Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:20

NİFAK - MÜNÂFIK

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

NİFAK - MÜNÂFIK


- 231 -
Kavram no139
İman 23
Bk. Küfür; Şirk; Riyâ;
Cehennem; İman; Tevhid
NİFAK - MÜNÂFIK


• Nifak ve Münâfık; Anlam ve Mâhiyeti
• Nifakın Kısımları
a- İtikadî (inançla ilgili) nifak
b- Amelî (davranışlarla ilgili) nifak
• Nifakın Riya ile Alâkası
• Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
• Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur'an-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
• Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faaliyet Yerleri Açmaları
• Küfür ve Nifak Psikolojisi
• Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
• Münâfıkların Cezası
• Günümüzde Münâfık
• Münâfıkların Kalpleri Hastadır
• Kalbin Bozulma Safhaları
• Kalp Hastalığı
• Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
• Gizli İnkâr (Nifak)
• Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge
• Münâfıkların Tutarsızlığı
• Kur’anın Sefih Dedikleri
• Münâfıkların Karakteri
• Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
• Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır
• Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
• Sağırlar, Dilsizler, Körler!
• Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
• Münâfıklık Küfre Götürür
• Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
"İnsanlardan bazıları vardır ki, inanmadıkları halde 'Allah'a ve âhiret gününe iman ettik' derler." 1002
“Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” 1003
1002] 2/Bakara, 8
1003] 2/Bakara, 9
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Nifak Nedir, Münâfık Kimdir?
Nifak: ne-fe-ka kökünden türemiştir. Nefeka kelimesi: Eşyaya rağbeti olmak, tükenmek, azalmak, ruhu çıkmak, ölmek, tünel, tarla faresinin (köstebek) deliğinden çıkıp girmesi gibi anlamlara gelir. İnfak kelimesinin de türediği nefeka kelimesinin bitmek, tükenmek, azalmak ve ölmek anlamlarından yola çıkarak; münâfıkların bitmişliğini, tükenmişliğini, imanda azalmayı ve ölü bir kalbe sahip oluşlarını ifade için bu kelime seçilmiş olmalıdır. Münâfık, nifak kelimesinin ism-i failidir; yani nifak yapan, nifak sahibi demektir. Istılah (terim) anlamı ise, bazı sebepler yüzünden İslâm'a girip zahiren müslüman görünmek, içten içe ise kâfirliğini gizlemektir. Yani dıştan müslüman gözüküp içinden inanç ve düşünce olarak küfürde olmaktır. Bu tanım ve yargı, içinde gizlediği şey, iman esaslarına ait bir inkâr ve yalanlama olan, itikadî münâfıklık içindir; bu kimse, hâlis münâfıktır. Eğer içinde gizlediği şey, İslâm inanç esaslarının inkârının dışında başka bir husus ise, yani sadece amelle ilgili nifak alâmetlerine sahip ise, o ancak, Allah'a karşı işlenmiş bir günah olur.
Bazı Arap dilcilerinin tespitine göre; nifak, nâfika kelimesinden türemiştir. Nâfika, köstebek deliğine verilen addır. Köstebeğin yuvasının iki kapısı vardır. Kapıların birinden girerken, öbüründen çıkar. Köstebek, çıkacağı bu kapıyı, başıyla vurup dışarı çıkmasına imkân verecek şekilde ince tutar ve bunu da başkası sezemez. Kendisini tehdit eden tehlike, âşikâr ve belli olan giriş kapısı istikametinden gelince, hemen saklı tuttuğu bu dayanıksız kapıdan dışarı çıkar. Kaçmak için yaptığı bu ikinci kapıya nâfika denir. Kelimenin kaynağını bu şekilde tespit, münafığın teşhisine çok yarayacaktır. Çünkü beşer suretindeki münâfık, bir tarafıyla dine girerken, daima kendisi için sakladığı diğer yönden de ondan çıkar. İçinden inanmadığı halde, inanıyor gözüken birine münâfık denilmiştir; çünkü küfrünü örter, gizler. Böylece sırf zahirî lafız ve kımıldanışlarla İslâm'ın içine girip bu aldatıcı gösteriş içinde küfrünü gizlediği için, bir tünele giren ve onun içinde gizlenen köstebeğe benzetilir. Kalbinde nifak hastalığı olanlar, köstebekler gibi yeraltı faaliyetlerinde bulunmayı meslek edinmişlerdir. Münâfık, girdiği kapının dışında tıpkı köstebek gibi aksi bir taraftan kaçış yolu bulur, dinden çıkar. Nitekim münâfıklarla ilgili şu âyet-i kerime bu durumu açıkça ortaya koyuyor: “Eğer sığınacak bir yer veya (barınacak) mağaralar, yahut (sokulabilecek) bir delik bulsalardı; koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” 1004
Nifakın Kısımları
İman ve küfrün dereceleri, çeşitleri olduğu gibi, nifakın da kendine göre kısımları vardır. Bunlar, itikadî ve amelî olmak üzere iki ana grupta toplanır.
İtikadî (İnançla İlgili) Nifak
Mutlak anlamda nifak dendiği zaman bu kısım kastedilmiş olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de münâfıklar ve onların vasıfları belirtilirken meselenin daima itikadî yönüne işaret edilmiştir. Bu duruma göre münâfık denince: İslâm toplumu içinde can ve mal emniyetini sağlamak; evlenme, boşanma, miras, ganimet gibi müslümanların sahip olduğu her türlü nimetlerden istifade edebilmek veya birtakım gizli yollar ve entrikalarla İslâm toplumunu içten yıkmak için, asıl
1004] 9/Tevbe, 57
NİFAK - MÜNÂFIK
- 233 -
mahiyetini ustaca gizleyip kalben inanmadığı halde müslümanlara karşı kendisini inanmış gösteren kimse anlaşılmalıdır. Bu türlü nifak; doğrudan doğruya küfür olduğu için sahibini ebedî azaba götürür. Hem de cehennemde en şiddetli azaba uğrayacak grup bunlardır.
Amelî (Davranışlarla İlgili) Nifak
İmana aykırı olmayarak, sadece amelle ilgili olan nifakın bu çeşidi, küfür değildir; fakat büyük günahtır. Bir kimsenin, müslüman olduğu halde, imanla ilgili olmamak şartıyla yalan, emanete hiyânetlik, sözde durmama, hile ve riya gibi bazı münâfık alâmetlerini üzerinde taşıdığı olur. Zira bu çeşit nifak alâmetlerinden tamamen sâlim olmak, hayli güçtür. O yüzden, bazen farkında olmadığı halde bir mü’minde münâfıkların sıfatlarından bulunabilir. Çünkü bazı nifak alâmetlerinin İslâm’la bir arada bulunması mümkündür.
Nifak, kalpte, inançta olursa küfür; amelde olursa suçtur, günahtır. Amelle ilgili nifak vasıfları insanı küfre götürmez. Bu bakımdan bir insanın, inanç yönünden nifakı apaçık olmadıkça; ihmal, tembellik ve ihtiras gibi birtakım nefsânî zaaflar yüzünden ortaya çıkan kusurları sebebiyle münâfıklığına hükmedilmez. Çünkü genel anlamda münâfık sözü, meselenin iman – küfür yönünü ifade eder. Hadis-i şerifte belirtilen (bazı rivâyetlerde üç; bazı rivâyetlerde dört) vasıf aynı anda bir kişide tümüyle bulunsa dahi, imanla ilgili olmadıkça, o kimseye münâfık denmemelidir. Ama bu vasıflara sahip isek, bunların büyük günahlar olduğunu aklımızdan çıkarmamalı, hemen bunlardan tevbe etmeli; çevremizde bu vasıflara tümüyle sahip insanlardan da kendimizi korumaya çalışmalıyız.
Nifakın Riyâ ile Alâkası
Bir şeyi olduğundan başka türlü göstermek bakımından nifak ile riya (ikiyüzlülük) arasında sıkı bir ilgi vardır. Münafığın temel vasıflarından biri ikiyüzlü riyakâr, içi başka dışı başka olmasıdır. Bu özellikler müslümanda olmaması gereken çirkin sıfatlardır. Bununla beraber, her münâfık, aynı zamanda mürâîdir; fakat her mürâî, münâfık değildir. Riya, imana muhalif olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise, akidenin hilafına imanda mürâîliktir.
Diğer taraftan, kişinin inanç ve ibâdet yönünden her an aynı heyecan ve canlılığı göstermesi mümkün değildir. İçinde bulunulan maddî ve manevî şartlara göre insanın manevî hayatı birtakım iniş ve çıkışlara sahne olabilir. Bu bakımdan bir mü’minin, iman ve amel yönünden her an aynı zevki duyamaması, onun münâfıklığını veya riyakârlığını ortaya koymaz. Çünkü muayyen bir çizgi üzerinde daima aynı seyri devam ettirebilmek insan ruhu için son derece güçtür. Kalbimize, sık sık değişik durumlar aldığı için değişken anlamında “kalb” adı verilmiştir. Bu konuda ashabdan Hanzala’dan (r.a.) nakledilen bir hadis-i şerif, oldukça enteresandır. Hanzala (r.a.) şöyle anlatıyor:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. O derece tesirli anlattılar ki; âdeta cennet ile cehennemi gözle görüyor gibiydik. Ben bir ara kalkıp eve gittim. Çoluk çocuğumla gülüp eğlenmeye başladım. Bu sırada Rasulullah’ın huzurundaki manevî vecd halimi hatırladım. Allah rasülüne gitmek üzere derhal evden dışarı fırladım. Yolda Ebû Bekir Sıddık’la karşılaştım. Kendisine:
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ya Ebâ Bekr! Hanzala münâfık oldu, dedim. Ebû Bekir Şaşırarak:
Hayrola! Ne oldu, deyince, ben de:
Biz Rasülullah’ın huzurunda bulunuyorduk. Bize cennet ve cehennemden bahsettiler. Öyle ki; cennet ve cehennemi gözlerimizle görüyor gibiydik. Bir ara kalkıp eve gittim. Rasulullah’ın yanındaki hali unutup çoluk çocuğumla gülüp oynamaya başladım, dedim. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddık:
Biz de senin gibi yapıyoruz, başka türlü değil, dedi. Hanzala (r.a.) devam ederek diyor ki: Sonra Rasulullah’ın yanına vardım ve vaziyeti aynen anlattım. Buyurdular ki:
Ya Hanzala! Eğer siz evlerinizde de benim yanımda iken yaşamış olduğunuz hali yaşayıp o manevî zevki aynen duyabilseydiniz, muhakkak ki melekler, yatarken, yolda giderken bile sizinle tokalaşırlardı. Ya Hanzala! Bu vecd hali, devamlı değil; ancak zaman zaman olur.” 1005
Kâfirlerle Münâfıkların Karşılaştırılması
Kur’ân-ı Kerim, insanları mü'min, kâfir ve münâfık olmak üzere üç grupta toplar. Bakara sûresinin ilk beş âyeti mü'minlerden ve özelliklerinden bahsederken, sonraki iki âyet1006 kâfirlerden, ondan sonraki 13 âyet de1007 münâfıklardan ve onların özelliklerinden bahsetmektedir.
Küfür, bütün inkâr çeşitlerini içine alan ve nifaka göre daha şümullü olan bir kavramdır. Nifak ise, genel anlamdaki bu küfrün en bayağı ve en iğrenç şubelerinden birisidir. Bu bakımdan her münâfık, aynı zamanda kâfirdir; fakat her kâfir, münâfık değildir.
Kâfirlerde bulunmadığı halde sırf münâfıklara has bazı çirkin vasıflar vardır. Bunlar:
Münâfık, casus gibi kendini gizleyerek her topluma karışıp insanları aldatmak ister. Kâfir ise her haliyle bellidir.
Kâfir mert; münâfık ise nâmert karakterlidir; kaypak ve kalleştir.
Kâfir kendi menfaati için imanı konusunda yalana tenezzül etmez, hakkına razı olur. Yani menfaat uğruna küfründen taviz vermez. Münâfık ise bunun aksinedir.
Münâfık, kâfirin aksine, inanmış gözükerek inkârına bir de istihza karıştırır ki, böylece küfrü katmerleşmiş olur. Mü’minlere karşı inanmış gözükmek de bir nevi onları alaya alma anlamı vardır.
e- Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların vasıfları daha çok belirtilmekte ve mü’minlere, onlardan şiddetle sakınmaları ve tedbirli olmaları tavsiye edilmektedir. 1008
Müslümanlar için en tehlikeli olan grup münâfıklardır. Çünkü onlar, bize
1005] Tirmizî, hadis no: 2633; Müsned, Ahmed bin Hanbel, IV/346
1006] 6. ve 7. âyetler
1007] 2/Bakara, 8-20. âyetler
1008] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), c. 2, s. 27
NİFAK - MÜNÂFIK
- 235 -
benzer, bizim gibi görünür, bizim toplantılarımıza katılır, fikir beyan eder. Hacca gider, bazen namaz kılar, ama bizim gibi iman etmez. Sadece kendi basit çıkarlarını düşünür. Küfürlerine bir de hile ve alay karıştırdıkları için münâfıklar, kâfirlerin en âdi, en bayağı ve en alçaklarıdır. Münâfıklar, kâfirlerin aksine, müslümanlarla iç içe yaşadıkları ve her an, insan ruhunun en aziz gıdası ve beşer hayatının vazgeçilmez unsuru olan imanın nice olumlu tecellilerine yakinen şahit oldukları halde bile gerçek imana eremeyip daima zikzaklar içinde yaşamaları, onların ne kadar idrâkten ve kalbî duyarlılıktan mahrum olduklarını gösterir. “Doğrusu münâfıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları (kurtarmaya) bir yardımcı da bulamayacaksın.” 1009
Ayrıca, nifak hastalığının tedavisi, küfür illetinden daha zordur. Çünkü münâfık, hasta olduğu halde doktorun önünde hastalığını gizleyen kimseye benzer. Kâfirin hastalığı meydanda olduğu için, birtakım yollarla kendisine yaklaşılıp tedavisi mümkün olabilir. Münâfık ise, kapısı penceresi belli olmayan yuvarlak, yamuk bir kişilik (kişiliksizlik) olduğundan kendisine nüfuz etme yolu bulunamaz. İslâm davasına zararları açısından ise, münâfıkların kâfirlerden daha tehlikeli olduğu münakaşa götürmez bir gerçektir. Vücudun zayıf ânını kollayan mikroplar gibi; İslâm toplumu içinde daima onların kritik anlarını fırsat telakki edip her türlü mel’aneti yapan münâfıklar; bizim davamızın baş düşmanlarıdır. Nerede, ne zaman ve nasıl karşımıza çıkacakları belli olmadığı için kendilerine karşı tedbir alma imkânı da olmamaktadır.
Münâfıkların Alâmetleri
a- Kur'ân-ı Kerim'e Göre Münâfıkların Özellikleri
Müslümanları aldatmaya çalışırlar: "Allah'ı da, mü'minleri de güya aldatırlar. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da yine farkına varmazlar." 1010
Kalplerinde hastalık vardır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için acıklı bir azap vardır." 1011
Fesatçıdırlar: "Kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman 'biz ancak ıslah edicileriz' derler. Gözünü aç, onlar muhakkak ki fesatçıların ta kendileridir. Fakat farkında değildirler."1012 Münâfıklar, fesatçıdır; fakat bunu bilmeyebilir, kendilerinin fesatçı olduklarını kabul etmezler. Fesat; günah işlemek ve günahı topluma yaymaya çalışmaktır. Bu, sözlü ve amelî küfürdür. Yeryüzünde Allah'a isyan eden ve isyanı emreden kişi, fesat çıkaran kimsedir. Zira yeryüzünün ıslahı Allah'a itaat ile; fesadı da Allah'a isyan iledir.
Müslümanları Küçümserler: "Onlara 'İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın' denilince, 'biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?' derler. Dikkat et ki (asıl) beyinsizler hiç şüphesiz kendileridir. Fakat bilmezler."1013 Günümüzde müslümanlara, gerici, mürteci, irticacı, yobaz, çağ dışı' gibi damgalandırmalar yapanların kimler
1009] 4/Nisâ, 145
1010] 2/Bakara, 9
1011] 2/Bakara, 10
1012] 2/Bakara, 11-12
1013] 2/Bakara, 13
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğu rahatlıkla değerlendirilebilir.
Müslümanları alaya alırlar: "Onlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz' derler." 1014
Kâfirleri dost edinirler: "Onlar, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti (güç ve şerefi) onların yanında mı arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." 1015
İman ile küfür arasında bocalarlar: "Onlar, iman ile küfür arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara ne (bağlanıyorlar), ne bunlara." 1016
Dini, yalnız bir tarafından tutup, bir yönüyle kulluk ederler: "İnsanlardan kimi, Allah'a (dinin yalnız bir tarafından tutup) yalnız bir yönden kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur, yapışır. Eğer bir musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüzçevirir). O, dünyasını da âhiretini de hüsrana uğratmış, kaybetmiştir. Bu, apaçık zararın ta kendisidir." 1017 Günümüzde İslâm'ı yaşarken menfaatı bozulanlar veya başına bir bela gelenler, bu yüzden İslâmî yaşantıyı terkedip eyyamcı oluyor veya başka yollara sapıyorlarsa, bu âyetteki tehditten korksunlar!
Allah'ın indirdiği ile değil; tâğutun hükmü ile hükmedilmek isterler: "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğuta küfretmeleri (inanmamaları) kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükmüyle hükm edilmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan, onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasül'e gelin (onlara başvuralım, onlarla hükm edelim) denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün."1018 Değişik izmlere, İslâm dışı düzenlere bağlanıp onları hakem yapanlar, onların hükmünü, uygulamalarını tercih edenlerin bu âyetlere göre hükmü çok nettir.
Yalan yere yemin ederler: "Onlar, yeminlerini bir kalkan edindiler de (bununla insanları) Allah yolundan çevirdiler. İşte onların hakkı, horlatıcı bir azaptır." 1019
Cihaddan kaçarlar: "Allah'ın peygamberine muhalefet için (savaştan) geri kalan (münâfık)lar, oturmalarıyla sevindiler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler ve 'bu sıcakta harbe çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' iyice bilmiş olsalardı." 1020
Mü'minlere kin beslerler: "Onlar sizinle buluştukları zaman 'inandık' derler; Sizden ayrıldıklarında size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." 1021
Mü'minlerin iyiliğe uğramalarına üzülüp başlarına bir bela geldiğinde sevinirler: "Eğer size bir iyilik dokunursa onları tasaya düşürür; başınıza bir musibet gelse,
1014] 2/Bakara, 14
1015] 4/Nisâ, 139
1016] 4/Nisâ, 143
1017] 22/Hacc, 11
1018] 4/Nisâ, 60-61
1019] 58/Mücâdele, 16
1020] 9/Tevbe, 81
1021] 3/Âl-i İmran, 119
NİFAK - MÜNÂFIK
- 237 -
buna sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez." 1022
Kötü propaganda yaparlar: "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Peygamber'e ve aralarında yetkili kişilere götürselerdi, içlerinde işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi." 1023
Korkaktırlar: "Sizden olduklarına dair Allah'a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir, fakat onlar korkak bir topluluktur."1024; "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar." 1025
Ellerine fırsat geçince müslümanlara suikast tertip eder ve gizli planlar kurarlar: "Andolsun ki onlar, daha önce de fitne (ve fesat) çıkarmak istemişler, senin hakkında birtakım işler (dolaplar) çevirmişlerdi. Nihâyet hak (nusret) geldi ve onlar istemedikleri halde Allah'ın emri yerini buldu (Allah'ın dini galebe çaldı)." 1026
Mü'minlere iftira atarlar: "O uydurma haberi (iftirayı) ortaya atanlar, içinizden (belli) bir gruptur... Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü'minlerin, kendi vicdanlarıyla hüsn-i zanda bulunup da: 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?" ...Onlar yalancıların ta kendisidirler." 1027
Namaz konusunda üşengeç ve tembeldirler. Gösteriş yaparlar: "Namaza kalktıkları zaman üşene üşene gelirler, istemeye istemeye infak ederler."1028; "Onlar, namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da çok az hatıra getirip anarlar." 1029
Kâfirler hesabına casusluk yaparlar: "Onlar durmadan yalana kulak verirler ve senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim hesabına casusluk eden kimselerdir. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler." 1030
Allah'tan kork denilince, tersini yaparlar: "Ona 'Allah'tan kork' dendiği zaman izzet(-i nefsi, cahilane kibri), kendisini (daha çok) günah işlemeye götürür. İşte öylesine, cehennem yetişir. O, gerçekten ne kötü yataktır." 1031
Kur'an'ı yanlış yorumlarlar: "İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına tâbi olurlar." 1032
Peygamber'in hükmüne razı olmazlar: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki; onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." 1033
Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar: "Onlar, kendilerinin küfrettikleri gibi sizin
1022] 3/Âl-i İmran, 120
1023] 4/Nisâ, 83
1024] 9/Tevbe, 56
1025] 63/Münâfıkun, 4
1026] 9/Tevbe, 48
1027] 24/Nur, 11-13
1028] 9/Tevbe, 54
1029] 4/Nisâ, 142
1030] 5/Mâide, 41
1031] 2/Bakara, 206
1032] 3/Âl-i İmran, 7
1033] 4/Nisâ, 65
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de küfredip inkâr ederek onlarla beraber olmanızı arzu ederler." 1034
Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Kur'an'ın bir kısmını kabul etmezler: "Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında rezil ve rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de onlar, azabın en çetinine iletileceklerdir. Alla, yaptıklarınızın hiçbirinden gafil değildir." 1035
Dış görünüşleri aldatıcıdır: "Onları gördüğün zaman, kalıpları (kıyafetleri) hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerini dinlersin. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler (giydirilmiş odunlar) gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Asıl düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah gebertsin onları. Nasıl da bu hale geliyorlar?" 1036
Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler: "Münâfık erkekler de, münâfık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü emrederler. İyilikten vazgeçirmeye uğraşırlar. Ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar, Allah'ı unuttular (O'na tâatı bıraktılar). Allah da onları unuttu (onlara lütfunu terketti). Şüphesiz ki münâfıklar, fâsıkların ta kendileridir." 1037
Zekât vermek istemezler, dönektirler: "Onlar, istemeye istemeye infak edip harcarlar."1038; "Onlardan kimi de, 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka zekât vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız' diye Allah'a and içti. Fakat Allah lutfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Onlar öyle dönektirler." 1039
Kur’an’ın “Doğrusu münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”1040 diye hüküm verdiği münâfıkların kimliklerini, yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak şu şekilde özetleyebiliriz:
İnançla ilgili kimlikleri: İnanç konusunda kesin bir tavır ortaya koyamayan, müslümanların arasında olduklarında imanı; kâfirlerin arasında bulunduklarında şirki açığa vuran insanlardır.
İbâdetlerle ilgili kimlikleri: İnanmadan, riya eseri olarak ibâdet yapar, namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar.
Sosyal ilişkilerde kimlikleri: Kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar, müslüman saflar arasına fitne sokmaya, insanları aldatmaya çalışırlar. Dinleyenleri etkilemek için efsunlu söz söyler, doğruluklarına insanları inandırmak için çok yemin eder, onların dikkatini çekmek ve kendilerine etki etmek için güzel elbise giymekle dış görünüşlerini süslü gösterirler.
Ahlâk ve karakterle ilgili kimlikleri: Kendilerine karşı güvensizlik, ahdi bozma, randevularına ve sözlerine uymama, riya, korkaklık, yalan, cimrilik, menfaatçilik, fırsatçılık ve hevâ ü heveslerine uyma.
1034] 4/Nisâ, 89
1035] 2/Bakara, 85
1036] 63/Münâfıkun, 4
1037] 9/Tevbe, 67
1038] 9/Tevbe, 54
1039] 9/Tevbe, 75-76
1040] 4/Nisâ, 45
NİFAK - MÜNÂFIK
- 239 -
Tepkisellik ve duygusallıkla ilgili kimlikleri: Korku, gerek mü’min, gerekse müşrik olan herkesten korkmak, ölüme karşı yüreksizlikleri müslümanlarla beraber cihada gitmekten geri bırakmış, müslümanlardan hoşlanmayan ve onlara karşı kin besleyen bir psikoloji.
Akılsal ve bilgisel kimlikleri: Yargıda bulunma ve karar alma konusunda tereddüt, şüphe ve güçsüzlük. Hakkı kabul etme konusunda kalbi ve kulakları mühürlenen insan tipi. İman ile küfür arasında tereddüt, fırsatçı ve faydacı. Müslümanların ellerinde faydalanacakları bir imkân olduğunda bundan pay almak için, kendisinin de onlardan olduğunu; müşriklerin imkânları varsa, o paydan mahrum olmamak için aynı tavrı onlara da göstermeleri.
Kısaca; kaypak, kalleş, dönek, şahsiyetsiz, her boyaya giren, fitne ve fesatçı, riyakâr, ikiyüzlü, yüzsüz, yılışık, söz ve dış görünümle adam kandırmaya çalışan bir tip.
b- Hadis-i Şeriflere Göre Münâfıkların Özellikleri
Hadis-i Şeriflerdeki münâfık alâmetleri, genellikle amel münafığına aittir. Bu davranışlar, çirkin ve günah olmakla birlikte küfür değildir: Bu hususa dikkat edilerek, bu vasıfları taşıyanlara hemen (itikat açısından) münâfık veya kâfir damgası vurulmamalıdır. Bu nifak alâmetleri, itikadî nifaka yaklaşılmaması için alınan tedbirler ve uyarılar cinsindendir. Zira, amelî nifak çoğalınca, ileride müslümanın itikadî nifaka yaklaşma tehlikesi doğabilir.
"Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet eder." 1041
"Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır." 1042
"Yalan, nifak kapılarından bir kapıdır." 1043
"Münâfıklara sabah ile yatsı namazlarından daha ağır hiçbir namaz yoktur. Hâlbuki bu iki namazın cemaatinde olan sevabı bilselerdi, emekleye emekleye (sürtüne sürtüne) de olsa, onlara gelip hazır olurlardı." 1044
"Münafığa, seyyid (efendi, sayın) demeyin. Çünkü o sizin efendiniz olursa aziz ve celil olan Rabbinizı gazaplandırmış olursunuz." 1045
"Ümmetimdeki münâfıkların çoğunu okuyanlar teşkil eder." 1046
"Ümmetim hakkında en çok korktuğum, güzel konuşmasını bilen ve kalbi cahil olan her münâfıktır." 1047
1041] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 31; Tirmizî, İman 14
1042] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
1043] Râmuz el-Ehadis, no: 1443
1044] S. Buhâri, Tecrid, II, no: 283
1045] Buhâri, Edebü'l Müfred II, h. no: 760
1046] Râmuz el-Ehadis, no: 1104
1047] Râmuz el-Ehadis, no: 1535
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Haya ve tutukluk imanın iki şubesidir. Bezâ (açık saçık konuşmak), beyan (lüzumundan fazla konuşmak) münâfıklığın iki şubesidir." 1048
"Mü'min yiğittir, zekidir, dikkatlidir, itaatlidir, acele etmeyendir, âlimdir, takva sahibidir. Münâfık ise, insanları arkalarından çekiştiren ve yüzlerine karşı dil uzatan bir cehennem odunudur. Şüpheli şeylerde durmaz, harama riâyet etmez, tıpkı gece odun toplayan kimse gibi, nereden kazandığına, nereye harcadığına ehemmiyet vermez." 1049
"Mü'min rüzgârdan etkilenen ekin gibidir; devamlı belâ içinde olur. Münâfık ise, kesilinceye kadar etkilenmeyen çınar ağacına benzer." 1050
"Kim insanlara, Allah korkusundan daha fazla korku gösterirse, o münâfıktır." 1051
"Kim Allah'ı çok hatırlar ve zikrederse nifaktan uzak olur." 1052
"Münâfık, iki koyun sürüsü arasında görülen ve bir bu sürüye, bir öbür sürüye koşan; hiç birinden olmadığı için birinde duramayan koyuna benzer."
"Bir kimse, gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek ölürse, bir nevi nifak üzere ölür." 1053
"İnsanların en şerlisi, şunlara bir yüzle, diğerlerine başka bir yüzle gelen iki yüzlüler, münâfıklardır." 1054
"Mü'min, günahını üzerine düşüverecek bir dağ gibi görür ve günahtan böylece korkar. Münâfık ise, günahını burnunun üzerine konmuş uçan bir sinek gibi görür." 1055
"Ümmetim için korktuğum şeylerin en korkuncu Allah'a şirk koşmaktır. Dikkat edin, ben, onlar güneşe, aya, puta taparlar demiyorum. Ancak onlar, Allah'tan başkası için amel işlerler." 1056
Münâfıkların Mescid ve Benzeri Faâliyet Yerleri Açmaları
“Bir de (müslümanlara) zarar vermek için, küfür için, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak için ve daha evvel Allah ve Rasülü ile harb edeni(n galip gelmesini iştiyakla) beklemek ve gözetmek için bir (bina yapıp, onu) mescid (câmi) edinenler vardır. Allah şahitlik eder ki, onlar şüphesiz yalancıdırlar. O mescidin içerisinde hiçbir vakit namaz kılma. İlk gününde temeli takva üzerine kurulan mescid, senin, içinde namaz kılmana daha lâyıktır.” 1057
Bu âyet-i kerime, münâfıkların, Peygamberimiz (s.a.s.) zamanında yaptıkları bir tuzak ve komplodan bahsetmektedir. Bunlar, Kuba mescidine, oranın cemaati olan mü’minlere karşı Mescid-i Dırar denilen bir mescid inşa etmişlerdi. Bunu, Allah ve Rasülü’nü inkâr, Allah ve Rasülü’ne karşı savaşanları bu mescid vesilesiyle gözetlemek, kontrol altında tutmak için yapmışlardı. Maksatları bu olduğu halde, mescidi güzel bir niyetle mü’minlere takdim ediyor görünümündeydiler.
1048] Tirmizî Terc. C. 3, no: 2096
1049] Râmuz el-Ehadis, no: 2860
1050] Râmuz el-Ehadis, no: 4817
1051] Râmuz el- Ehadis, no: 5957
1052] Râmuz, no: 5060
1053] Riyâzü's-Sâlihin, II. No: 1346
1054] Seçme Hadisler, Diyanet Y., 101, 102
1055] S. Buhâri, Deavât 4
1056] İbn Mâce, 105
1057] 9/Tevbe, 107-108
NİFAK - MÜNÂFIK
- 241 -
Bu mescidi, hayır olsun diye, hasta ve fakirlerin namaz kılmaları için inşa ettiklerine dair yemin etmişlerdi. Hâlbuki Allah, onların bu yeminlerinde yalancı olduklarına şehadet etmektedir. Allah, Peygamberine bu mescidin durumunu haber vererek onu yıkmayı ve içinde namaz kılmamasını emretti.
Görünürde Peygamberimiz zamanında kalmış olan bu olay ve binası yıkılmış, çöplük yapılmış olan bu zararlı mescid, münâfıkların ve İslâm düşmanlarının kirli emelleri ve entrikaları için çeşitli şekillerde ve nice yerlerde günümüzde de yaşamaktadır. Dıştan İslâmî görüntü verilmeye çalışılan, içten İslâm’ı yıkmak, tahrif etmek, dejenere edip tâğutî düzenlere hizmet ettirmek için bu tip mescid veya teşkilatlar her dönemde münâfıklar tarafından devrin şartlarına ve ortamlarına uygun şekilde ortaya konulmaktadır.
Çeşitli kurum ve kuruluş şekilleri, çeşitli kitaplar, çeşitli konferanslar, çalışma, ve araştırmalar yapılmaktadır. İsimleri farklı ve çeşitleri çok olan bu dırar mescidlerinin açığa çıkarılması, aldatıcı tabelalarının tanınması ve bunların gerçek yüzlerinin tesbiti gerekir. Peygamberimiz zamanındaki bu Dırar Mescidinin keşfedilip ortaya çıkarılması ve tavır alınmasında bizim için büyük ibretler vardır. Her zaman ve her yerde böyle Dırar Mescidlerinin, münâfık yuvalarının bulunacağı için, Kur’an, münâfıkların bu çirkin tavırlarını açıklamakta bu derece kesin ve sert davranıyor. Yüzlerindeki maskeyi yırtarak Dırar Mescidinin iç yüzünü bu derece kesin ve sarih olarak açıklayan âyet-i kerimede bizim için bitmez tükenmez örnekler vardır. 1058
Küfür ve Nifak Psikolojisi
İnsanların davranışlarını incelerken, onların psikolojik yapılarını göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü gerek olumlu, gerek olumsuz bütün hareketler, bir psikolojik temele dayanır. İnsanlar, basit içgüdülerle değil; belli birtakım fikir ve inanç ölçüleri doğrultusunda hareket ederler. Doğal insiyak ve refleksler hariç, insanın hiçbir hareketi bu çerçeve dışında değildir. İnsanların davranışlarının birbirinden farklı olması, dayandıkları dünya görüşlerinin farklılığından ileri gelmektedir.
Âhiretin varlığına inanmayarak hayat yolculuğunu, ölümle biten ebedî bir son olarak kabul edenlerle; hayatı bir imtihan sahası, ölümü ise bu sınavın neticelenip değerlendirileceği ebedî hayata geçiş olarak görenlerin davranışları elbette aynı olmayacaktır.
Kâfir; bizzat kendi eliyle inşâ ettiği karanlık inkâr zindanı içinde ve her türlü metafizik ürperti ile ilgisini kesmiş durumda yaşayan zavallı bir mahkûmdur. Ruh ve aklın, sırlar ve gayb âlemine açılan bütün pencerelerini tıkadığı için, sahip olduğu ve olabileceği her şey bu dünyadan ve onun yanıp sönen fâni lezzetlerinden ibarettir. Bu fâni lezzetlere ulaşabildiği oranda dünya onun cenneti, erişemediği veya kaybettiği nisbette de cehennemidir. “Dediler ki, hayat ancak bizim bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder.”1059 Dünya hayatı onlar için biricik gayedir. Bütün çabaları bu gayeye biraz daha fazla ulaşabilmektir. Maddeden daha değerli bir şey tanımadıkları için en ufak dünyevî bir menfaat uğruna sarf etmeyecekleri şey yoktur. Hak, hukuk, günah, sevap, cennet,
1058] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 7, s. 402
1059] 45/Câsiye, 24
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cehennem gibi kavramlardan habersiz veya onlara ilgisiz yaşadıkları için fazilet ve fedakârlık gibi insanı yücelten yüce değerlerden mahrumdurlar.
Hayvanlar gibi başıboş ve sorumsuz yaşarlar. “Kâfir olanlara gelince, onlar (dünyada sadece) zevk ve sefa ederler. Hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.”1060; “Bırak onları; yesinler, eğlensinler, onları emel oyalıya dursun. Sonra bilecekler onlar.”1061 Bütün işleri tuvalet ile yemek ve yatak odası arasında mekik dokumaktır. Onlar için her şey boştur. Mide ve şehvetin dışında, uğrunda mücadele edecekleri hiçbir davaları yoktur. Kemik başında dalaşanlar gibi onlar da sadece çıkar ve rantlarının kavgasını yaparlar. Kendilerini topyekün maddenin esaretine verdikleri için ruhî ve fikrî bir özgürlüğe sahip değillerdir. Maddenin ve hevâlarının âzat kabul etmez köleleridir. Ulvî değerler, yüce duygular onları hiç ilgilendirmez. Hele din, iman gibi konuları hiç duymak istemezler. “Onların kalpleri vardır; bunlarla idrâk etmezler. Gözleri vardır; bunlarla (hakikati) görmezler. Kulakları vardır; bunlarla (gerçeği) işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir.”1062; “Kendilerine âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldırıverecek olurlar.” 1063
Münâfıklar, kâfirlerin aksine, belirli bir yolun ve istikrarlı bir hayatın sahibi olamadıkları için, mevsimlere göre değişik yerlerde konaklayan göçebeler misali oradan oraya göçer dururlar. Sadece menfaatlerinin sevki ile hareket ettikleri için, samimi olarak bir tarafa bağlanamazlar. “Onlar (küfür ile iman arasında) bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne mü’minlere, ne de kâfirlere bağlıdırlar.”1064 İnanç ve hareketlerinde zikzak çizdikleri için şahsiyet bütünlüğünden mahrumdurlar. Hiç sevmediği bir rolün, mecburen aktörlüğünü yapan kimse gibidirler. İslâm’ı ve müslümanları sevmezler. Hele içinde yaşadıkları toplumda İslâm şeriatının hükümlerine tâbi olmayı hiç istemezler. Müslüman rolünü tam beceremeseler de zorla becermeye çalışırlar. “İstemeye istemeye zekât verirler.”1065; “Tembel tembel namaza kalkarlar.”1066 Fakat yerine göre sözün en yaldızlısını konuşurlar; böylece müslümanlara karşı itimat telkin etmeye çalışırlar. Perde gerilerinde ise onlar aleyhinde şeytanî planlar ve haince komplolar hazırlarlar. İhanetleri ve iç yüzleri meydana çıkacak diye de daima şüphe ve korku içinde yaşarlar.
Mayın tarlasında yürüyen kimsenin tereddüt ve telaşını hissederler. Her şeye kulak kabartırlar. “Her gürültüyü kendi aleyhlerine zannederler.”1067 Onların şüphe, korku ve tereddütlerle dolu olan bu çalkantılı kaos hayatı Kur’an’da şöyle anlatılır: “Onların hali (korkulu bir sahrada) ateş yakan kimsenin hali gibidir ki; o (ateş), etrafındakileri aydınlattığı sırada Allah ışıklarını söndürüp, kendilerini karanlıklar içinde bırakıvermiştir.”1068 Bakara sûresinin 17-20. âyetlerinde münâfıkların hâlet-i rûhiyeleriyle ilgili tablodan anlıyoruz ki; Münâfıklar; kalpleri dirilten, insanî duyguları yücelten Kur’an âyetleri, müslümanların nezih davranışları ve feyizli
1060] 47/Muhammed, 12
1061] 15/Hicr, 3
1062] 7/A’râf, 179
1063] 22/Hacc, 72
1064] 4/Nisâ, 143
1065] 9/Tevbe, 54
1066] 4/Nisâ, 142
1067] 63/Münâfıkun, 4
1068] 2/Bakara, 17
NİFAK - MÜNÂFIK
- 243 -
sohbetleriyle daima karşı karşıya bulundukları halde, yine de iç âlemlerindeki inkâr, şüphe, vesvese ve kirli duyguların karanlığı içindedirler.
İçyüzlerini açığa çıkaran, cehennemin şiddetli azabıyla kendilerini tehdit eden Kur’an âyetlerini işittikleri zaman, şiddetli gök gürültüsü karşısında dehşete düşen kimse gibi âdeta çarpılırlar, suçluluk psikolojisi içinde erirler. Buna mukabil, inkâr karanlıklarından sıyrılıp iman aydınlığına çıkışın yollarını gösteren âyetler, çeşitli deliller, mü’minlerle ilgili ilahî müjdeler ve cennet vaadleri karşısında az da olsa kalplerinde bir ürperti, bir ferahlık meydana gelir, fakat bir türlü inanamazlar. Nedense inkâr karanlığını yırtamazlar. Küfür ve nifak pisliği benliklerine o derece sinmiştir ki; alışa geldikleri bu hayatın dışına çıkmak, onlar için bir nevi ölümdür. Şehvetlerin, kirli emellerin, âdi menfaatlerin bataklığından kurtulmak onlar için sanki intihardır. İşte bu sefil hayatın dışına çıkmamak için; kendilerini hakka, hidâyete çağıran seslere karşı kulaklarını tıkarlar. Rahmanî ışıklara karşı gözlerini kaparlar; ilahî davetin nurundan gözleri kamaşır, âdeta kör olurlar.
Ama İslâm’ın kendilerine sağlamış olduğu izdivaç, miras, ganimet veya bulundukları yerde makam, mevki, koltuk kapmak gibi dünyevî menfaatler karşısında ise keyiflerine diyecek yoktur. Onları elde edebilmek için koşarlar, çırpınırlar. Göstermelik imanlarının zırhına bürünerek herkesten fazla pay elde etmeye bakarlar. Ne vakit de cihad, zekât, namaz, oruç vs. gibi tekliflerle karşılaşırlarsa, işte o zaman dizlerinin bağı çözülüverir, yerlerinde kalakalırlar. Bahane üstüne bahane uydururlar, müslümanları kandırmanın bin bir yolunu ararlar. Yalanlar, yeminler, kendilerini temize çıkarma gayretleri birbirini takip eder. İşte sahte imanları sayesinde elde etmiş oldukları dünyevî menfaatlerin karşılığını, daha ölmeden önce korku ve zillet içinde böylece ödemiş olurlar.
Karanlıkların, gök gürültülerinin, şimşeklerin o ürpertici atmosferinde yaşamak ne kadar fecidir. Her an ölmek... Her an dirilmek... Ne imanın engin ve ebedî saadeti, ne de mutlak küfrün ölü veya felçli bir uzvun duygusuzluğu içindeki donmuş ve taşlaşmış hayatı... İkisi arasında daima bocalayıp durmak... Kendine mahsus bir barınaktan mahrum olup, onun bunun yanında sığıntı hayatı; iğreti, sahte, taklitten ibaret bir yaşayış... Zillet ve meskenet içinde her an suçüstü yakalanmanın, maskesinin düşüp foyasının meydana çıkacağı endişesinin, koğulmanın, her an açıkta kalmanın ıstırabını duymak... İşte münâfık hayatı!.. 1069
Münâfıklarla Mü'minlerin Toplumsal Bağları
Münâfıklar, her ne kadar mü'min sıfatını taşımıyorlarsa da, insanların gözünde kesin kâfir sıfatını da taşımazlar. İç dünyalarındaki dalgalanma, bazen iman yönüne, bazen de küfür yönüne yelken açar. Tabii ki durum, Allah katında münafığın küfür safında olduğu gerçeğini değiştirmez. Yalnız toplum içinde, kalplerindekini sakladıkları için müslümanmış gibi muâmele görürler. Bu durum, eylem olarak fesat, anarşi, terör çıkarmadan oturdukları zaman için geçerlidir. Fesat çıkarmaya, toplumun huzurunu bozmaya yönelik hareketlere giriştikleri anda onlara gereken ceza verilir.
Her ne kadar sessizce oturdukları zaman onlara müslüman muâmelesi
1069] Ali Rıza Temel, İslâm Dâvâsı ve Münâfıklar, Bahar Y., s. 9 ve devamı
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapmak gerekirse de, bu onlarla dost olmayı, velâyet bağlarını gerektirmez. Onlardan her zaman sakınmak, temkinli olmak müslümanların yararınadır. Onların getirdikleri haberlere araştırmadan inanmamak gerekir. Yoksa toplumu ifsad edici sonuçlar ortaya çıkabilir. "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!"1070; "Ey Peygamber, Allah'tan sakın, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme!"1071; "Kâfirlere ve münâfıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter." 1072
Münâfıkların Cezası
“Şüphesiz ki münâfıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.”1073; "Ey Peygamber, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Ne kötü yer!" 1074 Kur’ân-ı Kerim’de münâfıkların cezâlarıyla ilgili yeterli derecede bilgi verilir.
Günümüzde Münâfık
Münâfıklığın İslâmî bir toplumun oluşumu ile ortaya çıktığına göre, günümüzde de İslâm egemenliği altında yaşamadığımız düşünüldüğünde, münâfıklar bugün de var mıdır? Bunları hangi ölçüye göre tespit edeceğiz?
İçinde yaşadığımız dünya, İslâmî kurallar üzerinde ayakta durmuyor. Zâlimlerin, sömürücülerin ve aldatıcıların tahakkümü ve zorbalığı ile câhillerin ifsâd ettiği dünyamızda buna dur diyecek bir etkin İslâmî toplum da mevcut değil. Fakat Kur'an'da ve sünnette tanıtılan nifak özelliklerine sahip münâfık karakterli insanların oldukça fazla olduğunu görmemek için çok cahil veya kör olmak gerekiyor. Münâfıkların, İslâm'ın hâkim olmadığı yerlerde de bulunmasının sebebi, toplumların geleneksel de olsa, arı duru ve tevhide dayalı olmasa da bir İslâmî kültüre sahip olmaları, birtakım normlar oluşturmuş ve bu toplum içinde insanların bunlara uymak zorunda kalışı münâfık tavırları ortaya çıkarır. Örneğin oruç yemenin çok ayıp sayıldığı Anadolu'nun bazı bölgelerinde oruç tutmayan ve gönlünde oruca bir saygısı olmayan kimseler bile oruç tutuyor görünürler. İslâm'a saygılı ve dinî duyguları güçlü olan kitlelerin oylarını alabilmek için seçim dönemlerinde camilere giden, namaz kılan, ezan okunurken konuşmasını kesip dinleyen, konuşmalarında Allah'ın adını sıkça anan politikacılar, seçildikten sonra başörtü düşmanlığı, laikliğin savunuculuğunu yapıyorlarsa, Allah'ın indirmediği yasalara ses çıkarmıyorlar, hatta kendileri böyle yasalar çıkarıyor ve tâğutun hükümleriyle hükmediyorlarsa... münâfıkları çok uzaklarda, sadece Medine'lerde aramamak gerekiyor.
Münâfıklığın karakteristik özelliği, iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslâmî kıyafetlere bürünen tezgâhtarlar bulundurup, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaflar her tarafta boy atarken, münâfıkları uzayda mı aramak gerekiyor? Müslümanlarla birlikte olduğu zaman İslâmcı kesilen, onlardan ayrıldığında İslâm dışı hayat
1070] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrim,
1071] 33/Ahzâb, 1
1072] 33/Ahzâb, 48
1073] 4/Nisâ, 145
1074] 9/Tevbe, 73; Tahrim, 9
NİFAK - MÜNÂFIK
- 245 -
sürenlerle bir araya gelince, müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimselerin münâfık olma ihtimali büyüktür. Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münâfıkların başında İslâmî grupların, cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münâfıklar gelir. Bunlar, müslümanların arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler.
Müslüman, münâfıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostuk ve velâyet bağı kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münâfıklığa sevk eden şey dünyevî menfaatler ve şeytanî telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, âhiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müslümanlar şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Ama dünyayı Allah'tan çok seven, âhireti aklına getirmeyen kimseler, Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. "İnsanlardan bazıları Allah'a ve âhiret gününe iman ettiklerin söylerler; oysa onlar mü'min değillerdir. Onlar, Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar." 1075
İslâm ile küfür arasındaki mücadele kıyâmete kadar devam edecektir. Kâfirlerin verdikleri mücadele yöntemlerinden biri de nifaktır. İslâm itikadını içten yıkıp, ümmeti birbirine düşürerek parçalamak için, müslümanların arasına satılık uşaklar vasıtasıyla girerek faaliyet gösterirler. Bu nifak hareketleri, asr-ı saâdetten günümüze kadar devam edegelmiştir. Kur'an ve hadisler, her dönemde görülecek bu fitneci tavırları, komplo ve ifsad hareketlerini uzun uzun üzerinde durarak mü'minlere haber veriyor. Münâfıkların şeytanî oyun ve hileleri için mü'minler uyarılarak, onlara karşı uyanık olmaya çağrılıyor.
Bir kimsenin münâfıklığına kesin olarak hükmetmemiz her zaman mümkün olmamakla beraber, nifak alâmetlerini taşıyan kimselere saygı ve sevgi göstermek, onları sırdaş ve dost kabul etmek câiz değildir. Onlara liderlik, yöneticilik gibi görevler vermemiz, kurda kuzuyu teslim etmekten daha az bir tehlike değildir. Onlara toplum içinde şahsî itibar sahibi olmalarına zemin hazırlayacak ilgi ve teveccühden kaçınmak şarttır. İzzet, şeref ve itibar sadece Allah'a, Rasülü'ne ve mü'minlere ait olduğu halde; münâfıkların kof ve yaldızlı varlıkları önünde küçülüp onları efendi, sayın denilecek saygın mevkie getirenler, onları sevenler, beraber olanlar o zümreye dâhil olanlardır. Kişi sevdiği ile beraberdir.
Tavuklara, özgürce kümeslerini seçme hakkı verilen tilkilerin rejimi diyebileceğimiz demokrasi yönetimlerinde, kitleleri avlamak için münâfıklar tarafından kurulmuş sihirbaz göz boyamaları ve soytarı sahneleri iletişim kolaylıklarıyla her tarafa etki edebilmektedir. Özellikle seçim zamanlarında veya iş başındaki aktörlerce sürekli olarak zavallı kitleler kolayca avlanmakta, oyunlarla, hilelerle toplum uyuşturulmaktadır. Münâfıkların tek korkuları, maskelerinin düşmesi ve hileli oyunun iç yüzünün anlaşılmasıdır. Bunun için de gerektiğinde ve gerektiği kadar, toplumun inançlarını savunur gözükmekte ve müslüman rolüne girmeğe çalışmaktadırlar. Politika, günümüzde nifakın en etkin alanlarından biridir. Düzen de her zaman açık bir şekilde putçu değildir; bazen cahil kitleyi
1075] 2/Bakara, 8-9
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kandırabilmek için gerektiğinde münâfıkça tavırlara girebilmektedir. Zaman zaman sahnelenen İslâmizasyon oyunları, verilen tavizler, nifak düzenlerinin sırıtan maskeleridir. Her biri başarılı birer aktör olan münâfıkların, bazı cemaatleri bile cezbeden bu İslâmcılık oyunu, cahil müslümanları yanıltmaktadır. Bu oyunlar, diğer taraftan da İslâm adına girişilen her türlü samimi ve ciddî çalışmaları baltalamakta; dâvânın kara sevdalıları ve gerçek temsilcileri, aldatılan çoğunluğun uyarılması için alternatif oluşturamamakla suçlanmaktadır.
"Mü'min, bir delikten iki defa ısırılmaz." Müslümanlar, üç buçuk münafığın oyuncağı olmaya devam eden körler ve avanaklar topluluğu değildir. İzzet ve itibarımıza tekrar kavuşabilmek için, bu dâvânın en sinsi ve en tehlikeli düşmanları olan münâfıkları tanımak ve onların oyununu bozmak zorundayız. Müslümanların hâlâ birtakım canbazlık ve sahteliklere kanıp şeytanların oyuncağı olmağa hakkı yoktur. Her şeyden evvel müslüman, ferâset sahibidir. Herkesin ve her şeyin yerini en hassas şekilde tayin eden bu manevî sezgi gücüne, yani ferâset ve basirete erdirecek Kur'an'a sarılmalıyız.
Münâfıkların Kalpleri Hastadır
"Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da arttırmıştır..." 1076
Kalbi bozuk olan münâfıklar, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e ve mü’minlere çeşitli lutuflarını gördükçe, İslâm'ın adım adım tamamlanarak yerleştiğini müşâhede ettikçe haset ve kinleri artmakta, bu da bozuk kalplerini daha bozuk hale getirmektedir. Ruh ve beden sağlığı bakımından kalp çok önemli bir organdır; o sağlıklı olunca bütün vücut sağlıklı olur. Kur'an dilinde kalp daha ziyade vicdan, iman ve ahlâkın merkezî mânâsında kullanılmaktadır. Münâfıklık, ikiyüzlülük bir ahlâksızlıktır; vicdanda, ahlâk merkezinde mevcut bir bozukluğun acı meyvesidir, nifak devam ettikçe bozukluk da nicelik ve nitelik yönünden artarak devam eder. 1077
Meraz/Hastalık
Hastalık, sağlık ve sıhhatin az veya çok, geçici veya kalıcı olarak bozulması, kaybolması demektir. Arapça’da hastalık karşılığı olarak “meraz” kelimesi kullanılır. “Meraz”, bedensel hastalıklar için kullanıldığı gibi, Kur’an’da çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük), hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücur (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Kalbin Meraz Hali: Meraz, insanın, sıhhat ve itidalden ayrılmış olduğu hali ifade eden bir durumdur.1078 Cismanî anlamda kullanıldığı gibi mânevî anlamda da kullanılır. Cismanî açıdan meraz (hastalık), bedene sonradan ârız olan ve dengeyi bozan bir haldir. Mânevî yönden ise meraz, kalbin, dinin gerçeklerini idrâk kabiliyetinin zaafa düşmesini'1079 belirten bir durumdur.
1076] 2/Bakara, 10
1077] Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Heyet, DİB Y., c. 1, s. 26
1078] el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 707; İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 171
1079] el-Merağî, Tefsiru'l-Merağî, I, 51
NİFAK - MÜNÂFIK
- 247 -
Günahların kalpte açtığı manevî yaralar, Kur'ân-ı Kerim'de -gerek faziletlerin elde edilmesine engel olmaları yönüyle, gerekse uhrevî hayatın kazanılmasına engel teşkil etmeleri cihetiyle hastalıklara benzetilmiştir.
Tabatabaî, Kur'ân örfündeki kalp hastalığını, Allah'a ve onun âyetlerine taalluk eden meselelerde, insan idrâkine ârız olan şek, şüphe ve kalbin dinî inanca sarılmadaki gevşekliği1080 olarak tanımlar. İbn Ebi'l-İzz ise, Kur'ân'da söz konusu edilen merazı,1081 şüphe ve şehvet marazı olmak üzere iki grupta toplar.1082
İnsanın idrâk, hitap ve hakikat yanını ifade eden ve hükemânın da nefs-i nâtıka dediği Rabbânî bir latife olan kalp,1083 Allah'ı tanıyıp sevme ve O'na şükranda bulunmak için yaratılmıştır. Nitekim bazı dinamikleriyle kalp, bir âyette dikkatlerimize şöyle arzedilir: "...Şükür (ve şükrânınızı) izhar edesiniz diye Allah size görme, işitme ve akletme güçleri (ef'ide) vermiştir." 1084
Demek ki insanın maddî-mânevî her bir uzvu, belli bir iş için yaratılmıştır. Yaratıldığı işi yapmıyorsa hastadır. Aynen öyle, kalp de vazifesini yapmıyorsa hasta demektir.1085 Kur'ân Yüce Yaratıcı'ya teveccüh ve şükür için yaratılmış bulunan kalbin, bu görevlerini yerine getirememesine sebep olan marazı (hastalığı), Kur’an, izahını yaptığımız bu âyette ele almaktadır: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını daha da artırmıştır..." 1086
Bu âyette söz konusu edilen insanlar, niyet planında kötülüklerle içli-dışlı olanlar ve de bununla kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeye çalışanlardır. Sebeplerin artışıyla neticenin katlanması demek olan bu durum, tam bir fâsit dairedir (kısırdöngüdür). Yani bir türlü kalpten sökülüp atılamayan, hatta sökülüp atılması dahi düşünülmeyen kötü niyetler, başka kötü niyetleri doğurmuş, bu kötü niyetler üzerine yapılan ameller, yeni kötü ameller doğurmuş ve netice itibariyle böyle bir fâsit daire içinde kalmışlardır. 1087
“Allah, onların kalplerindeki hastalığı artırmıştır” şeklindeki ifadeye gelince bu, olayın Allah'a bakan yönüyle ilgili olup kulun niyet ve tavırlarına bağlı olarak kalpteki marazın yaratılma açısından O'na ait olduğunu göstermektedir.
Her bir hatadan başka bir hataya, her bir günahtan daha büyük bir günaha, -hatta mâsiyetlerin en büyüğü olan küfre- değişik yollar bulunması itibariyle, başlangıçta kalpte küçük bir sapma olarak beliren marazın, nihayetinde katı bir inkârla noktalanması imkânsız değildir. Bir diğer ifadeyle, mânen hastalanan kalbin, bir gün fonksiyonunu icrâ edemez hale gelip bütünüyle körelmesi mümkündür. İnsan için asıl körlüğün ifadesi olan bu durum Kur'ân'da sıklıkla ifade edilir. Söz gelimi, kalbi kararmışlardan, münâfıklardan şöyle söz edilir: "Görürsün
1080] et-Tabatabai, Muhammed Huseyn, el-Mizan fi Tefsiri'1-Kur'ân, Müessesetü'l-Âlemî, Beyrut, 1973, V, 378; Keza Bk. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 1, 227, 230
1081] Bk. 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32; 47/Muharnmed, 20, 29; 63/Münâfikun, 3
1082] İbn Ebi'1-İzz, Şerhu Akideti't-Tahaviyye, Müessesetü'r-Risale, Beyrut, 1984, II, 360. Keza Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alîl, 8, 171
1083] el-Cürcani, et-Ta'rifât, s. 178
1084] 16/Nahl, 78
1085] el-Gazalî, İhya, III, 80
1086] 2/Bakara, 10
1087] Abdulfettah Şahin, Kur'an'dan İdrâke Yansıyanlar, Feza Y., İst. 2000, I, 37
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sana bakıyorlar (yenzurûne), ama görmüyorlar (lâ yubsirûne)." 1088
Marazlı kalplerin bir mânâ etrafında birleşmeleri de, mümkün değildir. Çünkü vahdetin en emin yolu olan tevhidi kabullenmeyerek kaosa düşmüşlerdir; artık birleşemezler. Onların birlik ve beraberliği ancak dışta, yani bedenî ve maddî planda olabilir: "Sen onları toplu, bir sanırsın; oysa ki onların kalpleri parça parçadır." 1089
Özetle ifade edecek olursak, mânevî yönden başlangıçta her kalp sıhhatlidir. Ancak dikkat edilmediği durumda kalbin de hastalanması mukadderdir. Zira onun da -kasvetten küfre, ucbdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete kadar- hastalanmasına sebep olabilecek pek çok düşmanı vardır. Bu itibarla ona mânevî karantina şartları hazırlamak, sahibi için son derece önem arzeden bir husus olmaktadır. 1090
"Münâfıklardaki bu hileciliğin ve bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani ruhanî kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık vardır. Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini bozan ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama durumudur. Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da kullanılır. Sıhhat esas, hastalık ârızîdir, ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır. Fakat bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki tenvin, korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve irâdenin âfeti olan bir hastalık var. Bu hastalık, inançsızlık hastalığı, şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar bütün kötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz, Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın "onda şüphe yoktur."1091 buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe eder. Allah'ın hâlis mü’min kullarından ve onların doğru olan fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe ile doludur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah, Peygamber, hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır. Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendisine karşı kendisini yalanlar. Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır?" demez. Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki hırsı, baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım zanneder. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Mü’minle mü’min, kâfirle kâfir görünür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu fark etmez. Böyle hile ve düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışmanın kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine gömülseler, yine iğneli
1088] 7/A'râf, 198
1089] 59/Haşr, 14
1090] Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp ve Mühürlenmesi, Işık Y., 107-111
1091] 2/Bakara, 2
NİFAK - MÜNÂFIK
- 249 -
beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle can sıkıcı bir şeydir. O münâfıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır. Ve her hastalık, huy ve tabiat olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar ise bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da ondan da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine Allah Teâlâ bunların hastalığını arttırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ bir peygamber göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu doğup büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyâmete kadar nur saçmak için buraya, onların bulundukları yere getirmiş ve insanlar yavaş yavaş ona iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp doğruluğu yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin zayıfları ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıyorlar, herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak, dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık yasak, özetle her kötülük ve çirkinlik yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücâhedeler, intizamlı şekillerde muntazam vakitlerde çalışmalar, uğraşmalar, özetle her türlü güzellik ve hayırlar var. Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve ancak ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl gibilerin hükümdarlığına nasıl imkân kalır? Sadece para kazanma hırsına kapılanların ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu tedavi değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık, Allah katından bunların kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar da bu yüzden Allah'a ve mü’minlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz (hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından sapması ve görevini istenilen şekilde yapamamasına sebep olan aksaklık durumudur ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık, inançsızlık da insanda asıl değil, ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus bir durumdur. Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtratıyla/yaratılışıyla doğar, şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak inancı, Allah'a inanmak fıtrîdir. Bu esas yaratılış, insana ileride şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir. Bunu yapan, tecrübe güzergâhında nefislerin sağlam yaratılışı gözetmemesi, kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi, özetle zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek istemesidir. Bazı insanlar tecrübe ile bunu tamamen bulamayınca, hatalar ve isabetsizlikler vâki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi" olmadığını takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta aldandığını söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele ederek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak Teâlâ'nın hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk görevine mahkûm olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irâde zayıflığı engel olur da, şek ve şüpheyi esas kabul eder. Ve bu şekilde ancak şüpheye inanır ve şüphe kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da herkese onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye (safsatacılar) bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta sâbit bir "ben" yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali vardır. Yani hiç gizlenmek istemeyen bir "benlik" dâvâsı, bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fakat onlar, bu hastalık ile ve bu hastalığın artmasıyla kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem verici, gayet acı bir azap da vardır. Bu azap, özellikle yalan söylemeleri veya doğruyu yalan saymaları sebebiyledir. Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var" dedikleri gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de özellikle budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir. Yalancılar, su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte yatıyor gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azap git gide bir çeşit tatlılığa döner, onu -âdeta- kaşındırır. Bununla beraber bu kaşınmanın tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle karışık bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının âhiretteki azâbı büsbütün dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı intibâlarla kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bir evham (kuruntular) âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar döner bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur. Kâr der, zarara koşar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar, ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o açılırsa Hak nuru rahmet ve saadet oradan ara sıra imrenmek için görünür ve kapanır.
"Mü’minlerle onların (münâfıkların) arasına bir duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı ise azaptır."1092 âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah onların hastalığını artırmıştır." buyrulduğu gibi, diğer bir âyette de "Kalplerinde (şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkârları yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp giderler."1093 buyrulmuştur ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de açıktır ve bütün bunlar İlâhî kanunlardır. İman eden kazanır, etmeyen de yanar, yakılır. 1094
İnsanda maddî kalp bir tane olmasına rağmen mânevî kalp türlü türlüdür. Bunlardan biri de "hasta kalp" ya da "içinde hastalık olan kalp"tir. Nefis tarafından işgal edilmiş kalp bu adı alır. İnsanın iç âleminde akıl ile nefis, kalp ülkesinde savaşmaktadır. Kalbin siyasî erki nefsin eline geçince, kalpteki bütün güçlerin hastalanması mukadder olur. Nefisten, iki yüzlülük, aldatma ve yalan gibi hastalıklı davranış virüsleri kalbe sızınca, gönül hastalanır.
Hasta kalp hangi davranış bozukluklarına sebep olur?
1. Hastalık derecesinde insana korku getirir: “Kalplerinde hastalık bulunanların; 'başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” 1095
Hasta gönle sahip olanlar korkaklık psikolojisine bürünürler; yapmamaları gereken davranışları sergilerler. İnkârcıların düşmanlıklarından korktukları için, onlarla dost olmanın çarelerini ararlar. Kendilerine, toplumlarına ve düşmanlarına karşı ikiyüzlü bir tavır içinde olurlar.
1092] 57/Hadid, 13
1093] 9/Tevbe, 125
1094] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zaman Y., Bakara, 10. âyetin tefsiri.
1095] 5/Mâide, 52
NİFAK - MÜNÂFIK
- 251 -
2. Değerlendirmelerinde hata yaparlar: “O zaman münâfıklarla, kalplerinde hastalık bulunanlar: 'Bunları, dinleri aldatmış' diyorlardı. Hâlbuki kim Allah'a dayanırsa, bilsin ki Allah mutlak gâliptir, hikmet sahibidir.”1096 Müslümanlara bakıp, dinlerinin onları aldattığını söyleyecek kadar yanlış değerlendirme yapmak, münâfıklık alâmetidir.
3. Haktan uzaktırlar: “Kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın attığı şeyi bir deneme yapsın. Zâlimler, haktan uzak bir ayrılık içindedirler.”1097 Kalbi hasta olanlar, Rahmanî olan mesajla, şeytanın iğvâsını (vesvesesini) ayıramaz ve bunun neticesinde haktan uzakta kalırlar. Hastalık, insanla hakikat arasında bir mesafe oluşturur. Hasta kalpli insanlar, haktan o kadar uzağa düşerler ki, ona uzanma imkânları kalmaz.
4. Cinsel sapıklıkları vardır. Aklın nefis üzerindeki kontrolü ortadan kalkınca, cinsel arzular öne çıkmaktadır. Öne çıkan cinsel arzular, insan davranışlarını etki altına alır ve erkek kadını sadece bir seks âleti olarak görmeye başlar. Bu tip istismarın sınırı yoktur. Yüce Allah, bu sınırsızlığı anlatarak dikkat edilmesinin önemine işaret etmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Eğer korunmak istiyorsanız çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse, size karşı niyetini bozar. Doğru/güzel söz söyleyin.”1098 Yüce Allah bu âyette, kalp hastalığının tanımını yapmakta, insan davranışlarına olan etkisini belirtmekte ve kalbi hasta olan insandan korunmanın zorunluluğuna dikkat çekmektedir.
Yüce Allah hasta olan kalbin hastalığını depreştirecek hareketi tasvip etmemektedir. Âyeti başka bir açıdan ele alınca şu gerçeği de yakalamamız mümkündür: Kalp hastalığına dönüşen cinsel içgüdünün tedavisi çok zordur; bu hastalığın etkisinde kalanların ondan sakınması en doğru yoldur. Kalp hastalığı denecek kadar yozlaşmış bir cinsel içgüdü sınır tanımaz.
5. Yapılan bir işten netice çıkartamazlar. Kalbinde hastalık olanların anlayış ve değerlendirme kapasiteleri kıttır. Bu hastalık, aklın meselelere sonuç çıkartacak bir şekilde yaklaşmasını önler. Meselelerin sadece zâhirini görür, iç yüzünden haberi olmaz ve onlar dünyadaki olayların sadece zâhiri ile ilgilenirler; bilgileri yüzeyseldir: “Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler.” 1099
Meselenin iç yüzüne inmek, özünü anlamak ve ondan neyin kastedildiğini bilmek, hastalıklardan uzak bir kalp ister: “Kalplerinde hastalık olanlarla kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir' desinler.” 1100
Kalplerinde hastalık olanların anlayış kanalları gerçekten başka yönlere çevrilmiş olduğundan, anlamaları imkânsızdır. Hasta olan kalp, ıstırap içinde olduğundan sağlıklı düşünemez, olumlu değerlendirme yapamaz ve kendisine sunulan bilgilerin neden ve niçinini anlayamaz. Kalbi hasta olan insana bir şey öğretemez, onu herhangi bir konu üzerinde yoğun bir şekilde düşündüremezsiniz; zira o, hasta kalbinin meseleleri ile meşguldür. Kalbi hasta olan kişi,
1096] 8/Enfâl, 49
1097] 22/Hacc, 53
1098] 33/Ahzâb, 32
1099] 30/Rûm, 7
1100] 74/Müddessir, 31
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
meselelerin özünü anlayamadığı gibi, küfrü de artar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnkâr eden kalp, hastalanır; hastalanan kalp küfrünü daha da artırır. Böylece, inkâr ile kalp hastalığı arasında derinden bir ilişki olduğu esası kendini göstermiş olur: “Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da inkârlarını (ricslerini) kat kat arttırır ve onlar artık kâfir olarak ölürler.” 1101
Demek ki kalp hastalığı, inkârı, tükenmeyen bir süreç haline getirmektedir. Kur'an, kalp hastalığı ve inkâr gibi üç önemli kavram bir araya gelince, ilginç bir tavır ve davranış biçimi ortaya çıkmaktadır. Hasta kalp Kur'an'la karşılaşınca, öylesine aşırı bir tepki göstermektedir ki, inkârını kat kat artırarak, Kur'an'a karşı kendi etrafında bir çeşit duvar örmektedir. İşte o zaman, insan aklının Kur'an'a uzanan anlayış kanalları tıkanmakta; aşılması zor perdeler oluşmaktadır.
Yukarıda meali verilen Tevbe sûresi 125. âyetteki “rics” kelimesi, devenin kükremesi, bulutların şiddetli gürlemesi, çirkin iş, pislik, binanın sarsılması, murdar mânâlarına gelir. Fahruddîn Râzî rics kavramına bâtıl inançlar yahut kötü huylar mânâsını vermektedir. Birinci mânâya göre, söz konusu kişiler, Kur'an'a karşı inkârlarına inkâr eklemişlerdir. İkinci mânâya göre ise, haset ve düşmanlıklarını ileri götürmüşlerdir. 1102
Rics kavramının lügat mânâsı ile Râzî'nin verdiği anlamları birleştirdiğimizde ilginç bir psikolojik analiz ortaya çıkacak, davranış psikolojisinin önemli bir boyutu tesbit edilmiş olacaktır. Hasta kalp cerahatlenmiş bir çıban gibi depreşmektedir. Depreşen bu yaraya dışarıdan dokunulduğunda sancısı iyice artar ve kişi, çıbanlı organına dokunan şeyden âni bir refleksle uzaklaşır. Hasta gönle, Kur'an tedavi etmek üzere dokununca, dokunanın doktor olup olmadığına bakmaksızın kükrercesine bir tepki gösterir. İşte bu tepkinin adı rics'dir. Bu tepki zamanla -Râzî'nin dediği gibi- huy halinden mizaç halini alır. Bu öylesine bir depremdir ki, şahsiyet binasını temelinden sarsar. İnsanı murdarlaştıran bu tepkinin şiddetini Yüce Allah şöyle anlatmaktadır: “Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi Kur'an'dan (öğütten) yüz çeviriyorlar?” 1103
Yüce Allah'ın “Onlara ne oluyor ki?” sorusunun cevabı, kalplerindeki hastalığın verdiği rahatsızlıktır. Kalp hastalığı, insanı "gerçek"ten uzaklaştırır. Hz. Nuh'un dâvet olayında da aynı gerçek yaşanmıştır: “Nuh, 'Rabbim!' dedi, 'Doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı.” 1104
Âyetteki “kaçmalarını arttırdı” ifadesi, gönül hastalığına tedavi için dokunan dâvetin, büyük bir tepkiyle karşılaşmasını anlatmaktadır. Bir dâvetin, öğretilen bir bilginin her zaman olumlu tepkiyle karşılanması mümkün değildir. Fakat tepkinin, insanın psikolojisine göre oluşan kısmıyla, olumlu veya olumsuz olması aynı derecede muhtemeldir. Bu ihtimali olumsuz yöne kaydıran şey, kalp hastalığıdır. Âyette şöyle buyrulmaktadır: “Kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Fakat onlara uyarıcı gelince, bu, onların haktan uzaklaşmalarından başka bir şeyi artırmadı.” 1105
1101] 9/Tevbe, 125
1102] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), c. 12, s. 236
1103] 74/Müddessir, 49-51
1104] 71/Nûh, 5-6
1105] 35/Fâtır, 42
NİFAK - MÜNÂFIK
- 253 -
"Haktan uzaklaşmayı artırmak" beklenenin ve verilen sözün aksine hareket etmektir. İnsan hakikate, uyarıcıya, Kur'an'a sırtını dönünce, Bakara, 10. âyetinin ikinci bölümü olan "Allah da onların hastalığını artırmıştır" eylemi gerçekleşmektedir. Allah durup dururken, kulunun mânevî hastalığını arttırır mı? O zaman kuluna zulmetmiş olmaz mı? İşte yukarıda verilen âyetlerin bütünü ele alınınca şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Kul hakikat karşısında gösterdiği tepkilerini kat kat artırınca, Allah da bunu onaylamaktadır. Allah'ı ve iman edenleri aldatmayı amaçlarken, şuursuzca kendilerini aldatan bu insanların kalplerindeki mânevî hastalığı Yüce Allah daha da arttırmaktadır. Kalbi hasta olduğu halde doktordan kaçan insanın hastalığı nasıl artarsa, Allah'tan uzak kalan insanın da manevî hastalığı da öyle artar.
Kalp hastalığının Allah tarafından artırılışının ardından, bu insanlar yalan konuşmaları nedeniyle elem veren azâba uğrayacaklardır: “Yalan söylemeleri nedeniyle, onlar için elîm bir azap vardır.”1106 Elîm azâbın kula gelmesi, kendi yaptığı amelin neticesidir. Âyetin bu kısmında, yalan söylemenin karşılığının elîm azap olduğu söylenmektedir. Kul kendi azâbını, kendi elleriyle hazırlamakta, kendi amelleriyle tutuşturmaktadır: “Gerçekten 'Allah fakir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü, yemin olsun Allah işitmiştir. Onların dediklerini, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: 'Tadın o yakıcı azabı.' Bu, dünyadayken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına zulmetmez.”1107 Bu ve benzeri âyetler, kulun azâbını, kendi elleriyle hazırladığını göstermektedir. 1108
Kalbin Bozulma Safhaları
Kur'ân'da geçen üç kelime vardır ki, bunlar hemen hemen günahın kalpteki oluşumuna hasrolunmuştur: Zeyğ, rayn ve kasvet. Kalbin mâruz kaldığı zeyğ ve rayn, kasvet'e kadar, inkâra uzanan yolda iki alt safhayı teşkil etmekte; kasvet ise, kalbin bütün hayır ve gerçekler için kapalı, her türlü kötülük ve günah için ise açık ve hazır olduğu durumu resmetmektedir.1109 Şimdi bu kavramları sırasıyla ele alıp kısaca değerlendirmeğe çalışacağız.
a- Zeyğ: İstikametten sapmak, meyletmek anlamına gelen bu kelime1110 Kur'ân'da sekiz yerde geçmektedir. Üç yerde bakışlar (ebsâr) için1111 bir yerde de İlâhî emirden sapma anlamında1112 kullanılmıştır. Diğer dört yerde ise tamamen kalbin haktan, doğru olandan aksi istikamete meyletmesi mânâsına kullanılmıştır. 1113
Dinin emir ve kayıtlarından kalbin sapmasını ifade eden zeyğden, tevbe yoluyla kurtulup, yeniden aslî çizgiye dönmek mümkündür. Nitekim Tevbe sûresinin bir âyetinde, başlangıçta kritik bir anda Tebük seferine çıkmaya pek arzulu olmadıkları halde, nefislerinde gerçekleştirdikleri bir mücâhedeyle zaaflarını aşan bazı müslümanlar için şu ifadelere yer verilir: "Allah, Peygamberini
1106] 2/Bakara, 10
1107] 3/Âl-i İmrân, 181-182
1108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c. 1, s. 211-216
1109] Bk. Sadık Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Hibaş Y., Konya, 1984, s. 168
1110] el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 318
1111] Bk. 33/Ahzâb, 10; 38/Sâd, 63; 53/Necm, 17
1112] Bk. 34/Sebe', 12
1113] Bk. 3/Âl-i İmrân, 7, 8; 9/Tevbe, 117; 61/Saff, 5
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaşa katılmayanlara izin verdiğinden ötürü afetti(ği gibi), o güçlük saatinde ona uyan muhâcirleri ve ensârı da affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri zeyğe (kaymağa) yüz tutmuşken, yine de onların tevbesini kabul buyurdu." 1114
Haktan sapma basit bir muhâlefetle başlar; günah adına atılan bir adımla genişler. Söz gelimi, bir kere yalan söyleme, inkâra doğru atılmış bir adım ve aynı zamanda imandan da o miktar soğuma demektir. Keza, bir kere zinâya yaklaşma, küfre doğru bir adım ve imana da o ölçüde yabancılaşma demektir. Kur'ân-ı Kerim'in tam bu noktada -Cenâb-ı Hakk'ın vermiş olduğu hidâyetten sonra- iman eden insanların kalplerinin zeyğe düşmemesi için şu duâyı öğütlemesi gayet dikkat çekicidir: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme (lâ tuziğ -zeyğ etme-)." 1115
Bu sapmaların kalpte etkilerinin yaratılması ise, Allah'ın bir kanunudur.1116 Bu bağlamda bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: "...Onlar (haktan) sapınca (felemmâ zâğû) Allah da onların kalplerini (hidâyetten) uzaklaştırdı/saptırdı..." 1117
Pek çok âyette vurgulandığı üzere, kalpte meydana gelen müsbet veya menfi her türlü oluşum Allah'ın yaratmasıyla gerçekleşir. Nitekim bu âyette, izâğe (saptırma/eğriltme işi) açık bir şekilde Allah'a isnad edilir. Ancak bu âyetin baş tarafında 'felemmâ zâğû' şeklinde yer alan cümle ile buna sebep olanların, insanların bizzat kendilerinin olduğu hatırlatılır ve böylece bunun, 'cezanın cürme terettübü' (cezanın amel cinsinden olduğu) nevinden bir durum olduğu vurgulanır.
Netice olarak diyebiliriz ki zeyğ, başlangıçta Yaratıcı tarafından istikamete programlanmış kalbin, iman ve sâlih amelle işlettirilmeyip hevânın etki alanına terk edilmesiyle, duyarlılığını kısmen veya tamamen kaybettiği halin ifadesidir. Başka bir ifadeyle, zeyğ, boşluk kabul etmeyen kalbin, istikametten ayrılması neticesinde, yerini kaçınılmaz olarak bir eğriliğe/bozukluğa bıraktığı durumun adıdır. Gerçeğin iz'an ve kabulüne güçlük teşkil eden bu durumu, Kur'ân'da günahların kalpte meydana getirdiği ifsâdın bir ilk parametresi olarak değerlendirebiliriz. 1118
b- Rayn: Lügatte, pas, is ve kir1119 gibi anlamlara gelen rayn, Kur'ân'da, günahların kalbi istilâ etmesi anlamında kullanılır. Bu kelimenin geçtiği bir âyette şöyle denir: "Doğrusu, (işleyip) kazandıkları, kalplerinde rayn/pas olmuştur/tutmuştur." 1120
Üst üste işlenen ve nihâyetinde kalbin körelmesine yol açan bir maraz olarak
1114] 9/Tevbe, 117
1115] 3/Âl-i İmrân, 8
1116] Esasında, Kur'ân'ın, insanlığa verdiği en büyük ders olan tevhid ilkesi de bunu gerektirir. Allah, gerek mülkünde, gerekse icraatında tektir, yani kalpte hidâyetin oluşması O'nun irâde ve kudretine bağlı olduğu gibi; zeyğ de, yalnızca O'nun izni ve yaratmasıyla meydana gelir. Onsuz ve O'na rağmen ne enfüste ne de âfakda bir şeyin varlık sahasına çıkma imkânı vardır.
1117] 61/Saff, 5
1118] Yener Öztürk, a.g.e., s 112-113
1119] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 303
1120] 83/Mutaffifin, 14
NİFAK - MÜNÂFIK
- 255 -
da tarif edilen1121 rayn, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) beyânında ise, şu ifadelerle ele alınır: "Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse (ondan sıyrılırsa) kalbi yine parlar/saydamlaşır. Yok, (tevbe ve istiğfar etmeyip) günaha devam ederse bu leke çoğalır. Nihayet arta arta öyle bir raddeye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi istilâ eder; işte Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği rayn budur.” 1122
Amellerin, kalbi nasıl etkilediğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyan söz konusu bu ayet ve hadisler göstermektedir ki, günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplamakta ve kalpte silinmesi güçleşen ikinci bir tabiata sebep olmaktadır. Bununla birlikte 'rayn, tab' kadar bir olumsuzluk ifade etmez.' 1123
Söz konusu bu kalpler, işledikleri günahlar içinde öylesine örtülmüş kalmıştır ki, fıtratlarında hakka müteveccih olan kabiliyetleri kapanır hale gelmiştir. Zira işlenen her bir günah, emsali günahlara birer çağrı ve davetiye mesabesinde olması hasebiyle fasit bir dairenin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Hemen belirtmiş olalım ki, burada da 'müsebbebi (sebebe bağlı olarak meydana gelen böyle bir neticeyi) Allah yaratmıştır. Ancak müsebbebin yaratılmasına sebeb olan yine insanın kendisidir.' 1124
Bu bağlamda, rayn ile yakın bir anlamda Kur'ân'da zikredilen diğer bir ifade de rics kelimesidir. Lügat anlamı itibariyle, 'ters, pislik' manasına gelen rics, kendisi pis ve kirli olan şeyler için kullanıldığı gibi, kalbi bir ters tabakası gibi örten pislikleri ifade için de kullanılır. 1125
İnsanın gerçek benliği kalpte olduğundan kalbini ricsin kapladığı insanlar da, bütünüyle rics olma noktasına gelmişlerdir; bu bakımdan ehl-i nifak ve küfrün amelleri de rics sayılmıştır. Kur'ân'da, kalplerinde maraz bulunanların rics üstüne ricse maruz kalacakları ve bunun küfr içinde bir ölümü netice vereceği bildirilmiştir: "Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar, 'bu sure hanginizin imanını artırdı?' der. Fakat mü’minlere gelince, her inen sure, onların imanını arttırmıştır, ve onlar birbiriyle müjdeleşip durmaktadırlar. Kalplerinde hastalık olanlara gelince; (bu sureler) onların ricslerine rics katmıştır. Ve onlar kâfir olarak ölüp gitmişlerdir." 1126
Günahlarla kararmış bir kalpte, -tâbir yerindeyse- güneşin ışınlarından daha parlak ve daha müessir vahyin manevî şuaları kolayca yer bulamaz; göz bakar, kulak dinler ama, ne baktığından ne de dinlediğinden bir şey anlar.
Kısaca ifade edecek olursak, gerek düşünce gerekse amel bazında üst üste işlenen günahlar kalbin, 'hakkı anlama ve kabul etme kabiliyetinin' sönmeye yüz tutmasını netice verir ki, bu durum, Kur'ân dilinde 'rayn/pas' esprisi içinde somut bir ifadeyle anlatılmıştır. 1127
c- Kasvet: Lügatte, katılık, sertlik ve kuruluk anlamlarına gelen kasvet,1128
1121] eş-Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, V, 450; Yine Bk. İbn Teymiyye, el-İman, s. 29
1122] Tirmizî, Tefsiru sûre (83), 1; İbn Mâce, Zühd 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 97
1123] Bk. İbn Kayyım el-Cevziyye, Şifau'l-Alil, s. 164
1124] İbn Kayyim el-Cevziyye, aynı yer
1125] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 274
1126] 9/Tevbe, 124-125
1127] Yener Öztürk, Kur’an’da Kalp Ve Mühürlenmesi, Işık Y., s. 114-115
1128] İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, XV, 181
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalp ile birlikte kullanıldığında kalbin kararması ve katılaşmasını ifade eder.1129 'Böyle bir kalp, bütün fıtrî ünitelerini kaybetmiş demektir.' 1130
Kur'ân'da inkâra saplanmışların/şartlanmışların kalpleri bu katılığa benzetilmiştir.1131 öyle ki, kalpleri taştan daha da katı hale gelen1132 bu insanlar için, dağlar yerinden oynasa, yer yarılsa 1133 gökten onlara melekler inse yahut ölüler kendileriyle konuşsa 1134 yine de onların kalbine hiç bir hayır işlemez.1135 Bütün bu ifadeler ilahî sadânın çağrısına inatla direnen kâfir/inkârcı yüreklerin halini anlatmak için kullanılır. 1136
Âyet-i kerimelerde, inkârcıların, inanma kabiliyetlerini yitirmiş kalplerinin kasveti, taşın katılığına/sertliğine benzetilmiştir. Kur'ân'daki bu teşbihleri değerlendiren Ebû Mansur el-Maturidî, 'kalbin, katılık hususunda başka bir şeye/madene değil de taşa benzetilmesinin hikmetiyle’ alakalı olarak şu ifadeyi kullanmıştır: “Ateş, demir ve madenleri eritebildiği halde, taşı eritememektedir." 1137
Kur'an, bitmez zannedilen hayat içinde, nefsin uzayıp giden tutkularını ve Allah'a verilmiş olan ahdin/sözün dikkate alınmayıp bile bile çiğnenmesini, kalp kasvetini besleyen sebepler arasında zikreder: "Mü’minlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen Kur'ân sebebiyle kalplerinin ürpermesi/yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Sakın onlar ehl-i kitab gibi olmasınlar. (Zira) onların kalpleri, uzayıp giden zaman içinde (kapıldıkları nefsanî arzuların ağında) katılaşmış ve çoğu fâsık (fısk-ı fücur sahibi) olmuşlardı. Ahitlerini/sözlerini bozduklarından ötürü, onları rahmetimizden mahrum bıraktık, kalplerini de kaskatı hale getirdik." 1138
Geçmişte yaşamış insanların şahsında, Kur'ân'ın, kalp kasvetini sık sık gündeme getirmesi, hal-i hazırdakileri ve gelecektekileri bu tehlikeli akıbetten sakındırmak içindir.
Kasvetin beşer tarihinde en tipik temsilcileri olarak karşımıza, İsrailoğulları çıkmaktadır. Tevhidden sonra şirke kayan bu tiplerin halini, Kur'ân, bir başka ayetinde şöyle aktarır: "Bunun arkasından yine kalpleriniz katılaştı. Şimdi o taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşın öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır, öylesi vardır ki, ondan ırmaklar akar, öylesi de vardır ki, Allah korkusundan aşağıya düşer." 1139
1129] İbn Manzur, a.g.e., XV, 181
1130] el-Merağî, Tefsiru'l-Meraği, I, 51
1131] el-İsfehani, el-Müfredat, s. 609
1132] 2/Bakara, 74
1133] 13/Ra'd, 30
1134] 6/En'âm, 111
1135] Fahruddin er-Razî, Mefahitu’l-Ğayb, III, 129
1136] Toshihiko Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlakî Kavramlar, Pınar Y., s. 175
1137] el-Maturidî, Ebu Mansûr, Tevilatu Ehli's-Sunne, (thk. İbrahim Avadîn ve es-Seyyid Avadîn), Kahire, 1971, s. 197
1138] 5/Mâide, 13
1139] 2/Bakara, 74. Katı kalpler için 'taş gibi, demir gibi' benzetmesi, sıkça karşılaşılan bir husus olmakla beraber, Kur'ân'ın 'o kalpler taşlar gibi daha da kasvetli' dedikten sonra, bu durumu açıklayıcı mahiyette ifadeler serdetmesi gayet dikkat çekicidir:a- Taşların öylesi var ki, içinden nehirler kaynıyor: Pek çok nehrin, kayalıklardan müteşekkil dağlardan kaynadığı bugün ilmen de bilinen bir gerçektir.b- Öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ bir taşa vurunca, on iki musluklu bir çeşme olur ve on iki İsrailoğlu boyu, her biri ayrı bölümden suyunu alır. (Bk. 2/Bakara, 60)c- Taşların öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlere yuvarlanıyor: Meselâ, Hz. Mûsâ Cenâb-ı Hakk'ı görme talebinde
NİFAK - MÜNÂFIK
- 257 -
Bu âyet, yahûdilerin kalplerinin, hakkı kabul etmeme ve yapılan öğütlerden etkilenmeme hususundaki sertlik ve katılıklarının, taşları bile imrendirecek bir dereceye vardığını anlatmaktadır.1140 Aynı insanların daha sonra, Hz. Peygamberi birçok sıfatı ile tanımış olmalarına rağmen iman etmemeleri de, ancak böyle bir katılıkla izah edebilir... 1141
Kalp kasveti, ilahî hidayet ve rahmetten nasibini almamış her bir insan için söz konusu olabilecek bir durumdur, bunun özel bir dönemi ve coğrafyası yoktur.
Dün, arena ve hipodromlarda ellerindeki esirleri aç arslanlara parçalatanların sahip oldukları kalplerle, bugün, eskisini aratmayan usullerle çaresizlere eziyet edenlerin kalpleri aynı kasveti taşımaktadır.
Kasvetin, bütün günah ve kötülüklerin kaynağı olması ve bu durumun kulu Rabbinden uzaklaştırması1142 sebebiyledir ki, Kur'an, kasvetli kalpleri ayıplayıcı bir üslûpla kınamıştır: "Allah'ın zikrine (mesajına ) karşı kalbi kasvet kesilmişlere yazıklar olsun." 1143
Kısaca ifade etmek gerekirse, Kur'an'da 'kasvet' ifadesiyle dile getirilen bu kerte/aşama, "Allah onların kalplerini mühürlemiştir"1144 âyetindeki haberin tahakkuk ettiği bir durumdur. Artık ne imana yol kalmıştır ne de küfürden kurtuluş çaresi. Böyle bir neticeye kul yönelmiş, Allah da yaratmıştır. 1145
Kalp Hastalığı
Kur'an, kalbin görevini lâyıkıyla yapmasını engelleyen hastalıktan bahsetmektedir. Kalp nefsî ve ruhî hastalıklarla kirlenir. Kalbi kuşatan bu kirler onun sağlıklı düşünmesini, hakkı ve doğruyu bulmasını engeller. Günah kirleri kalpte arttıkça daha şiddetli hastalıklara yakalanır; bunların en tehlikeli olanları nifak ve küfür hastalıklarıdır. İnsan kalbindeki hastalıkların tedavi edilmemesi; başka bir ifâdeyle insanın yaptığı hatalardan pişman olmaması ve günah işlemeye devam etmesi kalbini daha da karartır, kalp kararması arttıkça kalbin katılaşması da daha fazla artar ve kalp gittikçe taşlaşır, hatta taştan da daha fazla katılaşır. Artık bu derekeye düşen kalp Allah'ın zikri karşısında duyarsız hale gelir, olay ve hâdiselerden ders ve ibret almaz, öğütler kendisine fayda sağlamaz. Geçici dünya zevkleri peşinde koşar, günah bataklığının dibine çöker, hayatı oyun ve eğlenceden ibaret hale gelir. Bu tür kalbe sahip olan insanlar, sadece baş gözüyle görür ve sadece baş kulağıyla işitirler ve aynı zamanda hakikatin sadece bunlardan ibaret olduğunu sanarak dalâlet bataklığında bir ömür tüketirler. Artık bu insanların rehberi akıl değil, hevâ ve nefsî arzulardır.bulununca, Allah dağa tecelli eder, dağ paramparça olur (Bk. 7/A'râf, 143). İşte taşlar o sertliğiyle beraber, böyle tecellilere mazhar olmuşlardır. Bu insanların kalbi ise öyle kasvet bağlamış ki, o kalplerden ne marifet nehri akıyor, ne kalp gözlerinden yaşlar dökülüyor, ne de İlâhî tecelliler karşısında bir yumuşama gözüküyor. (Bk. Şadi Eren, Kur'ân'da Teşbih ve Temsiller, Işık Y., İstanbul, 2001, s. 159)
1140] Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, 1, 101.
1141] Hayati Aydın, Kur'ân'da insan Psikolojisi, Timaş Y., İst, 1999, s. 193
1142] Kemâlüddin İbn Hümam, Kitabu'l-Müsâyere, Çağrı Y., İstanbul, 1979, s. l94
1143] 39/Zümer, 22
1144] 2/Bakara, 7
1145] Yener Öztürk, a.g.e., s. 116-118
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kalp kirliliği derece derecedir. Kimi kalp kirliliği hafiftir. İnsanın günlük hayatında yaptığı rutin ibâdetlerle temizlenir. Bunlar kalbin yapmaya meylettiği ve insan hatırına gelen kötü düşünceler gibi hafif kirlerdir." 1146
Yüce Allah, sahâbenin Hz. Peygamber'e karşı olan ilişkilerini belirlerken, izinsiz evine girmemelerini ve hanımlarından bir şey isteyecekleri zaman bir perde arkasından sormalarını, bunun her iki tarafın kalbi için de daha temiz olduğunu bildirmektedir: "Ey iman edenler, (rasgele) Peygamber'in evlerine girmeyin. Ancak yemek için size izin verilir de girerseniz (erkenden gelip) yemeğin pişmesini beklemeyin, çağrıldığınız zaman girin; yemeği yiyince dağılın, (birbirinizle veya ev halkı ile) söze dalmayın. Çünkü bu (hareketiniz) Peygamber’i incitiyor, fakat o, (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten utanmaz. Onlardan (yani Peygamber’in hanımlarından) bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir."1147 Bu âyette Hz. Peygamber'in hanımlarından perde arkasından olmaksızın bir şeylerin istenmesinin kalp kirliliğini gerektirecek bir davranış olduğu ve bundan kaçınmanın gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu âyetten hareketle mahrem olmayan erkeklerle kadınların birbirlerine karşı mesafeli durmalarının gereği anlaşılmaktadır. Doğal olarak erkeklerle kadınların birbirlerine karşı bir meyli vardır.
İslâm bu fıtrî meyli dikkate alarak bu meyil ve ilişkinin karşılıklı rızâya dayanan meşrû evlilikler yoluyla yerine getirilmesini istemiştir. İslâm'da insanın harama muhtaç olmayacak kadar geniş bir helâl sahası vardır. Kur'an'da Hz. Peygamber'in hanımlarına da hitap edilerek, yabancılarla konuştuklarında yumuşak bir edâ ile konuşmamaları gerektiği, çünkü yumuşak bir edâ ile konuşmaları halinde, bunun, kalbinde hastalık bulunanların kötü şeyler ümit etmelerine yol açabileceği belirtilmektedir: "Ey peygamber kadınları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'ın buyruğuna karşı gelmekten) korkuyorsanız, sözü yumuşak (tatlı bir edâ ile) söylemeyin ki, kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin; uygun ve ciddi (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin!' 1148
Âyetten anlaşıldığı üzere bir kadının bir yabancı erkekle konuşmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.1149 Ancak böyle bir durumda kadının ses tonu ve konuşma tarzı, karşıdaki erkeğin ilgisini çekmeyecek bir ciddiyette olmalıdır. Kadının ses tonunda bir yumuşaklık, konuşmasında kadınsı bir sıcaklık ve karşıdaki erkeğin duygularını tahrik edecek, hasta kalpleri ümitlendirecek ve nefsî arzuları heyecanlandıracak bir tatlılıkta olmamalıdır.
Kalp kirliliğinin en kötüsü nifak ve küfür kirliliğidir; çünkü bu, insanın cehennem azâbına çarptırılmasını gerektirir ve bu kişilerin affedilmesi de söz konusu olmaz: "Ey Rasûl, ağızlarıyla ‘inandık’ dedikleri halde kalpleri inanmamış olanlar arasında küfürde yarış edenler seni üzmesin. Yahûdiler arasında da yalana kulak veren, sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar: ‘Eğer size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının!’ derler. Allah birini şaşırtmak isterse, sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah,
1146] Bk. et-Taberi, Câmiu’l-Beyân, XII, 131-132
1147] 33/Ahzâb, 53
1148] 33/Ahzâb, 32
1149] Bk. M. Zeki Duman, Beş Sûrenin Tefsiri (Fatiha, Ahzâb, Hac, Hucurât, Mümtahine), Ankara, 1999, s. 97-98
NİFAK - MÜNÂFIK
- 259 -
onların kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için âhirette de büyük bir azap vardır." 1150
Âyette anlatılanların kalpleri, en kötü addedilen bir pislikle kirlenmiştir. İşte bu pislik, küfür pisliğidir. Bunlar kendi irâdeleriyle küfrü seçip ısrar ettiklerinden, dünyevî imtihan gereği Allah da kalplerini temizleyip onları bağışlamaz. Aksine kalp kirliliklerine kirlilik ekler, çünkü onlar irâdelerini ve tercihlerini kötü yolda kullanmaktadırlar: “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemelerinden ötürü onlara acı bir azap vardır.” 1151
Bu âyet, “nifak”tan, bir kalp hastalığı olarak bahsetmektedir. Çünkü kalp aynı zamanda dönekliğin, değişkenliğin, inkârın ve gerçekleri gizlemenin de yeridir. Nifak hastalığına yakalanan kalp, hep korku ve endişeler içinde olur. Bu durumda olan kalp, görevini lâyıkıyla yerine getirmediğinden cehennem azâbını hak eder. Çünkü şüphe pençeleri iman derisine takıldığında onu param parça eder. Fitne kıvılcımları kalbine ilişen, yakıcı azâba girer. Kuşku ve desiselerin, kulaklarını tıkadıkları ise kalbi ile tasdik arasına bir engel teşkil eder.1152 Bu hastalığa yakalananlar, yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne ve fesad çıkarırlar: "Onlara: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman: ‘Biz sadece düzelticileriz’ derler, iyi bilin ki, onlar fesatçılardır/bozgunculardır; fakat anlamazlar." 1153
Diğer bir âyette, Kur’an'ın bir sûresi indiğinde kalplerinde hastalık olanların pisliklerine pislik kattığı ve onların kâfir olarak ölecekleri bildirilir: “Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince (bu), onların pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler.” 1154
İsfehânî’nin belirttiğine göre, kalp inançların tarlası konumundadır. Kalpteki inançlar da tohum gibidir. Yüce Allah'ın Kelâm'ı ise tarlayı sulayan yağmura benzemektedir. Yağmurun suladığı tarlanın bitkileri farklı tohumlara göre farklılık arz ettiği gibi, Kur'an'ın da aynı şekilde kalplerde kök salan inançlar üzerinde etkisi farklı olur.1155 Şu âyet buna işaret eder: "Güzel olan ülkenin bitkisi, Rabbinizin izniyle çıkar; kötü alandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz." 1156
Âyette geçen rics kelimesi, soyut pisliklerin en kötüsüdür. Kalplerinde hastalık bulunanlar, içlerinde nifak pisliğini taşıyanlar, pisliklerine pislik katarlar ve bu pislik kâfir olarak ölmelerine de neden olmaktadır. Çünkü onlar kendilerini düşünmekten ve aklî muhâkemeden alıkoyarak akıllarını işlevsiz hale getirmiş ve gerçeği yalanlamaya, nankörlüğe ve inkâra kalkışmalarıdır: "Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanların üzerine kor.” 1157
Yüce Allah küfür ve nifâkı rics/pislik olarak nitelendirdiği gibi, münâfıkları da pislik olarak nitelendirmektedir. Çünkü onlar pislik işleye işleye bizzat kendileri
1150] 5/Mâide, 41
1151] 2/Bakara, 10. Diğer Örnekler için Bk. 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 74/Müddessir, 81
1152] İbn Kayyım el-Cevzîyye, Medâricu's-Sâlikîn, Dâru'l-Hadis, Kahire, trs., I, 379
1153] Bk. 2/Bakara, l1-12
1154] 9/Tevbe, 125
1155] el-İsfahanî, ez-Zeri'a, s. 208
1156] 7/A'râf, 58
1157] Bk. 10/Yûnus, 100
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de pislik olurlar: "Siz yanlarına geldiğiniz zaman kendilerinden vazgeçesiniz diye Allah'a yemin edecekler. Onlardan vazgeçin, çünkü onlar murdardır. Kazandıkları işlerin cezası olarak varacakları yer de cehennemdir." 1158
Nifak hastalığına yakalanan kimse, her şeyden kuşku duyar; Allah'tan şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder, Allah'ın peygamberinden şüphe eder, mü'minlerden ve onların iyi niyetli fiil ve hareketlerinden şüphe eder. Onun nazarında bilginin ve marifetin kıymeti kalmamıştır. Kendisi şüphe içinde olduğu için herkesi ve her şeyi de şüpheli görür. Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar. Mü'minle mü'min, kâfirle kâfir görünmekte bir beis görmez. Onun herhangi bir değer yargısı yoktur; her şey menfaat ve çıkar esasına dayanır. 1159
Münâfıkların âhiret inancı olmadığı için ölmekten korkarlar, bunun için savaşa gitmek istemezler: "Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar, (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler." 1160
Münâfıklar, bu durum üzerine ısrar edip öldüklerinde Yüce Allah'ın rahmetiyle aralarına kalın bir duvar örülür ve artık rahmet kapısı yüzlerine kapanır ve bir daha açılmaz olur: "O gün münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (cennete gitmekte olan) mü'minlere derler ki: ‘Bize bakın da sizin nurunuzdan yararlanalım.’ Onlara: ‘Arkanıza dönün de nur arayın!’ denilir. Derken aralarına kapılı bir sur çekilir ki, onun içinde rahmet vardır, dış yönünde de azap." 1161
Kalplerinde hastalık olanların özelliklerinden birisi de, gelecekten kaygı duyma ve endişelenmedir. İslâm'ın zayıflamasından, müslümanların güçsüz hale gelmesinden ve kâfirlerin güçlenip hükümran olmalarından dolayı da endişe duyarlar. Bu durumda kâfirlerden kendilerine bir zarar gelmemesi için onlarla diyalog kurarlar. Bununla sözde, bir darlık zamanında müslümanlara fayda sağlamayı amaçlayıp ihtiyatî bir tedbir alıyorlarmış gibi görünmek isterler. Oysa onlar gerçekte Hz. Peygamber’in başarısından ve İslâm dininin getirmiş olduğu gerçeklerden kuşku duyarlar.1162 İşte Yüce Allah bu korku psikolojisi içinde yaşayan hasta kalplilere bu endişelerinin yersiz olduğunu, aksine O'nun Peygamber ve müslümanları fetihler veya başka yollarla üstün kılacağı, onların da içlerinde gizledikleri bu korku ve endişelere pişman olacaklarını bildirmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz!’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." 1163
Hasta kalpliler, iman gücünden mahrum oldukları için korkaktırlar. Bir avuç mü’minin kendilerinden sayıca ve kuvvet bakımından çok üstün olan düşmana karşı savaşmalarına bir anlam veremeyip onların güçlü imanlarından aldıkları cesaret ve gücü anlamakta zorluk çekerler: "Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar (sizin için); ‘Bunları dinleri aldatmış’ diyorlardı. Oysa, kim Allah'a dayanırsa şüphesiz
1158] 9/Tevbe, 95
1159] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 2, s. 1208
1160] 9/Tevbe, 45
1161] 57/Hadîd, 13
1162] Elmalılı, Hak Dini, III, 266
1163] 5/Mâide. 52
NİFAK - MÜNÂFIK
- 261 -
Allah, daima gâlip, hüküm ve hikmet sahibidir." 1164
Münâfıklar ve kalp hastalığıyla malûl olanlar, Allah ve Rasûlünün verdikleri vaadlere inanmazlar: "Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler: ‘Allah ve Rasûlü bize sadece boş vaadlerde bulundu’ diyordu." 1165
Münâfıklar, zâhiren müslüman fakat içten kâfir oldukları için bu ismi almışlardır. Onları bu nifaka sürükleyen ise kalplerindeki hastalıktır ve toplumda kötü haberler yayıp kargaşa çıkarmaya çalıştıkları için de mürcif/provokatör diye isimlendirilirler: "Andolsun, münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haberler yayanlar (mürcifler), (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse seni onların üstüne süreriz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler." 1166
Kişinin gerçek anlamda iman edip etmediği ancak sıkıntılarla sınandığı zaman ortaya çıkar. İşte savaş, gerçek mü'minle kalbinde hastalık olan münâfığı birbirinden ayıran bir mihenk taşıdır. Savaşla ilgili bir âyet indiğinde hasta kalpliler tıpkı ölmek üzere olan kişi gibi baygın bir şekilde bakarlar: "İman edenler: "(Cihad hakkında) bir sûre indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. O da onlara daha uygundur." 1167
İmanın kalplerinde kök saldığı müslümanlar, vahye olan özlemlerinden ve Allah yolunda cihad etmeye can atmalarından dolayı, yeni bir vahyin ne zaman geleceğini sorup duruyorlardı. Mü'minler, bir an önce savaş izninin verilmesini istemekteydiler.1168 Müslümanların arasında olan hasta kalpliler ise böyle bir dertleri olmadığı gibi, Allah yolunda savaşacak durumları da yoktu. Ama onlar tehlikenin olmadığı durumlarda müslümanlardan görünüyorlardı. Savaşla ilgili emir geldiğinde ise gerçek mü'minlerle münâfıklar birbirinden ayrıldılar. Savaşla ilgili emir gelmeden önce mü'minlerle münâfıkların görünüşte aralarında herhangi bir fark görülmemekteydi. Mü'minlerle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyorlardı. Fakat canlarının tehlikeye gireceği savaş gerçeğiyle karşı karşıya geldiklerinde göstermelik imanlarından bir eser kalmadı ve gerçek yüzleri belli oldu, foyaları ortaya çıktı. Başka bir âyette münâfıkların içine düştükleri bu halleri şöyle ifâde edilmektedir: "Kendilerine: ‘Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin!’ denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz, niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (savaş emrini bir süre geciktirsen) almaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır, takvâ sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez." 1169
Kalp hastalığının belirtilerinden biri de kuşku ve tedirginliktir. Bu hastalığa müptelâ olanlar, kendilerini ölçü aldıklarından dolayı, başkasına revâ gördükleri şeylerin başkaları tarafından kendilerine de yapılacağından endişe duyarlar. İçlerine kök salan bu endişeyi Allah ve elçisi hakkında bile duyarlar: "Onlar, aralarında
1164] 8/Enfâl, 49
1165] 33/Ahzâb, 12
1166] 33/Ahzâb, 60
1167] 47/Muhammed, 20
1168] el-Cevzî, Zâdu'l-Mesir, VII, 405
1169] 4/Nisâ, 77
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirirler. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Elçisinin kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, onlar zâlimlerdir." 1170
Son âyette Allah ve Rasûlünün verdiği kararlardan yüz çevirmenin nedenleri takriri soru şeklinde belirtilmektedir: “Kalplerinde bir hastalık mı var?” derken soru sormaktan ziyâde kalplerinde hastalığın olduğu vurgulanarak tescil edilmektedir. Çünkü hasta bir kalbin bu tür şeyleri yapması, beklenen bir husustur. İç benliği bozulmamış birinin bu denli derin bir sapıklığa düşmesi mümkün değildir. Kalp hastalandığında, onun iman gerçeğine varması ve imanın gereğini eylemleriyle pratize etmesi beklenemez.
İkinci soruda Allah ve Rasûlünün kendilerine haksızlık etmesinden kuşkuya düşenlerin, içine düştükleri güven bunalımı ifâde edilmektedir.
Âyette belirtilen üçüncü soruda ise bu psikoza yakalananların içine girdikleri tuhaf durumları kınanmaktadır. Çünkü evrenin yaratıcısı ve her şeyi yerli yerinde yapan Yüce Allah'ın haksızlık yapacağını düşünmek kadar abes bir şey olabilir mi? Bu, Allah'ı gerçek anlamda tanımamanın ve sağlıklı olmayan kalbin vardığı yersiz bir yargı olsa gerektir.
Âyetin sonunda bu niteliklere sahip olanların zâlim oldukları vurgulanmaktadır. Çünkü kalplerine iman yerleşmeyenlerin ve kuşku içinde olanların, müslüman olmadıkları halde kendilerini onlardan göstermeleri, böylece birtakım avantajlar elde etmeleri, insanın kendi onurunu hiçe saydığından ve kişiliğini zedelediğinden dolayı bu eylem zulüm sayılmaktadır. Ayrıca diliyle mü'min olduğunu söylediği için onu kendilerinden biri sayan müslüman topluluğuna da haksızlık yapılmaktadır.1171
Hasta kalpliler Şeytan fitnesine yataklık ederler: "(Allah, böyle yapar ki) şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın; elbette onlar (haktan) uzak bir ayrılık içindedirler."1172 Şeytanın verdiği vesvese hasta ve katı kalpliler için bir sınavdır. Onlar şeytanın dediklerine kanarak ona uyarlar. Çünkü hastalık kalplerini sardığından ve akılları arasında bir irtibat kalmadığından sağlıklı düşünemezler.1173
Kalbin Mühürlenme Keyfiyeti
Kur'ân'da, kalbin olumsuz tavırlarını gösteren değişik tabirlere yer verilir. Bu cümleden olarak, kalbin dağınıklığı,1174 kalbin zeyği/kayması,1175 kalplerin kör
1170] 24/Nûr, 48-50
1171] Bk. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 156; el-Beğâvî, Meâlimü't-Tenzil, III, 352; Kadı Nasırüddin Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru't-Tenzil ve Esrâru't-Te’vîl, thk. Ahdulkadir Arafat, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, IV, 196; Mahmud Ebu'1-Fadl el-Alusî, Rûhu'l-Meânî li Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'i'1-Mesânî, Dâru’l-İhyâi't-Türâsil-Arabî, Beyrut, XVIII, 196.
1172] 22/Hacc, 53
1173] Abdulbaki Güneş, Kur'an'da Kalb Kavramının Semantik Analizi, Ahenk Yayınları, İstanbul 2003, s. 83-96
1174] Bk. 59/Haşr, 14
1175] Bk. 9/Tevbe, 117
NİFAK - MÜNÂFIK
- 263 -
olması,1176 kalplerin eğlencesi,1177 kalplerin gafleti,1178 kalplerin kilitlenmesi,1179 kalplerin paslanması1180 ve nihayet kalbin kasveti/katılığı1181 gibi ifadeler Kur'ân'da mânâsı kalbe yüklenen sıfatlar olarak arzedilir.
Bazen de, kalbin sarfı1182, kalbin taklibi1183, iğfâl edilmesi1184, kalbin kaydırılması1185, kalbin üzerine perde çekilmesi1186, kalplerin mühürlenmesi1187 gibi ifadeler Kur'ân'da doğrudan Allah'a isnad edilerek anlatılır. İlk bakışta bu ikinci ifadelerden insanların irâde ve ihtiyarlarını devre dışı bırakma gibi bir anlam zihne gelebilir. Ancak mesele Kur'ân'ın bütünlüğü ve onun yerleştirmek istediği 'tevhid' gerçeği içinde ele alındığı zaman bunun böyle olmadığı görülür.
Allah'ın insanların kalplerini başlangıçta mühürlü veya kilitli yaratıp iman etmelerini engellemesi düşünülemez. Zira, O kendisini kullarına zerre miktar zulmetmeyen1188 bir Rab olarak tanıtmaktadır.
Gizli İnkâr (Nifak)
“Nifak” ve “Münâfık” kavramlarının İslâm itikad literatüründeki mânâsını anlayabilmek için filolojik içeriğine de bakmak yerinde olur. Bu kavram, dehliz, in, tünel, menfez anlamına gelen en-nefeku'dan gelir.1189 Tıpkı kalbinde nifak hastalığı bulunan münâfık da, bir tür yeraltı faaliyeti içerisindedir. Açıktan İslâm'a girer, gizlice İslâm'dan çıkar, kalbinde küfrünü gizler, dışarıya inancı varmış imajını yansıtır.
İslâm itikad literatüründe en genel ifadeyle nifak, kalben ve gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulunmaktır.1190 Bazı sebepler, yüzünden İslâm'a girip dışarıdan müslüman görünmeye çalışan münâfık, içten içe inançsızlığını ve inkârını gizleyen kimsedir.
Münâfık, kişilik açısından kendine özgü öyle net ve derin şahsiyet çizgilerine sahiptir ki, bunlar onu başkalarından ayırır. Kur'ân-ı Kerim'in detaylıca üzerinde durduğu, münafığın şahsiyet yapısını oluşturan pek çok karakter özelliği vardır. İkiyüzlülük (riyakârlık), psikolojik bakımdan kalplerinin hasta oluşu, inanç noktasında kararsızlık (tezebzüb), korkaklık, büyüklenme, döneklik, aldatıcı dış görünüş, alaycılık, yalancılık, kötülük ve bozgunculuğa eğilim gibi karakter çizgilerinin bir araya gelmesinden münâfık portresi teşekkül eder.1191
1176] Bk. 22/Hacc, 46
1177] Bk. 21/Enbiyâ, 3
1178] Bk. 23/Mü'minûn, 63
1179] Bk. 47/Muhammed, 24
1180] Bk. 83/Mutaffifin, 14
1181] Bk. 2/Bakara, 283
1182] Bk. 9/Tevbe, 127
1183] Bk. 6/En'âm, 110
1184] Bk. 18/Kehf, 28
1185] Bk. 61/Saff, 5
1186] Bk. 59/Haşr, 10
1187] Bk. 6/En'âm, 46; 40/Mü'min, 35
1188] Bk. 4/Nisâ, 40
1189] El-İsfehanı, a.g.e., s.765.
1190] Toshihiko İzutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, s. 238
1191] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul, 1997, s. 236-
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kalplerinde Hastalık Vardır: Kur'ân-ı Kerim iki tür hastalıktan söz eder. Biyolojik hastalıklar1192 ve ahlâkî, psikolojik hastalıklar...1193 Münâfıkların kalplerindeki hastalık ikinci türden psikolojik hastalıktır. Hatta kalbi hastalıklı olmak münâfıklığın ayrılmaz bir niteliği olmuştur.1194 “Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını gittikçe arttırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı bir azap vardır.” 1195
Âyette geçen “maraz” kavramına birbirine yakın keder, küfür, kalp elemi gibi mânâlar yüklenmiştir. Keder anlamında “maraz”: Münâfıklar her geçen gün Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sebatkârlığının artması ve şânının yayılması karşısında kederlendiler, kalpleri hastalandı. Küfür anlamında maraz; şer'î teklifler arttıkça onların küfürleri ve hastalıkları da artmıştı. Bu tür hastalıktan maksat, niyette meydana gelen gevşemedir. Onların kalpleri başlangıçta savaşma ve düşmanlıklarını ortaya koymada kararlı iken, daha sonra bu azimleri kırıldı, korkaklık ve çekingenliklerinden dolayı münâfıklık yapmaya başladılar. Kalp elemi mânâsında maraz: İnsanın, istemediği şeylerle karşılaştığında haset ve nifak eğilimi göstermesidir. 1196
Bu açıdan bakıldığında nifak insanın içini kemiren psikolojik bir hastalıktır. İnsan bir şeye ya iman eder ya da etmez. Her iki durum normal ve sağlıklı kabul edilebilir. İnsan iman veya inkârdan hangisini tercih etmişse bu tercihine göre yaşayıp gider. Nifak hastalığı kişinin düşünce ve tutumlarının toplum ile çelişmesi durumunun doğurduğu korku ve endişeden veya kişinin özel beklenti ve isteklerinden kaynaklanabilir. Ya da kişi, inancı doğrultusunda hareket ettiği takdirde maddî çıkarlarının tehlikeye girebileceği endişesine kapılabilir. Bu tutumun sebebi aşırı bir şüphecilik de olabilir. Birtakım endişeler taşıdığından sağlıklı bir tercih yapma imkânı bulamamış olabilir. Bu ve benzeri tesirlerin etki alanında kalan münâfık1197 hayatını başka bir varlık olarak sürdürmek durumundadır. 1198
Kur'ân-ı Kerim'de Meraz/Hastalık Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevleri 24 yerde geçer.1199 “Şifâ” kelimesi ve türevleri ise, 8 yerde kullanılır.1200
Meraz/hastalık kelimesi, Kur’an’da fiziksel hastalıklar için de kullanılmakla birlikte, çoğunlukla mecaz olarak mânevî hastalık için kullanılır. Haktan, 237
1192] 24/Nûr, 61; 48/Fetih, 7; 2/Bakara, 184
1193] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52
1194] Beyzavi, a.g.e., I/26
1195] 2/Bakara, 10
1196] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, II/71
1197] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi'l-Kur'ân, Çev. Mehmet Yolcu, Akademi Y., İstanbul, 1990, 1/80-81
1198] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Y., İstanbul, 1997, s. 239-240
1199] Kur’ân-ı Kerim’de meraz/merzâ (hasta ve hastalık) kelimesi ve türevlerinin geçtiği âyetler (24 yerde): 2/Bakara, 10, 10, 184, 185, 196; 4/Nisâ, 43, 102; 5/Mâide, 6, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 91, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50, 61; 26/Şuarâ, 80; 33/Ahzâb, 12, 32, 60; 47/Muhammed, 20, 29; 48/Fetih, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 31.
1200] Kur’ân-ı Kerim’de Şifâ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (8 yerde): 3/Âl-i İmrân, 103; 9/Tevbe, 14; 9/Tevbe, 109; 10/Yûnus, 57; 16/Nahl, 69; 17/İsrâ, 82; 26/Şuarâ, 80; 41/Fussılet, 44.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 265 -
doğruluktan ve güzel ahlâktan ayrılma, nifak (ikiyüzlülük)1201, hased (kıskançlık), şehvet (aşırı şehvânî/hayvanî duygular ve meyiller), fücûra (günah ve zinâ arzusu şeklinde ahlâksızlığa) niyetlenme1202 gibi nefsî hastalıklar için kullanılır.
Şâfî olan, şifâ veren sadece Allah’tır. O, hastalanan kimseye şifâ verendir.1203 Kur’an sûreleri ve âyetleri de, mü’minler için şifâ ve rahmettir.1204 Kur’an, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.1205 O, Rabbimizden bir öğüt, gönüllerde olan (dertlere) bir şifâdır, mü’minler için bir hidâyet ve rahmettir. 1206
Kur’an, mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirip,1207 onlara devâ olurken, münâfıkların da kalplerindeki hastalıklarını arttırmaktadır.1208 Kur’an, zâlimler için şifâ olmak bir tarafa, onların yalnızca ziyanını arttırır.1209 İman etmeyenler için Kur’an bir körlüktür. 1210
Kur’an’a göre esas önemli olan hastalık, kalplerde olan mânevî hastalıktır, inanç hastalığıdır. Münâfıkların kalplerinde hastalık (nifak ve haset hastalığı) vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.1211 Kur’an açısından hastalığın en önemlisi, mânevî olduğu gibi; şifâ da, esas olarak mânevî alan için sözkonusudur. Onun dışındaki hastalıklar, nice hikmetlerle ilgili olarak peygamberlere ve takvâ sahibi mü’minlere de verilmiştir. Bu hastalıkların imtihan, günahlara keffâret, derecelerin arttırılması, sabır ve direnme gücü vererek insanı olgunlaştırması... gibi olumlu yönleri de vardır. Hâlbuki kalbî hastalıkların hiçbir olumlu yönü yoktur.
Kâfir ve münâfıklarla savaş, onların mü’minler eliyle rezil edilip Allah’ın azâbına uğramaları için gerekli olduğu gibi, Allah’ın mü’minleri gâlip kılması ve mü’min toplumun kalplerine şifâ vermesi için de bir sebeptir.1212 Bu sünnetullahtan yola çıkarak, bugünkü toplumun stres gibi çeşitli bunalımlar ve problemler içinde yüzmesinin bir sebebi de Allah yolunda cihadı terk etmeleridir diyebiliriz.
Kur'an'da, kalplerin günah ve şirkle hastalıklı hale gelmiş değişik durum ve özellikleri şöyle sıralanabilir: Galiz (kaba ve katı) kalpler,1213 eğri kalpler,1214 gâfil ve gaflete düşürülmüş kalpler,1215 taş gibi katı kalpler,1216 kılıflı kalpler,1217 hasta
1201] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nûr, 50; 33/Ahzâb, 12-32
1202] 33/Ahzâb, 32-60; 47Muhammed, 20-29; 74/Müddessir, 31
1203] 26/Şuarâ, 80
1204] 17/İsrâ, 82
1205] 41/Fussılet, 44
1206] 10/Yûnus, 57
1207] 9/Tevbe, 124
1208] 2/Bakara, 10; 9/Tevbe, 125
1209] 17/İsrâ, 82
1210] 41/Fussılet, 44
1211] 2/Bakara, 10
1212] 9/Tevbe, 14
1213] 3/Âl-i İmran, 159
1214] 3/Âl-i İmran, 7
1215] 18/Kehf, 28
1216] 2/Bakara, 74
1217] 2/Bakara, 88
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalpler,1218 mühürlü kalpler,1219 bağlı kalpler,1220 kapalı kalpler,1221 kör kalpler1222 ve kilitli kalpler. 1223
Kalplerin hastalığı ve giderek mühürlenmesinin sebepleri: Kur'an'dan yola çıkılarak kalbin hastalıklarına ve mühürlenmesine sebep olan mikropları şöyle sıralayabiliriz: Dünya sevgisi, kötü çevre, kötü kimselerle arkadaşlık, çok yemek ve çok gülmek, başta büyük günahlar olmak üzere her çeşit haramlar, en sinsî hastalık: Nifak ve ölümcül hastalık: Şirk.
Kalp hastalıklarının ilâcı ise; Kur’ân-ı Kerim'i düşünerek, anlayarak okuyup kendi hayatına ve toplum hayatına geçirmeye çalışmak. Öğüt dinlemek. Zikir, tevbe ve istiğfar. Huşû ve anlayış. Kalbi arındırma yollarına mürâcaat edip güzel ahlâk ve ihlâslı ibâdet üzere olmak. Cesâret, ins ve cin şeytanlarına tavır almak.
Kur’an’ı gerektiği gibi anlamak için kalbin kilitli olmaması gerekir.1224 Kalbin, görevini yapabilmesi için, selîm olması; hastalıklı ve ârızalı bulunmaması gerekir. Kalplerin selim olmayıp marazlı (hastalıklı) olmasını Kur’an, hemen daima nifak illetiyle irtibatlı gösterir.1225 Bu âyetlerden yola çıkarak şu tespitleri yapabiliriz:
Kalbi perişan eden hastalıkların başında samimiyetsizlik ve riyâkârlık gelmektedir. Münâfıklığın en tipik özelliği kalp hastalığıdır.1226 Kalp hastalığının diğer belirtileri arasında doymazlık, hırs,1227 rics (pislik, iğrençlik, sefihlik) ve şeytan fitnesine yataklık dikkat çeker.1228 Kalp marazı/hastalığı; kalp katılığı, kalp kararması (kasvet) getirir. Kur’an, bu kalp kasvetinden çokça bahseder ve onu insanın sonsuzluğa, güzele, iyiye, kısaca Allah'a giden yolunu tıkayan bir belâ olarak gösterir. “Yazıklar olsun kalbi kasvetle dolmuş olanlara.”1229 Kalp kasvetini azdıran en önemli sebep, sonu gelmez arzu ve emeller, hırslar ve tutkulardır.1230 Kalp kasvetinin en tipik temsilcileri yahûdilerdir.
İnsanın kalbini tahrip eden tutum ve davranışları, giderek kalbi paslandırır. Kalbin paslanması, hak ve hakikate açılabilecek pencerelerin kapanma noktasına yaklaşması demektir. Bu duruma gelen kişi, Yaratıcı ile arasına tam bir perde çekmiş olur.1231 Hastalanan ve paslanan kalp, nihayet körleşir. Ve insan için esas körlük budur.1232 Kalbin körelmesi, kalp gözünün, yani basîretin kör olmasıdır ki, insanın kâinatı, varlıkları ve kendi nefsini okumasını (en azından doğru okumasını) engeller. Böyle olunca da, kalp körlüğü insan ve evrenin sırlarını çözmeye
1218] 2/Bakara, 10; 33/Ahzâb, 32
1219] 45/Câsiye, 23
1220] 7/A'râf, 100
1221] 41/Fussılet, 5
1222] 22/Hacc, 46
1223] 47/Muhammed, 24
1224] 47/Muhammed, 22
1225] 2/Bakara, 10; 5/Mâide, 52; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53; 24/Nur, 50; 33/Ahzâb, 12...
1226] 2/Bakara, 10
1227] Bk. 33/Ahzâb, 32
1228] 9/Tevbe, 125; 22/Hacc, 53
1229] 39/Zümer, 22
1230] 57/Hadîd, 16
1231] 83/Mutaffifin, 13-15
1232] 22/Hacc, 46
NİFAK - MÜNÂFIK
- 267 -
götüren bütün organ ve araçları dumûra uğratır ve bütün girişimleri aksatır. Nitekim Kur’an, kalple akıl arasında devamlı ilişki kurmuş, iş görmez hale gelen bir kalp gözünün akıl faâliyetini de fonksiyonunu icra edemez hale getireceğine işaret etmiştir.1233 Kur’an, bu konuda “akıl işleten, akıl faâliyeti yürüten kalpler” deyimini kullanır. Yine Kur’an,1234 inceden inceye düşünüp sırları keşfedemeyen kalplerden söz eder ve bu kalplerin sahiplerini gözleri görmez, kulakları işitmez olarak nitelendirdikten sonra onların yerlerini hayvanlardan daha aşağılarda gösterir.
Kalp körlüğünü; kalbin damgalanması, kilitlenmesi, perdelenmesi ve mühürlenmesi izler. Bu son aşama, insanın evrensel hak ve hakikate, imana açılan tüm kapılarının kapanmasıdır. Bu aşamadan dönüş yoktur. Dünya planındaki imtihanın kesin kaybıdır bu. Kur’an’da bu son aşamayı ifade için kalbin tab’ edilmesi,1235 hatmedilmesi/mühürlenmesi1236 ve kalbe kilit vurulması,1237 kalbe perde çekilmesi1238 deyimleri kullanılmaktadır. Bu hale düşenlerin diğer duyu organlarının da ödevlerini insana yaraşır biçimde yapamayacağına dikkat çekilir.
Kalbi taşlaşmışların gözleri yaşsız olur.1239 Bu hal, kalp mühürlenmesi açısından önemlidir. Kalbin sevgi ve merhametten aldığı öyle yüce bir zevk vardır ki; böyle zengin gönüllerde dokulara kan veren kalp, sanki bir başka zevkle çarpmaktadır.
Kalp hastalığı ve giderek kalbin mühürlenmesi, boş arzuları ilâh edinme,1240 Allah’ın nimetlerine nankörlük,1241 azgınlık, zulüm,1242 bilgisizlik1243 gibi sebeplerden olmaktadır. Kalbi mühürlenenler artık insanca ne görebilir, ne duyabilir, ne anlayabilir, ne de yaşayabilirler.1244 Küfre götüren günahlar açısından önemli bir konu, günahın cinsidir. Her günah çirkindir, kaçınılması gereken bir yasaktır. Ama şeytan, bazen küçük günahları gözümüzde büyütürken; büyük günahları ve şirki basitleştirir. Elfâz-ı küfür, şirk ihtimali olan konular, müslümanın gözünde cehenneme düşmekle eş görünümünde olmalıdır. Namazı terk etmeyi alışkanlık haline getirmek de küfür yoluna sapmaktır. Bunun yanında, insanın kendini, hevâ ve hevesini putlaştırmaya götüren gurur ve istiğnâ çok önemli bir günahtır. Bir günah, zulümle ilgiliyse, gönül incitiyorsa çok ciddi sonuçları olacak bir vebaldir. Zulüm, Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu kalbi mühürlü kâfirlere ait bir özelliktir. Zâlimin kalbi mühürlenmeye baş adaydır. Ve şirk en büyük zulümdür.1245 Yine, küfre düşmemek açısından günah üreten günahlardan şiddetle sakınmamız gerekmektedir. Bazı günahlar, başka günahlara yataklık ederler. Bunların başında yalan ve içki gelir. Yalanın günah barajını aşarak, nifak
1233] 22/Hacc, 46
1234] 7/A’râf, 179
1235] 7/A’râf, 101; 9/Tevbe, 87, 93; 10/Yûnus, 74; 30/Rûm, 56
1236] 2/Bakara, 7; 45/Câsiye, 23; 6/En’am, 46
1237] 4/Nisâ, 155; 47/Muhammed, 24
1238] 6/En’âm, 24; 18/Kehf, 57
1239] 2/Bakara, 74
1240] 45/Câsiye, 23
1241] 7/A’râf, 101
1242] 10/Yûnus, 74
1243] 30/Rum, 56; 9/Tevbe, 87, 93
1244] 2/Bakara, 7; 63/Münâfıkun, 3; 9/Tevbe, 87, 93; 6/En’âm, 46
1245] 31/Lokman, 13
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve küfrü temsil ettiği konusunda ciddi uyarılar vardır.
Hastalık ve bozukluklardan arınmış bir kalp, Kur’an dilinde selîm kalp adını almaktadır. 1246 Allah’ın, insandan son hesap gününde istediği tek şey, O’nun huzuruna selîm bir kalple gelmiş olmasıdır.1247 Din hayatının, müslümanca yaşayışın amacı, insana selîm kalbi kazandırmaktır. Selîm kalbin olmadığı kişide, din sadece bir kuru iddia ve aldanıştır. İlginçtir ki, gâye olan, kalbe sıfat yapılan “selîm” kelimesi, tevhid yolunun genel adı olan İslâm’la aynı köktendir. Yani selâm ve selâmet kökünden. O halde selîm kalp barış, huzur, güven, aklık ve sükûnetle dolu olan kalp demektir ki, İslâm da bu değerlerin elde ediliş yoludur. Bu değerlerin sembol ve ufuk adı Allah’tır. Bu yüzden İslâm’ın teknik anlamı, Allah'a teslimiyet olarak verilmiştir. Buradan bakınca selîm kalp, Allah'a gereğince teslim olmuş kalp demek olacaktır.
Kalbin imtihanını1248 başarıyla verenlerin onu rahmet ve re'fet (sıcaklık, merhamet, kaynaşma) ile doldurduklarını görüyoruz.1249 Bu kalpler kasvete uzaktır. Hasta kalbin yolu kasvete; rahmetle dolu kalbin yolu lînete, yani yumuşaklığa çıkar. Kalp yumuşaklığının yokluğu, kalp gılzatı, yani katılık ve kabalık getirir ki, bu, insanları nefretle kaçıran bir illettir.1250 Kur'an, kalplerin, Allah'ı zikirle yumuşadığını belirtir.1251 Allah'ı zikir, yani şuurlu anma, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itmînân ile yani sükûnet, ferah, huzur ve doygunluk ile doldurur. Ve Kur'an'a göre kalplerin itmînânı yalnız ve yalnız Allah'ı zikirle mümkündür. Allah yerine başka şeylerin sevgili seçildiği bir kalbin doyması, mutlu olması beklenemez.1252
Kalp hastalığının ve bozukluğunun insan hayatındaki en tehlikeli pratik görünümü, insanın kalbiyle dilinin farklılığıdır. Kur'an bunu imansızlığın, şahsiyetsizliğin, dejenerasyonun bir belirişi olarak tespit ediyor. Kalple dilin uyuşmazlığı, insanın kalbine karşı günah işlemesi, kalbine ihânetidir. 1253
Kur'an'ı, tedebbürle yani düşünerek, anlayarak okumamak, kalbin ölümcül hasta ve kilitli olmasının en önemli belirtisidir. "Peki, bunlar, Kur'an'ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı: Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?"1254 Âyette geçe tedebbür, okunan şeyin anlamı üzerinde iyiden iyiye düşünmek demektir. Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Kur'an'ın ne dediğini anlamadan okumanın insanı bir yere getirmesi mümkün değildir. Kur'an'ın mânâsı üzerinde düşünmemek veya "biz Kur'an'dan bir şey anlayamayız" diyerek Allah'ın kelâmını rafa kaldırmak, kalbin hasta olduğuna ve mühürlendiğine işarettir. Nitekim, bu âyetin öncesinde1255 lânetlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri körelmiş insanlardan söz ederek dolaylı bir yoldan Kur'an'ı tedebbür etmeyenlerin kimler olduğuna dikkat çekilmiştir. "Kalpleri üzerinde kilitler mi var?" sorusundan şu sonuçlar çıkmaktadır:
1246] 26/Şuarâ, 89; 37/Saffât, 84
1247] 26/Şuarâ, 89
1248] 49/Hucurât, 3
1249] 57/Hadîd, 27
1250] 3/Âl-i İmrân, 159
1251] 39/Zümer, 23
1252] 13/Ra'd, 28; 57/Hadîd, 16; 22/Hacc, 35; 23/Mü'minûn, 60; 8/Enfâl, 3
1253] 2/Bakara, 283; Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 269 ve devamı
1254] 47/Muhammed, 24
1255] 47/Muhammed, 23. âyette
NİFAK - MÜNÂFIK
- 269 -
Ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir.
"İman edenlerin, Allah'ı zikir ve O'ndan inen Kur'an sebebiyle kalplerinin ürperip saygı dolu bir korku ile yumuşaması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış fâsık kimselerdi."1256 Âyet, iman ettikten sonra ayağı sürçen ve Allah'ın kitabına farkında olmadan sırt dönen insanları uyarmakta mûcize bir beyandır. Aynı hatalı yoldan giderek perişan olan kitap ehli örnek gösterilmiştir. Hitap, son derece açık ve ürperticidir. İman sahipleri Allah'ın zikrine, yani Kur'an'a sırt dönmemek konusunda uyarılmaktadır. İkinci olarak, ehl-i kitabın zamanla bozulduklarına, kalplerinin hastalanıp karardığına ve saptıklarına dikkat çekilerek Allah'ın kitabına uzak kalmanın sonucu örneklendirilmiştir. Bu âyet, zaman içinde Kur'an'a uzak düşüp vahyin kabulleri yerine, geleneğin kabullerini koyan İslâm dünyasına mûcize bir Kur'an ihtarıdır. Kalpler katılaşmış, şekil ruhu örtmüş, iç dünyalar kararmıştır. Bu çoraklık ancak Kur'an'ın nefesiyle canlılık ve berekete döndürülebilir.
Kalplerin hastalanmasından ve katılaşmasından sonra fâsıklıktan başka ne gelir? Doğrusu şu insan kalbi çabucak değişiverir, çabucak unutuverir. Kur'an nûruyla aydınlandıktan sonra uzun bir süre Allah'ı zikretmekten uzak kalınca hastalanıp katılaşır, aydınlığını yitirir, körelir ve kararıp söner. Gönüllerin huşû ve huzur ile Allah'ı anmaları gerekir. Aydınlanıp arınmalar için sürekli uyanık tutulması icap eder. Fakat donmuş, katılaşmış, hareketsiz hale gelmiş bir kalpten hemen ümit kesilmemelidir. Çünkü onda yeniden hayat emâresinin görülmesi, aydınlıkların parlaması ve böylece Allah'ın zikrine koşması mümkündür. Çünkü Allah, öldükten sonra yeryüzünü de diriltir, hayat doldurur, bitkilerle süsler, yiyecek meyveler bitirir. Kalpler de tıpkı böyle Allah dilediği zaman dirilir. Allah, ölüden diri çıkarır.1257 Yeryüzünün dirilişi gibi bu Kur'an da kalpleri diriltir. Ona gıda verir, sular, yumuşatır ve ısındırır.
Allah, kâfirlere sevgi göstermeyip buğz eden, onları dost kabul etmeyen mü'minlerin kalplerine imanı yazar ve onlara yardım eder. 1258
İnsanın kalbi, iki farklı ânında aynı durumda olmaz; her şeyden daha çok kendi amellerinden etkilenir. İyi ve nurlu bir eylem kalbe nur verir; kötü ve karanlık bir amel ise kalbin nurunu alır, onu karartır. Sâlih amel, insanın kalbini yumuşatır, öğütleri, hakkı ve hakikati kabul etmesini sağlar. İnsanın fıtratıyla bağdaşmayan ameller ise, insanın kalbini hastalandırır, sertleştirir, katılık getirir. İnsanın kalbi, Kur'an'dan ışığını kesip, Allah'ın nuruyla bağını koparınca öylesine hastalanıp kararır ki, Kur'an tâbiriyle artık onun işi bitmiş ve onun kalbi mühürlenmiş sayılır.
Takvâ sâyesinde Kur'an'ın hidâyetiyle, Allah'ın nûruyla bakıp, görünmezleri keşfeden, perdenin arkasındaki parıltıları görebilen insan; bu ışıkla irtibatı kendi irâdesiyle kestiğinde körlüğü seçmiş olur. Artık, her şeye perdelenmiş gözlerle bakar. Görülmesi gerekenleri göremez. Kendi gözleriyle bazı şeyleri görür, ama sanki hiç görmemiş gibidir; sanki gözlerinin önüne perde çekilmiş olur. Kalbi de
1256] 57/Hadîd, 16
1257] 3/Âl-i İmrân, 27
1258] Bk. 58/Mücadele, 22
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imandan, sevgiden, ibâdetten zevk almaz olur ve küfrü, isyânı, fesâdı güzel görmeye başlar. Bunlar küfrün etkileridir; küfrün nedenleri değildir. "Onlar sapınca, Allah da kalplerini saptırmış, eğriltmiştir." 1259
Kur’an’da Ruh Sağlığı, Gönül Huzuru ve Psikolojik Denge
Kur’ân-ı Kerim, hastalık nedenleri olarak rûhî etkilere büyük ölçüde yer verir. Üzüntü ve rûhî bunalımları hastalıkların baş nedeni sayar: “Dediler ki: ‘Vallahi sen, Yusuf’u ana ana hasta olacaksın yahut öleceksin!”1260 Hastalıkların nedenlerini genellikle rûhî etkenlerde gören Kur’an, ruh hekimliğinin önemine işaret etmiştir. İnsanları özellikle psiko-somatik hastalıklardan korumayı hedeflemiştir. Ruh hastalıkları daha çok, sıkıntı, elem, çatışma, kaldıramayacak kadar ağır yük yüklenme gibi nedenlerden kaynaklanır.
Kur’an Allah’a, kadere, âhirete imanı, tevekkül ve sabrı emrederek, ruhsal gerilimleri hafifletici, sıkıntıları giderici, bunalımları yok edici esaslarıyla psikoz ve nevroz gibi hastalıkların büyük ölçüde önüne geçer.
Kur’anda ruhsal hastalıkları önlemeye yönelik genel esaslar vardır: “De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”1261; “Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser?”1262; “Ve de ki: ‘Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden Sana sığınırım.”1263; “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu, yine O’ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini de geri çevirecek yoktur. Hayrını, kullarından dilediğine verir. O bağışlayan, merhamet edendir.” 1264
Kur’an, insanın ruh sağlığının esası olan iç huzurunun sağlanması yolunda somut adımlar atar. Bu somut adımların başında “zikrullah” gelir. İman eden insanlar Allah’ı zikredip anmakla, Allah’a bağlılıklarını hissetmekle iç huzuru elde ederler. Yalnızlıktan doğan tedirginlik ve gerginlikten kurtulurlar. Bu iddiâyı özellikle hastalar ve yaşlılar üzerinde yapılan gözlemler isbat etmektedir. Yalnız kimselerin “zikrullah”ın verdiği iç huzuru sâyesinde psikolojik bir dinamizm kazandıkları görülmüştür. Ruhun dinçleşmesi insan bedenine de müsbet bir şekilde yansımaktadır. Bu gerçek Kur’an’da şöyle ifâdesini buluyor: “Onlar iman eden ve Allah’ı zikretmekle gönülleri huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki ancak Allah’ı zikretmekle gönüller huzur bulur.”1265 Bu âyet-i kerimede, ancak Allah’ın zikriyle gönüllerin mutmain olup huzur bulacağı belirtiliyor. Gönüllerin huzur bulacağı, doyuma ulaşacağı zikir; Kur’an okumak, dinlemek, sübhânallah, elhamdü lillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illâllah gibi ifâdelerle Allah’ı hatırlayıp anmak veya Allah’ı kalpte ve zihinde tutmaktır. Allah’ı zikir, insanın gönlüne sevinç ve huzur verir.
Gönüller Allah’tan başka hangi şeye yönelip ulaşsa, hepsinin ötesi bulunduğundan hiç birinde karar kılamaz, hiç biri ruhunu doyuramaz, heyecanını dindiremez. Haz ve lezzette daha yükseğe erişmek ister. Fakat Allah’ı zikretmekten
1259] 61/Saff, 5
1260] 12/Yûsuf, 85
1261] 39/Zümer, 53
1262] 15/Hicr, 56
1263] 23/Mü’minûn, 97
1264] 10/Yûnus, 107
1265] 13/Ra’d, 28
NİFAK - MÜNÂFIK
- 271 -
zevk almağa başladığında bütün arzuların ve isteklerin Allah’a râci olduğunu anlar ve artık ondan yüksek bir mercî ve maksûda yönelmeye imkân bulunmadığını anlar. Bundan dolayıdır ki, iman etmeyenlerin ve gâfillerin kalpleri hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, iç huzuru bulamaz, çırpınır durur. Sıkıntı, bunalım ve huzursuzluklar ise ruh sağlığını tehdit eden en büyük etmenlerdendir. Bu etmenlere ve bunları doğurabileceği psikolojik hastalıklara şifâ olarak Kur’an reçetesi, “zikrullah” ilâcını teklif ve tavsiye eder. 1266
Münâfıkların Tutarsızlığı
“Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit 'biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).”
“(Bu münâfıklar) mü'minlerle karşılaştıkları vakit '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü'minlerle) alay ediyoruz' derler.”
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında) onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.”
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 1267
“Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit 'biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” 1268
Münâfıklar, mü’min olmayı; fakirlere, düşkünlere, zayıflara mahsus kabul ediyorlar ve şan, şöhret, makam sahibi kimselerin iman etmelerini düşüklük addediyorlardı. Mü’minlere beyinsiz diyenlerin, asıl kendileri beyinsizdir, fakat bunu bilmezler ki! Beyinsizler, beyinsizliklerini ne zaman bildiler ki? Doğru yoldan sapanlar, sapıklıklarını ne zaman anladılar ki?
Özellikle tartışmalarını sağlayan bir kültüre sahip oldukları zaman bu iddiayı daha rahat bir şekilde ileri sürerler. Tartışmaya girerler, olayları çözümlemeye, yorumlamaya ve değerlendirmeye çalışmak için bilimsel terminolojiye dayanarak ahkâm keserler. Böylece sözleri bilimsellik(!) kazanmış olur. Yine bu tip insanlar, sosyal nitelikli problemleri normal şartları içinde değil; kendi anlayışları çerçevesinde ele alır ve bunların düşünce ile inançla hiçbir ilgisi olmadığını ileri sürerler. Bu problemleri, insanları Allah'a bağlayan ve iman etmeye sevk eden dinî ve evrensel gerçeklerle izah etmeye kalktığımız zaman, onlar, "bu yaklaşım, bilimsel değildir" deyip işin içinden çıkmakta, kolaylıkla reddetmektedirler. Bizim yaklaşımlarımızı halk kitlelerinin yaklaşımı olarak nitelemekte, onun basit bir düşünce, inanç olduğunu ileri sürmekte ve bu yaklaşımların bilim ve felsefenin uzmanları tarafından ileri sürülen düşünceler olmadığını söylemektedirler.
"Biliniz ki, asıl sefihler/beyinsizler ancak kendileridir." Çünkü beyinsiz; zayıf iradeli, cahil, yararını ve zararını iyi bilemeyen kimsedir. İşte onların, cehalet ve düşünce
1266] Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da insan Psikolojisi, Yalnızkurt Y., s. 97-99
1267] 2/Bakara, 13-16
1268] 2/Bakara, 13
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zayıflığını somutlaştıran, içlerindeki küfre bağlılıklarıyla imanın sağlam ilkeleri arasında kesin bir tercih yapamamaları, onların beyinsiz olduğunu pekiştirmektedir. Çünkü onların bu eylemleri, kendilerini hem dünyada hem de âhirette felâkete götüreceği halde onlar bunu kestirememektedir. Özellikle böyle çifte standartlı bir hayata yönelmeleri, içlerindeki küfürlerin deşifre edilmesinden duydukları endişenin kalplerinde sürekli bir rahatsızlığa sebep olması ve nifak eylemleriyle bunu gizlemeye çalışmaları da beyinsizliklerini ortaya koymaktadır. Onlar, düşüncelerinde ve hareketlerinde gerçekten beyinsizlik yapmaktadırlar. Ama bunu bilmiyorlar. Çünkü onlar, ilmin, marifetin geniş ufuklarına açılmıyorlar. İşlerin gerçek sonuçlarına varmak istemiyorlar. İlmin değerinin, gerçeği yansıtmasında olduğunu idrâk edemiyorlar. İşin sonunda bu bilimsel verilerin sağlıklı fıtrat ve vicdanın sağduyusu ile bağdaşması gerektiğini düşünemiyorlar.
Sefihlik
‘Sefih’, ‘sefh veya sefeh’ fiilinin fâil ismidir. ‘Sefh veya sefeh’ sözlükte görüş ve gidişatta hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına hareket etmektir ki bunun karşıtı ‘rüşd’dür. Dilimizde kullanılan ‘sefâhat’ kelimesi de bu anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder. Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır. ‘Sefh veya sefeh’ sahibi kimselere ‘sefih’ denilmektedir.
Fıkıh dilinde ‘sefih’, aklı olduğu halde şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu bulabilen kimselere ‘rüşd’ sahibi denir. Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah’a isyan eder, aklını iyi işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.
Kur’anın Sefih Dedikleri
Kur’ân-ı Kerim, sefih’i ve türevlerini, kâfirler, münâfıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır. Kâfirler ve münâfıklar, İslâm'ı kabul etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.
Münâfıklara "siz de diğer mü’minler gibi iman edin" denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü’minlere ‘sefih’ derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar. Kur’an onlara şu cevabı veriyor: “…Ìyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler onlardır; fakat bunu bilmiyorlar.”1269 Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim’in dininden, dolayısıyla İslâm’dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah’ın dininden
1269] 2/Bakara, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 273 -
yüz çevirirler. 1270
Kıblenin Kudüs’ten Mekke’ye çevrilmesini hazmedemeyen, Allah’ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed’e inanmamak için bahane arayanlara da ‘sefih’ denmektedir.1271 Allah’ın rızık verici olduğunu unutarak bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan yoksun sefihlerdir.1272 Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere ‘sefih’ demek terbiyesizliğini gösterirler. Hâlbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi. 1273
Kur’an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir. 1274
Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münâfık, müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir. Eğer akıllarını kullansalardı, Allah’ın dâvetine uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah’a isyan etmekle uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm'ın mutluluk yurduna göç ederlerdi. Mükâfat yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terk edip, karanlıkları ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah’a ortak koşan bu müşrikler ve inkârcılar mü’minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar. İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyorlar, mü’minlerin üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Hâlbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım akıllı olanlar kendileridir. Mü’minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler. Allah’ın verdiği akıl nurunu iyi kullanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih etmezler. Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle, ifsatlarıyla mücâdeleye devam ederler. 1275
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden belâya uğramamak için Hz. Mûsâ (a.s.) gibi duâ ederler: “Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir.” 1276
“(Bu münâfıklar) mü'minlerle karşılaştıkları vakit '(biz de) iman ettik' derler. (Kendilerini saptıran) şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise: 'biz sizinle beraberiz, biz onlarla (mü'minlerle) alay ediyoruz' derler.” 1277
1270] 2/Bakara,130
1271] 2/Bakara, 142
1272] 6/En’âm, 140
1273] 7/A’râf, 66-67
1274] 4/Nisâ, 5; 2/Bakara, 282
1275] Hüseyin Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 585-587
1276] 7/A’râf, 155
1277] 2/Bakara, 14
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onların şeytanları, çoğunlukla yahûdilerdir. Siyonistleri kendilerine destek ve sığınak yaparlar. Yahûdiler ve yahûdileşenler de, İslâm saflarını parçalamak ve dağıtmak yolunda münâfıkları istedikleri gibi kullanırlar. Kur'an, çizdiği bu portre ile toplum içinde sürekli olarak münâfık tipine karşı uyanık hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu duruma göre, biz insanlara karşı ilme dayanmadan zanlarla hüküm vermeyecek, fakat onları tam güven ve gönül huzuru ile tanımadan işlerimizi teslim etmeyeceğiz. Bu konuda, özellikle lider adayı ve önderlik ilişkilerinde daha titiz olacağız. Toplumun gözüne girmek için yapılan çalışmaları bu ilkeye göre değerlendirmek gerekir. İlişkilerde ve önderlik makamında sosyal hayatımıza girme çalışmalarında önemli bir konumu bulunan, ciddi bir görevi bulunan şahısların arkasındaki güçleri de göz önünde bulundurmak zorundayız. Onları harekete geçiren politika ve düşüncenin ana ilkelerini kavramak zorundayız. Liderliğimizi ve eğer varsa sırlarımızı ancak pratik olarak denemeden geçirdiğimiz, içe yönelik yapısını araştırdığımız ve iyi sonuçlara vardığımız şahsiyetlere verebiliriz. Ta ki, böylece kurumlarımız sağlıklı bir temele otursun, sarsıntıya uğramasın, tahrif edilmesin, başkası tarafından sömürülmesin ve ihanete uğramasın.
“Gerçekte, Allah onlarla istihza (alay) eder de tuğyanlarında (azgınlıklarında) onlara fırsat verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.” 1278
Onlara, bu hilelerinin mü'minler tarafından yutulduğunu ve bu çifte standartlı kişiliklerinin deşifre edilmeyeceğini düşünmelerini sağlayan Allah'tır. Azgınlıklarında debelenmeye bırakan Allah'tır. Onları ânında cezalandırmayan, güvenle yollarına devam ettiklerini hissettiren, plan ve hilelerinde, içleriyle dışları arasındaki uyumsuzlukla debelenip durmalarına izin veren Allah'tır. Hâlbuki onların bu tutumları gerçekten gülünçtür, eğlencelidir. Hangi tutum, toplum içinde ürkek tavşan gibi hareket eden, herhangi bir hareketinden dolayı cezalandırılmaktan korkan, tespit edilecek bir suçundan dolayı endişe eden münâfıkların tutumundan daha alaya müsait olabilir? Alay kelimesi, horlamayı ve aldırmamayı ifade eder. Burada sanki Allah, onların azgınlıklarını arttırmak suretiyle onlarla alay etmiş olmaktadır. Mü'minleri aldattıklarını zannederlerken kendileri maskara olurlar.
“İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” 1279
Münâfıklar, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar. Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın aldılar. Sonunda her iki dünyada zararlı çıktılar. Kur'an'ın bu âyette ve başka bazı âyetlerde kullandığı "satın alma" kavramı üzerinde biraz durmak gerekir. Âyetlerden anlaşıldığına göre satın alma, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir ticaret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını, cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını feda ettiği durumlar da bu ticaret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü'minler için esas olarak âhirette verilecektir, ama bu veresiye
1278] 2/Bakara, 15
1279] 2/Bakara, 16
NİFAK - MÜNÂFIK
- 275 -
satış da mü'mini psikolojik olarak daha dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
"Allah, mü'minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır."1280 "Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Rasülü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur." 1281
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm mücadelelerinde ya Allah'la; ya da şeytanla bir alışveriş eylemine dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alışveriş kâr; değilse zarar getir. Münâfıkların ne tür bir ticaret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticaret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır.
Allah'a dâvet yolunda çaba sarfeden mü'minlerin, Kur'an'ın kullandığı bu yöntemi kavramaları ve uygulamaları gerekmektedir. Dünya hayatını kâr ve zarar açısından yaptıkları hesaplara göre değerlendiren tüccar zihniyetli insanlarla karşılaşacaklardır. Bu durumda, onların bu arzularını âyetlerde gösterilen kârlı ticaret mantığıyla kanalize etmeleri gerekir. Dâvetçiler, sapıklığın olumsuzluklarını, hidâyetin de dünya hayatındaki fonksiyonunu ciddi bir şekilde değerlendirebilmelidir. Ondan sonra insanları âhiret yurdunun problemlerine yöneltmeli ve bu alanın da diğer alanlar gibi kâr ve zarar hesaplarına dayanan bir hayat olduğunu kavratmaya çalışmalıdır.
“…Bilin ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler).” 1282
Münâfıkların Karakteri
“Onların (münâfıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulümât (karanlıklar) içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler.”
“Onlar sağır, dilsiz ve körlerdir. Bu sebeple onlar geri dönmezler.” 1283
Münâfıklar, kâfirlerin yaptığı gibi başlangıçta hidâyetten yüz çevirmiş; kulakları duymaktan, gözleri görmekten, kalpleri idrâkten mahrum kalmış kimseler değildirler. Aslında bunlar, gerçeğe ulaşmak için gayret göstermişler ve önlerinde hak apaçık tecelli ettikten sonra gözlerini kapamışlar, sonra yüz çevirmişlerdir. Bir ateş yakıyorlar, ateşin nûru kendilerine aydınlık temin ediyor ve önceden arzuladıkları bu aydınlıktan faydalanmıyorlar, faydalanmak istemiyorlar. Aydınlanmak için ateş yaktığı halde, sonra gözlerini kapayan kişinin budalalığı nasılsa, aydınlanmak için iman edip sonra kâfirlerin yanında İslâm'a göz kapayanlar da
1280] 9/Tevbe, 111
1281] 61/Saff, 10-12
1282] 2/Bakara, 13
1283] 2/Bakara, 17-18
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aynıdır.
Kulaklar, diller, gözler; nur ve hidâyeti bulmak yolunda vazife görmek için yaratılmıştır. Bunlar ise, kulaklarını hakkı duymaz hale getirdikleri için sağır, dillerini hakkı söylemez hale getirdikleri için dilsiz ve gözlerini hakkı görmez hale getirdiklerinden kördürler. Hakka dönemezler, hidâyete ve nûra giden yollar kapanmıştır bunlara.
Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş vakalardan istifade ederek anlatma usûlü çok eski zamanlardan beri bütün toplumlarda olduğu gibi İslâm'ın ilk muhâtabı olan Araplarda da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm de bu usûl ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim ve öğretimde sesli ve görüntülü yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır. Münâfıkların durumunu misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı İslâm'ın nûru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü ve şimşeği inkârcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Biz bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı “güdüler, duyu organları, akıl” gibi beşerî bilgi kaynaklan ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar arasında ilerlemeye, yol almaya çalışan insanı da “bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve mânevî meseleleriyle insanın dünya hayatı” olarak anlıyoruz. İnsanoğlu dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara İlâhî yardım ve irşâdı da ekler, Kur'an'ın ve Sünnet'in rehberliğinden faydalanır. İnkârcılar dini, hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular ve tecrübelerle -daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı idrâk kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden âciz kaldığı problemleri unutmak için başvurulan tedbirler (zevk u safâ âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki faâliyetler, içki, uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar insanı bir müddet oyalasa bile kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunuyor. Allah Teâlâ'nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları, hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetleri) okuyarak Rabbini bulması, O'nun irşâdına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur. Ancak her nimetin bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münâfıklar da bir yandan akılları, diğer yandan zâhiren uyum gösterdikleri müslümanların dinden gelen bilgileri sâyesinde dünya hayatlarını kısmen düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz İlâhî irşad ve nurla/ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler onları bu çıkmazdan kurtaramıyor. 1284
1284] Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, DİB. Y., I/28-29
NİFAK - MÜNÂFIK
- 277 -
Münâfıkların Karakteri
“Onların durumu, bir ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, etrafını aydınlatınca Allah onların nûrunu giderdi ve onları karanlıklar içerisinde görmez bir halde bıraktı.” 1285
Hakiki münâfıkların durumu, İslâm'a girip, İslâm’ın nûru kendilerini ve etrafı aydınlatınca, bile bile haktan yüz çevirmeleri sebebiyle Allah’ın, İslâm’ın nûrunu kendilerinden giderip şüphe ve korku içerisinde hakkı göremez bir halde bıraktığı kimselerin durumu gibidir.
Münâfıkların hakka dâvet karşısındaki davranışları, insanlığın kurtuluş ateşini, müjde ve uyarı ateşini yakan kimsenin etrafında bekleşen, kuşkucu, kararsız kimselerin haline benziyor. Şöyle ki, alevler, Kur’an âyetleri, peygamberin sünneti, Muhammed’in (s.a.s.) çevresindeki münâfıklara da aydınlık sağlarken, iki yüzlülükleri sebebiyle, Allah onlara hak ve hakikati gösterecek aydınlığı yok ederek, onları, şüphe, nifak ve inkâr karanlıklarında bırakıyor. Ne doğru, hak yolu görebiliyorlar, ne de hayrı şerden ayırt edebiliyorlar.
Bu âyetlerin devamında bu grubun karakter yapısı daha açık ve net biçimde ortaya çıksın diye yüce Allah bize onlarla ilgili aşağıdaki örnekleri veriyor:” 1286
İlâhî ışığa gözlerini yumdukları için kör adam gibi olmuş karanlıklara gömülmüşlerdir. “Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” denmesi şunu gösteriyor. Onlar başlangıçta ilahi tebliğle aydınlanmak istemişler. Gerçekler ortaya çıkınca rahatsız olmuş, onları görmezlikten gelmişler, sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır. Doğruları, artık ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler. Vazgeçme niyetleri de yoktur. 1287
Allah (c.c.) hakiki münâfıkların durumunu bir örnekle açıklıyor: Münâfıklar kendilerini ve çevrelerini aydınlatacak bir ateş yaktılar. Yani; İslâm'a girdiler. “Ateş çevresini aydınlattığı zaman Allah onun ışığını giderdi.” Burada kastedilen ateş İslâm'dır. İslâm'ın nûru onların çevresini aydınlattığı zaman Allah (c.c.) İslâm'ın nûrunu onlardan giderdi ve karanlıklar içerisinde onları görmez bir vaziyette bıraktı.
Onları karanlıklar (küfür, şüphe ve korku) içerisinde bıraktı. Artık onlar hakkı hiçbir zaman göremeyeceklerdir. Bunun sebebi ise hakkı kabul edip sonra bundan yüz çevirmeleridir. Çünkü onlar şüphe ve nefislerine ağır gelen şeylerden dolayı küfre girmişlerdir. Allah bu şekilde onların yaktıkları ateşin nûrunu giderince ateşten geriye sadece yakıcı sıcaklık kalır. İslâm'a girip de daha sonra sapan bu gibi kimseler İslâm'a hiç girmemiş kimselerden daha sapık ve daha aşağılık bir durumdadırlar. 1288
Münâfık Körlüğü
“Onların durumu bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer. Işık çevresini aydınlatınca, Allah göz nurlarını gidermiş ve onları karanlıklar içinde bırakmıştır. Göremez hale gelmişlerdir. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar vazgeçmezler.” 1289
1285] 2/Bakara, 17
1286] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
1287] Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı Y., 36
1288] Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/53-54
1289] 2/Bakara, 17-18
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Münâfık, önce inanan, sonra Allah’ı görmezlikten gelmeye başlayan, yine de kendini inançlı gören veya gösteren kişidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O münâfıklar sana geldiklerinde şöyle dediler: ‘Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin’ Allah biliyor ki, sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münâfıklar kesinlikle yalan söylüyorlar. Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler. Ne kötü şey yapıp duruyorlar! Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra görmezlik ettiler, sonra kalplerinde farklı bir yapı oluştu. Artık anlamazlar.” 1290
Hiç inanmadığı halde kendini inançlı gösterenler de vardır. Allah Teâla şöyle buyurur: “İnsanlardan “Allah’a ve âhiret gününe inandık” diyenler vardır. Oysa onlar inanmış değillerdir. Allah’a ve mü’minlere tuzak kurarlar. Oysa tuzağı sırf kendilerine karşı kurarlar da farkına varmazlar.” 1291
Bakara 7. âyette, Allah’ı görmezlikten gelen kâfirlerin, gerçekleri görmeme alışkanlığı kazandığı ve bu yüzden gözlerinde perde oluştuğu bildirilmiştir. Aynı perde, münâfıklarda da oluşur.
“Onların durumu, bir ışık yakmak isteyenin durumuna benzer” buyrulması, başlangıçta İlâhî tebliğle aydınlanmaya istekli olduklarını gösterir. O tebliğ, gerçekleri ortaya çıkarınca rahatsız olur, onları görmezlikten gelerek tekrar karanlıklara dalarlar. Kendilerini sağır, dilsiz ve kör konumuna sokarlar. Doğruları; ne duymak, ne görmek, ne konuşmak isterler. Bundan vazgeçme niyetleri de yoktur. 1292
Mevdûdi diyor ki: “Bu misâl şunu anlatmak ister: Bir kimse -Hz. Muhammed (s.a.s.)- doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran Hakikat ışığını yaymaya başladığında, yeteneklerini iyi kullanabilen kimseler bunları ayırdetmeye başladılar. Fakat kişisel çıkarlarının kör ettiği münâfıklar bu ışıkla bile doğru yolu görmeyi başaramadılar. “Allah onların nûrunu giderdi” ifadesi hakkı görememenin sorumluluğunu onlardan kaldırmaz. Bu da 7. âyette anlatılan tabiat kanununun aynısıdır. Onlar karanlıkta salınmayı seçtiklerinde, Allah da onları bu sapık yolda bırakmıştır. 1293
Seyyid Kutub diyor ki: “Bilindiği gibi münâfıklar, kâfirler gibi, daha baştan hidâyete yüz çevirmiş; kulaklarını işitmekten, gözlerini görmekten ve kalplerini algılamaktan alıkoymuş değillerdir. Fakat onlar işin içyüzünü açık-seçik biçimde anladıktan sonra körlüğü hidâyete tercih ettiler. Yani ateş yakmak istemişler ve yakmışlar, yaktıkları ateş çevrelerini aydınlatmaya başlayınca kendi istekleri ile yaktıkları bu ateşten yararlanmamışlardır. O zaman yüce Allah önce isteyip sonra yararlanmaktan vazgeçtikleri “aydınlıklarını gidererek” kendilerini “hiçbir şey göremeyecekleri koyu bir karanlıkta bıraktı”. Tabii ki, aydınlıktan yüz çevirmiş olmalarının cezası olarak.” 1294
“Onların örneği tıpkı (karanlıkta) bir ateş tutuşturan adamın örneğine benzer...” Bu, münâfıkların durumlarını somutlaştıran bir örnektir. Onlar, koyu bir karanlığın içine düşmüş gibidirler; o karanlıkta iyiyi kötüden ve zararlıyı yararlıdan ayırt
1290] 63/Münâfikun, 1-3
1291] 2/Bakara, 8-9
1292] Abdulaziz Bayındır, Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Meali, Süleymaniye Vakfı Yayınları: 104-105.
1293] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., 1/49
1294] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 279 -
edemiyorlar. Bu yüzden aydınlanma gereçlerinden birine başvurma gereğini duyuyorlar. Bir ateş yakıp çevreyi görmek istiyorlar. Ateş tutuşup çevrelerini aydınlatınca yüce Allah, rüzgâr ve yağmur gibi bir sebebi devreye sokarak ateşi söndürür. Böylece eski karanlığın içinde kalmaya devam ederler. Hatta bu defa iki karanlığın ortasında bocalarlar: Bir, çevrelerini saran karanlık; bir de şaşkınlık karanlığı, aydınlanma gerecinin devreden çıkması ile yaşadıkları psikolojik karanlık.
Bu örnek, münâfıkların durumunu gözler önüne seriyor. Bunlar mü’min gibi görünerek, mü’minlerle iç içe yaşamaktan dolayı dinin sağladığı bazı nimetlerden yararlanırlar. Miras ve nikâh gibi. Fakat imandan asıl yararlanma dönemi olan ölüm vakti gelip çatınca, yüce Allah, nurlarını giderir, amellerini geçersiz kılar, onları koyu bir karanlığın ortasında bırakır. Burada ne yapacaklarını, nasıl edeceklerini bilemezler. Hem eski karanlığın ve hem de amellerinin yol açtığı karanlığın içinde bocalayıp dururlar. 1295
Münâfıkların Çirkin Özellikleri
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık onlar dönmezler.”1296 Münâfıklar bile bile haktan yüz çevirdikleri için duyan kulakları hakkı duyamayacak kadar sağır, konuşan dilleri hakkı söyleyemeyecek kadar dilsiz, gören gözleri hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır. Bu yüzden artık küfür, şirk ve nifaklarını bırakıp doğru yola, hakka dönmezler. Bu şekilde haşrolunacaklardır.
Münâfıklar artık hakkı duyamayacak kadar sağır, hakkı söyleyemeyecek kadar dilsiz, hakkı göremeyecek kadar kör olmuşlardır. Bunların kulakları hakka karşı tıkanmış, gözleri hakka karşı kapanmış, dilleri de hakka karşı kilitlenmiştir. Bunlar bundan böyle hakka dönemeyeceklerdir. Bu duruma düşmelerindeki tek sebep; İslâm'ı bilip kabul ettikten sonra onu terk etmeleridir. 1297
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Bunlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar. Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar. Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz nurları değil, bütün şuur nûru, idrâk nûru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ “Hatemallahu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim ve alâ ebsârihim ğışâveh” “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”1298 şeklindeki kâfirler hakkındaki durumdan münâfıklardaki bu mühürleme ve basım daha kuvvetlidir. Bu şekilde hikâyedeki ateş yakan, nurları gidenlerin dışında kalır. Rasûlullah'ın dâvet ve hidâyeti (doğru yolu göstermesi) karşısında münâfıkların durumlarının da, tıpkı ateş yakıcının parlattığı ışık karşısında gözleri Allah tarafından görmez oluverenlerin durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyla da yapıldığından, bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi sûikastla da olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada ikisine de ihtimali vardır. Bundan başka dâvet, hayra da olur, şerre de. Şu halde yangın çıkarmak ve kötülüğe dâvet etmek mânâlarına alındığı zaman, nûrun alınması, ateşin söndürülmesi demek
1295] Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabai, El-Mizan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Kevser Y., 1/ 87
1296] 2/Bakara, 18
1297] Seyfuddin el-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Y., 1/54
1298] 2/Bakara, 7
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş yakan, karanlıkta kalanlardan olur ki, bu ateşi yakan münâfıkların başıdır. Işık dururken şuurun, görme kabiliyetinin esasından kayboluvermesi İlâhî bir hârikadır. Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Peygamberin dâvet ve hidâyeti karşısında münâfıkların, “ateş yakıcı” karşısında etrafındakilerin bir kısmı, Muhammedî dâvet ve onun irşâdı ebedî olduğu halde, münâfıkların anlayış nurlarını Allah almıştır. Ve belki bunların içinde başlangıçta kalbî iman da nasip olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden dönerek imanının nûrunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur'an'ın nazmı işte bu temsili, böyle mânâ tabakaları ile çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî dâvetin ateş yakma ile gösterilmesi ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu anlatır: Bu dâvet, bir taraftan müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva eder. Bu dâvet, cennetin karşısında bir de cehennem ateşini gösteriyor. “Bu ateşten kaçın, şu cennete koşun.” diyor. Münâfıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da başları dönüyor, ağızdan “âmennâ; inandık” diyorlar, hidâyet buraya kadar geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının nûru sönmüş, fenalığa ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar. Her türlü emellerine kul gibi hizmet edecek adâlet etmekten âciz bir ilâh istiyorlar. 1299
Mevdûdi diyor ki: “Onlar Hakk'ı duymakta sağır, Hakk'ı konuşmakta dilsiz ve Hakk'ı görmekte kördürler. 1300
Seyyid Kutub da diyor ki: “Kulaklar, diller ve gözler sesleri, ışıkları algılamak hidâyetten ve aydınlıktan yararlanmak için yaratıldığına göre, bunlar kulaklarını fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “sağır”, dillerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “dilsiz”, ve gözlerini fonksiyonsuz bıraktıklarından dolayı “kör”dürler. Bu yüzden hakka dönmeleri, hidâyete yönelmeleri, başka bir deyimle hidâyete ve ışığa kavuşmaları sözkonusu değildir. Âyette verilen şu örnek de onların içinde bulundukları durumu tasvir etmekte, duygu dünyalarına egemen olan kargaşayı, şaşkınlığı, endişeyi ve kaygıyı gözlerimizin önüne sermektedir.” 1301
Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların kötü işlerini, kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, gizlediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere münâfıkların durumuna dair misaller vermektedir. Çünkü münâfıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde bir hastalıktır. Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak için Kur'an'ın izlediği bir yöntemdir. Bu misaller münâfıkların huzursuz, şaşkın ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablolaştıran örneklerdir:
Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyle ki münâfıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemeleri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisinden yararlanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağladıktan sonra Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen bir rüzgâr ile
1299] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 1/219-221.
1300] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Yayınları: 1/49.
1301] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Yayınları: 1/60
NİFAK - MÜNÂFIK
- 281 -
söndürüverir. Böylelikle onların hiçbir şey görmeyecek hale gelmelerini sağlar; gecenin, üst üste yığılmış bulutların ve ateşin sönmesinin sebep olduğu karanlıkların içerisinde bırakır. Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.
Münâfıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir. Onlar işitmenin sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğüdünü, doğru yol gösterenin irşâdını işitemezler. İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen, hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir meseleye karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler. Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin mâruz kaldığı hallerden ibret almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidâyete yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma! 1302
Münâfıklar Kördür, Doğruyu Görmez
Allah, yukarıdaki âyetlerde münâfıkların özelliklerini zikrettikten sonra onların şahsiyet modelini ortaya koymaktadır. Münâfıklık onların önünü karartmakta, akıl ışıklarını söndürmekte ve kalp gözünü kör etmektedir. Gözleri kör, ışıksız ve karanlıkta kalmış bir insanın doğru yolu bulması imkânsızdır. Hidâyet, insanın kalp gözü ve akıl ışığıdır. Bu ışık insanın önünü aydınlatır, nerede olduğunu ve ne yöne gideceğini gösterir. Işıksız hedefi bulmak ve amaca ulaşmak mümkün değildir. Münâfık, hedefi şaşıran ve amaca ulaşamayan kişidir.
Yüce Allah münâfıkların durumunu örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte ateş, aydınlatmak, nur, karanlık ve görme kavramları bir araya gelmiştir. Ateş kelimesi burada ışık mânâsında kullanılmaktadır. Yolunu kaybeden insan ateş yakar ki, nerede olduğunu insanlar anlasınlar. Diğer taraftan ateş, yolunu ormanda kaybetmiş insana vahşi hayvanların saldırmasını da önler. Aynı zamanda o, soğuktan donma tehlikesi geçiren kişinin hayatını da kurtarır. Ayrıca ateş, yemekleri pişirip yenecek hale getirir.
İşte ışık, insana kendisinin ne olduğunu bildirir, insana kendisini tanıtır ve yolunu aydınlatır. Aklın ışığı, vahşi hayvanı andıran nefsin arzularına, şeytana ve yanlış düşüncelere karşı insanı korur. Yanan aklın ışığına onlar yanaşamaz. Donan insan zihnini ve gönlünü ölümden kurtarır. Aklın ışığı, insanın hamlığını pişirir ve olgun hale getirir. İkili oynamaları, iman etmediği halde iman ettik demeleri, Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya teşebbüs etmeleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları, iman edenleri beyinsizlikle itham etmeleri, mü’minlerle alay etmeleri ve tercihlerini kötüden yana kullanmış olmaları nedeniyle Allah, onların yanan ışıklarını söndürmektedir. Onları, artık göremeyecekleri karanlıkların içine terk etmektedir.
Akıl ışığı yanan ve aydınlanan insanlar yukarıdaki davranışlara asla girmezler. Demek ki, münâfıkların zoru akıllarındadır. Beynindeki ışığı sönen insan, ne yaptığını, neyi satın aldığını ve insanlığın neresinde olduğunu bilemez. Bu beyin, yani akıl ışığı ferdi olduğu kadar toplumsaldır da. Fertlerin akıl ışığı, birleşince
1302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/79
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumu aydınlatır. 1303
Münâfıkların Melekeleri/Yetenekleri Dumûra Uğramıştır
“Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; geri dönüşleri mümkün değildir.” 1304
Bu âyette, zamirlerin çoğul olarak kullanılmasından, bir grup insandan bahsedildiği anlaşılmaktadır, böylece âyet, toplumsal ışığa ve toplumsal görmeye işaret etmektedir. Kulak, dil ve göz organlarına dikkati çeken Allah, duyu organlarının birlikte bir bütün oluşturduklarına işaret etmektedir. Buna psikolojide algı aktı denmektedir. Algı aktı duyu organlarının birlikte ve organize olarak görev yapmasını ifade eder. Bu birleşme işlemi beyinde olur. Allah parçaları zikrederek, bütünü (İnsan beynini ve düşüncesini) kasdetmektedir.
Allah “sağır” kavramıyla münâfıkların dinlemediklerini, gerçeğe kulak vermediklerini, uyanlara karşı aldırış etmediklerini kasdetmektedir. Onlar öylesine sapık bir yola girerek öylesine mesafe alırlar ki, yapılan uyarıları duymaz hale gelirler. Hastalanmış kalp, akıl ışığının sönmesi ile kulakları sağırlaştırır: “Kulaklarımızda ağırlık (vakr) vardır.” 1305
“Vakrun” kavramı, kulağı ağır işitmek, duymamak, sağır olmak anlamlarını ifade eder. Âyetteki sağırlık, mânevî sağırlıktır. Gerçeğe karşı insanların takındıkları menfî bir tavır ve tepkidir. Âyette bu itirafı, tepkiyi gösterenlerin kendileri yapmaktadır. Hz. Peygamber'in yaptığı uyarı, getirdiği nûra/ışığa ve müjdeye karşı olanların çok uzak mesafedeymiş gibi tepki göstermelerini ifade etmektedir. Allah, Hz. Nûh'un dâvetine, kavminin benzer bir tepki gösterdiğine de işaret etmektedir: “Onları ne zaman dâvet ettiysem parmaklarını kulaklarına tıkadılar.”1306 Kulakları tıkamak ve dinlememek, bir insana gösterilecek tepkilerin en ağırıdır, haktan kaçışın ifadesidir. Dinlemeyen insanın gerçeği anlaması çok zordur; hatta imkânsızdır denebilir.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi kibirlenerek yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver.”1307 Anlatılan veya okunanlara kulak vermemenin arkasındaki neden kibirdir. Âyet, Allah'ın âyetleri okunduğunda, kibirlenerek yüz çevirenlerin psikolojik yapısını açıklamaktadır. Âyetlerden yüz çevirmek gibi ağır bir tepkinin iki büyük nedeni vardır: Kibir ve dinlememek. Bir taraftan kibir, dinlememeye sebep olurken, diğer taraftan dinlememek de kibre sebep olabilir. Bu davranış biçimleri ya da tavırlar, birbirinin sebebi ve sonucu olabilirler. Sanki işitmemiş veya kulaklarında sağırlık varmış gibi davranarak, kibirle âyetlerden uzaklaşmak, insanı elîm bir azâba götürmektedir.
“Onlar dilsizdirler.” Doğuştan dili tutuk mânâsına gelen bu kavram, cehâletten veya kasden konuşmamayı da ifade eder. Sağırlıkla dilsizlik arasında sıkı bir bağlantı vardır. Dilsizler -genellikle- sağır da olurlar. Dinlemeyen insan, konuşacak bir şey bulamaz.
1303] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/225-226.
1304] 2/Bakara, 18
1305] 41/Fussılet, 5; 6/En'âm, 25; 17/İsrâ, 46; 18/Kehf, 57; 41/Fussılet, 44.
1306] 71/Nûh, 7
1307] 31/Lokman, 7
NİFAK - MÜNÂFIK
- 283 -
Dil kavramı, gönül mânâsına da gelir. Ağızdaki dil, gönül dilindekileri anlatır. Gönül boş olunca, dilin de anlatacağı bir şey olmaz. Dilin konuşması, bir işin başarılmasını ifade eder. Bu sebeple dil, kültürün en önemli vâsıtası ve unsurudur. Allah buna şöyle işaret ediyor: “Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür.” 1308
Dilsizlik, burada beceriksizlik anlamında kullanılmıştır. Beceriksiz insanlar kültür meydana getiremez ve başkalarının kültürüne tâbi olarak onlara yük olurlar. Manen sağır ve dilsiz olanlar, manevî hayat, peygamber ve Allah için yüktürler. Kibirli ve iş göremeyen insanlar tabii olarak insanlığa yük olacaklardır: “Onları nereye gönderseniz bir hayır getiremezler.” 1309
Demek ki iş becermek, başlı başına bir değerdir ve bu değer kültürün temelidir. Kültür bir topluma anlam kazandıran değerler sistemi ve hayat nizamıdır. Toplumlar kültür vasıtasıyla bütünlük kazanır ve hayat bulurlar.
Bakara, l8. âyette geçen “bukmun/dilsiz” kavramını, 17. âyetle birleştirerek şu genellemeyi yapmak mümkündür: Akıl ışığı sönmüş insan, karanlıktaki insana benzer. Karanlıkta kalan insan da hiçbir iş beceremez. Dilsiz olan insan, karanlık içinde kalan ve hayırlı bir eylemde bulunamayan insandır. Karanlıktaki insanı, ne tarafa yönlendirirseniz yönlendiriniz, hayırlı bir iş yapması mümkün değildir: “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir.”1310 Allah'ın âyetlerini yalanlamak, insanı sağır ve dilsiz bir halde karanlıkların içine gömer. Manevî karanlık içinde kalmış, akıl ve gönül ışığından yoksun insanlar, artık karanlık içinde hayırlı bir iş üretemezler.
“Onlar kördürler.” Akıl ve gönül ışığından yoksun olan insanın, gözü görse bile kalp gözü kördür. Karanlık içinde kalan insanın gözlerinin görmesi mümkün olmadığı gibi, kalp gözü kör olan münâfığın da gerçeği görmesi mümkün değildir.
Sağırlık, dilsizlik ve körlük insanı girdiği yanlış yoldan geri çevirmez, geri dönmek istese bile dönemez: “Onlar geri dönemezler.”
Sağırdırlar, kendilerini bulmaya çalışan insanların sesini duyamazlar; dilsizdirler, yollarını kaybettiklerini söyleyemezler, kördürler, bir çıkış yolu bulamazlar. Âyetteki dönemezler ifadesini, başka bir âyetle tefsir edebiliriz: “Hidâyet çağrısına kulak vermeyen kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu sebeple akıllarını kullanıp düşünemezler.” 1311
Dönemezler demek, “akıllarını kullanıp düşünemezler” demektir. İnsanın girdiği yanlış yoldan dönebilmesi için, önce, yanlış yolda olduğunu anlaması gerekir. Aklını kullanamayan, onun ışığından mahrum olan insan bu dönüşü nasıl başarabilir?
Münâfıkların dönemedikleri tutum ve davranışlar nelerdir? Bu soruya Fahruddîn Râzî şu şekilde cevap vermektedir: Sımsıkı sarıldıkları nifaklarıdır; hidâyeti satıp dalâleti satın almaları; bulundukları yerde çakılı kalıp, ileri mi geri
1308] 16/Nahl, 76
1309] 16/Nahl, 76
1310] 6/En'âm, 39
1311] 2/Bakara, 171
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mi gideceklerini bilememeleri ve bu nedenle başlangıç noktasına dönememeleridir.1312
Münâfıklık bir inanç biçimi ve bir ahlâk anlayışıdır. Münâfıkların ahlâkını çifte standart, bilinçsizlik ve dalâleti hidâyete tercih etmek gibi yanlış bir mânevî ticaret oluşturmaktadır. İşte bu ahlâktan dönmelerinin imkânı yoktur.
“Dönemezler” ifadesini eğitim açısından da değerlendirebiliriz. Eğitimciler, insanların tümünün eğitilebileceği fikrinden hareket ederler. Fakat eğitim süreci ilerledikçe, bazı insanların eğitilemeyeceği ortaya çıkar. “Uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler”1313 ifadesi ile 18. âyette yer alan “dönemezler” ifadesi bazı insanların eğitilemeyeceklerine işaret etmektedir. Sağır, dilsiz, üstelik kör olan, akıl ışığından da yoksun olan insanın eğitilmesinin imkânsızlığı vurgulanmaktadır. Çünkü eğitim-öğretim göze, kulağa, beyne ve gönle hitap etmelidir. Bunlardan yoksun olan insanın eğitilmesi imkânsızdır. Kendileri, bulundukları o karanlığı aydınlığa çeviremedikleri gibi, başkalarını da aydınlığa kavuşturamazlar. Dönemezler ifadesi, dönüşümü, değişimi, yeniliği, gelişimi ifade etmektedir. Yenilik, gelişim ve değişim akıl işidir. Beynini yenileyemeyen insan, hayatım da yenileyemez. Yeniliğe kapalı olan da, değişim meydana getiremez. Yenilik ve değişim, bir atılım ve bir beceri işidir. Münâfık, bütün bu oluşumlara kapalıdır. 1314
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar
Kurtubî, bu âyetteki münâfığın durumunu şöyle izah etmektedir: Münâfığa dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içerisinde kalması münâfığın şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Âyet-i kerime ile anlatılmak istenen ise, münâfıklara bir misal vermektir.
Evlilik, mirasçı olmak, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının güven altına alınması, mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile ilgili olan hükümlerin kendileri için de geçerli olmasını sağlayan, açığa vurdukları imanlarıdır. Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vâsıtası ile aydınlananın, sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şeyleri görenin durumuna benzerler. Bu ateş sönüp yahut ortadan kalkınca, yine onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münâfıkların durumu da böyledir. Onlar iman edince İslâm'a girdiklerini belirten sözlerine aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği gibi: “Şüphesiz münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar.”1315 Ve Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan dolayı şöyle diyeceklerdir: “Bize bakın da sizin nûrunuzdan aydınlanalım.” 1316
Bu benzetme şöyle de açıklanmıştır: Münâfıkların müslümanlara yönelmesi, onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları sevgiden yüz çevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konuda başka açıklamalar da yapılmıştır.
1312] Fahruddîn Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 11/62
1313] 2/Bakara, 6
1314] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Y., 1/226-230
1315] 4/Nisâ, 145
1316] 57/Hadîd, 13
NİFAK - MÜNÂFIK
- 285 -
Sağırlar, Dilsizler, Körler!
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.”
Sağırlık, Arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur. Dilsiz (el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kimsedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir.
Onların sağır, dilsiz ve kör olmalarından maksat, onların bütün duyularının idrâk etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrâk etmediklerini ifadedir. Mesela: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böyle bir özel durumu anlatmış oluruz. Katâde der ki: Onlar hakkı işitmeyen “sağırlar” hakkı dile getirip söylemeyen “dilsizler” ve hakkı göremeyen “körler”dir.
Peygamber’in (s.a.s.) Cibril hadisinde âhir zamandaki yöneticileri şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: “Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları olduğunu gördüğün vakit, işte bu da Kıyâmetin alâmetlerindendir.”1317 Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 1318
Bu âyetler münâfıkların tablolarını, şaşkınlıklarını, yıkılmışlıklarını ve umutlarının suya düşüşlerini tasvir ediyor. Önceki âyetlerde onların iç dünyasını gözle görülebilecek şekilde tasvir ettikten sonra, ikinci olarak bu alana yönelmektedir. Onların hayattaki realitelerini, yaşadıkları olayları izah ederek ve örnekler vererek açıklamaya çalışmaktadır. Bu yöntem Kur'an'ın çoğu zaman soyut konuları açıklarken başvurduğu etkili bir yöntemdir. Bu örneklerle mesele, daha net ve canlı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Kur'an soyut şeyleri açıklarken maddî örneklerle meseleyi izah eder; göze, vicdana ve bilince etki edecek, onları sarsıp harekete geçirecek bir tasvir metodu kullanır. Böylece mesele insanın gönlünde daha derin bir düşünceye dönüşmekte ve insanın vicdanına da dal salmaktadır. Somut örneklerle izah edilerek konunun daha net biçimde anlaşılması sağlanmaktadır. Çünkü somut şeyler insanın hayatı üzerinde soyut şeylerden daha fazla etkili olmakta ve onun benliğinde daha derin tesir bırakmaktadır. Onun içindir ki, tasvir ve temsil (resimleme, şemalandırma ve örneklendirme) yöntemi çocukların eğitiminde tercihe şayan bir eğitim yöntemidir. Çünkü çocuklar, soyut şeyleri somut şeyler örnek verilmeden anlayacak kapasitede değildirler. Çocuk, gördüğü ve yaşadığı örneklerle o soyut konuyu muhâkeme ederek anlamaya çalışır. Örnek vermek sûretiyle insanın zihnine ve rûhuna yerleştirilmek istenen düşünceye nakşedilmek istenen yakınlığıyla pratik bir sonuca da dönüşebilir. Kur'ân-ı Kerim'in pratik hayatta yaşanan, gözle görülen örneklerle onların iç dünyasını ortaya koymaya çalışmasının sırrı şudur; Cenâb-ı Allah, hak-bâtıl konusunda insanları bu tür sapık yönelişlerden uzaklaştırmak istemiştir. Burada kullanılan yöntemde olayın çirkinliği ve nefret edilecek yönleri, olabildiğince geniş ölçüde somut örneklerle ortaya konmakta, bu karanlık, boğucu ve katı atmosferden tiksindirilmeye çalışılmaktadır.
Cenâb-ı Allah münâfıkların durumlarını tabiattan verdiği somut örnekle
1317] Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel hadis kaynaklarında çok yerde geçmekle birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim, İman 7'de tesbit edebildik.
1318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruc Y., 1/475-477
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tasvir etmiştir: “Onların durumu karanlıkta ateş yakan kimse gibidir. Ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah Onun aydınlığını gidererek, kendisini, hiçbir şey göremeyeceği koyu bir karardığa bırakır. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler bu yüzden geri dönmezler.” 1319
Kendini karanlık bir sahrada düşün. Orada hiçbir aydınlık parçası yoktur. Uzaktan şeffaf ve güzel mehtabıyla kumların üzerine dökülen ay ışığı, bir mehtap da gözükmüyor. Uzaktan coşup gelen karanlığın etrafını, yine uzaktan gelen beyaz aydınlığı ile parlatan, utangaçlığı ve mahcûbiyetiyle kucak açan yıldızlar da yoktur ki, kişinin önündeki yolun hiç olmazsa bir kısmını aydınlatabilsin. Senin önünde karanlıklarla kuşatılmış karanlıklardan başka bir şey yok... Sonra... Sen birdenbire bir ateş yakmayı başardın. Ve ateşinin alevleri havaya yükseldi. Etrafını, yolunu ve bulunduğun yeri aydınlattı. Sonra bir rüzgâr hemen ateşini söndürdü. Ortada kopan fırtına sonucu, yakmaya çalıştığın ateş birden kül oluverdi. Hedefe yaklaşma amacıyla girişilen bu eylemin umutsuzluk ve perişanlıkla sona ermesiyle, insanın psikolojisi üzerinde ne kadar olumsuz etki bırakacağını düşün. Ümitsizlikten sonra bir aydınlığa kavuşan ve fakat bu aydınlığı acımasız bir şekilde söndürülen adamın durumundan daha kötü durum ne olabilir? Adam aydınlığa muhtaç olduğu halde bu aydınlığı elinden alınmaktadır.
İşte bu; kuşkudan, şaşkınlıktan başıboşluktan, darmadağınıklıktan oluşan karanlıkların içinde yaşayan münâfığın halidir. Onun durumu da; küfrü, inkârı ve reddetmeyi yaşayan diğer insanların haline tıpa tıp benzemektedir. Sonra Allah'ın Peygamberi'ne indirdiği nur gelmiş Onlara yollarını göstermeye, hedeflerini belirlemeye, kendilerini şaşkınlıktan, kaostan ve başıboşluktan kurtarmaya çalışmıştır. Onlara gönül huzuru ve netlik kazandıracak bir görüş, doğru hedeflerini belirleyecek bir düşünce vermeye çalışmıştır. Onlar bununla iman ve itaat eylemine girebilir, karanlıklardan aydınlığa çıkabilirlerdi. Fakat onların içinde hastalığa dönüşen köklü bir kompleks olduğundan, bu aydınlık ile karşılaşmaları ve hidâyete doğru yol almaları mümkün olmamıştır. Dolayısıyla onlar çeşitli şeytanî oyunlarla, yöntemlerle o komplekslerini süslemeye çalışan tavırlarını sürdürmüşlerdir. Hem kâfirlerden, hem de iman edenlerden yararlanarak planladıkları sonuçlara varabileceklerini, katma ve katıştırma yöntemi ile kurtulabileceklerini telkin eden bir oyundur bu. Bu nedenle, Allah'ın nûrunu tepkiyle karşıladıklarından dolayı Allah nûrunu geri çekmiş ve onları yeniden karanlığa terk etmiştir. Zira onlar, ne istediğini ve ne yapmayı planladığını bilmeyen çılgın irâdelerinin (hevâlarının) etkisinde kalmışlardır. Dolayısıyla tercihlerini aydınlığa kavuşmak için değil, karanlıkta kalmak için kullanmışlardır. Allah da onları yüz üstü bırakmış, kendi halleriyle baş başa kalmalarını sağlamış ve onları, hiçbir şeyi göremeyecekleri karanlıklara terk etmiştir.
İkinci âyet, onların bu sapık yönelişe neden kapıldıklarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır ve onların Allah’ın kendilerine verdiği vâsıtaları kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için kullanmadıklarını öğretmektedir. Onlar Allah'ın verdiği imkânları dondurmaya çalışmışlardır. Cenâb-ı Allah onlara işitme organı bahşetmiş, böylece apaçık gerçekleri ifade eden sözlere kulak vermelerini, işittikleri bu sözleri düşünmelerini, ölçüp tartmalarını istemiştir. Gerçek bir mârifete kavuşabilmeleri için, bilmedikleri ve şüphe ettikleri her şeyi sorabilmeleri için onlara dil ve konuşma yeteneği vermiştir. Allah'ın her türlü sırlarla ve delillerle donattığı
1319] 2/Bakara, 17
NİFAK - MÜNÂFIK
- 287 -
insanları, Allah'ın azametinin bilincine varmaya ve O'nun birliğine iman etmeye sevk eden evrensel âyetleri görebilmeleri için onlara görme imkânı vermiştir. Cenâb-ı Allah onlara tüm bu imkânları verirken onları ilme varmak için, mârifete ulaşmak için kullanmalarını dilemiştir. Fakat onlar bu imkânlardan yararlanmamış ve bu imkânları bulunmayanlarla aynı düzeye düşmüşlerdir. Zira insandaki duyu organlarının değeri, onları dondurmakla değil, onları hareketli bir şekilde kullanmakla ancak anlaşılabilir. İnsanlara ilimi ve mârifet bahşedecek, hayatı daha iyi anlamaya etki edecek, insanın kalbine düşünmek için yol açacak her türlü eylemle değerleri anlaşılacaktır. İşte bu organlarını bilgi yolunda kullanmayan ve onların doğal birer araç olduğunu düşünüp onları değerlendirmeyenlerin hakka ve doğruya dönüş yapmaları asla mümkün değildir. 1320
“Onların örneği şu misal gibi ki! Ateş çevresini aydınlatınca da: Allah onların nûrunu gideriverdi. Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş.” Kur’an’ın bir anlatım üslûbu, bir ifade mantığı vardır. Allah soru sorar Rasûl-i Ekrem’e. Farklı sorular sorar. Ama arkasından bakıyoruz: “İşte bunlar gayb haberlerindendir ki; biz sana bunları vahyediyoruz. Sen de, kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz.”1321 deniliyor. Bunlar gayb haberleridir ki biz onu sana vahyediyoruz, öğretiyoruz deniliyor. Peki şimdi bu ne biçim iş mi diyeceğiz? Yâni ne bilecekti Rasulullah da Allah bunları soruyor mu diyeceğiz? Hayır böyle bir şey demeye hakkımız yoktur. Çünkü Allah’ça ifade böyledir diyoruz. Allah böyle ifade etmeyi murad etmiştir, kimse ona hesap sorma hakkına sahip değildir. Amenna. Meselâ bakın Cenâb-ı Hak yine soruyor: “Kaaria nedir? Bilir misin kaaria’nın ne demek olduğunu? Ama sen nerden bileceksin bunu?”1322 diye bir soru soruyor. Ama aynı Allah yine kitabının başka bir yerinde kendisine soru sorulan bu insan için: “Hakikaten o çok zâlim, çok cahildir.”1323 buyuruyor.
Yâni soran kim? Allah. Allâm’ul guyûb olan, âlim’ul gaybi veş-şehadeh olan, yâni gaybın da, şehâdetin de bileni, en bileni, mutlak bileni olan, Alîm olan, Habîr olan, Semî olan, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tam bilen, mükemmel bilen, eksiksiz bilen Allah soruyor. Peki kime soruyor Allah? Sorulan kim? diye tarif buyurduğu insana soruyor. Yâni zâlim, kendisine zulmeden, ya da cahil, bilgisizin bilgisizi olan insana soruyor. Ha! Öyleyse bu soru değildir diyoruz. Yâni cevap isteyen bir soru değildir bu. Ama Allah sordu diye soru diyoruz. Değilse Rabbimiz için bilmediği bir konuda cevap bekleyen bir soru soruyor dememiz câiz değildir. Ve işte Kur’an’ın böyle bir anlatım modeli vardır diyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın anlatım modellerinden biri de; burada olduğu gibi kişiyi mücerret konularla, soyut konularla sanki zor durumda bırakıp da onun bocalaması söz konusu olacaksa, yâni o konuyu hayata indirgemesi problem olacaksa, o zaman örnekleme yaparak anlatmasıdır. Konunun anlaşılabilmesi için örnek verir Rabbimiz.
Burada da Rabbimiz bize münâfıkların karakteristik özelliklerini anlatırken belki anlayamazsınız, diyerek bir örnekle konuya açıklık getiriyor: “Onların örneği şu misal gibi ki!” dedi ve bir tablonun önüne çekti bizi. Veya bir pencere açtı
1320] Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min Vahyi’l Kur’an, Akademi Y., 1/92-96
1321] 11/Hûd, 49
1322] 101/Karia, 1-3
1323] 33/Ahzâb, 72
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an bize, bir ekran çıkardı karşımıza ve şu örneği önce bir anlayın dedi. Yani formüle edilen bir problem vardı ortada, onu bir kenara aldı ve onu anlamanız için size yeni bir tablo çiziyorum dedi Allah.
“Bunların durumu şu şahsın örneği gibi ki, ateş yakıyor. Ateş yakmak için çabalıyor adam.” Açıkta, meydanda, boşlukta ateş yakıyor. Adam ateş yakıyor: “Ateş çevresini aydınlatınca da, Allah onların nûrunu gideriverdi.”
Bir kişi ateş yakıyor. Ateşi yakan bir kişi olduğu halde ardından da Allah onların nûrunu giderdi deniyor. Allah o ateş ile beraber olup o ateşin yakılmasıyla birlikte çevresini aydınlatan insanların gözlerinin görme özelliğini alıveriyor. Birisi ateş yakmış obanın kenarında, köyün kenarında veya bir kampın kenarında. O ateş çevreyi aydınlatmış, birileri var tabii orada, o ateşle ilgi kurmuşlar. Sonra aydınlanmışlar, dünyaları aydınlanmış. Sonra da Allah onların gözlerinin nûrunu alıvermiş. Ateş yanıyor, çevreyi aydınlatıyor, aydınlatmaya devam ediyor; ama adamların ateşle ilgileri kalmamış. Ondan sonra da: “Onları zulmetler içinde görmezler olarak kapkaranlık bırakıvermiş.” Ondan sonra da: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler.” Şimdi bu adamlar, artık dünyaları karardığı için, eşya ile irtibatları kesildiği için, ne yapacaklarını şaşırmış haldedirler. Az evvel görüyorlardı, ama şimdi görmüyorlar. Her şey bitmiş; sağır, kör ve dilsiz hale gelmişler.
“Onların (münâfıkların) misali, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimsenin misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların nûrunu (aydınlığını) giderir ve onları zulumât (karanlıklar) içinde bırakır (artık hiç bir şeyi) görmezler.” 1324
Münâfıkların Işığı Kısa Sürelidir
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
“(O esnâda) şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir.” 1325
Münâfıkların ışığı kısa sürelidir. Atasözündeki ifade ile: Yalancı münâfıkların mumu, yatsıya kadar yanar. Allah, bu zümrenin halini tasvir için bir misal daha veriyor. Bu örnek, onların içinde bulundukları korku, endişe, ıstırap ve dehşeti canlandırmaktadır:
Müthiş bir tablo bu. Hareket ve ıstırapla dolu. Sapıklık ve şaşkınlık. Korku ve heyecan. Dehşet ve endişe. Ses ve ışık bu tabloda billûrlaşıyor. Bulutlardan boşanıp gökleri yırtarcasına inen yağmur. Bu yüzden meydana gelen korkunç karanlık. Gök gürültüsü ve şimşek. Şimşeğin ışığı altında yürümeye çalışmaları ve dünya tekrar zindana dönünce dikilip kalıvermeleri. Hayrette kalmışlar. Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Korku ve dehşet içinde şaşkına dönmüşler.
Münâfığın nifak içindeki hali, karanlık bir gecede gök gürültüsü, yağmur
1324] 2/Bakara, 17
1325] 2/Bakara, 19-20
NİFAK - MÜNÂFIK
- 289 -
ve yıldırımların altında yürümesine benzer. Her yer karanlık, arada bir şimşek çakıyor ve etrafını görüyor, bir iki adım attıktan sonra yine karanlığın içinde kalıveriyor. İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Ama sonu yine karanlık, yine hüsran.
Bu tablodaki şiddetli yağmurlardan karanlıklara, gök gürültülerinden yıldırımlara, dehşet içinde kalanların titrek adımlarından mıhlanıp kalmalarına kadar her hareket, münâfıkların acı ve mustarip hayatını canlandırmaktadır. Onların mü'minlerle buluşmaları, sonra şeytanlarına dönmeleri. Bir an için söyledikleri sözler ve bundan derhal dönüş yapmaları, bir taraftan hidâyet ve nûru arzularken, diğer taraftan kendilerini dalâlet ve karanlığın kucağına atışları. Bu, bir zümrenin hâlet-i rûhiyesini ve karakterini aksettiren canlı bir tablodur.
Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen bazı politikacı ve liderler, sonra imansızlara hizmet edenler, bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Câmi ile puthane arasında kalmış bu şaşkınlar, kâfirler tarafından değilse bile mü'minler tarafından hesaba çekilecektir. 1326
Bu âyetler, münâfıkların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur'ân-ı Kerim, onlara İlâhî irşadlarda bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir. Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutulan topluluğa benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani apaçık âyetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar. Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer; yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözleri kör etmeye yetecek şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.
Özetle; nifak kısa bir süre için bazen münâfık kimsenin yolunu aydınlatabilir. Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir. Bu ise münâfıklığın sürekliliğine son verir, devamını önler. Münâfık herhangi bir amacını gerçekleştirmek ve basit maddî bir kazanç elde etmek amacıyla münâfıklığına umut bağlayabilir. Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider. Münâfıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar. Çünkü bir âyetin nüzûlü ile gösterdikleri zahirî sevinç, mü’minlerle birlikte cihad etmeleri istendiği zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu zâhiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemlerinde ise nankörlük edip müslümanlara sırt çevirmek münâfıkların misali ve tavrıdır. 1327
İşte münâfığın bu müslümanlar arasında söylediği İslâmî sözler ve davranışlar ona yıldırım ışığı gibi geçici menfaatler sağlayabilir. Müslümanlara şirin görünerek köşeyi dönen milletvekili bakan olanlar sonra da imansızlara hizmet edenler bilsinler ki bu aydınlık geçicidir. Ya kâfirler tarafından veya mü’minler tarafından hesaba çekilecektir. Çünkü münâfık camiyle kilise arasında kalmış
1326] Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Dünya Y., 1/60
1327] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Y., 1/80
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şaşkın insandır. 1328
Yahut o münâfıkların hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura tutulanlar kıssasına benzer ki, semânın her tarafından “bardaktan dökülür gibi” boşanmış kuvvetli bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara yağmur bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş, insanın içini sıkıyormu sıkıyor; göz, gönül kararıyormu kararıyor. Şu halde karanlıklar katmerleşmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli bir gök gürültüsü, titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde çatlıyor, ufuklarda gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp şakıdıkça, parladıkça bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor, yürekleri ağza getiren bir halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar parlayarak geldiği için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık) denilen, gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye dokunursa yo k eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten, demiri mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle (es-Savâık) denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn kamçılardan, o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne?
Allah bütün kâfirleri her taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, âhiretlerinden kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasının dışına çıkmak mümkün mü? Allah'ın izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan korkulmaz mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet, ama bunlardan daha önce Allah'tan korkmak ve O'nun azâbından sakınmak gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu alâmetleri belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin içinden bu ateşleri çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren, gözlere gösteren kim? Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak kabiliyetini ihsan eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını tayin eden ve bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler kimin? Hepsi hepsi Allah'ın, yıldırımlar da Allah'ın bir belâsı, azâbının bir örneğidir. Bunlardan korkup sakınmak isteyenlerin daha önce Allah'tan korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına uyarak felâketten sakınmanın, nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir Allah korkusu, insana bütün korkuları attırıp yok ettirir. Allah'ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi vardır. Fakat Allah'tan, O’nun azâbından kurtulmanın imkânı yoktur. O da iman ve kulluk etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister. Ona bununla yaklaşılır; azaplarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü ve şimşeği gördükten sonra yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir faydası yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök gürültüsü işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit ve müjde, şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü gelişindedir. Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu gürültü ile beraber gelir zannederler. Hâlbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas itibarıyla gök gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök gürültüsü, o yıldırımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara, havaya bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, “ra’d” yani “gök gürültüsü” ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan havaya darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan bir gürültü ile bir ateş,
1328] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 1/105-106.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 291 -
bir kıvılcım çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra işitilir ve geldiği zaman, “Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle yıldırımı düşürdüm, siz kurtuldunuz.” der.
Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi şimşek, sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah katında gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök gürültüsünü öne almakla beraber, aralarını mutlak cem' için olan “vav” ile bağlamış, (şimşek, sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini okumamış ve ümmî olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. Allah bildiriyor, ilim ve fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken İlâhî vahyin hakikatini anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyla delil getirerek görülmeyen esiri (cevheri) bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı, Peygamberine vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî te'yitlerle itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu,1329 bunu işitenlerin hamd ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten müthiştir. Bir İlâhî belâdır. Ve şimşek ile beraberdir. Fakat bundan korunmak; önceden, maddî ve mânevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da Allah'ı, emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın yardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş olduğunu bilir. O zaman Allah'ın kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve bunları anlatan Kur'an hep hak âyetlerdir. Bu dâvetlere ve bu irşadlara kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!
İşte Cenâb-ı Hak münâfıkların durumunu bir de böyle “sayyib = yağmur” meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih, teşbih-i mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik aranılmayarak hepsinde münâfıkların hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir. Bununla beraber bunu teşbih-i mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de mümkün olmuştur. Şöyle ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir yağmura, Peygamberimizin gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her zaman İslâm'a karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin va'di ve vaîdi (korkutmas) şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve münâfıkların namzet oldukları musibetler ve ceza, yıldırımlara benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a münâfıkların bakışını ve fırsat buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor. Bu iki temsilin nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivâyetlerde bahis konusu edildiğini görüyoruz.1330
Parmaklarıyla kulaklarını tıkayarak, felâketten kurtuldukları konusunda kendilerini bir müddet daha avuturlar. Fakat gerçekte onlar kendilerini kurtaramazlar; çünkü Allah, kudretiyle onları her taraflarından kuşatmıştır.
Bu misaller, İslâm'a kalpten inanmayan, fakat çıkarları nedeniyle “müslüman” görünen kimseleri anlatır. Bu ikinci misal, şüphe, iman zayıflığı ve tereddüt içinde olan münâfıkları anlatmaktadır. Bunlar tamamen kâfir değillerse de, İslâm'ı, ancak kendilerini tehlikeye sokmayacak derecede uyguluyorlardı. Bu misalde yağmur, tüm insanlığa rahmet olarak gelen İslâm'ı temsil eder; karanlık, gök gürültüsü ve şimşek ise öne çıkan engelleri, İslâm düşmanlarının ortaya koyduğu
1329] 13/Ra’d, 13
1330] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
güçlü savunma nedeniyle yaşanan tehlike ve güçleri temsil eder. Durum biraz yatıştığında onlar İslâm'a doğru yönelirler, fakat zorluk bulutları ortaya çıktığında veya kendi çıkarlarına, bâtıl inançlarına, önyargılarına ters düşen emirler verildiğinde öylece şaşkınlık içinde kalakalırlar.
Eğer dilerse Allah, bir önceki misaldeki münâfıklara yaptığı gibi bu kimselerin de Hakk'ı görmelerini tamamen engelleyebilir. Fakat bunu yapmaz; çünkü Allah, görmek ve duymak istedikleri sürece onların Hakk'ı görüp duymalarına fırsat vermeyi dilemiştir. Allah'ın onlara Hakk'ı görüp duymalarına yetecek kadar güç vermesinin nedeni işte budur. 1331
Münâfıklık Küfre Götürür
“Yahut onların durumu, gökten sağanak halinde boşalan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş insana benzer. O münâfıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.”
Allah, münâfıkların durumunu, manevî yapılarını anlatırken tabiattan örnekler vermektedir. Bu tür benzetmeler, ortaya konulmak istenen gerçekleri daha iyi anlamamız için yapılmaktadır. İnsanın, duyu organlarına hitap eden gerçekleri anlaması daha kolaydır. Bu nedenle Allah, bu tür karşılaştırmalar yaparak insan idrâkini harekete geçiriyor. İç âleminin dengesi bozulmuş insanın yaşadığı mânevî fırtınalar ile tabiat âlemindeki fırtınalar birbirine oldukça benzemektedir. Onun için din eğitimcileri mânevî konuları, dış âlemden örnekler vererek anlatmalıdırlar. Bilimsel bilgi vasıtasıyla, mânevî oluşumların isbatına gidilmelidir.
Dış âlemin kanunları ile insanın iç âleminin kanunlarının çakıştığı noktada hakikat meydana çıkar: “İnsanlara dış ve iç âlemlerindeki kanunlarımı öğreteceğim (göstereceğim) ki, Kur'an'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” 1332
Allah, bu âyetlerde dış âlemdeki tabiat olaylarının kanunlarını anlatmakta ve bununla da münâfıkların iç âlemlerindeki oluşumları izah etmektedir. 20. âyette geçen gök kavramını, psikolojik, ya da metafizik mânâda ruhlar ve akıllar âlemi1333 şeklinde anlayabiliriz, O zaman âyette yer alan “sayyib” kelimesi Fahruddîn Râzî'nin anladığı gibi iman ve Kur'an1334 mânâsına gelir. Bu durumda gök 'akıl' olunca, âyetteki karanlık ve gök gürültüsü de, münâfıkların tahammül edemediği aklın öğretileri olacaktır. Böyle olunca da beyni ve gönlü nefsin işgaline uğrayan insanlar (münâfıklar), aklın öğretilerinden tiksinecekler, dünyaya, yani gönül ve nefis alemine rahmet olarak inen bu hakikatleri kabul etmek, nefislerine çok ağır gelecektir. İşte bu ağırlık nedeniyle münâfıklar, aklın bu gerçekleri karşısında parmaklarıyla kulaklarını tıkayacaklardır. Eğer gök, İlâhî âlemi ifade ediyorsa, sayyib de Kur'an'ın kendisi olur. Kur'an bir rahmet olduğuna göre, âyetteki yağmur Kur'an'ın rahmet olmasına işaret etmektedir. Bu durumda âyeti, “Kur'an'ın öğretileri münâfıklara ağır geldiği için, onu karanlık ve gürültü olarak değerlendireceklerdir” şeklinde anlayabiliriz.
1331] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, insan Y., c. 1, s. 55
1332] 41/Fussılet, 53
1333] Elmalıh Hamdi Yazır, age, 1/221.
1334] Razî, age, 11/64.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 293 -
Âfetler şeklindeki tabiat olayları, insanı ölümle burun buruna getirir ve onda bir ölüm psikolojisi doğurur. Bu durumda insanın yapacağı ilk iş onu kabullenmemek veya âyetteki tabiri ile ona karşı “kulaklarını tıkamak”tır. Bu ise gerçeğin kabullenilmemesini ve gerçekten kaçışı ifade eder. İşte Yüce Allah, münâfıkların Kur'an'ın gerçeklerinden nasıl kaçtıklarını böyle bir benzetme ile ortaya koymaktadır.
Kur'an gerçekleri karşısında münâfıklar, kulaklarını tıkayarak kendi karanlık dünyalarında Kur'an'ın sesini ölüm olarak algılamaktadır. Çünkü onlar cehâletleriyle uyum içinde yaşıyorlardı. Kur'an öğretilerinin meydana getirdiği o fırtına, cehâletin tüm putlarını yıkmaktadır. Bu da münâfığın ve münâfıklığın yok olması demektir. 1335
Münâfığın Işığı Kısa Sürelidir
“Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı onun ışığında yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dikseydi, elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” 1336
Kur'an'ın getirdiği aklın ışığı, münâfıkların iç âlemi için yıldırımları andırmaktadır, münâfıklar ancak şimşeğin aydınlatması ve aydınlatma süresi oranında, Kur'an'ın ve aklın ışığından istifâde ederler. Nefis tarafından karartılmış kalpte, sadece anlık aydınlanmalar meydana gelebilmektedir. Bir anlık ışıkta gerçeklerle karşı karşıya kalan münâfık, “iman ettim” diyor, fakat az sonra karanlığa gömüldüğü için, bunu bir serap kabul ederek, bu anlık imanının bir aldanma olduğu sonucuna varıyor. Böylece karanlık dünyalarında yaşamaya devam ediyorlar. Bu nedenle Allah, münâfığın dönekliğini ve çifte standardını, aklın ışığından yeterince istifade edememesine bağlamaktadır.
Münâfıklar, Kur'an'ın ışığının, şimşeğin ışığı gibi gözlerini kör edecekmiş gibi davranırlar. Akim ve Kur'an'ın nûru, onların gözlerine ağır gelir ve o nûra tahammül edemezler. Yüce Allah “Dileseydim onların işitme ve görme duyularını giderirdim” buyuruyor. Gidemediğine göre, onların yine de Kur'an'ın ve aklın ışığının cazibesine kapılarak gerçekleri görebilme kapısını açık bırakmaktadır. Zira şok edici durumlarda insanlar, ani değişimler yaşayabilirler.
Karanlık çökünce dikilip kalırlar ifadesi, aklın ve Kur'an'ın getirdiği faydalan anlayıp onlardan istifade edemeyince, dinin kapısında dikilip kalırlar demektir. Aklın ve Kur'an'ın öğretilerinin onlara getirdiği faydanın farkına varamamaları ve onlardan istifade edememeleri, münâfıkların gönlünü karartmaktadır. İşte bu karanlık, onları dine giden yolun kapısında durdurmakta ve içeriye girmelerini engellemektedir.
“Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” Yüce Allah, Bakara sûresinin baş kısmında yer alan münâfık ve kâfirlerin durumunu anlatan âyetlerin peşinden, Şüphesiz Allah her şeye kadirdir buyuruyor. Müfessirler âyetteki şey kavramı üzerine durarak içini doldurmaya çalışmaktadırlar. Biz burada şey kavramını farklı bir açıdan açıklamaya çalışacağız.
Bakara, 7'den itibaren, Yüce Allah'ın, tasvir ettiği fiilleri gerçekleştirmeye
1335] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/230-232.
1336] 2/Bakara, 20
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadir olduğunu belirtmek için, âyetin sonunda Allah her şeye kadirdir buyrulmuştur. Yüce Allah, hak ettikleri takdirde insanların kalbini ve kulaklarını mühürleme ve gözlerine perde çekme; münâfıkların manevî hastalığını artırma, Kur'an gerçekleriyle alay etmelerine karşılık münâfıklarla alay etme; münâfıkların nûrunu giderme, isyanlarını artırma; kâfirleri ihata etme ve dilediği takdirde onların işitme ve görme duyularını giderme gücüne sahiptir. İşte bu eylemleri yapabilecek olan Allah, her şeye kadir olmalıdır. Bir bakıma, Bakara l'den Bakara, 20 âyetine kadarki bütün konular, her şeye kadir olan Allah'ın hükmüyle karara bağlanmıştır. Ancak, her şeye kadir olan bir varlık, müslümanların, kâfirler ve münâfıkların iç âlemini bu şekilde bilip açıklayabilir. Bu güce sahip olmayan insanların, birbirlerini kâfir ve münâfık diye itham etmelerinin doğru olmayacağı da, zımnen anlamamız gereken bir gerçektir. 1337
Bu âyetlerde geçen bazı Kur’an kavramlarını özet olarak izah etmek gerekir diye düşünüyorum. Bunlar: “sayyib/şiddetli yağmur” “semâ/gök” ve “hazera’l-mevt/ölüm korkusu”.
Yağmur ve Tûfân Gibi Şiddetli Olanı
“Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşalan… yağmur gibidir.”1338
Sayyib kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir yerde geçer; o da bu işlediğimiz Bakara sûresi, 19. âyetidir. Bu kelime, sağanak halinde, göklerden boşalmış gibi yağan şiddetli yağmur anlamına gelmektedir. Yaratıcı'nın koyduğu kanunların zincirleme işlemesiyle atmosfere gelen güneş ışınlarının, ancak canlıların ihtiyacı kadar olan üçte biri yeryüzüne ulaşır. Bu da rahmetin/yağmurun devamlılığını temin eden buharlaşmayı sağlar. Denizlerden ve toprak üzerinden kaldırılan su aynı oranda buharlaşır, tekrar yere iner ve hayatın devamında görev alır. Sonsuz kudret sahibi Allah, bir yılda 450 katrilyon litre suyu buharlaştırmaktadır. Keza, dakikada yeryüzüne yaklaşık bir milyar ton, saniyede 16 milyon ton su, yağmur olarak indirilmektedir. Yağışlar, yeryüzünün değişik bölgelerinde farklı miktarlarda olmasına rağmen, evrende israfa yer verilmeyerek bu rakam korunur ve bir yıl içerisinde dünyaya düşen toplam yağmur miktarı, diğer yıllarda da hep aynı kalır ve bütün zaman boyu böylece devam eder.
Yağmur damlaları, dengelenmemiş bir yerçekimi kuvvetinin etkisinde kalsalardı; yere düşene kadar hızları devamlı artarak çok büyük değerlere ulaşırdı. Bu da, dolayısıyla muazzam hareket enerjisi kazanmış damlaların yeryüzüne taş gibi düşen felâketi olurdu. Bunun hiç de böyle olmadığını, ilmi sonsuz bir Yaratıcı'nın tecellisiyle başlangıçta hareketsiz olan her bir damlanın, yerçekiminin ters yönünde artan bir hava direncinin etkisinde hareket ettiğini görüyoruz. Bu şekilde damlaların hızları, yukarı yönlü hızla artan hava direnci ile aşağı yönlü yerçekimi kuvvetinin birbirine eşit olmasına kadar artarak sonunda sabit kalmaktadır. O aktif, berrak ve tatlı su, hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmet'ten gönderildiği hem cahillerce hem bilginlerce kabul edilir ki, sanki rahmet, tüm canlıların ihtiyaçlarına cevap vermek için tebessüm ederek damlalar suretinde ilahî hazine çeşmesinden akmaktadır. Yağmurda görülen bu ilahî yardım tecellisinden dolayı
1337] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/232-233.
1338] 2/Bakara, 19
NİFAK - MÜNÂFIK
- 295 -
ona rahmet adı verilmiştir. 1339
Denizler dolusu su, gökler dolusu su... Bir senede yağan yağmurları bir araya toplamak mümkün olsaydı, belki Akdeniz'i doldururdu. Demek ki, bir senede Akdeniz'i gökyüzüne çıkarıp yere indiren, onları toprağın altına geçirip, yeraltı kanallarında dolaştırıp, tekrar yeryüzüne ulaştırıp, insanların hizmetine sokan var. Nil, Fırat ve Amazon nehirlerinin çıkışı, insanı hayretler içinde bırakmaktadır.
"Hiç yağmur yağmasaydı ne olurdu?" "Yağan yağmurlar, hiç durmasaydı ne olurdu?" "Yağmurlar tane tane değil de oluktan boşanırcasına yağsaydı, kaya gibi başımıza düşseydi ne olurdu?" Bu üç sorunun cevapları aynı olacaktı: Tek kelimeyle "felâket!" Öyleyse yağmurun yağışında üç felâket gizlenmiş. Bizi bu üç felâketten koruyan var. Şükretmeyelim mi?
"Yağmur, doğanın sevinçten ağlamasıdır." Bir yağmur damlasının buharlaşıp gökyüzüne çıkması ve yoğunlaşıp yağmur halinde yeryüzüne inmesi esnasında; şiddetle inmeden, rahmet olarak başımızı okşaması, canlıların imdadına yetişmesi, şefkatle üzerine düştüğü en nazenin yaprak ve çiçeklere dahi zarar vermemesi, bütün bu olayların, üstün bir ilim ve kudret çerçevesinde gerçekleştiğini göstermez mi? 1340
"O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın." 1341
"Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah'ın varlığına ve birliğine) deliller vardır." 1342
"Gökten belli ölçü ve miktarda su indirdik de onu yerde durdurduk." 1343
"İçtiğiniz suyu düşündünüz mü? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren Biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" 1344
"De ki: (Sabahın birinde) Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?" 1345
Şiddetli Yağmur
Su Tûfandır aynı zamanda; Firavunları ve destekçilerini de boğandır. Gökten sadece rahmet yağmaz; gazab yağdığı da olur. Rahmet, özdeki zehri artıran işlev de görür. Yağmur, kirazın tadını arttırır, ama Ebûcehil karpuzu, bundan yararlanmasını bilmediğinden, ancak acılığı çoğalacaktır. Kur'an'ın mü'minlere şifa ve rahmet yağdırırken; zâlimlerin hüsranlarını/ziyanlarını arttırdığı1346 gibi. Sen de rahmet ol; ince ince ve latifce yağ gül tomurcuklarına, güldür yüzünü güllerin. Ama gülle olmasını da bil, suya düşman olanlara. Sun rahmeti, rahmet
1339] Mehmet Buharalı, Sızıntı, c. 12, s. 323
1340] Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, Türdav Y., s. 279-280
1341] 2/Bakara, 22
1342] 2/Bakara, 164
1343] 23/Mü'minun, 18
1344] 56/Vâkıa, 68-70
1345] 67/Mülk, 30
1346] 17/İsrâ, 82
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ol, yağ insanların başlarına; tufan ol, sertleşip dolu olarak in, rahmete sövenlere, bakma timsah gözyaşlarına. Binecek başka gemileri olmadığı halde, göz önündeki Nuh'un gemisini reddeden için kaçınılmaz sondur tufanla helâk. Mûsâ'nın Rabbine ve mesajına kör ve sağır olanlar için su, ne hayat kaynağı ne de dosttur. Onlar, suya akseden kendi canavar görüntülerinin pençelerinde kıvranacaktır. Saydamdır su, aynadır; bakan göze göre değişir rengi. Yeşil gözle bakan yeşili, kızıl gözle bakan kızılı görecektir. Firavunlar Kızıldeniz’de boğulurken, Mûsâlar yemyeşil ova gibi sıratta, sırat-ı müstakimde yol almıştır, yol alacaktır.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 297 -
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Âyet-i Kerimeler
Nifak, Münâfık ve Çoğulu Münâfıkun Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 37 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 167; 4/Nisâ, 61, 88, 138, 140, 142, 145; 8/Enfâl, 49; 9/Tevbe, 64, 67, 67, 67, 68, 68, 73, 77, 97, 101, 101; 29/Ankebût, 11; 33/Ahzâb, 1, 12, 24, 48, 60, 73; 57/Hadîd, 13; 73; 48/Fetih, 6, 6; 57/Hadîd, 13; 59/Haşr, 11; 63/Münâfıkun, 1, 1, 7, 8, 9.Münâfıkların İmandan Yüz Çevirmeleri
Münâfıklar, İnanmadıkları Halde İnandık Derler: Bakara, 8, 14; Nisa, 60, 81; Maide, 61; Tevbe, 56, 62; Nur, 47; Münâfıkun, 1-3.Münâfıklar, İman Etmezler: Bakara, 8, 13, 18; Nisa, 65, 82; Enfal, 20-24; Tevbe, 127.Münâfıklar, Kibirleri Yüzünden İmandan Kaçınırlar: Bakara, 206; Münâfıkun, 5-6.Münâfıklar, Allah'ın ve Rasülü'nün Hükmüne Razı Olmazlar: Nisa, 60-62, 64, 66; Nur, 48-50.Münâfıklar, Şeytanın Adamlarıdır: Mücadele, 19-20; Haşr, 16-17.Münâfıklar, İnkarcıdırlar: Tevbe, 54, 124; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Kur'an Ayetleriyle Alay Ederler: Tevbe, 124-125, 127.Münâfıklar, Peygamberlerle Alay Ederler: Muhammed, 16.Münâfıkların Kalpleri Mühürlü, Kulakları Sağır, Gözleri Kördür: Muhammed,16, 23-24; Münâfıkun,3. Münâfıklar, Peygamberimiz'e Suikast Düzenlediler: Tevbe, 74; Münâfıkun, 8.Münâfıklar, Peygamberimiz'i Saflıkla Suçladılar: Tevbe, 61-63.Münâfıklar, Peygamberlere İftira Ederler: Al-i İmran, 161.Münâfıklar, Doğruluğa Karşılık Sapıklığı Satın Almışlardır: Bakara, 16.Münâfıklar, Peygamber'in Yanında Fısıldaşarak Konuşurlar: Mücadele, 8.Münâfıklar, Kalplerinde Olana Allah'ı Şahit Tutarlar: Bakara, 204.Münâfıklar, Fasıktırlar: Tevbe, 67, 84; Münâfıkun, 6.Münâfıklar, Fitne Çıkarmak İçin Mescid-i Dırar'ı İnşa Ettiler: Tevbe, 107-110.
Münâfıkların Bazı Özellikleri
Münâfıklar, Allah'ı ve Mü'minleri Aldattıklarını Zannederler: Bakara, 9; Nisa, 142; Hud, 5.Münâfıkların Kalplerinde Manevi Hastalık Vardır: Bakara, 10; Nisa, 143; Maide, 52; Muhammed, 29,Münâfıklar, Yalan Konuşurlar: Bakara, 10; Maide, 41; Tevbe, 74; Nur, 19.Münâfıklar, Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.Münâfıklar, Kalıplarıyla Adama Benzerler: Münâfıkun, 4.Münâfıkların Misali: Bakara, 17, 19-20, 264, 266; Haşr, 16; Münâfıkun, 4.Münâfıkların Sözleri Hoşa Gider: Bakara, 204; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Kalplerinde Olmayanı Dilleriyle Söylerler: Fetih, 11.Münâfıklar, Fedakarlıklardan Kaçarlar: Nisa, 66-68; Tevbe, 42; AnkEbût, 10-11.Münâfıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar ve Namazlarından Gafildirler:Nisa, 142; Tevbe, 54; Maun,4-6Münâfıklar, İbadetlerinde Gösteriş Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Küfür ile İman Arasında Kararsızdırlar: Nisa, 143; Muhammed, 25-26.Münâfıklar, Zekât Vermezler: Maun, 7.Münâfıklar, Günah İşlemekte, Düşmanlık Yapmakta, Haram Yemekte Yarış İçindedirler: Maide, 62-63Münâfıklar, Verdiklerini İstemeyerek Verirler: Tevbe, 54.Münâfıklar, Korkaktırlar: Tevbe, 56-57; Haşr, 13.Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih, 15; Hucurat, 14, 16-17.Münâfıkların Kalpleri Birbirine Benzer: Tevbe, 67, 69.Münâfıklar, Kötülüğü Emreder, İyilikten Alıkoymaya Çalışırlar: Tevbe, 67; Münâfıkun, 7.Münâfıklar, Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.ü- Münâfıklar, Akrabalık Bağlarını Keserler: Muhammed, 22.Münâfıkların Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.y- Münâfıklar, Nankördürler: Tevbe, 74.Münâfıklar, Kâfirlere Karşı Bile Vefasızdırlar: Haşr, 11-12.
Münâfıkların Cezası
Münâfıkların Ölümü: Muhammed, 27.Münâfıklara Allah'ın Mühleti (Süre Tanıması): Bakara, 15.Münâfıkların Öldürülmesi: Nisa, 89, 91; Ahzab, 60-62.Kıyamet Günü Münâfıkların Durumu: Nisa, 138, 145; Maide, 41; Tevbe, 55, 68, 74, 101, 126; Muhammed, 27-28; Fetih, 6; Hadid, 13-15; Mücadele, 15-17; Haşr, 16-17.Münâfıkların Tevbesi: Nisa, 146; Tevbe, 74; Ahzab, 24.Münâfıkların Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: Maide, 53; Tevbe, 53, 69, 107-110, Muhammed, 28-29,Münâfıklar, Kur'an Ayetleriyle Açığa Çıkarılmalarından Korkarlar: Tevbe, 64, 127.Münâfıklar, Allah'ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: Muhammed, 2-3; Fetih, 6, 12.Münâfıklara Allah Hidayet Etmez: Münâfıkun, 6.Kıyamet Gününde Münâfıklarla Mü'minlerin Konuşmaları: Hadid, 13-14.Münâfıklara Malları ve Evlatları Fayda Vermez: Al-i İmran, 10, 91, 116; Maide, 36; En'am, 70; A'raf,48; Ra'd, 18; Meryem, 77-80; Casiye, 10; Mücadele, 17; Hakka, 25-29; Leyl, 8-11; Hümeze, 2-6; Leheb, 1-3.
Münâfık-Mü'min İlişkisi
Münâfıklar, Mü'minlere Karşı Çok Zayıftırlar: Haşr, 14; Münâfıkun, 4.Münâfıkların Dostlukları Yoktur: Bakara, 204; Nisa, 89, 139, 140; Maide, 41, 52, Tevbe, 50-51; Mücadele, 14; Münâfıkun, 4, 8.Mü'minlerin Münâfıklara Karşı Davranışları: Tahrim, 9.Savaşta Münâfıklar: Al-i İmran, 154, 156, 166-168; Nisa, 72-73, 77-78, 91, 141; Enfal, 49; Tevbe, 42- 53, 65-66, 81-83, 86-87, 90, 93-95; Nur, 53; Ahzab, 9-20, 24; Muhammed, 20-21; Fetih, 11-12, 15-16.Münâfıkların Bilinmesi: Al-i İmran, 179; Nisa, 63; Maide, 52-53; Tevbe, 101; Muhammed, 30.Münâfıkların Sözlerine İnanı-
298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lıp Özürleri Kabul Edilmez: Nisa, 63; Tevbe, 94; Fetih, 15.Nifakı Bırakmaları İçin Münâfıklara Öğüt Vermek: Nisa, 63; Tevbe, 73.Münâfıklara Tesirli Söz Söylemek: Nisa, 63; Tevbe, 73, 126.Münâfıklardan Yüz Çevirmek: Nisa, 81, 88; Tevbe, 95-96; Münâfıkun, 4.Münâfıklar, Mü'minleri Saptırmak İsterler: Nisa, 89; Nur, 19.Münâfıklarla Mü'minler Hakkında Hükmü Allah Verecektir: Nisa, 141; Tevbe, 94.Münâfıklarla Mü'minlerin Misali: A'raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.Münâfıkların Malları ve Evlatları Mü'minleri İmrendirmesin: Tevbe, 55, 69, 85.Münâfıklar İçin Mağfiret Dilenmez: Tevbe, 8-, 84, 113; Münâfıkun, 6.Münâfıkların Cenaze Namazları Kılınmaz: Tevbe, 84.Münâfıklara İtaat Etmekten Sakınmak: Ahzab, 1-3, 48.Münâfıklar, Mü'minlerle Alay Ederler: Tevbe, 79; Bakara, 14.Münâfıklar, Mü'minleri Bırakıp Kâfirleri Dost Edinirler: Nisa, 139; Maide, 52; Mücadele, 14.Münâfıkların Dostluğu: Bakara, 105; Maide, 82; En'am, 106; Tevbe, 7-8, 10, 12; İsra, 73-75; Kasas, 87; Mümtehine, 1-2, 6-9.Münâfıklar Fesat Çıkarırlar: Bakara, 11-12, 205; Nisa, 83; Tevbe, 107; Muhammed, 22; Münâfıkun, 7.Münâfıkların Kabri: Tevbe, 84.Münâfıkların Kinini Allah Ortaya Çıkarır: Muhammed, 29.Münâfıklar, İbadeti Gösteriş İçin Yaparlar: Nisa, 142; Tevbe, 107.Münâfıklar, Mal Sevgisi İle Doludurlar: Tevbe, 58-59, 67, 75-76; Fetih,15; Hucurat, 14, 16-17.Münâfıklar, Yalan Yere Yemin Ederler: Tevbe, 74, 96, 107; Mücadele, 14, 16, 18; Münâfıkun, 1.Münâfıkları, Yerli Yersiz Haberler Yayarlar: Nisa, 83.
Nifak ve Münâfıklarla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Münâfık Kimdir? Kütüb-i Sitte, 3, 520
Nifak Bölümü: Kütüb-i Sitte, 16, 177-179
Nifak: 7, 111
Nifak Faaliyetlerinin Muhtevası Kütüb-i Sitte, 3, 523-524
Münâfıkların Öldürülmesi İsteğine Peygamberimiz'in Cevabı: 2, 260
Münafığın Cezası: 14, 378
Münafığın Hastalanmasının Misali: 7, 275-276
Münâfıkların Azabı, Kâfirlerin Azabından Daha Şiddetlidir: 16, 180
Münâfıkların Bedir'den Önceki Tutumu: 16, 431
Münâfıklarla Müslümanlar Arasındaki Bir Fark: 17, 384
Münâfık ve Müşriklerle İstişare: 16, 133
Bir Münafığın Müslüman Oğlu: 12, 161
Cemel Vakasını Hazırlayan Münafığın Talimatı: 7, 318
Din Adamı Kisvesindeki Münâfık Tahribatçılar: 7, 316-317
İçimizdeki Münâfıklara Dikkat: 7, 316-317
Kritik Anlarda Münâfıkların Rasülüllah'ı Terketmeleri: 3, 525-526
Hz. Peygamber'in Münâfıklara Karşı Takip Ettiği Siyaset: 3, 521-528
Rasülullah'ın Münafığı İdare Etmesi, Onu Öldürmemesi: 2, 260; 12, 161
Rasülullah Zamanında Münâfıkların Bir Vasfı: 7, 311
Münâfıkun Suresi: 4, 322
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 201-230
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 185-208
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 23-73
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 84-93
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 53
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 98-104
7. El-Mizan Fi Tefsiri'l-Kur'an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 87-88
8. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 66-83
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 45-58
10. Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 121-148
11. Nifak Münâfık, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
12. Kur'an'da Nifak Olayı, Gübeddin Hikmetyar, Düşünce Y.
13. Kur'an'da Nifak, Sadık Kılıç, Furkan Y.
NİFAK - MÜNÂFIK
- 299 -
14. Kur'an'da Münâfık Karakteri, Cavit Yalçın, Vural Y.
15. Münafığın Sırları, Harun Yahya, Vural Y.
16. İslâm Davası ve Münâfıklar, Ali Rıza Temel, Bahar Y.
17. Kur'an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münâfıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y. s. 87-133
18. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 356-358
19. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
20. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 84-95
21. Kur'an'da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 187-214
22. Kur'an-ı Kerim'de insan Tipleri, M. Fatih Kesler, Akçağ Y.
23. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. 353-360
24. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. 271-277
25. Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 98-100
26. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 37-82
27. Kur'an'da Ölçü ve Ahenk, Abdürrezzak Nevfel, İnkılab Y. s. 104-106
28. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 20-28
29. İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 159-170
30. İslâm'a İtirazlar ve Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi s. 433-468
31. Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmai, Pınar Y. s. 471-478
32. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. 211-216
33. Kur'an Okulu, Hanif Y. sayı 10, s.474-480
34. İman Küfür Sınırı, Ahmet Saim Kılavuz, Marifet Y. 65-68
35. Kur'an'da Toplumsal Çöküş, Ejder Okumuş, insan Y. s. 130-141
36. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s.142-143
37. Kur'an'da Sembolik Anlatımlar, Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 13, 16, 70, 312
38. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 2; s. 135-149

Okunma 1124 kez
Bu kategorideki diğerleri: « NESH NİKÂH VE TALÂK »