Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:10

DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)


• Tağyîr; Anlam ve Mâhiyeti
• Bireysel ve Sosyal Değişme ve Sosyal Değişimin Dinamikleri
• Kur’an ve Değişim
• Kur’ân-ı Kerim’de Değişimle İlgili Kavramlar
• Kur’ân-ı Kerim’de Tağyîr/Değişim
• Hadis-i Şeriflerde Tağyîr/Değişim
• Müslümanın Görevi: Yeryüzündeki Fesâdı Değiştirip Arzı Islah Etmek
• Hayırlı Değişimin Önündeki Engeller
• Tefsirlerden İktibaslar
“Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendindekini (kendi durumunu) değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” 2950
Tağyîr; Anlam ve Mâhiyeti
Sözlükte değiştirmek anlamına gelen “tağyîr”, bir şeyin gerçek formunu aslından başka yapmak, değiştirmek anlamında kullanılır. Ra’d sûresinin 11. âyetinde iki kez geçen tağyîr kavramı, hem kavm (toplum), hem de enfüs (nefis kelimesinin çoğulu; birey, bireyin kimliği/kendisi) kavramlarına izâfe edilmekte, böylece birindeki değişiklik, diğerinde meydana gelecek değişmeye bağlanmış olmaktadır.
Kavram olarak “değişme”; belirli bir tarihsel dönem içerisinde, tabiatta, toplumda ve insanda gözlenen başkalaşmalar ve farklılaşmaları ifâde etmek için kullanılmaktadır. Toplumsal alanda ise değişme, belirli bir toplumsal gerçekliği, değer yargılarından arınmış olarak ve özel durumların tümünü kapsayacak biçimde ifâde eder. Sosyolojik bir kavram olarak toplumsal değişme, toplumun yapısını oluşturan sosyal ilişkiler ağının ve bunları belirleyen sosyal kurumların değişmesi şeklinde tanımlanır.
Toplumsal değişme olgusunun özellikle çağdaş toplumlarda kurumsal, normal ve gündelik bir gerçeklik haline gelmesi nedeniyle hem aktüel hem de tarihsel bir meşrûiyete sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Esasen değişme konusundaki tartışmaları Herakleitos’a (M.Ö. 540-480) kadar götürmek mümkündür. Onun, “bir ırmakta iki defa yıkanılmaz” şeklindeki sözü, değişmenin mutlak bir olgu olarak değerlendirilmesi için referans gösterilir. Değişme kavramı zamanla, gelişme, ilerleme ya da yozlaşma, bozulma gibi farklı anlamları yüklenerek bir
2950] 13/Ra’d, 11
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değer yargısına dönüşmüştür.
Kur’an açısından toplumsal değişmenin ancak, aktarılan tarihî örnekler çerçevesinde ve Vahy’in aşkın (beşerüstü) niteliği gözardı edilmeksizin ele alınabileceği unutulmamalıdır. Dinin toplumsal düzenleyiciliği, emir ve yasaklarıyla toplumda önemli değişmelere sebep oluşu, onun toplumsal yapıya yönelik fonksiyonundan kaynaklanır. Ayrıca dinin diğer önemli bir fonksiyonu da, onun ferde yönelik olmasıdır. Fert ise, toplumsal yapıdan ayrı düşünülmemektedir. Bu yüzden Kur’an’da geçmiş toplumlara gönderilen peygamberlere ve toplumların değişim süreçlerine sık sık yer verilmektedir. Aslında Kur’an’ın bu toplumlara ilişkin açıklamaları tarihî bir olayı haber vermekten çok, toplumların süreklilik ve değişim konusunda tâbi oldukları sosyal ve fıtrî olguları hatırlatmaktan ibârettir.
Kur’an, vahiy olarak indirildiği toplumda kendisine toplumsal karşılık veren muhâtaplara sahipti ve tebliğ unsurlarını peygamber aracılığıyla belirli bir zaman sürecine yayılmış toplumsal pratikler üzerine aktarıyordu. Kur’an’da toplumların değişim süreçleri sadece geçmiş toplumların yaşadıkları kıssaların açıklanmasıyla sınırlı kalmayıp aynı zamanda Sünnetullah bağlamında evrensel ve sürekli bir mâhiyet de arzetmektedir.
Toplumsal Değişmenin Faktörleri: Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. Toplumsal değişme ise, bir toplumun sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve insanlar arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir.
Değişmenin kendisinde gerçekleştiği sosyal yapı, öncelikle bu yapıyı meydana getiren sosyal kurumların, insan ilişkilerinin ve bunların karşılıklı ilişkilerinden doğan sosyal değerlerin birbirini direkt olarak etkiledikleri bir bütündür. Sosyal yapı, bir toplumsal sistem içindeki ilişkilerin, toplumsal olgular ya da kurumlar ile düzenlendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle sosyal yapı, sadece kalıtımla ya da doğal çevreye dayalı olarak açıklanması mümkün olmayan ortak insan davranışlarının tümünü yansıtmaktadır.
Özellikle sosyal yapının ortaya çıkışında önemli bir rolü olan sosyal olgu, genelde Durkheimci bir anlayışla “bireyin üzerine belli davranışların yapılması için oluşan dış baskı” biçiminde tanımlanır. Öte yandan Marx da (1818-1883) sosyal yapıyı altyapı-üstyapı şeklinde ikiye ayırır. Üretim ve mülkiyet alanındaki ilişkilere altyapı denilirken; din, ahlâk ve siyaset gibi üretim ve mülkiyet dışında kalan ve toplumsal bilincin varlığını gösteren öteki toplumsal ilişkilere de üstyapı denir. Altyapı, sınıfları; üstyapı, toplumsal bilinci belirler. Burada gerek Marx, gerekse de Durkheim’de görülen tanımlamalar, sosyal gerçekliği, tek nedenli bir yaklaşımla ele almaktadırlar. Günümüz sosyolojisinde ise tek nedenli yaklaşımlar, sosyal sebepliliğin karmaşıklığı nedeniyle yeterli görülmemektedir.
Değişme hiçbir doğrultuyu açıkça ifâde etmeyen bir kavramdır. İleriye doğru olabileceği gibi, geriye doğru da olabilir. Olumlu olarak değerlendirilebileceği gibi, olumsuz olarak da değerlendirilebilir. Değişme, hangi tür bir etkene bağlı olursa olsun, dinî yaşayış üzerindeki etkilerinin önemliliği asla gözardı edilemeyecektir. Bir değişme faktörü olarak din, içinde bulunduğu konuma göre kimi zaman değişim talebinde bulunan, kimi zaman da (olumsuz) değişmeye karşı
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 693 -
direnç kaynağı oluşturabilen dinamikler içerebilir. Aslında dinler, teşekküllerinde sosyal düzene karşı bir eleştiri unsuru getirmekle birlikte, kendi amaçladıkları ve oluşturdukları sosyal yapının olduğu gibi kalarak korunmasını isterler. Bütünlüklerinin bozulması, yerleştirdikleri değer hükümlerinin kaybolması, istikrar unsurlarının zayıflatılması gibi konularda dinler, değişime karşı refleks tutumlar sergiler.
Dinlerin, kurumsallaşmasından sonra oluşturduğu yapıyla statikleşip değişmeye karşı şiddetli bir muârız haline geldiğini belirten klasik yaklaşımların dışında, aslında ferdî alandan başlayıp toplumsal alana uzanan çok köklü değişmeleri gerçekleştirdiği yer yer görmezden gelinmektedir. Ferdî inançların kuşatıcılığı, parçaları birleştirici olmaya götürdüğü gibi; eksik ve yanlıştan mütemâdiyen kurtulmak da istemektedir. Böylece inanç, toplumsal alana da yansıyan bir değişme faktörü olmaktadır. İnsanın bu bilinçle mükemmele doğru yönelişi, aslında dinamik bir tutum olduğundan, bu özelliğiyle din, insanın kendisine zarar vermeyen değişmelerin muharriki de olabilmektedir.
İnsanların içinde yaşadıkları fizikî ve sosyal çevre, iktisadî faâliyetleri, onların karakter ve mizaçlarını belirli oranlarda etkilerken; kişilerin psiklojik özellikleri de sosyal ve kültürel yapıya etki etmektedir. İbn Haldun (1332-1406), coğrafî çevrenin, özellikle iklimin insan ve kültür üzerinde önemli etkileri olduğunu savunan görüşleriyle bu faktöre büyük önem vermiştir. İbn Haldun’a göre; “sünnetullah”a göre yaratılan insanı, tüm hayatı boyunca kendisini içinde bulduğu ve kısmen de seçtiği, değiştirdiği çevresel şartlar (ailesi, toplumu, fizik çevresi vd.) tekrar oluşturmaktadır. Coğrafî şartlar ise insanların huy ve tabiatlarını belirlerken, genel anlamda iklimlerin toplumsal yapıyı etkilediğini de eklemektedir.
Bununla birlikte, toplumlar karmaşıklaştıkça, coğrafya etkisini gittikçe kaybederek, yerini başka faktörlere bırakmakta, bu yüzden coğrafya faktörleriyle toplumsal olaylar arasındaki ilişkiler, her çağ ve her toplumda değil de, bazı çağlara ve bazı toplumlara uygun düşmektedir.
Toplumsal değişmeye yol açan faktörlerden bir diğeri de, teknolojideki gelişmeler olarak gösterilir. Teknoloji, ilmî bilginin pratiğe yansıması olup kaynağında modern bilimle birlikte gelen bir değerler sistemi vardır. Örneğin, “çağdaş Batı teknolojisinin temel değerleri” denirken, esas itibarıyla çağdaş düşüncenin; özel bir rasyonalite anlayışı, tabiatla uyum yerine ona tahakküm etme ve kullanma eğilimi gibi özellikleri kastedilmektedir. Bu temel değerler üzerine şekillenen teknoloji, belirli bir kültürü göz önüne almadan, teknolojiyi değerlerinden bağımsız bir olgu gibi kabul etmek ve transfer edilecek teknolojinin kültür temellerinin dışarıda kalacağını sanmak yanlış olacaktır.
Teknolojinin, onu üreten kültür unsurlarının özelliğine bağlı olarak ortaya çıktığı, bugün artık reddedilmesi zor bir gerçeklik olarak kabul edilmektedir. Modern teknolojinin vazgeçilmez gibi görünen değerleri, gerçekte teknolojiyi de içine alan daha geniş bir sosyal çerçevenin oluşturmuş olduğu değerlerdir. Bununla birlikte bir toplum, bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece kültürünü benimsemek istese bile, bunu istediği şekilde gerçekleştiremez. Bazı teknolojik değişmeler, kültürde birtakım değişimlere sebep olurken, inanç ve tutumlardaki bazı değişmeler de teknolojik değişmeleri hazırlamaktadır.
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçekten de teknolojik gelişmeler doğal olarak toplumsal değişmeye yol açan önemli bir faktör olmakla birlikte, bu değişim, teknolojinin gelişiyle meydana çıkan bir değerler topluluğuyla gerçekleşmektedir. Toplumsal değişmeye sebep olan faktörler konusunda temel tartışma konularından biri de, değişmede ekonomik (maddî) faktörlerin belirleyiciliği üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Bu konuda Marx, insanların toplumsal üretim işinde, zorunlu ve irâdelerinden bağımsız olan birtakım ilişkilere giriştiklerini belirtir. Bu durum üretim ilişkilerini; üretim ilişkilerinin toplamı da toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İşte toplumsal bilincin belirli biçimlerini karşılayan kanun ve politik üstyapılar, hep bu gerçek temel üzerine kurulmuştur. Maddî hayattaki üretim biçiminin, politik ve mânevî bütün toplumsal oluşumların genel karakterini belirlediği düşüncesi böylece temellendirilmektedir.
Ekonomik şartların toplumsal yapıda önemli değişikliklere sebep olmakla birlikte, değişimi belirleyici tek faktör olmadığını söylemek mümkündür. Toplumsal yapıdaki bütün değişiklikler, ekonomik şartlardaki değişikliklerin bir sonucu olarak değerlendirildiği zaman, ekonomi faktörünün kendi dinamizminin nasıl izah edileceği zaman zaman eleştirilegelen bir husus olmuştur. Ekonomi faktörünün hiçbir etkiye bağlı olmadan kendi kendine hareket ettiği varsayımı ise, bu faktörün gücünü abartmaya götürecek hataların başlangıcı olabilir. Bu yüzden toplumsal hayatın ya da tarihin açıklanmasında tek belirleyici etkenin ekonomi olarak gösterilmesi, olgulara ters düştüğü kadar, mantığa da uygun düşmeyen bir durum olmaktadır.
Yeni ihtiyaçların ortaya çıkması ve bilgi artışı ile toplumsal ve kültürel yapının karmaşıklık derecesi sosyal değişmenin gerçekleşme zeminini oluşturan şartlar olarak değerlendirilebilir.
Din-Toplum İlişkileri: Dinin toplumla ilgili önemli fonksiyonlarından birisi, “toplumu düzenleyici normlar sistemi” olarak ortaya çıkmasıdır. Din, mü’minlere nasıl hareket edeceklerini gösteren davranış kalıplarını sunmaktadır. Bu itibarla mü’min, dinin kendisine sunduğu hazır bir harita ile karşı karşıya bulunmaktadır. Dinin bu anlamda toplum normu düzenleyici özelliğinin daha çok İslâm toplumlarında belirginleştiği ve geçerli olduğu da belirtilmektedir.
Toplumsal yapı üzerinde dinin değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici fonksiyonuyla; koruyucu ve sürdürücü fonksiyonu birbiriyle çelişiyor gibi görünmesine rağmen, bunlar farklı şeylerdir. Genellikle bir toplumda dinin, ilk örgütlenme ve yayılma dönemlerinde, toplumsal yapıyı değiştirici ve yeni yapıyı örgütleyici fonksiyonu öne çıkar. Yapı oluştuktan ve ilişkiler örgütlendikten sonra, bu yapıyı koruyucu ve sürdürücü fonksiyonu rol oynamaya başlamaktadır.
Dinin, toplumun örgütlenmesinde en önemli fonksiyonu, insanlara belli bir zihniyet yapısı, bir değerler sistemi kazandırmasıdır. Bir dine mensup olan fert, dinin dünya hakkındaki değerler manzûmesini kabul etmekte ve davranışlarını buna göre ayarlamaktadır. Dinin dünya karşısındaki tavrı, mü’minlerin zihniyet yapılarını şekillendirmekte, onlara yeni bir form kazandırmaktadır. Böylece her din, sahip bulunduğu değerler ve semboller sistemi ile bir ekonomik ahlâkın ve sosyal anlayışın oluşmasında önemli rol oynamaktadır.
Din-Değişme İlişkisi: Toplumsal yapının bir ögesi olarak dinin, toplumdaki
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 695 -
genel değişmeden bağımsız olduğunu söyleyebilmek zordur. Dinin toplumsal değişmede itici ya da engelleyici bir faktör olarak değerlendirilmesiyle birlikte, dinî değişmeyi toplumsal değişmenin bir sonucu şeklinde ele almak da söz konusudur.
Düşünce tarihinde, dinin temel karakteristik özellikleri nedeniyle, değişmeyi engelleyici muhâfazakâr rolü sürekli olarak dile getirilmiştir. Gerçekten de din, özü itibarıyla bir kalıcılığı ve sürekliliği ihtivâ etmesi nedeniyle, her çeşit zihniyet, değer; sosyal ve kültürel yapı değişikliklerine karşı bizâtihî engel teşkil etme durumunda görülmektedir (Bu, özünde devrimci özelliği barındıran, insanı takvâya doğru sürekli geliştirici emir ve tavsiyeleri olan ve bağlılarından tüm dünyaya hayra doğru değişim mesajlarının iletilmesini isteyen İslâm için pek doğru değildir. Buna rağmen çağdaş Müslüman halklar İslâm’ı Batılılar gibi anladığı için muhâfazakâr bir anlayış, dindarlık/Müslümanlık gibi görülmeye başlanmıştır).
Bir istikrar faktörü olarak, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan din, toplumları derinden etkileyen, onların istikametini tayin eden, idâmesini mümkün kılan, ayniyetin muhâfazasını sağlayan bir olgu olmaktadır. Dinin bu anlamda bazı (olumsuz) toplumsal değişmelere direnç oluşturması, kökü mukaddes âleme uzanan beşer üstü, vahiy kategorisinde bulunması ile izah edilebilir bir durumdur. Böylece inançların değişmeyen yönleri, dine bir devamlılık kazandırmaktadır. (Bunun yanında, dinin bir amacı da, bireysel ve toplumsal değişmeyi sağlamak, insanı fıtratı istikametinde olgunlaştırmak, toplumu asr-ı saâdet örneğine yaklaştırmaktır.) Gerçekten din, ilk örgütlenme dönemlerinde mevcut toplum yapısını, kendi yapısal ve fonksiyonel özellikleri ile değişikliğe uğratarak, yeni bir toplumsal yapının oluşmasını sağlamaktadır. Bu yolla din, kendi getirdiği özgün kurumları ve kazandırdığı zihniyet ile eski toplum yapısını sarsmakta ve ona yeni bir biçim vermektedir. Bu gerçeğe rağmen Marxistlere göre din, toplumsal değişmeyi önleyici, kurulu düzeni sürdürücü bir ideoloji olarak itham edilebilmektedir. (Bu iddia, belki muharref Batı dini için bir vâkıa olsa da, İslâm için kesin bir iftiradır.)
Peygamberlerin ve dinî önderlerin tebliğlerinde, temel olarak toplumda yerleşmiş bütün kurum ve gelenekleri reddettiklerini söylemek de mümkün görünmemektedir. Eleştiri konusu olup değiştirilmek istenen, tevhidî gelenek üzerine zamanla birikmiş bozucu ve yozlaştırıcı durumlar olmaktadır. O yüzden peygamberler, var olan her şeyi kökten reddeden bir yaklaşımla değil de, toplumun idealize edilebilecek geçmişinden kaynaklanan geleneksel normlara ve sembollere de (tevhide ters düşmüyorsa) dayanırlar. Bu durum, onların toplumsal değişmedeki rollerini pekiştirici ve kolaylaştırıcı bir unsur da olmuştur (Peygamberler değişim konusunda süpürücü değil, seçicidir). 2951
Bireysel ve Sosyal Değişme ve Sosyal Değişimin Dinamikleri
Bireysel Değişme
Sosyolojide genel kabul gören yaklaşımlardan biri de, “bireyin toplumsal hayat içinde şekillendiği ve yine bu ölçüde de hayatı etkilediği” yönündedir. Toplumsal dinamikte objektif veya subjektif bir kriter olarak bilinç düzeyinde
2951] Celaleddin Çelik, Kur’ân’da Toplumsal Değişim, s. 11-53
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meydana gelen değişmeler, toplumsal değişmeyi açıklamada önemli bir ayraç olarak dikkatleri çekmektedir.
Toplumsal değişme açısından bireysel değişmenin ve birey-toplum ilişkilerinin mâhiyetinin ve etkilerinin bilinmesi gerekmektedir. Her şeyden önce insan, toplumsal bir varlık olup, toplum da ihtiyaçların zorlaması sonucunda oluşan inanç, ideal ve arzuların etrafında birbirine kenetlenmiş insan gruplarının somut bir sembolü olarak nitelendirilebilir.
Kur’an’da toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiği ve yaratılışında var olduğu bildirilmiştir. Bu durum, Hucurât Sûresinde dile getirilmiştir: “Ey insanlar, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi toplumlara ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız en çok takvâ sahibi olanınız, korunanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberi olandır.”2952 Görüldüğü gibi âyette farklılıklar nedeniyle insanların birbirlerini tanımaları gerektiği inancından hareketle, bir toplumsal ilişkinin gerekliliği vurgulanmaktadır. Bireysel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatın vazgeçilmez şartı olup, bu tür farklılıkları bir ayrım aracı olarak kabul etmek mümkün değildir. İnsanlar kendilerine tanınan imkânlar ve beceriler açısından aynı olarak yaratılmamışlardır.2953 Eğer böyle yaratılmış olsaydılar, yani herkes aynı özelliklere sahip olsaydı, doğal olarak kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz ve karşılıklı olarak yerine getirilen sorumluluk anlamsız hale gelirdi.
Allah insanları gerek beceri bakımından, gerekse ruhsal, fiziksel ve benzeri bakımlardan farklı şekillerde yaratarak, her birine ayrı yetenek ve eğilimler vermiştir. Özel kabiliyetleri yönüyle insanlardan bazıları diğerlerine üstün kılınmış, böylece insanlar doğuştan birbirlerine muhtaç hale geldikleri için birliktelikler kurmaya başlamışlardır. Bu da kolektif ve toplumsal hayata geçiş sürecini hızlandırmıştır.
Kur’an, toplumsal yapı içerisinde fertleri bütünüyle irâdesiz varlıklar olarak görmemekte, bilakis topluma karşı bireye öncelik tanımaktadır. Toplum, bireyi çok değişik şekillerde etkileyen ve sınırlayan bir gerçeklik olmakla birlikte, münferit insanlar aracılığıyla da yönlendirilebilmektedir. Zira insanlar için kendi irâdelerinin payı olmaksızın içine doğdukları çevre gerçeğinden önce nitelikli bir fıtrat gerçeği vardır. Kur’an çevre faktörünü belirleyici özelliklerinin varlığına rağmen, “fıtrat gerçeğine” dönmeyi başarabilen insanların tarihsel örneklerini vermektedir.2954 Kur’an’da birey olarak insan içinde yaşadığı toplumun kaderini belirlemede Allah’ın mutlak otoritesinden bağımsız olmaksızın, güç sahibi kılınmış ve tarih âdetâ onun eline teslim edilmiştir.
Toplumsal çözülmeyi ve çöküşü hazırlayan faktörlerin geneli Kur’an terminolojisinde zulüm kavramıyla da ifâde edilmiştir. İnsanın “zulmü” ortaya çıkaran zaafları, öncelikle bir insan olarak kendisine, topluma ve tabiata karşı davranışlarında kendini göstermektedir. Sözkonusu bu zaaflar, “düşüncesizlik,2955
2952] 49/Hucurât, 13
2953] Bk. 43/Zuhruf, 32
2954] Bk. 66/Tahrîm, 11; 18/Kehf, 10, 26; 36/Yâsin, 20, 27
2955] 17/İsrâ, 100
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 697 -
huysuzluk,2956 acımasızlık, 2957 nankörlük, 2958azgınlık,2959 acelecilik’2960 olarak gösterilebilir. Bu zaaflardan herhangi biri insana hâkim olmaya başladığında, diğerleri de onu izleyecektir. Bu çerçevede insanda kendisini yeterli görme ve Allah’tan bağımsız hissetme (istiğnâ-tekebbür) eğiliminin varlığından söz edebiliriz.2961 Eğer bu istiğnâ ve tekebbür duygusu kontrol altına alınmazsa, bu zaaflar insanı sadece Allah’a değil, içinde yaşadığı topluma da sorumsuz bir hale getirecektir.
İnsan davranışlarının içgüdüselliğinden bahsetmemiz mümkün değildir. İnsan, ya “Allah’ın emirlerine uyarak” ya da “yoldan saparak” sürekli olarak hiç sonu gelmeyen zihnî çatışmalara yakalanma veya onlardan kurtulmaya çalışma sürecini yaşamaktadır. Yolunu seçme hakkıyla doğan birey “uyumlu” ya da “uyumsuz” rollerden birini tercih ederken her hâlukârda rolünden yana davranışlar sergilemeye çalışmaktadır.
Ancak bireyin yolunu seçme hakkının bazen gelenekler tarafından yönlendirildiği durumlar da sözkonusudur. Gelenekler, sosyal hayatın düzenli akışını sağlayan toplumsal pratikler olarak fonksiyon gördüğü gibi, bir diğer yönüyle de olumlu anlamdaki değişmelere engel teşkil edebilmektedir. Genellikle değişimin karşısında geleneklere bağlanmanın getirdiği durgunluğun çekici bir rahatlığı bulunmaktadır.
Ancak insan, özgür bir irâdeye sahip olduğu için “geleneklerle şartlandırılmış olma” mâzeretine sığınamamaktadır. İnsanı özbilinçten ve seçme yeteneğinden alıkoyan “atalarının izinden gitme” davranış kalıbı, bu yönüyle Kur’an’da olumsuz bir tutum olarak eleştirilmiştir.2962 Çünkü geleneksel etkenlerin bireyin bütün davranışlarında belirleyici olması, bireyin irâdesinin, bütünüyle geleneklerle sınırlandırılması ve yönlendirilmesine sebep olmaktadır.
Bu bakımdan peygamberlerin karşılaştıkları önemli engeller arasında, münker olarak bilinen toplumsal kesimlerin “geleneği” bir koruma aracı olarak öne sürmeleri olmuştur. Böylece “gelenek”, değişme karşısında durağanlığın elverişli bir zırhı olarak sahiplenilmektedir. Bu vesileyle de, insanlarda bireysel sorumluluklar, geleneğin ağır tahakkümü karşısında irâde dışlanmasıyla eritilmekte ve böylece de toplumsal vicdan rahatlatılmaktadır.
Kur’an açısından yaklaşıldığında, insanın iki boyutlu olduğu görülmektedir. İnsanda bu iki boyuttan hangisinin ön plana çıkacağını belirleyen faktör, yine insanın kendi hür irâdesinde somutlaşmaktadır. İnsanın tarih içerisinde çoğu zaman olumsuz rol oynaması daha çok zaaflarının güdümüne girmesi ile gerçekleşirken, olumlu rol oynaması da onun, genellikle fıtratına uyması, kendisini yabancılaştırıcı etki ve unsurlardan arınması ile gerçekleşmektedir.
Kur’an birey ve toplum ilişkilerine değinirken de, kendine has üslûbuyla
2956] 70/Meâric, 19
2957] 14/İbrâhim, 34
2958] 43/Zuhruf, 15
2959] 96/Alak, 6
2960] 17/İsrâ, 11
2961] Bk. 96/Alak, 6-7
2962] Bk. 43/Zuhruf, 23, 24
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumlar/ümmetler için de ortak bir kaderden, tarihten söz etmektedir. “Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilir, ne de öne alınabilir.” 2963 Bu âyette toplumlar için tıpkı insanlarda olduğu gibi bir ölümden, toplu bir yok oluştan bahsedildiği görülmektedir. Burada sanki toplumların da yaşayan bir organizma gibi özgür irâdeleri olduğu düşüncesi ön plana çıkmaktadır. Ayrıca her ümmetin/toplumun kendi toplumsal bilincini ve düşünce biçimini belli oranlarda belirleme özgürlüğüne sahip oluşu da göz önünde bulundurulduğunda, toplumlar arasında oluşan değer farklılıklarının da bireylerin algılama şekillerine yansıması normal bir sonuç olmaktadır.
Doğal olarak bireylerin bu tür davranışlarını topluma malettiğimiz takdirde bireysel davranışlardan dolayı toplumun genel olarak sorumlu tutulması da mümkün olabilmektedir.2964 âyetlerde Semud kıssasında, Sâlih Peygamber’in devesinin kesilmesini tek bir kişi gerçekleştirdiği halde, suç bütün topluma maledilmiş ve bütün toplum bundan sorumlu tutularak sonuçta topluluğun tümü cezâlandırılmıştır. Çünkü toplum sözkonusu suç eyleminin gerçekleştirilmesine göz yummakta, engellemek için çaba göstermemekte, ya da desteklemektedir. Dolayısıyla da bu tutumun bir ürünü olarak bireysel eylemlerin sonucuna katlanmak zorunda kalmaktadır. 2965
Eğer toplumsal irâde, suçun oluşmasına zemin hazırlıyorsa, aynı zamanda bu durumu destekliyor anlamına da gelecektir. Zaten bireyin onaylaması ve karar vermesi gerçekte, toplumsal irâdenin ya da toplumsal kabullerin bir parçası olmaktadır. Burada bireysel eylemin toplumsal irâdeden kolay kolay ayrı düşünülemeyeceği dikkat çekici bir biçimde belirginleşirken, bireysel suçlar toplumsal suçların bir prototipi olarak meydana çıkabilmektedir.
Bireylerin tek tek rol, kimlik, yöneliş ve tutumlarının örgütlenmiş modeli olarak ortaya çıkan toplum, aynı zamanda insanların psikolojik ve rûhî temeli üzerinde yükselen bir yapı görüntüsü taşımaktadır. Bu temel üzerindeki üst yapı, yani toplumsal durumda meydana gelebilecek değişme ancak temelin (bireysel olanın) değişmesiyle mümkün olmaktadır. “Bir toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.”2966 âyetinde işin temeli ile onun üzerine yükseltilen yapı arasındaki belirlenmiş ilişkiden söz edilmekte, insanın psikolojik ve fikrî konumu ile sosyal durumu arasındaki bağlantı üzerinde durulmaktadır. İnsanın iç âlemiyle dış âlemi arasındaki ilişki vurgulanırken, bir topluluğu meydana getiren fertlerin psikolojik durumu değişince, sosyal konumlarının da değiştiği belirtilmektedir. Burada sözkonusu edilen iç değişiklik ahlâkî alanın en uzak noktalarına kadar uzandığı gibi, kişisel ve psikolojik yapının temellerini de kapsamaktadır. Ayrıca bu iç değişiklik, bizzat insanın kendi yapısı ve nefsiyle olan ilişkilerinde etkili olduğu gibi diğer insanlarla da (ister birey, ister toplum olarak) tarihî hareketin seyri ile de ilgili görünmektedir.
Kur’an, birey-toplum, ilişkilerine değinirken, bazen bireyin önceliğine dikkat çekmekte,2967 bazen de toplumun belirleyicilik bağlamındaki anahtar rolünü
2963] 7/A’râf, 34
2964] 91/Şems, 14 ve 26/Şuarâ, 157-158
2965] Bk. 27/Neml, 51
2966] 13/Ra’d, 11
2967] 5/Mâide, 105
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 699 -
teyit edici2968 ifâdeler kullanmaktadır. Ayrıca Kur’an kendilerini mustaz’af olarak tanımlayan2969insanların, sorumluluklarından kurtulmak için kendi “zayıflık ve ezilmişliklerini” mâzeret olarak kullanamayacaklarını, çünkü zayıflıklarının asıl sebebinin toplumsal baskılar karşısında kendi kişiliklerinin ve sorumluluklarının farkında olamayışları olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle Kur’an’da insanın sorumluluğu üzerinde durulmuş, bireyin bu sorumluluğunu canlı tutacak ve onu toplumsal yozlaşmalara karşı dirençli kılacak “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker” ilkesi yerleştirilerek bireyin korunmasına öncelik verilmiştir.
Kur’an kıssalarına genel bir göz atıldığında da, peygamberler ve tarihsel dinî önderlerin toplumlarına rehberlik ederken karşılaştıkları güçlükleri, bu ilkeye karşı gösterdikleri kararlılık ile aşmayı başardıkları görülmektedir.
Toplumsal Değişme
Din ve toplumsal değişme arasındaki ilişkiler değerlendirilirken, bir yandan toplumsal değişmenin din üzerindeki etkileri, diğer yandan da dinin toplumsal değişme süreci içerisindeki rolü üzerinde durulması gerekmektedir. Bu bağlamda din, bir yönüyle toplumsal değişmeye engel teşkil ederken, bir başka yönüyle de değişmenin temel faktörü şeklinde fonksiyon görebilmektedir.
Toplumsal değişme açısından din, insanın tutum ve davranışlarını, insanlararası ilişkileri ve toplumsal hayatı belirleyici temel özellikleri taşıması nedeniyle değişme süreçlerini, kişilik ihtiyaçlarının karşılanmasını veya engellenmesini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu etkileşimde sosyal yapıdaki değişmelerin dinî hayata yansıyan yönü de göz önünde tutulması gereken bir boyut olmaktadır. Dinin fonksiyonelliği ile toplumsal hayatta girdiği etkileşimleri, onun vahye dayanan özellikleri dışarıda bırakılarak anlaşılamayacaktır.
“Şüphesiz bir toplum kendilerinde bulunan (güzel meziyet)i değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez…” 2970 Toplumların bağımsız bir varlık olarak, genel tarihî süreçlerden farklı bir sorumluluğa sahip olduğu görülür. Toplumların tarih içerisinde yer aldığı olumlu ya da olumsuz pozisyonlar, kendi fiillerinin bir sonucu şeklinde oluşmaktadır. Böylece toplumsal değişmenin, toplumun kendi iç dinamiklerine ve insanî sorumluluklarına bağlı olduğu öne çıkmaktadır. Allah’ın toplumsal değişme ile ilgili sünnetleri, insanların hür irâdeleriyle seçtikleri eylemlerin sonuçlarıyla karşılaşmaları şeklinde gerçekleşmektedir. Allah herhangi bir toplumun durumunu (onlara verdiği nimet ve üstünlükleri ya da iyi-kötü herhangi bir durumu) onlar kendi öz benliklerindekini değiştirinceye kadar değiştirmemektedir.
Allah’ın bir toplumda meydana getirdiği değişim, insanların ve toplumun kendi irâdeleriyle gerçekleştirdikleri sosyal değişmelerden bağımsız ele alınamayacak bir ilişkiye dayanmaktadır. Bu sebeplilikte, Allah toplumsal irâdenin değişimini öncelikli şart olarak koymuştur. Bu durum birey planında geçerli olmayıp toplumsal alana ait bir özellik olarak uhrevî olmaktan çok, dünyevî bir nitelik taşımaktadır. Bu iki değişimden birinin diğerini gerektirecek biçimde nedensel bir süreci içerdiği görülmektedir. Zira Allah, belli fiillerin ardından bu sonuçları
2968] 6/En’âm, 108
2969] 4/Nisâ, 97
2970] 8/Enfâl, 43
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratmaktadır ve bu sonuçlarda âdeta Allah’ın doğal dünyada yerleştirdiği yasaların işlerlik göstermesi gibi doğrudan oluşmaktadır.
Kur’an, tarih sürecinde toplumların çeşitli yönlerde yaşadıkları değişikliklerin onların irâdelerinden bağımsız gelişen bir süreç olmadığını temel bir vurgu olarak sürekli dile getirmektedir. Her değişimin odak noktasında ise, bizzat insanın kendisi bulunmakta olup değişiminde yaratıcısı olması itibarıyla var oluşun merkezi olan Allah, değişimle ilgili yaratışını insanın hür eylemine bağlı kılmıştır.2971
Kur’an’da adı geçen “ortak kader”,2972 “toplumsal âkıbet” 2973 gibi kavramların ise tarih içerisinde toplumların değişimine etki eden bazı dinamiklerin bulunduğuna işaret ettiğini söylemek mümkündür. Fıtratından (yaratılmış insan tabiatından) sapan ve insanlığını yitiren bir birey gibi, toplumlar da aynı âkıbete uğrayabilirler.
Toplumlar arasındaki farklılıklar genellikle bireysel değerlerin bütünüyle sosyal yapıya ve kültüre yansımasıyla oluşmaktadır. Doğal olarak toplumların sosyal yapılarında ve kültürlerinde birtakım biçim ve karakter farklılıklarına rağmen, ortak insanî bir öz taşıdıklarını söylemek mümkündür. Kur’an bu özellikleri dolayısıyla toplumu, kendine özgü bir varoluşu, sorgulama ve değişim yapabilme dinamikleri olan bir varlık gibi değerlendirmektedir. Çünkü bu anlamda tarihsel süreçte toplumlar da, bireyler gibi sorumluluk sahibi olarak irâdeleriyle yönlenen bir hayatı yaşamaktadırlar.
Ancak toplumsal değişimin yönü İlâhî irâdenin belirlediği doğrultuda olmalıdır. İnsanlar, bireysel ve toplumsal irâdelerinde diledikleri gibi davranma hakkına sahip olmakla birlikte, kendilerine verilen “emanet”in2974 bir gereği olarak “fıtrat” temelinde ahlâkî amaçlara uygun değişimleri yaşamakla da sorumlu olmaktadırlar. Toplumsal sorumlulukların ve hedeflerin yerine getirilebilmesi toplumun kendi iç dinamikleriyle değişim yapabilme gücüne ve irâde serbestisine sahip olmasına bağlı olduğu için insanlara bu imkânların tanındığı söylenebilir. Bu durum neticesinde doğal olarak Allah’ın kendine özgü kıldığı değişimin, toplumun kendi irâdesiyle gerçekleştirdiği değişimden önce meydana geleceğini ummak sünnetullaha aykırı bir tutum olacaktır. Ayrıca böyle bir eğilim, insanın yerini, sorumluluğunu ve kendisine verilen emâneti yok sayma gibi olumsuz yönelişleri beraberinde getirecektir.
Kur’an, geçmiş toplumlardan örnekler verirken, onların cezâlandırılma sebeplerini de izah eder. “Onlar, sadece küfürleri -hakikate yanaşmamaları- nedeniyle değil, suçları -zulümleri- sebebiyle cezâlandırılmışlardır.”2975 Bu cezâ ve âkıbetler, toplumların kendi içlerinde zulmün ve adâletsizliğin yaygınlaşmasını önleyici denetim mekanizmalarını kurmayıp seyirci kalmalarıyla başlayan bir sürecin sonunda gerçekleşmektedir.2976 Kur’an, burada tarihsel süreci açıklama/anlamlandırma konusunda bir “bakış açısı” getirmektedir. Bu anlamda tarihsel süreç belli bir amaçlılık taşımakta olup toplumlar bu amaca uygun bir akışın içinde olmalıdır.
2971] Bk. 8/Enfâl, 43; 13/Ra’d, 11
2972] Bk. 7/A’râf, 34
2973] Bk. 27/Neml, 51; 40/Mü’min, 5
2974] Bk. 33/Ahzâb, 72
2975] Bk. 11/Hûd, 117
2976] Bk. 91/Şems, 7-10
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 701 -
Bu bakış açısına göre insan fıtratına uymayan her türlü yöneliş, bir “bozulma ve hakikatten uzaklaşma” olup bu yönde değişim sürecine giren toplumlar da tıpkı insanlar gibi “hesaba çekilecek” ve “sorgulanacaklar”dır. 2977
Kur’an, hitap ettiği toplumun yabancısı olmayan, bilinen bir tarih kültürüne işaret ederek tarihsel ve toplumsal değişmeler üzerinde durmaktadır.2978 Kur’an’da Âd kavminin belirgin bir özelliği olarak “oldukça güçlü ve gücünün fazlasıyla farkında bir toplum olduğu” belirtilir.2979 Aynı şekilde Semud toplumu da “ileri bir refah düzeyine sahiptir.”2980 Ancak bu toplumların içinde bulunduğu lüks hayat, onları adâletten uzaklaştırmış ve müfsit, haddi aşmış bir toplum haline getirmiştir. Toplumda bir kesim lüks içinde yaşarken, diğer bir kesimin sefâlet çektiği toplumsal dengesizlikler meydana gelmiştir. Sâlih Peygamber’in, halkı bilinçlendirme çabalarına rağmen, toplumu ıslah etmeye güç yetiremediğini ve sonuçta Âd kavmi gibi,2981 Semud kavminin de cezâlandırıldığı anlaşılmaktadır.2982 Diğer helâk olan kavimlerle ilgili de benzer durumlar sözkonusudur.
Kur’an’ın genel olarak, tarihsel seyir içerisinde aktarmış olduğu toplumsal değişim süreçlerinin, ahlâkî bir amaçlılık taşıdığı görülmektedir.2983 Buna göre Allah tarihsel süreçte başkalarıyla ilişkilerinde adâletin, iyi davranışın ve doğruluğun asgarî şartlarını bile yerine getirmeyen bir toplumun ilerlemesine ve bazı üstünlüklere sahip olmasına izin vermemektedir. Ahlâkî açıdan üstün olanlar, tarihin ahlâkî konumlu bir süreç olması nedeniyle zirveye çıkarken, aşağıda olanlar çöküşü ve yok oluşu yaşamaktadırlar. Her iki durumda da karşılaşılan sonuç, öncelikle toplumların kendilerinde olanı değiştirmeleriyle gerçekleşmekte, Allah onlara yöneldikleri tercih ve işledikleri fiiller sebebiyle yaptıklarının karşılığını vermektedir. 2984
Sosyal Değişimin Dinamikleri
“Sosyal değişim” kavramı, bir toplumun içinde meydana gelen değişimi ifâde ettiği gibi, toplumlar arası değişimi de ifâde etmektedir. Bir toplumun diğer bir toplumun yerini alması gibi büyük bir değişimin dinamiklerini veren Kur’an, aynı toplum içindeki değişimlerin dinamiğini de vermektedir. Bir toplumun içinde olan değişimler, toplumlar arası meydana gelecek olan değişimlerin de dinamiğini oluşturmaktadır. Toplumlar arası değişimleri Yüce Allah iyiden yana murâd ederken, aynı toplum içindeki değişimlerin hem iyi hem de kötüden yana olabileceğine de işaret etmektedir. Yüce Allah bir toplumu yıkarken, yerine kesinlikle iyisini getirir ve bu değişimi daima iyiden yana ve iyinin devamlılığı amacını güderek gerçekleştirir.
Toplumlar arası aynı toplum içindeki bu değişimin insanlık tarihi boyunca var olduğunu Kur’an bir ilke olarak koymaktadır. Değişmeyen tek şeyin bizzat değişimin kendisi olduğu kanununa dikkat çekmektedir. Diğer taraftan değişimin en
2977] Bk. 45/Câsiye, 28
2978] Bk. 9/Tevbe, 70; 22/Hacc, 42, 46; 25/Furkan, 40
2979] Bk. 41/Fussılet, 15; 89/Fecr, 6, 8
2980] Bk. 7/A’râf, 74
2981] Bk. 26/Şuarâ, 128, 129
2982] 27/Neml, 51, 53; 91/Şems, 11, 12
2983] Bk. 20/Tâhâ, 47, 48
2984] Celaleddin Çelik, a.g.e., s. 61-78
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
büyük amacının kalite olduğu da ortaya çıkmaktadır. 3/Âl-i İmrân Sûresinin 140. âyeti, sürekli değişime işaret etmektedir. Âyet şöyledir: “Eğer siz bir acıya uğradınızsa, o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri Biz, insanlar arasında değiştirir dururuz. Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şâhitler edinsin. Allah zâlimleri sevmez.” Âyette yer alan “o günleri Biz insanlar arasında değiştiririz” ifâdesi, zaman denen şeyin, her yeniyi eskittiğini, eskiyen şeyin yerine doğal olarak yenisinin geleceğini, bu değişen şeylerin bazen insanların, yani bazı toplumların lehine, bazılarının da aleyhine cereyân edeceğini gündeme getirmektedir. Değişim olmasaydı, toplumlar kötünün çürümüşlüğünden kurtulamayacaklardı. Değişim onları yeni bir oluşuma, ufka ve aydınlığa taşımaktadır. Şimdi bu değişimin dinamiklerinin neler olduğunu açıklayabiliriz: İlâhî irâde, vahiy ve peygamberler, ilim, sâlih amel (yararlı iş yapmak), sevgi, helâl lokma, siyâset (sosyal müesseseler kurmak, toplumsal barış ve güveni temin etmek, istişâre ve eğitim). 2985
Kur’an ve Değişim
Kur’an, Hz. İsa’dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan zulumattan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Bu açıdan Kur’an 23 yıllık bir toplumsal değişme mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke’de değil; Medine’de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nazil olmuş, ilk günden son güne kadar harekete sürekli Kur’an rehberlik etmiş, Rasûlullah da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur’an’ın mücessem bir ifâdesi olmuştur.
Kur’an, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur’an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzeri yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan, gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelam olması, bıktırmaması, okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle, gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş, en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine
2985] Bayraktar Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve kalite Kavramları, s. 204
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 703 -
yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah’ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil’in samimi arkadaşı, eli silahlı katil adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen Ömer, Kur’an sayesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Dünyanın Gördüğü En Köklü Değişim ve Dönüşümü Gerçekleştirerek Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır: Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kur’an’la cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin adı devrim; kaçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı cahiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor. Kur’an’da “cahiliyye” kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, cahiliyyenin dört özelliğini belirtir. Cahiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.2986 Cahiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.2987 Cahiliyye ahlaksızlık, hayâsızlıktır.2988 Ve cahiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: “Yoksa onlar, cahiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü Allah’tan daha güzel kim var?” 2989 Cahiliyyenin temel vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern cahiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da
2986] bk. 3/Âl-i İmran, 154
2987] bk. 48/Fetih, 26
2988] bk. 33/Ahzâb, 33
2989] 5/Mâide, 50
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullara kulluk-kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski cahiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayâtlarını yok ediyorlardı. Günümüzdeki modern cahiliyyede kız-erkek bütün çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayâtları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur’an gelip cahiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü cahiliyyeyi niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde, niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur’an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir. Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a sahâbe gibi yönelmiyor. Çeşme, bindört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci (davet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumattan nura, herşeye galip ve hamde layık olan Allah’ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik.” 2990
“O (Kur’an) sizi zulumattan nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber’e) indirilmiştir.” 2991 “O bir peygamber gönderdi; Allah’ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız.” 2992
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir.”2993 Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur’dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zin2990]
14/İbrahim, 1
2991] 39/Zümer, 39
2992] 65/Talâk, 11
2993] 5/Mâide, 45
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 705 -
danlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır. Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayâtını kendine ve başkalarına zindan etmektir. İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayâtı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. “Allah, mü’minlerin dostudur, onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlığa götürür.” 2994 Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah’ın “gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler” 2995 dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir.
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur; fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nuruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.
Aydın insan, münevver insan, cahiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da “Nur” olan Allah’ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayât, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayâttır, zindan hayâtıdır, körlerin hayâtıdır. “Kim benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir.” 2996
Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa “Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” 2997 Kitabın ne, sorusuna o gün ellerimiz “falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap’tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. “Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını
2994] 2/Bakara, 257
2995] 7/A'râf, 179
2996] 20/Tâhâ, 124-127
2997] 36/Yâsin, 65
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz.
Kur’ân-ı Kerim’de Değişimle İlgili Kavramlar
Kur’ân-ı Kerim, tarihî süreç içerisinde değişmeyen fıtrî değerleri ve toplumlarda meydana gelen değişim olaylarını farklı kavramlar kullanarak zikreder. Değişme olgusuyla ilgili çok sayıda Kur’an kavramı vardır. Bunların bir kısmı bireysel değişimle, bir kısmı da toplumsal değişimle ilgilidir. Kur’ân-ı Kerim, toplumsal değişimi ele almadan önce, onun temelini oluşturan bireysel değişimi, psikolojik, yani mânevî değişimi ve onun getireceği fazileti/kaliteyi açıklar ve onun dinamiklerini belirler. Bireysel, yani psikolojik/mânevî değişimle ilgili olarak Kur’an “akıl”, “kalp” ve “nefis” kavramlarını ve bunlara yakın anlamları olan bazı kelimeleri kullanır. Toplumsal değişimle ilgili olarak da Kur’an “tağyîr”, “tebdîl”, “tahvîl”, “inkılâp”, “tedâvül”, “tahrîf”, “tasrîf” ve “sünnetullah” kavramlarını kullanır.
a) Kur’ân-ı Kerim’de Bireysel/Psikolojik Değişimle İlgili Kavramlar:
Kur’ânî mânâda “akıl”, “kalp” ve “nefis” ele alındığında, insanın insanlığını belirleyen bu üç merkezin olduğu görülecektir. Kur’an ve genel anlamda eğitim, bu merkezlere yönelik faâliyet göstermektedir. Kur’an, insanı bütüncül bir yaklaşımla ele almakta, akıl, kalp ve nefis gibi önemli merkez ve kabiliyetlerin toplandığı yerleri geliştirmeye, işlevlerini belirlemeye, insanın faziletini arttırıp olgunlaştırmaya ve kaliteli ürün üretmeye sevk etmektedir. Çünkü Kur’an, sâlih amelin, yani kaliteli eylemin kaliteli bir akıl faâliyeti, açık/selîm gönül ve disipline edilmiş bir nefis işi olduğunu öne sürmektedir. Fazilet, kalite gibi insanlığın ana hedeflerini çizerken Kur’an, gelişmeye, değişmeye açık bir akıl, gönül ve nefse sahip olmayı şart koşmaktadır. Bir bakıma Kur’an, fazilet ve kalite ağacının, insanın akıl, gönül ve nefsine kök salıp gıda aldığını insanlığa haykırmaktadır.
Akıl kelimesi, Kur’an’da hep fiil olarak kullanılır. Akıl, Kur’an’da anlamak, düşünmek, birleştirmek/bağ, kendini kritize etmek anlamlarında kullanılır. Akıl mânâsına gelen Kur’an’da başka kavramlar da vardır. Bunlar: Lubb, nuhâ, hicr, hilm, mirre kelimeleridir. Lubb, Kur’an’da düşünmek, bir şeye bağlanıp vazgeçmemek, öğüt ve ibret almak, seçmesini bilmek anlamlarında kullanılır. Akıl, Allah’ın emirlerine muhâtaptır. Kur’an’da akıl ve lubb kavramlarıyla ifâde edilen âyetlerde aklını kullanan insanların özelliği olarak şunlara vurgu yapılır: İman, düşünmek, seçmesini bilmek, öğüt ve ibret almak, namazı gereği gibi kılmak, Allah’a haşyet/saygı duymak, ahde vefâ, antlaşmayı bozmamak, Allah’ın bitişmesini emrettiği şeyleri bitiştirmek, hesaplarının kötü çıkmasından korkmak, takvâ, zikir, Allah rızâsı için sabretmek, fakirlerin elinden tutmak, kötülüğü iyilikle defetmek.
İnsanın gelişimi, değişimi ve kalitesini temin eden merkezlerden biri de kalptir. Kur’an’da kalp, farklı özelliklerle karşımıza çıkar. Bunlardan bir kısmı bazılarının olumsuzluğa doğru değişmesini ifade eden özelliktedir. Yani, kötü değişimlerin oluşturduğu kalp çeşitleridir. Bunlar: Katı kalp, taşlaşmış kalp, kilitli kalp, örtülü/kılıflı/perdeli kalp, hasta kalp, dağınık kalp, mühürlenmiş kalp, günahkâr kalp, şüpheci kalp, benzeşen kalpler, korkan kalp, gâfil kalp, münâfık/iki yüzlü kalp, kör kalp, kâfir/inkârcı kalp, câhil kalp. Bunun yanında Kur’an, iyi yöndeki değişimlerin oluşturduğu kalp çeşitlerinden de bahseder: İlâhî vahye ev
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 707 -
sahipliği yapan kalp, iman eden kalp, kaynaşan kalp, selîm kalp, sükûnet bulmuş kalp, huşû duyan kalp, münîb kalp, hidâyete eren kalp, yumuşak kalp, takvâ ile imtihan edilen kalp, titreyen kalp, akleden kalp, tatmîne/doyuma ulaşmış kalp. Kalp anlamında Kur’an’da yer alan başka kavramlar da vardır. Bunlar: “Fuâd” ve “sadr” kelimeleridir. Kalbin sorumluluk görevinin olduğu fuâd kelimesiyle vurgulanır. Fuâd kelimesiyle kalbin şu özelliklerine Kur’an’da vurgu yapılmaktadır: Tasdik etmek, hasret çekmek, bilgi ile beslenmek, insana meyletmek, kendine dönmek. Sadr kelimesiyle kalbin şu özelliklerine vurgu yapılır: Sadr/kalp şüphenin merkezidir, sırların saklandığı yerdir, gücünün sınırının farkına varır, nimete hamd eder, hakikati anlar, kibrin bulunduğu yerdir, korkunun bulunduğu yerdir, hasedin merkezidir.2998
İnsan bireyi ile ilgili değişim ve gelişimi temin eden merkezlerden biri de “nefis”dir. Nefis kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de şu anlamlara gelir: Zât (Allah’ın zâtı), kişi, cevher, can, iç, ve kalp. Nefsin olumsuz özellikleri daha çok Kur’an’da “hevâ” kavramıyla ifâde edilir, nefsin kötü arzu ve istekleri anlamında kullanılır. Nefsin gelişim ve değişim özellikleri olarak şu meşhur ifâdeler Kur’an’dan çıkarılmıştır: Emmâre nefis, levvâme, mülhime, mutmainne, râzıye, marzıyye nefis.
b) Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal/Toplumsal Değişimle İlgili Kavramlar:
Değişimin, gelişmenin ve kalitenin bir de toplumsal boyutu vardır. İnsan aklının, kalbinin ve nefsinin geçirdiği değişim, gelişme ve olgunlaşma, doğal olarak topluma yansımaktadır. Toplumsal oluşumların temelinde, insan psikolojisinin varlığını inkâr etmek mümkün değildir. Kalitesiz/erdemsiz fertlerin kaliteli bir toplumu meydana getirmeleri imkânsızdır. Toplumsal kalite, psikolojik, yani bireysel kalitenin işareti olmaktadır. Sosyal değişimi, psikolojik değişimle beraber ifâde eden kavramlar “tağyîr”, “tebdîl”, “tahvîl”, “inkılâp”, “tedâvül”, “tahrîf”, “tasrîf” ve “sünnetullah”tır.
Tağyîr: Değişimle ilgili anahtar kavramlardan biri olan tağyîr kelimesi, sözlükte “değiştirmek” anlamına gelir. Bir şeyin gerçek formunu aslından başka yapmak, değiştirmek anlamları vardır. Ra’d sûresinin 11. âyetinde iki kez geçen tağyîr kavramı, hem kavm (toplum), hem de enfüs (nefis kelimesinin çoğulu; birey, bireyin kimliği/kendisi) kavramlarına izâfe edilmekte, böylece birindeki değişiklik, diğerinde meydana gelecek değişmeye bağlanmış olmaktadır.
Tağyîr, daha çok toplumsal değişmeyi sağlayan iç dinamikleri, sosyo-psikolojik etkenleri açıklayıcı bir kavram olarak kullanılmaktadır. Ra’d sûresi, 11. âyetinde geçen “mâ bi kavm” ifâdesi, değişebilirlik özelliğine sahip toplumsal yapıda meydana gelen değişim, o toplumda yaşayan bireylerde de bir değişiklik meydana getirmektedir. Ve yine tersine bir süreç olarak insanlarda meydana gelen değişimlerin de, toplumsal bir değişikliğe yol açtığından aynı şekilde söz etmek mümkündür.2999
Tağyîr kelimesinin kökü olan ğâre kelimesinden muğîrât ifâdesi, Âdiyât sûresinin 3. âyetinde geçmektedir. Bu âyette “sabahleyin akın edenler” anlamında kullanılan muğîrât ifadesinden yola çıkılarak bu kavramın cehâletin
2998] Geniş bilgi için Bk. Bayraktar Bayraklı, Kur’an’da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları, s. 45-166
2999] Celaleddin Çelik, Kur’an’da Toplumsal Değişim, s. 58
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karanlığını değiştirmek, bunun için cihad edip savaş vermek mesaj olarak tavsiye edilmektedir denilebilir.
Toplum ve Nefsin Değişimi: Toplumsal değişimin temelindeki dinamik, insan nefsinin, yani şahsiyetinin değişimidir. Bir toplumun fertleri değişmedikçe, Yüce Allah o toplumu değiştirmeyeceğini beyan etmektedir. İnsan kendi şahsiyetini kötüden yana değiştirmekle, Yüce Allah’ın toplumu değiştirmesine zemin hazırlamaktadır. Psikolojik değişim, beraberinde toplumsal değişimi getirmektedir. Böylece toplumsal oluşumların temelinde, psikolojik oluşumların yattığı ortaya çıkmaktadır. İyi toplum, iyi şahsiyetli insanların omuzlarında yükselir ve yürür. Kötü şahsiyetli insanlar, iyi toplum kuramaz ve yürütemezler. Yüce Allah Enfâl Sûresinin 53. âyetinde bunu şöyle ifâde etmektedir: “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” 3000
Yüce Allah’ın âyette bahsettiği bir kavme verilen “nimet”, ne mânâya gelmektedir? Biz bu nimetleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Bir milletin sürü olmaktan kurtulup bir (İslâmî) devlet kurması, (İslâm’ın hâkim olduğu bir siyasi otorite oluşturması) büyük bir nimettir.
b) Bu nimet, ekonomik bir nimet de olabilir. Başkalarına boyun eğecek ve mânevî değerlerinden fedâkârlık yapacak kadar muhtaç olmayan, dünya insanlığına din ve ırk farkı gözetmeden ekonomik yardımda bulunan, insan hayatını kolaylaştıracak buluşlara yatırım yapan bir millet, büyük bir nimete sahiptir. Bize göre, bunları yapabilenler, millet olma hakkına sahiptir. Diğerleri figüran olmaktan öteye geçemezler. Millet olmak, insanlığa verdiğiyle, tarihe ne bıraktığıyla, geleceğe yönelik ne niyetler beslediğiyle ve ne projeler üreteceğiyle alâkalı bir kavramdır. Böyle bir nimeti Yüce Allah, bir toplumdan çok büyük bir bunalım olmadan almaz. Bu nimetin değişimi, yani iktidarın elden gitmesi, milletler safında önde iken geri düşmesinin sorumluluğu, toplumu meydana getiren fertlerin kendi içlerindeki, nefislerindeki, yani şahsiyetlerindeki değişime yüklemektedir. Nefis, yani şahsiyet, nasıl değişecektir? Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz:
a) Yüce Allah insana akıl ve kabiliyetler vermiştir. Nefse fücûrunu verdiği kadar, takvâsını da vermiştir. Hayatını kolaylaştıracak düşünme yeteneği de bahşetmiştir. Bu yeteneklerini kullanıp devlet olabilecek seviyeye gelen bu toplum, bu kabiyetlerini kullanmazsa, takvâdan fücûra geçecek şekilde değişirse, akla uyacak yerde nefse uyarsa, bu büyük bir değişim olur. Zâten 10/Yûnus sûresinin 100. âyetinde, aklını kullanmayanların murdâr olduğunu gündeme getirmektedir. Temizle pisin arasındaki fark, aklını kullanmakla kullanmamanın farkını temsil etmektedir.
b) İmandan imansızlığa doğru gerçekleşen bir değişim, şahsiyette büyük bir değişimi göstermektedir. 6/En’âm sûresinin 125. âyetinde de inanmayanların murdâr olduğunu beyan eden Yüce Allah, şahsiyetin değişimindeki dinamikleri vermektedir. Demek ki insanlar, aklını ve inanç duygusunu işletmeyen insanların oluşturduğu toplumun temelinden sarsılacağı ve büyük bir değişime uğrayacağını bilmelidirler. Bundan şu gerçeği çıkarıyoruz: Kendine sahip olamayan insanlar devletlerine, toplumlarına sahip olamazlar.
3000] 8/Enfâl, 53
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 709 -
c) Nefisteki değişim, hakkı ona tâbi kılmakla gerçekleşir. Nefsini hakka, gerçeğe değil de, hakkı ona tâbi kılmak, sadece toplumu değil, kâinâtı temelinden sarsacak bir değişimi meydana getirebilir. Yüce Allah bu değişimin gücünü 23/Mü’minûn sûresinin 71. âyetinde şöyle açıklamaktadır: “Eğer hak, onların hevâsına, kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, Biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler.”
Tüm kâinâtı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi, değişime uğrayınca toplumu toz-duman etmektedir. Bir insan için nefis, amaç olamaz; amaç haktır, doğruluktur, şereftir, güzelliktir, iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste olanı değiştirmek demek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevâya tâbi olmak demektir. Yüce Allah bunu şöyle anlatıyor: “Dileseydik elbette onu bu âyetler sâyesinde yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevâsının peşine düştü. Onun durumu, tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, varmasan da dilini çıkarıp solur.” 3001
Hevâ insanı yere doğru çeker, onu hayvanlaştırır. Şerefli bir yaratık olmaktan çıkıp köpekleşen bireylerin toplumunda, elbette değişim olacaktır. Âyette yer alan “yere saplandı kaldı” cümlesi, değişime açık olmamayı ifâde etmektedir. Yere çakılıp kalan insanı kimse yüceltemez. Bu insanların kafası statiktir, ufku dardır ve taklit içinde olduklarından, değişime ve yücelmeye açık değildirler.
Diğer taraftan hevâlarına (nefislerinin kötü arzularına) bağlı kalmaları da, onlara daima tenkitçi bir huy kazandırmaktadır. Yüce Allah, hiç değişmeyen ve her zaman bağıran bir köpekle onları anlatır. Yere çakılan insan, yani değişmeyen insan köpeğe benzer; çünkü o köpek her zaman aynı hareketi yapar, kendisini değiştiremez ve bir kültür oluşturamaz. Nefsine tâbi olan insan da köpeğe benzer, çünkü nefsinin peşinde koşan insanlar, yeni bir şey üretemezler, onlar üretilen yeni şeyleri sadece tenkit ederler. Başka bir fikir ve icat yapamayan ve yapanların kıymetini bilmeyenler, durmadan havlayan köpek gibi, sadece yıkıcı tenkit ederler. Bu yenilikler ve değişimler kendileriyle alâkalı olsa da olmasa da bu yıkıcı tenkitlerine devam ederler. Değişime açık olmayanlar ve kendilerini değiştiremeyen veya değişmeyenler yücelemezler. Köpekler gibi bir uğultu çıkarırlar ve değişimi engellemeye çalışırlar.
İşte Yüce Allah’ın âyetleriyle insanları yüceltmek istemesi, insanlık için bir nimettir. Bu nimeti nefsin uğruna kurban etmek, bir toplumun yıkımı demektir. İnsan nefsindeki takvâyı, fücûra fedâ edince, nefiste büyük bir değişim meydana gelecek ve bu değişim de İlâhî irâdeyi etkileyecek, neticede Allah da o toplumu kötüden yana değiştirecektir. Böylece Yüce Allah, psikolojik değişimin neticesi olarak, sosyolojik değişimi gündeme getirmiştir. Yukarıdaki 7/A’râf sûresinin 176. âyetinde ele aldığı konu ve benzetmeyle Yüce Allah, insanların düşünmelerini temin etmek istediğini âyetin sonunda belirtmektedir.
13/Ra’d sûresinin 10-11. âyetleri, insanların nefislerini değiştirmekle neleri değiştirdiklerini açıklamaktadır. Bu âyetler bize, Yüce Allah’ın insanın nefsindeki bütün oluşumları ve değişimleri bildiğini öğretmekte ve bu değişimlerin ardından Yüce Allah’ın toplumları değiştirdiğine dikkat çekmektedir. Nefsini değiştiren insanlar, aslında Allah Teâlâ’nın irâdesini etkilemektedirler. (Bu fiilî
3001] 7/A’râf, 176
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duâlarıyla) Toplumlarının değişimini O’ndan istemektedirler. Nefsinin kötülüğünü öne çıkaranlar, toplumdaki kötü davranışlardan zevk almaya başlar ve o kötü davranışları üretenleri yüceltirler. Aslında bu tip davranışlar, iyinin kötüye fedâ edilmesi, kötünün huzûrunda kurban edilmesidir. Yüce Allah da iyinin yok olmasını istemediği için, kötüyü isteyenlere kötülüklerini verir ve bu veriş toplumu temelinden değiştirip çökertir.
8/Enfâl Sûresinin 53. âyeti ile 13/Ra’d Sûresinin 11. âyetlerinde yer alan “enfüs” kavramı; şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter mânâlarını içermektedir. Demek ki toplumları değiştiren en önemli etken, kimlik bunalımıdır. İşte âyetler, bu kimlik bunalımının nelere mal olacağına ışık tutmaktadır. Her toplum kendi kültürünü oluştururken, aynı zamanda fertlerine de bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumlarının kimliği de doğal olarak değişecektir.
Tağyîr kavramı, Nisâ sûresinin 119. âyetinde “Allah’ın yaratışını değiştirmek” anlamında kullanılmaktadır. Şeytanın insana karşı faâliyetlerinin şeytanın ağzından belirtildiği bu âyette belirtilen bu tağyîrin, bir şeye zarar ve hastalığın, yani olumsuz değişimin Fahreddin Râzî, üç yolla geldiğine işaret etmektedir. Bunlar: Karışım, noksanlaşma ve bozulmadır.3002
Tebdîl: Tağyîr kavramının “bir şeyin kendinde değişiklik yapmak” anlamındaki tanımıyla eş anlamlı olan tebdîl de, toplumsal değişmeyle ilgili bir başka Kur’an kavramıdır. “Mutlak değişim” için kullanılan “tebdil”in sözlük anlamı, bir şeyin başka bir şeyi başkalaştırması, başka kılmasıdır. Bu anlam, bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şeyi koymak veya bir şeyin kendinde değişiklik yapmak şeklinde de tarif edilebilir.
Kur’an’da 2/Bakara, 59, 181; 7/A’râf, 95. âyetlerde geçen tebdîl kavramı, “bir şeyin yerine başka bir şeyi getirip yerleştirme” anlamını taşımaktadır. Öte yandan 2/Bakara, 181. âyetinde, sadece “dinin veya Allah’ın” hükümlerinin bir başka din veya hükümlerle değiştirilmesi anlamlarına ek olarak, bizzat o din ve hükümlerde değişiklik yapmak da kastedilmektedir. Sonuçta, “tebdil” kavramını, kullanımlarında olumsuz bir anlamı taşıdığından dolayı negatif değişimleri ifâde eden bir kavram olarak değerlendirmek mümkündür.3003
Değişme, mübâdele, tağyîr, başka türlü olmak, günah ve ahlâksızlığı bırakıp iyiye dönmek, çevirmek, yüreğini değiştirmek, başka birinin yerini vekîl olarak almak, şeklini değiştirmek, sözü tahrif etmek, arkadaşını değiştirmek, fikirlerini değiştirmek mânâlarına gelen “tebdîl” kavramı, Kur’an’da önemli anlamlarıyla yer almaktadır. Şöyle ki: Küfürle imanı değiştirmek,3004 sözü değiştirmek,3005 âyetleri ve dini değiştirmek,3006 kaliteli olanı elde etmek ,3007 kötülüğün iyiliğe dönüşümü,3008 fıtrat (doğa) kanununu değiştirmek,3009 sosyal değişim3010
3002] B. Bayraklı, s. 180-186
3003] C. Çelik, s. 59
3004] 2/Bakara, 108
3005] 2/Bakara, 59
3006] 48/Fetih, 15; 10/Yûnus, 15; 40/Mü’min, 26
3007] 68/Kalem, 32; 18/Kehf, 81
3008] 5/Mâide, 100; 7/A’râf, 95; 27/Neml, 11; 25/Furkan, 70; 4/Nisâ, 2
3009] 30/Rûm, 30; 33/Ahzâb, 92; 48/Fetih, 23
3010] 9/Tevbe, 39
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 711 -
Tahvîl: Tahvîl de tebdîl gibi değişim olgusunu negatif anlamda taşıyan bir Kur’an kavramıdır.3011 Kur’an’da sadece bir yerde tebdîl ve tahvîl kavramları aynı âyet içerisinde bir arada kullanılmış olup,3012 bu kavramlar dikey ve yatay düzlemdeki (zamana ve mekâna bağlı) değişmeler anlamlarına gelmektedir.
Tahvîlin kök anlamı, bir şeyin, kendi dışındakinden değişip ayrılmasını ifâde eder. Bu bağlamda “tahvîl”in değiştirmek anlamı olup bu değiştirme, ya bizzat (pratik) ya da hükmen (teorik) olur. 3013
Tahvîl kavramı, havl kökünden türemiştir. Bir halden diğer bir hale geçmek, eski halinden değişmek, araya girmek, kâfirin İslâm olmasındaki değişim, bir şeyi bir yerden başka bir yere nakletmek, bir şeyin tamamlanması için teşebbüste bulunmak, bozulup değişmek, kuvvet, mahâret, hareket edip değişmek, ayrılmak, çabuk değişen, çok hilekâr adam, zât veya hükmü değiştirmek, senenin geçmesiyle zamanın değişmesi, âdetlerin değişmesi mânâlarına gelmektedir.
Tahvîl kavramının toplumsal sıkıntıların değişimi ile alâkalı bir anlamı da vardır. Bu mânâda hem psikolojik değişim ve hem de toplumsal değişim bir araya gelmektedir. 17/İsrâ Sûresinin 56. âyeti bu değişime dikkat çekmektedir. Âyet şöyledir: “De ki, Allah’ı bırakıp da tanrı olduğunu ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne ki, onlar sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilirler ne de değiştirebilirler.” Âyette bahsedilen sıkıntı, toplumsal sıkıntıdır. İnsanların sıkıntılarını, problemlerini ve dertlerini değiştiremeyen güç, tanrı olamaz. Demek ki değişim, Allah’ın ilâhlığını ispat eden önemli bir eylemdir. Öyleyse değişimi meydana getiren toplumlar, Allah’ın bu eylemini yeryüzüne yansıtacak kadar olgun insan, yani kaliteli toplum oluşturmuşlardır. Toplumun sıkıntılarını değiştirecek biçimde proje üreten düşünen insanlar, kaliteyi yakalamışlardır. Kâmil insan, yani kaliteli insan, Yüce Allah’ın değiştirme gücünü yeryüzünde yansıtıp toplumsal sıkıntıları çözüme kavuşturandır.
Allah’ın sünnetinde değişme bulunamayacağı belirtilirken tahvîl kelimesi kullanılır.3014 Bu âyetlerden değişmeyen tek şeyin değişme olduğunu öğreniyoruz.
Psikolojik Değişim: Tahvîl mânâsındaki değişim, insanın iç âleminde de gerçekleşmektedir. Yüce Allah, 8/Enfâl Sûresinin 24. âyetinde bu değişim olgusuna işaret etmektedir. Âyet şöyledir: “Ey iman edenler, sizi size hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah’a ve Rasûlüne icâbet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten sadece O’na döndürülüp toplanacaksınız.” Âyetin analizini yaparsak, buradaki değişimin boyutlarını, kalitesini ve derinliğini anlamamız mümkün olacaktır. “Size hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman”: İnsana hayat vermek demek, hayat ile ölü arasındaki fark kadar değişim meydana getirmek demektir. Dâvet edilen hayatta olan bir insan olduğna göre, nedir o hayatta olan insanın hayat bulması?
Âyette geçen “kalb” kavramı, “aklı” ifâde eder. Aklın canı, İlâhî vahiydir. Çünkü 42/Şûrâ Sûresinin 52. âyetinde Kur’an’ın ruh olduğu beyan edilmektedir. Böylece akla can veren, onu harekete geçiren, ona üretkenliğini sağlayan İlâhî
3011] Bk. 35/Fâtır, 43; 33/Ahzâb, 62; 48/Fetih, 23
3012] Bk. 35/Fâtır, 43
3013] C. Çelik, s. 59
3014] 17/İsrâ, 77; 35/Fâtır, 43
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahiy olmaktadır. İşte insana hayat veren ruh, o Kur’an’ın öğretileridir. Kur’an’ın öğretilerinde iman, barış, güven, rahmet, teslimiyet, itaat, sevgi, sadâkat, güzellik, iyilik, kibarlık, hoşgörü, sabır, iyiniyet, iyimserlik, yardımlaşma, affetme, kinini yutma, cesâret, bağımsızlık, cömertlik, adâlet, iffet gibi sosyal hayatın temel değerleri yer almaktadır. Aklını kullanmayanlar için bütün bu değerler hiçbir şey ifâde etmeyecektir. Yukarıda saydığımız değerler, hem ferdin ve hem de toplumun hayatı olmakta, ona can vermekte ve onun devamını sağlamaktadır.
Bu hayat veren çağrıya uyacak olan insanların bir şeyi bilmeleri gerekiyor; o da Allah’ın kişi ile kalbi, yani aklı arasına girmesidir. Demek ki Yüce Allah, kişinin benliği ile kalbi arasına girmektedir. Allah Teâlâ o ince çizgide insanın psikolojik âlemindeki değişimleri gerçekleştirmekte ve gerçekleşenleri gözlemektedir. Kalp ile kişi arasına girme konusunda “tahvîl” kavramını kullanmaktadır. “Araya girmeyi”, “yehûlü” kavramıyla ifâde etmektedir. Araya girmek demek, bir değişim meydana getirmek demektir. Değişim olmadan araya girilemeyeceği için, burada değişim kavramını kullanmaktadır.
Bilmeyen, düşünmeyen, anlamayan, üretmeyen kalp, yani akıl ölüdür. Ölüyü diriltmek için, hayat ile ölüm arasındaki çizgiye girmek gerekiyor. İşte çizgi, değişimin adı olmaktadır. Güzel ile çirkin, iyi ile kötü, yanlış ile doğru, hak ile bâtılın arasındaki çizgiyi yakalayıp aradaki farkı belirlediğimiz zaman, kaliteyi ve değişimi yakalamış olacağız. İşte insan aklı bunların arasına girebilmeli ve o değişim çizgisinde rolünü oynamalıdır. Yukarıdaki belirtilenlerin farkını belirlemek, onları ayırmak ve aralarına girecek eşiği yakalamak ve tespit etmek, kaliteli bir beyin ve kalp gözü ister. Bu oluşumlar, bu tespitler ve bu değişimler, fert ve toplum için can olacak ve onlara hayat bahşedecektir.3015
İnkılâp: Kur’an’da toplumsal değişme ile ilgili diğer kavram inkılâb kavramıdır. İnkılâb; dönmek, vazgeçmek, çevrilmek ve bir şeyin tersyüz olarak değişmesi anlamlarına gelmektedir. Aynı şekilde tahvîl, tağyîr (hal değiştirme, değişme) kelimeleri de bu kelimenin eşanlamları olarak değerlendirilebilir. Nitekim “…Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir.”3016 âyetinde geçen “inkılâb” kelimesi, bu kavramlarla ortak anlamları taşımaktadır. Âyette geçen zulüm ise, Kur’an’da menfî bir değer anlamına sahiptir ve bu olumsuz anlamları üç şeye taalluk ederek gerçekleşir. Bunlar:
a) Allah’a karşı yapılan zulüm. Bunun en büyüğü, şirk ve küfürdür.3017
b) Başka insanları ilgilendiren zulüm; haksızlık ve katl gibi.3018
c) Kişinin kendine yaptığı zulüm; insanın kendisine hiçbir faydası olmayan ve acı veren/verecek fiillerde bulunması.3019 Kısaca zulüm, “kişinin kendi sınırlarını aşması ve yapmaya hiç hakkı olmayanı yapması” (hakkı olana hakkını hak ettiği oranda vermemesi) anlamında adâletsizlikte bulunmasıdır. Bu durumda zulüm, insanın insan davranışı konusunda Allah tarafından belirlenmiş sınırları aşması ile ilişkilendirilmektedir. Doğal olarak psikolojik ve sosyolojik açıdan haksızlık
3015] B. Bayraklı, s. 195-198
3016] 26/Şuarâ, 227
3017] 7/A’râf, 103; 8/Enfâl, 54
3018] Bk. 17/İsrâ, 33
3019] Bk. 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 713 -
ve adâletsizliğe yol açan fiillerin işlenmesi ile gerçekleşen zulüm, toplumda bu yönde gerçekleşecek değişmelerin de sebebi olacaktır. Toplumsal yapıda çeşitli nedenlerle oluşan haksızlık ve adâletsizliklerin birtakım sosyal tepkilere ve bunun akabinde gelecek inkılâplara yol açacağı mâlumdur. “Zulmedenler yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir”3020 âyeti de, bu toplumsal gerçekliğe işaret etmektedir.
Kur’an toplumsal değişme ile ilgili kavramları tarihsel olaylar arasındaki bağımlı ilişkilere dikkat çekmek için kullanmaktadır. Bu determine ilişkiler. Sünnetullahın değişmezliği ilkesiyle teyit edilmiş olmasıyla birlikte, yine de olayların akışı için önceden belirlenmiş bir seyir anlayışını ifâde etmemektedir. Kur’an’ın teyit ettiği, belli bir toplumsal değişme için gereken şartlar oluştuğunda, bunun sonucu olan değişmenin mutlaka gerçekleşeceğidir. Ama değişmeyi belirleyen sebeplerin fâili, hür irâde sahibi bireylerden oluşan toplum olduğu için, meydana gelen toplumsal değişmelerin önceden belirlenmişliği anlamına gelen bir sosyal determinizmden bahsedilmesi güçtür.3021
İnkılâp kavramı “kalb” kavramından türemiştir. Bu kavramın anlamını kökü olan “kalb”in mânâsından başlayarak anlatabiliriz. Kalb, bir şeyin altını üstüne getirmek, geriye döndürmek, çevirmek, bel veya kazma ile toprağı bellemek, bir şeyin içini dışına çevirmek, denemek mânâlarına gelmektedir. İnkılâb da değişmek anlamını ifâde etmektedir. Yüce Allah, kalp kavramını, hem psikolojik ve hem de sosyolojik mânâda Kur’an’da kullanmaktadır. Her iki mânâsıyla değişimi ifâde etmektedir. Toplumsal inkılâbı, yani değişimi meydana getirebilmek için, öncelikle mânevî kalpteki inkılâbı meydana getirmek gerekiyor. Böylece Yüce Allah, mânevî değişimden (inkılâptan) sosyal değişime geçişin çizgisini gündeme getirmiştir.
Kalpteki İnkılâp: Yüce Allah öncelikle inkılâbı, yani değişimi kalbin kendisinde yapmakta ve bu değişimi ad olarak kalbe vermektedir. Kalp demek, değişim demektir. 2/Bakara Sûresinin 97. âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “De ki, Cebrâil’e kim düşman ise, şunu iyi bilsin ki, Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine önce gelen kitapları doğrulayıcı bir hidâyet rehberi ve mü’minler için bir müjdeci olarak indirmiştir.” 26/Şuarâ Sûresinin 193-194. âyetleri de meal olarak şöyledir: “Onu (Kur’an’ı) Cebrâil uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle, senin kalbine indirmiştir.”
Yüce Allah, Cebrâil vâsıtasıyla Kur’an’ı Hz. Peygamber’in kalbine indirmekle, orada bir inkılâp yapmıştır. O değişimle Peygamberimiz uyarıcı olmuştur. O İlâhî ilim, kalbinde bir devrim meydana getiriyor. Bu demektir ki, kalbinde inkılâp olmayan, değişmeye gönül vermeyen, yani kalp adamı olmayan, din dâvetçisi ve dâvâ adamı olamaz. Dâvetçi dâvâ adamı, toplumda meydana getireceği inkılâbı, yani değişimi önce kendi kalbinde gerçekleştirmelidir. Değişimle kalp aynı mânâya geldiklerine göre, değişime gönül verenler, Hakka ve halka gönül vermiş olacaklarından, toplumsal değişimin öncüleri olacaklardır.
Kalben başlamayan değişim, kalıcı olamadığı gibi, kaliteyi de yakalayamayacak ve bir kültür de oluşturamayacaktır. Onun içindir ki, Allah câhiliye toplumunda bir değişim, yani inkılâp meydana getireceği zaman, peygamberinin
3020] 26/Şuarâ, 227
3021] C. Çelik, s. 60-61
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalbinden başlamıştır. Kur’an’ın toplumsal değişimdeki ilk hareketi olan rehberlik ve müjdenin meydana gelebilmesi için, ilk tecrübenin Hz. Peygamber’in gönlünde gerçekleştiğini görüyoruz. “Devlet” kavramı ile “kalp” kavramı, “dolaşmak” mânâsında bir araya gelmektedir. Bu mânâdaki âyetler şöyledir: “Veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular?...” 3022 “Secde edenlerin arasında dolaşmanı da görüyor.”3023 “İnkâr edenler müstesnâ, hiç kimse Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde gezip dolaşması seni aldatmasın.”3024
Her üç âyette yer alan fiil halindeki “kalp” kavramı, sosyal hareketliliği ifâde etmektedir. İkinci âyette yer alan “dolaşma”, Yüce Allah tarafından değerlendirilmektedir. Her hareket bir yerden bir yere geçişi, değişimi gösterir. Hareketin kaynağı ve bizzat kendisini “kalp” oluşturmaktadır. Kanın vücutta dolaşımı ne ise; ilmin, sevginin ve aklın toplumdaki dolaşımı da odur. Dolaşma, bir amaca yönelik olmalıdır ki, beklenen değişimi ve gelişimi meydana getirsin.
Kalp kavramının toplumsal ve siyâsî boyutuyla inkılâbı, yani değişimi ifâde ettiği âyetlerin başında, 26/Şuarâ Sûresinin 227. âyeti gelmektedir. Âyet şöyledir: “Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir.” Âyetteki değişimin dinamiğini “zulüm” oluşturmaktadır. Yanlış hareket, karanlık iş, haksızlık ve baskı yapmak mânâlarını ifâde eden “zulüm”, toplumsal değişimin dinamiğini teşkil etmektedir. Kalp kavramından türeyen inkılâb kavramı ile zulüm kelimesi, bu âyette bir araya gelmiştir. Devrilmek ve bunu meydana getiren inkılâbı ifâde eden bu kavram, toplumsal ve siyâsî değişimi vurgulamaktadır. Nedir buradaki zulmün mânâsı? Özellikle âyetin geçtiği 26/Şuarâ Sûresinin bu âyetle ilgili olan diğer âyetlerine bakmamız gerekiyor:
Günah ve iftiraya düşkün olanlar3025
Şeytana kulak verip yalan söyleyenler3026
Sapıklık yapanlar3027
Hayâl vâdisinde dolaşıp söylediklerini yapmayanlar3028
Bu hareketler bir zulüm yumağı oluşturmaktadır. Zamanla bu zulüm çığ gibi büyüyerek, büyük bir inkılâp yaparak, toplumsal ve siyâsî değişimi meydana getiriyor. İman edip sâlih amel işleyenler ve Allah’ı çokça düşünen insanların zaferi oluyor. Onun içindir ki âyet, “İman edip sâlih amel (yararlı işler) yapan ve Allah’ı çokça düşünenler, zulme uğradıktan sonra zafere ulaşacaklardır” ilkesini koymaktadır. Böylece bu altı âyet, hem iyiden yana inkılâbı, yani değişimi ve hem de kötüden yana değişimi gündeme getirmekte ve bunların dinamiklerini vermektedir. Bu inkılâbın gerçekleşme şeklini 26/Şuarâ Sûresinin 221. ve 222. âyetleri şöyle anlatmaktadır: “Şeytanların kimlerin tepesine indiğini bildireyim mi? Şeytanlar, her günahkâr yalancının tepesine inerler. Şeytanlar onlara duyduklarını anlatırlar ve onların
3022] 16/Nahl, 46
3023] 26/Şuarâ, 219
3024] 40/Mü’min, 4
3025] 26/Şuarâ, 222
3026] 26/Şuarâ, 223
3027] 26/Şuarâ, 224
3028] 26/Şuarâ, 225-226
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 715 -
çoğu yalancıdırlar.”
Şeytanların insanların tepesine inmesi, bu inkılâbın başlangıcını göstermektedir. Günahkâr ve yalancı olup şeytana kulak verenlerin gönlü ve beyni, şeytanın üssü olmaktadır. Tepesine inmek; şeytanlar önce insanların beynini değiştirmek sûretiyle devrimlerine başladıklarını ifâde eder. Beyin ve kalpte meydana getirecekleri en büyük değişim;
a) Allah’a şirk olacaktır; “Allah’a şirk koşma da en büyük zulümdür.” 3029 Zulüm denen bu şirkin, toplumu temelinden nasıl alt-üst ettiğini şu âyetlerde görmekteyiz: “Sonra onların ardından Mûsâ’yı mûcizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik de, o mûcizeleri inkâr ettiler, ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu!”3030 “(Bunların durumu da) Firavun âilesi ve onlardan öncekilerin durumuna benzer. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı; Biz de onları günahlarından ötürü helâk etmiştik ve Firavun âilesini boğmuştuk. Hepsi de zâlim idiler.”3031
İnanç ve sosyal yapısıyla zulüm, kötüden yana toplumsal değişimin dinamiği olmaktadır. Vücutta hareket eden kanın çıktığı ve dönüp dolaştıktan sonra döndüğü yer kalp olduğu için, bu kavramla toplumsal inkılâbın ifâde edildiğini görüyoruz.
b) İnsanları haksız yere öldürmek. İnsanlar arasındaki ilişkileri bozarken şeytan, cana kıymayı, saldırganlık içgüdüsü ile süslü gösterir. Şeytan, saldırganlık içgüdüsünü istismar ederek, psikolojiden topluma sıçrayan devrimi gerçekleştirmeye çalışır. Yüce Allah, 17/İsrâ Sûresinin 33. âyetinde şöyle buyurur: “Bir kimse zulmen öldürülürse, onun velîsine yetki verdik.” Demek ki, Allah’a şirk koşmak ile kasden insan öldürme, zulüm kavramı ile ifâde edilmektedir.
c) İnsanın kendine zulmetmesi. Vicdânını rahatsız eden, kendisine acı çektiren fiiller de bu zulüm kavramının içine girmektedir. Yüce Allah’ın yasakladığı bir davranışı yaparak kendisine bir zarar veriyorsa, insan kendisine zulüm yapmış olur. “Bu ağaca yaklaşmayın; eğer yaklaşırsanız, her ikiniz de zâlim olursunuz.”3032 “Rabbimiz biz kendimize zulmettik”3033 âyetleri, insanın kendi kendine zulmünü anlatmaktadır.
Kötü mânâda toplumsal inkılâbın dinamiği olan zulümde, üç boyutlu davranışlar zinciri yer almaktadır. Allah’a şirk koşmak, haksızlık yapmak ve kendine acı çektirmek gibi fertten topluma, oradan Allah’a yükselen bu yanlış davranışlar, toplumu temelinden sarsmaktadır.3034
Tedâvül: Bir halden bir hale geçmek, değişmek, cezânın değişmesi, elbisenin eskimesi, devletleştirmek, müzâkere etmek, insanların bir yerden başka bir yere göç etmeleri, üstünlük, tâlihin dönmesi mânâlarını ifâde etmektedir. “Devlet” kelimesi bu kavramın kökünden türetilmiştir. Niçin değişme kavramından “devlet” denen “siyâsî erk” üretilmiştir? Bu sorunun cevabını kelimenin kendi anlamından çıkarmamız mümkündür. Gelişme, yenilenme ve değişme, kendi başına
3029] 31/Lokman, 13
3030] 7/A’râf, 103
3031] 8/Enfâl, 54
3032] 2/Bakara, 35
3033] 7/A’râf, 19
3034] B. Bayraklı, s. 189-192
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir güç ve erktir. Değişimi yapabilen, kendini geliştiren ve yenileyen toplumlar, siyâsî erki ele geçirirler ve devlet haline gelirler. Demek ki değişimin kendisi bir devlettir. Milletler, devlet kurmak için kendilerini durmadan değiştirme, geliştirme ve yenileme mecbûriyetindedirler. Devlet olmanın en büyük düşmanı statiklik, yani değişmemezliktir. Değişmeyen, kendini yenilemeyen toplumlar “siyâsî erk”i ellerinden kaçırmaya mahkûmdurlar. Yüce Allah bu “siyâsî erk”i, bu gücü ve üstünlüğü toplumlara ihsân ederken, yani verirken, ölçü olarak gelişmeyi, yenilenmeyi ve değişmeyi kullanmaktadır.
Onun içindir ki, 3/Âl-i İmrân Sûresinin 140. âyetinde şöyle buyrulmuştur: “Eğer siz bir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. Biz o günleri insanların arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri bilmesi, içinizden şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.” Âyette yer alan “müdâvele” kavramı, bir şeyin bir kimsenin elinden çıkıp başkasına intikal etmesidir. Dünya ile beraber kullanıldığında, dünyanın bir toplumdan başka bir topluma, ondan da daha başka bir topluma geçmesi demektir. Zamanla beraber kullanıldığında da zamanın bir kimsenin veya toplumun lehine çalışması anlamına gelir. Âyetteki mânâsı şudur: Dünyanın günleri insanlar arasında dönüp dolaşır. Dünyanın sevinci de, tasası da devamlı değildir. Bir gün biri için sevinç, düşmanı için keder olur. Başka bir gün de bunun tersi olur. Dünyanın hiçbir durumu dâima aynı kalmaz. Yüce Allah dünya tarihinde hiçbir millete sürekli zafer ve dünyada siyâsî erki elinde bulundurma fırsatını vermemiştir. Yukarıdaki âyette, bunu devamlı olarak toplumlar arasında değiştirdiğini ifâde etmektedir. Bu değişimin sebeplerini, yani dinamiklerini de belirlemektedir. Bunları şu şekilde tespit edebiliriz: İman, zulüm, inkâr etmek, doğru yolu bulmak, öğüdü dinlemek, kahramanlık, sabır3035
Bunlardan iman, doğru yolu bulmak, öğüdü dinlemek, kahramanlık ve sabır gibi mânevî oluşumlar, zaferi ve erki bir topluma vermeye sebep olurken; zulüm ve inkâr, toplumların elinden onları almaya sebep olmaktadır. Demek ki, siyâsî erki elinde tutmak veya onu kazanmak, toplumun bazı değerlere olan mesâfesiyle alâkalı olan bir durumdur. Âl-i İmrân Sûresinin 139. âyetinde şu kanunu görüyoruz: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer iman ediyorsanız, en üstün olanlarsınız.” Âyette geçen “a’levn” kavramı, “en üstün” demektir. Bu da savaşta zaferi, medeniyet yarışında öne geçip dünyayı idâre etme erkini ele geçirmektir.
Doğru yolda olmayan, istişâre etmeyen, her şeyden korkan ve cesaretini yitiren toplumlar, dünyayı idâre etme gücünü nasıl muhâfaza eder ve bu erk ona nasıl verilir? İnanç yapısı perişan olan, durmadan zulüm yapan insanlara üstün olma erkini Yüce Allah nasıl verir?
İman, sabır, cesaret, istişâre ve doğruluk, insana kaliteli iş üretme insiyatifini verir. Şahsî teşebbüsçü olma, farklı şeyler üretme imkânını tanır. Bunları hayatına geçiren toplumlar, üstün olmaya hak kazanmışlar demektir. Toplumların kültürünü bu değerlere göre şekillendiren ve onlarla yoğuranlar, dünyayı idâre etme erkini elinde bulundurma bahtiyarlığına ererler. Fertlerine, kendi kendine karar verip kendi insiyatifini kullanarak bir teşebbüste bulunma özgürlüğü vermeyen toplumlar, insanların kabiliyetlerine zincir vurmaktadırlar ki, bu, zulmün en büyüğüdür. Bireylerinin kabiliyetlerini tesbit edemeyen, onlara faâliyet alanı tanımayan ve onların gelişip serpilmesi için hürriyetlerini vermeyen toplumlar,
3035] 3/Âl-i İmrân, 138-142
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 717 -
zulüm içinde olduklarından hiçbir alanda erki ellerinde tutmaya lâyık değillerdir. Tedâvül kavramı, Haşr Sûresinin 7. âyetinde devlet olarak yer almaktadır. Orada dolaşmak, elden ele geçmek mânâlarını ifâde etmektedir. Âyetin o kısmı şöyledir: “Ta ki bu malları, içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
Fahuddin Râzî, âyetteki “dûle” kavramını şöyle açıklamaktadır: Dûle kelimesi, bir topluluğun, elden ele dolaştırdıkları ve böylece bazen şöyle bazen böyle olan şeyin adıdır. Dûle kelimesini, devlet şeklinde de okumak mümkündür. O zaman sevindirici bir hâlin, durumun bir topluluktan başka bir topluluğa geçmesidir. Böylece “dûle”, elden ele intikal eden şeyin adı olurken, devlet de bir şeyin halden hale intikal eden şeyin hâli olmaktadır.3036
Değişimin kendisi bir devlettir, erktir, yani güçtür. Değişim yapamayan toplumlar, kendilerini yenileyemez ve geliştiremezler. Değişime, yeniliğe ve gelişmeye açık olmayan toplumlar, bir güç oluşturamayacaklarından dolayı, devlet olamazlar; devlet iseler, devlet olmalarını sürdüremezler. Demek ki değişim, yenilik ve gelişme, her milletin devlet kurmasının ruhu, esası ve hayatı olmaktadır. Değişmeyen, yenilenmeyen ve gelişmeyen toplumlar durağan hale geldiklerinden, çürümeye, kokuşmaya ve zamanla ölmeye mahkûmdurlur. Öyle ise devlet ve devletçilik, değişmeye ve yenilenmeye yardım eden bir müessese olmalıdır. Fertlerinin hür teşebbüsünü durduran müessesenin adı devlet olamaz.3037
Tahrîf: Tahrif kavramını fiil olarak kullanınca; yana yatmak, meyletmek, alttan alta iş görmek, çarpıtmak, alt-üst etmek, biçimini bozmak, çarpıtmak, bozmak, ters mânâ vermek, sürüklemek, bükmek, yanlış anlamak, bir şeyin sahtesini yapmak mânâlarına gelmektedir. İsim olarak da değişimi ifâde etmektedir.
Genelde bu değişim şekli, dinî hükümlerde ve hukukta olmaktadır. Kur’an’da bu değişim şekline dikkat çekilmektedir. Bakara sûresinin 75. âyetinde tahrîf şeklindeki değişimi görüyoruz. Âyet şöyledir: “Şimdi onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysaki onlardan bir grup, Allah’ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra bile bile onu tahrîf ederler, değiştirirlerdi.”
2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13 ve 41. âyetlerinden anlaşıldığına göre tahrîfât, dinde ve hukukta olmaktadır. Dinin hükümlerini bir tarafa atarak yanlış fetvâlar vermek bir tahrîfattır, yani kötü mânâda bir değiştirmedir. Verdiği sözü değiştirmek, dinleyip anladığı ve bildiği halde İlâhî kelimelerin yerini değiştirmek de tahrîf kavramının kapsamına girmektedir. Bu tür tahrîfât, topluma aşağılık, lânet ve azap getirmektedir. İnsanların irâdî olarak bu şekildeki değiştirmeleri, kullarına daima iyiyi takdir eden Allah’ın takdirini lânete çevirmektedir. Tahrîfât şeklindeki değişim sadece yerde kalmamakta, Allah katına yükselerek oradan toplumun sarsılmasına sebep olacak değerlendirmeleri alıp dönmektedir.3038
Tasrîf: Bir şeyi çevirmek, döndürmek, dişi birbirine sürüp gıcırdatmak, yönlendirmek, açıklamak, geri dönmek, ayrılmak, vazgeçmek, bir işte ileri geri hareket etmek, halden hale sokmak, bozmak, tevbe etmek, gece ve gündüz mânâlarına gelen tasrîf kavramının diğerleriyle müşterek olan anlamı değiştirmektir. Bu mânâlardan bazılarını alarak, özündeki değişimi açıklayabiliriz.
3036] F. Râzî, Mefâtihu’l Gayb, 20/408-409
3037] B. Bayraklı, s. 186-189
3038] B. Bayraklı, s. 198-200
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a) Açıklamak: Bilinmeyen bir şeyin üstünden bilinmemezlik örtüsünü kaldırıp bilinir hale getirmek, çok büyük bir değişimdir. Bu eylem, toplumun geneline yapıldığı zaman, büyük bir gelişme, değişme ve kalite ortaya çıkmış olacaktır. Meselelerin bilinmemezliği, toplumun kalitesini düşürmektedir. Eğitim faâliyeti, bu bilinmemezlik perdesini kaldırmalıdır. İşte, açıklamak dediğimiz “tasrîf”, bu görevi yerine getirmektedir. Tasrîf kavramının bu anlamıyla ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: 7/Arâf, 58; 17/İsrâ, 41; 25/Furkan, 50; 46/Ahkaf, 27.
b) Haktan Çevrilmek: Tasrîf kavramının diğer bir anlamı da çevrilmektir. Bu mânâsıyla âyetlerde yer alan tasrîf kavramı, toplumdaki etkileşim olgusuna dikkat çekmektedir. Kötüye dönüş, ya da iyiden çevrilip kötüye varmak gibi önemli değişimin bilinmesinde toplumlar için yarar vardır. Kendileri düşünemeyen, irâdelerini başkasına teslim edenler, her zaman etkiye açık olacaklarından çevrilmeye de mahkûm olacaklardır. Bu tip çevrilmelerin hemen hepsi, gerçek inançtan olmaktadır. Gerçeği anlamalarına ve itiraf etmelerine rağmen çevrilmeleri, çok büyük ve çok kötü bir değişimi göstermektedir. Yûnus Sûresinin 31. ve 33. âyetleri, bu çevrilme şeklini beyan etmektedir. Âyetler şöyledir: “De ki, size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik bulunuyor? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim idare ediyor? ‘Allah’tır’ diyecekler. De ki, öyle ise niçin sakınmıyorsunuz?” “İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl çevriliyorsunuz?; “İşte böylece Rabbinin yolundan çıkanlar hakkındaki, ‘onlar inanmazlar’ sözü gerçekleşmiş oldu.”
Ekonomiden, duyu organlarından, ölünün diriltilmesinden, kâinâtın idâresine varıncaya kadar bir dizi sorunun arkasından, bütün bunları gerçekleştirenin Allah olduğunu itiraf etmelerine rağmen, sakınmamaları ve haktan çevrilmeleri, bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır. Hakikati bildikleri halde asla iman etmeyeceklerdir. Bilgiden imana geçiş denen değişimi meydana getirememelerinin nedeni, etkilenip çevrilmeleridir. Çevrilmeleri bir değişim olduğuna göre bu değişim, iman etmeleri gibi önemli bir değişimin meydana gelmesini engellemektedir. Böylece âyet, değişimin değişimi nasıl engellediğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. 39/Zümer Sûresi, 6. âyetinden yola çıkarak da diyebiliriz ki, Yüce Allah’ın insanlara göndermiş olduğu öğretilere tepki göstermek, bir anlayışsızlığın eseridir. Anlamayıp sırtını dönmek, Yüce Allah’ın gönülleri çevirmesine zemin hazırlamaktadır.3039
Sünnetullah: Sünnetullah kavramı, tarihî hareketin akışını ve dinamiklerini ifâde eden “sünnet” ve “sünnetullah” ifâdesidir. Kelime olarak sünnet; âdet, gidiş, yol ya da tâkip edilmesi âdet olan iyi veya kötü yol anlamındadır. Kur’an âyetlerinde gönderilen peygamberler ve onların milletleri hakkında Allah’ın sünnetleri olduğunu,3040 bu sünnetlerin önceden takdir edilmiş olduğunu3041 ve hiçbir şeyin O’nun sünnetini değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini,3042 geçmiş toplumların kalıntıları üzerinde yapılacak gözlemlerin bu sünnetleri açığa çıkaracağını,3043 onları bizzat (Kur’an’da) açıklayacağını3044 ve her kavmin yaşa3039]
B. Bayraklı, s. 200-204
3040] 3/Âl-i İmrân, 137; 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 38, 62; 40/Mü’min, 85
3041] 33/Ahzâb, 38
3042] 17/İsrâ, 77; 33/Ahzâb, 62; 35/Fâtır, 43; 48/Fetih, 23
3043] 3/Âl-i İmrân, 137
3044] 4/Nisâ, 26
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 719 -
dığı hâdiselerin, sosyal tavırlarının birbirine benzediğini ve bundan sonrakilerin de böyle olacağını3045 haber vermektedir. Bu âyetlerde anahtar kavram olarak kullanılan sünnet kavramının, sosyolojik açıdan bakmaya da imkân verecek bir toplumsallık ve sosyal değişme îmâsı taşıdığından söz etmemiz mümkündür.
Nihayet bireysel ve toplumsal yapıların hayatları ve yaşama biçimleri, medeniyetlerin doğuşu, yükselişi ve yıkılışı gibi olgular da “sünnet” kavramı içerisinde değerlendirilir. Bu bağlamda Kur’an, tarihî sürece yayılmış, tarihsel ve toplumsal değişmeyi yönlendiren ilişkiler bütününü “sünnetullah” ifâdesi ile kavramlaştırmaktadır.3046 Toplumların kendi içinden gerçekleştirdikleri değişim ve dönüşüm, bir yasadan bağımsız olarak gerçekleşmemekte, bilakis sünnetullah bağlamında Allah’ın evrensel olarak geçerli kıldığı kanunları çerçevesinde oluşmaktadır.
Tarihin bir yasaya bağlı olarak işlediği yönünde bir kanaat belirtmek durumunda kaldığımızda, tarihin sünnettullah bağlamında teşekkül ettiği, gerçekleştiği, Kur’ânî bir olgu olarak öne çıkmaktadır. Kur’an’da sünnetullah, tarih içerisinde insanın başıboş bırakılmadığını ve her davranışının bir değişimle sonuçlandığını vurgulamaktadır. Takdir, kazâ-kader ve insanın hürriyeti gibi konular hatırda tutularak denilebilir ki; sünnetullah çerçevesinde tanımlanmış tarih, kötünün karşısında iyiden, yanlışın karşısında doğrudan, zorluğun karşısında kolaylıktan yana olan “seçmeci” bir özellik taşımaktadır.3047
Kur’an’da toplumsal sünnetullah özelliklerini şu maddeler halinde, ana başlıklarıyla sunabiliriz:
I. Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah Özellikleri
1 İnsan, toplumsal bir varlıktır.
2 Toplumlar canlı (hayatî) bir yapıya sahiptirler.
3 Toplumlar yasalara (sünen/sünnetler) sahiptir.
4 Toplumsal yasalarda değişme olmaz.
5 Toplumların belirli hayat süreçleri (ecel) vardır.
6 Toplumlar değişkendirler.
7 Toplumların gelecekleri kendi davranışlarına bağlıdır.
8 Bütün toplumlar elçiler aracılığıyla uyarılmıştır.
9 Elçi gönderilmeyen toplumlar helâk edilmezler.
10 Helâk edilen toplumlarca bütün elçiler yalanlanmıştır.
11 Toplumun önderleri, toplumdan sorumludur.
12 Toplumların mânevî yönleri maddî yönlerinden önceliklidir.
II. Mü’min Toplumlarla İlgili Sünnetullah Özellikleri
3045] 2/Bakara, 118, 214; 6/En’âm, 148; 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13
3046] Bk. 3/Âl-i İmrân, 137; 4/Nisâ, 26; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 76-77; 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43, 44; 48/Fetih, 23
3047] C. Çelik, s. 56-58
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1 Yeryüzüne mü’min toplumlar hâkim olacaktır.
2 Allah mü’minlerle beraberdir ve onlara yardım eder.
3 Allah, dinine yardım edenlere yardım eder.
4 Mü’minler, kâfir toplumlar helâk edilirken kurtarılırlar.
5 Mü’min toplumlar, öncekilerin başına gelenlerle deneneceklerdir.
6 Mü’minler yeryüzünde baskıya mâruz kalırlarsa, hicret etmelidirler.
III. Kâfir toplumlarla ilgili Sünnetullah Özellikleri
1 Kâfir toplumlar varlıklarını sürdüremezler.
2 Kâfir toplumlar hemen helâk edilmezler.
3 Allah kâfir toplumları, belki inanırlar diye sıkıntılar ve bolluklarla imtihan eder.
4 Kâfir toplumlar inkârdan vazgeçip inanırlarsa Allah affeder.
5 Azap geldikten sonra kâfirlerin inanması fayda vermez.
6 Ataları körü körüne taklit etmek, toplumları felâkete götürür.
IV. Bazı Toplumsal Sünnetullah İlkeleri
1 Allah, kâfirlere karşı mü’minlerin yardımcısıdır.3048
2 İster sâlih bir toplum olsun, ister câhilî bir toplum; Allah, kendi nefislerini, benliklerini değiştirmeyen toplumların konumunu değiştirmez. “Bir toplum, kendi öz benliğinde olanları değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.”3049
3 Bir toplumun niceliği değil; niteliği önemlidir. Kur’an, Tâlut’un az sayıdaki üstün nitelikli kuvvetiyle mü’minlerin, Câlut’un çok sayıdaki nicel açıdan üstün kuvvetini nasıl yendiğini anlatır.3050 ve bu konudaki İlâhî sünnetini hatırlatır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki topluluğa gâlip gelmiştir.”3051 “Eğer Allah’ın kimi insanları, diğerleriyle def edip yok etmesi olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesâda uğrardı.”3052
4 Allah müstaz’aflardan ve muttakîlerden yanadır: “Biz istiyorduk ki; orada müstaz’aflara lütufta bulunalım; onları imamlar/önderler yapalım ve onları yeryüzünde vârisler kılalım.”3053 “Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz. Onları yok ettikten sonra yerlerine sizleri yerleştireceğiz. Bu da Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar ve azap vaadimden korkanlar içindir.” 3054
5 Kur’ân-ı Kerim, toplumların yıkılış biçimlerini ve kötü sonlarını ortaya
3048] 48/Fetih, 22-23
3049] 13/Ra’d, 11
3050] 2/Bakara, 246-252
3051] 2/Bakara, 249
3052] 2/Bakara, 251
3053] 28/Kasas, 5
3054] 14/İbrâhim, 13
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 721 -
koyduğu gibi; onları, bu noktaya getiren sebepleri de açıkça beyan eder. Bu nedenlere ilişkin şu örnekler verilebilir:
a Zulüm, baskı, haksızlık ve günahlar: “Onlara azâbımız geldiği zaman; ‘biz gerçekten zulmedenlerdendik’ demekten başka itirafları olmadı.”3055
b Lüks, israf, fısk ve bozgunculuk içinde olma: “Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, oranın bolluktan şımaranlarına emrederiz. Orada bozgunculuk yaparlar.”3056
c Cinsel sapıklık, aşırılık ve yol kesme: “Gerçekten siz (Lût kavmi), sizden evvel hiçbir kavmin yapmadığı çok kötü işi yapıyorsunuz. Siz erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantınızda edepsizlik yapıp duracak mısınız?”3057
d Günah, zulüm, refah ve zevke dalma: “zulmedenler, kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar, mücrimlerden/günahkârlardan oldular.” 3058
e İtaatsizlik, nankörlük: “Bu ülkenin halkı, Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Bu yüzden Allah onlara, yaptıklarına karşılık, korku ve açlık elbisesini/ıstırabını tattırdı.”3059
f Kitabın (Kur’an’ın) bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak. Bunun cezâsı dünya hayatında rezil olmaktır.3060
g Hz. Peygamber’in emrine muhâlefet, fitne/belâ ya da acıklı bir azâbı getirir.3061
h Önde gelenlerin ve Sâlihlerin fesâdı önlememeleri. 3062
i Ekonomik dengesizlik, vurgun ve soygunlar. 3063
Kur’ân-ı Kerim’de Tağyîr/Değişim
“Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez- Allah da bir kavme kötülük istedi mi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyucuları da yoktur.”3064 “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”3065
Bu âyetlerde bir toplum kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetlerini kötüye değiştirmedikçe, daha genel tâbiriyle bir millet kendi kendini bozmadıkça Allah’ın, onlara verdiği nimetleri değiştirmeyeceği vurgulanmaktadır. Bir millet ahlâkını bozar, şerlere, kötülüklere, fesatlara dalar, isyan ederse Allah da onlara lutfettiği nimetleri ellerinden alır, onları perişan eder. Böylece güçlerini kaybeder,
3055] 7/A’râf, 5
3056] 17/İsrâ, 16
3057] 29/Ankebût, 28-29
3058] 6/En’âm, 44
3059] 16/Nahl, 112
3060] 2/Bakara, 85
3061] 24/Nûr, 63
3062] 11/Hûd, 116
3063] 11/Hûd, 84-86
3064] 13/Ra'd, 11
3065] 8/Enfâl, 53
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
felâketlere uğrar, küçülürler. Bu, Allah’ın sosyal yasalarındandır. Sağlam karakter sahibi milletler kuvvetli, müreffeh olmuşlar; karakterleri bozulunca zayıflamış, perişan olmuş, başka milletlerin egemenliği altına girmişlerdir. Böyle kimseler, Allah’ın cezasını hak ederler. Bu, onların mahvı, egemenliklerini kaybetmeleri demektir. Allah bir milleti cezalandırmak dilerse O’nun cezasını kimse engelleyemez.
Âyetlerde anlatılan durumun tersi de doğrudur. Yani bir toplum kötü ahlâkını düzeltmedikçe Allah onları düzeltmez. Ama millet gittiği yanlış yoldan döner, doğru yola girer, ahlâkını düzeltirse Allah da onların durumunu düzeltir, kötü hallerini iyiye, sıkıntılarını mutluluğa, refaha çevirir.
Allah’ın yasaları, toplumun davranışlarına göre kendisini gösterir. Kötülük edenler, yaptıklarının kötü sonuçlarıyla karşılaşırlar. Kuvvetleri, servetleri bir gün elden gider. Nimetleri, yurtları başkalarının eline geçer. Kendilerini düzeltip uslananların hallerini de Allah düzeltir, işlerinin iyi gitmesine yardımcı olur. Hâsılı Allah’ın yasaları, iyiye yönelenlere o yönde yardımcı olur; kötüye yönelenlere de o yönde tecellî edip onları bozar. Her ikisi de Allah’ın yasaları gereğidir.
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Sizden önce Kitâb verilenlere de, size de ‘Allah’tan korkun!’ diye tavsiye ettik. Allah zengindir, övgüye lâyıktır. Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. Vekîl olarak Allah yeter. Ey insanlar, (Allah) dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir. Allah bunu yapabilir. Kim dünyâ sevabını isterse (bilsin ki) dünyâ ve âhiret sevabı Allah katındadır. Allah işitendir, görendir.”3066
4/Nisâ, 131-133. âyetlerde Allah’ın, bütün kâinatın hükümdarı olduğu ve bütün dinlerde takvâyı (Allah’tan korkup kötülüklerden sakınmayı) öğütlediği hatırlatılmakta, insanların küfür ve isyanlarının, Allah’a zarar veremeyeceği; Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı; bütün övgülerin O’na özgü olduğu belirtilmekte; Allah dilerse bütün insanları götürüp yeni halklar getireceği; bunun Allah’a çok kolay olduğu vurgulanmaktadır.
Allah dilerse isyan eden bir topluluğu götürür, yok eder; onun yerine yeni bir topluluk getirir. Zaten hep götürüp getirmektedir. Bazı toplumları yükseltirken bazılarını alçaltmakta; yıpranan vücutları götürüp yeni canlar, yeni bedenler yaratmakta; her an hayatı tazelemekte; her an yaratmaktadır. O, her anda başka bir şandadır. Her şeyi yapmaya gücü yeter.
Nisa sûresinin 126. âyetinden 133. âyete kadar üç defa göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah’a ait olduğu, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç bulunmadığı hatırlatılmaktadır. Bu demektir ki; her şeyi yaratan Allah, evrenin ve insanların nasıl bir düzenle mutlu olacaklarını en iyi bilendir. O’nun, sizin için indirdiği bu hükümler, sizin mutluluğunuz içindir. Eğer siz, bu hükümlere uyarsanız mutlu olur, güçlenirsiniz. Dünyada şeref ve izzet içinde yaşarsınız; Ama bu hükümlerden şaşarsanız, o zaman gücünüzü yitirirsiniz. Allah dilerse sizi mahveder, yerinize, yasalarına uyacak toplumlar getirir. Allah her şeyi yapabilir.3067
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, sağlam kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman
3066] 4/Nisâ, 131-134
3067] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi Kuba Yayınları, c. 5, s. 50-52
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 723 -
kopmaz. Allah işitir ve bilir.”3068
“(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.”3069
“Eğer siz bir yara almış iseniz, o kavim de o kadar yara almış idi. Biz o günleri insanların arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri bilmesi, içinizden şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.”3070
“(İblis:) Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını tağyîr edecekler, değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”3071
“Ey insanlar, (Allah) dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir. Allah bunu yapabilir.” 3072
“Ey iman edenler, siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlettekiler/sapıtanlar size zarar veremezler.”3073
“Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı (güzel meziyeti) değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”3074
“Eğer gerektiğinde savaşa çıkmazsanız, sizi pek elem veren bir azapla cezâlandırır ve sizi başka bir kavim ile değiştirir (yerinize sizden başka bir kavim getirir). Siz ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.”3075
“Halkı sâlih ve muslih (ıslahatçı) olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.”3076
“Onun (insanın) önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendindekini (kendi durumunu) değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” 3077
“Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife (sahip ve hâkim) kıldığı gibi kendilerini de yeryüzünde halife yapıp hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaad etti. Çünkü onlar (sadece) Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk/ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim küfreder, inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır, büyük günahkârlardır.”3078
“Ancak iman edenler, sâlih amel işleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler ile zulme uğradıktan sonra yardım edilenler başka. Zulmetmekte olanlar nasıl bir inkılâba uğrayıp
3068] 2/Bakara, 256
3069] 3/Âl-i İmrân, 139
3070] 3/Âl-i İmrân, 140
3071] 4/Nisâ, 119
3072] 4/Nisâ, 133
3073] 5/Mâide, 105
3074] 8/Enfâl, 53
3075] 9/Tevbe, 39
3076] 11/Hûd, 117
3077] 13/Ra’d, 11
3078] 24/Nûr, 55
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”3079
“Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.”3080
Hadis-i Şeriflerde Tağyîr/Değişim
“Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöyle vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi bir ev halkı Allah’a itaat eder, sonra bu hallerinden Allah’a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevmedikleri şeyi verir.”3081
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.”3082
“Ümmetimle ilgili olarak en çok korktuğum şey, Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır ve gizli şehvet içinde olacaklardır.”3083
Ebû’l-Heyâc el-Esedî anlatıyor: “Bana Hz. Ali (r.a.): ‘Rasûlullah (s.a.s.)’ın beni göndermiş olduğu şeye ben de seni göndereyim mi?’ diye sordu ve Rasûlullah’ın kendisine: “Haydi git, kırıp dökmedik put, düzlemedik yüksek kabir bırakma!” buyurduğunu söyledi.”3084
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ Hutbesinden- 3085
“Sizden kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin (diliyle onun kötülüğünü söylesin). Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”3086
Zeyneb bint Cahş (r. anhâ): “Yâ Rasûlallah! Aramızda sâlihler/iyiler de olduğu halde biz felâkete uğrayıp helâk olur muyuz?” dedim. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Evet! Fısk u fücur (kötülükler ve fenâlıklar) çoğaldığı vakit!”3087
“Nefsimi/canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Zât’a (Allah’a) yemin ederim ki; ya
3079] 26/Şuarâ, 227
3080] 42/Şûrâ, 30
3081] İbn Ebî Hatim; İbn Kesir Muhtasarı, 2/274; Safvetü’t-Tefâsir, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3082] Buhârî, Şirket 6
3083] İbn Mâce, Zühd 21, hadis no: 4205
3084] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 72; Nesâî, Cenâiz 99
3085] Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no: 3087
3086] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
3087] Buhârî, Fiten 4, 28, Menâkıb 25, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten 1, h. no: 2880, Tirmizî, Fiten 21, 23; İbn Mâce, Fiten 9; Muvattâ, Kelâm 22; Ahmed bin Hanbel, 6/428, 429
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 725 -
iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.”3088
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: ‘Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti”. Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir.”3089 Bu âyeti okuduktan sonra peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”3090
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar işledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.”3091
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: “Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat, yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.”3092 Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazaba uğratması pek yakındır.”3093
“Bir hayırlı işe delâlet eden (vesile olan) kimse için, o hayırlı işi işleyenin sevâbı gibi mükâfat vardır.”3094
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran
3088] Tirmizi, Fiten 9, h. no: 2169; Ebû Dâvud, Melâhim 16; Ahmed bin Hanbel, V/388
3089] 5/Mâide, 78-81
3090] Ebû Dâvud, Melâhim 17
3091] Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
3092] 5/Mâide, 105
3093] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
3094] Müslim, İmâre 38; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlm 14
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”3095
“İslâm’da iyi bir çığır açan (sünnet koyan) kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.”3096
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana, câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”3097
Müslümanın Görevi: Yeryüzündeki Fesâdı Değiştirip Arzı Islah Etmek
Allah, halife olarak insanı yeryüzünde yerleştirme iradesini meleklere söylediği zaman, onlar Allah’ın vahyi dışına çıkıp çıkmamada serbest olacak bir varlığın hevâsına uyup yeryüzünde fesat çıkaracağını kestirmişler ve “orada kan döküp fesat çıkaracak birini mi var edeceksin?”3098 diye sormuşlardı. Fakat, her ne kadar insanların büyük bölümü müfsid olsa bile, içlerinde öyleleri vardır ki, meleklerin de üzerine çıkar ve Allah’a en yakın olan mertebeye yükselir. Bu bakımdan, “büyük hayır için az şer terkedilemeyeceği”nden Allah insanı yeryüzünde halife yapmış ve vahyine uyanlara müfsidlerle savaşma emrini vermiştir. Müfsidler kalben korkak ve kendilerini hep huzursuz hissettiklerinden, birbirleriyle fesadda yardımlaşırlar. O halde ıslah edicilerin de yardımlaşmaları ve müfsidlerle savaşmaları gerekir. Yoksa, yeryüzünde hep fesat egemen olur ve insanın hem yaratılışındaki, hem de hilafetindeki amaç gerçekleşmez: “Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.”3099
İnsanın fesada meyilli yapısı da, sâlih mü’mini iç fesada karşı daima uyanık olmaya zorlamalıdır. Bu, nefisle cihdaddır; nefsin fesada meyline karşı cihad. Mücâhid, fesadı salâha çevirendir. Gerçek mücahidlik, kişinin içini salâha çevirmeden ortaya çıkmaz; çıkarsa bu cihad değil, terör olur.
İfsâda Karşı Islahat
Her şeyi bir ölçü ile yaratan Rabbimiz, imkânlarını verip düzen ve yolunu gösterdiği beşerî alandaki dengenin âkıbetini, irâdeli davranışlarımıza bırakmış ve insan cinsi için imtihan sahası kılmıştır. Yaratıcımızın, doğru yolda olanları müjdelemek, sapanları uyarmak üzere elçiler gönderdiği insanlar, önce tek bir ümmet idi3100 Düzene konulmuş olan yeryüzünde ifsad/bozgunculuk yapmamalı
3095] Müslim, İlim 16, h. no: 1860; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
3096] Müslim, Zekât 69, h. no: 1859
3097] Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
3098] 2/Bakara, 30
3099] 2/Bakara, 251
3100] 2/Bakara, 213
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 727 -
ve kulluklarını unutmamalıydılar.3101 Ama, insanlardan birçoğu hevâlarına uyarak Allah’ın ayetlerini unutup kendi başlarına büyüklük taslamaya, başıboş arzularını ilah ve birbirlerini veli edinmeye başladıklarında ulaşılan sonuç büyük bir fesat, bozgun ve kargaşa idi.3102 Sonsuz güç ve rahmet sahibi olan Rabbimiz, bozgunculukları sonucu kargaşa ve karanlık içine düşen Âdemoğullarına, içlerinden gönderdiği elçiler aracılığıyla hidayet yolunu tekrar tekrar göstermiş ve kendilerini ıslah edip (düzeltip) kurtuluşa ermelerini dilemiştir.3103
Fesat Karşsında Mü’minlerin Görevi
Mü’minler, müfsidlerin fesatlarına karşı tavır almalı, inkılâpçı bir düzeltme ile ıslahatçı olmalıdır. İradeli tercihlerle ulaşılacak olan iman ve sâlih amel yolunu bizlere mutluluk ve kurtuluş hedefi olarak gösteren Rabbimiz, aynı zamanda Mûsâ (a.s.)’ın, kardeşine devrettiği ıslahat görevini3104 bütün mü’min kullarının da üstlenmesini istemiş ve bozgunculuk yapanların işlerini ıslah etmeyeceğini bildirmiştir.3105 Şu ayetler de bu konuyu yeterince anlatmaktadır: “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.”3106
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde “sâlih amel” ile “iman” kavramları âdeta bağımsız düşünülemeyecek kadar iç içe bir birliktelikte kullanılmıştır. Sâlih amel, açıkça imanın dışa yansıyan gerekliliğidir. Sâlih amelde bulunabilmenin şartı olarak, ıslahat çabaları söz konusu olmakta ve bu da mü’minlerin temel görev alanlarını belirlemektedir. Yeryüzünün ifsad edildiği, zulüm ve şirkin alabildiğine azgınlaşıp cahilî kültür ve uygulamaları yaygınlaştığı ve vahyî ölçülerden uzaklaşıldığı her dönemde, ıslahat çabalarının gerçekleştirilmesi mü’minlerden beklenilen temel farîzalardır. Rabbimizin müjdelediği sonuca da, ancak bu konularda göstereceğimiz sâlih amellerimizle ulaşabiliriz. Zaten mü’minlerden beklenilen, zorbalara uymaları veya boyun eğmeleri değil; ıslah edicilerden olmalarıdır.3107
Muslihun (ıslahatçı olanlar), Rablerine ibadette kimseyi ortak koşmayan,3108 Allah’ın kitabına sımsıkı sarılan,3109 cehalet ve kötülükten arınmaya çalışan,3110 mü’min kardeşlerinin arasını ıslah eden,3111 rasûllerin canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeyip Allah yolunda susuzluğa, açlığa, yorgunluğa hazır olan,3112 iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve hayır işlerine koşan 3113 Allah’a
3101] 7/A’râf, 56
3102] 8/Enfâl, 73
3103] 7/A’râf, 35
3104] 7/A’râf, 142
3105] 10/Yûnus, 81
3106] 11/Hûd, 116-117
3107] 28/Kasas, 19
3108] 18/Kehf, 110
3109] A’raf, 170
3110] 17/İsrâ, 9
3111] 49/Hucurât, 10
3112] 9/Tevbe, 120
3113] 3/Âl-i İmran, 114
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çağırıp ben müslümanlardanım diyen 3114 kimselerdir.
Gerçek Islahatçılar Aynı Zamanda İnkılâpçıdırlar
Islahat çabalarıyla verilen mücadele, egemen şirk güçlerinin hâkimiyetini hayatın bütün şubelerinden söküp atmaya çalışan aktivite kadar,3115 en az, iman ettikten sonra imanlarına zulüm karıştıran ve kötü amellere meyleden müslümanları uyandırıp ıslah etmeyi amaçlayan iç aktiviteyi de 3116 bünyesinde barındırmaktadır. İster Yüce Allah’ın ilahlığını ve rububiyetini tanımayan veya O’na ortaklar koşarak azgınlık yapan tutumlar sonucu olsun, isterse tevhid dinine girdikten sonra cahilî arzu ve anlayışların tesiriyle itikadî ve amelî yanlışlıklara ve kötülüklere bulaşma sonucunda olsun, yeryüzünde ve toplumsal hayatta baş gösteren bozulma, çözülme, tuğyan ve zulüm karşısında ortaya konabilecek olumlu çabanın Kur’an’daki tanımı ıslahat ve sâlih ameldir. “Mevcut düzenin ıslah edilmesi” gibi ifadelerle karşımıza çıkan kısmî düzeltme, uzlaşma, düzenle müslümanı bağdaştırma şeklinde anlayış, ıslahat kavramını tahrif etmektir. Islahat, günümüzde yanlış olarak inkılâpçı hareketlerin karşısında, düzen ve sistem içi hafif yumuşatma ve zalim düzenin devamı anlamlarında kullanılıyorsa, bu Kur’an’ın anlaşılmasını istediği bu kavramdan ve içeriğinden uzaklaşmadır, yanlıştır. Islahat, devrimci bir eylemdir. Bozulmuş ve sapmış olanı düzeltme ve vahyî hakikatleri yeniden egemen kılma çabasıdır. Islahatçı, insan ve toplumların düşünce ve eylemlerinde vahyî doğrular istikametinde köklü bir değişimi ve dönüşümü gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu işin sünnetine uygun bir mücadele içinde olmaya çalışır. Hasenât ise, genelde fıtrî bir iyiliği, insanlara hizmeti ifade eder. Ancak ıslahat çabaları doğrultusunda yapılan hasenatların, anlamlı ve kalıcı olan değerinden bahsedilebilir.3117
Islahat; kesin ve muhkem olan vahyî ölçüye dayanarak cahilî bütün tutum ve davranışları, ifsad edilmiş bütün kurumları tepeden tırnağa değiştirmeyi amaçlamış devrimci bir tavırdır. Islahatçı (muslih), ilahlık taslayan egemen şirk güçlerine karşı gösterdiği tavır kadar, şirk güçlerinin saldırısı karşısında ümmet bünyesinin mukavemetini yıkan, onu hastalıklı kılan iç bozulmaya karşı da mücadele vermek zorundadır. Islahatçı, kendi ümmetinin, dış güçlerin saldırılarından önce, kendi halini bozması, olumsuz olarak değiştirmesi sonucunda gerilediğini ve Allah’ın verdiği nimetleri elinden kaçırdığını bilir.3118 Islahatçı; Allah’ın düşmanlarıyla mücadele etmek kadar, düşmanla mücadele edecek sağlıklı bir bünyeye sahip olma çabasının da taşıyıcısıdır. O, bozulma ve zilletin nedenlerini, şeytanî güçlerin aslî görevi olan saldırılarından önce, çözülmeye ve hastalanmaya müsait hale gelmiş olan kendi ümmetinin itikadî ve amelî tutumlarında arar. Islahatçı, kurtuluşa kişisel iyiliklerle ulaşılamayacağını bildiği gibi; ıslah çabalarında kendi nefsini de unutmaz. Ve o yine bilir ki, iman edip sâlih amel işleyenler, insanların en hayırlılarındandır.3119
Islah eylemi, her türlü bozulma, tuğyan ve şeytanî tuzak karşısında tevhidî
3114] 41/Fussılet, 33
3115] 7/A’râf, 85-86; 11/Hûd, 116-117
3116] 5/Mâide, 39; 3/Âl-i İmrân, 86-89
3117] 18/Kehf, 30
3118] 8/Enfâl, 53
3119] 98/Beyyine, 7
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 729 -
ilkeleri yaşatmayı ve Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmayı amaçlayan soylu ve köklü bir uğraştır. Islahatçı, vahiy temeline bağlı inkılâpçı bir öz taşır. O, Rabbimiz’in ilettiği buyruklar doğrultusunda öncelikle kendini ıslah ederek,3120 kendi nefsinde inkılâbı gerçekleştirmiş ve bu olumlu değişimi çevresine, toplumuna ve yeryüzüne taşımayı amaçlamıştır. İman edip sâlih işlerde bulunanlar, halkın en hayırlılarıdır 3121 ve onların da çok olmadığı bilinmektedir.3122
Kur’an bize, ıslah kavramının günümüzde olduğu gibi geçmiş tarihte de yanlış veya kasıtlı tutumlar nedeniyle Allah’ın rızası dışında kullanıldığını göstermektedir. Sâlih amelle kötü ameli (seyyiât) birbirine karıştıranlar3123 olduğu gibi, kendilerine bozgunculuk yapmayın diye ihtar edilenlerden “biz ıslah edicileriz”3124 diye cevap verenler de çıkmıştır. Oysa Allah, bozgunculuk edeni (müfsid), ıslah edenden (muslih) ayırır.3125 Allah’ın kitabı, sâlih kulların özelliklerini ortaya koyan en temel, muhkem ve mutlak ölçüdür.
Islah çabalarının birinci elden muhatapları, ilahî vahye kulaklarını tıkamamış, gerçekler karşısında gözlerini yummamış olanlardır. İnandıkları halde, bilmeyerek kötülük işleyenlere 3126 veya cehaletleri dolayısıyla bu duruma düşenlere,3127 cahilî anlayış ve tavırlarından sonra tevbe etme ve kendilerini düzeltme (ıslah) kapıları açık tutulmaktadır. Bu bozulma ve kötülük hali, tarihî süreç içinde toplumların bünyesinde de tezahür edebilmektedir. İslam ümmetinin bugün yaşadığı hastalıklı ve cahilî durum, buna şahitlik etmektedir.
Müslümanlar, tevhidî bilinçlerini, rıza gösterdikleri sistemler içinde yozlaştırmışlar ve büyük ölçüde yitirmişlerdir. Peygamberimiz’den bu yana ıslahat çabalarını ve tevhidî mücadelelerini sürdüren muvahhid müslümanların gayretlerine rağmen, işbaşına geçtiklerinde bozgunculuk yapanlara,3128 Allah’ın indirdiği apaçık belgeleri ve Kitap’ta açıkladığı hidayeti gizleyenler3129 İslam ümmetinin bilincini ifsad etmişler ve müslüman kitlelerin halini bozup değiştirmişlerdir. Ve İslam ümmeti, Rablerinin kendilerine verdiği arza vâris olma nimetini ellerinden kaçırmıştır. “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.”3130
Fakat Allah yeryüzünü sâlih kullarına vâris kılmak;3131 insanları kurtuluş ve mutluluk yoluna eriştirmek istemektedir.3132 Bununla birlikte değişim, yine bizim ve beraber olduğumuz toplumun iradesine bağlı tutulmuştur. Bireysel ve toplumsal alanda başarılı oluşun yolu, yine ıslahat çabalarıyla oluşacaktır. “Bir toplum, kendi nefsindekini değiştirmedikçe, kuşkusuz Allah da o toplumun bulunduğu durumu
3120] 6/En’âm, 48
3121] 98/Beyyine, 7
3122] 38/Sâd, 24
3123] 9/Tevbe, 102
3124] 2/Bakara, 12
3125] 2/Bakara, 220
3126] En’am, 54
3127] 16/Nahl, 119
3128] 2/Bakara, 205
3129] 2/Bakara, 159
3130] 8/Enfâl, 53
3131] 21/Enbiyâ, 105
3132] 9/Tevbe, 20
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değiştirmeyecektir.” 3133 “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Ki (Allah) işlerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasülüne itaat ederse, büyük bir başarıya erişmiş olur.”3134
İlk aile kurumuyla oluşmaya başlayan toplumsal yaşam; şeytanî olanla Rabbanî olan arasındaki tartışma, çatışma ve imtihanlarla çeşitlenerek bugüne dek süregelmiştir. Tevhid-şirk kutuplaşmasında süregelen toplumsal mücadeleler tarihi, ıslah edilmiş olan yeryüzünde3135 Allah’a verilen sözden cayıp, bozgunculuk yapanlarla,3136 inanıp sâlih amellerde bulunanlar3137 arasında devam edegelen sürekli bir çatışmayı oluşturmaktadır. Tevhid ile şirkin, hak ile bâtılın, ma’ruf ile münkerin, muhkem ile muharref olanın arasındaki çatışma bugün de sürüp gitmektedir.
Hidâyet nimetine nankörlük eden, Yaratıcısı yanında başka velîler edinen, kendi aczini unutarak büyüklük taslayan ve böylece yeryüzünde bozgunculuk yapan, fitne çıkaran, kötülüğü yaygınlaştıran, vahiy dinini tahrif etmeye kalkışan veya bu konuda aracı olanların söz konusu cahilî eğilimleri ve bozgunculukları, rasûllerin öncülüğünü yaptığı sâlih kulların ıslahat çabalarıyla insanlık tarihi süresince giderilmeye, düzeltilmeye çalışılmıştır. Tartışma, çatışma ve imtihan alanı dediğimiz tevhidî mücadele ortamı da bu çerçevede oluşmaktadır.3138
Özellikle mü’minlerin kâfirlere ve münâfıklara, kısaca muslihlerin müfsidlere karşı savaşı yalnız insanlar için değil; tüm varlıklar için bir rahmettir. Yeryüzünü fesada boyayan kâfirler korkaklıkları, paylaşmak istedikleri rant ve sahip oldukları hırs sebebiyle birbirleriyle yardımlaşırlar. Bunlara karşı muslihlerin/müslümanların, fesada ve müfsidlere karşı ortak bir cephe meydana getirmeye gayret etmeleri kulluk ve hilafet görevleridir. “Küfredenler birbirlerinin velisi, gönül dostudurlar. Eğer siz bunu yapmazsanız (iman edip hicret ederek canlarınızla ve mallarınızla Allah yolunda cihad edip yardımlaşmaz ve böylece birbirinizin velisi olmazsanız) yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat başgösterir.”3139 Günümüzde fitne ve fesadın iktidarı, bütün kurumları ve kurallarıyla ayaktadır. Müslümanlar da birbirlerinin velâyetine râzı olmamanın ve cihadı terk etmenin ızdırabını yaşamaktadırlar.
Bir toplumda bozgunculara engel olunamaması ve bozguncuların sayısının artması, bu toplumu ayakta tutan sosyal düzenin bozulması, işlerin çığırından çıkması, toplumsal hayatta hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve kargaşa ortamının hâkim olması demektir. Özellikle zâlim yöneticiler ve politik seçkinler, toplumlarında kötülüğü ve fesadı yaygınlaştırırlar. Bu fesatçılar, ister peygamber, isterse kendi topluluklarından çıkan şuurlu insanlar olsun, bütün ıslahçılara karşı çıkarlar, onlarla mücadele ederler. “Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutan, işbaşına geçince ortalığı fesada verip bozgunculuk yapmaya, “hars”ı (ürünü, ekini) ve nesli yok
3133] 13/Ra’d, 11
3134] 33/Ahzâb, 70-71
3135] 7/A’râf, 56
3136] 13/Ra’d, 25
3137] 98/Beyyine, 7
3138] Hak Söz, sayı, 3-4, s. 1-2
3139] 8/Enfâl, 73
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 731 -
etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.”3140 Bu ayetin metninde yer alan “hars” (ekin, ürün) kelimesi iki şekilde yorumlanır:
Hars, emek yoluyla sağlanan kazanç ve gelirdir. Çoğunlukla dünyevî malları, özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. Hars, bu bağlamda ürün olarak anlaşılırsa, bu mecazî olarak, genelde insan davranışlarına, özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir. Onun için hars, günümüzde kültür kelimesinin karşılığı olarak da kullanılmaktadır.
Bazı müfessirler ise, görüşlerini “kadınlarınız sizin hars’ınızdır” 3141 ifadesine dayandırarak, bu ayette de “hars”ın eşleri anlattığını öne sürerler. Bu durumda “harsın ve neslin yok edilmesi”, aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının çökmesi ile eşanlamlı olur.
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesâdın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah’ın oluncaya kadar hayırlı değişim ve dönüşüm için bütün gücüyle mücâhede, mücâdele ve mukatele etmektir.
Hayırlı Değişimin Önündeki Engeller
a) Atalar Dini
İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve geleneksel yaşam tarzıyla şekillerdirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan, içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce yapılarını dumûra uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı “historizm”, yani “tarihselcilik” olarak tanımlar. Kur’ân-ı
3140] 2/Bakara, 204-205
3141] 2/Bakara, 223
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kerim’in anlatımı ile bu durum, “atalar dini”nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur’an’da anlatılan geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; “atalar dini” mâzereti, İlâhî tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların atalarından devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden “atalar dini” ile “hak din”in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini yönünde yapmışlardır. Bu noktada “atalar dini”ni tercih eden insanlar, alışılmış tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum ve anlayışları reddetmişlerdir.
İşte bu “tarihselcilik”, İlâhî mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı olarak da dini yalnızca Allah’a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah’a kul olarak gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller “İlâhî din”in evrensel ilkeleri değil de; temelde “atalar dini”nin önkabulleri olunca, asırlar boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir. Kendilerine getirilen doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek kendilerini sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve “atalar dini” yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten Kur’an’da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur. Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd’un (a.s.) tebliği karşısında kavmi: “Yâ! Demek sen, tek Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye mi bize geldin?!” 3142 diyerek bu şekilde tavır almış, Allah’a kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına gönderilen Şuayb (a.s.)’ın tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı olmamış, yine “atalar dini”ni terci yönünde olmuştur.3143
Kur’an’da anlatılan kavimlerin kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece Allah’a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak “atalar dini”nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’i yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.3144 Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte “atalar dini” mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle) karşılaşmışlardır. Bu insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim “atalar dini”ni mâzeret gösterenlere karşı: “... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?!” 3145 şeklindeki sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile ortaya
3142] 7/A'râf, 70
3143] 11/Hûd, 87
3144] 43/Zuhruf, 22, 23
3145] 2/Bakara, 170, 5/Mâide,104
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 733 -
koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.3146 Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları, onları Allah’a karşı iftiraya3147 ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür.3148
İnkârcıların durumu böyle iken Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir.3149
Yukarıda anlatılanların günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı olmakla birlikte, Kur’ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla birçok eksiltme, artırma, bid’at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından saymış ve tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam etmiştir. Dinin aslını Kur’ân-ı Kerim’den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini “asıl din” ya da “dinin aslı” konumuna getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla “doğru kabul edilen” şeyleri doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde “gerçekten doğru” 3150 olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan Kur’an’dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur’an süzgecinden geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz. “Asra andolsun ki insan hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 3151
Ataların yolu, babalardan dedelerden devralınan din anlayışı, Kur’an ve Sünnet’e ters, hurâfe ve uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah’a ortak koşmak demektir. Bu problem, sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle, ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek,
3146] 21/Enbiyâ, 54
3147] 7/A'râf, 28
3148] 31/Lokman, 21
3149] 9/Tevbe, 23
3150] 5/Mâide, 48
3151] 103/Asr, 1-3; Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; “ele güne karşı”, “başkaları ne der?”, “ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu yanlıştır”, “senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?”, “biz hocalarımızdan, babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur” gibi ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm’ı anlayıp inanarak yaşamalarının önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu “atalar yolu” anlayışıdır.
Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir. Kur’ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. “Yoksa, bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?”3152
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?”3153
Kur’ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi ölçü almışlardır. “İbrâhim sordu: ‘Nelere tapıyorsunuz?’ Onlar: ‘Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.’ ‘Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?’ ‘Hayır, ama babalarımızı da bu şekilde bulduk.” 3154 Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın motivi olup, aynı zamanda Allah’a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberler bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü
3152] 43/Zuhruf, 21-25
3153] 7/A’râf, 173
3154] 26/Şuarâ, 70-77
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 735 -
söz konusu geleneksel yapı toplum bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm’ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir “din” olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliye devri Araplarında “din” ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. “De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde yarattıkları nedir? Bana göstersenize.’ Yoksa onların Allah’la ortaklığı göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar? Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler.” 3155 “(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât’ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının isteğine/arzusuna) uymaktadırlar.”3156 “Âyetlerimiz onlara apaçık olarak okunduğu zaman; ‘Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan başka bir şey istemiyor’ derlerdi. ‘Bu Kur’an düpedüz bir uydurmadan başka bir şey değildir’ derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun için; ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.” 3157
Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur’an’da en çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah’ın otoritesini benimsemeye engel olur. 3158
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır. Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid’atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine
3155] 35/Fâtır, 40
3156] 53/Necm, 19-20, 23
3157] 34/Sebe', 43
3158] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur’an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış “hâlis din”e sahip çıkmak, “hak üzere”, orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
b) Taklitçilik
Kur’an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile, delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette: “Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin.”3159 buyuruluyor. Diğer bir âyette de: “İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!” 3160 buyuruluyor.
c) İctihad kapısının kapandığı anlayışı, yönetimlerin bu donukluğu teşviki
d) Mehdî ve Hz. İsa beklentisi
e) İlim ve hikmet de olsa dünyanın farklı bölgelerindeki gelişmelere olumsuz tavır
Tefsirlerden İktibaslar
Seyyid Kutub diyor ki:
“Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez.” Yüce Allah’ın onları kendi emrine göre hareket eden korucularla izletmesi, onların hem şahısları hem de durumları açısından meydana getirdikleri değişiklikleri gözetlemek ve bu değişikliklere uygun olarak onlar hakkındaki hükmünü yürürlüğe koymaktır. Çünkü Yüce Allah insanlara verdiği nimeti ya da azâbı, üstünlüğü ya da alçaklığı, onurluluğu ya da ezilmişliği, onlar, düşüncelerini davranışlarını ve pratik hayatlarını değiştirmedikçe değiştirmez. Yüce Allah onların şahısları ve davranışları açısından meydana getirdikleri değişiklikler doğrultusunda onların durumlarını değiştirir. Gerçi, Yüce Allah daha olmadan ne olacağını bilir. Ne var ki, onlara ilişkin hüküm, onların davranışlarına göre olacaktır ve bu hüküm yaşanan değişiklikle aynı zamanda gerçekleşecektir.
Kuşkusuz bu, insana ağır bir sorumluluk yükleyen bir gerçektir. Yüce Allah’ın iradesi ve buna ilişkin yasası, insanlar hakkındaki iradesinin yine bu insanların davranışları yönünde gerçekleşmesi şeklindedir. Bu konudaki yasasını, onların bu yasaya karşı takındıkları tavır uyarınca yürürlüğe koyması yönündedir irâdesi... Bu konuya değinen âyet gâyet açıktır ve yoruma ihtiyaç bırakmamaktadır. Bu âyet yüklediği sorumluluğun yanında, bu insana verilen değeri de göstermektedir. Yüce Allah, irâdesini yürürlüğe koymayı insanın davranışlarına bağlamakla
3159] 2/Bakara, 111
3160] 17/İsrâ, 36
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 737 -
ona büyük bir değer vermiştir.
İlke belirlendikten sonra âyetlerin akışı, Yüce Allah’ın bir toplumun durumunu kötülüğe doğru değiştirmesini gözler önüne sermektedir. Çünkü onlar âyetten anlaşıldığına göre, durumlarını kötülüğe doğru değiştirmiş, Allah da onlara kötülüğü dilemiştir.
“Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe uğramasını dileyince onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah’tan başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur.” Âyet ilkenin bir yönünü açıklıyor ama, diğer yönünü açıklamıyor. Çünkü şu anda iyilikten önce kötülüğü isteyenlerin durumu ele alınmaktadır. Daha önce gafletleri iyice belirginleşsin diye azapdan önce bağışlanma sunulmuştu onlara. Burada ise, sadece kötülüğün sonucu açıklanmaktadır. Amaç onları Yüce Allah’ın karşı konulmaz azabından sakındırmaktır kuşkusuz. Çünkü Allah’ın azâbını hak ettikleri zaman, kendilerini bu azaptan koruyacak bir dost bulamazlar.3161
Yine Seyyid Kutub diyor ki:
“Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez. Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir.” 3162
“Bu kâfirlerin durumu tıpkı Firavunoğulları ile daha önceki kâfirlerin durumu gibidir. Onlar Rabblerinin âyetlerini yalanladılar, biz de onları günahları yüzünden yokettik. Firavunoğulları’nı denizde boğduk. Bunların hepsi zâlimdi.” Yüce Allah, âyetlerini yalanladıktan sonra onları yok etmişti. Kâfir oldukları halde Yüce Allah âyetlerini göndermeden onları yok etmemişti. Çünkü O’nun belirlediği kural ve O’nun kullarına yönelik rahmeti bunu gerektirmektedir. “Biz bir peygamber göndermedikçe, kimseye azap etmeyiz.”3163 Burada, Firavunoğulları ve onlardan önce Allah’ın âyetlerini yalanlayıp bu yüzden yokedilen kâfirleri hatırlatmakta, çünkü onlar “zâlimdi” denmektedir. Burada “zulüm” kelimesi, “küfür” ya da “şirk” anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur’an’da genellikle bu anlamlarda kullanılır...
Şu âyetin anlamı üzerinde biraz düşünmek gerekmektedir kuşkusuz: “Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez.”3164 Bu âyet, bir açıdan Yüce Allah’ın kullarla ilişkilerinde her zaman adil davrandığını vurgulamaktadır. İnsanlar niyetlerini bozmadıkları, davranışlarını değiştirmedikleri, konumlarını terk etmedikleri sürece Yüce Allah onlara bahşettiği nimetini geri almaz. Böyle bir durumda, imtihan ve deneme için kendilerine bahşedilen nimetin değerini bilmedikleri, bu nimete karşılık şükretmedikleri için kendilerinden nimetin geri alınmasını hak ediyorlar... Bir açıdan da bu âyet, insan denen yaratığa verilen en büyük onura işaret etmektedir. Yüce Allah, kaderinin uygulanışını insanın hareketlerine ve davranışlarına göre ayarlamakla bu lütfu bahş,etmiştir insana. Yüce Allah, insan hayatındaki takdiri değişikliği, onların gönüllerinde, niyetlerinde, davranışlarında, hareketlerinde ve kendileri için seçtikleri hayat tarzlarında meydana gelen pratik değişikliğe dayandırmıştır. Bir diğer açıdan da insan denen varlığa -kendi3161]
Fî Zılâli’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3162] 8/Enfâl, 53
3163] 17/İsrâ, 15
3164] 8/Enfâl, 53
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sine verilen bu büyük onura denk düşecek- büyük bir sorumluluk yüklemektedir. İnsan, nimetin değerini bilip, şükrettiği sürece, Allah’ın kendisine verdiği bir nimeti kalıcı kılabilir, arttırabilir de. Aynı zamanda nimete karşılık nankörlük yaptığı zaman, şımardığı zaman, niyeti ve hayat tarzı bozulduğu zaman bu nimeti kendi eliyle giderebilir, yok edebilir.
İşte bu önemli gerçek, “insan gerçeğine ilişkin İslâmî düşüncenin” şu varlık bütününde Allah’ın kaderiyle insan ilişkisinin, insanın şu evren ve evrenin içindekilerle ilişkisinin bir yönünü temsil etmektedir. Bu yönden, insanın Allah’ın terazisindeki değeri ve bu değerle kazandığı onur ortaya çıkmaktadır. Aynı zamanda insanın gerek kendi âkıbeti, gerekse çevresindeki olayların âkıbeti üzerindeki etkinliği ortaya çıkmaktadır. Allah’ın izni ve kendi hareketleri, davranışları, niyet ve hayat tarzı ile birlikte hareket eden Allah’ın takdiri uyarınca sonucu üzerinde etkin rol oynayan bir varlık kimliğine bürünür insan. Bu düşünce sayesinde materyalist düşünce ekollerinin kendilerine yüklediği, aşağılayıcı ve fonksiyonsuz kimliği atar. Bu düşünceler insanı, zorlayıcı determinizm karşısında fonksiyonsuz bir varlık olarak görürler. Ekonomik determinizm tarihi determinizm, evrim determinizmi gibi, insanın karşılarında güçsüz ve etkisiz bir varlık olarak belirlediği daha nice kaçınılmazlıklar, gerekircilikler... İnsan bu zorunlulukların kendisine yüklediği görevi yerine getirmekten başka bir şey yapamaz. Bunlar karşısında insan silik, zavallı ve aşağılanmış bir yaratıktır.
İşte bu önemli gerçek, insanın hayatında ve çalışmasında, iş ve karşılığı arasındaki bu gerekliliği bu şekilde tasvir etmektedir. Aynı zamanda bu gerekliliği kaderi doğrultusunda yürürlüğe giren evrensel yasalarından biri haline getiren Yüce Allah’ın mutlak adaletini de dile getirmektedir. Bu yasanın uygulanışında Allah’ın kullarından herhangi birine haksızlık yapılmaz. “Yoksa Allah kesinlikle kullarına haksızlık yapmaz.” “Biz de onları günahları yüzünden yok ettik, Firavunoğulları’nı da denizde boğduk. Onların hepsi zâlimdi.” “Bu böyledir. Çünkü bir toplum, sahip olduğu iyi bir niteliği değiştirmedikçe, Allah da o topluma vermiş olduğu nimeti değiştirmez.” ... Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun...3165
Mevdûdi diyor ki:
“Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır…”3166 Yani, “Allah yalnızca her şahsın neler yaptığını gözlemekle, yaptığı şeyleri bütünüyle bilmekle kalmaz aynı zamanda o şahsa her yerde eşlik eden koruyucular (gözetleyiciler, gardiyanlar) tayin ederek amellerinin hepsini kayda geçirtir.” Bu âyet, istediklerini yapmakta serbest olduklarını ve bu dünyada yaptıklarının hesabını vermeyecekleri vehmiyle yaşayan sözkonusu insanlara uyarı olması için zikredilmiştir. Uyarı, bu kavmin kendi cezalarının kendileri tarafından davet edildiğini vurgulamaktadır.
“…Gerçekten Allah, kendi nefis (öz)lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir veli yoktur.”3167 Bu âyet, bir takım kutsal şahısların, azizlerin veya meleklerin kendilerini İlâhî cezâdan
3165] Fî Zılâli’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3166] 13/Ra’d, 11
3167] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 739 -
kurtaracak güce sahip olduğunu sananlara bir uyarıdır. Zira onları Allah’a karşı savunacak hiç kimse yoktur. Onlar istedikleri kadar Din Günü’nde Allah’ın tâyin edeceği cezâdan kendilerini kurtarırlar, kendilerine şefaat ederler umuduyla rab ve hâmi edindikleri kimselere kurbanlar sunsunlar, biatlar etsinler, hiç fark etmez.3168
Yine Mevdûdi diyor ki:
“Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir…”3169 Yani, “Bir topluluk davranışlarıyla verilen nimete lâyık olmadığını göstermedikçe, Allah, topluluktan lütuf ve nimetini esirgemez.”3170
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki:
Her biri için önünden ve arkasından birtakım muakkipler, tâkip edici, izleyici kuvvetler vardır ki, onu hıfzederler, her birinin sözünü ve işini kaydederler veya sürekli olarak izleyip korurlar, muhafaza ederler. Ki, onlar Allah’ın emrindendirler. Yani bu tâkip edici güçler veya bu koruyucu kuvvetler “De ki, ruh Rabbimin emrindendir” 3171 âyeti gereğince Allah’ın emrinden ibâret olan birtakım ruhlar veya meleklerdir. Bundan dolayı her birinizin bütün söyledikleri ve yaptıkları, Allah Teâlâ’nın kontrolü, gözetimi, gözlemi ve izlemesi altındadır. Bütün oluşları ve olayları ile hayat her bakımdan O’nun yönetimindedir. O halde hepsi bilinen, her yönüyle kontrol edilen ve inceden inceye izlenen bir şeyin gizlisi, açığı olur mu? Sizce gizli veya açık diye adlandırılan bütün sözleriniz ve bütün davranışlarınız karşılıksız kalır mı? Muhakkak ki, Allah, herhangi bir kavimdeki hali değiştirmez, onlara bahşettiği nimet ve ikbâli ya da iyi-kötü herhangi bir hali ve hasleti değiştirmez, tâ onlar kendi özbenliklerindekini değiştirinceye kadar. Yani, kavimler bir süre için iradelerinde serbesttirler ve sorumlulukları iradelerine göredir. Şimdiye kadar hep böyle olagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. (Enfal Sûresi’nde “Bu,onlar kendilerindekini değiştirmedikçe Allah’ın bir kavme verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden böyledir.” meâlindeki âyette bunu belirtir.3172 Bununla beraber Allah bir kavme bir fenalık murad ettiği vakit artık onu geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur, onun önlenmesine imkân yoktur. İsteseler de istemeseler de Allah’ın murad ettiği o kötülük, geçici ise geçici olarak, ebedî ise ebedî olarak mutlaka meydana gelir ve hiçbir şekilde önlenemez. Ve onların Allah’tan başka bir velîleri de yoktur ki, ona bir çare bulsun.3173
Yine Elmalılı diyor ki:
53- Bu, yani bu âdetin böyle olması, bütün bunların başlarına gelen cezaların ve ikabın böylece kendi amellerine, dayanması şu iki sebep iledir ki, Allah Teâlâ bir kavme, bir topluma ihsan ettiği nimeti durup dururken değiştirecek değildir. Ta onlar kendilerindekini değiştirinceye kadar. Yani onlar o nimete erdikleri zaman kendilerinde o nimete sebep ve vesile olan fıtrî misakı, ahlâk ve güzel
3168] Tefhîmu’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3169] 8/Enfâl, 53
3170] Tefhîmu’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3171] 17/İsrâ, 85
3172] âyetin tefsirine bkz: 8/Enfâl, 53
3173] Hak Dini Kur’an Dili, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
amelleri, kendileri bozup değiştirinceye kadar, huylarını değiştirinceye kadar Allah’ın o nimeti değiştirmesi, Allah’ın âdetlerinden değildir. İlâhî âdet kişisel sebeplere dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huyların ve davranışların değişmesi sebebine bağlamıştır. Ki insanın sorumluluğu da buna dayanır. Sebeplerin birincisi işte budur. İkincisi de Allah kesinlikle her şeyi işitir ve bilir. Çünkü Allah herkesin içyüzünü bilir, ne söylediğini de işitir. Onun gözünden hiç kimse bir şey kaçıramayacağı için, O da ona göre hesaba çeker. Şu halde akıl ve irade, küfür ve iman, ahlâk ve amel gibi kişisel sebeplere bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya alınıp verilen nimetler bu konunun dışındadır. Hiç şüphe yok ki, bu konuda bütün kişisel sebeplerin kıymeti, nimet veya nimet sayılan şeylerin gerçek yüzünü tanıtan âyetleri tanıyıp tanımamaktan ileri gelmektedir. Bir kimsenin kendi fıtratını ve fıtratla ilgili ahdini bozması ve kendisine vârid olan sezgi ve delillerin yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki nimetin değişmesine sebep olur. Yine bir kavmin kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine İlâhî ahkâmı tebliğ eden hak rehberlerinin dâvetini duymak ve tanımak istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur3174
Muhammed Esed diyor ki:
“(Böyle biri sanıyor mu ki) kendisini önünden ve ardından izleyen (ve) onu Allah her ne ki takdir etmişse ona karşı koruyup gözeten refakatçileri vardır. Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez; ve Allah insanlara (kendi kötülüklerinin bir sonucu olarak) bir felâket tattıracağı zaman hiçbir şey bunun önünde duramaz: Çünkü onların, kendilerini O’na karşı koruyabilecek kimseleri yoktur.”3175
“(Böyle biri sanıyor mu ki) kendisini önünden ve ardından izleyen…” Lafzen, “ellerinin arasından ve arkasından”. 2:255’de olduğu gibi, “ellerinin arasında” tâbiri “onun tarafından fark edilen, görülen” ya da “onun için âşikâr olan” anlamına gelirken, “onun arkasında olan” tâbiri mecâzî olarak “onun haberdar olmadığı” ya da “ondan gizli” olan şey anlamında kullanılmaktadır. Bkz. bundan sonraki not.
“…(ve) onu Allah her ne ki takdir etmişse…” Lafzen, “Allah’ın emrinden”. Yukarıdaki bölümün çevirisini büyük ölçüde mu‘akkibât (“bir şeyin hemen peşinden giden ya da gelen yahut kesintisiz olarak onu izleyen başka şey” anlamındaki mu‘akkib sözcüğünün çoğuludur) teriminin anlamı belirlemektedir. Klasik müfessirlerin çoğu mu‘akkibât sözcüğüne “melekler kafilesi” yahut “melekler ordusu” anlamını, yani, her insana refakat eden ve kesintisiz olarak birbirinin peşinden görev yapan kaydedici melekler anlamını vermişlerdir. Bunun bir sonucu olarak da min beyni yedeyhi ve min halfihî ibaresine “önünde ve arkasında sıralanan” yani, “insanı her yandan kuşatan” anlamını, min emrillâh ibaresine de “Allah’ın buyruğuyla” anlamını vermişler ve böylece mu‘akkibât sözcüğünden yola çıkarak âyeti meleklere ve onların gözcülük görevlerine işaret olarak yorumlamışlardır.
Ne var ki, bu yorum bütün müfessirler tarafından desteklenmemektedir. İlk müfessirlerden bazıları mu‘akkibât teriminin, insanın, istek ve niyetlerini Allah’ın
3174] Hak Dini Kur’an Dili, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3175] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 741 -
irâdesinden bağımsız olarak gerçekleştirmesinde kendisine yardımcı olacaklarına inandığı ve böylesine boş ve bâtıl bir inançla bağlanıp güvendiği her türlü dünyevî güçleri ve kavramları işaret ettiğini söylemiştir; Râzî’nin kaydettiğine göre bu vecîz âyeti ünlü müfessir Ebû Muslim İsfehânî de aynı yönde yorumlamıştır. Adı geçen müfessir 10. âyetle 11. âyetin baş kısmını aktarırken şöyle söylemektedir: “Allah’ın ilmine nisbetle, gizlice yapılan işlerle açıkça yapılanlar, gecenin karanlığında kendini saklayan kimseyle gün ışığında (cüretle ortalıkta) dolaşan kimse hep aynıdır... Çünkü gece(nin örtüsün)e sığınan kimse (böyle yapmakla) asla Allah’ın takdirinden (emr) kaçamaz, tıpkı yardımcılarıyla/refakatçileriyle (mu‘akkibât) çevrilmiş olarak gün ışığında dolaşan kimsenin bundan kaçamadığı gibi: Çünkü o yardımcılar, o kimseyi Allah’ın emrine/takdirine karşı hiçbir şekilde koruyamazlar.” Biz de çeviride bu doyurucu yorumu esas aldık. Günahkâr kimsenin güvenip dayandığı “koruyucu” ya da “destekleyici” güçler (zenginlik, soy-sop, zürriyet genişliği gibi) gözle görünür şeyler olabileceği gibi, (kişisel nüfûz, yüksek toplumsal itibar ya da kişinin “şans”ına inanması gibi) soyut ve görünmez şeyler de olabilir; bu husus, min beyni yedeyhi ve min halfihî ibaresinin “hem kişinin görüp farkında olduğu, hem de farkında olmadığı ya da kendisinden gizli” anlamına yorumlanması için bir dayanak oluşturmaktadır.3176
“…Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını…” Lafzen, “içlerinde olanı”. Bu ifadenin olumlu ve olumsuz olmak üzere iki anlamı vardır: yani, insanlar kendi nefislerini fesat ve yozlaşmaya terk etmedikçe Allah yardım ve esirgemesinden onları yoksun kılmaz;3177 buna karşılık, yine Allah, bilerek-isteyerek günah işleyen kimseler kendi içlerindeki eğriliği, olumsuz eğilimleri değiştirerek bunu hak etmedikçe, onlara rahmet ve inâyetini nasip etmez. En geniş anlamıyla bu ifade, hem bireysel, hem de toplumsal hayata yön ve biçim veren; taşıyıcılarının ahlakî niteliklerine ve “iç dünyalarındaki” rûhî/mânevî biçimlenmelere göre uygarlıkları yükselten ya da alçaltan ilahî sebep-sonuç ilke ya da ilişkisini, yani, sünnetullâhı dile getirmektedir.3178
Yine Muhammed Esed diyor ki:
“Bu böyledir, çünkü Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe asla değiştirmez; ve (bilin ki) Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.”3179
“…Allah, bir topluma bahşettiği nimeti ve esenliği, o toplum kendi gidişini değiştirmedikçe…” Allah’ın, yaratılış olgusu ve yarattığı âlemler için belirlediği sebep-sonuç ilkesi (ki bu, Kur’an’ın başka yerlerinde sünnetullah, “Allah’ın hüküm ve yaratışında irâde buyurduğu yol” olarak geçmektedir) çerçevesinde olmak üzere yukarıdaki ifadenin geniş çağrışım alanı hakkında yapılmış bir açıklama için, 13:11’deki “Allah insanların durumunu değiştirmez, tâ ki onlar kendilerini değiştirinceye kadar” şeklinde geçen ifade için düştüğümüz nota bkz. “…asla değiştirmez.” Yani, nimeti ve esenliği geri almaz.3180
3176] bk. önceki not
3177] karş. 8:53
3178] Kur’an Mesajı, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3179] 8/Enfâl, 53
3180] Kur’an Mesajı, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ali Küçük diyor ki:
İnfitâr sûresinde de şöyle buyurulur: “Muhakkak ki üzerinizde koruyucu melekler vardır. Şerefli yazıcılar her yaptığınızı bilmektedirler.” 3181 İşte bütün bunlar Allah’ın sizin üzerinizde hâkimiyetini, Kahhâr oluşunu, sizi kendi halinize bırakmayıp sürekli sizinle diyalog halinde oluşunu, sizin hayatınıza karıştığını ve sizin her ânınızı kontrol ettiğini gösterir. Hiç kimse bir tek saniye bile kendi başına değildir. İnsanın her hareketini kontrol eden, her nefesini sayan melekler vardır yanında. Zaten İslâm’daki melek inancının odak noktası da budur işte. Yâni öyle bir Allah’a inanacağız ki melekleri vâsıtasıyla sürekli bizimle diyalog halinde olan bir Allah. Yâni böyle kimilerinin iddia ettikleri gibi dünyayı yaratmış, yorulmuş, köşesine çekilmiş, dünyayla ilgilenmeyen ve ne haliniz varsa görün, bildiğiniz gibi yaşayın diyen bir Allah değil.
Öyleyse anlıyoruz ki insan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyeti altındadır. İnsan her şeyiyle Allah’ın hâkimiyetine mahkumdur. Alıp verdiği nefesler bile O’nun kontrolü, izni ve hâkimiyetine tâbîdir. Her şey Onun gücü ve tasarrufu altındadır. Her şey Ona boyun eğmiştir. Ve O Kahhâr olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah sizin üzerinize koruyucular göndermektedir. Sizlerin yeryüzünde yaşadığınız sürece işlediğiniz tüm amelleri tespit etsinler diye, sizi görüp gözetsinler, sizin amellerinizi yazıp muhafaza etsinler diye ve de sizleri korusunlar diye meleklerini göndermektedir. Hadisin ifadesiyle söyleyecek olursak, bir an bile bu melekler sizin üzerinizdeki korumalarını kaldırıverse şeytanlar tarafından kapılırdınız diyor Allah’ın Rasûlü.
Âyetin bu bölümünde de Rabbimiz, bize değişimin; bireysel ve toplumsal değişimin yasasını anlatıyor. İnsanlar ve toplumlar kendi kendilerini değiştirmedikçe, kendi içlerinde olanı değiştirip kendi kendilerini iyiliğe doğru götürmedikleri sürece Allah onları değiştirecek değildir. Öyleyse eğer Rabbimizin bizi değiştirmesini, bizi iyiye, doğruya, Hakka yönlendirmesini istiyorsak, biz önce kendimizi değiştirmek, kendimiz iyiye, doğruya, Hakka, hidâyete yönelmek zorundayız. Kendimizi ıslah etmek zorundayız.
Evet Allah’ın bizim durumlarımızı değiştirmesini mi istiyoruz? İnsanların durumlarını, çevremizdekilerin, çocuklarımızın, hanımlarımızın, arkadaşlarımızın, dostlarımızın, toplumun mevcut hayatlarını beğenmedik de Allah’ın değiştirmesini mi istiyoruz? Veya bu insanların bu toplumun hayatlarını bir kademe ileriye götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak mı istiyoruz? Kur’an ve sünnete uygun bir bireysel ve toplumsal yapıya kavuşmak mı istiyoruz? Önce kendimizin ve toplumun hayatını değiştirmeye, Allah’ın istediği bir hayata yönelmeye mecburuz. Müslümanlığımızı güzelleştirme yoluna girmeye mecburuz. Biz böyle bir adım atarsak, biz kendimizi değiştirmeye karar verirsek Allah da bizi değiştirecektir. Bir kimse kendisini değiştirmeyi istemedikçe Allah onu değiştirmiyor. Bir toplum kendisini değiştirme yoluna girmedikçe Allah o toplumu değiştirmiyor. Bu Allah’ın değişmez bir yasasıdır. Yattığımız yerden Allah’ın bizi değiştirmesini beklememeliyiz. Bu sünnetullaha terstir.
Mala bakışı bozuk olan, dünyayla ilişkisini Allah’ın istediği biçimde ayarlayamayan, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatını Allah’ın istediği
3181] 82/İnfitâr, 10, 12
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 743 -
biçimde dengede tutamayan, evinde karısını ve çocuklarını Allah’ın istediği biçimde eğitemeyen, evinde Allah’ın, Peygamberin, kitabın, sünnetin isminin dahi geçmediği, Allah’ın kitabından ve Rasûlünün sünnetinden habersiz bir hayat yaşayan bir ferdi, bir aileyi, bir toplumu Allah asla değiştirmez. İnsanlar alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından rahatsız olup mevcut hayatlarından farklı Allah ve Rasûlünün istediği bir hayat programına geçmeye karar verip bu yola girmedikçe Allah onları asla değiştirmez. Biz önce kendimiz değişikliğe talip olacağız, Allah da bizi değiştirecektir. Biz önce Allah’ın kitabıyla Rasûlünün sünnetiyle tanışacak, tüm hayatımızı onlarla yargılayarak Allah’ın istediği bir hayata gireceğiz ki Allah da bizi düzeltsin. Okudukça hayatımız değişmelidir.
İşte İslâmî değişimin yasası budur. Küfrün ve şirkin de değişim anlayışları vardır. Bakın insanlara, hep değişim istiyorlar, değişmeden yanalar değil mi? Yeterli bulmuyorlar, tatmin olmuyorlar hep değişmeden ve değiştirmeden yanalar da onun için moda denen şeyi icad ediyorlar. Arabasını değiştiriyor adam, evini değiştiriyor, modelini değiştiriyor, evindeki eşyasını değiştiriyor, değiştiriyorlar. Bu da küfrün değişim modelidir.
Allah bir toplumun fenalığını dileyince, bir topluma kötülük ulaştırmayı murad edince artık onun önüne geçilmez. Hiç kimse bunu engelleyemez. Onun takdirinin önüne hiç kimse geçemez. Onun isyankarlara yazdığı azabı hiç kimse engelleyemez. Dünyada insanlara sınırlı bir özgürlük verir, ne yaparsanız yapın imtihan gereği size dokunmuyorum der, ama bir kere de onlara bir kötülük dokundurmayı diledi mi artık onun önüne kimse geçemez. Onlar için Allah’tan başka hâmî de bulunmaz.3182
Yine Ali Küçük diyor ki:
“Bu, bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe Allah’ın da verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden ve Allah’ın işiten bilen olmasındandır.” 3183
Evet salahla ilgili, ıslahla ilgili bir başka yasanın böylece gündeme getirildiğine şâhit oluyoruz. Herhangi bir toplum kendisini, kendi durumunu, kendi hayatını değiştirmedikçe Allah da o toplum üzerindeki nimetlerini değiştirecek değildir. Bu Rabbimizin hikmetine terstir. Evet Rabbimiz herhangi bir topluma verdiği nimetlerini değiştirmeyecektir. Bu nimet iman nimeti olabilir, hidâyet nimeti, sağlık nimeti, servet nimeti, güvenlik nimeti olabilir. Bir toplum kendisini değiştirip, Allah’a kulluğunu bozup nankörleşmedikçe onlara verdiği nimetlerini Rabbimiz asla onlardan geri almamaktadır.
Tabii bu değişim müsbet de, menfî de olabilecektir. Rabbimiz tarafından beğenilen bir durum beğenilmeyen bir durumla değiştirilebileceği gibi, bunun tamamen aksi de olabilecektir. Yâni bir toplum tavırlarıyla Rabbimizin kendilerine lutfettiği nimetlerine ehil olmadıklarını göstermedikçe onlara lütfettiği nimetlerini esirgemez, çekip onların elinden geri almaz.
Meselâ Rabbimiz Kureyş’e nimetler göndermişti. Tüm dünyaya karşı büyük bir güven duygusu vermişti. İşte onlar kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, yâni kendilerine Allah’ın Rasûlü geldikten sonra onu ortadan kaldırma
3182] Besâiru’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin Tefsiri
3183] 8/Enfâl, 53
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eylemlerinden, Allah’la savaş cüretlerinden vazgeçmedikleri sürece Allah onlara verdiği bu nimetlerini değiştirecektir. Ama insanlar iyiye doğru, Hakka doğru, kulluğa doğru bir düzelme gösterirlerse Rabbimiz onlara daha çok nimetler gönderiyor. Günahlara doğru, isyanlara doğru bir eğilim gösterdikleri zaman da Rabbimiz ellerindeki nimetlerini geri alıveriyor.
Evet bu yasa kâfirler için de, mü’minler için de geçerlidir. Kâfirlerin de mü’minlerin de bu yasayı bilmeleri gerekmektedir. Eğer her gün biraz daha güzel Müslümanlığa yönelebilirsek, durumlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek, imanlarımızı, takvâlarımızı, teslimiyetlerimizi, amellerimizi, namazlarımızı biraz daha güzelleştirebilirsek kesinlikle bilelim ki Rabbimiz bize daha çok nimetler gönderecektir. Ama şu anda imtihan için bize verilen nimetleri Allah’a kulluk yolunda kullanmaz, bunların birer imtihan sebebi olduğunu unutursak kesinlikle bilelim ki bu nimetler elimizden alınacaktır. Hiç şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve bilendir.3184
Hayreddin Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş diyorlar ki:
Burada genel bir kural, İlâhî bir âdet açıklanıyor: Allah’ın kullarına sayısız nimetleri vardır, bunları baştan vermesinin veya esirgemesinin de ilâhî adalet ilkesiyle çelişmeyen hikmet ve sebepleri mevcuttur. Ancak Allah verdiği bir nimeti durup dururken, nimete mazhar olan kulda bir değişiklik meydana gelmeden geri almaz, zıddı İle değiştirmez. Önce insanlar, Allah’ın hoşnut olmadığı bir şekilde değişirler, öz değerlerine yabancılaşırlar, ellerindeki nimetin şükrünü yerine getirmez, onu gerektiği yerde, gerektiği gibi kullanmazlar, şımarırlar, nimetlerin Allah’ın lütfü ile ilişkisini unutur, kerameti kendilerine mal ederler; güç, servet, ilim, iktidar gibi ilâhî nimetleri zulüm için kullanırlar... İşte böyle değişen ve bozulan insanların elinden nimet, onu veren Allah tarafından alınır ve yerine zıddı (felâket, mahrumiyet, sıkıntı) verilir.
Yukarıda3185 müşriklere yönelik bir uygulamanın tarihî örneği verilmişti. Bu âyet ise genel kuralın, İlâhî âdetin, tarihte olup biten bazı örnek ve uygulamalarını hatırlatmaktadır. Âyetlerden anlaşıldığına göre sosyal değişim daima düz bir çizgide ve ileriye veya önce ileriye sonra geriye doğru seyretmez. Allah’ın sünnetine (koyduğu kanunlara) göre değişimin belirleyici âmili ne tarihtir ne de insan irâdesi dışında bir başka sebeptir. Fert ve toplum olarak insanlar kendi iradeleriyle inanç, ahlâk ve zihniyet bakımından değişirler. Bu değişme üst yapıda, kültür ve medeniyette de değişmeler meydana getirir, değişim kemale doğru da zevale doğru da olabilir, değişimin ilâhî kanunu ve kuralı budur.3186
Kurtubî diyor ki:
“Onun önünden de, arkasından da kendisini Allah’ın emriyle koruyan izleyicileri vardır. Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz. Allah, bir toplumun da kötülüğünü diledi mi, artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur. Onların, O’ndan başka bir vekilleri de olmaz.”3187 Yüce Allah’ın: “Onun... izleyicileri vardır.” Yani Yüce Allah’ın gece ve gündüz bir diğerinin yerine geçen
3184] Besâiru’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3185] 8/52. âyet
3186] Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, Enfâl, 53-54. âyetlerin tefsiri
3187] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 745 -
melekleri vardır. Gece melekleri yukarı çıktımı, onların akabinde gündüz melekleri gelir.
“Gerçek şu ki; bir toplum kendi özünde olanı değiştirmedikçe Allah da hallerini değiştirip bozmaz.” Yüce Allah bu âyet-i kerîmede bir toplum da -ya bizzat kendileri, ya kendileri için gözetlemek durumunda olanlar, nezaret edenler, yahut herhangi bir sebep dolayısıyla kendilerinden sayılan bir kimse tarafından- bir değişiklik meydana getirilmedikçe o toplumun durumunu değiştirmeyeceğini haber vermektedir. Meselâ, Uhud günü okçuların kendi nefislerindekini değiştirmeleri sebebiyle Yüce Allah bozguna uğrayanların (önceki) hallerini değiştirmişti. Buna benzer şeriatte görülebilen başka misaller de vardır. Buna göre âyet-i kerîme; herhangi bir kimse önce bir günah işlemedikçe ona hiçbir şekilde ceza gelmez anlamında değildir. Aksine başkalarının günahları dolayısıyla musibetler de gelebilir. Nitekim Peygamber (s.a.s.): Sâlih kimseler aramızda varken helâk edilir miyiz? diye sorulunca, “Eğer f’ısk ve fücur artacak olursa evet” diye cevabını vermiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.)
“Allah bir toplumun da kötülüğünü” helâk ve azâbını “diledi mi artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur.” Yüce Allah, bir toplumun hastalık ve türlü rahatsızlıklar gibi bir takım belâ ve musîbetlere uğramalarını dileyecek olursa, onun belâsını hiçbir kimse geri çeviremez.
Bir diğer açıklamaya göre Yüce Allah, bir kavim hakkında kötülüğü dileyecek olursa, onların basiretlerini köreltir ve onlar da belâ ihtiva eden şeyi tercih eder ve onu işlerler. Böylelikle kendi ayaklarıyla helâklarına doğru yürürler. O kadar ki; onlardan birisi kendi eliyle, kendisini öldürmenin yollarını araştırır, kendi ayakları ile kendi kanını akıtmaya doğru yol alır hale gelir.
“Onların O’ndan başka bir vekilleri” bir sığınakları “da olmaz.” es-Süddî’nin yaptığı açıklamanın anlamı budur. Bir diğer açıklamaya göre; Allah’ın azabına karşı onları koruyacak bir yardımcıları olmaz.3188
Yine Kurtubî diyor ki:
“Bunun sebebi şudur: Bir kavim nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirici değildir. Ve şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir, bilendir.”3189 Bu buyruk, (azap için) gerekçe mâhiyetindedir. Yani, bu şekilde cezalandırma, onların Allah’ın nimetini değiştirmeleri, tebdil etmeleridir. Kureyş içine Allah’ın nimeti; verimlilik ve bolluktur; güvenlik ve âfiyettir: “Görmediler mi ki Biz onlara güvenilir bir haram (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafındaki insanlarda kapılıp alınmaktadırlar...”3190 es-Süddî der ki: Allah’ın onlara nimeti Muhammed (s.a.s.)’dır. Ancak onu inkâr ettiler. O bakımdan o da Medine’ye göç etti, İlâhî ceza da müşrikleri buldu.3191
3188] El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3189] 8/Enfâl, 53
3190] 29/Ankebût, 67
3191] El-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İzzet Derveze diyor ki:
Sosyal Değişim Yasası
“Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye, bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz.” Bu cümle üzerinde durup düşünmek gerekir. Çünkü Yüce Allah’ın toplumsal hayata egemen kıldığı bir sosyal yasaya dikkat çekmektedir. İnsanlık, bu yasa uyarınca nimet ve intikam, refah ve yokluk, dirlik ve bozgunculuk arasında sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadır. Ayrıca âyet-i kerimede tüm zaman ve mekânlardaki insanlara yönelik evrensel bir mesaj yer almaktadır. İnsanların sahip oldukları nimetler, zaman zaman yaşadıkları cezalandırma amaçlı musibetler, iyilikler ve inim inim inleten felâketler durduk yerde ortaya çıkmazlar. Tam tersine bu durumların, insanlığın tutum ve davranışları ile, hayat tarzı ile doğrudan ilgisi vardır. Eğer insanlar bir yerde güçlü ve onurlu bir hayat sürdürüyorlarsa, huzurlu ve başarılı bir toplum örneğini sergiliyorlarsa, bunun tek nedeni hayat biçimlerinin hak ve doğruluk esaslarına dayanıyor olmasıdır. Üzerinde bulundukları bu hayat biçimini sürdürdükleri bu dosdoğru yoldan sapmadıkları sürece, konumlarının iyi niteliği kötülükle değiştirilmez. Bir yerde herhangi bir toplum güçsüz ise, musibetlerden belini doğrultamıyorsa, zillet içinde yaşıyorsa, yoksulluk çekiyorsa, hayatına kelimenin tam anlamıyla anarşizm egemense, kuşku yok ki, bunun tek nedeni, adı geçen toplumun hayat biçiminin sapıklığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa dayanıyor olmasıdır. Bu toplum, dengeli bir hayat çizgisine dönüş yapmadıkça, doğruluk ve dirlik yolunu izlemeye başlamadıkça, içinde bulunduğu kölü durum iyilikle yer değiştirmez, olumsuz hali, olumlu hale dönüşmez. Bu realite, eşyanın hakikatine yönelik dikkatli bir bakış ile daha bir belirginlik kazanır. Cümledeki ifade mutlak oluşun, ortaya konan gerçeğin, bütün insanları, bütün ortamları, bütün sınıfları, bütün ulusları, bütün dinleri ve bütün sosyal, ekonomik ve politik durumları kapsadığını anlatmaktadır. Bu bakımdan ifadenin Kur’an-ı Kerim’de yer alan hikmetli özdeyişlerin, deyimlerin ve somut örneklerin en vurgulayıcısı, en çarpıcısı ve en etkileyicisi olarak nitelendirilmesi yerindedir. Enfal sûresinde, bir ölçüde bu ifadeyi çağrıştıran bir âyet yer almaktadır: “Bir kavim kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir.” 3192 Ne var ki, incelemekte olduğumuz cümle, hem nimet, hem de musibet halini kapsayacak şekilde mutlak olması bakımdan daha geneldir.
“Allah bir topluluğa kötülük diledimi...” ifadesini açıklarken, bir topluluk olumsuz tavırları dolayısıyla Allah’ın cezasını hakettiği zaman.... şeklinde bir değerlendirmede bulunduk. Görüldüğü gibi bu değerlendirmemiz âyetin atmosferi ile örtüşmektedir. Âyet-i kerimede şu gerçek net biçimde ortaya konmaktadır: İnsanlar, kendi iradeleri ile nefislerinde olanı değiştirme kabiliyetine ve yetkisine sahip oldukları için yapıp ettiklerinin sorumluluğunu taşıyorlar. Vardığımız bu sonuç çeşitli münasebetlerle vurguladığımız gibi, Kur’an direktifleriyle de bağdaşır niteliktedir.3193
Yine İzzet Derveze diyor ki:
Allah’ın dünya toplumları için koyduğu kanundan -burada kasıt
3192] 8/Enfal, 53
3193] et-Tefsîru’l Hadîs, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 747 -
sünnetullahtır- bahsedilmiştir. Allah, bir kavme verdiği nimeti değiştirmez. Emniyetlerini korkuya, zenginliklerini fakirliğe, izzetlerini zillete, selametlerini helaka dönüştürmez. Ama o kavim, eğer Allah’ın sağlam yolundan sapar, günahlara ve kötülüklere dalarsa o taktirde Allah verdiği nimeti değiştirir. Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir. O, her şeyi işitir, her şeyi bilir ve kullarına yaptıkları ile muamele eder.
Yukarıdaki âyetler, Bedir Savaşı’nın sonuçlarını izlemek sûretiyle önceki âyetlere bağlıdır. Kâfirlerin durumunun, dünyevi azap yönünden Firavun kavmi ve daha önceki kavimler gibi olduğunu, ahirette de onlarla aynı âkıbeti paylaşacaklarını bildiriyor. Kâfirlerin başlarına gelen felâketi edebî bir üslûpla tahlil eden âyetler, onların, bu felâketi tutumlarından ve küfürlerinden ötürü hakettiklerini ifade ediyor.
Değişimin Yasası ve İçerdiği Sosyal Öğretiler
Burada, bütün zaman ve nesilleri içine alan mutlak bir ifade kullanılmış, Ölümsüz bir sosyal gerçekliğe dikkat çekilmiştir. Gerek olumlu gerekse olumsuz yönde bir toplumun sosyal değişimi, toplumun kendini değiştirmesine bağlıdır. Allah’ın toplum tabiatına koyduğu kanun budur. Yani, bir topluluk içinde bulunduğu olumsuz yapıdan, olumlu ve daha iyi bir sosyal yapıya ulaşmak için sahip olduğu olumsuz değer yargılarını olumlu yönde değiştirmek zorundadır.
Bu âyette, nimetin değişimi yani, iyiden kötüye bir değişim sözkonusudur. Bunun sebebi âyetin nüzul sebebi ve indiği zamandır. Ra’d sûresinin 11. âyet-i kerimesinde ise, hem iyiden kötüye hem de kötüden iyiye bir değişimden bahsedilmiştir. Nitekim, âyette şöyle buyuruluyor; “Bir kavim kendinde olanı değiştirmezse Allah ta onların durumunu değiştirmez.” Bu cümlenin açıklamasını yaparken çift yönlü değişimin, toplum bireylerinin çaba ve gayretine bağlı olduğunu söylemiştik. Çünkü Allah insana bu kabiliyeti vermiş ve ona sorumluluk yüklemiştir.
Bir kısım müfessirler, Tabiin ulemasından Süddi’ye nisbet ettikleri bir kavli nakletmişlerdir. 53. âyet hakkındaki bu kavle göre, âyette geçen nimet, Allah tarafından Kureyş’e, Muhammedî risalet ile verilen nimettir. Kureyş, Muhammed (s.a.s.)’i yalanlayınca, Allah bu nimeti Medineli Ensara verdi. Ancak Muhammedi mesajın, Kureyş için büyük bir nimet ve Hz. Peygamber’in kıyâmete kadar bütün âlemlere bir rahmet olarak gönderilmesi göz önüne alınırsa, âyetin mânâsından da anlaşılacağı üzere Kur’an’ın sosyal hikmetlerinden birini en kapsamlı, en geniş bir şekilde ele aldığı görülecektir. Bunu, Kureyş’in sözkonusu risalet nimetinden ebediyyen mahrum bırakılmayışı, sadece az bir zaman bu nimetten mahrum kalması da teyid ediyor. Fetih gerçekleştikten ve Mekke halkı Allah’ın dinine girdikten sonra Kureyş de bu nimetten yararlanmaya başladı.3194
Fahreddin Râzî diyor ki:
Küfran Olmadıkça Nimet Geri Alınmaz
Cenâb-ı Hakk’ın “Bir kavim, kendinde olan durumu değiştirip bozmadıkça, hiç şüphesiz Allah da, onu değiştirip bozmaz” buyruğuna gelince, bu hususta, bütün müfessirler bundan murâdın, “Allah, onlardan isyan ve fesatların zuhur etmesi durumu hâriç, onlardan intikam almak sûretiyle içinde bulundukları nimetleri
3194] et-Tefsîru’l Hadîs, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değiştirmez” mânâsı olduğunu söylemişlerdir. Kâdi demiştir: “Âyetin zâhiri, ancak bu mânâya gelebilir. Zira Allah, dünyada olan nimeti, kullardan gelen bir sebep olmaksızın verir. Yalnız, cezalandırma böyle değildir (Ceza, ancak kuldan gelen bir duruma karşılık verilir.) Çünkü Allah Teâla, gerek uhrevî ve gerekse dünyevî nimetleri sebep olmaksızın (hak edilmeksizin) verir ve bu hususta dilediğini, dilediğinden üstün kılar. Şu halde Hak Teâlâ’nın âyette bahsettiği “değiştirme”den muradı, helâk etme ve cezâlandırmadır.”
Sonra müfessirler ihtilâf etmişler ve bazıları, “Bu söz, daha önce geçen “(Müşrikler) senden, iyilikten önce çarçabuk kötülük isterler” 3195 âyeti ile ilgilidir. Binâenaleyh Allah Tealâ, o müşriklerin başına, onların küfür ve günahta ısrar edecekleri iyice belli oluncaya kadar, köklerini kazıyacak bir azab indirmeyeceği beyan etmiştir” demişlerdir. Hatta bunlar şöyle de demişlerdir: “Onların içinde, ileride iman edecek kimseler olduğu veya onların soyundan iman edecek kimselerin geleceği bilinir ise, Hak Teâlâ onların kökünü kurutacak bir azab indirmez.” Diğer bazıları “Aksine âyetteki bu ifâde, mutlak mânâsı üzere geçerlidir ve bundan murat, “alabildiğine fesada dalmış ve Allah’a kulluk etmede yollarını bozup değiştirmiş her kavimden, Allah nimetlerini giderir (geri alır) ve onların üzerine çeşit çeşit azablar indirir” mânâsıdır” derlerken, bazı alimler de şöyle demişlerdir: “Bu kavimlerin içinde yaşamakta olan mü’minler de, bazan o azaba dûçâr olurlar.” Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Eğer insanlar bir zâlimi görür ve ona engel olmazlarsa, Allah’ın herkese şâmil bir azab indirmesinden korkulur.”
Ebû Ali el-Cübbâî ve Kâdî, bu âyeti iki meselede delil getirmişlerdir:
Birinci Mesele: Allah Teâlâ, babalarının günahları yüzünden, müşriklerin (küçük iken ölen) çocuklarına azab etmez. Çünkü onlar. Allah’ın kendilerinde olan hiçbir nimetini değiştirmemişlerdir ki, Allah da onların halini, nimetten azaba değiştirsin.
İkinci Mesele: Onlar (muhtemelen ehl-i sünnet’i kastederek) şöyle demişlerdir: “Âyet, Cebriye’nin şu şekildeki: “Kul, daha bâliğ olur olmaz, ondan ileri gelen bir sebep olmaksızın, Allah onu saptırıp hidâyetten mahrum bırakabilir. Bu ise, cezalandırmaktan daha müthiştir. Üstelik kulun tağyiri (bozması) da sözkonusu değildir” görüşünün yanlışlığına delildir.
Cevap: Âyetin zahiri, Allah’ın bu “değiştirme” meselesindeki fiilinin, kulun “değiştirme” fiilinden sonra olduğunu gösterir. Ama “Siz, Allah dilemedikçe, dileyemezsiniz” 3196 âyeti, kulun fiilinin, Allah’ın fiilinden sonra olduğuna delâlet eder. Böylece sanki bir tearuz ortaya çıkmaktadır.
Cenâb-ı Hak, “Allah bir kavmin de fenalığını diledimi, artık onun reddine hiç bir (çare) yok” buyurmuştur. Alimlerimiz, bu âyeti kulun fiillerinde bağımsız olmadığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kul, kâfir olduğunda, Allah Teâlâ’nın, o kulun dünyada ayıplanmaya, âhirette de cezaya müstehak olduğuna hükmedeceğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh kul şâyet imanı elde etmede bağımsız olsa idi, o zaman Allah’ın, kendisi hakkında irâde ettiği şeyleri reddetmeye de kadir olurdu. Bu durumda Hak Teâlâ’nın, “Allah bir kavmin de fenalığını diledi
3195] 13/Ra’d, 6
3196] 76/İnsan, 76
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 749 -
mi, artık onun reddine hiç bir (çâre) yok” buyruğu geçersiz olmuş olurdu. Böylece önceki âyet, her nekadar Mu’tezile’nin görüşü lehine bir delil ihtivâ ediyor gibiyse de, bu âyetin de bizim (ehl-i sünnet) mezhebinin doğruluğuna delâlet eden en kuvvetli delillerden biri olduğu sâbit olur. Dahhâk, İbn Abbas (r.a.)’ın: “O mu’akkıb (takibçi melekler) hiçbirşeyi savuşturamaz” dediğini; Atâ da yine İbn Abbas (r.a.)’ın: “Allah’ın bununla, benim azâbımı geriye çevirecek olan, benim hükmümü bozacak hiç bir şey yoktur” mânâsını kastetmiştir” dediğini rivâyet etmiştir.
Cenâb-ı Hak, “Onlar için O’ndan başka bir veli de yoktur” yani, Allah’ın dışında onlara veli olacak, Allah’ın kaza ve kaderini onlardan savuşturabilecek hiç kimse yoktur” buyurmuştur. Bu, “onların işlerini deruhte edecek İlâhî azabı onlardan defedecek bir sahib ve yardımcıları yoktur” demektir.3197
Yine Fahreddin Râzî diyor ki:
8/Enfâl, 52-54. âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
Firavun İle Mekke Müşrikleri Arasında Benzerlik:
Allah Teâlâ, daha önce de açıkladığımız gibi, Bedir’de kâfirlerin ahirette başına gerek bu dünyada gerekse indirdiği ve indireceği azabları, cezaları beyan edince, bunun peşinden bunun, kâfir ve zâlim olan herkes hakkında tatbik etmiş olduğu yolu ve âdeti olduğunu da beyan ederek. “Firavun hanedanının gidişi gibi” buyurmuştur. Buna göre mânâ, “Bunların küfürleri konusundaki âdetleri, tutumları, tıpkı küfürleri hususunda Firavun hanedanının âdeti gibidir “ şeklindedir. Binaenaleyh onlar, boğulmakla cezalandırıldıkları gibi, bunlar da öldürülmek ve esir alınmakla cezalandırılırlar. Arapça’da, de’b kelimesinin asıl mânâsı, bir şeyi, işi sürdürmek anlamına gelir. Nitekim, denilir ki, yani, “Falanca, o işe devam ediyor, onu sürdürüyor ve o hususta kendisini yoruyor” demektir. İnsan, âdetlerine devam edip onu sürdürdüğü için de, bu âdet ve tutuma, de’b adı verilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Çünkü Allah, en büyük kuvvetin sahibidir, cezası pek çetin olandır” buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın bundan maksadı, onların başına gelen bu peşin, dünyevî azabtan başka, tehir edilmiş ve ertelenmiş bir başka azâblarının daha olduğuna dikkat çekmedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onlara indirdiği o azabın sebebi yerine geçebilecek bir hususu zikrederek, “Bunun sebebi şudur: Bir kavim, nefislerinde olan iyi hali değiştirmedikçe, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez” buyurmuştur.
Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır:
Allah’ın Takdiri İle Kulun Fiili Arasındaki Münâsebet
Kâdî şöyle demektedir: “Âyetin mânâsı şudur: Allah Teâlâ onlara akıl, kudret vermek; engelleri ortadan kaldırarak yollarını kolaylaştırıp âsân etmek suretiyle in’am ve ihsanda bulunmuştur. Onun böyle yapmasının maksadı, onların. Allah’a ibadet ve şükürle meşgul olmaları, küfürden vazgeçmeleridir. Fakat onlar bu durumları fısk ve küfr cihetine sarfedince, Allah’ın onlara olan nimetlerini değiştirmiş oldular. Böylece de hiç şüphesiz onlar, nimetin gazab-ı İlahî ile: lütuf ve
3197] Mefâtihu’l Gayb -Tefsîr-i Kebir-, Ra’d 11. âyetin tefsiri
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
keremin de, mihnet ve azâb ile değiştirilmesine müstehak oldular.” Kâdî sözüne devamla şöyle demektedir: “İşte bu husus, Allah Teâlâ’nın hiç kimseye işin başında azâb ve zarar vermediğine; O’nun yaptığı şeyin, daha önce işlenmiş birtakım günahlara verdiği bir karşılık olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. Binâenaleyh muarızlarımızın dediği gibi, eğer Cenâb-ı Hak o insanları ve onların bedenlerini ve akıllarını cehennem için yaratmış olsaydı, bu doğru olmazdı.”
Âlimlerimiz de, âyetin zâhirinin İmam Kâdî’nin dediği şeyi hissettirdiğini, ama âyeti bu mânâya hamlettiğimiz takdirde, Allah’ın sıfatının insanın fiiline bağlı olması gerekeceğini söylemişlerdir. Çünkü eğer Allah’ın hükmü bu değiştirme ve iradeye göre olsaydı, o zaman bu hüküm ancak insanın o fiili yapması halinde tahakkuk eder; kuldan böyle bir fiil sâdır olmadığı zaman da, Allah’ın o hükmü ve iradesi tahakkuk etmemiş olurdu. Bu durumda da insanın fiili, Allah’ın zâtında bir sıfatın meydana gelmesinde müessir olmuş olurdu ve böylece insan, Allah’ın sıfatını değiştirmiş ve onda tesirli olmuş olurdu. Hâlbuki bunun böyle olamayacağı aklın bedaheti ile sabittir. Şu halde bu âyeti zahiri mânâsına hamletmenin mümkün olmadığı; doğrusunun Allah’ın, sıfatının, yaratıkların sıfatlarına galip gelmesi olduğu anlaşılır. Dolayısıyla (o hususta) Allah’ın hükmü ve kazası olmaz ise, kulun herhangibir işi yapması veya sözü söylemesi imkânsızdır.3198
Vehbe Zuhaylî diyor ki:
“Bir millet” sahip olduğu güzel halleri bırakıp çirkin huylar edinerek, günah işlemeyi adet haline getirerek “kendini bozmadıkça Allah onların” içinde bulundukları sıhhat, afiyet ve nimetlerini “değiştirmez,” yani nimetlerini ellerinden çekip almaz. “Allah bir kavmin fenalığını” azabını dileyince “artık onun önüne geçilmez”.
Bu koruyucu meleklerin birçok görevleri vardır: Bazıları insanı Allah’ın izni ve emri ile gece ve gündüz, ona zarar verecek şeylerden ve kazalardan korurlar. Bu görevi belirli melekler üstlenmiştir. Bunlar iki tane olup, biri arkada diğeri de önde, bu vazifeyi yerine getirir. Bazı melekler, iyi ve kötü amelleri yazarlar. Bunlar da iki kişi olup, insanın sağında ve solundadırlar. Sağdaki melek iyilikleri soldaki ise kötülükleri yazar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Sağında ve solunda, onunla beraber oturan iki alıcı melek, yanında hazır birer gözcü olarak söylediği her sözü zaptederler.” 3199 Dolayısıyla her insanın yanında gündüzleyin dört melek, geceleyin dört başka melek vardır. Bunlardan ikisi koruyucu ikisi de amelleri yazan melektir.
Buhârî’de geçen bir sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: “Sizi geceleyin bir gurup melek, gündüzün de bir gurup melek takip eder. Sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Sizinle beraber geceleyen melekler Allah’ın huzuruna çıkarlar. Allah, sizi en iyi şekilde bildiği halde onlara ‘Kullarımı ne halde bıraktınız?’ diye sorar. Melekler de ‘Onların yanına geldiğimizde namaz kılıyorlardı. Bıraktığımızda da aynı haldeydiler’ derler”. Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Muhakkak ki tuvalete gitmeniz ve cima yapmanız dışında sizden hiç ayrılmayanlar vardır. Onlardan çekinin ve onlara hürmet edin”.
İbn Abbâs (r.a.) 11. âyet hakkında şöyle der: “İnsanoğlunun ardında ve önünde kendisini koruyan melekler vardır. Allah’ın takdiri geldiği zaman, onu
3198] Mefâtihu’l Gayb -Tefsîr-i Kebir-, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3199] 50/Kaf, 17-18
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 751 -
terkederler. Etrafında gözcülük yapan meleklerin, amellerini kontrol ettiklerini, söz ve davranışlarını kaydettiklerini bilen bir kimse, Rabbinin emirlerine karşı gelmekten son derece sakınır ve aleyhine kaydedilip kıyamet günü aniden karşısına çıkmasın diye isyandan ve günahlardan uzak durmaya çalışır. Bu durum aynen, erginlik çağından vefata kadar kayıt yapılan bir teyp kasetine benzer.
“Allah’ın emri ve izniyle onu gözetirler.” Onlar insanı, Allah kendilerine bunu emrettiği için korurlar. Veya insan günah işlediği zaman, tevbe etmesini ve Allah’a dönmesini ümit ederek onun için dua edip, Rabbinden ona mühlet vermesini isteyerek onu Allah’ın azabından korurlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân’dan kim koruyabilir?” 3200 Allah Tealâ, burada suç yokken cezalandırmanın olmayacağını bildirerek ihsan ve adaletinin ne kadar şümullü olduğunu beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bir millet”, toplum yapısını yıkan, milletin tabiatını bozan zulme, isyana, bozgunculuğa, kötülüklerin ve günahların işlenmesine bünyesinde izin vererek “kendini bozmadıkça Allah, onların içinde bulundukları” nimetleri, sıhhat ve afiyeti “değiştirerek”, bu nimetleri onlardan uzaklaştırmaz ve bu şekilde “onları cezalandırmaz”.
Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.)’dan, Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: “İnsanlar zâlimi görüp de ona mânî olmazlarsa, Allah’ın azabının o milleti kuşatması yakındır.” Şu âyet de, bu mânâyı pekiştirmektedir: “Aranızdan yalnız zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının.” 3201
İslâm tarihinin geçmiş asırlardaki olayları açık bir şekilde göstermektedir ki Allah Teâlâ, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu izzet, kuvvet, refah, istiklâl, ilim, siyaset, ekonomi ve toplum hayatındaki basarı gibi nimetleri, ancak onlar kendi hallerini değiştirip, Kur’an’dan başka sistemleri geçerli kılarak dinlerini ihmal ettikten, Peygamberlerinin (s.a.s.) sünnetini terkedip, başkalarını taklit ederek aralarındaki yardımlaşma bağları zayıfladıktan, ahlâklarında kötüleşerek aralarında büyük günahlar yayıldıktan sonra değiştirmiştir. Allah, yeryüzünü onu ıslah edip düzeltenlere vaadederek şöyle buyurmuştur: “Yeryüzüne ancak onu iyi ve doğru bir şekilde imâr eden kullarımın mirasçı olduğunu...” 3202 “Yeryüzü şüphesiz Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonuç, Allah ‘a karşı gelmekten sakınanlarındır.” 3203
Daha sonra Allah Tealâ, azap etmeye mutlaka kadir olduğunu bildirerek şöyle buyurmuştur: “Allah, bir millete fakirlikle, hastalıkla, işgal edilmekle veya benzeri belâlarla azab etmeyi dileyince hiçkimse onlardan bu azabı uzaklaştıramaz. Onlar için Allah Tealâ’dan başka, işlerini üzerine alan, onlara fayda sağlayıp zararı uzaklaştıran bir yardımcı da yoktur. Şu ilâh oldukları iddia edilen putlar ise faydalı şeyi yapmaktan ve zarar veren bir eziyeti def etmekten âciz oldukları için ilâh olmaya asla müstehak değildirler”. Bütün bunlar göstermektedir ki Allah, ne zaman olursa olsun insanlara azab etmeye muktedirdir. Dolayısıyla azabı hemen istemek ne aklın ne de hikmetli olmanın gereğidir.
Âyetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
3200] 21/Enbiyâ, 42
3201] 8/Enfâl, 25
3202] 21/Enbiyâ, 105
3203] 7/A'râf, 128
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyetler, şu hususlara işaret etmektedir:
Allah’ın tahsis etmesiyle insanın yanında gece ve gündüz dört melek vardır. Bunlardan ikisi onu korurken diğer ikisi yaptıklarını kaydederler. Bu melekler gece ve gündüz nöbetleşerek, insanın amellerini takibata alıp yazarak muhâfaza ederler. Hasan Basrî şöyle der: “İnsanı takib eden dört melek vardır ve bunlar sabah namazında bir araya gelirler.”
“Allah’ın emri ve izniyle” demektir. “Min”, ile mânâsınadır. Sıfat harfleri birbirlerinin yerine kâimdirler. Ferrâ der ki: “Âyette takdim tehir vardır. Takdiri: İnsanoğlunu, Allah’ın emriyle takibedenler vardır. Onu ardında ve önünde gözetirler, şeklindedir.”
Meleklerin bizi korumakla görevlendirilmeleri, bizi hayırlı işler yapmaya ve Allah’a itaat etmeye teşvik eder. Ayrıca bu sayede insan günahlara karşı daha çok tetikte olur. Kulların yaptıkları amellerin yazılması konusunda ise kelâmcılar şöyle demişlerdir: “Yazılan bu sayfalar, tartıldıklarında hangi kefenin ağır geldiğini anlamaya yarar. Zira Allah’a yapılan ibâdetlerin konulduğu kefe ağır basarsa sahibinin cennet ehlinden olduğu anlaşılır. Eğer aksi olursa sahibi, cehennemliklerdendir.”
Bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez. Bir millet, ya bizzat kendisi bozulur veya idarecileri onları değiştirir ya da herhangi bir sebepten dolayı içlerinden biri, bozulmaya vesile olur. Meselâ: Uhud günü okçular Rasûlullah (s.a.s.)’ın emrine isyan edip kendilerini değiştirdikleri için Allah da müslümanların durumunu değiştirip, onları hezimete uğratmıştır. Müfessirlere göre âyetten maksat şudur: “İnsanlar, Allah’a isyan edip, hallerinde bozulma meydana gelmedikçe Allah Tealâ, durumlarını değiştirerek içinde bulundukları nimetleri ellerinden almaz.”
Bu mânâ, cemaate yöneliktir. Fert ise bazen başkasının günahı sebebiyle belâ ve musibetlerle karşı karşıya kalabilir. Bunun için kendisinin günah işlemiş olması şart değildir.
Eğer Allah, insanlara hastalık gibi bir belâ vermek isterse artık o belânın önüne geçilmez. Denilmiştir ki: “Âyetin mânâsı şöyledir: ‘Eğer Allah, bir milletin azabını dilerse onların basiretlerini köreltir, onlar da belâya sebep olacak şeyleri seçip onu yapar, helak olmaya ayaklarıyla giderler. Dolayısıyla kötü akıbetlerini elleriyle aramış, kanlarını akıtmaya kendi ayaklarıyla gitmiş olurlar. Allah’ın dilemesi ve azabı karşısında hiç kimse ne bir sığınak ne de bir yardımcı bulabilir, diye tefsir etmek daha doğrudur: “İnsanlık için, Allah’tan başka kimse yoktur; tanrı oldukları iddia edilen put ve benzerleri ise hiç bir şey yapabilecek durumda değildirler. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile. yaratmayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. İsteyen de istenen de âciz!” 3204
Yine Vehbe Zuhaylî diyor ki:
Allah Teâlâ hükmünde -bir kimseye lütfettiği nimeti, ancak onun işlemiş olduğu günah sebebiyle değiştirdiğini ifade ederek- tam adâletli olduğunu belirtmekle; o gelen azabın kötü amelden dolayı geldiğini, Kureyş’i Allah’ın
3204] Hacc, 22/73). (Tefsîru’l Münîr, Ra’d, 11. âyetinin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 753 -
kendilerine verdiği nimetleri inkâr ettikleri için helak ettiğini haber vermektedir. Nitekim şu âyet de bunu ifade eder: “Allah bir kavmi, özlerindekini değiştirip bozmadıkça, şüphesiz onun halini değiştirip bozmaz. Allah bir kavmin de kötülüğünü dilemedi mi, artık onun alıkonmasına çare yoktur. Onun için, ondan başka bir veli de yoktur” 3205
Açıkça anlaşılıyor ki, nimetlere hak kazanmak, inanç düzgünlüğüne, güzel amele ve ahlâk yüceliğine bağlıdır. Nimetlerin elden gitmesi de küfür, bozgunculuk ve kötü ahlâk sebebiyle olur. Ancak bazan bu yavaş yavaş olabilir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette: “Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.” 3206 buyurur.
Bütün insanlar, Allah’ın gözetimi altındadır. Onun için: “Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve kemaliyle bilicidir” buyuruyor. Yani, peygamberi yalanlayanların söylediklerini işiten ve yaptıklarını bilendir. Sonra Cenab-ı Hak, geçen sözü pekiştirmekte ve onu açarak bir daha: “Firavun hanedanının gidişi gibi” buyurmakta, bu suretle benzerlik yönünü pekiştirmekte, birinci sözde yakalamaktaki maksadı -boğmak- ölüm anında başlarına gelen cezayı, ahirette de kabirde gelecek olan şeyi açıklamakta, azabın birinci sebebinin, Allah’ın âyetlerini, yani ilâhî delilleri inkâr etmek ve ikinci sebebinin Rablerinin âyetlerini yalanlamak yani terbiye, ihsan ve nimet şekillerini -çok ve birbiri ardınca gelmiş olmalarına rağmen- inkâr olduğunu açıklamaktadır. “Rablerinin âyetleri” sözü de nimete karşı nankörlük ve hakkı inkâra daha çok işaret etmektedir. Kısacası bu azap edilenler, hem Allah’ın varlığını ve birliğini, hem de Allah’ın kendilerine lütfettiği nimetleri inkâr etmişlerdi.
Cenab-ı Hak âyeti: “Hepsi de zâlimlerdi” sözüyle bitirmiştir. Yani Kureyş müşrikleri de, Firavun hanedanı da hem küfür ve masiyetle kendilerine zulmetmişler, hem de eza vermekle diğer insanlara zulmetmişlerdi. Şüphesiz Allah Teâlâ da, onlara verdiği nimetleri onlardan alarak zulüm ve günahları sebebiyle, onları helak etti. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
Kureyş müşrikleri, küfürleri ve masiyetleri sebebiyle, sadece öldürülme ve nimetlerin ellerinden alınması cezasıyla cezalandırıldılar. Ondan öncekilerin azabı ise, daha şiddetli oldu. Firavun hanedanının denizde boğulması, Ad kavmine rüzgâr ve Semud kavmine de çok şiddetli bir çığlığın gönderilmesi gibi.
Âyetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Servet ve mal bolluğu içinde olsalar da, kâfirlerin hali ne kadar kötüdür. Çünkü sonuçta kötü sonla karşı karşıya kalacaklar. Şu halde meseleye yüzeysel olarak bakanların sandığı gibi mutluluk, mal ve çoluk çocukla değil, iman, kalp huzuru ve dünyayı ahirete yönelik amellerle değerlendirmekledir. Bu gibi kâfirler, her yerde her zaman bedbahttırlar. Keşke onlar, tarihte kendilerinden önce geçenlerden ibret ve öğüt alsalardı.
Müşrikler, Peygamber (s.a.s.)’e ve mü’minlere şiddetli eziyetlerde bulundular. Onlarla çok çetin savaşlar yaptılar. Mekke’deki mallarını ele geçirdiler, fakat sonuç ne oldu? Hayır mı ele geçirdiler, yoksa şer ve kötülük mü topladılar?
3205] 13/Ra'd, 11
3206] 68/Kalem, 44
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şüphesiz onlar, Bedir”de en feci şekilde öldürüldüler. Canları alınırken en şiddetli şekilde dövüldüler. Meleklerin azap ettiği sıra onların hali bize görünseydi, son derece şaşılacak bir hal görürdük. Hasan el-Basrî der ki: Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’e: “Ya Rasûlullah! Ben Ebû Cehl’in sırtının nal gibi olduğunu gördüm” deyince, Rasûlullah (s.a.s.): “O, meleklerin dövmesinden” buyurdu.
Sonra onlar, cehennemde en şiddetli azabı, hissen ve mânen tadacaklar. Onların dünya ve ahirette azabla karşı karşıya kalmaları, kendilerine zulüm yapılması değildir. Allah, asla kuluna zulmetmez. Çünkü O, yolunu açıklamış, peygamberlerini göndermiş, onlara akıl, kudret ve engelleri kaldırmakla lütfetmiş. Artık onlara düşen, küfürden vazgeçip Allah’a ibadet ve şükürle meşgul olmalarıdır. Fısk ve küfür içinde kaldıkları sürece Allah’ın kendilerine olan nimetini değiştirirler. Nimetin cezaya, lütfun sıkıntıya dönüştürülmesini hak ederler. Bu, Allah Teâlâ’nın hiç kimseye sebepsiz azap etmediğinin, zarar vermediğinin en büyük delilidir.
O, ancak kendilerinin yaptıkları masiyetlere ceza verir. Bazılarının zannettiği gibi, Allahü Teâlâ onların vücudlannı ve akıllarını, daha ilk baştan cehennem için yaratsaydı, bu, Allah’ın adaletine, hikmet ve rahmetine uygun düşmezdi. Şüphesiz onlar küfür ve masiyette, Allah’ın varlığını ve birliğini inkârda, peygamberleri yalanlamada, inkâr ve inadı, şükür gerektiren nimetle değiştirmede Firavun kavmine benzediler.
Firavun hanedanının ve Mekke müşriklerinin Allah’ın kendilerine verdiği nimeti değiştirmeleri, nimet sahibi Allah’ı inkâr ve putlara tapmaları şeklinde oldu. Bunun üzerine, Allahü Teâlâ onlara lütfettiği iyilikleri -Mısır’da çok meyveler yaratması, Mekkelilere bol rızıklar sağlaması gibi- geri aldı. İstenmeyen bu hal, daha kötü hale dönüştü. Bunun üzerine, onlara peygamberler gönderdi. Gönderilen bu peygamberleri yalanladılar, düşmanlık ettiler, öldürmek istediler. Allah da, onların halini, olandan daha kötü duruma çevirdi. Onlara verdiği mühleti, acele azaba döndürdü.3207
Bayraktar Bayraklı diyor ki:
Değişimin Dinamikleri:
“Bir (toplumu oluşturan fertler) kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez.” Âyetin bu kısmı, toplumlardaki değişim dinamiklerine dikkat çekmektedir. Bir toplumu olumsuz mânâda Yüce Allah’ın değiştirmesinin sebebi, o toplumun fertlerinin kendi iç âlemlerini değiştirmeleridir.
Kendi nefislerindekini, yani şahsiyetlerini, düşüncelerini, niyetlerini olumsuz mânâda değiştirmeleri, Yüce Allah’ın onları değiştirmesine sebep olmaktadır. Demek ki psikolojik değişim, sosyal ve siyâsî değişime sebep olmaktadır. Toplumun fertlerinde manevî değişim olmadıkça Allah onları değiştirmemektedir.
“Bu da, bir milletin (fertlerinin) kendi iç âleminde bulunanı değiştirinceye kadar Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır”3208 Buradaki nimet ekonomik nimet olacağı gibi siyâsî erk, yani devlet olma nimeti de olabilir. Her iki
3207] Tefsîru’l Münîr, Enfâl, 53. âyetinin tefsiri
3208] 8/Enfâl, 53
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 755 -
nimetin değişimi bu âyette de psikolojik değişime bağlanmakta ve aralarında sebep-sonuç ilişkisi kurulmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki, bir toplum kötüden yana değişime uğruyorsa, bunun sebebini kendi şahsiyetlerindeki değişimde görmeli ve ona bağlamalıdırlar. Kendi şahsiyetini değiştirmeyen halkın meydana getirdiği toplumu Allah da değiştirmeyecektir. Demek ki toplumların bundaki değişim gücü, halkın beynindeki düşünce, niyet, iman ve kötüden sakınma denen takvâdaki değişimdir. Halk yaşadığı toplumun altına, kendindeki olumsuz değişimi dinamit olarak koymaktadır.
Yüce Allah yıkılışa doğru giden değişimin nedenini söylerken aynı zamanda olumlu mânâdaki değişime de işaret etmektedir. Halkın olumlu mânâda değişimi toplumun olumlu mânâda değişimine ve gelişmesine sebep olacaktır.
“O ülkelerin halkı inansalar ve sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık” 3209. Bu âyet de, bereketin artışını iman ve kötüden sakınma gibi manevî oluşumlara bağlamaktadır. Âyetin bu kısmında geçen ve bizim değişim olarak mana verdiğimiz yüğayyir/tağyîr kelimesi, “bir halden diğer bir hale dönmek, ayrı cinsten olmak, muhalefet etmek” anlamına gelmekte ve tebdîl kelimesine yakın mânâ taşımaktadır.
Kendini hakka değil de hakkı kendine tabi kılmak, kâinatı yıkacak kadar büyük değişime, büyük bir felâkete neden olabilmektedir. “Eğer hak, onların hevasına, kötü arzularına uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik, fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiler.” 3210
Tüm kâinatı sarsacak kadar güçlü olan insan nefsi değişime uğrayınca toplumun toz-duman olmasına neden olmaktadır. İnsanın amacı doğruluk, şeref, güzellik ve iyiliktir. İnsanın bunlara sırtını çevirmesi, toplumsal depremin oluşmasına sebep olmaktadır. Nefiste yani iç âleminde olanı değiştirmek, takvâyı bırakıp Allah’ın âyetlerini terk edip hevaya tâbi olmaktır.
İşte Enfal 53 ile Ra’d 11. âyetlerde yer alan enfüs kavramı, “şahsiyet, kimlik, kişilik, karakter” mânâlarına gelmektedir. Demek ki toplumları değiştiren, yani Allah tarafından değiştirilmelerine neden olan dinamik, kimlik bunalımıdır.
Her toplum kendi kültürünü oluştururken, halkına da bir kimlik kazandırır. Bu kimliği değiştirmeye kalktıkları an, toplumların kimliği de buna bağlı olarak değişecektir.
Nisa 119’da geçen tağyir kavramı, “Allah’ın yaratmasını, yani fıtratı değiştirmek” anlamına gelmektedir. “(İblis:) Onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını tağyîr edecekler, değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüştür.”
Doğru yoldan çıkmak, boş kuruntular peşinde koşmak, Yüce Allah’ın doğa kanununu değiştirmeye kalkmak toplum için yıkımı getirecek değişimi başlatmaktadır. Bu âyetten hareket eden Râzî değişimin boyutlarını, karışım, noksanlaşma
3209] 7/A'râf, 96
3210] 23/Mü'minûn, 71
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bozulma olarak vermektedir.
İnsan kendi saf olan düşünce, niyet ve inancına sahte ve zararlı olan görüşleri katarsa iç âleminin kıvamını, saflığını ve şeklini değiştirir ve iç dengeleri bozar. Bu bozulma, bu değişim onun içinde durmaz, topluma sıçrayarak oradaki düzeni bozar ve onu çürütmeye başlar. Diğer taraftan insan, şahsiyetinin bütünlüğünü bozar, parça parça eder ve onda delikler meydana getirirse onda bir noksanlaşma meydana getirir. Beyinle gönül arasını ayırmak, onların eylemlerinde noksanlaşma meydana getirecektir. Nefsin beyin ve gönül ile olan bağlarını kesmek de bir noksanlaştırma ve bir köklü değişimdir. İnsanın iç âleminde meydana gelen bu değişim buharlaşarak İlâhî değişimi alıp gelecektir. Demek ki sosyal değişimin ana dinamiğini halkın şahsiyetinin ve kimliğinin değişimi teşkil etmektedir.
“Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilmek diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” Halk, kendi iç âlemindekileri bir daha iyiye doğru değiştirmeyecek şekilde değiştirince, kendi kaderini kendisi belirlercesine Yüce Allah’ın onlara karşılık vermesine neden olmaktadır. Halk, iç alemindeki kötüden yana gerçekleşen değişimi, iyiden yana olması gereken düzeye getirmek için çalışmazsa Yüce Allah onlara ceza vermektedir. İyiden yana değişimsizlik Allah’ın cezasını getirip devreye sokmaktadır.
Kötüden iyiye doğru değişim mutlaka olmalıdır. Eğer bu değişim olmazsa, bu değişimin bıraktığı boşluğu ilâhî ceza doldurmaktadır. Değişimsizliğin getireceği İlâhî cezayı geri çevirmek mümkün olmadığı gibi bu konuda yardım almak da olası değildir. Âyetin son kelimesi olan “vâl” velî kelimesinden türemiştir ve “dost, yardımcı” demektir. Sığınak, Allah’ın azabına karşı koruyacak bir yardımcı, bir vekil de yoktur. O zaman o toplum geri dönüşü olmayan çöküşe doğru ilerliyor demektir. İyiden yana değişime sırtını dönen topluma Yüce Allah’ın takdir ettiği çöküş cezasını hiçbir proje geri çeviremez.3211
Yine Bayraktar Bayraklı diyor ki:
“Bu böyledir, bir toplum, kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” 3212 Bu âyetin analizi bizi siyasî ve sosyal değişimlerin dinamiklerine götürecektir.
“Kendinde bulananı değiştirme”nin anlamı, toplumsal ahlâk ve meziyetlerdir Âyetteki nimet, siyasî erkin meydana getirdiği nimettir. Başka bir ifade ile bir toplumun sürü olmaktan kurtulup devlet kurması bir nimettin Nimete başka bir mânâ da verilebilir: Güzel ahlâk ve meziyetler toplum için önemli sosyal ve mânevî nimetlerdir. Bu nimetlerdeki değişimi meydana getiren sebep insanların, o toplumdaki fertlerin şahsiyetlerini, güzel ahlâk ve meziyetlerini değiştirmeleridir, İnsanların meydana getirdiği bu değişim İlâhî değişimi getirmekte ve onun sebebi olmaktadır.
Bir toplum kendi iyi hallerini bozmadıkça Allah’ın onlara bahşettiği ekonomik, siyasî ve ahlâkî nimetleri değiştirilmeyecektir Allah’ın r.imetlerini değiştirmesi, onların başına felâketlerin gelmesi demektir. Beşerî değişim ilâhî
3211] Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3212] 8/Enfâl, 53
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 757 -
değiştirmeye sebep olmaktadır. Toplumdaki değişim Allah’ın onlara bahşettiği devlet kurma nimetini değiştirmekten yana oluşuyorsa, Allah o toplumu çökertir yerine başka bir toplum getirir. Böylece İlâhî değiştirme siyasî erkin el değiştirmesi şeklinde tecelli eder.
Allah’a kul olmayanları, Allah başkalarının kölesi yapar. 50. âyette geçen “inkâr” meselesini buraya taşırsak, insanın tevhid inancından vazgeçmesi 53. âyetteki değişimi ifade etmiş olabilir. Allah’a inanmayan toplumun başkalarına köle olması mukadderdir diyebiliriz.
‘Kendilerinde bulunan” ifadesine başka bir anlam daha verilebilir: Toplum iç dinamiklerini değiştirmedikçe, dış dinamikler onları asla değiştiremeyecektir. Toplumların içten çürüyeceğini, içteki özellikler kötüden yana değişmedikçe, Allah onlara dışarıdan değiştirici bir etki yapmayacaktır.
Allah, bir devletin iç işleri düzgün yürüdükçe, iç dinamikleri bozulmadıkça onları değiştirmeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bunu biyo olgu ile açıklayabiliriz: Kanama iç organlarda ise Ölüm tehlikesi var demektir, kanama dışta ise tehlike az demektir. Bu kanunu ile Allah onların yöneticilerine iç dinamiklerdeki değişimin toplumu yıkmaya götüreceğini öğreterek, değişmeyen evrensel siyasî kanunu koymuştur.
Ra’d sûresinin âyetinde de aynı kanun gündeme getirilmekte, öncelikli iç dinamiklerin kötüden yana insan iradesiyle değiştirilmesinin ifade edilmesinden İlâhî iradenin devreye gireceği vurgulanmakta ve bu ilâhî iradenin tecelli etmesinin asla durdurulamayacağına dikkat çekilmektedir.
Yüce Allah bu kanunu toplum açısından koymaktadır, ama toplumsal değişimin ferdî mânada psikolojik değişimle gerçekleştiğini belirtmektedir. Siyasal, sosyal, ekonomik ve ahlâkî değişimin temelinde insanların mânevî değişimlerinin olduğunu söylemektedir. Böylece içten dışa doğru bir değişim sürecinin olduğu gündeme getirilmektedir. Allah insanın içinde oluşan sesleri ve fırtınaları bilmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki Yüce Allah Bedir Savaşı’nı anlatırken geçmişe işarette bulunmakta, kötünün devamlılığını anlatırken olguların benzeşmesine dikkat çekmekte, o dönemin dinamiklerinin hâlâ devam ettiğini vurgulamakta, günümüzü yorumlarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini öğretmektedir Bir taraftan bize iyi ile kötüyü öğretirken diğer taraftan da kötüden caydırmaya çalışmaktadır.
Âyette kötüden yana değişimin sebepleri anlatılırken, iyiden yana değişimin sebeplerini çıkarmamız istenmektedir. Böylece kullarına doğru düşünmeyi öğretirken, bizim de aynı yollarla insanlara öğretmemiz istenmektedir, Enfâl sûresinin 49 ile 54, âyetleri arasında bu öğretim tarzını görmek mümkündür. Olgular sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlatılırken, geçmişten geleceğe ışık tutulmakla Bedir Savaşı gibi bir olgunun etrafına evrensel öğretiler örülmektedir.3213
Süleyman Ateş diyor ki:
Her biri için önünden arkasından kendisini izleyen (görevli melekler vardır;
3213] Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onu Allah’ın emriyle korurlar. Bir millet (hayat kanununa uyup) kendi (ahlâk ve düzenini) değiştirmedikçe, Allah, onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez. Allah bir millete fenalık yapmayı irâde buyurduğunda, artık onu geri çevirecek yoktur ve onlar için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da bulunmaz.”
Her Millet Kader Çizgisini Kendisi Çizer
“Bir millet (Allah’ın koyduğu kanunlara uyup) kendi (ahlâk ve fazîlet doğrultusundaki düzenini) değiştirmedikçe, Allah onlar hakkındaki (hükmünü) değiştirmez.” 3214 İlgili âyetle, insanlar için konulmuş zahirî ve bâtınî hayat kanunları hatırlatılıyor. Şüphesiz bu kanunlar değişmez. Çünkü bunlar bize uymazlar, biz onlara uymak zorundayız. Hepsi de insanı başıboşluktan, disiplinsizlikten, sorumsuzluktan ve sınırsız hürriyet arzusundan kurtarmaya; hayatımızı asıl gayesine yöneltmemize, fıtratımızdaki imân cevherine, ruhumuzdaki Allah duygusuna uygun bir ömür yaşamamıza yöneliktir. O bakımdan bir kavim, bir topluluk, bir millet veya bir aile, hayat kanunlarını bilir, yaratılışının hikmetini anlar, her şeyin belli bir ölçüye göre yaratıldığına inanır ve öylece izlediği yolu ve arzuladığı hedefi ilâhî hoşnutluktan yana belirlerse, mutlu olur ve her iki âlemde de Allah’ın rahmet ve yardımına lâyık görülür. Uymayanlar ve belirtilen çizgiden sapanlar ise, mutsuz olurlar. O yüzden kendilerini ilâhî azaba sürükleme basiretsizliği içinde ebedî hayatlarını da karanlığa gömerler.
Unutmayalım ki, varlık âleminde her şey yaratılışındaki plân ve programa göre, bir gaye ve hizmet için yaratılmıştır. Örneğin: Koyun süt ve yün vermek, aynı zamanda üreyip çoğalmak, her bakımdan kendisinden yararlanmak için yaratılmıştır. O halde onu ancak bu özelliği doğrultusunda kullandığımız sürece, hem yaşama şansına sahiptir, hem de hilkatindeki hikmete göre, bize faydalı olur. Onu başka bir amaca çevirdiğimiz zaman, özelliğini kaybetme bedbahtlığına uğrar ve hayat kanunu onu kasabın bıçağına teslim eder.
İşte milletler ve aileler de böyledir; var olmalarının hikmetini unutur, hayat kanunlarını dinlemez bir düzeye gelirlerse, verimsiz, hatta zararlı olmaya başlarlar. Varlık alanında yaşamalarının anlam ve hikmeti kalkar.
Kronik bir kumarbazı veya alkolik bir aile reisini düşünün: Her ikisi de fıtrat ve hılkatlarıyla bağlantılı bulunan hikmet ve gayenin dışına çıkmış ve haklarındaki ilâhî programa ters düşmüşlerdir. O nedenle yaşamalarının hikmeti kalmamış, aile reisi veya baba, ya da anne olma özelliklerini yitirmişlerdir. Faydalı olacakları yerde, hem kendilerine, hem çevrelerindekilere zararlı olmaya başlamışlardır. Pişmanlık duyup dönüş yapmaz, üzerinde bulunduğu yolun uçuruma uzandığını idrak edip geri dönmezlerse, sonları elem ve hüsran olur. Zira her şey gibi, insan da hikmetsiz, anlamsız, faydasız yaratılmamıştır. O mutlak anlamda birtakım gaye ve amaçlar için yaratılmıştır. Önüne değişmiyen hayat kanunları konulmuştur. Amacından saptığı, hayat kanunlarını aştığı takdirde ilk tokadı bu kanunlardan yemeğe mahkûmdur. İlgili âyetle bu inceliklere işaret ediliyor.
“Her birimiz birçok müşterek merkezleri bulunan dairelerle çevrilmiş bulunuyoruz. İlk merkez bizden başlayıp genişler. İçine anayı, babayı, eşi ve çocukları alır. İkinci merkezin içinde ise, akrabalar vardır. Ondan sonrakilerde vatandaşlar, sonuncusunda da bütün insan nesli yer alır. Bu dünyada Allah’a ve insanlara
3214] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 759 -
karşı olan vazifemizi yapabilmemiz için Allah’ın bize bahşetmiş olduğu kudret ve kabiliyeti geliştirmek zorundayız. O bize her şeyi vermiştir. O irademize hükmeden ve ona yol gösteren yüce varlıktır. İnsanlığa ve ondan sonra da Allah’a karşı olan sorumluluğumuzu iyilik ile kötülük ve neyin iyi, neyin kötü olduğu hakkındaki bilgimiz ve inancımız tayin eder.” diyen düşünür, insanın varlıktaki yerine ve yüklendiği sorumluluğa dikkatleri çekmekte, yalnız kendimiz için yaşamadığımızı hatırlatmaktadır.
O halde iyi bir davranışta, kutsal bir harekette, faydalı bir hizmette bulunduğumuz zaman çok neşeli olmalıyız. Bilmeliyiz ki, bu hayat programımızda Allah’ın payı çok büyüktür.
Allah Kötülük Yapar mı?
“Allah bir kavime (topluma) fenalık yapmayı irâde buyurduğunda, artık onu geri çevirecek yoktur.” Allah kimseye kötülük ve haksızlık etmez. O mutlak anlamda âdildir ve merhametlidir. Kâinatın sağlam esaslara bağlı kalması, düzen ve denge içinde süresinin sonuna kadar varlığını koruması için şaşmayan kanunlar koymuş ve böylece kâinatı insanın hizmetine vermiştir. İnsanı da kendisine ibâdet etsin diye yaratmış ve bu mânayla onu çok şerefli bir düzeyde tutmuştur. Kâinatta yer alan eşyadan her biri yaratıldığı gaye doğrultusunda hizmetini verirken, insanoğlu hilkatinin anlam ve hikmetini düşünmeden ayrı bir hayat yolu seçip İlâhî düzen ve dengenin dışına taşarsa, Allah’ın koyduğu hilkat ve hayat kanunları tarafından cezalandırılır. İşte Allah’ın bir kavim ya da millete kötülük etmeyi irâde buyurmasının bir bakıma yorumu budur.
Hatırlatalım ki günahkâr insanın önünde derin uçurumlar vardır. Nefsine hâkim olmayanları, acı sonuçlar beklemektedir. Hilkat kanununun bağlı bulunduğu gaye ve amaç çizgisinden sapanın, yolunun üzerinde birçok tehlikeler pusu kurmuştur. İman ile küfür arasında bocalayıp kararsızlık içinde zikzak çizenlerin yolu, Allah’tan başkasına uzanmaktadır.3215
Yine S. Ateş diyor ki:
“Bu böyledir: Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendilerindeki (huy, yaşayış ve davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirici değildir ve şüphesiz Allah işitendir, bilendir.”3216
Bu böyledir. Çünkü Allah bir millete verdiği nimeti, onlar kendi durumlarını; huy, yaşayış ve davranışlarını değiştirmedikçe, değiştirmez. Nimete ihânet edip nankörlükte bulunan bir millet hakkında, Allah, sünnetullahı gereği hükmünü değiştirir, şöyle ki :
a) Saltanat, aşağılanmaya ve hakirliğe,
b) Emir ve kumanda, esaret ve köleliğe,
c) Huzur ve sükûn, dert ve ıstıraplara,
d) Rahat ve neşe, elem ve üzüntülere,
e) Bol nimet, açlık ve sefalete,
3215] İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
3216] 8/Enfâl, 53
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
f) Hürriyet ve bağımsızlık, istilâ ve boyunduruk altına girmeye,
g) Tatlı hayat, ölüm ve işkenceye dönüşür.
Bu husustaki âyetten çıkan özet şudur: “Ey insanlar! siz inkâr ve azgınlığa dönerseniz, biz de sünnetimiz gereği size azâbımızla döneriz, amelinize uygun gelen hükmümüzü harekete geçirip uygularız.” İşte, bu Allah’ın yakalayıp kahretmesi demektir. Şüphesiz ki, zâlim bir toplum veya milletin sonu hüsran ve felâkettir,
Tarihin akışı içinde bu tür olaylar sık sık meydana gelir; ambalaj bakımından farklı görünseler de esas ve mahiyet itibariyle pek değişik sayılmazlar. O halde geçen olaylardan ibret ve öğüt almak, geleceği ona göre hazırlamak için tarihi ve tarih felsefesini çok iyi bilmek gerekir. Şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerîm’de bazı milletlerin hayatından, cereyan eden önemli olaylardan söz edilip yer yer yeni olaylarla karşılaştırıp benzetmelerde bulunulurken tarih okumamız tavsiye edilmektedir.
İnsan fıtratında özü ve mayası mevcut olan din ve Allah duygusunu aksi yöne çevirip onu amaç ve hikmetinden uzaklaştırmak, Allah’ın insan hakkındaki hükmünün değişmesine sebep olur. Tarihte bunun birçok örnekleri vardır.
Mekkeli putperestlerin ve onlara benzeyen inkarcıların tutum ve gidişi, Fir’avn ve daha öncekilerin gidişine benzetilerek, ardarda iki yerde konu edilmektedir. İkincisi, önemi itibariyle birincisini te’yid etmektedir. Şöyle ki: Birincisiyle onların inkâr ve tuğyanı, ikincisiyle hakkı yalan sayıp inkârda inat etmeleri belirtilmektedir.3217
Muhammed Ali Sâbûnî diyor ki:
Şüphesiz Allah, herhangi bir kavme verdiği nimeti, onlar durumlarını çirkin durumlarla değiştirmedikçe, onlardan çekip almaz ve yok etmez. Bu, Allah’ın sosyal kanunlarındandır. O, herhangi bir kavme verdiği afiyet ve nimeti, emniyet ve izzeti, onlar bu nimetlere karşı nankörlük edip günahlara dalmadıkça değiştirmez. Hadiste şöyle buyrulmuştur: “Yüce Allah İsrail oğullarından bir peygambere şöyle vahyetti: ‘Kavmine de ki: Herhangi bir şehir ve herhangi bir ev halkı Allah’a itaat eder, sonra bu hallerinden Allah’a isyan haline dönerlerse, Allah onların sevdikleri şeyi ellerinden alır, onun yerine sevmedikleri şeyi verir.” Yüce Allah herhangi bir kavmin yok olmasını veya azaba uğramasını istediğinde hiçkimse bunu geri çeviremez. Allah’ın azabından ve belâsından onları koruyacak herhangi bir dostları yoktur.3218
Yine Sâbûnî diyor ki:
Onların başına gelen bu azap, Allah’ın, hükmünde adil oluşu sebebiyledir. O, herhangi bir kimseye verdiği nimeti, ancak işlediği günah sebebiyle değiştirir. İnsanlar, Allah’ın verdiği nimeti inkar ve isyanla değiştirmedikçe, Allah nimeti azapla değiştirmez. Meselâ Kureyş kâfirlerinin Allah’ın verdiği zenginlik, bolluk, emniyet ve âfiyet nimetini, inkâr, Allah yolunda alıkoyma ve mü’minlere karşı savaşma gibi şeylerle değiştirmeleri gibi. Süddi şöyle der: Allah’ın Kureyş’e verdiği
3217] İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
3218] Safvetü’t-Tefâsir, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 761 -
nimet Muhammed (s.a.s.)’dir. Onlar onu yalanladılar ve inkar ettiler. Allah da onu Medine’ye nakletti ve müşriklere azap indi. Yüce Allah, onların söylediklerini işitici, yaptıklarını da bilicidir.3219
Mahmut Toptaş diyor ki:
“O insan için önünde ve arkasında, onu ard arda takib eden ve onu Allah’ın izni ile koruyan melekler vardır.” Amellerimizi yazan “kirâmen kâtibîn” melekleri biri iyi amelleri, diğeri de kötü amelleri günlük yazarlar. Bazı imansızlar nasıl yazıyorlar benim o kadar günahım varki bunları yazmakla camiler dolusu defter eder diyor. Ama insan bilgisayar denen bir âletin disketine bir kütüphane dolusu kitabı doldurup onu disketin içine sığdırabiliyorsa, keyfiyeti bizce bilinmeyen bir yazım da basittir, onu da Allah (c.c.) meleklerine bu görevi yaptırır. Bunda şaşılacak bir taraf yoktur. Hâfızamızda ortalama elli senedir gördüklerimiz, duyduklarımız, yaptıklarımız yazılı ama beynimizde pek yer işgal etmiyor. İşte bu Rabbimizin ilmi ve kudretinin eseridir.
Bir de bu âyette ifade edilen Hafaza melekleri vardırki: Bu melekler de insanları çeşitli kaza ve belalara karşı insanları korur ama başımıza gelecek takdir edilmiş, kaza ve belalar hariç. însanları korurlar. Rüzgarlı bir havada karşımızdan toz geliyor doktorların ifadesine göre, göz bu toz karşısında beyinden emir alıp, göz kapak ve kirpiklerini kapatıncaya kadar hayli bir zaman geçer ve toz gözün içine girer diyorlar. Onlar buna refleks dedikleri bir olayın neticesi derler. Bu doğrudur. Bu da Allah’ın koymuş olduğu bir kanundur. Allah’ın bu kanunlarınında bir uygulayıcısı vardır oda meleklerdir.
“Zinnun-ı Mısrî” diye bir zat hakkında şöyle bir olay anlatılır: “Bir gün Nil kenarında geziyordum. Derken süratle giden bir akreb gözüme ilişti, bende onu izlemeye başladım, ben de onun peşinden gittim, suyun kenarına geldi, suyun kenarında kurbağa var, kurbağanın sırtına çıktı, kurbağada kendini Nil’in sularına bıraktı ve ikisi birden karşıya doğru yüzmeye başladılar, ben de bir sandal kiralayıp onların peşinden gittim. Karşıya geçtiler, akrep yoluna devam etti ben de peşinden; derken bir ağacın dibine vardı. Ağacın dibindede bir adam uyuyor, ona doğru da bir zehirli yılan saldırmak üzere, akrep yılanın yanına varıp, ona zehrini akıtmaya başladı, derken yılan da zehrini akrebe batırdı. İkisi birbirini zehirleyip öldürdü, ama adamın bu olaydan haberi yoktu. İşte bu Allah’ın hafaza melekleri vasıtası ile gerçekleştirdiği bir olaydır. Adam zehirlenip ölmekten, bir akrebin gelip yılanı öldürmesi ile kurtuldu.” Günlük hayatımızdada buna benzerleri vardır.
Sosyal olayları izah eden önemli bir âyettir. “Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez.” Bir takım müslüman kardeşlerimiz ellerini kaldırıp Allah’a yalvarıyorlar; “yarabbi işsizlikten, Ticaretteki istikrarsızlıktan evimizdeki, mahallemizdeki huzursuzluktan, şikâyetçiyiz, Yarabbi; bize akıllı veya eli değnekli gönder, şu hayatı, düzeni, sistemi düzeltiversin” diye duâ ederler. Ama Allah Teâlâ; “Siz kendinizi değiştirmedikçe bu değişmez” buyuruyor.
Bir devlet ki; başbakanı ile çöpçüsü arasında herhangi bir ayrım olmasa kanunlar karşısında birinin diğerine üstünlüğü yoksa, fertlerinin hepsi de insanî muâmele görüyor hepsi Kur’an’a göre amel ediyorlarsa. Ve yeraltı dünyası diye
3219] Safvetü’t-Tefâsir, Enfâl, 53. âyetin tefsiri
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birşey yok, mafya olayı yok, milletvekillerinin dokunulmazlığı yok (ki, İslâm’da kişilere dokunulmazlık hakkı tanınmaz, dokunulmazlığı olan Allah’tır. Allah yaptığından sorumlu tutulamaz, diğerlerinin hesaba çekilebilme durumu vardır.), yani çok huzurlu bir toplum olsa, kötülüğe meyletmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez.
Aynı şekilde yukarıda saydıklarımızın tam aksi şartları taşıyan bir toplum veya devlette kendi hallerini değiştirmedikçe, iyiliğe meyletmedikçe, Allah da onların durumunu kötülükten iyiliğe değiştirmez.
Bakara suresinde tefsiri geçmişti. Allah Teâlâ İbrahim’e (a.s.) “Ben seni insanlara önder kılacağım” buyuruyor. İbrahim (a.s.) da bu teklifi kabul ediyor da, “Yarabbi bu yöneticilik neslimde de devam etsin” diyor. Allah (c.c.) de “Benim bu yöneticilik makamım zâlimlere ulaşmaz” zâlimler buraya gelemezler buyurur. Buradan zâlimler devlet başkanı olamaz anlamı çıkmasın. Rabbimin tasvib ettiği yönetici olamazlar. Yoksa zâlimlerde devlet başkanı olurlar. Fakat tarih boyu “adil bir topluluğun başına zâlim bir yönetici gelmemiştir.”
Toplum zulme meyletmiş derken bir zâlim de onların ortasından sivrilip onların başına geçmiş. Bu şuna benzer; bir çınar ağacı ki yaprakları sararmaya en tepedeki bir yapraktan başlar, şimdi aşağıdaki yapraklar “biz yemyeşil iken sen oradan nasıl sararıyorsun bu ayıp değil mi?” diyebilir mi? Aslında o ağacın bütün her tarafının onayını almadan, o üstteki yaprak sararamazmış. Yani ağacın bütün bünyesinde sararmaya meyil başlarmış. Ondan sonra da ilk defa sararan da köke en uzak yerde olan, en tepedeki yapraktan başlarmış.
Bu misalde olduğu gibi “Allah da toplum kendini değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez.” Toplumu Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda eğitmek yoluyla değiştirmemiz lâzım, ABD’nin emirleri istekleri doğrultusunda değil.
Allah bu insanların yaptıkları bu kötülükler neticesinde onlara bir ceza bir zarar vermek istedimi, onuda kimse engelleyemez. Allah’tan başka onları koruyacak onları yönetecek hiç bir kimse yoktur.3220
Furkan Tefsiri:
Bir millet kendi ruhundaki iman, adâlet ve doğruluğu değiştirmedikçe, Allah onlardaki nimet ve korumasını değiştirmez. Rabbin hiç kimseye zulmetmez. Evet; her insanı Allah’ın azap ve şiddetinden korumak üzere tarafımızdan görevlendirilmiş koruyucu melekler vardır, insan da söylediği her sözün, kendisini gözetleyen melekler tarafından zapta geçirildiğini bilince; her zaman Rabbi’nin murâkabesi altında bulunduğunu anlar. O’nun hesabından korkar. Kendine çekidüzen verir. Cenâb-ı Allah, her insana, kendilerini Allah’ın emri ile koruyan melekler tahsis ettiğine göre, insana nasıl olur da kötülük ve zarar gelir? Evet, insanın kaderinde, kendisine böyle bir şeyin isabet edeceği yazılı ise, O şey kendisine mutlaka isâbet eder. Bu melekler, insanı Allah’ın emri ile korurlar. Yani Allah’ın takdir ettiği bir şeyi insandan savıp uzaklaştıramazlar. Bir millet kendi ruhlarındaki hayırlı ve sâlih ameller gibi Allah ve Rasûlünü râzı edip devletin temellerini ayakta tutan şeyleri değiştirmedikçe Allah da onlardaki nimet, âfiyet, onur ve bağımsızlık gibi şeyleri değiştirmez. Bu Kur’anî gerçeğin doğruluğunu
3220] Şifa Tefsiri, Ra’d, 11. âyetin tefsiri
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 763 -
İslâm tarihi ispatlamıştır. Müslümanlar kendi benliklerinde Allah ve Rasûlünü razı edecek, nefislerindeki şeyleri sâbit kılacak olan hayırlı ve sâlih amelleri değiştirmedikçe Allah da onlardaki üstünlük, refah, ilim ve ekonomik durumu değiştirmemiştir. Çünkü Kur’an’la amel etmediler, dinlerini terkettiler. Başkalarını taklit ettiler. Aralarında kötülükler yayıldı, ahlâkları çözülüp gevşedi.
Ümidimiz kuvvetlidir. Kendimizdeki hali değiştirirsek; Allah da zaafımızı kuvvete, zilletimizi izzete, yoksulluğumuzu zenginliğe, topraklarımızdaki düşman işgalini bağımsızlığa dönüştürecektir. Cenab-ı Allah ne doğru buyurmuş: “Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez”. O’nun gücü her şeye yeter. Allah bir millete işgal, zillet, hastalık, yoksulluk gibi kendi amelleri nedeniyle meydana gelen felâket sebeplerinden birini vererek kötülük yapmak isteyince, O’nun hükmünü engelleyip durduracak kimse yoktur. Bununla da insanların, iyilikten önce kötülüğü tez elden istememeleri gerektiğine işaret edilmektedir. Bütün bunların mercii ve dönüş yeri, yargısı reddedilemeyen, herşeyden haberdar olan ve her şeyi bilen Allah’tır. O’ndan başka kendilerine yardım edecek biri de yoktur.3221
“Sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?’ ‘O benim asamdır, dedi. Ona dayanırım; onunla davarlarıma yaprak silkerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır.’ Allah: ‘Yere at ey Mûsâ!’ dedi. Onu hemen yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu.” 3222
Farklı bir yorumla bu âyetlerde yer alan “asâ” kavramı, “benliği” ifâde etmektedir. Yüce Allah benliğin neye yaradığını Hz. Mûsâ’ya sormuş, o da onun faydalarını sıralamıştır. Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya daha başka faydaları olabileceğini ifâde etmektedir. Allah Teâlâ, benliğinden sıyrılmayı ifâde eden yere atma emrini ona verdi. Yere atınca, bir yılana dönüştü. Böylece benliğin insanları zehirleyen bir ejderha olduğunun farkına vardı. Hz. Mûsâ ejderhadan kaçtı. Bu kaçış bize, insanlar benliklerini öne çıkarırlarsa ve benliklerine taparlarsa insanların onlardan kaçacağını ifâde etmektedir. Yüce Allah ejderhayı eline almasını ve onu eski haline dönüştüreceğini söylemiştir. Eline almak demek, benliğine sahip çıkmak, kendisini benliğinin emrine değil, benliğini kendi emrine alması ve onu disipline etmesi demektir. Disiplin ve hâkimiyet, ejderhayı asâya çevirir. Âyetlerde yer alan bütün bu değişimler, benlikten sıyrılmanın önemini göstermektedir.
Diğer taraftan elde gezen asânın, yerde sürünen yılan olması, bize şu gerçeği göstermektedir: Benliğini ele alıp disipline edersen, asân olur. Onu elinden kaçırırsan, yerde sürünen yılan olur. Benliğine taparsan yerde sürünürsün, kimse sana yaklaşmaz ve senden kaçar. Demek ki benliğinden sıyrılmazsan, yerde sürünmekten kurtulup ayağa kalkamazsın. O zaman da 67/Mülk Sûresinin 22. âyetindeki insanın haline dönersin. Âyet şöyledir: “Şimdi düşün, yüzüstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda dimdik yürüyen mi?” Nefsin hevâsı, kötü arzuları, insanı yere doğru çeker. Ondan sıyrılan ve doyuma ulaşmış nefis seviyesine ulaşan insan dimdik ayakta yürür, ona takılıp kalan da yerde sürünüp durur.
Yerde sürünen yılanı asâya dönüştürecek bir değişimi arıyoruz. Yerde
3221] Furkan Tefsiri
3222] 20/Tâhâ, 17-20
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sürünen bu insanlığı ayağa kaldıracak bir ruh değişimine sevdâlıyız. İnsanların kaçtığı ejderha olmaktan çıkıp, elle tutulacak bağrına basılacak insanlar olmaya tutkunuz biz… (6)
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denilse, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?” 3223 Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur: “Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir.”3224
Bizden önce yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız. Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını, yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz etmeden, araştırmadan, Kur’an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir dünyada mü’minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur’an’da hayra doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir: “Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların, O’ndan başka koruyup kollayanları da yoktur.” 3225
Her konuda analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların tavrı, tamamıyla İslâm’a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız.
“Hayır, (ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: ‘Biz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların izinden gidiyoruz’ dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: ‘Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların����������������������������������������� izlerine uyarız’ derlerdi. Ben size, ba- babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz
3223] 2/Bakara, 170
3224] 10/Yûnus, 100
3225] 13/Ra’d, 11
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 765 -
de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?» 3226 “Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 3227
Hz. Peygamber (s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)’in ve ondan önceki peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah’ın dinine isnad edilen bu yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O’ndan sonra artık bir peygamber gelmeyecek, ama Hz. Muhammed (s.a.s.)’den bize kalan tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur’an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her şeye kaadir bir koruyucusu var. “Kur’an’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız.”3228
Ancak, ikincisi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki yerine hazırlansın.”3229 Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı bulandırmaya çalışmış ve O’nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür’et ve cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş, onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsa da mı?”3230 Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah’ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize bildirdiği,
3226] 43/Zuhruf, 21-25
3227] 7/A'râf, 28
3228] 15/Hicr, 9
3229] Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109; Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1, Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel, 2/47, 83, 133, 150, 159, 171
3230] 2/Bakara, 170
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber’in bize tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O’nun dostları, bize bu dinin pratiklerini göstermişler ve O’nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize ulaşmıştır.
Toplumların câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir. Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır. Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur’an’ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur’an’da belirtilen sorumluluğumuzu asrın idrâkine söyletmek zorundayız. Uzunca süren bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen, atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmeye kalkışmak, bizi çok farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının, günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir dâvâda kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek, ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
“İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler; oysa inanmamışlardır. Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalık vardır... Onlara ‘yeryüzünde fesat 3231 Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
“Onlar kalbimiz temizdir” diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına,
3231] 2/Bakara, 8-10
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 767 -
dinlerine göre yön vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik... İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette Kur’ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere karşı İslâm’ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri geliştikçe Kur’ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın gereklerinden yola çıkarak Kur’an’ı te’vil etmek değil; Kur’an’dan yola çıkarak çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Allah’ın Yardımını Bekleyenler, Allah’ın Dinine Yardım Etmek Zorundadır!
İnsandan kendine doğru adım atmasını isteyen Rabbimiz, dünya imtihanını kazanması için insandan gayret ve çaba ister. Tüm âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ, insana verdiği bunca nimete şükür mü, yoksa nankörlük mü edileceğini dener. Onun için kul ile Allah arasındaki ilişkiler, kul öncelikli olmalıdır. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın değişmez kanunlarındaki icraat böyle istemektedir. Kul, Allah’a iman edip Allah ve Rasûlüne itaat edecek, Allah da onları büyük kurtuluş olan, içinde ebedî kalacakları cennetlere koyacaktır.3232 Kul şükredecek, Allah da (nimetlerini) arttıracaktır.3233 Kul ihsân edecek, Allah da ihsân eden kulu sevecek, ihsâna ihsanla, iyilik ve güzellikle karşılık verecektir.3234 Kul, Allah uğrunda cihad edecek, Allah da kendi yollarına eriştirecektir.3235 Kul, duâ edecek, Rabbi de duâsına icâbet edecektir.3236 Kul Allah’ı zikredecek ki, Allah da kulunu zikretsin.3237 Kul Allah’a bir adım yaklaşacak, Allah da bir arşın ona doğru yaklaşacaktır. Kul yürüyerek O’na doğru giderse Allah da koşarak cevap verecektir.3238 Allah, iman edip sâlih amel işleyen kullara, daha önceki ümmetleri hâkim kıldığı gibi, yeryüzünde halife kılacak, dinlerini yerleştirip koruyacak, yani onlara devlet nimetini de ihsan edecektir. Yeter ki, kullar sadece Allah’a kulluk ve ibâdet edip, hiçbir şeyi O’na şirk koşmasınlar, O’na hiçbir şeyi eş tutmasınlar, yani zafere, devlete lâyık olsunlar.3239 Kul, Allah’a, yani O’nun dinine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin.3240
“Zahmetsiz rahmet olmaz.” Allah sebeplerin mahkûmu değildir ama, dünyayı bir sebepler kanununa bağlı kılmıştır. “Yere eken göğe bakar” Yere bir şey ekmeyen kimsenin göğe bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yani fiilî duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ) doğru olmaz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kanunları, hep sebep-sonuç ilişkilerine oturtulmuştur.
3232] 4/Nisâ, 13
3233] 14/İbrâhim, 7
3234] 2/Bakara, 195; 55/Rahmân, 60
3235] 29/Ankebût, 69
3236] 40/Mü’min, 60
3237] 2/Bakara, 152
3238] Buhârî
3239] 24/Nûr, 55
3240] 47/Muhammed, 7
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aynen böyle; müslümanlar sosyal ve siyasal hayatta Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini, İslâm’ın hâkim olduğu bir yönetimi istiyorlarsa, önce kendilerindeki olumsuz özellikleri değiştirmeli, şeriatı önce nefislerinde hâkim kılmalıdırlar. İman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği başından geçen sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın yardımı yakın” olsun. Allah’ın yardımı olmadan muvaffakiyet/başarı yoktur.3241 Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır.3242 Allah dilediğine yardım edip zafer verir.3243 Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır.3244 Mü’minlere yardım etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır.3245 İman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını bağışladığı ve onları cennetlere koyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih.3246
Hadis-i Şerifte: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” buyrulmuş. “...Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” 3247 Allah âdildir, zerre kadar zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hatta, hak etmek için, liyakat kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lutfuyla muâmele eder, fazlaca nimetler ihsân eder. Önemli olan, mü’min kulların kulluk bilincidir. İnsan Allah’a doğru adım atar atmaz Allah kapılarını açacak, dünyada izzet ve devlet, âhirette sonsuz nimet ve cennet verecektir.
Bilindiği gibi “ğâlib”; yenen, üstün gelen anlamına gelir. “... Öyle ya, Allah emrine gâliptir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler.” 3248 Bu âyette görüldüğü gibi, Kur’an gâlib sıfatını Allah’a izâfe etmiştir. “Eğer Allah size yardım ederse, artık size gâlip gelecek kimse yoktur. Ve eğer size yardımını keserse, bundan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etmeli, sadece O’na güvenip dayanmalıdır.”3249 Bu âyette gâlibiyetin ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğu açıklanmış, O’nun yardımını kestiği durumda gâlibiyetin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’de, hem Allah’ı gâlib sıfatıyla tanımak ve hem de gâlibiyeti Allah’tan bilmek gereği, açık ifâdelerle yer almıştır.
Gâlibiyet ve mağlûbiyetleri Allah, insanlar arasında döndürüp değiştirir.3250 Oyun ve eğlenceden ibâret bu dünya3251 tahteravallidir; yükselenler, bir gün inerler. Ülkeler de insan gibi doğar, büyür ve ölür. Her ümmet için bir ecel vardır. 3252 Allah, kullarını varlıkla da yoklukla da imtihan ettiği gibi; gâlibiyet de mağlûbiyet gibi bir sınavdır. Müslümanların Bedir’leri gibi Uhud’ları da olacaktır.
3241] 11/Hûd, 88
3242] 3/Âl-i İmrân, 126
3243] 30/Rûm, 5
3244] 3/Âl-i İmrân, 13
3245] 30/Rûm, 47
3246] 61/Saf, 10-13
3247] 13/Ra’d, 11
3248] 12/Yûsuf, 21
3249] 3/Âl-i İmrân, 160
3250] 3/Âl-i İmrân, 140
3251] 6/En’âm, 32; 29/Ankebût, 64
3252] 10/Yunus, 49
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 769 -
Gâlibiyet sonrası zafer sarhoşluğunun şımarıklığa ve gurura yol açan tehlikeleri yanında, mağlûbiyetin de insanın kendine ve dâvâsına güveni sarsan yıkıcı etkileri söz konusu olabilir. Uhud, ders alındığı müddetçe gâlibiyetin veremediği güzel dersler verir. Gâliptir bu yolda mağlûp. Bâtıl dâvâ için ve nice zulümlerle kazanılan zaferlerin aslında büyük bir mağlûbiyet olduğu gibi...
Şehidlik; sayıyı, maddî imkânların üstünlüğünü gözlerinde büyütenlere; pragmatizm ve determinizmin vazgeçilmez olduğunu zannedenlere en güzel cevaptır. “Boşu boşuna ölmek”, “kendine yazık etmek”, “kendini tehlikeye atmak”, “siyaset bilmemek...” gibi ithamların, şehâdetin zevkini bilmeyenlerin bahâneleri olduğunu haykırmaktır. Bu, tek dünya merkezli iddiâlar, şehâdet vâsıtasının hizmet ettiği gâyeyi bilmeyen veya önemsemeyip saptıranların anlayışlarıdır. Gâye, küfre/fitneye karşı maddeten gâlip gelmek, onu yıkmak, yönetimi değiştirmek, yeryüzüne hâkim olmak olunca, bu amaca götüren araç ve yöntemler de ona göre seçilir. Şehid için bunlar gâye değildir, olamaz. Bunlar, önemli olmasına çok önemlidir ama, amaç değildir. Amaç, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Yeryüzünde egemen olmak ise, bu amacın doğurduğu bir sonuç, bir lütuftur. Bu ince çizgi İslâm inkılâbıyla herhangi bir devrimi, şöhretli herhangi bir kahramanla şehidi birbirinden ayıran çizgidir. İhtilâllerin amacı bir memlekette (veya yeryüzünde) egemen olmaktır. Müslümanlar ise cihadla görevlidir. Egemenlik (ve zafer) cihadın celbettiği, Allah’ın rızâsının sonucu lutfedilecek bir kazanımdır. Ancak müslümanlar bu kazanım için değil; sadece Allah’ın rızâsı için cihad eder. Sonunda bu kazanım (hâkimiyet) olsun veya olmasın, birinci derecede önemli değildir. İşin o cephesi Allah’a bağlıdır. Ve Allah’ın sünneti odur ki, her zaman müslümanlar dünya ölçeğinde başarılı olamazlar. Unutmamak gerekir, Allah mü’minlere yardım için söz vermektedir.3253 “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır. Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” 3254
Birçok peygamber gelmiş, ömürlerini Allah’ın rızâsı doğrultusunda tebliğ ve cihada harcamışlardır. Fakat bazıları küçük bir ümmet/cemaat bile oluşturamadan gitmişlerdir. Bu, mağlûbiyet ve başarısızlık mıdır? Maddî ve zâhirî yönden “evet!” Hz. Nûh da, dünya ölçeğinde mağlup olduğunu belirtiyordu: “(Nûh) Rabbine; ‘Ben mağlûb oldum, yenik düştüm, bana yardım et!’ diye yalvardı.”3255 O Nûh (a.s.) ki, her türlü yöntemi denemiş, gece-gündüz, gizli-açık tebliğ etmiş, tebliğ etmişti: “(Nûh:) ‘Rabbim! dedi, doğrusu ben, kavmimi gece gündüz (imana) dâvet ettim; fakat benim dâvetim, ancak kaçmalarını artırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman dâvet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben kendilerine haykırarak dâvette bulundum. Üstelik, onlarla
3253] 30/Rûm, 47; 2/Bakara, 214
3254] 61/Saff, 8-13
3255] 54/Kamer, 10
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.” 3256 Hem de, dile kolay; tam 950 sene...3257
Ama, hakikatte ve âhiret ölçeğinde onlar başarılıydı, gâlipti, gâyelerine ulaşmışlardı. Onlar, ne yaptılarsa Allah rızâsı için yapmışlar ve o rızâyı da kazanmışlardı. İnsan, sadece kulluk yapmak için,3258 Allah’ın emir ve yasaklarına uyup O’na teslimiyetle itaat için yaratıldığına göre, bu görevlerini yapandan daha başarılı kimse olur mu?
Başarı ve zafer Allah’ın yanındadır. O dilemeden hiç kimse gâlip gelemez. Mağlûbiyet ihtimali var diye savaştan kaçan insan, gâlibiyeti hak etmeyen bir korkak olduğu için, o, hiçbir zaman gâlip gelemeyecektir. İnsan, dâvâsının savaşçısıdır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. Öyle ise o şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.”3259 Bu hak-bâtıl savaşında savaşçı olarak yer al(a)mayan kimseler, kâfirlerle mü’minlerin arasında tercih yapamayan münâfıklardır ki, onlar da bu tavırlarıyla kâfirlerin cephesinde kabul edilirler.
“Zafer sabra bağlıdır; Müslüman için kaygının sonu sevinç, zorluğun sonu kolaylıktır. Zaferin büyüklüğü, belânın büyüklüğü nispetindedir. Hiç kimse, gâlibiyet ve başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır. Güçlükler, gâlibiyet ve başarının değerini artıran süslerdir. Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir. Bir şeyi yapabileceğinize kendinizi inandırırsanız, ne kadar güç olursa olsun onu başarırsınız. Fakat, dünyada en basit işi yapamayacağınız kuruntusuna kapılırsanız, onu yapmanıza imkân kalmaz. Tepecikleriyle karşınıza aşılmaz dağlar gibi dikilir. Başarmak için tehlikeye atılmadıkça yarışı kazanmak, mücâdeleyi göze almadıkça da zaferi elde etmek mümkün değildir. Büyük başarıların ve gâlibiyetlerin sahipleri, küçük işleri titizlikle yapabilme sabrını gösteren kişilerdir. Ve… Yenileceğinden korkan daima yenilir.”
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız dünyada uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.”3260 İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Bir amacın başarı ve gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine paralel olarak ebedî hayatta felâh olarak ortaya çıkacaktır.
Adam ta Amerika’dan, İngiltere veya Almanya’dan her türlü rahatını terk edip muharref, hatta günümüzdeki yapısıyla şirk dinini tebliğ (propaganda demek daha doğru olur) için Anadolu’nun ücrâ kasabalarına kadar geliyor. Bâtıl dâvâsı için nice zahmetlere katlanıyor. Zulmü yaymak için Afganistan’a, Irak’a nice ölüler verme pahasına yerleşiyor. Her çeşit çirkinliği, ahlâksızlığı ve en büyük
3256] 71/Nûh, 5-9
3257] 29/Ankebût, 14
3258] 51/Zâriyât, 56
3259] 4/Nisâ, 76
3260] 3/Âl-i İmrân, 139
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 771 -
zulüm olan şirki tüm insanlığa dayatmak için ne fedâkârlıklar yapıyor. Müslümanlar olarak biz adâleti yaymak, insanlığı fitne ve fesattan uzaklaştırıp dünya ve âhirette kurtarmak için bırakın onların memleketine; kendi iş arkadaşımıza, kapı komşumuza bile hakkıyla İslâm’ı tebliğ etmekten çekiniyorsak, bizim de dünyanın da kurtuluşu mümkün değildir. Bu tavır, kişiyi mü’min tanımının dışına çıkarabilir: “Mü’minlerin Allah sevgisi, Allah’a eşler ve benzerler edinip onları Allah’ı sever gibi sevenlerin sevgisinden daha şiddetli, daha çoktur” 3261
Mü’minler, halife oldukları tüm yeryüzünden sorumludur. Tüm dünyadan fitneyi, şirki, zulüm ve sömürüyü kaldırarak dini Allah’a has kılmak için tüm imkânlarını kullanmak zorundadır. Yeryüzünün imarıyla, mü’minler görevlidir. Dünya halklarına yön verecek, onları erdemli ve anlamlı bir hayata kavuşturacak tek alternatif, İslâm’dır. İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe İslâm, herkese tebliğ edilip ulaştırılmalıdır. Bu dâvet ve tebliğin asıl gâyesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3262 âyet-i kerîmesi bu görevi bildirmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların çoğunun İslâm diye bildikleri şeylerin çoğu İslâm’dan değildir. Bu durum mutlaka düzeltilmeye çalışılıp, câhiliyye düzenlerinin ve câhilî toplumun kurbanı olan İslâm konusunda câhil olan “müslümanım” diyen halktan başlayarak bütün dünya insanlarına kurtarıcı hakikat ulaştırılmalıdır. Kulakları mühürlenmemiş kimseler tarafından canhıraş imdat çığlıkları duyulan dünyadaki bütün insanlara el uzatıp doğru istikamet gösterecek, onları her yönüyle güzelleştirecek tek seçenek İslâm’dır.
Müslümanın görevlerinden biri de, Allah’a giden yolda engel olanlara karşı cihaddır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanıyıp öğrensin ve onu kabullensin veya bilerek reddetsin. Beşerî ideolojilerin insanlara vereceği hiçbir güzellik yoktur. İki dünya savaşı, emperyalizm, köleleştirilip aç bırakılan insanlar, yağma edilen ülkeler, Afrika’nın kanının emilmesi, Ortadoğunun silâhla veya kuklalar eliyle işgali, İsrail adlı vampire destek, bunca tuğyân, Hakk’a isyan, bunca vahşet ve ahlâksızlık üzerinde yükselen (alçalan) mimsiz medeniyet uzun süre ayakta kalabilir mi? İnsanlık tarihi ve bunca acı tecrübe bunu öğretmediyse insanın hiçbir şey öğrenmesi mümkün değildir. Komünizm ve sosyalizm nasıl kısa bir sürede hızla çöktüyse, kapitalizmin bayraktarı Batı uygarlığı denen tek dişi kalmış canavarın da tarihin çöplüğüne atılması uzak değildir. Her şeye, her zillete rağmen Avrupa Birliği safına katılma isteği, gelecek açısından çok kötü bir tercihtir. Bu tavır, hak ettiği mağlûbiyet kesin olan tarafta yer almak demektir. Öncelikle bâtılla, fitneyle, zulümle, İslâm düşmanlarıyla birliktelik demektir. Yani dünyada zilleti, âhirette azâbı istemektir. Hâlbuki müslümanın tercihi câhiliyyeden değil; İslâm’dan, Kur’an’ın uygulanmasından yana olmak zorundadır.3263 Batı söyleyeceğini fazlasıyla söyledi, yapabileceğini yaptı; işte global fitne ve sefâlet, dayatılan sömürü ve vahşet bu uygarlığın, bu yaşam biçiminin eseri. Gelecek, İslâm’a gebedir. Müslümanlar kötü örnek olmasa ve tâğutların egemenliğinde Batılı tarzda yaşamak zorunda bırakılmasa, yeni bir çıkış arayan insanlığa doğru alternatifi yaşayarak gösterilebilseydi dünya çoktan
3261] 2/Bakara, 165
3262] 3/Âl-i İmrân, 104
3263] 33/Ahzâb, 36; 5/Mâide, 44
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’laşacaktı. Müslümanların bunca tembelliklerine rağmen yine de, Allah nûrunu tamamlayacak,3264 zulmetmekte olanlar nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.3265
İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, aşırı değer verdikleri şeylerden, câhiliyye düzenlerinden ve bağlanıp kaldıkları câhilî âdet ve yaşam biçimlerinden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan dosdoğru dine, en güzel dünya görüşüne ve en iyi yaşayışa ulaştırmak... İşte, İslâm budur, bütün peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. Bütün müslümanlar da söz ve eylemleriyle, dâvet ve çabalarıyla bu yolu sürdürmek zorundadırlar.
Bir anlamı “selâmet, esenlik ve barış” olan “İslâm”ın olmadığı yerde, bu değerlerin tam zıddı olacaktır. İslâm’ın diğer mânâsı, “teslim olmak”tır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslimiyet. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz.3266 İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan bilgisinin ve zannının eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
Câhiliyye; sözlükte “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Beyinsizliği ve ahmaklığı da içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere, ideolojilere ve düzenlere inanmak ve bu şekilde yaşamaktır.”
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi, hakla bâtılı birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”3267 Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muâmelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına
3264] 61/Saff, 8
3265] 26/Şuarâ, 227
3266] Bk. 6/En’âm, 162; 4/Nisâ, 65
3267] 2/Bakara, 85
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 773 -
vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma çabasındadır. Globalleşme, yenidünya düzeni, BOP bu çabanın ürünüdür. Bugün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri var ve bu câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman, ya da kendini müslüman sayan insan var! Her biri birer bâtıl din olan câhiliyye düzenlerinin ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.
İslam’ın hedefi, câhiliyyeyi ortadan kaldırarak insanları her çeşit tutsaklıktan, câhilce düşünceden ve çirkin yaşayıştan kurtarmaktır. Bunun için de yeni ve faal/aktif bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, düşünce yapısıyla, yaşama tarzıyla, sosyal düzeniyle (cemaat yapısıyla), değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, ancak böyle bir kadro, yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu övgüsüne mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.”3268 “İşte böylece sizleri mûtedil (orta, âdil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size şâhid/örnek olsun diye...”3269
Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar, câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar mücâdelelerini sürdürmelidirler. Kendi nefislerini devamlı hayra doğru değiştirmeye çalışan Kur’an talebeleri, ailesinden ve çevresinden başlayarak bütün dünyayı mutlak doğrunun (vahyin) ışığında değiştirmek için tüm imkânlarını seferber etmeye koşacaklardır. Evet, âhirette ihtimal olan azâbı ebedî ödüle dönüştürmek için tüm dünyayı değiştirmeye tâlip olmak; daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele doğru. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği o en büyük inkılâbı, câhiliyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
Bu gayret ve hayırlı değişim, dönüşüm içinde olan, bunun yanında değişmeyen tevhidî çizgi üzerinde sırât-ı müstakîm üzere sâbit duran şuurlu mü’minlere selâm olsun!
Müslüman, hangi değişimin hayırlı olduğunu bilmeli, kendinde ve çevresinde sâbit kalması gereken değerlerle değişmesi gerekenleri iyi ayırabilmeli. Pergel gibi, bir ayağı sâbit ilkelerde, diğer ayağı da düzenli hareket ve değişim için serbest hareket halinde olmalı.
“Nasılsanız öyle idare olunursunuz.”3270
“Bir insanda gördüğünüz en küçük olumlu değişmeye bile değer verin.”
3268] 3/Âl-i İmrân, 110
3269] 2/Bakara, 143
3270] Hadis-i şerif
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kendi kendini değiştirmenin ne kadar güç olduğunu düşünürsen, başkalarını değiştirmeye çalışmada şansının ne kadar az olduğunu anlarsın.”
“Değiştirmeye gücünün yetmediği başkalarının yanlışlıkları ve kötülükleriyle gereksiz yere uğraşarak rûhunu karartma. Esas düzeltilmesi, değişmesi gereken insan sen kendinsin.”
“Yanlışlarımızı biliriz de, onları değiştirip düzeltmeyi çok az düşünürüz.”
“Neler değişmedi ki dünya dönerken. Kendi ekseni etrafında dönebilene ne mutlu!”
“Dünyada bir şey değişmez, değişen yalnız bizleriz.”
“İnsanlar o kadar çabuk değişirler ki, onlarda her zaman ortaya çıkarılacak bir yenilik bulabiliriz.”
“Dağların yer değiştireceğine inanın da, insanların huylarını değiştireceğine hiçbir zaman inanmayın.”
“Erkekler hiçbir zaman değişmezler; bu onların hayatlarındaki fâciadır. Kadınlar her zaman değişirler, bu da onların fâciasıdır.”
“Dünya bir kararda durmaz.”3271
“Tebdîl-i mekânda (yer değiştirmede) ferahlık vardır.”3272
3271] Atasözü
3272] Atasözü
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 775 -
Tağyîr Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Değiştirmek Anlamına Gelen Tağyîr (Ğ-yy-r) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 4/Nisâ, 119; 8/Enfâl, 53, 53; 13/Ra’d, 11, 11. (Değişmek, Başkalaşmak Anlamındaki Teğayyur Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (Toplam 1 Yerde): 47/Muhammed, 15.
Yine Değişim Anlamına Gelen “Tebdîl” (B-dd-l) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 44 Yerde): 2/Bakara, 59, 61, 108, 181, 181, 211; 4/Nisâ, 2, 20, 56; 6/En’âm, 34, 115; 7/A’râf, 95, 162; 9/Tevbe, 39; 10/Yûnus, 15, 15, 64; 14/İbrâhim, 28, 48; 16/Nahl, 101; 18/Kehf, 27, 50, 81; 24/Nûr, 55; 25/Furkan, 70; 27/Neml, 11; 30/Rûm, 30; 33/Ahzâb, 23, 23, 52, 62; 34/Sebe’, 16; 35/Fâtır, 43; 40/Mü’min, 26; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 15, 23; 50/Kaf, 29; 56/Vâkıa, 61; 67/İnsân, 28; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 32; 70/Meâric, 41; 76/İnsân, 28.
Benzer Anlamlara Gelen “Tahvîl” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde): 17/İsrâ, 56, 77; 35/Fâtır, 43.
Değişim Anlamına Gelen “İnkılâp” Kelimesi (i-n-k-l-b) ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 2/Bakara, 143; 3/Âl-i İmrân, 127, 144, 144, 149, 174; 5/Mâide, 21; 7/A’râf, 119, 125; 9/Tevbe, 95; 12/Yûsuf, 62; 18/Kehf, 36; 22/Hacc, 11; 26/Şuarâ, 50, 227, 227; 43/Zuhruf, 14; 48/Fetih, 12; 67/Mülk, 4; 83/Mutaffifîn, 31; 31; 84/İnşikak, 9.
“Tedâvül” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 140.
“Tahrîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 8/Enfâl, 16.
“Tasrîf” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 2/Bakara, 164; 6/En’âm, 46, 65, 105; 7/A’râf, 58; 17/İsrâ, 41, 89; 18/Kehf, 54; 20/Tâhâ, 113; 25/Furkan, 50; 45/Câsiye, 5; 46/Ahkaf, 27.
“Sünnetullah” Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 33/Ahzâb, 38, 62, 62; 35/Fâtır, 43, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Fetih, 23, 23. “Sünnet” Kelimesi ve Çoğulu “Sünen” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 137; 4/Nisâ, 26; 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 77, 77; 18/Kehf, 55; 33/Ahzâb, 38, 62, 62; 35/Fâtır, 43, 43, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Fetih, 23, 23.
Psikolojik Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Akıl” (A-k-l) Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği (Tümü Fiil Şeklindeki) Âyet-i Kerimeler (Toplam 49 Yerde): 2/Bakara, 44, 73, 75, 76, 164, 170, 171, 242; 3/Âl-i İmrân, 65, 118; 5/Mâide, 58, 103; 6/En’âm, 32, 151; 7/A’râf, 169; 8/Enfâl, 22; 10/Yûnus, 16, 42, 100; 11/Hûd, 51; 12/Yûsuf, 2, 109; 13/Ra’d, 4; 16/Nahl, 12, 67; 21/Enbiyâ, 10, 67; 22/Hacc, 46; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 61; 25/Furkan, 44; 26/Şuarâ, 28; 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 35, 43, 63; 30/Rûm, 24, 28; 36/Yâsin, 62, 68; 37/Sâffât, 138; 39/Zümer, 43; 40/Mü’min, 67; 43/Zuhruf, 3; 45/Câsiye, 5; 49/hucurât, 4; 57/Hadîd, 17; 59/Haşr, 14; 67/Mülk, 10.
Yine Pskilojik/Mânevî Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Kalp” (K-l-b) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 132 Yerde): 2/Bakara, 7, 10, 74, 88, 93, 97, 118, 204, 225, 260, 283; 3/Âl-i İmrân, 7, 8, 103, 126, 151, 154, 156, 159, 167; 4/Nisâ, 63, 155; 5/Mâide, 13, 41, 41, 52, 113; 6/En’âm, 25, 43, 46; 7/A’râf, 100, 101, 179; 8/Enfâl, 2, 10, 11, 12, 24, 49, 63, 63, 70; 9/Tevbe, 8, 15, 45, 60, 64, 77, 87, 93, 110, 110, 117, 125, 127; 10/Yûnus, 74, 88; 13/Ra’d, 28, 28; 15/Hıcr, 12; 16/Nahl, 22, 106, 108; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 14, 28, 57; 21/Enbiyâ, 3; 22/Hacc, 32, 35, 46, 46, 53, 53, 54; 23/Mü’minûn, 60, 63; 24/Nûr, 37, 50; 26/Şuarâ, 89, 194, 200; 28/Kasas, 10; 30/Rûm, 59; 33/Ahzâb, 4, 5, 10, 12, 26, 32, 51, 53, 53, 60; 34/Sebe’, 23; 37/Sâffât, 84; 39/Zümer, 22, 23, 45; 40/Mü’min, 18, 35; 41/Fussılet, 5; 42/Şûrâ, 24; 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 16, 20, 24, 29; 48/Fetih, 4, 11, 12, 18, 26; 49/Hucurât, 3, 7, 14; 50/Kaf, 33, 37; 57/Hadîd, 16, 16, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 2, 10, 14; 61/Saff, 5; 63/Münâfıkun, 3; 64/Teğâbün, 11; 66/Tahrîm, 4; 74/Müddessir, 31; 79/Nâziât, 8; 83/Mutaffifîn, 14.
Benzer Değişimle İlgili Kullanılan Kavramlardan “Nefis” (N-f-s) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 298 Yerde): 2/Bakara, 9, 44, 48, 48, 54, 54, 57, 72, 84, 85, 87, 90, 102, 109, 110, 123, 123, 130, 155, 187, 207, 223, 228, 231, 233, 234, 234, 235, 235, 240, 265, 272, 281, 284, 286; 3/Âl-i İmrân, 25, 28, 30, 30, 61, 61, 69, 93, 117, 117, 135, 145, 154, 154, 161, 164, 165, 168, 178, 185, 186; 4/Nisâ, 1, 4, 29, 49, 63, 64, 65, 66, 79, 84, 95, 95, 97, 107, 110, 111, 113, 128, 135; 5/Mâide, 25, 30, 32, 32, 45, 45, 52, 70, 80, 105, 116, 116; ; 6/En’âm, 12, 12, 20, 24, 26, 54, 70, 93, 98, 104, 123, 130, 130; 151, 152, 158, 164; 7/A’râf, 9, 23, 37, 42, 53, 160, 172, 177, 188, 189, 192, 197, 205; 8/Enfâl, 53, 72; 9/Tevbe, 17, 20, 35, 36, 41, 42, 44, 55, 70, 81, 85, 88, 111, 118, 120, 120, 128; 10/Yûnus, 15, 23, 30, 44, 49, 54, 100, 108; 11/Hûd, 21, 31, 101, 105; 12/Yûsuf, 18, 23, 26, 30, 32, 51, 51, 53, 53, 54, 68, 77, 83; 13/Ra’d, 11, 16, 23, 42; 14/İbrâhim, 22, 45, 51; 16/Nahl, 7, 28, 32, 72, 89, 111, 111, 111, 118; 17/İsrâ, 7, 14, 15, 25, 33; 18/Kehf, 6, 28, 35, 51, 74, 74; 20/Tâhâ, 15, 40, 41, 67, 96; 21/Enbiyâ, 35, 43, 47, 64, 102; 23/Mü’minûn, 62, 103; 24/Nûr, 6, 12, 61,
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
61; 25/Furkan, 3, 21, 68; 26/Şuarâ, 3; 27/Neml, 14, 40, 44, 92; 28/Kasas, 16, 19, 33; 29/Ankebût, 6, 40, 57; 30/Rûm, 8, 9, 21, 28, 28, 44; 31/Lokman, 12, 28, 34, 34; 32/Secde, 13, 17, 27; 33/Ahzâb, 6, 37, 50; 34/Sebe’, 19, 50; 35/Fâtır, 8, 18, 32; 36/Yâsin, 36, 54; 37/Sâffât, 13; 39/Zümer, 6, 15, 41, 42, 53, 56, 70; 40/Mü’min, 10, 17; 41/Fussılet, 31, 46, 53; 42/Şûrâ, 11, 45; 43/Zuhruf, 71, 45/Câsiye, 15, 22; 47/Muhammed, 38; 48/Fetih, 10; 49/Hucurât, 11, 15; 50/Kaf, 16, 21; 51/Zâriyât, 21; 53/Necm, 23, 32; 57/Hadîd, 14, 22; 58/Mücâdele, 8; 59/Haşr, 9, 9, 18, 19; 61/Saff, 11; 63/Münâfıkun, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talak, 1, 7; 66/Tahrîm, 6; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 38; 75/Kıyâme, 2, 14; 79/Nâziât, 40; 81/Tekvîr, 7, 14, 18; 82/İnfitâr, 5, 19, 19; 83/Mutaffifîn, 26, 26; 86/Târık, 4; 89/Fecr, 27; 91/Şems, 7.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.
2. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, Cevdet Said, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
3. İslâm Düşüncesinde Değişim, Münir Şefik, Dünya Y.
4. Dönüştürme Bilinci ve İslâmî Hareket, Ali Değirmenci, Ekin Y.
5. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y.
6. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y.
7. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
8. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
9. Kur’an’ın Hayata Müdahalesi (Kur’an ve Değişim Bölümü), Ed. Abdullah Yıldız, Umran Y., s. 357-448
10. Kur’an’da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, İnsan Y.
11. Laiklik Siyaset ve Değişim, Davut Dursun, İnsan Y.
12. Toplumsal Değişim Kuramları, Richard Appelbaum, çev. Türker Aklan, T. İş Bankası Kültür Y.
13. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Remzi Kitabevi Y.
14. Sosyoloji Açısından Din, Yümni Sezen, MÜİFV Y.
15. İslâm Sosyolojisine Giriş, Yümni Sezen, Turan Kültür Vakfı Y.
16. Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, Baykan Sezer, İÜEF Y.
17. Toplumsal ve Kültürel Değişme, Mahmut Tezcan, AÜEğitim Bilimleri Fak. Y.
18. Değişme Kültür ve Sosyal Çözülme, Orhan Türkdoğan, TDAV Y.
19. Sosyal Değişme Karşısında İslâm Hukuku, Sosyal Değişme ve Dinî Hayat, Mehmet Erdoğan, İSAV Y.
20. Sosyal Meselelerimiz ve Sosyal Değişme, Mustafa Erkal, Mayaş Y.D
21. Kur’an’ın Hayata Müdahalesi, Ed. Abdullah Yıldız, Umran Dergisi Y.
22. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
23. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
24. Niçin İslâm Sosyolojisi, İlyas Ba-Yunus, çev. İlham Güner, Akabe Y.
25. İslâm Sosyolojisi Bir Giriş Denemesi, Ba-Yunus, çev. Rıdvan Kaya, Bir Y.
26. Din Sosyolojisi, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Filiz Kitabevi
27. Sosyoloji Tarihi, N. Şazi Kösemihal, İst. 1974
28. Mukaddime, İbn Haldun, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
29. İbn Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İbrâhim Erol Kozak, Pınar Y.
30. İslâm’da İhya Hareketleri, Mevdudi, Pınar Y.
31. Her Nemrud’a Bir İbrâhim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
32. Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, çev. M. Beşir Eryarsoy, Bir Y.
33. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, I-II, Hayreddin Karaman, İz Y.
34. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
35. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
36. Sünnetullah, Bir Kur’an İfadesinin Kavramlaşması, Ömer Özsoy, Fecr Y.
37. Kur’an’da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y.
38. Rabbanî Yol ve Sünnetullah, Said Hakim, İnsan Dergisi Y.
39. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdülkerim Zeydan, çev. Nizameddin Saltan,
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 777 -
İhtar Y.
40. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
41. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
42. Türkiye’de Dinî Hayat, Mehmet Emin Köktaş, İşaret Y.
43. Türkiye’de Din ve Siyaset, Şerif Mardin, İletişim Y.
44. Türkiyede Din ve Siyaset, Ahmet Yücekök, Gerçek Y.
45. Türkiye’de İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat
46. Yeniden İslâm’a, Ebul Hasen Ali Haseni en-Nedvî, İslâmî Neşriyat
47. İslâmî Topluma Doğru, Reyhan Şerif, çev. Celal Halil, Akabe Y.
48. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
49. Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme, Şerif Mardin, çev. Metin Çulhaoğlu, İletişim Y.
50. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
51. İslâm, Süreklilik ve Değişim, J. Obert Voll, çev. C. Aydın, C. Şişman, M. Demirhan, Yöneliş Y.
52. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
53. Din Psikolojisi Açısından Dinî Tutum Davranış ve Şahsiyet Özellikleri, Veysel Uysal, İFAV Y.
54. Kavimlerin Helâki, Hârun Yahya, Vural Y.
55. Allah’ın Yok Etmesi ve Yok Olan Toplumlar, Veysel Özcan, Mirfak Y.
56. Kur’ân-ı Kerim’de Kavimler ve Toplumlar Âd, Semûd, Medyen, S. Süleyman Nedvî, İnkılâb Y.
57. Lânetlenmiş Kişiler ve İşler, Mehmet Emre, Erhan Y.
58. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
59. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
60. Kur’an Kıssaları Üzerine, İdris Şengül, Işık Y.
61. İlmî ve Edebî Yönleriyle Kur’an Kıssaları, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
62. Türkiye’nin Çöküşü, Hüseyin Kâzım Kadri, Hikmet Neşriyat
63. Modern Dünyaya Başkaldırı, Jius Evola, çev. Fevzi Topaçoğlu, İnsan Y.
64. el-Medinetü’l-Fâzıla, Fârâbî, çev. Naifiz Danışman, MEB Y.
65. Kur’an’da Tarih Kavramı, Mazharuddin Sıddîkî, çev. Süleyman Kalkan, Pınar Y.
66. İslâm’ın Tarih Yorumu, İmâdüddin Halil, çev. Ahmet Ağırakça, Risale Y.
67. Tarihin Yorumu, İmâdüddin Halil, Mazharuddin Sıddîkî, terc. M. Beşir Eryarsoy, Düşünce Y.
68. İslâm Tarihi Bir Yöntem Araştırması, İmÂdüddin Halil, çev. Ubeydullah Dalar, İnsan Y.
69. İslâmî Açıdan Tarihe Bakışımız, Muhammed Kutub, çev. Talip Özdeş, Risale Y.
70. Tarih ve Toplum, Murtaza Mutahharî, terc. Cengiz Şişman, Yöneliş Y.
71. İnsan ve Tarih, M. H. Beheşti, C. Bahonar, terc. Ahmet Erdinç, Bir Y.
72. Tarihselciliğin Sefaleti, Karl R. Popper, çev. Sabri Orman, İnsan Y.
73. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
74. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
75. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
76. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
77. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
78. Dünya İslâm Devleti ve Prensipleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y.
79. Teşrîî İslâm Tarihi, Abdülvehhâb Hallâf, terc. Hüseyin Algül, Şamil Y.
80. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevserânî, çev. Muhlis Canyürek, Denge Y.
81. Din Bürokrasisi, Yapısı, Konumu ve Gelişi, Davut Dursun, İşaret Y.
82. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
83. İslâm Medeniyetinin Geleceği, Ziyauddin Serdar, çev. Deniz Aydın, İnsan Y.
84. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
85. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
86. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebu’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
87. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
88. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
89. İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, Mustafa Aydın, Pınar Y.
90. Arap Dünyasında Din ve Siyaset, Nezih Ayûbî, çev. Yavuz Alogan, Cep Y.
91. Din ve Modernizm, Ali Bulaç, Endülüs Y.
92. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, İnsan Y.
93. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
94. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
95. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
96. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
97. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
98. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
99. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
100. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
101. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
102. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
103. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
104. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
105. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
106. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
107. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
108. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
109. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
110. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
111. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
112. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
113. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
114. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
115. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
116. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
117. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
118. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
119. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
120. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
121. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
122. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
123. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
124. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
125. Câhiliye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
126. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
127. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
128. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
129. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
130. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
131. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
132. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
133. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
134. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
135. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
136. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
137. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
138. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
DEĞİŞİM / DÖNÜŞÜM (TAĞYÎR)
- 779 -
139. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
140. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
141. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
142. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
143. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu, Kastaş Y.
144. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
145. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
146. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
147. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
148. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. 13/417, 445, 14/340
149. Hayatın Yeniden İnşası İçin, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 198-199, 203-207
150. Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşad Atalar, Anlam Y., s. 1-8
151. Kur’an Sosyolojisi, Lütfullah Cebeci, İslâmî Araştırmalar, s. 3, Ocak 1987
152. Sosyal Çözülme, Sosyal Bütünleşme ve Din, Bilgi ve Hikmet, s. 5, Kış 1994
153. Dinin Ferdî ve Sosyal Rolü Üzerine Genelleme, SÜSBED, s. 3, Konya, 1994
154. Din Din midir, Yoksa Başka Bir Şey midir?, Elizabeth Özdalga, İslâmî Araştırmalar, c. 3, s. 2, Nisan 89
155. Modernleşme ve İslâmlaşma, Mümtazer Türköne, Bilgi ve Hikmet, s. 1, Kış 1993
156. El Kirliyse Yıkanır, Ya Toplum Kirliyse, Mehmet Ali Kılıçbay, Türkiye Günlüğü, s. 30, Eyl-Ek. 94
157. İbn Haldun Sosyolojisi, Satı el-Husrî, çev. Mehmet Bayyiğit, SÜİFD, sayı 4, Konya 1994
158. Değişim ve Süreklilik, Nur Vergin, Türkiye Günlüğü, s. 25, Kış 1993

 
Okunma 932 kez
Bu kategorideki diğerleri: « DÂVÛD (A.S.) DİN »