. Buyurdu ki: “Onlar malca çok olanlardır. Ancak -eliyle ön, arka, sağ ve sol taraflarını göstererek- şöyle şöyle bol bol vermelerini emredenler müstesnâ” dedi ve hemen ilâve etti: “Böyleleri ne kadar az! Şunu bilin ki, devesi, sığırı, davarı olup da zekâtını vermeyen her insan kıyamet günü, o malları, mümkün olan en iri ve en semiz şekilde karşısına çıkıp, sırayla boynuzlarıyla toslayacak, ayaklarıyla çiğneyecek. Sonuncusu da bu muameleyi yapınca birinci tekrar başlayacak. Bu hal, insanlar arasındaki hüküm bitinceye kadar devam edecek.” 1407
Açıklama: Nevevî bu hadisten şu hükümlerin çıkarıldığını belirtir:
1- Sadaka hayır olan her şeyde câridir, iyiliğin tek şubesine münhasır değildir. Hadis, sadakanın her çeşidine teşvik etmektedir.
2- Yemin teklif edilmeden yemin etmek câizdir, hatta bunda, bir emrin te’kidi veya bir maksadın tahakkuku gibi herhangi bir maslahat varsa müstehabdır. Keza, meselede ihtiyârîliği, câiz olma durumunu nefyetmek için de yemin etmek gerekebilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde bu maksadla yapılan yemin çoktur.
3- Yeri gelince “Annem babam sana feda olsun!” cümlesini kullanmak câizdir.
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in eliyle arka, ön, sağ, sol cihetlerine işaret buyurması, mühim bir harcama ihtiyacı hangi maksadla çıkarsa, nereden gelirse derhal infak etmek gereğine işarettir. 1408
“Sıkılık (cimrilik) huyundan kaçının. Zira sizden önce gelip geçenler bu huy yüzünden helâk oldular. Şöyle ki: Bu huy onlara cimrilik emretti, onlar hemen cimrileşiverdiler, sıla-ı rahmi kesmelerini emretti, hemen sıla-ı rahmi kestiler, doğru yoldan çıkmayı (fücur)
1406] İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/165-166
1407] Müslim, Zekât 301, hadis no: 590; Buhârî, Eymân 3, Zekât 43; Tirmizî, Zekât 1, h. no: 617; Nesâî, Zekât 2, h. no: 5, 10-11
1408] İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/167
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 291 -
emretti, hemen doğru yoldan çıktılar.” 1409
Açıklama: Sıkılık diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı “şuhh”dur. Cimriliği de içine alan bir huyu ifade eder. Bu huy, pek çok fenalıkların kaynağı durumunda olan bencilliğe benzetilebilir. Nitekim bencil insan, maddî mânevî her imkânı kendi kaprislerini tatmine sarfederek pekçok beşerî müesseseleri yıkar, sosyal bağları koparır. Sözgelimi sıla-i rahm, yakınlara ilgiyi, hediyeleşmeyi, ihtiyaç sahibine yardımı gerektirir. Bencillikle cimrileşen bunları kaldırır atar.
Fücûru bazı âlimler “yalan”, bazı âlimler “zina” olarak anlamışlar, biz “doğruluktan ayrılma” diye tercüme ettik. Demek ki, insan sıkılığa, bencilliğe düştü mü, nefsin hâris hissiyatını tatmin yolunda pekçok fenalıkların kapısını açmış, birçok hayır kapılarını da kapamış olmaktadır. 1410
“İki özellik vardır ki bir mü’minde asla beraber bulunmazlar: Cimrilik ve kötü ahlâk.” 1411
Açıklama: Hadis-i şerif, bu iki vasfın mü’minde beraberce bulunmaması gereğini ifade etmektedir. Türbüştî’nin açıklamasına göre, bu hadisten murad, mezkûr iki huyun kâmil seviyede güçlenmiş olarak bir araya gelmeleridir. Öyle ki kişi ondan bir an olsun kendini kurtaramaz. Her an bu huylar kişide mevcuttur ve kişinin bunlardan bir rahatsızlığı, bir şikâyeti de yoktur. Bilakis râzıdır.
Öyle insanlar var ki bazan cimrilik edip, ara sıra kötülük işler sonra da pişman olup üzülür veya nefsi bir kısım cimrilik ve ahlâksızlıklara çağırdığı halde vicdânı ve sağduyusu buna karşı koyar ve bir iç mücâdelesine girer. Şu halde bu durumda olan kimse hadisin tahdidine dâhil değildir. Her mü’minin bu hallerle imtihan edildiği söylenebilir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü’minleri cimriliği prensip olarak benimseme kötü huyuna karşı uyarmaktadır. 1412
“Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır.” 1413
Açıklama: Tirmizî’nin sahih olduğunu belirttiği bu hadisle Hz. Peygamber (s.a.s.) “mal” konusuna dikkat çekmiştir. Şârihler, hadiste geçen “fitne’yi dalâlet ve masiyet, yani sapıtma ve Hakk’a isyan olarak anlarlar. Yani bu ümmeti hak yoldan ayıracak, İslâm’dan uzaklaştıracak en mühim âmil “madde ve mal” olmaktadır. İslâm düşmanı gizli ve açık komitelerin, mahallî ve beynelmilel teşkilatların Müslümanları ayartabilmek için en ziyade “madde”ye dayandıklarını müşahede ettikçe, nice yakınlarımızın, bu vatan evlatlarının maddî menfaat sebebiyle dinden koptuklarını gördükçe, “Kâfirler mallarını, Allah’ın yolundan insanları alıkoymak için sarfederler ve daha da sarfedeceklerdir.”1414 âyetinin teyidini görmekle Rasûlullah’ın (s.a.s.) benzeri ihbaratında ortaya çıkan gaybtan haber mucizesi karşısında hayranlığımızı ifade etmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu ve bundan sonra da göreceğimiz bir kısım hadisler, yanlış yoruma sebep olmamalı. İslâm temelde servete, kuvvete karşı değildir. Bilakis, pekçok hadis
1409] Ebû Dâvud, Zekât 46, hadis no: 1698
1410] İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/167-168
1411] Tirmizî, Bir 41, h. no: 1963
1412] İ. Canan, a.g.e. 3/168
1413] Tirmizî, Zühd: 26, hadis no: 2337
1414] 8/Enfâl, 37
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslümanı kazanmaya teşvik eder. Dinimizin mühim bir parçasını teşkîl eden zekât, sadaka gibi farz ve mendup emirlerin yerine getirilmesi, cihad vazifesinin başarıyla yürütülmesi hep “mal”a, mal sahibi olmaya bağlıdır. Keza:”Veren el alan elden üstündür.”; “Kuvvetli mü’min, Allah nezdinde zayıf mü’minden daha hayırlı, daha üstün, daha sevgilidir.”; “Müttakî olana zenginliğin bir zararı yoktur.” gibi hadisler, “(Ey mü’minler!) onlara karşı gücünüzün yettiğince -Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip, sizin bilmediğinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayın.”1415 gibi âyetler Müslümanı çalışmaya, kuvvetli olmaya teşvik etmektedir.
Öyle ise, “mal” ve “madde”yi kınayan ifadelerin gayesi, bunların, her an uyanık olunmadığı takdirde ahlâki ve dinî hayatımızda sebep olacağı sefahat ve düşüklüklere karşı uyarmaktır. Unutmayalım ki, bütün terakki ve kalkınma hareketleri yoksulluk ve darlıktan doğduğu halde, duraklama ve gerileme hareketleri de doruk noktasına ulaşan bolluk ve zenginliğin getirdiği rehavet ve sefâhetle başlamaktadır. Bunun en güzel örneği Hz.Peygamber’in (s.a.s.) kurduğu İslâm devletidir. Zaman zaman açlıktan düşüp bayılan, açlığını hafifletmek için karınlarına taş bağlayan insanlar, onun temelini atıp, kısa zamanda üç kıtaya uzanan bir devlet hâline getirmişlerdir. Kezâ tarihçiler Osmanlı Devleti’nin duraklamasını Kanunî ile başlatırlar, hâlbuki diğer açıdan Kanunî gelişmenin zirvesini temsil eder.
Şu halde Allah elçisi, ezelî ve ebedî hakikatların tebliğcisi olan Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)in “mal” ve “madde” karşısındaki uyarılarına iyi kulak vermek, onları iyi anlamak gerektir: “Allah’a kasem olsun sizin için fakirlikten (darlıktan) korkmuyorum. Sizin için öncekilere genişleyip (bollaştığı) gibi size de dünyanın genişleyip bollaşmasından, onlar gibi sizin de dünyalık yarışına düşmenizden, dünyalığın onları helâk ettiği gibi, sizi de helâk etmesinden korkuyorum.”
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “mal” karşısındaki tutumunu kavramada şu hadisi görmemiz yeterlidir: “İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah’tan korkar da onu sıla-i rahimde harcar, malda mevcut olan Allah’ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.
Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.
Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah’ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.
Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: “Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım.” Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar.” 1416
“Çiftlik edinmeyin, dünyaya bağlanır kalırsınız.” 1417
1415] 8/Enfâl, 60
1416] İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/169-170
1417] Tirmizî, Zühd 20, hadis no: 2329
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 293 -
Açıklama: Çiftlik diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı day’a’dır. Bağ-bahçe, ekim tarlası, köy mânalarına gelir. en-Nihâye’de, kişinin geçimini sağladığı san’at, ticaret, ziraat vs. her çeşit meşguliyete da’a denebilmektedir. Kamus’ta akar ve işletilen araziye day’a dendiği belirtilir. Hülâsa dünyanın hayatının idamesi için gerekli olan kazanç vasıtalarının hepsini anlamak bile mümkün. Yasaklanan husus, dünyevi kazanç bahanesiyle âhireti, Allah’ın zikrini unutmaktır. Çünkü dünyaya aşırı ilgi, öbürüne mâni olmaktadır. Hâlbuki ayet-i kerime: “(Öyle adamlar) vardır ki onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz...” 1418 buyurmaktadır. 1419
Abdullah İbnu’ş-Şihhîr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Elhâkümü’ttekâsür sûresini okurken yanına geldim. Bana: “İnsanoğlu ‘malım, malım!’ der. Hâlbuki Âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.)” 1420
“Altına tapanlar mel’undur, gümüşe tapanlar mel’undur.” 1421
Açıklama: Hadis-i şerif para biriktirmekte hırs gösterenleri lanetlemektedir. Meşrû olarak kazanmanın helâl olduğunu biliyoruz. Yasağın şiddetini ifade için Rasûlullah (s.a.s.) hem lânet olsun, yani “Allah’ın rahmetinden uzak olsun” diyerek, hem de bu işi yapanları “altın ve gümüşe tapanlar” diye tehzil edici bir teşbihte bulunarak yapmıştır.
Para kazanmada gayr-ı meşruluğun ölçüsü, “hırs”tır. Yani paraya aşırı bir hırs gösterip haram-helal demeden sâdece kazanmayı düşünen, zekâtını vermeden, hayır yolunda harcamadan sadece çoğaltmayı düşünen kimse paraya tapıyor demektir. Zira mükerrer âyet ve hadisler mü’mini Allah ve Resûlünün sevgisini her çeşit sevgiden üstün tutmaya dâvetle bunu emrederler. Hatta bir hadislerinde Rasûlullah (s.a.s.) “Din sevgi ve buğzdan başka birşey değildir” buyurur. Şu halde para sevgisi Allah sevgisinden öne geçti mi, bu ona tapmadır. Para kazanma meşgaleleri yüzünden ibadeti terketmek, kazanılan paranın zekâtını tam olarak gönül hoşluğuyla ödememek gibi durumlar para sevgisinin Allah ve Resulüne olan sevgiye galebe çaldığını gösterir.
Şârihler, hadiste “altın ve gümüşe sahip olanlar” veya “cem edenler”in zikredilmemiş olmalarına dikkat çekerler, çünkü belirttiğimiz gibi suç olan “para kazanmak” değildir, “tapınmaya düşmek”dir, para sebebiyle Allah’ı unutmak, tuğyan etmektir.
Hadiste “altın” ve “gümüş”ün zikri, dünyevî serveti bunlar temsil ettiği içindir. Değilse, her çeşit madde düşkünlüğü buna dâhildir. Nitekim günümüzde dolar, apartman dairesi, arsa, fabrika vs. düşkünleri çoğalmaktadır. 1422
İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir keresinde, “Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?” diye sordu. Cemaat: “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever”
1418] 24/Nûr, 37
1419] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/171
1420] Müslim, Zühd 3, 4, hadis no: 2958; Nesâî, Vesâya 1 hadis no: 6, 238; Tirmizî, Tefsîru Tekâsür, hadis no: 3351
1421] Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
1422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/172
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dediler. Bunun üzerine: “Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır.” 1423
“Sizden birine, dünyalık olarak bir hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal toplaması yeterlidir.” 1424
“Cömert Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Câhil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever.” 1425
Açıklama: 1- Hadiste geçen ve cömert olarak tercüme ettiğimiz “sehâvet”, Aynî’nin açıklamasına göre, “Uygun olanı uygun olana vermek, kendi kazancından, herhangi bir karşılık almadan harcamaktır. Bu, güzel ahlaklardan biridir, hatta en başta gelenlerden biridir. Buhl (cimrilik) bunun zıddıdır.” Sehâvet dilimizde cömertlik olarak ifade edilir. Sahî de cömert demektir.
2- Sahî’nin yani cömert kişinin Allah’a yakın olmasından maksad mesafe yönüyle yakınlık değildir. Allah’ın rahmetine ve sevabına yakınlıktır. Zîra Allah’a mekân ve cihet nisbet etmek caiz değildir. İnsanlara yakın olması da onların muhabbeti, sevgi ve hürmet gibi manevi yakınlıklarını ifade eder, burada da mekan yakınlığı maksud değildir. Cennete yakınlık’tan murad mesafe yakınlığı olabilir, bu caizdir. Çünkü malından Allah rızası için bol bol layık olan yerlerde sarfetmekle cennete götüren yola sülûk etmiş olmaktadır. Hadisler cennet ve cehennemin etrafını mekruhât ve şehevât perdelerinin sardığını belirtir. Kişi ameliyle birinden uzaklaşırken, diğerine yaklaşmaktadır.
Kişinin cennete yaklaşması, cennetle kendi arasındaki perdeleri kaldırması demektir. Ulemâ, hayırlı amellerin ve hususan Allah rızası için yapılan harcamaların bu perdeleri refedip kaldırdığını beyan etmiştir.
Gazâlî der ki: “Cimrilik, dünyaya bağlanmanın meyvesidir; cömertlik ise zühd’ün yani dünyaya kıymet vermemenin meyvesidir. Meyveye yapılan övgü, muhakkak ki meyveyi veren ağaca yapılmış olur. Cömertlik, gerçek tevhid ve hakikî tevekküle ermenin sonucudur. Yani Allah’ın yaptığı vaade ve rızık hususunda verdiği garantiye samimi olarak inanmaktan neş’et eder. Bunlar ise, hadiste işaret edilen tevhid ağacının meyveleridir. Cimrilik ise şirkten neş’et eder. Bu da sebeplere bağlanıp kalmaktan ve Allah’ın vaadi hususunda düşülen şekk’ten neş’et eder.”
3- Tîbî, sahî ve bahîl kelimelerinin harf-i tarifli yani ma’rife olarak gelmesini ahd-i zihnî olarak yorumlar ve: “Burada kastedilen sahî ve bahl’den murad, şeriatça sahî ve bahil addedilen kimsedir (örfçe, insanlarca sahî ve bahil addedilen değil)” der. Bu mütalaayı yaptıktan sonra şu neticeyi beyan eder: “Öyleyse, zekâtını veren Allah’ın emrine uymuş, O’nu tazim etmiş ve mahlûkâtına olan şefkatini ortaya koyup, malından vererek yardım elini uzatmış olmaktadır. Bu kimse Allah’a da yakındır, insanlara da yakındır. Makamı da cennetten başka bir yer olamaz. Böyle yapmayanın durumu da bunun aksidir. İşte bu sebeple, hadiste söylendiği üzere, cahil olan cömerti Allah, âbid olan cimri’den daha çok
1423] Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1, hadis no: 6, 237-238
1424] Tirmizî, Zühd 19, hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119, h. no: 8, 218-219); İbn Mâce, Zühd 1, h. no: 4103
1425] Tirmizî, Birr 40, hadis no: 1962
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 295 -
sever. 1426
Yine Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bir hadisinde, Allah Teâlâ’nın şöyle söylediğini haber verdi: “Sen infak et, ben de sana infak edeyim.” Efendimiz devamla dedi ki: “Allah’ın eli (yedullah) doludur. Gece ve gündüz (boyu yapılan) arkası kesilmez infaklar onu azaltmaz. Arz ve semâvâtın yaratılaşından beri Allah’ın infak ettiklerini düşünün! Bunlar, O’nun elindekinden hiçbir şey eksiltmemiştir. O’nun Arş’ı suyun üzerindeydi. Elinde mîzan da var, alçaltır, yükseltir.” 1427
1- Hadiste geçen, “Allah’ın eli” diye çevirdiğimiz yedullah tabiri bazı tariklerde yeminullah yani Allah’ın sağ eli diye gelmiştir. Ulema bunu nimet, hazineler diye anlamıştır. Öyle ise Allah’ın eli, Allah’ın hazineleri demektir. Hazine diye ifade edilen her çeşit malmülkteki tasarruf sağ elle yapılması sebebiyle, Cenâb-ı Hakk’ın zenginliğini (hazinelerini) ifade için yemînullah (Allah’ın sağ eli) tabiri kullanılmıştır. Dolu olmak’la Allah’ın nihayetsiz olan zenginliği ifade edilir, zîra O’nun nezdinde insan ilminin ihâtâdan aciz kalacağı zenginlikte rızık vardır.
2- Hadiste birdenbire “O’nun arşı suyun üzerindeydi” cümlesinin yer almasını, bazı şârihler, Allah’ın zenginliğinin derecesinin ifade zımnında, Rasûlullah tarafından Arz ve semâvâtın yaratılışından beri Allah’ın infak ettikleri zikredilince, zihne kendiliğinden gelecek, “Bundan önce ne vardı?” sorusuna cevap olarak açıklarlar. Çünkü, yine Buhârî’de kaydedilen bir hadis arz ve semâ’nın yaratılmasından önce Arş’ın su üstünde olduğunu belirtir: “Allah vardı, O’ndan önce hiçbir şey yoktu. Arş’ı da su üstünde idi. Sonra semâvât ve arzı yarattı.” İlk yaratılanın Arş olduğu anlaşılmıştır.
3- “Elinde mîzan vardı” cümlesi rivayetlerde “Diğer elinde mîzan vardı” şeklinde gelmiştir. Müteakip cümle: “Mîzanı kâh alçaltır kâh yükseltir” demektir.
Hattâbî der ki: “Mîzan bir temsildir. Ondan maksad mahlûkât arasında yapılan taksimattır. Nitekim “alçaltır, yükseltir” ibaresi buna işaret eder.” Müslim’de gelen bir başka hadis burada kastedileni anlamamızda yardımcıdır: “Mîzan (terazi), Rahmân’ın elindedir. Bazı kavimleri yükseltir, bazı kavimleri de alçaltır.” Şu halde alçalan ve yükselen’in, Allah’ın iradesi altında olmak kaydıyla milletler olduğu anlaşılmaktadır. Mamafih, hadis başkaca anlamlara imkân tanıyacak vecizliktedir.
4- Hadis, Rasûlullah’ın ilâhî hakikatleri, insanların anlayacağı bir üsluba dökerek ifade ettiğinin güzel bir örneğini teşkil eder. Bildiğimiz ve gördüğümüz mefhum ve eşyalara benzetme sûretiyle görülmeyen hakikatler, temsiller şekli altında ifadeye dökülmektedir. Bu, hadislerde sıkça görülen bir metoddur. 1428
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ertesi gün için hiçbir şey biriktirmezdi.” 1429
Açıklama: Rasûlullah’ın (s.a.s.) mümtaz vasıflarından biri, yarın endişesi taşımaması idi. Bu sebeple kendisine ganimetlerden ayrılan payları ertesi güne bırakmadan dağıtırdı. Şarihler, Efendimiz’in bu hasletini, O’nun Cenâb-ı Hakk’ın
1426] İ. Canan, a.g.e. 8/5-6
1427] Buhârî, Tevhîd 22, 35, Tefsiru Hûd 2, Nafakât 1; Müslim, Zekât 37, hadis no: 993; Tirmizî, Tefsîr, hadis no: 3048
1428] İ. Canan, 8/7-8
1429] Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2363
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“rezzâk” vasfına olan güveninin tamlığı ile îzah ederler.
Şunu da belirtelim ki, bazı rivayetler ailesi için bir yıllık nafaka ayırdığını haber verir. Şârihler bu iki rivayet arasında tearuz olmadığını belirtirler. Çünkü, Efendimiz, haznedâr ve taksim edici durumundaydı. Eline ganimet vs.’den herhangi bir mal ulaşınca derhal hak sahiplerine dağıtırdı. Bu esnada, başkalarına olduğu şekilde ailesine de haklarını verir idi, zîra fey’de onların da hakları vardı. İbnu Dakîkul-Îd der ki: “Yarın için hiçbir şey biriktirmezdi...” hadisi: “Kendi nefsi için biriktirmezdi..” şeklinde te’vil edilmelidir , “Ehli için bir yıllık yiyeceklerini ayırırdı” hadisi de her ne kadar onlarda iştiraki olsa da başkası için yapılan biriktirmeye hamledilmelidir.” Münâvî şu açıklamada bulunur: “Ailesinin de, diğerleri gibi Allah’ın fey olarak verdiğinde hakları vardı. Onların nefisleri, haklarını yanlarında bulundurmadıkça mutmain olmuyordu. Rasûlullah da onları, takatları haricinde bir şeye zorlamıyordu.”
Yine Münâvî, Rasûlullah’ı (s.a.s.) yiyecek biriktirmekten alıkoyan mahzuru “dağarcıkta olana güvenip Cenâb-ı Hakk’ın feyzinden talepten geri kalmak” olarak açıklar. 1430
Cübeyr İbnu Mut’im (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Huneyn dönüşü yol alırken bedevîler ısrarla (ganimetin taksimini) taleb ediyorlardı. Öyle ki bir ara, Rasûlullah’ı (s.a.s.) bir semure ağacına doğru sıkıştırdılar ve ridasını kaptılar. Bunun üzerine durup şunu söyledi: “Ridâmı verin, şu taşlar sayısınca koyun olsa, ben yine de onu aranızda taksim ederdim. Ve sonra görürdünüz ki, ben ne cimriyim, ne yalancıyım, ne de korkağım.” 1431
Açıklama: 1- Hâdise, rivayetten de anlaşılacağı üzere Huneyn sırasında cereyan etmiştir. Müslümanlar, Huneyn’de Havazinlilerle savaşmış, neticede Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile zafer kazanılmış, bol miktarda ganimet elde edilmiş idi. Çoksayıda esir (altı bin) ve sayısız deve ve koyun sürüleri ele geçirilmişti.
Rasûlullah (s.a.s.) bu ganimeti dağıtmakta acele etmek istemiyor, savaşılan yerden uzaklaşmak üzere durmadan yürüyüş emri veriyordu. Öncelikle bedevîler olmak üzere, savaşa katılan bazı gruplar ganimet dağıtımının gecikmesinden memnun değillerdi. Havazinlilerin mağlup lîderi Mâlik İbnu Avf’a, Rasûlullah’ın, müslüman olduğu takdirde ailesini ve malını geri vereceğine dair saldığı haber üzerine Mâlik gelmiş, ona, kendi ailesi ve malından başka fazladan yüz deve verilmişti.
Bilâhare, mal ve adamlarının iadesi için gelen heyete Hz. Peygamber, geciktiklerini söyleyecek ve kendilerini daha önce beklediğini, bu yüzden taksim işini de te’hir ettiğini anlatacaktır. Şu halde, bedevîler, Rasûlullah’ın bu niyetini sezmiş olacaklar ki, ganimetin bir an önce taksimi için müracaatlarını sıklaştırıp, tazyiklerini artırmış olmalıdırlar.
Sadedinde olduğumuz rivâyet, Hz. Peygamber’i (s.a.s.) taksim yapmak üzere karar verip mola emrini vermeye sevkeden son sahneyi tasvir etmektedir. İbnu Hacer’in kaydettiği bir başka veche göre, bedevîlerin tazyiki ile Hz. Peygamber’in devesi yoldan çıkar, bir semure ağacına sıkışır, bu fırsatta ridasını
1430] İ. Canan, 8/8
1431] Buhârî, Cihâd 24, Humus 19
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 297 -
kaparlar. Rivayetin devamında Rasûlullah (s.a.s.)’ın orada indiği ve müslümanların da indiği vs. belirtilir.
Hadisten Elde Edilen Faydalar: Hadis, cimrilik, yalan ve korkaklığı zemmetmektedir. Müslümanların imamında bu vasıflardan hiçbiri olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bedevîlerin kabalık ve anlayışsızlıklarına karşı sabır ve tahammül göstermiş, onları anlayışla karşılamıştır. Kişinin, yeri gelince nefsindeki güzel hasletleri söylemesi câizdir. Kendisini korkak zannneden cahillere böyle olmadığını söylemek gibi. Bu mezmum olan fahr (övünme) değildir. Hak taleb eden kimse, vaade razı olmalıdır, yeter ki vaad eden kimse sözünü yerine getirecek durumda olsun. İmam muhayyerdir, ganimeti dilerse savaş biter bitmez dağıtır, dilerse daha sonra dağıtır. 1432
Ukbe İbnu’l-Hâris (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bize ikindi namazı kıldırmış idi. (Selâm verince) acele ile cemaati yarıp evine girdi. Halk onun bu telaşesinde hayrete düşmüştü. Ancak geri dönmesi gecikmedi. Gelince, (halkın merakını yüzlerinden anlayan Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı): “Yanımda kalan birkısım altın vardı (namazda) onu hatırladım. Beni alıkoyacağından korktum ve hemen gidip dağıttım.” 1433
Açıklama: Parantez içerisine koyduğumuz açıklayıcı ziyadeler, rivâyetin Buhârî’de ki bir başka vechinden alınmadır. Hz. Peygamber’in hâne-i saadetleri mescidin geri tarafındaki avlunun kenarlarında olduğu için gidip gelmesi çabuk olmuştur. Üstelik, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) namazda hatırlamış olduğu dağıtılmamış altından bir an önce halas bulmak için, çok sür’atli ve telaşlı hareket etmiş, bu hal “ne oldu?” diye cemaatin merak ve endişesini takrik etmiştir. Rasûlullah halkın merakını yüzlerinden okuduğu için hem bu meselede ders vermek ve hem de endişelerini gidermek için, daha onlar sormadan açıklama yapmıştır.
Hadis namazda, namazla ilgisi olmayan dünyevî ve uhrevî şeyler tefekkür etmenin namazın sıhhatine mâni olmadığını göstermektedir. Ulema, “Dînî şeyler düşünmenin mahzuru, dünyevî şeyler düşünmekten daha hafiftir” demiştir. Esasen namazda zihnin, dünyevî şeylerle meşgul olmaması temenni edilen en güzel durumdur. Ancak bunu gerçekleştirmek zordur. Bu sebeple dinimiz, zihnî meşguliyetlerin, erkâna giren bir şeyin terkine sebep olmadıkça namazın sıhhatini bozmayacağını bildirmiştir.
Ulemâ, bu hadisten, ayrıca selamdan sonra dua için beklemenin vacib olmadığı hükmünü çıkarmıştır. Keza: “İhtiyaç halinde cemaati yarıp çıkmak mübahtır, namazın içinde mübah bir işe azmetmek câizdir” denmiştir.
Hadisin sonunda Resûlullâh’ın “Beni alıkoyacağından korktum] ibaresi, “Evde duran paranın, zihnimi kendisiyle meşgul ederek, Allah’a teveccüh edip O’na yönelmekten beni alıkoymasından korktum” demektir. Bazı rivâyetlerde “Taksimini emrettim” yerine “Taksim ettim” demiştir. 1434
“Şurası muhakkak ki, çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir.” 1435
1432] İ. Canan, 8/9-10
1433] Buhârî, Ezân 155, Amel fi's-Salât 18, Zekât 20, İsti'zân 36; Nesâî, 104, hadis no: 3, 84
1434] İ. Canan, 8/9-10
1435] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 472
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kerem/İkrâm; Cömertlik ve Bağış
Kerem; İyilik, cömertlik, şeref, bağış demektir. Kerem, müslümanda bulunması gereken güzel huylardan biridir. Saygı göstermek, yardım etmek anlamına gelen “ikram’ bu köktendir. Türkçede “misafir ağırlamak, deyimi”, ona hoşgeldin demek, yiyecek bir şeyler sunmak ve istirahatini sağlamak anlamında kullanılır.
Kerem; sözle davranışla; maddi yardım ve ikramla insanlara iyi muamelede bulunmayı ifâde eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu bakımdan, “kerem”, sözlük anlamıyla İslam ahlâkının büyük bir bölümünü içine alır; Bağış (af), cömertlik, iyi davranış, ihsan, güleryüzlü olmak, bu kelimenin ifade ettiği güzel huylar arasındadır. Bağış (af), cömertlik, iyi davranış, ihsan, güleryüzlü olmak, bu kelimenin ifade ettiği güzel huylar arasındadır.
“Kerem”, sözlükte bu kadar geniş mânâyı içine alan bir kelime olmakla beraber terim olarak, cömertlik (sehâcûd), şerefli ve asil olmak anlamlarımda kullanılmıştır. “Kerim insan”, “cömert, şerefli, saygın insan” demektir. Bir hadiste: “Allah’a ve âhiret gününe inanan misâfirine ikram etsin.”1436 buyurulmuştur.
“Kerîm”: İyi huylu, cömert, insanlar arasında seref ve itibarı olan. Zıd anlamlısı ise; “leîm”: Kötü huylu, alçak, insanlar arasında saygınlığı olmayan. “Kerîm” 1437; Allah’ın Esmâu’l-Hüsnâsından biridir. Lütuf ve ihsan sahibi, bağışı bol demektir. “Zü’l-Celâl-i ve’l-ikram.”1438 Büyüklük ve ikram sahibi anlamında olup Allah’ın güzel isimlerindendir.
İslâm Dini güzel ahlâk temeli üzerine kurulmuştur. Onun “yüce ahlâka sahip” peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) de “iman edenlere örnek olmak” üzere göndermiştir: “Ve sen büyük bir ahlâk üzerindesin.” 1439 “Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için Allah’ı ve âhireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” 1440 Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ben ancak güzel ahlâkı (mekârimü’l-ahlâk) tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
Onun “kerem”i konusunda en güzel sözü Mekke’nin fethi günü Kureyşlilerin söylediği sözlerdir: Peygamberimiz Fetih günü yaptığı konuşmadan sonra halka: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?” diye sordu. Kureyş topluluğu: “Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle konuştu: “Benim halimle sizin haliniz, Yûsuf (a.s)’ın kardeşlerine dediğinin tıpkısı olacaktır: Yûsuf (a.s)’ın kardeşlerine dediği gibi ben de diyorum: “Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi bağışlasın! O, merhamet edenlerin en merhametlisidir!” (Yûsuf, 12/92). Gidiniz sizler serbestsiniz!”
Hz. İbrâhim, misafirperverliğiyle ün salmış “Allah dostu” (Halilullah) 1441 büyük bir peygamberdir. Sofrasında misafir olmadan yemek yemediği rivayet edilen
1436] Nevevî, Riyâzü's-Salihin, terc. H.H.Erdem, II, 119
1437] 27/Neml, 40; 82/İftitâr, 6
1438] 55/Rahmân, 27, 78
1439] 68/Kalem, 4
1440] 33/Ahzâb, 21
1441] 4/Nisâ, 125
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 299 -
Hz. İbrahim’in, ikramı seven, cömert bir kimse olduğu bizzat Kur’an-ı Kerim’de bildirilmektedir: “Ey Muhammed! İbrahim’in ikram edilmiş konuklarının haberi sana geldi mi? Onlar, İbrahim’in yanına girip: ‘selâm sana’ demişlerdi. İbrâhim de ‘selâm size’ demişti; içinden de onların”tanınmamış bir topluluk” olduğunu geçirmişti. Hemen ailesine giderek semiz bir buzağı getirmiş, onların önüne sürüp ‘yemez misiniz?’ demişti.” 1442
Kur’an-ı Kerimde, kelime olarak “kerem” kullanılmamış, ondan türeyen “kerîm”;1443 “ikrâm”;1444 “kirâm”;1445 “ekrem”; 1446 “mükremûn”1447 kelimeleri zikredilmiştir. Kur’an’da en çok geçen “Kerîm” kelimesi sıfat olarak “bol”, “büyük”, “şerefli” anlamlarında kullanılmıştır. “Rızkun kerîm”; bol, helâl rızık; “ecrun kerîm”: Büyük mükâfat; “Kur’ânun Kerîm”: Kıymetli, şerefli Kur’an. 1448
Kerem-ikram konusunda Kur’an-ı Kerimde birçok emir ve tavsiyeler vardır: “İnfak fi sebilillah”: Allah yolunda harcama bu emirlerin başında gelir. “Yetimi, yoksulu doyurun”,1449 “akrabaya verin”,1450 “ana-babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin.” 1451 gibi emirler, İslâm’ın kerem (cömertlik-yardım) anlayışını yansıtan emirlerdir. İslâm ahlâkında mü’minin kendisi için istediğini diğer mü’min kardeşi için de istemesi, kendisi için arzu etmediği başka mü’min kardeşi için de arzu etmemesi önemli bir prensiptir.
Müslümanlar evlerini ve mallarını Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret ettiklerinde Medine’deki müslümanlar (Ensar) onlara kucaklarını açtı, evlerini ve mallarını onlarla bölüştüler. Böylece Kur’an’da övülen seçkin kişiler oldular: “Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce Medine’yi yurd edinenler veya ilkönce hicret edip Medine’ye yerleşen müslümanlar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimet)lerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (göç eden yoksul kardeşlerin) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar umduklarına erenlerdir.” 1452
Hz. Peygamber (s.a.s.) hicretten sonra muhacirlerle ensar arasında kardeşlik oluşturdu. Bunlardan birini bir diğerine kardeş ilan etti. Ayette bildirildiği gibi, Ensar, Mekkeli kardeşlerini canlarından daha çok seviyordu: Ensar, muhacir kardeşlerine büyük fedakârlıklar gösterip aşırı derecede ikramda bulunuyorlardı. Hatta muhacirleri paylaşamıyor, aralarında kur’a çekiyorlar, kur’a kime çıkarsa muhacir ona gidiyordu. Muhâcirler de bu samimi çabaları takdir edip istismar etmeyi bu tür yardımları ihtiyaçları oranında kabul ettiler.
Cömertliğin üstünlüğü ve cimriliğin kötülüğü hakkında birçok hadis-i şerif
1442] 51/Zâriyât, 24-27; 11/Hûd, 69
1443] 27 yerde
1444] 55/Rahmân, 27, 87
1445] 80/Abese, 16; 25/Furkan, 72; 82/İnfitâr, 11
1446] 96/Alak, 3; 49/Hucurât, 13
1447] 21/Enbiyâ, 26; 37/Sâffât, 42, 70/Meâric, 35; 36/Yâsîn, 27; 51/Zâriyât, 24
1448] 56/Vâkıa, 77
1449] 76/İnsan, 8
1450] 16/Nahl, 90
1451] 4/Nisâ, 36
1452] 69/Haşr, 9
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardır: “Rasûlüllah (s.a.s.) insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi.” “Kendisinden bir şey istendiği zaman kesinlikle hayır demezdi. “O, şöyle buyurmuştur: “Cömert Allah’a yakın, Cennete yakın, insanlara yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah’tan uzak, Cennetten uzak, insanlardan uzak, cehenneme yakındır. Cömert câhil, cimri abidden Allah’a daha sevgilidir.” 1453
İkram ve İyilikte Öncelik Hakkı: Dinimiz, ikram, hürmet ve yardım edilecek kimseleri sıraya koymuş, bu sıraya uyulmasını istemiştir: “Allah’a ibâdet edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin, Allah, kurumlu, böbürlenen insanları sevmez.” 1454
1- Özellikle anne-babaya “yumuşak, güzel söz” söylenmesi emredilmiştir.1455 İnsanlara durumlarına göre muâmele, onlara ikram ve hürmet konusunda da peygamberimiz ve onun temiz zevceleri en güzel örnektir: Hz. Aişe (r.a) bir seferde bir yere konakladı. Ortaya yiyecek bir şeyler koydu. Bu sırada bir dilenci geldi. Hz. Aişe “şu fakire bir ekmek verin” dedi. Sonra binek üzerinde bir adam geldi. Hz. Aişe “Onu yemeğe davet edin” dedi. Ona “Fakire ekmek veriyorsun, zengini ise davet ediyorsun” denildi. Hz. Aişe şöyle dedi: “Şüphesiz Allah Teâlâ insanlara bazı dereceler tayin etti. Bizim de bu derecelere uymamız lazımdır. O fakir bir ekmeğe razı olur. Hâlbuki bu zengine, ona verdiğimiz gibi, ekmek vermek bize yakışmaz.”
2. Hz. Peygamber (s.a.s) evlerinden birine girdi. Ashabı da girdi. Ev misâfirlerle doldu. Sonra Cerir b. Abdullah el-Becelî geldi, yer bulamadı. Kapıda oturdu. Rasûlüllah (s.a.s.) hırkasını çıkardı ona verdi ve “bunun üzerine otur” buyurdu. Cerir (r.a.) onu aldı yüzüne sürdü, öpüp ağlamağa başladı. Sonra katlayıp Peygamber’e (s.a.s) verdi ve şöyle dedi: “Senin elbisen üzerine katiyen oturmam. Bana ikram ettiğin gibi Allah da sana ikram etsin.” Peygamber (s.a.s.) sağına, soluna baktı ve şöyle dedi: “Size bir toplumun büyüğü gelince ona ikram ediniz.”
3. “Sütannesi geldiğinde peygamberimiz (s.a.s.) ona hırkasını serdi: ‘Merhaba ey anne’ diyerek onu hırka üzerine oturttu ve şöyle dedi: ‘İste, istediğin verilecek, yardım talebin kabul edilecek.’ O, ‘kavmimi istiyorum’ dedi. Rasûlüllah (s.a.s) “Benim hakkım ve Haşimoğullarının hakkı senindir” buyurunca diğer insanlar da kalkarak: ‘Bizim hakkımız da (onun olsun) ya Rasûlallah’ dediler. Peygamber (s.a.s.) bundan sonra sütannesini ziyaret etti, ona hizmetçi verdi, Huneyn’deki iki hissesini ona bağışladı.” 1456
Fakirleri doyurmak, yoksullara yardım etmek mü’minlerin en başta gelen özelliklerindendir. Münafıklar ve inkârcılar fakire yardım elini uzatmadıkları gibi onu hor görürler: “Dini yalanlayan (adam)’ı gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmağa ön ayak olmaz.” 1457
‘Kerem’, iyilik, bağış, üstünlük, şerefli olmak, cömert olmak demektir. Müslümanlarda bulunması gereken en güzel huylardan biridir. Kerâmet de aynı
1453] Tirmizi, Birr 40
1454] 4/Nisâ, 36
1455] 17/İsrâ, 23
1456] İhyâ, 11/196
1457] 107/Mâun, 1-3; Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 345-347
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 301 -
kökten gelmektedir. Kerem, ikram, kerim, kerâmet, kiram, ekrem, mükerrem’ gibi kavramlar aynı kökten türemişlerdir ve aralarında anlam bağı vardır.
‘İkram’, birisine veya misafire bir şey vermek, iyilik etmek demektir. Allah (cc) celâl (yücelik) ve en geniş ‘ikram’ sahibidir. 1458 ‘Kerîm’, değerli ve şerefli olmak, iyilik sever olmak, çok cömert anlamlarına gelir. Kur’an, mü’minlere verilecek mükâfatlara ‘kerim bir rızık’ 1459, ‘kerîm bir ecir’ 1460, ‘kerîm bir makam’ 1461 demektedir.
‘Ekrem’, en cömert, en şerefli ve yüce, en değerli demektir. Kur’an bu sıfatı bir âyette Allah (cc) hakkında kullanmaktadır.1462 İnsanlar Allah’ın kulları olmaları yönünden eşittirler. Bu açıdan birbirlerine karşı bir üstünlükleri yoktur. İnsanların ‘en ekremi’, en üstünü ve en şereflisi Allah’a karşı sorumluluk bilincini en iyi duyandır, yani takvâ sahibi olandır. 1463 Peygamberimiz (s.a.s.), ‘İnsanların en ekremi (en üstünü) kimdir?’ sorusuna aynı cevabı vermiştir. 1464
‘Mükerrem’, ise ikrama ve hürmete lâyık kişi manasındadır. Kur’an-ı Kerim’de ‘kerem’ kelimesi geçmemekte ama diğer türevleri farklı yerlerde, benzer anlamlarda geçmektedir. Kerem, söz ve davranışla, maddi yardım veya ikramla insanlara iyi davranmayı ifade eden çok geniş kapsamlı bir ahlâk kuralıdır. Güzel huylardan sayılan, bağışlamak, iyi davranış, ihsan etmek, cömertlik yapmak, güleryüzlü olmak gibi davranışlar ‘kerem’ sahibi olmak diye anlatılmıştır. Kerem, daha çok cömert olmak, şerefli ve asalet sahibi olmak, saygın kimse anlamlarında kullanılmıştır.
Kerim insan, cömert, iyi huylu, insanlar arasında şeref ve itibarı olan insan demektir. Bu anlamda Muhammed (s.a.s.) ‘kerîm-şerefli, değerli ve yüce’ bir elçidir.1465 Kerîm, aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. O, çok ikrâm sahibidir, cömerttir, insanlara bağışı ve affı bol olan demektir. 1466
Peygamberimiz ‘mekârimü’l ahlâkı’, yani ahlâkın en güzelini en keremlisini tamamlamak için gönderilmiştir. O’nun hayatının her anında bu güzel ahlâkın örneklerini görmekteyiz. Nitekim Mekke fethedildiği gün, Mekkelilere ‘size ne yapacağımı sanıyorsunuz?’ diye sorduğu zaman, onlar ‘sen kerim bir kardeşsin, kerem sahibi bir dostsun, (senin bize intikam duygusuyla davranmayacağını biliyoruz)’ diyerek buna tanıklık etmişlerdi.
Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrâhim’in kerem sıfatını övmektedir. Çünkü O, çok ikram eden, şerefli bir insandı.1467Müslümanlar ‘mukremûn’durlar, yani kendilerine çok cömert davranılan, bol bol ikram edilen, Cennetlerde ağırlanan, değer verilen şerefli kimselerdir. 1468 Kur’an, ‘Kerim’ bir kitaptır, çünkü O’nun şerefi yücedir,
1458] 55/Rahmân, 27
1459] 8/Enfâl, 4, 74; 22/Hacc, 50; 24/Nûr, 26; 34/Sebe’, 4, vd.
1460] 36/Yâsin, 11; 57/Hadîd, 11, 18; 33/Ahzâb, 44
1461] 26/Şuarâ, 58; 44/Dûhan, 26
1462] 96/Alak, 3
1463] 49/Hucurât, 13
1464] Buhârî, Tefsîru Enbiyâ Sûresi, 4/179
1465] 69/Haakka, 40; 81/Tekvîr, 19
1466] 27/Neml, 40; 44/Duhân, 49; 82/İnfitâr, 6
1467] 51/Zâriyât, 24-27
1468] 37/Sâffât, 42; 70/Meâric, 35; 36/Yâsin, 37
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kıymetlidir, mü’minlere bağışı çoktur. 1469
Kerem sahibi olmak, müslümanların en önemli özelliklerindendir. Onların peşinden gittikleri Hz. Muhammed, insanların en keremi idi. O Râsûlü ekrem-en keremli bir peygamber idi- Cömertlik, şeref ve üstün olmak, bağışlamak ve iyilik etmek müslümanların peygamberlerinden öğrendikleri üstün ahlâk ilkelerindendir. 1470
Cömertliğin Göstergesi; İnfak
İnfak kelimesi; ne-fe-ka kökünden türemiştir. Lügat olarak, tükenmek, azalmak anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfak ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek anlamındadır. Allah yolunda harcamaya infak denir. Terim olarak infak: Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlamak demektir.
“İnfak”; Malın elden çıkarılması, harcanması ve sarfedilmesi demektir. İnfak’ın farz, vacip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları, bağışları, yardımları ve vakıf gibi fakirlere ve diğer çeşitli hayırları, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan ibadetleri içine alır. “Sana infak’ı (Allah yolunda ne harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: ‘Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak, Allah bilir.” 1471
İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim öğretme ve benzeri gibi manevî şeyleri de içerir. Bununla beraber bunların hepsinin başında, İslâm’ın binâsından biri olan zekât vardır. “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.”1472 Zekât, İslâm’ın bir geçididir. Dinin iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya ve âhirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki “dâru’l-İslâm” (İslâm yurdu), âhiretteki “dâru’s-selâm” (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekât teşkil eder. Zira “Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.”1473 diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah’a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur.
Bir aç ile tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi, bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla biri diğerine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekât ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlası (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren
1469] 56/Vâkıa, 77
1470] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 353-354
1471] 2/Bakara, 215
1472] Kütüb-i Sitte, cilt 7, s. 322
1473] 1/Fâtiha, 5
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 303 -
bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir.
Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek, Allah Teâlâ’nın bir halifesi olma rütbesini kazanacak ve elindeki malın, Allah’ın malı olduğunu ve kendisinin onu muhtaç olan Allah’ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: “Al kardeşim, bu benim değil; senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ’nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirmiş bir dağıtıcıyım” diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır.
İşte Kitap ve Sünnetin araştırılmasına göre, Fıkıh Usulü ve Fıkıh’a ait kitaplarımızın zekât görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekât; müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden ilahî huzura çıkaran bir mi’raç olduğu gibi, zekât da o mi’raçta alınan bir İlâhî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekât vermek için helal mal kazanıp zekât verecek dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekât almaya değil; zekât vermeye dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekât ve sadaka alabilecek ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve bu âyetlerle o muttakilere verilen övme değerinin önemi derhal anlaşılır.
Zekât, İnfak ve Cömertlik Kişiyi Cimrilikten Korur, Cömertleştirir: Cimrilik, yahudilerin ve yahudileşenlerin, kapitalistlerin özelliğidir. Cimri, paranın egemenliğine boyun eğdiğinden paranın mahkûmudur. O, parayı değil; para onu kullanır. O yüzden cimri, devamlı psikolojik bunalım içindedir, doyumsuzdur, sevgisizdir. Fedakârlığın, vermenin tadına varmanın ne kadar güzel olduğunu, âhiret ödülü yanında, dünyada da insanı mutlu ettiğini bilemez cimri. Cimriliğin sebebi, aşırı para, mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Cimrilik yüzünden durmadan para biriktiren ve tükenir endişesiyle hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı bile kendilerine zehir eden nice para mahkûmları vardır.
Hâlbuki para, mal Allah’ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. “Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık.” 1474
Rasül-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: “Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir.” “Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlâhî, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah’ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler.”1475; “Cimri kişi, Allah’a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve
1474] 4/Nisâ, 37
1475] Riyâzü's-Salihin, 1/253
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cehennem ateşine yakındır.” 1476
Paralarından ve mallarından en az yararlanan cimrinin kendisidir. Cimriler, kendilerinin ölmelerini isteyenler için servet biriktiren insanlardır. Cimri, yeryüzünde kendi yararlanamayaca-ğı serveti biriktirirken; zekât veren infak sahibi cömert, ebedî mekânı cennette kendisi ebedî yararlanacağı serveti biriktirir. Zekât ve sadaka veren cömert mü’min, istikbalini düşünen kimsedir; yarın gideceği yere yatırım yapmakta, içinde ebedî yaşayacağı köşkünü hazırlamaktadır.
İnsan, malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder. Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için nice insanın kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı hemen herkesin kalbinde yalnız nefret vardır. Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla, sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü Allah’ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenab-ı Hakk’ın ihsânıdır. Allah, serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O’dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır. “Allah’ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır.” 1477
Rasül-i Ekrem’in: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.”1478 buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü’minler, en sevdikleri mallardan, ihlâsla infakta bulunmalı, zekât için malın kötülerini ayırmamalıdırlar.
Cömertlik; İsrâf ve Lüks Gibi Şeytanî Eğilimleri Azaltır: Hesap gününü düşünen her mü’min, malın bir imtihan sebebi olduğunu bilir ve mâlî ibâdetlerini edâ etme hususunda titiz davranır. Tüketim hırsının alabildiğine kamçılanması ve hesap günü şuurunun yok edilmesi, başlı başına bir fâciadır. Rasûl-i Ekrem: “Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.”1479 buyurmuştur. Buradaki yedi rakamının mübalağa için olduğu ve mü’minlere darb-ı mesel olarak zikredildiği âlimlerce belirtilmiştir. Mü’min, dünyaya karşı zâhiddir. Kâfir ise hırsla doludur. Dolayısıyla mü’min, yemeği, hayatını devam ettirebilmek ve ibadetlerini edâ edebilmek için yemektedir. Kâfirler ise; hırs, şehvet ve lezzet duygularını tatmin edebilmek için yemektedirler. Elbette yemek ihtiyacı insandan insana değişebileceği gibi, insanın çalıştığı işin zorluğuna veya kolaylığına göre de değişebilir.
Cömertlik Kalbin Katılaşmasını Önler; Kalbe Sevinç, Mutluluk ve Huzur Verir: Malın çokluğu, kalpte bir katılaşma ve azgınlaşmaya sebep olur. “Şüphesiz insan, (malına güvenerek) kendini Allah’tan müstağnî görmek suretiyle tuğyan eder/azar.”1480 Zekât, azgınlığı azaltıp kalbi Allah’ın rızasını kazanmaya doğru iter.
1476] Tirmizî, Birr 40
1477] 3/Al-i İmran, 180
1478] S. Müslim, K. Zekât 32; hadis no: 94 –1033-
1479] İbn Mâce, hadis no: 3256
1480] 96/Alak, 6-7
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 305 -
Zekât, infak ve her türlü cömertlik, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü’minin hazzı kısa sürede sona ermez. Mü’min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda zekât verip infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah’a aittir. Öyle ise Allah’a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızâsı için malını vermekten çekinmez. Kalpler, cömertlikle, zekât sayesinde temizlenir.1481 Çünkü küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan sebeplerden biri de aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz.”1482 buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, “ben bu malı infak edersem bana bir şey kalmaz” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder.”1483 Oysa Allah’ın bildirdiğine göre: “mal ve servet insan için bir imtihandır.”1484 Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik, zekât ve infaktır. 1485
Cömertlik Halka Şefkat ve Merhameti Arttırır, Dost Kazanmaya Sebep Olur: Zekât, infak ve her çeşit cömertlik, mü’minlerin bir duvarın tuğlaları gibi birbirlerine kenetlenmelerini sağlar, kardeşliklerini perçinler. Mü’minlerin birbirlerine güvenmelerini ve kötü günlerinde yardımcı olacak sosyal güvenceleri olduğunu ispatlayarak, huzurlu bir toplum oluşmasına büyük katkıları olur. Allah, ruh cevherini şefkat ve merhametin güzelliklerine ulaştırmak için zekât vermeyi emretmiş, infak ve cömertliği tavsiye etmiştir. Bu özellikler de, insanın halka iyilikte bulunması, onlara hayırlı hizmetler ulaştırması ve İslâm toplumunu iktisâdî bunalımdan meydana gelecek çalkantı ve fitnelerden kurtarmaya çalışmasıdır.
Cömertlik, İnsanı Bir Şeye Muhtaç Olup Onsuz Olamama Tiryakiliğinden Kurtarır; Allah’tan başkasına İhtiyaç Duymama Faziletine Yükseltir: Bir şeye muhtaç olmamak, o şeyi elde ettikten sonra ihtiyacı gidermekten daha üstündür. Allah’tan başka her şeyden müstağnî olmak; bir şeyi elinde bulundurmamak sûretiyle ihtiyaçtan kurtulmak, varlıklara bağlı kalmamaya, onlara muhtaç olmamaya çalışmaktır. Meselâ, lüks hayatı sevmeyen bir kimse, lüks ve israf yaşayışıyla ilgili bütün istek ve imkânlardan müstağnîdir. Bu hayata ve gereklerine ihtiyaç hissetmez.
Hiç bir şeye ihtiyaç hissetmemek, tam bir zenginliktir. Bu türlü zenginlik ise, yalnız Allah’ın sıfatıdır.1486 Bir şeye muhtaç olup onu kazandıktan sonra zengin olmak sıfatı, kulların özelliğidir. Allah, bir kuluna çok mal verince ona, çok nasip vermiş demektir. Ona zekât vermeyi emredince, infakı ve cömertliği teşvik edince, Yüce Allah onu, varlıkla zengin olma derecesinden daha yüksek bir makam olan maddî varlıklardan müstağnî kılarak daha zengin olma derecesine yükseltmeyi dilemiştir. Çünkü maddî bir şeye ihtiyaç hissetmemek, tam bir zenginliktir, gönül zenginliğidir. İşte her çeşit cömertlik ve başta zekât olmak üzere Allah için her türlü infak, maddî varlıklara ihtiyaç belirtmeksizin, maddeyi başkalarına vererek insanı manevî olarak yükseltir, maddî olarak da onun diğer maddelerden
1481] Bk. 92/Leyl, 17-20
1482] 89/Fecr, 20
1483] 2/Bakara, 268
1484] Bk. 39/Zümer, 49-52
1485] Bk. 64/Teğabün, 15-17
1486] 35/Fâtır, 15
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üstün olduğunu, maddenin kulu ve kölesi olmadığını ispatlamasına vesile olur.
Cömertlik, insanların sevgi ve muhabbetini kazandırır. Zenginle fakir arasında kin, nefret ve kıskançlığı gidererek, birbirlerine sevgi bağı oluşturur. Mü’minler, bilirler ki, sahip bulundukları şeylerin yaratıcısı kendileri değildir. Bunlar rızık olarak Allah tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibârettir. İşte bu itiraf ve şuur neticesinde mü’minler, fakir ve zayıf kimselere karşı iyilik ve ikram kapılarını açarlar. Bu kapıların açılması, kulların birbirine karşı kardeşlik duygusunu, insanlık şuurunu ve beşerî dayanışmayı meydana getirir. Bu sıfatların kıymet ve önemi insandaki cimriliğin ve egoistliğin yok olup yerini iyiliğe, cömertliğe terketmesiyle meydana çıkar. Aynı zamanda bu sıfatlar, hayatı çatışma ve ihtiraslardan uzaklaştırıp sevgi ve yardımlaşmaya sevkeder. Zayıf ve çaresizlere tam bir emniyet sağlayarak onlara vahşet ve hırs pençeleri arasında değil; kalplerde, gönüllerde yaşadıklarını hissettirir.
Bir toplumda zenginlerin ve fakirlerin bulunması doğaldır. Doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını gözetmemesi ve sosyo ekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebilecek bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi, yani zenginin daha zengin; fakirin daha fakir olmasının engellenmesi, hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal gerilimin önlenmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’de sosyal gerilimin, müstaz’af-müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. Kur’an’da cennet ehli muttakiler tanıtılırken “...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır.”1487 buyurulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek “Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar.”1488 buyurulmuştur.
Bu düzenleme aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. Bakara 263 ve 264. âyetlerden anlaşıldığına göre; zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, her türlü meşrû sebebe yapıştığı halde, gücü geçinnmeye yetmediğinden mahcûbiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor. (Tabii, fakir bu konuyu istismar etmeyecek; bedavacı ve asalak olmayacak, kendi eliyle kazandığı maldan daha lezzetli bir yiyeceğin olmayacağı bilincinde olacaktır.) Başa kakma ve mahcûbiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme, bir anlamda toplumsal gerilim sigortası görevi görür.
Allah İçin Cömertlik, Malı Ebedîleştirir: Mal, meyl edilen, yönelinen demektir. Mala “mal” adı verilmesinin sebebi, herkesin ona karşı çok meyilli olmasından dolayıdır. Mal tatlıdır, canın yongasıdır. Ama malın tatlı kokusu çabuk kaybolur; dağılıp gider. Mal, sahibinin elinde durduğu müddet, ölüme ve parçalanmaya mahkûm olan kimse gibidir. İnsan onu, iyilik, hayır ve insanlığın faydasına Allah rızâsı için harcarsa, bir daha kaybolmayacak şekilde mal ebedîleşir.
Zira o mal, hayra dönüştüğünden dünyada devamlı olarak övülmeyi, âhirette
1487] 51/Zâriyât, 19
1488] 70/Meâric, 22-25
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 307 -
de mükâfatlanmayı gerektirir. “İnsan öldüğü zaman amelleri kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnâdır. Sadaka-i câriye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır duâ eden sâlih evlât.” 1489
Yatırımı en kârlı yere ve kaybolmayacak şeye yapmak, en kârlı ticarettir. Allah da kulundan böyle bir kârlı ticaret yapmasını istiyor. “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasülü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” 1490
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” 1491
Zekât, İnfak Gibi Cömertlikler Malı Çoğaltır, Bereketini Arttırır: Zekât, malın büyümesine ve bereketlenmesine büyük ölçüde bir sebep teşkil etmektedir. “Zekât, görünüşte malı noksanlaştırıyor, nasıl olur da onu çoğaltır?” denilirse, şu cevabı verebiliriz: Gerçekten bu meseleyi kavrayanlar, bu zâhirî noksanlaşmanın arkasında hakikaten bir artışın bulunduğunu anlarlar. Başta zekât olmak üzere Allah için yapılan her çeşit bağış ve cömertlikte bütün mal için, özellikle zenginin kendi serveti için bir artış vardır. Çünkü mal sahibinin verdiği az bir miktar, ona bilmediği taraftan kat kat iâde edilir.
Bunun örneğini günümüzde şu ekonomik durumda da görmekteyiz: Maddî yönden kalkınmış zengin devletlerin, bütçelerinden, bazı fakir devletlere -tabii ki Allah rızâsı için değil; kendi çıkarları için- yalnız kendi sanayi ürünlerini, teknolojik aygıtlarını onlara satabilmek düşüncesiyle bu devletlerin satın alma güçlerini çoğaltmak, dolayısıyla verdiklerinin birkaç mislini almak için yardım fonu ayırmaları, bu fikri açıklıkla ispatlıyor.
Zekât ve Allah için yapılan cömertlikte, Allah rızâsı gözetilmek zorunluluğu bulunduğu için, dünyevî çıkar ve karşılık düşünülemez. Fakat Allah, rızâsına uygun hareket edenlere elbette diğerlerinden daha çok verecektir. Toplumdaki güçsüz şahıs ve kurumların mâlî yardımlaşma ile güç kazanması sonunda, toplum refaha kavuşacaktır. Ticarî hayatta yatırımların azalmasından doğan iktisadî sıkıntılar ve piyasa darlığı, genele tesir ettiği gibi, fertlere de etki eder.
Bu gerçek bize gösteriyor ki, kapital sahipleri harcamaları kısıtladıkları takdirde piyasada meydana gelecek darlıktan bizzat kendileri de zarar görür; daha az kazanırlar. Yatırımları çoğaldıkça kazançları da çoğalır. Zekât ve Allah için yapılan bağışlar da geniş mânâda düşünüldüğü takdirde, bir yatırımdır. Bu yatırımla piyasada ferahlık doğar, satın alma gücü noksan olanların güçleri çoğalarak piyasa daha hareketli duruma gelir. Netice itibarıyla verilen zekât ve bağışlar, birkaç misli daha fazlasıyla geri döner.
1489] Dârimî, Mukaddime 46
1490] 61/Saf, 10-12
1491] 9/Tevbe, 111
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Üzüm ağacının, asmanın daha fazla ürün vermesi için dallarının budanması gerekir. Görünüşte ağaçtan küçülme ve azalma olan bu durum, ürünün artması için kesin zarûrettir. Yine, malın gözle görünen büyüklüğü kadar, mânen büyümesi ve bereket denilen artış vardır ki, zekât, malı bereketlendirir. “Allah, fâize verilen malı noksanlaştırır; zekâtı verilen malı ise çoğaltır.”1492; “Verdikleriniz muhakkak yerine gelecektir. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.”1493; “Şeytan, sizleri fakir olmaktan korkutuyor ve kötülükleri emrediyor. Allah ise sizlere, mağfiret ve fazileti vâdediyor. Allah’ın hazinesi geniştir. O, her şeyi bilendir.” 1494
İnsanlar, alışkanlık zaafları sebebiyle iyiliğe de kötülüğe de meyyaldirler. Az da olsa insan, iyilik yapa yapa en büyük hayırsever bir kimse olabileceği gibi; kötülük yapa yapa, vermeye vermeye nihayet en cimri kimse olarak bunu karakter haline getirebilir.
Bir aç ile tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi, bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla biri diğerine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibâdet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için cömertçe yardımlaşma ile zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlâsı (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek, Allah’ın bir memuru ve emanetçisi olma rütbesini kazanacak ve elindeki malın, Allah’ın malı olduğunu ve kendisinin onu muhtaç olan Allah’ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: “Al kardeşim, bu benim değil; senin hakkındır, bende bir emânettir, ben sana Allah Teâlâ’nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirmiş bir dağıtıcıyım” diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır.
Kapitalizm, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan ve sömürüye dayanan, para kazanmak için hemen her yolun meşrû sayıldığı bir zulüm düzenidir. Para, bir kapitalist için bir tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. “Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!” Şâirin dediği gibi tam bir adâletsizlik ve duyarsızlık düzenidir yaşanan kapitalizm:
“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!” (Necip Fâzıl)
Komünizm ve sosyalizm de kapitalizme tepki olarak ortaya çıkan kişisel mülkiyeti yok saymaya kadar vardıran, tembel-çalışkan, iyi-kötü herkesi her konuda eşit sayan, uygulamada ise halkı sadece yokluklarda eşitleyip, yine belirli zümreyi sömürücü kılan bir zulüm düzeni. Biri ifrat, öbürü tefrit. Hürriyetlere alabildiğine izin vererek, her kötülüğe kapı açan, suyu gaz haline getirip buharlaştıran
1492] 2/Bakara, 276
1493] 34/Sebe', 39
1494] 2/Bakara, 268
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 309 -
düzen: Kapitalizm. Başta mülkiyet hakkı olmak üzere özgürlükleri kısıtlayan, suyu dondurup buz haline getirip insana sunan bir düzen: Komünizm ve Sosyalizm. İslâm ise hayat kaynağı su. Orta yol; fâiz, sömürü, duyarsızlık, fakirin perişanlığı üzerine kurulan haram servet yok; ama helâl yoldan çalışanın, fakirin ve toplumun derdiyle dertlenme şartıyla mülkiyet ve ticaret hakkına, meşrû zenginliğe de izin veren orta yol.
İslâm’ın toplum plânında yayılıp hâkim olması için cihad dediğimiz fedâkârlık şarttır. Zengin, malı ile bu cihada katılmak zorundadır. İster yakın çevrede, ister ülke içinde, isterse tüm dünyada İslâm’ın kitlelere ulaştırılması, fitne ve zulmün kaldırılmaya çalışılarak, tüm beşerî zulüm düzenlerinin insanları perişan etmesine karşı Allah için yapılacak maddî fedâkârlık, önemli bir cihad aracıdır. İslâm’ı insanlara ulaştırma ve sevdirme aracıdır. O yüzden zekât verilecek sınıflardan biri Allah yolunda cihad edenler, biri de kalpleri İslâm’a ısındırılacak müellefe-i kulûbdur. 1495
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekât ve diğer infak çeşitleri, yani Allah için cömertlik, bir ibâdet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslam’ın toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem verdiğini gösterir. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır. Bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi talep hacmi, ekonomik hayata dinamizm getirir. Allah için yapılan cömertlik sâyesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de böylece gerçekleşir.
Rasûlullah’ın benzetmesiyle müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir. Vücudun bir âzâsı sızlayınca bu ağrıyı öbür organların duymaması, bu derdi paylaşmaması mümkün mü? Hayır, çünkü böyle bir durum, vücudun fıtrî/doğal yapısına terstir. Toplumda fakirlerin haklarına riâyet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı şekilde fakirlerin haklarına tecâvüz, sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını yitirmesine yol açacaktır. Bu durum, toplum üzerindeki İlâhî yardımın, rahmet ve bereketin çekilmesi demektir. Bugün toplumumuzda görülen ekonomik problemlerin önemli bir kısmı bu hastalıkla ilgilidir.
Allah için yapılan cömertlik, malı âfetlerden, kişiyi belâlardan korur. Fakirin kıskançlık duygusunu körletir. Cömertlik, zenginin şahsiyetini geliştirir, müslümanı mal fitnesinden korur, ruh ile beden arasında bir denge sağlar. Müslümanı Mâlî disipline sokar. Cömertlik, toplumun ruhî değerlerini takviye eder. Allah için yapılan infak ve cömertlikler; kapitalizme, sömürüye, fakirin daha fakirleşeceği düzenlere son verir, komünizm ve sosyalizme giden yolu tıkar. 1496
Mal Sevgisinde Aşırılığın Mahveden Sonucu; Dünyevîleşme
“Sahip olma” duygusunun tutkuya dönüşmesine “hırs” denir. İnsanoğlunun temel zaaflarından biri olan bu duygu terbiye edilmediği zaman, insanın gözünü, gönlünü ve zihnini bürüyerek onu esir eder. Onun, aşkınla olan, öteyle olan
1495] 9/Tevbe, 60
1496] Geniş bilgi için bk. Y. Vehbi Yavuz, İslâm'da Zekât Müessesesi, İst. 1972, Feyiz Y. s. 54-87
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlarını birer birer koparır. Para, mal, makam, şöhret gibi her tür dünyalık onun duygu ve düşünce, basar ve basiretini dünyaya bağlayarak boynunda tasmaya, bileğinde kelepçeye, ayağında prangaya dönüşür. O, artık “dünyevîleşmiş” bir tiptir.
Dünyevîleşmiş tip, hiçbir dünyalığa sahip olamaz. Çünkü tüm dünyalıklar ona çoktan sahip olmuştur. Eşyanın emrine verildiği insan, eşyanın emrine girmiştir. Dünyanın efendisi olan insan, dünyanın kulu haline gelmiştir. Bu ise, insanın insanlığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir. İnsanın eşyaya kul olması, kula kul olmasından daha vahim bir sapmadır. İşte bu noktada “İslâm” insanı kendi zaaflarından korumak için devreye girmektedir.
Din’in gayesi, insanın “insanlığı”nı muhâfazadır. İnsanın insanlığı ise, biyolojik varlığından çok rûhî varlığıyla kaimdir. Dolayısıyla din, insanın geçici yanından çok; kalıcı boyutunu öne çıkarır. Söz konusu boyut, metafizik anlamda, insanın hem mâzisi, hem ebedî istikbalidir. İlâhî öğretide beden, bu muhteşem mâziyi muhteşem bir istikbale taşıyan bir binektir. Bedenle ilgili olan her şey ise “dünya” olarak adlandırılır. Din’in amacı, dünyanın, insanla ebedî istikbali arasındaki bağları koparmasına engel olmak, eğer bu bağlar kopmuşsa onları yeniden bağlamaktır. Din, dünya ile âhiret arasındaki atılan köprüleri yeniden imar eder. Peygamberler ise, insana ebedî istikbalini hatırlatan uyarıcılardır.
Dünyevîleşme hastalığı, İsrâiloğullarını yahûdileştiren unsurlardan biriydi. Kur’an’ın haber verdiğine göre, onların dünyevîleşme sevdası, onları sadece “yoksulluğa” mahkûm etmedi; “alçaklığa” da mahkûm etti. İsrâiloğullarının, taklit ettikleri putperest kavmin totemi olan ineği altın ve gümüşten yapmaları, aslında onların altına ve gümüşe tapmaları anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu heykel, çağının şartlarında bir teknoloji hârikasıydı. Sâmirî, onu Mısırlılardan alınan mücevherlerle yapmıştı.
İsrâiloğullarının bu tavrı, günümüz insanının tavrına ne kadar da benziyor. Yukarıda adı geçen iki unsur, bugün de kendisine tapınılan çağdaş totemlerin başında geliyor: 1- Para, 2- Teknoloji. İnsanların para ve teknoloji karşısındaki tavırlarını iyi gözlemleyen biri, bu tavrın içerisinde yer alan “tapınma” unsurlarını keşfetmekte gecikmeyecektir.
Dünyevîleşen İsrâiloğulları, bu zaaflarında öylesine ileri gittiler ki, Allah’a bile hile yapmaya kalktılar. Kendilerinin istedikleri ibâdet için tahsis edilen Cumartesi yasağını çiğnediler. Hesapta uyanıklık yaparak Cuma akşamından ağlarını denize atıyorlar, Cumartesi akşamı toplayarak güya yasağa uymuş oluyorlardı. Tabii Allah da onların hilelerini boşa çıkarmıştı. Onların bu tavrı, tarihte ve günümüzde “kitabına uydurularak” yapılanları hatırlatıyor. Onlara da yanlış olarak “hile-i şer’iyye” denilen “hile-i şerriyye”yi âlimleri öğretmiş, şeriatın emirlerine bir kılıf uydurmak isteyenlere sözde bir çıkış yolu göstermişlerdi. Bu suçun cezası, maymunlaşmaydı.
“Aşağılık maymunlar olun!”1497 emriyle gerçekleşen ilâhî cezada çok ilginç bir nükte de vardı. Bu nükteyi iyi anlayabilmemiz için Afrika’lı maymun avcılarının Avrupalılara satmak için maymunları canlı avlama yöntemlerini bilmemiz gerekiyor: Afrikalı avcılar, maymunlar ormanına dalarak onların görebileceği bir
1497] 2/Bakara, 65
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 311 -
yere bir testi gömüyorlar. Bu testiye bir miktar fındık koyarak, başlıyorlar çıkarıp yemeğe. Daha sonra, orayı terkedip gizleniyorlar. Onları fındık yerken gören maymunlar aynen taklit ederek çömlekteki fındıkları yemeye geliyorlar. Lâkin çömleğin ağzı öyle hesaplı yapılmıştır ki, maymun elini boş olarak sokabilmekte, lâkin dolu olarak çıkaramamaktadır. Avcılar, maymunlar tam elini çömleğe daldırıp fındığı avuçladıklarında ortaya çıkıp maymunlara doğru koşmakta, fakat maymunlar avuçlarındaki fındıktan vazgeçemedikleri için kaçamamakta ve dolayısıyla fındık hatırına yakalanmaktadırlar.
İşte, tarih boyunca hayatını dünyevîleştiren kişi ve toplumlar, avuçlarındaki dünyayı elde etmek için âhiretlerini fedâ etmekten çekinmemektedirler. Fındık uğruna özgürlük, geçici zevkler uğruna âhiret. İkincisi birincisinden daha vahim bir aptallık.
“Bir ticaret ya da eğlence gördüklerinde dağılıp ona koşuştular ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”1498 Bu âyetin inişine sebep olan olay şudur:
Medine’de açlık ve pahalılığın hüküm sürdüğü kuraklık yıllarından biridir. Dıhye bin Halife el-Kelbî, müslüman olmadan önce Şam’dan yola çıkardığı bir ticaret kervanıyla Medine’ye girdi. Medine’liler âdetleri olduğu üzere kervanı tefler ve zillerle karşıladılar. Nebî tam o esnada Mescidde Cuma hutbesi veriyordu. 12 erkek ve bir miktar kadın dışında tüm cemaat Peygamber’in hutbesini terkedip kervana koştu. Hz. Nebî, bu duruma çok hiddetlendi ve buyurdu ki: “Eğer mescidde kimse kalmasaydı, şu vâdiyi ateş seli kaplardı.” Diğer bir rivâyette: “müslümanların üzerine taş yağardı.” 1499
Kur’an, müslümanların bu tavrıyla İsrâiloğullarının tavırları arasındaki benzerliğe Cuma sûresinde işaret buyurmaktadır. Sûrenin yahudilerden söz eden birinci bölümüyle Cuma’dan ve Cuma hutbesinde Rasûlullah’ı ayakta bırakıp kervana koşanlardan bahseden ikinci bölümü arasında ilişki kurulmaktadır. Konuyla ilgili tüm kaynaklar sûrenin ilk 8 âyetiyle son 3 âyetinin farklı zamanlarda nâzil olduğu konusunda müttefiktir. Buna rağmen şu aşağıdaki âyetle, sahâbenin Rasûlullah’ı “dünyalık” için mescidde yalnız bırakmaları arasında bağ kurulmaktadır: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne fenadır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz.” 1500
Dünyevîleşmiş kimsenin prototipi Karun’dur. Kur’an, benî İsrâil içinde yaşayan bu kimseyi, her devirde görülebilecek karakter olması açısından dikkatlerimize sunar: “Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da helâk ettik. Yemin olsun, Mûsâ onlara apaçık delillerle geldi. Öne geçemedikleri halde yeryüzünde büyüklük tasladılar.”1501; “Karun Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı taşkınlık/şımarıklık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, güçlü-kuvvetli bir topluluğa dahi zor geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımarıkları sevmez.’ Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana lütufkâr olduğu gibi sen de lütufkâr ol, yeryüzünde fesat isteme, çünkü Allah fesatçıları sevmez. O dedi ki: ‘Bu
1498] 62/Cum’a, 11
1499] Buhârî, Tefsir 61; Müslim, Cum’a 11; Tirmizî, Tefsir 62
1500] 62/Cum’a, 5
1501] 29/Ankebût, 39
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi.’ Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nesiller içinden ondan daha güçlü, sayıca da daha çok olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne olduğu günahkârlardan sorulmaz. Karun, süsü-püsü içinde toplumun önüne çıktı. Dünya hayatını isteyenler dediler ki: ‘Keşke Karun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. O, cidden çok şanslı biri.’ İlim verilenler ise şöyle dediler: ‘Yuh size, iman eden ve sâlih amel işleyen kimseye Allah’ın vereceği karşılık daha hayırlıdır. Fakat buna yalnızca sabredenler kavuşturulur. Nihayet, Karun’u da sarayını da yere geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi. Akşam onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başladılar: ‘Vay be! Demek, Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor, dilediğine de kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de batırmıştı. Demek ki kâfirler asla iflâh olmazlar.” 1502
Kur’an’dan yola çıkarak Karun hakkında şu tesbitleri yapabiliriz:
1- Karun, Hz. Mûsâ’nın toplumuna mensup, hazinelere sahip olacak kadar zengin biridir. 1503
2- O, Hz. Mûsâ’nın yakını olmasına rağmen, ona karşı Firavun ve Hâmân’la birliktedir. 1504
3- Servetiyle böbürlenip şımarmış, elindeki ekonomik imkânı vahye karşı kullanmıştır. 1505
4- “Bu servet bana bilgim sayesinde verilmiştir” diyerek, mülkün asıl sahibini unutmuştur. 1506
5- Sonunda servetiyle birlikte yere geçmiş, helâk olmuştur. 1507
Âyetlerden çıkardığımız bu sonuçlara göre Karun, İsrâiloğulları içerisinden çıkmış olmasına rağmen, müslümanlara karşı Firavunla işbirliği yapacak kadar alçalabilen bir işbirlikçidir. Kendi ulusundan çıkan peygambere karşı mazlum ulusunun düşmanı olan zâlim Firavun’la, servet yapma hatırına işbirliğine giriyordu. Ona yaltakçılık yapıyordu. Zaten, mantıken böyle yapmasa ne o serveti edinebilir, ne de elinde tutabilirdi. Karun, “Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara” uyarısı kendisine yapılınca, “Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi’ biçiminde cevap verecektir. Bu, günümüz kapitalizminin yetiştirdiği rantçı insan tipi olan “homo ekonomikus” mantığıdır.
Âyette, bu tiplerin, bilinçsiz yığınların imrendiği tipler olduğu ifade edilmekle, dünyalığın ehl-i dünya yığınları nasıl cezbettiği vurgulanmaktadır. Ancak, Karun’un kötü âkıbetine şahit olan aynı yığınların, ne kadar günübirlik düşündüğü de, cezalandırmanın ardından söyledikleriyle ortaya çıkıyor.
Bugünkü dünyevîleşme mantığıyla, eski çağlardaki ilkel dünyevîleşme mantığı arasında şaşılacak kadar benzerlik vardır. Aslında bu şaşılacak bir şey de değil. Çünkü insanın tabiatı, zaafları, zamanın değişmesiyle değişmiyor. İnsanın hakikat karşısında aldığı tavırlar, genellikle aynı. Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin
1502] 28/Kasas, 76-82
1503] 28/Kasas, 76
1504] 23/Mü’minûn, 24; 29/Ankebût, 39
1505] 29/Ankebût, 39
1506] 28/Kasas, 78
1507] 28/Kasas, 81
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 313 -
dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır. Dünyevîleşmiş tip, dindarsa dinini, ideolojisi varsa ideolojisini, dâvâsı varsa dâvâsını her fırsatta paraya tahvil etmenin yollarını arar.
Karunlaşmış bu tip, müslüman olduğu zaman, “Allah rızâsı, hizmet, tebliğ, dâvet, ihlâs, cihad, bereket, tekbir, cihad” gibi dinin kavramlarını kullanarak sömürür. Marksist olduğu zaman “halk, köylü, işçi, emekçi” gibi marksizmin kavramlarını kullanarak sömürür. Kemalist olduğu zaman “çağdaşlık, uygarlık, laiklik, milliyetçilik” gibi kemalizmin tekeline aldığı kavramları kullanarak sömürür. Fakat hepsinin de mantığı tektir. Hepsi de tüketimi körükler. Hepsi de rantçıdır. Hepsi de menfaatlerini dinlerinden, imanlarından, ideolojilerinden önde tutarlar. Hepsi de çıkarları gerektirdiği zaman her şey olurlar. Hepsi de iktidar ve güç odaklarının etrafında pervanedirler. Hepsi de “istikrar”ı çok severler. 1508
“O dedi ki: ‘Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi.”1509 Kasas sûresinde yalnızca Karun’a izâfe edilen bu söz, Zümer sûresinde genel bir ifâde olarak belirtilir: “İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bizi çağırır, Bize duâ edip yalvarır. Sonra kendisine Bizden bir nimet verdiğimiz vakit: ‘Bu, bana ancak bilgi(m)den dolayı verilmiştir’ der. Hayır! Bu, bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.” 1510
Kendisine imtihan için Allah tarafından verilen zenginlik gibi dünyevî nimetlerin “kendilerinde bulunan bilgiden dolayı” verildiğini, bu nimetleri hak ettiği ve başkalarının bunda hakkı olmadığı anlayış ve zihniyetinin yalnızca Karun’a has olmadığı, her insana ârız olabileceğini Kur’an işaret eder. Bugün de, ortada, bir dizi Karun taslağı bulunuyor. Ve her biri, bir yanda onlara verilmiş serveti başkalarının ağzının suyunu akıtırcasına sergilerken, öte yanda bu serveti nasıl hak kazandığına dair her türlü ukalâlığı her yerde sergiliyor. Ama hiçbiri, vaktiyle onlardan da fazla serveti olduğu halde şu an müflis ve beş parasız kalan veya onca servetin ölümlerine engel olamadığı insanların durumunu bir ibret olarak hâfızasına kaydetmiyor. Geri kalan milyonlarca, milyarlarca insan, dünyanın neresinde olursa olsun, zenginliğe ulaşmış bu insanların şirk kokan gevezeliklerini izleyerek, “milyarder olma kitabı” alarak, ekonomi dergileri ve yönetim kitapları okuyarak, işletme eğitimi görerek aynı sonuca ulaşmayı hedefliyor. Sonuçta, insanı yaratanın; insana o kalı, hâfızayı, kolu, gözü verenin; insanın sahiplendiği, ama tek bir zerresinin işleyişini bile elinde tutmaktan âciz olduğu onca serveti de yaratıp verenin Kim olduğu unutuluyor. Ortalık, nefislere ve sebeplere mal edilmiş servet manzaralarıyla dolup taşıyor.
Bir bütün olarak dünyanın şu an içinde olduğu hal, Hz. Mûsâ döneminden farklı olmadığı gibi, kendi iç dünyamıza baktığımızda da, aynı kıssanın bir özetini kendimizin yaşadığını görüyoruz. Samed âyinesi olan kalp, şuurlu fıtratımız olan vicdan, Rabbimizin emrinden olan ruh birer “ûtü’l-ılm” (kendilerine Allah tarafından ilim verilenler) örneği olarak bize Rabbimizi her an hatırlatırken, nefis (hevâ) tam bir Karun olarak çalışıyor. Akıl gibi bazı duygularımız ise, akıntıya göre yön, rüzgâra göre taraf değiştiriyor. Kâh nefsin güdümüne giriyor, kâh kalp ve rûhun ikazlarıyla hakikate uyanıyor.
1508] M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s. 297 vd.
1509] 28/Kasas, 78
1510] 39/Zümer, 49
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ve bu kargaşada, ya kendi kalp ve rûhumuzdan, ya da kendisine ilim verilen, yani vahyî bilgilere ulaşmış insanlardan imanî bir uyarı geldiğinde, nefsimizin Karun’u hiç mi hiç aratmayan felsefeler geliştirdiğini görüyoruz. Bize verilmiş olan bir nimet karşısında, nefsimiz/hevâmız, Karun’un çizdiği tavrın bir benzerini sergiliyor.
Meselâ, Rabbimiz bize servet mi vermiş? Vicdanımız, ya da vicdanlı bir muhâtabımız “Allah’a şükret, O’ndan bil ve O’nun adına sarfet” mi dedi? Hemencecik, o tehlikeli “İyi ama...” çarkı dönmeye başlıyor. “İyi ama, Allah çalışmayana vermez. Ben de iyi çalıştım.” Veya, Rabbimiz bizi insanların imrendiği bir makama mı ulaştırmış? Kendisine ilim verilen, esbâb (sebepler) perdesinin gerisinde Müsebbibu’l-Esbâb’ı (Sebeplerin esas Sebebi ve yaratıcısı Olan Allah’ı) gören, her şeyde Rabbine giden bir yol bulan hakikatli bir muhâtabımız “Bu makam, O’nun ihsânıdır” diyecek olsun. İç dünyamızdan ânında itiraz sesleri yükseliyor: “İyi ama, çok emek verdim. Gayret göstermesem, olmazdı...”
Ve, bu ilk cevabın ardından, nefsimizi binlerce kez kendileriyle okşadığımız notlar sıralanıyor. Çocukluktan beri bu işe nasıl gönül verdiğimiz, ne şekilde çalıştığımız, kaç geceler nasıl uykusuz kaldığımız, hangi zorlukların üstesinden geldiğimiz, hangi hallere karşı mücâdele ettiğimiz, ne gibi uyanıklıklar sergilediğimiz, nasıl da tedbirli davrandığımız... çoğu kez dilimizde, ama en azından zihnimizde kırık plak gibi dönüp duruyor.
Bu bakımdan, insanın Karun kıssasından hisse kapıp, şunu her dâim akılda tutması gerekiyor: Eğer bu asrın Karun’ları karşısında bir özenti duyuyor ve büyük ya da küçük, bize bir şeylerin ihsân edildiği herhangi bir noktada zihnimizin kıvrımlarında “bendeki ilim sâyesinde bu sonuca ulaşıldı” türünden kayıtlar taşıyorsak, Karun’un âkıbetine açık bir vaziyetteyiz demektir.
Şirk kapısını kapayı Karun’un âkıbetinden kurtulmak ise, öncelikle bu vâkıayı dürüstçe tesbit etmemizle mümkündür. İkinci adım, Rabbimizden, Karun’un nefislerin gözünü kamaştıran serveti karşısında kalp gözlerinin açıklığı sâyesinde zerre kadar ubûdiyet tâvizi vermeyen Mûsâ’nın dirâyetinden, Hârun’un ferâsetinden, Yûşâ’nın sadâkatinden bizi de hissedar kılmasını istemek ve yönümüzü buna göre çizmek olacaktır. 1511
Dünyevî belâların çoğu, uhrevî cezaların tümü, dünya-âhiret dengesini kuramamak, dünyayı âhiret için yaşayamamak ve dünya hayatını gaye edinmekten kaynaklanır. Ancak gerçek iman ve sâlih amel, insanı dünya hayatının aldatmasından koruyabilir. Âhireti tercih eden, dünyayı kaybetmez. Çünkü insana verilen hilâfet görevi, yeryüzünü imar edip nimetlerinden yararlanmayı gerektirir. Sadece dünya hayatını isteyenler, haram, zulüm ve sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, müslümanları da dünyaya uydurmak isterler. Hâlbuki âhiretten kopuk bir dünya oyun ve eğlenceden ibarettir. Bir müslüman içinse dünya, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı hâkim kılma mücadelesi vermek (cihad), Allah yolunda hizmet ve meşrû şekilde çalışmak (ibâdet) içindir.
“Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli.” (Hadis Rivâyeti)
“Aman cimrilikten son derece sakının. Zira sizden öncekileri cimrilik helâk
1511] Metin Karabaşoğlu, Kur’an Okumaları, s. 66-68
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 315 -
etmiştir. Cimrilik, onları kan dökmeye ve haramı helâl tanımaya sürüklemiştir.” (Hadis Rivâyeti)
“Allah’ım, cimrilikten Sana sığınırım, korkaklıktan Sana sığınırım, ihtiyarlığın perişanlığından Sana sığınırım.” (Hadis Rivâyeti)
“Cennet cömertlerin yeridir.” (Hadis Rivâyeti)
“Cömerdin yemeği şifâ, cimrinin yemeği ise hastalıktır.” (Hadis Rivâyeti)
“Veren el, alan elden üstündür.” (Hadis Rivâyeti)
“Cömertlik Cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Dalları dünyaya sarkıtılmıştır. Kim onun bir dalına yapışırsa o da onu çeker Cennete götürür.”
“Cennet cömertlerin, Cehennem de cimrilerin yeridir.”
“Allah Teâlâ’nın bazı kulları vardı, halkın menfaatine harcanmak üzere onlara servet vermiştir. Bunlardan cimrilik edenler olursa, o serveti onlardan alır ve başkalarına verir.”
“Zenginleriniz cömert; idarecileriniz hayırlı olur ve işiniz de aranızda meşveret esâsına dayanırsa, yerin üstü sizin için altından daha hayırlıdır. Eğer idarecilerini şerli, zenginleriniz cimri olur, işiniz de kadınlara kalırsa, yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır.”
“Allah cömerttir; cömertliği ve güzel ahlâkı sever.”
“Cömertlik yap ki, sana da cömertlik yapılsın.”
“Dünyalık sana yöneldiği zaman sen de vermesini bil. Zira vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz.” (Hz. Ali)
“Akıllı kimse odur ki, malını güve düşmeyecek, hırsız almayacak yerde saklayandır; yani Allah yolunda harcayan.”
“Ey Âdemoğlu, şaşıyorum sana! Kendi arzularının yerine gelmesi için israf ederek harcıyorsun da, bir dirhem ile Rabbinin rızâsını kazanmakta cimrilik ediyorsun.” (Hasan-ı Basrî)
“Cömertlik, dost ve ahbâba iyilikte ve ikramda bulunmaktır.”
“Küçük masraflardan kaçınmayın, bazen ufak bir delik koca gemiyi batırır.”
“Cimriler, kendilerinin ölmesini isteyen insanlara servet toplayan kişilerdir.”
“Cömertliğin âfeti başa kakmadır.” (Atasözü)
“Cömertlik güzeldir, fakat zenginlerde olursa daha güzel olur.” (Atasözü)
“Cömertlik zenginlikten evlâdır; düşman çekmeyen bir servettir.”
“Tuzağa saçtığın dâneler, cömertlik sayılmaz ki.”
“Cömertlik, mutluluk anahtarıdır.”
“Cûd, saâdetün nerdübânıdır (Cömertlik, mutluluğun merdivenidir)”
“İnsanların en cömerdi, istenilmeden veren, asîli de intikama muktedir iken affedendir.” (Hz. Hüseyin)
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Cömertler elinde mal eksik olmaz.”
“Cömert acından ölmez darda kalsa da / Cimri murat almaz, felâh bulsa da.”
“Altının ne olduğunu denek taşı, cimrinin kim olduğunu dilenci bilir.”
“Esir, bir kişinin; cimri ise, fayda umduğu insanların hepsinin esiridir.”
“Cömertlik, çok vermekle değil; zamanında vermekle ölçülür.”
“Fakir insan bazı şeylerden mahrumdur. Cimri ise, her şeyden mahrumdur.”
“Kanaat eden köle, hürdür. Hırslı ve cimri olan hür ise köledir.” (Hz. Ali)
“Cimriyi hiçbir şey doyurmaz. Ancak iki şey doyurur: Biri toplamak, diğeri de kabrin toprağı.”
“Altın ocaktan madeni kazmakla çıkar; cimrinin elinden, canını koparsan çıkmaz.”
“Parasından en az yararlanan, cimrinin kendisidir.”
“Cimrilik, bütün insan deliliklerinin en gülüncüdür.”
“Cimrinin yeryüzünde biriktirdiği serveti, hayırsever gökyüzünde biriktirir.”
“Bazısının eli verir gönlü vermez; bazısının da gönlü verir, eli vermez! İkisi de cimriliktir.”
“Cimrinin kesesi hayatına ve hayatı kesesine bağlıdır.”
“Kesesi kapalı olanı kimse sevmez. El, eli yıkar; almak istiyorsan ver.”
“Kibirli ve cimri adam, ne kadar meziyetli olursa olsun, dikkate alınmaya değmez.”
“Kral olup paramı dilenci gibi harcamaktansa, dilenci olup paramı kral gibi harcamayı yeğlerim.”
“Cömertliğimiz hiçbir zaman servetimizi aşmamalıdır.”
“Cömertlik, dostluğun özüdür.”
“Cömertlik, asîl ruhların acımasından başka bir şey değildir.”
“Cömert insan, almaktan çok vermesini sever.”
“Gerçek mutluluk, insanın aldıklarında değil, verdiklerinde gizlidir.”
“Cimriliği ortaya çıkaran, yoksulluk değil; zenginliktir daha çok.”
“Cömert olmak, sonradan pişman olmaktan daha kolaydır.”
“Cimrinin zararı, cömerdin harcından ziyâde olur.” (Atasözü)
“Cömerdin bir akçesi, cimrinin hazinesinden bereketli.” (Atasözü)
“Cömert derler maldan ederler, yiğit derler candan ederler.” (Atasözü)
“Cömert eli kimse kesemez.” (Atasözü)
“El kesesinden cömertlik olmaz.” (Atasözü)
“Dünya yüzünü bu kadar muhteşem sanat eserleriyle süslemek, Ay ile Güneşi lamba yapmak, yeryüzünü bir nimet sofrası yaparak yiyeceklerin en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defa bunları yenilemek, sınırsız bir cömertliği gösterir.”
“Cömerdin müslüman olanı, hakka karşı avucunu kapatmaz, ama bâtıl işlerde
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 317 -
ise açmaz.”
“Allah yolunda bütün serveti infâk az, şeytanî yolda bir lira bile çoktur.”
“Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı.”
“Dünya malı dünyada kalır.”
“Dünyaya esir olan âzâd olmaz.”
“Dünyada eken âhirette biçer.”
“Dünyanın üstü varsa altı da var.”
“Bugün dünya, yarın âhiret!”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” (Selmân-ı Fârisî)
“Mallarınızı Allah yolunda harcamaktan geri durmayın. Evlâtlarınız var diye sarfetmekten korkmayın. Zira eğer onlar mü’min iseler, Allah’ın onları rızıklandıracağına güvenin. Eğer fâsık iseler, sizin malınızla fâsıklık yapmalarına destek olmayın.”
“Yaptığı yardım karşılığında teşekkür ve iltifat bekleyen cömert değildir. Birkaç parça mal vermek değildir cömertlik. Asıl cömertlik, çok verdiği halde, en az verenin kendisi olduğunu düşünmektir.”
“Cömert, verdiğini herkese söyleyen, her an hatırlayan ve hatırlatan değil; verdiğinden utanan, onu az gören, söylemekten sıkılan kimsedir.”
“Cimrinin gümüşü, kendisi gömülünce topraktan çıkar.” (Şeyh Sâdi)
“Gel dese de bakma cimri aşına / Bir fırsat arar da kakar başına.”
“Diyem sana bahîlün ne idüğin / Sakınur kendüden kendü yidiğin.” (Yunus Emre)
“Encâm-ı hayatı kıl teemmül / Tefrîka çalış zararla kârı
Servet sahibi cimriye derler / Vârislerinin hazînedârı.”
Ne mutlu tüm mülkün ve malın Allah’a ait olduğunu, kendisinin emânetçi olduğunu unutmayıp, parayla imtihanı kazanıp Allah’la alışveriş yapanlara!
Yazıklar olsun paranın kulu olan cepleri paralandıkça gönülleri de paralananlara! “Param, param!” diye param parça olanlara!
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Buhl/Cimrilik Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
CİMRİLİK ANLAMINDAKİ “BUHL” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 12 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 180, 180; 4/Nisâ, 37, 37; 9/Tevbe, 76; 47/Muhammed, 37, 38, 38, 38; 57/Hadîd, 24, 24; 92/Leyl, 8.
CİMRİLİK KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERÎMELER
a- Cimrilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 180; 4/Nisâ, 36-37; 47/Muhammed, 38; 57/Hadîd, 23-24; 92/Leyl, 8-10.
b- Malı ve Parayı Biriktirmek: 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Tteğâbün, 15-18; 104/Hümeze, 1-4.
İnsan Cimridir: 17/İsrâ, 100; 70/Meâric, 19-21; 100/Âdiyât, 8-11.
Şeytan Fakirlikle Korkutur: 2/Bakara, 268.
Cimrilik Etmekten Sakınmak: 17/İsrâ, 29, 31; 47/Muhammed, 37-38; 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16.
Mü’minler Cimrilik Yapmaz: 25/Furkan, 67.
CÖMERTLİK KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a- Cömert Olmak: 17/İsrâ, 29.
b- Allah Cömertlere Bolluk Verir: 2/Bakara, 268.
D- İNFAK KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
İnfak; Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra’d, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Münafıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
Mala Olan Sevgiye Rağmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.
Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
Allah İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21.
Harcamayı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.
Harcama Yapılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.
Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
Harcadıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.
Gösteriş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.
İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
İnfak Edenler Takvâ Sahibi Mü’minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
İnfak Edenlerin Mükafatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7, 18.
Kâfirler ve Müşrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44;Mâun1, 3.
Kâfirler Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
Fakirlere Yedirip İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.
Yetimlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Esirlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.
Fakirlere İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.
Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273; İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.
Sail’i (İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.
Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
Kâfirler ve Müşrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem,17-40; Hakka,34; Müddessir,43-44; Mâun, 1-3.
E- ZEKÂT KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
Zekât Vermek: 2/Bakara, 43, 83, 110, 177, 254; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 71; 14/İbrahim, 31; 19/Meryem, 31, 55; 21/Enbiy^, 73; 22/Hacc, 35, 41, 78; 23/Mü’minûn, 4, 60; 24/Nûr, 37, 56; 27/Neml, 3; 31/Lokman, 4; 32/Secde, 16; 33/Ahzâb, 33; 58/Müc3adele, 13; 73/Müzzemmil, 20.
Zekâtı Malın İyisinden Vermek: 2/Bakara, 267.
Zekât, Fakirin Hakkıdır: 51/Zâriyât, 19; 70-Meâric, 24-25.
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 319 -
Zekât Verenlerin Mükâfatı: 2/Bakara, 277; 4/Nisâ, 162; 5/Mâide, 12; 7/A’râf, 156; 9/Tevbe, 18, 99; 13/Ra’d, 18, 22-23; 23/Mü’minûn, 1-4.
Zekât Bereket Getirir: 30/Rûm, 39.
Allah, Kullarından Mallarının Tamamını İstemez: 47/Muhammed, 36-38.
Ürünlerin ve Meyvelerin Zekâatı: 6/En’am, 141.
Zekât Verilecek Kimseler: 9/Tevbe, 60.
Müellefe-i Kulûb (Kalpleri İslâm’a Isındırılmak İstenen Kişiler): 9/Tevbe, 60.
k- Zekâtı Vermeyenler: 4/Nisâ, 77; 9/Tevbe, 5, 11, 67, 79-80, 34-35; 41/Fussılet, 7; 107/Mâun, 7.
Cimrilik ve İnfakla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
1. (Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. -İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
2. İnfak etmek için çok zengin olmak gerekmez: 3, 285
3. İnfak ve tasadduka teşvik: 10, 30-42
4. Kişi malını infak ederkenbaşta yakınlarından başlamalı: 14, 47-48
5. Tasadduk ve infaka teşvik: 10, 30-42
6. Sadaka hakkında umumi açıklama: 10, 16-17
7. Veren el, alan elden üstündür: 14, 48
8. Sadaka, 2, 542
9. Sadaka ve nafakanın fazileti: 10, 18-29; 14, 255-256; 15, 174, 419
10. Allah indinde makbul olan sadakayı sağ eliyle alır: 10, 18-19
11. Allah, sadaka ve zekât hususunda hiç kimseye hüküm verme yetkisi tanımamıştır: 7, 406
12. Allah’ın kabul ettiği sadaka, hangi maldan yapılır? 10, 18
13. Sadaka malı artırır: 17, 574
14. Makbul olan sadaka Allah indinde artar ve büyür: 10, 19-20
15. Sadaka azabı defeder: 9, 348; 15, 185
16. Sadaka ve belanın yarışı: 10, 32
17. Sadakanın def ettiği en önemli iki şey: 10, 25
18. Sadaka verirken ihlas nasıl olur? 10, 40-41
19. Sadaka, ölüm sırasında değil; hayat boyu verilmeli: 17, 340
20. Cenab- Hak, gizli sadaka vereni nasıl teşbih ediyor? 10, 32-33
21. Sadakayı men etmenin cezası: 15, 160-161
22. Sadakayı gizli vermek: 10, 33
23. Sadakanın zamanı var mıdır? 10, 34
24. Sadakanın ahkamı: 10, 43-54
25. Sadaka-i cariye: 16, 277, 547
26. Sadaka kimin hakkıdır: 14, 51-52
27. Allah yolunda savaşan kimsenin zengin bile olsa sadaka alıp alamayacağı: 7, 425
28. İhlasla, fakat sadaka ehline verilmeyen sadaka ne olur? 10, 40-41
29. Fâsık kimselere sadaka verilir mi? 10, 42
30. Rasûlullah ve Ehl-i Beyt’e sadaka haramdır: 15, 1102
31. Sadaka, şu beş kişi dışında zengine helal değildir: 7, 424
32. Sadaka verirken sıla-i rahm olanlara öncelik tanımak: 10, 60-61
33. Dilenciye sadaka verirken, dış görünüşün fonksiyonu ve sahâbe: 10, 23
34. Kadın, kocasından izin almadan tasadduk edebilir mi? 10, 49-51; 2, 374
35. Sadaka verecek kimsenin maddi durumu nasıl olmalıdır? 10, 27
36. Yapılan sadakadan dönmek: 10, 52-53
37. En hayırlı sadaka: 10, 17
38. Sadaka, geçmiş ve gelecek günahların affına vesile olabilir mi? 12, 463-464
39. Sadakanın en faziletlisi: 17, 472
40. Sadakanın en üstünü: 16, 548
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
41. Hangi sadaka daha üstündür: 16, 258-2259
42. Haram olan sadakının şümulü: 7, 415
43. Sadaka, hayır olan her şeye caridir: 3, 167
44. Hayırlı amelin dinen sadaka sayılabilmesinin şartı: 10, 16
45. Aile efradının nafakası için harcanan şeyler sadakadır: 16, 261
46. Aile için hangi harcama sadaka hükmüne geçer: 10, 28
47. Bir müslümana elbise giydirmenin sevabı: 10, 23
48. Kamil manada sadaka ne zaman verilir? 10, 43
49. Rasûlullah’a göre en efdal sadaka: 10, 54
50. Rasûlullah’ın en hoşuna giden sadaka hangisidir? 10, 35
51. Tasadduk edilen malın kıymeti Allah katında neye göredir? 10, 21-22
52. Sadakanın miktarı: 16, 259
53. Malın ne kadarı tasadduk edilir: 17, 340
54. Malının tamamını tasadduk caiz midir? 10, 43-44
55. Muhtaç duruma düşecek şekilde tasaddukta bulunmak ve Peygamberimiz’in tutumu: 10, 46-47
56. Sadakının iyi maldan verilmesi: 3, 343-344
57. Sadakayı haram kılan miktar ne kadardır? 14, 60
58. Elinden geldiği kadar sadaka verilmesi: 3, 546-547
59. Zekât, malın hakkıdır: 7, 343
60. Zekâtın önemi ve zekâta teşvik: 7, 321-323
61. Zekât, İslam’ın köprüsüdür: 7, 322
62. Namazla zekâtın bir bütün olması: 7, 340
63. Zekâtı vermede acele etmek: 7, 384
64. Zekâtı vermek kaydıyla para ve mal biriktirmek: 7, 336-337
65. Zekâtı verilen zinet eşyası kenz değildir: 7, 364
66. Zekâtın farziyeti, terkedenin günahı: 7, 327; 17, 540
67. Zekâtı vermeyenlerle savaşılır: 7, 345
68. Zekâtını vermeyenden cezalı olarak ve zorla zekât alınır: 7, 338
69. Zekâtını vermeyenin kıyamet günündeki hali: 7, 332
70. Zinetlerin zekâtını vermeyenlerin âhiretteki durumu: 7, 363-364
71. Zekât kimlere haram; kimlere helal? 7, 414-415, 421, 426
72. Zekât kimlere verilir? 7, 325
73. Fâsık kimselere sadaka ve zekât verilir mi? 10, 42
74. Müellefe-i kulub’a zekât verilir mi, verilmez mi? 7, 427
75. İnfak; Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra’d, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Münafıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
76. Mala Olan Sevgiye Rağmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.
77. Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
78. Allah İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21
79. Harcamayı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.
80. Harcama Yapılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.
81. Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
82. Harcadıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.
83. Gösteriş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.
84. İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
85. İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
86. İnfak Edenler Takvâ Sahibi Mü’minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
87. İnfak Edenlerin Mükafatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7,18.
88. Kâfirler ve Müşrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44;
CİMRİLİK VE CÖMERTLİK
- 321 -
Maun, 1, 3.
89. Kâfirler Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
90. Fakirlere Yedirip İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.
91. Yetimlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
92. Esirlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
93. Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.
94. Cömert Olmak: İsra, 29.
95. Allah, Cömertlere Bolluk Verir: Bakara, 268.
96. Fakirlere İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.
97. Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273; İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.
98. Sail’i (İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.
99. Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
100. Kâfirler ve Müşrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem,17-40; Hakka,34; Müddessir,43-44; Maun, 1-3
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 313-314, 322-323
2. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 8, s. 4, 72-73
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 394-402, 453
4. Kütüb-i Sitte: 10/ 26-27
5. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş Y.
6. Fakirlik Problemi Karşısında İslâm, Yusuf el-Kardavî, Nur Y.
7. Kur’an’da İnfak, Nihat Temel, İFAV Y.
8. İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
9. İbadet mi Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. S. 128-134
10. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. S. 160-164
11. İlmin Işığında İslâmiyet, Afi A. Tabbara, Kalem Y. S. 363-375
12. İslâm’da Sosyal Adalet, Seyyid Kutub, Cağaloğlu Y. S. 181-187
13. Kur’an-ı Kerim’de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D. İ. B. Y. s. 41
14. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 110-113; 133-141
15. Ahlak Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 85-90
16. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. c. 2, s. 62-66
17. Anahatlarıyla İslâm Ahlakı, Mustafa Çağrıcı, Ensar Neşriyat, s. 280-282
18. İktisad Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş, Y.
19. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat
20. Kur’ani Araştırmalar, Murtaza Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 20-32
21. İslâm’da Zekât Müessesesi, Yunus Vehbi Yavuz, Çağrı Y.
22. İbadet ve Müessese olarak Zekât, Heyet, İSAV Y.
23. Zekât, İsmail Ezherli, D.İ.B. Y.
24. Zekât, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
25. Zekât ve Verileceği Yerler, Kemal Coşkun, Fazilet Neşriyat
26. Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, Turan Yazgan, Türk Dünyası Araş. Vakfı Y.
27. Psikolojik Açıdan Hz. Peygamber’in İbadet Hayatı, Habil Şentürk, Bahar Y. S. 89-92